“Şiir çokça sevinç ve ızdırap ve hayrettir, biraz da söz.” [1] Cahit Sıtkı Tarancı’nın, “Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;/ Gittikçe ...
“Şiir çokça sevinç
ve ızdırap ve hayrettir,
biraz da söz.”[1]
Cahit Sıtkı Tarancı’nın, “Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;/ Gittikçe artıyor yalnızlığımız,”[2] dizelerini terennüm ederken; “Nereden başlamalıyım?”
Öncelikle Kemal Burkay’ın dizelerinden: “kırgın umutta/ keder tortusunda/ acıda, zehirde, pusuda/ yılma/ doğan günü bekle/ çünkü tutar bir erik ağacı sunar sana/ doğan gün// ve kavga ve zulüm ve ateş/ hep birlikte örülen bir türkü/ güzel yapmak için, güzel olmak için/ çünkü hayat dönen, kıvrılan/ yanan bir ibrişimdir/ tutar getirir/ doğan gün”…
* * * * *
“Doğan günün ozanları” deyince;
“Yürüdüğün vakit seninle birlikte yürüsün diye/ kentlerdeki daracık sokaklar,/ geniş alanlarına çıksın diye alınterinin,/ yürüdüğün vakit değişsin diye dünya,/ ve yaşam mutlu bir türkü olsun diye/ dağlarda tek tek yakılan bu ateşler,” dizeleriyle yalın sözcüklerin gerçekçi ozanı Kemal Özer’i[3] anımsamamak…
Veya “Acı/ Bir/ Rüzgârdır/ Eser/ Dağlardan/ Ovalardan/ Kapkara/ Kanını/ Kurutur/ Yoksulların/ Sonra/ Kıtlık/ Pahalılık/ Ve/ Faşizm/ Dayan/ Ha/ Yıkılma...” çığlığıyla Enver Gökçe’nin[4] anısına bir selam yollamamak mümkün mü?
Son demlerinde soru(n) teşkil eden politik tutumunu da “es” geçmeden;[5] “Ben yaşanılmış zamanın, yoğun yaşanılmış olmasını önemserim,” diyen Attilâ İlhan’ı[6] da unutmamak gerek…
“O sözler ki acıdır/ mapusane avlularında/ demir kırbaçlar gibi şaklar/ o sözler ki sırasında/ çiçek açmış bir nar ağacıdır/ dağ ufkuna vuran deniz aydınlığı/ sırasında gizemli bıçaklar/ O sözler ki/ imgelem sonsuzluğunun/ ateşten gülüdürler/ kelebek çırpıntılarıyla doğarlar ölürler/ o sözler ki kalbimizin üstünde/ dolu bir tabanca gibi/ öldü ölesiye taşırız/ o sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan/ uğrunda asılırız”…
“bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı/ güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı/ hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı/ gittiler akşam olmadan ortalık karardı”…
“Ayrılıklar sevdaya dahil,” dizeleriyle 11 Ekim 2005’de kaybettiğimiz Atilla İlhan’ı ve şu saptamalarını kulağa küpe etmek gerek:
“Sanat elbette taraflıdır. Sanatçı gibi sanatın da toplumsal-sınıfsal konum ve gelişmeyle önemli ilişkileri var. Akıllı sanatçı bunun bilincine varır, durumu özümser, eserine estetik bir çerçeve içinde yansıtır… Baskı dönemlerinde, özgürlük savaşımını yürütmek hep ozanlara düştü.”[7]
* * * * *
Ya da “Gün olur, alır başımı giderim,/ Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda/ Şu ada senin, bu ada benim,/ Yelkovan kuşlarının peşi sıra,”nın Orhan Veli Kanık’ını?
Hani 36 yaşında 14 Kasım’da yitirdiğimiz Onu…[8]
“Anlatamıyorum”, Orhan Veli’nin en bilinen şiiri belki de: “Ağlasam sesimi duyar mısınız,/ Mısralarımda” dizeleriyle başlayan şiiridir…
“İstanbul’da, Boğaziçi’nde, Bir fakir Orhan Veli’yim;/ Veli’nin oğluyum, Târifsiz kederler içinde.// Urumelihisarı’na oturmuşum; Oturmuş da bir türkü tutturmuşum,” da Orhan Veli’nin oto biyografisi…
O, şiiri altüst etti. Saraydan kurtulmuş şiiri halkla buluşturması yetmedi, vezni ve kafiyeyi yok saydı. Fransız simgecilerinden Fransız gerçeküstücülerine uzanan etkileşim serüveni, Oktay Rifat ve Melih Cevdet’le başlattığı yürüyüşün sonunda Garip’le taçlandı. Sevilen şiir, bütün ölçüsüzlüğüne rağmen, müzisyenlerin tercihi oldu ve Orhan Veli şiirleri çok kez bestelendi.[9]
Kolay mı? O, Yüksekkaldırım’da Eleni’yi öpüp Melahat ile Alemdar sinemasına gittiği günlerin; denizden yeni çıkmış ağların kokusunda yelkovan kuşlarının peşi sıra ada ada dolaşmanın; dinmiş lodosların uğultusu içinde İstanbul’u dinlemenin çocuğuydu…
Kolay mı? O, suya sabuna dokunan şiirlerinden “Pireli Şiir”inde, “Bu ne acaip bilmece!/ Ne gündüz biter, ne gece./ Kime söyleriz derdimizi;/ Ne hekim anlar ne hoca./ / Bu düzen böyle mi gidecek?/ Pireler filleri yutacak;/ Yedi nüfuslu haneye/ Üç buçuk tayın yetecek?” demişti…
Ve O, sadece özgürlükçü değil; “arzulu mudur acaba/ bir tank, rüyasında/ ve ne düşünür tayyare/ yalnız kaldığı zaman?/ hep bir ağızdan şarkı söylemesini/ sevmez mi acaba gaz maskeleri/ ay ışığında?/ ve tüfeklerin merhameti yok mudur/ biz insanlar kadar olsun?” dizelerindeki üzere, anti-militaristti de!
Evet, “Orhan Veli’yi hep mavilikler içinde düşünmek gerek”;[10] en doğru olan bu…
* * * * *
Ve “ey umut, ey beyaz örtülerin tükenmez uzunluğu/ kimse bir gün sana koşmaktan kendini alamaz”…
“ve umutlar sonsuzdur./ çünkü en büyük yaslar/ en büyük ölümlerden sonra tutulur”…
“bütün iyi kitapların sonunda/ bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda/ meltemi senden esen, soluğu sende olan/ yeni bir başlangıç vardır/ parmağını sürsen elmaya rengini anlarsın/ gözünle görsen elmayı sesini duyarsın/ onu işitsen yuvarlağı sende kalır/ her başlangıçta yeni bir anlam vardır/ nedensiz bir çocuk ağlaması bile/ çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır,” dizelerindeki umutla ve “Suçumuz insan olmak”taki cüretkarlıkla Edip Cansever…
O; “Ne fiyakalıdır, ne de züğürt tesellisi peşinde. Olduğu gibi. Gelişine vurur. Umutsuzlar parkında sabahlar bazı. Erken ölenler onun şiirlerinde doğrulur bazen; karanfil yerçekimli, masa sunturlu masadır!
Adına Edip Cansever denir, fazla şiirden öldüğü yazılıdır bazı kaynaklarda. Ağustos doğumludur, Mayıs’ta ölmüştür,[11] son yazını tamamlayamadan…
Ömrümüzdeki gerekçesi bir papatya şelalesi olarak da özetlenebilir, yıkım zamanlarına karşı gelmek ve umut etmek için de.”[12]
Evet, hem Edip hem Can Sever bir şairle karşı karşıyaysanız, hazırlıklı olmanız lazım. Çünkü şiirini okurken zorlanabilirsiniz. Bu zorluğun nedeni “anlamsızlık-anlaşılmazlık” değil; kendini kolay ele vermek istemeyen bir şiir olması. Edip Cansever’in şiiri hesabı kitabı olan bir şiirdir. Rastlantısal değildir. Anlamsız hiç değildir.
Edip Cansever şiiri Varoluşçu felsefenin dışa vurumudur. Özellikle “Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka”, “Umutsuzlar Parkı”, “Çağrılmayan Yakup” ve “Ruhi Bey” bu dışa vurumun ürünleri olarak karşımıza çıkar. Bu şiirlerde bireyin yaşadığı buhran ve özgürleşme ikilemi sıklıkla işlenir.
Edip Cansever şiirinde bireyin durumunu ve şairin tutumunu Michelangelo’nun şu sözü özetliyor: “Mermere sıkışmış bir melek gördüm ve onu özgürlüğüne kavuşturuncaya dek mermeri oydum.” Edip Cansever şiirinde tabularını yıkamayan ve birbirine benzeyen bireyleri özgürleştirmeye çalışır. Açmazlar içinde boğuşan bireyi özgürleştirene kadar kalem sallar. Edip Cansever’in meleği özgürleşen bireydir.
İkinci Yeni’nin birincisi Edip Canseverdir. Felsefi alt yapısı, imge gücü, yarattığı karakterler ve biçimsel yönü Edip Cansever’i akımdaşı şairler içinde bir adım daha öne çıkarmaktadır.[13]
* * * * *
Nihayet “Özgürlüğün geldiği gün, o gün ölmek yasak,” der ve eklerdi: “Biz kırıldık daha da kırılırız/ Ama katil de bilmiyor öldürdüğünü/ Hırsız da bilmiyor çaldığını/ Biz yeni bir hayatın acemileriyiz/ Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor/ Şiirimiz, aşkımız yeniden,/ Son kötü günleri yaşıyoruz belki/ İlk güzel günleri de yaşarız belki/ Kekre bir şey var bu havada/ Geçmişle gelecek arasında/ Acıyla sevinç arasında/ Öfkeyle bağış arasında/ Biz kırıldık daha da kırılırız/ Doğudan batıya bütün dünyada,” diyen bir ozandı O…
Bir 9 Ocak’ta bitmez tükenmez bir kederin elinde suskun bir neslin parçası olarak yeryüzünden göçtü Cemal Süreya... Sürüldüğü topraklarda büyüdü, yaşadı ve göçtü. Sürüldüğü toprağın dilinde söyledi dizelerini. Yine de o, tarih boyunca parçalanan ama kalplerde hep bir bütün olarak kalan o yitik ülkenin bir parçasıydı.
“Bir yük vagonunda açtım gözlerimi,/ Bizi kamyona doldurdular,/ Tüfekli iki erin nezaretinde,/ Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular,/ Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar,/ Tarih öncesi köpekler havlıyordu/ Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk,/ O havlamalar, polisler/ Duyarlığım biraz da o çocukluk/ İzlenimleriyle besleniyor belki./ Annem sürgünde öldü,/ Babam sürgünde öldü.”
Henüz yedi yaşındayken yaşadıklarıydı bu dizelere sığdırdığı. Bir ömür bir kaç dizeye sığar mı? Şiire sığar. Bir dizeye bazen bir ömür, bazen bir ülke, bazen de bir evren sığabilir.
Cemal Süreya, sürüldüğü topraklarda büyüdü, yaşadı ve göçtü. Hep bir bütün olarak kalan o yitik ülkenin bir parçasıydı.
Yani Dersim’deki o öldürücü kederin ve suskunluğun bir parçasıydı. “Silinmezler” diyor ve “Dilsizdir benim acılarım/ Konuşmazlar kimseyle/ Sadece benim canımı acıtırlar/ Hiç hak etmediğim hâlde” diye ekliyordu. Özetle hiç silinmediler hafızasından acılar ve dizelere döküldüler...
Ayrıca, “Sanatın bir şey söylemeyeceği düşüncesi yıkılmıştır” vurgusuyla, “Tarih, insan toplumlarının ayıklayıcı bir hikâyesiyse, sanat da bileşik bir anlatımı oluyor,”[14] diye ekleyen Cemal Süreya beş bölümden oluşan “Kısa Türkiye Tarihi”nde çok şey anlatır. “Kahvede subay yok,/ Bu nasıl iştir!” 12 Eylül 1980’de “son darbe”yi görmüş bir şairdir Cemal Süreya ve gördüğü üç darbeli memleket tarihinin özeti tam da budur.
Kolay mı? “Bu Bizimki” başlıklı şiirinde, “Yıkıcı bir aşk bu,/ Yıkıyor milletin ortasına/ Tutku yükünü.// Bölücü bir aşk,/ Ekmeği suyu bölüyor/ Günde üç öğün.// Hain bir aşk bu,/ Sizin eve hırsız girer/ Onunkine polis,” dizeleriyle O, Yeni Yaprak dergisinin Kasım 1989 nüshasında öykücü Muzaffer Buyrukçu’yu da kışkırtarak dönemin “reis-i cumhur”u Turgut Özal’a şu şiirli öneride bulunur:
“Ülkemizi sizden,/ Sizi de kendi özel sıkıntılarınızdan/ Kurtarmak için/ Arkadaşım Muzaffer Buyrukçu’yla/ Bir önerimiz var: / İntihar etmelisiniz!/ Ben ve Buyrukçu bu konuda/ Dostça omuz veriyoruz size./ Gelin, halkın önünde,/ Üçümüz birlikte intihar edelim./ Yer: Kadıköy eski iskelesinin önü,/ Günü ve saatini siz saptayın./ Ülkemiz sizden kurtulsun,/ Biz de işe yaramış olalım.”
O bu kadar cüretkâr bir “doğan gün ozanı”dır…
20 Kasım 2018 12:34:22, İstanbul.
N O T L A R
[*] Ümüş Eylül Kültür-Sanat Dergisi, Yıl:8, No:31, Nisan-Mayıs-Haziran 2019…
[1] Halil Cibran.
[2] Cahit Sıtkı Tarancı, Otuz Beş Yaş, Can Yay., 2011.
[3] Deniz Saraç, “Yalın Sözcüklerin Gerçekçi Şairi Kemal Özer”, İnsancıl, Yıl:26, No:308, Mart 2016, s.14-16.
[4] Mehmet Deste, “Enver Gökçe: Yaşam ve Mücadelesi Üzerine”, Güney, No:80, Nisan Mayıs Haziran 2017, s.68-72
[5] Hakkında “Attilâ İlhan sosyalistti. Asla ödün vermediği iki ilke bağımsızlık ve özgürlüktü. Hem toplum hem birey için savunduğu bağımsızlık ve özgürlük... Gerçek özgürlüğün ve bağımsızlığın ana koşulunun tartışma olduğunu savunurdu. ‘İlericilik bir inanç işi değil, bilinç işidir, yani yöntemdir’ diyordu. Diyalektiğe inancı sonsuzdu... Sağa da sola da ama en çok dogmacılığa, bir öğretiye körü körüne bağlanmaya çatardı. Bu açıdan direnişçiydi. Bunlar onu aynı zamanda direnişçi kılıyordu,” (Zeynep Oral, “Nice Yıllara Attilâ İlhan”, Cumhuriyet, 19 Haziran 2015, s.19.) denilen O; “Atatürk ve devrimleri üzerine notları, özellikle dil konusundaki düşünceleriyle önem kazanmıştır,” (Doğan Hızlan, “Attilâ İlhan’ı Yeniden Okumak ve Düşünmek”, Hürriyet, 14 Mayıs 2015, s.23.) yorumuyla müsemmadır!
[6] Coşkun Özdemir, “Atilla İlhan’ı Anlamak”, İnsancıl, Yıl:26, No:308, Mart 2016, s.33-34.
[7] İlkiz Kucur, “Atilla İlhan: Toplumbilim Bilmeyen Sanatçı, Yanlış Değerlendirmelerden Yola Çıkar”, Cumhuriyet Kitap, No:1132, 27 Ekim 2011, s.8.
[8] Şair, 10 Kasım gecesi karanlık bir sokakta içkili bir vaziyette yürürken belediyenin kazdırdığı bir çukura düşecektir. Başında hafif bir yara vardır.
İki gün sonra da Kapalıçarşı’nın giyilmemiş çamaşır kokusuyla İstanbul’un yolunu tutacaktır. Kafatasının içinde Beykoz’daki çocukluğundan yadigâr ayva ve nar kokusu yerine müthiş bir ağrı hüküm sürmektedir şimdi.
14 Kasım Salı günü bir arkadaşının evinde öğle yemeğine oturduğunda fenalaşır. Hemen hastaneye kaldırılır. Doktorlar ‘alkol zehirlenmesi’ derler ama canının yongasını biçen beyin kanamasıdır.
O gece saat 20.00’de komaya girecek ve 23.20’de de can kuşu ten kafesinden uçacaktır. Ve şairin ölümünün nedeni, 15 Kasım 1950 Çarşamba’nın gazetelerinde ‘alkol yüzünden zehirlendi’ olarak yer alacaktır.
16 Kasım Perşembe günü Sanat Dostları Cemiyeti tarafından yüzünün kalıbı alınır, bu arada da şaire otopsi yapılır. Asıl ölüm nedeni işte o zaman anlaşılacaktır: Beyin kanaması... (Refik Durbaş, “Şarabı Yarım Kaldı”, Birgün, 19 Kasım 2015, s.2.)
[9] Murat Meriç, “Tarifsiz Kederler, Kifayetsiz Kelimeler, Gemiler ve Sevdalar”, Birgün Pazar, Yıl: 12, No: 422, 12 Nisan 2015, s.4-5.
[10] İsmail Cem Doğru, Orhan Veli-Unutabilmek Mavilikler İçinde, İndie Yay., 2017.
[11] 8 Ağustos 1928’de İstanbul’da doğan Edip Cansever, İstanbul Erkek Lisesini bitirdi. Yüksek Ticaret Okulundaki öğrenimini yarıda bırakarak babasının Kapalıçarşı’daki dükkânında ticarete başladı ve 1976’ya kadar antikacılık yaptı. Turgut Uyar ve Cemal Süreya ile birlikte “İkinci Yeni”nin öncü şairleri arasında anılan Cansever’in ilk kitabı İkindi Üstü (1947), 19 yaşında bir gencin dünyayla tanışmasının ve ilk itirazlara yeltenişinin izlenimlerini dile getirir. Yer yer acemice de olsa alttan alta, akacağı derin ve geniş yatağın ilk işaretlerini de taşıyan bu kitaptan sonra çıkan Dirlik Düzenlik (1954), büyük ölçüde “Garip Şiiri”nin etkisinde kalsa da, şairin daha sonra İkinci Yeni’ye ulanacak şiir yaklaşımının ilk ipuçlarını verir; bu kitaptaki “Masa da Masaymış Ha”, Türkiye şiirinin en çok bilinen örnekleri arasında yer alacaktır.
Cansever’in dilini olduğu kadar konularını, yöneliş ve tercihlerini de bulduğu kitap olan Yerçekimli Karanfil (1957), “bireyin yalnızlığı ve yabancılığının güdülediği sonsuz arayış çabası” biçiminde özetlenebilecek Cansever şiirinin temellerini atar; bu izlek, “dramatik şiir”in ustalık örnekleri olan Umutsuzlar Parkı (1958), Petrol (1959), Nerde Antigone (1961) ve Tragedyalar (1964) ile sürer. Çağrılmayan Yakup’la (1969) başlayan, sol siyasal eylemlere duygusal ve düşünsel planda katılışın şiirleri, Kirli Ağustos’ta (1970) çeşitlenerek sürer, Sonrası Kalır’la (1974) destansı boyutlar kazanır. Ben Ruhi Bey Nasılım (1976) ve Sevda ile Sevgi (1977), toplumsal planda yaşanan “yenilgi”nin ardından yeniden bireysele dönüştür; Şairin Seyir Defteri (1980), Bezik Oynayan Kadınlar (1982), İlkyaz Şikâyetçileri (1984) ve Oteller Kenti (1985), bu “içe kapanış”ı evrensel yalnızlık planında kavrayışın şiirlerini toplar. Yerçekimli Karanfil ile 1958 Yeditepe Şiir Armağanı, Ben Ruhi Bey Nasılım ile 1977 TDK Şiir Ödülü, Yeniden (toplu şiirler, 1981) ile 1982 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü alan Edip Cansever’in yayımlanmamış şiirleri Gül Dönüyor Avucumda (1987) adlı kitapta toplanmıştır.
[12] C. Hakkı Zariç, “Elmas Yüklü Bir Gemi: Edip Cansever”, Evrensel Pazar, 3 Nisan 2016, s.14.
[13] İsmail Afacan, “İkinci Yeni’nin Birincisi Üzerine Düşünceler”, Evrensel Pazar, 6 Kasım 2016, s.17.
[14] Yalçın Hafçı, “Cemal Süreya’nın Şapkası”, Birgün, 28 Nisan 2016, s.14.
Yorumlar