“Değişen bir şey yok. Aynı gökyüzü aynı keder.” [2] Coğrafyamızın katliam(lar) tarihindeki -“Kahraman” değil “Kanlı”!- Maraş’a dair birç...
“Değişen bir şey yok.
Aynı gökyüzü aynı keder.”[2]
Coğrafyamızın katliam(lar) tarihindeki -“Kahraman” değil “Kanlı”!- Maraş’a dair birçok kez yazdım.[3] Lakin katliamın 44. yılında “Yerli ve Milli Alevîlik!”[4]- yaygaralarının dört yanı sardığı koordinatlarda meseleye bir kez daha eğilmek “olmazsa olmaz”…
Hatırlanır: 19-26 Aralık 1978 kesitinde Maraş’ta yaşanan Alevî Katliamı 12 Eylül 1980 darbesinin tezgâhlandığı güzergâhta belirleyici bir kilometre taşıydı. Katliamı da 100’den fazla kişi hayatını kaybetti. 1 Şubat 1979’de ‘Milliyet’ başyazarı Abdi İpekçi, Mehmet Ali Ağca tarafından katledildi. Mayıs- Temmuz 1980 kesitinde Çorum Katliamı gerçekleştirildi: 57 solcu yurttaş öldürüldü. Ordu’nun Fatsa ilçesinde 14 Ekim 1979 ara seçimlerinde belediye başkanı seçilen Devrimci Yol’cu Terzi Fikri (Sönmez) ile birlikte 300 kişi 8 Temmuz 1980’de askeri birliklerin baskınıyla gözaltına alındı. Sonrası malum!
Maraş Katliamı planlı bir saldırıydı. Kışkırtmalar, birkaç gün öncesinden kente gelen simitçi ve piyangocu gibi “karanlık kişiler”in hazırlıklarıyla 19 Aralık 1978’de, -milliyetçi duyguları körükleyen bir filmin gösterimi sonrasında, provokatörlerin sinemaya attıkları ses bombası tahriğiyle başladı.
Dört gün süren ırkçı/milliyetçi saldırılar sonunda resmi rakamlara göre 111 kişi öldü. Özellikle Maraş’ın dağ köylerinden Kızılbaşların evlerine ve mallarına konmak üzere kandırılarak gelenler arasından ölü ve yaralılarını kaçıranlarla bu sayının 120’yi geçtiği bilinmektedir (Bunlardan 40 kadarı saldırganlardı)![5]
1978 Maraş’ında yaşatılanlar “yeni” bir şey değildi. Aksine Cumhuriyet tarihinde Koçgiri’den Dersim’e ya da 1966-1967’de Ortaca ve Elbistan’da Alevîlere yönelik saldırıların devamıydı.
Ayrıca 1971’de Kırıkhan’da, 1978’de Malatya, Sivas ve Maraş’ta ve 1980’de Çorum’da derin devlet tarafından tezgâhlanan katliamlar ile “1980 darbesi sonrasında Tunceli’ye atanan Kenan Güven adlı valinin Kızılbaş bölgesinde ‘yeniden ezan seslerinin yükselmesini’ sağladı”ğı[6] beyanı da unutulmamalıdır.
Maraş’ta ya da Alevî Katliamları’nın gerçekleştiği her yerde Nesimi’nin derisini yüzenler, Pir Sultan’ı asanlar… 6-7 Eylül 1955’de ellerinde kazma, balta ve sopalarla İstanbul’daki azınlıklara ait ev ve işyerlerini yakıp yıkanlar… Maraş’ta Esma Suna ve Döndü Ünver’i karınlarındaki bebekleriyle birlikte acımasızca öldürenler, seksen yaşındaki Cennet ninenin gözlerini oyanlar… Çorum’da tıp fakültesi öğrencisi Süleyman Atlas’ı hafif yaralı olarak götürüldüğü SSK hastanesinde tedavi etmek yerine işkence ile katledenler ve Alevî dedesi Veli Solmaz’ı arkadaşı Ahmet Doğan ile birlikte mahalle fırınında diri diri yakanlar: Sabahattin Ali’den Hrant Dink’e kadar pek çok aydını katledenler, Sivas-Madımak’ın, Gazi Mahallesi Katliamı’nın, Suruç’un, An-kara Gar Meydanı’nın failleridir…
MARAŞ KIRIMI
1960’larda yüzde 45’lerde olan Kürt/Alevî nüfus şimdilerde yüzde 20’lerin altında olduğu[7] (Kanlı) Maraş’taki katliama ilişkin olarak, “Yaralar unutarak kapanmaz. Acılar yok sayılarak dinmez. Yüzleşeceğiz ki bir daha bu acıları yaşamayalım. Unutturarak bu utançtan kurtulamazsınız,” diyen Alevî Bektaşi Federasyonu Genel Başkan Yardımcısı Sevim Yalıncakoğlu, üzerinden yıllar geçmesine karşın gerçek suçluların hâlâ cezalandırılmadığını vurgusuyla ekliyor:
“Devlet arşivlerine, Genelkurmay arşivlerine davanın avukatları dahi erişememiş ve engellenmiştir. Dava dosyası kamuoyundan hukuksuz bir şekilde gizlenmektedir. Katledilenlerin mezarları kaybedilmiş ve sorumlular cezasız bırakılmıştır... Devlet bu katliamın doğrudan içinde olduğu için 38 yıl geçmesine rağmen katliamla yüzleşilmesine de engel olmaktadır”![8]
Gerçekten de böyle! Çünkü katliamın gerçekleştirildiği kesitte toplumda yükselen adalet, eşitlik ve özgürlük talepleri, faşistler tarafından evlere, işyerlerine ve üniversitelere düzenlenen silahlı saldırılarla yok edilmeye çalışılıyordu.
Kolay mı? Kontrgerilla damgalı failleri bulunamayan siyasi cinayetlerin yurdun dört bir yanına yayıldığı, hammadde ve yakıt sıkıntı gerekçesiyle fabrikaların kapandığı, Saadettin Tantan’ın Maraş İl Emniyet Müdürlüğü’ne, Kenan Evren’in ise Genelkurmay Başkanlığı’na getirildiği yıldı 1978: Yani 16 Mart İstanbul Üniversitesi öğrenci katliamı… 24 Mart Ankara Cumhuriyet Savcı Yardımcısı Doğan Öz suikastı… 8 Nisan’da evinin önünde uğradığı saldırı sonucu felç kalan Doç. Dr. Server Tanilli olayı… Evine gönderilen bombalı paketle gelini ve iki torunuyla birlikte katledilen Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu… Atatürk Eğitim Enstitüsü’nden Fahrettin Yılmaz olayı… Aracında çapraz ateşe tutularak katledilen Doç. Dr. Bedrettin Cömert… Bahçelievler’de TİP üyesi yedi gencin kaldıkları evde katledilmesi… İTÜ’den Prof. Bedri Karafakioğlu’nun öldürülmesi… Ve nihayet 18 Aralık’ta başlayıp günlerce devam eden Maraş Katliamı…
Tüm bunlar yükselen devrimci sol dalgaya karşı anti-komünist önlemler, tezgâhlardı…
Malum: Milliyetçi Cephe 1975’ten sonra bütün iç savaş stratejisini 3K (Kızılbaşlık, Kürtlük, Komünistlik) hedefine göre kurgulamıştı. O yıllarda Amerikancı faşist çetelerle birlikte adı çıkmış bir Amerikalı (ABD Büyükelçiliği’nin İkinci Kâtibi Alexander Peck) Alevî bölgelerinde kol gezmekteydi. İlk sinyal 1978 Nisan ayında Malatya’da verildi. Eylül ayında Sivas’ta Alevîlerin oturduğu mahalleler yakılıp yıkıldı. Aralık ayına geldiğinde aynı Amerikalı, 26 Milli Piyango bileti satıcısı MİT elemanıyla Maraş’taydı. Sıra Maraş Alevîlerinin katledilmesine, evlerinin yakılıp yıkılmasına gelmişti. 21 Aralık’ta iki solcu öğretmen öldürüldü. Ertesi gün yapılan cenaze törenine binlerce kişilik bir grup “Komünistler Ulu Cami’yi yakıyor”, “Alevîlere ölüm’ diye bağırarak saldırıya geçti. Ve 23 Aralık günü vahşi bir katliama giriştiler.
Faşizm nedir ki? Faşizm kendisini 1978 Aralık ayındaki Maraş vahşeti günlerinde de ayrıntılarıyla tarif etmişti: Kapıları omuzlayan, baltaları savuran, damlara pencerelere dinamitler fırlatan, katil sürülerinin karanlık gölgeleriydi. Cahil Ökkeş’e yirmi yıllık komşusunu kurşunlatan zalimlikti. Fazıl dedelerin, Güher ninelerin yanmış kömürleşmiş cesetleri üzerinde tepinmekti. Küfürdü. Ateş, kan ve ölüm, hep ölümdü. Her yerdeki ölümdü. Gelin kadının karnındaki bebenin parçalanmasıydı. Yaşlı kadının, ailesi öldürüldükten sonra ırzına geçilmesi, defalarca ırzına geçilmesi ve sağ bırakılmasıydı. Fate’nin dört yaşındaki bebesini dili dolanıp şahadet getiremedi diye beyninden kurşunlatanlardı. Yetmiş beş yaşındaki Finey kadının din iman uğruna gözlerini tornavida ile oyması için Durdu’nun aklını çelenlerdi. İsmi belirsiz bir yurttaşın karnına kazık çakılarak meçhul eşhas tarafından öldürülmesiydi...[9]
Maraş kıyımında büyük saldırı Yörük Selim Mahallesi’nde oldu. Saldırının mağdurları yine kadınlardı. Kimi öldürüldü, kimi evi yakılmış, ailesi katledilmiş, ortada bir başına bırakıldı.
İşte birkaç tanıklık…
Naciye ve Habibe Ünver: “23.12.1978 sabahı saat 09.00 sularında saldırgan grup evimizi bastı. Komşumuz Osman Küçükbese’nin evine gittik. Hepimiz bir odada gizlenmeye çalışıyorduk. Bir grup saldırgan da saklandığımız evi bastı. Saklandığımız odanın kapısını içeriden kilitlemiştik. Kapının kilidini ve kapıyı taradılar. İçeride bulunan Mehmet Ünver alnından vuruldu. Kapıyı kırıp odaya daldılar. İçeride bulunan Ünver ailesinin erkeklerini alıp dışarı çıkardılar. Yol üzerinde ‘Allah’ını seven vursun’ diye bağırıyorlardı. Topluca taş, sopa, balta ile vurmaya başladılar. Malik Ünver’i öldürdüler. Bu sırada Mehmet ve Karısı Döndü Ünver kaçarak komşumuz Nebahat Albez’in evine sığınmaya çalışıyordu. Arkasından koşan saldırganlar her ikisini de yakalayarak öldürdüler. Malik’in cesedinin yanına götürdüler. Mehmet ve Döndü Ünver, saldırganlara ‘Her ikimizi de birden öldürün’ diye yalvardılar. İkisini de önce sopa ve taşlarla vurdular, sonra da silahla öldürdüler. Dışarıdaki kargaşadan yararlanarak ben ve Habibe Ünver, polis Yaşar Altınkesen’in evine sığındık.”
Hatun Köse: “Hepsinin elinde tahra, satır, nacak, silah ve sopa vardı. Topluca yürüyüşe geçtiler. ‘Durmayın 5 yaşından 90 yaşına kadar kimseyi sağ koymayın. Komünist Alevîleri öldürün, kim bunları öldürürse cennetlik olacaktır’ diyorlardı. Korkumuzdan Mehmet Polat’ın evine sığındık. Sığındığımız bu eve de saldırdılar. Bu sırada askerler yetişti ve saldırganları uzaklaştırdılar. Saldırganların cephaneliğe doğru yürüdüğü haberi gelince askerler oraya doğru koşuşturdular. Askerler gidince saldırganlar ateş etmeye başladılar. Yerlerde sürünerek kaçmaya çalışıyorduk. Mağaralı Deresi’ni geçtik. Molla Tabak’ın evine kendimizi güç bela attık. Bu sırada içeri girmekte olan Hüseyin ve karısı Fatma Baz vurularak öldürüldü. Fatma Baz’ın kucağındaki 6 aylık Yılmaz da kurşunla vurularak öldürüldü. Evin etrafını sardılar. Her taraftan yağmur ve dolu gibi kurşunlar geliyordu. Topluca hücuma geçtiler. Korku içinde birbirimize sarıldık. Tam içeri girecekleri sırada askerler yetişti, bizi alıp askeri kışlaya götürdüler. Bizler de esirler gibi ortada kaldık.”
Elif ve Gülizar Nergiz: “Yusuflar Mahallesi Hekimoğlu sokakta oturuyoruz. 23.12.1978 günü öğleden sonra ellerinde balta, satır, tabanca, sopa ve Kur’an bulunan saldırganlardan bir grup ‘Allah’ını seven Alevîleri öldürsün’ diye bağırarak yürüyorlardı. Evimize saldırdılar. Önce dış kapıyı kırarak içeri girdiler. Biz korkumuzdan evin bir köşesinde saklanmaya çalışıyorduk. İçeri girdiklerinde İsmail Nergiz’in başına balta ile vurdular, yere yıkıldı. ‘Hangi mezheptensiniz?’ diye sordular. İsmail ağır yaralıydı, konuşamıyor, cevap veremiyordu. Sonra İsmail’in bacağından sürükleyerek sokağa çıkardılar. Bir süre sokakta dolaştırdılar. Sonra tekrar eve getirdiler ve evde öldürdüler. O sırada eşi Zeynep Nergiz, İsmail’in üzerine atıldı ve cesedine sarılıp ağlamaya başladı. Acımadan Zeynep’e de ateş edip öldürdüler. Cesetlere sopalarla vurmaya devam ettiler. Biz fırsattan yararlanıp dışarı kaçtık ve Mehmet Baltacı’nın evine sığındık. Sonra askerler gelip bizi kışlaya götürdü.”
Leyli Ünver: “Öldürülen solcu öğretmenlerin cenazesini camiye almadılar. Hükümet ve polis dedi ki, ‘Dükkânlarınızı kapatıp evinize gidin.’ Saat 07.00’de evlerimize çekildik. Babamız, ‘Bari gelin hep birlikte çay içelim.’ Çayı hazırladık, içemeden saldırdılar. Başka bir eve saklandık. Analığım kaçamadı, avluda kaldı ihtiyar. Evi ateşe verdiler, ev ateş alınca analığım, ‘İbrahim, Abdullah beni kurtarın’ diye bağırdı. İkisi de koştular ama Abdullah vuruldu. Ortanca oğlum Malik’i kucağıma aldım. Açılan ateşle Malik kucağımda öldü. Bey de ben de yaralıydık. Hep saçma yarası. Büyük oğlan geldi. ‘Gelme’ dedim ama geldi. Bir de 7.5 aylık bebeleri var. Bebekleri kapıp komşuya saklandım. Komşumuz bizden değildi Sünnî bir polisti. Sonra dışarıya çaya koştum. Mahmut’u vurup boklu çaya atmışlar. Yaralıydı, ‘Ölüyorum’ dedi. Çaydan çıkardık. Bir eve gittik, saklasınlar bizi diye. İçeri almadılar. İbrahim valiliğe gitti. Vali, ‘Daha olayı savuşturmadık ne dolaşıyorsun, evine git’ demiş. Geri geldi. Bir kalabalık geldi motorla. Biz motora bindik; hastaneye götürsün diye ama ‘Hastaneye götürmeye yetkim yok’ dedi. Sağlık ocağına gittik. Orada da saldırıya uğradık. Beyimin ağzına silah tuttular. ‘Ağzını aç’ deyip silahla ağzından vurdular. Büyük oğlum İbrahim de kucağımda öldü. Ben yaralı yaralı sürünerek içeri girip saklandım. Sakallı bir adam gördü, saklandığım odanın kapısına dayandı. Yaralıydım ama adam beni ölü sandı. ‘Şu sarmutayı kocasının üstüne atın’ diye dışarıdakilere verdi beni. Üstümüzdeki paraları, dükkânın anahtarını, her şeyi aldılar. Gerisini hatırlamıyorum. Bir asker ‘Kadında can var, ölmemiş, cenazelerin arasına atmayın’ dedi. Duyuyorum, ama konuşmaya dilim dönmüyordu. Hastaneye götürdüler. Oradan helikopterle Adana’ya. Ameliyat ettiler, 15 gün hastanede kaldım.”[10]
Ayrıca İsadivanlı Mahallesi’ndeki saldırılarda öldürülen Kemal Özdemir’in kızlarını komşuları Gülizar Çıkrıkçı ile Zeliha Ayyıldız “Kızları ellemeyin, onlar yetimdir” diye sahiplenip evine götürüyor. Ancak komşuları Kemal Özdemir’i o saldırgan grubun elinden almaya iki kadının güçleri yetmiyor. Olayı Kemal Özdemir’in kızları Fatma ve Şehriban Özdemir ifadelerinde şöyle anlatıyor: “İsadivanlı Mahallesi Polat sokakta oturuyoruz. 23.12.1978 cumartesi günü saat 13.00 sıralarında 100-150 kişilik bir topluluğun bahçe kapısına gelerek “Komünistler, Alevîler çıkın dışarı öldüreceğiz” diye bağırarak babamız Kemal Özdemir’i çağırdılar ve eve ateş açtılar. Babamız dışarı çıkmayınca saldırganlar gittiler. Ertesi gün yine aynı saatlerde ara sıra dama çıkıp baktığımızda saldırganlar Sabiha Kılıçoğlu’nun evine saldırarak ateşe verdiler, bir süre sonra askerler gelip o evdekileri götürdüler. Sıranın bize geldiğini anladık ve evden içeri girdik.
Mutfak penceresinden bakıp “İmdat” diye bağırdığımız sırada Hamo dayının (395.no’lu sanık Mehmet Ardıç) gülerek elinde uzun menzilli bir silahla evinin damından bize ateş ettiğini gördük. Saldırganlar “Vurun Alevîlere kanları bize helaldir” diye bağırarak bizim evin önüne geldiler. Karşı komşumuz Gülizar ve Zeliha, “Ellemeyin onları, onlar yetimdir” diye bağırdılar. Ama saldırganlar önce evin bahçesindeki demir kapıyı, sonra da evin kapısını kırdılar ve eve her türlü patlayıcı madde attılar. Babamız Kemal Özdemir o sırada bizi banyoya sakladı. Saldırganlar salon kapısını kıracakları sırada babamız kapıyı açarak “Tamam ben sizinle geliyorum, çocuklarımı ellemeyin, ne yapacaksanız bana yapın” dedi. Saldırganlar babamızı kollarından tutarak aralarına aldılar. Bize de “Ananız var mı?” diye sordular. “Yok” deyince bizi ellemediler. Karşı komşumuz Gülizar bizi evine götürdü. O sırada saldırganların bir kısmı arkadan bize saldırdı. Komşumuz Gülizar kapıyı zorlukla örttü. Pencereden baktığımızda evimizin önünde babamızın alnı kanlı bir vaziyette iki saldırganın arasında evden dışarı çıkıyordu. Babamız “Bana yavrularımı, çocuklarımı gösterin” deyince balkona çıktık ve kendimizi babamıza gösterdik. Babamız saldırganlar tarafından sürüklenerek götürüldü. Akşam babamızı aramaya çıktığımızda eve 30 metre uzaklıkta sokakta göğsünden vurulmuş olarak gördük.”[11]
Katliamın ardından binlerce Alevî yurttaş, evini yurdunu terk etmek zorunda kaldı. Çok sayıda çocuk anne-babasız kalırken; katliamı yaşayanlar bu vahşeti unutamadı. O günlerde 26 yaşında olan ve eşi Mithat Bozkurt’u kaybeden Elif Bozkurt, en büyüğü 6 yaşında, üç çocuğu ile birlikte günlerce aç susuz ölümü bekledi. Bozkurt, katliamın ardından yaşadığı trajediyi “Çocuklar yaralı, anneleri ölmüş, kimse yok. Çocukların üstü daha kan. Getiriyorlar ‘Emzir’ diye... Süt yok. Açım 4 gündür. Yine göğsüme koydum, emzirdim birkaç çocuğu. Onlardan birisi şimdi öğretmen oldu. Hâlen o anları yaşıyorum. Maraş kan kokuyordu” diyerek anlatıyor.[12]
Vahim örnekler çoğaltılabilir! Ancak burada durup hatırlatalım: Maraş Katliamı’nın özneleri arasında pek çok kadın var. Kimi sanık, kimi tanık, kimi mağdur, kimi de katliam mağdurlarının koruyucusu, kalkanı olmuş kadınlar.
Her katliam bir insanlık suçuyken; elbette hiç birinin acısı diğeri ile yarıştırılamaz! Ancak Maraş Katliamı diğerlerinden farklı kılan pek çok unsur var. Ön hazırlığının aylar öncesinden yapılması, katledilecek kitlenin evlerinin önceden belirlenmesi, katliama katılacak kitleyi psikolojik olarak hazırlamak için provokatif olayların sahnelenmesi, bir hafta boyunca sürmesi, toplu bir cinnet hâlini yansıtması, olayın failleri arasında çok sayıda kadın olması, katillerle maktullerin çoğunlukla tanıdık hatta komşu oldukları, kurbanların savaşta bile eşine rastlanmayacak vahşetle katledilmeleri, kurbanların arasında çok sayıda kadın ve çocuğun olması Maraş Katliamı’nı diğer katliamlardan ayıran özelliklerdi.[13]
Maraş, planlı/ örgütlü bir katliamdı: “23 Aralık 1978 cumartesi günü Alevîlerin yaşadığı hemen her mahallede, her evde saldırılar yaşandı. Gözü dönmüş güruh, tekbir getirerek insanları çocuk, kadın, hamile, yaşlı demeden silahlarla, keserlerle, satırlarla hunharca katlediyor, evleri yakıyor, taş üstünde taş bırakmıyordu. Tam bir vahşetti. Saldırganlardan bazıları bir yandan elindeki Kur’an’ı sallayarak ‘Müslüman Türkiye’ diye bağırırken, bir yandan da evlerdeki eşyaları yağmalayıp bileziklerini almak için kadınların kollarını kesiyordu. O korkunç gün, silah sesleri sabaha kadar devam etmiş, yanan evlerden yükselen alevler gökyüzünü kızıllaştırmıştı. İki gün daha sokaklarda kol gezen kıyıma güvenlik güçleri hiçbir müdahalede bulunmamıştı. Yaşanan ne Alevî-Sünnî çatışması, ne de sağ-sol çatışmasıydı. Yaşanan örgütlü ve planlı bir katliamdı. Alevî, solcu yüzlerce masum insan göz göre göre vahşice katledilmiş, yüzlerce insan yaralanmıştı.”[14]
Resmi kayıtlara göre Maraş Katliamı’nda 111 kişinin hayatını kaybettiği belirtilse de tanıklar katledilenlerin resmi kayıtların çok üstünde olduğunu anlattı. Devletin katliama göz yumduğunu belirten tanıklar Maraş’ın bilinçli bir tercih olduğunu kaydetmekteydi.
Katliamın ardından çoğunlukla sağ görüşlü toplam 804 kişi hakkında dava açıldı. Sıkıyönetim mahkemelerinde açılan davalar 1991’e kadar sürdü. Sanıklardan 29’u idam, 7’si müebbet, 321’i de 1-24 yıl arasında hapis cezalarına çarptırıldı. İdam ve müebbet dışında hapse mahkûm edilenlere 1/6 oranında indirim uygulandı. Temyiz edilen Sıkıyönetim Mahkemesi’nin idam kararları da Yargıtay tarafından bozuldu.
Katliamın müdahil avukatları Ceyhun Can 10 Eylül 1979’da, Halil Sıtkı Güllüoğlu 3 Şubat 1980’de ve Ahmet Albay 3 Mayıs 1980’de öldürüldü. Hapse mahkûm edilenlerin cezaları ise 1991’de çıkarılan Terörle Mücadele Kanunu (TMK) ile ertelendi. Hükümlülerin hepsi serbest bırakıldı.[15]
Ayrıca Maraş’ta 12 Eylül döneminde üç kişinin işkencede ölmesi ve 92 kişiye işkence yapılmasıyla ilgili soruşturmanın şüphelilerinden Tümgeneral Yusuf Haznedaroğlu yaşamını yitirdi. İşkencede öldürülen kardeşi Ali Ekber’in davasını yıllardır takip eden Mehmet Yürek, “Bu adam yargı önünde hesap vermeden gitti,” diyordu![16]
AYRIMCILIK, DÜŞMANLIK
Maraş Katliamı istisnai bir hâl olmayıp, tarihsel ayrımcılığın/ düşmanlığın rafine bir ürünüydü.
Hatırlatarak ilerleyelim: 1930’lu yıllarda -gazete haberlerine göre - Alevîler, yoğun şekilde resmi takibata uğramışlardı. Bu sürecin daha ilk yılında özellikle Ege’de, Alevî cemlerine yapılan baskın haberleri hükümetin de gündemine girmiş ve ‘Cumhuriyet’ gazetesi 2 Ocak 1931’de Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya’nın, Bektaşi babalarının faaliyetlerini incelemek üzere İzmir’e gittiğini yazmıştı.
O dönem Bektaşi olma şüphesi bile bazen tutuklanma nedeniydi. Mesela 7 Ocak 1931’de Cumhuriyet, Narlıdere’de, bir Bektaşi’nin gizli tekkesi olduğu zannıyla tutuklandığını yazmıştı. Takibatlar genel olarak tutuklamalarla bitiyordu. O kadar ki 10 Aralık 1936 tarihli Kurun gazetesine göre hazırlık safhasında verdiği ifadeyi değiştiren bir şahit bile tutuklanmıştı.
Bektaşilere dair haberlerin dikkat çekici özelliği ayin yaparken yakalananlar arasında kadınların da bulunduğuna ve içkiye özel vurgu yapılmasıydı. 11 Mart 1932 tarihli ‘Milliyet’te dördü kadın yedisi erkek bir ayini cem kurmuşlardı başlıklı haberde Manisa Dış Mahalledeki Ceme dair şöyle bir cümle vardı: “Ayin meclisinde üzeri tül örtülmüş çıplak bir kadın resmi de bulunmuştur.”
14 Ekim 1936 tarihli ‘Akşam’ gazetesinde Bektaşi Ayini: “20 kadın erkek ayin yapmak suçu ile yakalandılar haberi Eyüp’te, Mustafa’nın evinde rakı sofrası kurarak Bektaşi ayini yaparlarken cürmü meshud hâlinde yakalanmışlardır,” bilgisiyle tamamlanmıştı.
‘Kurun’ gazetesinin 15 Ekim 1936 tarihli Eyüp’te Bektaşilik ayini yapan 28 kişi yakalandı haberi de aynı içerikteydi. ‘Kurun’un 10 Aralık 1936 tarihli haberine göre Bektaşilerin mahkemesine sunulan raporda ayin yapıldığı için mühürlenen odada “Ya Ali” yazılı levhalar, rakı şişeleri, kadehleri ve bol meze dolu tabaklar ve muhtelif çalgılar bulunmuştu.
Yine Kurun’un 16 Ocak 1937 tarihli haberine göre aynı ev sahibinin yatak odası da mühürlenmişti. Gazete 7 Nisan 1937’de “Bektaşilik ayini mi, sazlı sözlü eğlence mi?” diye bir başka haber de yayımlamıştı.
Haberlerin tamamı “Alevîlerin ana bacı tanımayan”(!) türden ayin yaptıklarına ilişkin iğrenç yalanlara dayalı algıları teşvik ve inşa ediyordu. Mesela ‘Vakit’ gazetesinin 12 Aralık 1932 tarihli sayısında Memleket Haberleri altında şu ifade vardı: “Mum Söndü”! Haberin devamı bu algıyı tamamlıyordu: “Bergama’nın Kocakaya köyünde bir evde mum söndü ayini yapılmakta olduğu haber alınmış, zabıta evi basmış, kadın erkek 25 kişiyi bir odada sarhoş olarak yakalamıştır. Odada dokuz şişe de rakı bulunmuştur. Yakalananlar Tahtacı Alevîlerindendir.”
Bu haberlerin Alevî-Bektaşi karşıtı bir toplumsal algıyı inşa ettiğini gösteren örneklerden birisi de Alevîleri seyirlik malzeme hâline getirip aşağılamaktı. 12 Temmuz 1932 tarihli ‘Son Posta’ gazetesi Bektaşi ayini meselesinin şehrimizde uyandırdığı merak dolayısıyla daha sabahtan mahkeme kapısında fazla bir kalabalık nazara çarpıyor diye yazmıştı.
‘Milliyet’ de 27 Nisan 1933 tarihinde “Bergama’da gizli ayin yaparlarken yakalanan Alevîlerin muhakemesi çok şayanı dikkat safhalar arz etmiştir. Müddei Umumi, Muhakemede Alevîlerin Türkiye kanunlarına aykırı hareket ettiklerinden bahs ile bunların mahkumiyetlerini istemiştir,” diye yazmıştı. Özetle 1930’lu yıllarda Alevî karşıtı dil, söylem ve pratiklere daha yüzlerce haber örneği vardı.
Bugün Alevî topluluklara karşı hâlâ yoğun şekilde devam eden açık/ örtük önyargı ve dışlama mekanizmalarının dayandığı düşünsel-kültürel bağlam sanıldığı gibi 1950’li yıllarda başlamadı. Cumhuriyet’in inşasında da vardı ve oraya da Osmanlı’dan devretmişti.[17]
Bilmeyenlere hatırlatalım: Osmanlı’da Alevîliğin/Kızılbaşlığın tanımlanma biçimi katı ve dışlayıcı yargılarla yüklüydü. Bir lahiyada “Şerait-i İslâmiye ve insaniyeden hiçbiriyle mukayyed olmayıp Müslümanlar aleyhinde pek şiddetli bir gayz ile mefturdurlar,” denilmişti. Başka bir lahiyada “Vadi cehalette bulunmuş olduklarından, dinin farzından, şeriatın emirlerinden haberi olmayan, gusül ve taharet ve ibadet ve meshuriyet (örtünme) gibi İslâmın esas şartlarından tamamen nasipsiz ve batıl itikadlere sapmış kimseler,” olarak tarif edilmişlerdi.
Hatta “İslâmiyetten nefret eden bu cahillerin aileleriyle beraber münasip mahallere sürülmesi; seyit, dede, ağa unvanı altındaki şekavet ve mefsedat, muharrik ve müşevvik ve amilleri yakalanarak, bir daha dönmemek üzere İşkodra-Trablusgarp, Fizan gibi uzak yerlere sürülmeleri,” önerilmişti. Kuşkusuz Alevî/Kızılbaş topluluklara karşı sistemin uygulamaları da bu yargılara uygundu, yani zulmediciydi.[18]
Ayırımcılığın örneklerinden bir diğeri de Alevîleri hedef gösteren yayınlardı. Mesela Maraş Vaizi Zekeriya Güvenen, 1950’de yayımlanan ‘İman ve İslâm Rehberi’ başlıklı yapıtında, “Alevîlerin, Kızılbaşların kitapları olmadığından, onların kestiği helâl olmaz. Onların evine misafir varan Müslümanın etle pişmiş yemeklerini yemesi caiz değildir. Eğer misafir olan Müslüman kendi eliyle kesmiş de, onlar pişirmiş ise yenir,” diye yazmıştı.[19]
Bunlara bir de bugünlerin “Zorunlu din dersiyle Alevîlere eziyet”i[20] veya “İstanbul Küçükçekmece’deki Garip Dede Kültür ve Cemevi Derneği’ne 30 bin 60 TL elektrik ve 11 bin 847 TL doğalgaz faturası geldi. Cemevi, düzenlenen faturada ticarethane tarifesinde sınıflandırıldı”[21] tarzı haberler eklenmeden geçilmemeli…
Evet Osmanlı’dan devralınan ayrımcı/ düşmanlık Cumhuriyet tarihinin de baskın öğesidir.
Örneğin Maraş’tan 17, Çorum’dan 15, Sivas’tan da 2 yıl sonra yine Alevî yurttaşların yoğunluklu yaşadığı İstanbul Sultangazi’deki Gazi Mahallesi’nde 12 Mart 1995’de 23 kişi katledildi, 600’den fazla yaralı vardı. Katleden Maraş, Çorum ve Sivas’ta da olduğu gibi yine kontrgerillaydı. Katliam tanıklarının, “Polisler ölü ve yaralılarımızın üzerinde basıyordu” sözlerine rağmen yalnızca iki polis hakkında ceza kararı verildi, onlar da çok kısa bir süre kaldıkları cezaevinden ‘Rahşan Affı’yla tahliye edildi. Gazi Katliamı, ülke tarihinin en dibine itilip karanlıkta bırakıldı.[22]
Gazi Katliamı, yıllardır karanlıkta. Kızı Zeynep’i kaybeden Cemal Poyraz, “Cellatlar cezalarını çekmedi,” derken kardeşi Sezgin’i kaybeden Ergin Engin de “Yok etmeye çalıştılar,” diye haykırıyordu![23]
Ayrımcılık/ düşmanlık konusunda HDP İstanbul Milletvekili Ali Kenanoğlu’nun, İçişleri Bakanlığı’na soru önergesinde 2012-2022 kesitinde yaşanan Alevîlere yönelik 40 tehdit ve saldırı listesinin de hatırlatmadan geçmeyelim:
2012’de, Adıyaman, İzmir, Gaziantep, Erzincan, Aydın, Balıkesir, Mersin, İstanbul’da!
2013’de, İstanbul, Ankara, Adıyaman, Malatya’da!
2014’de, İstanbul’da!
2015’de, Adıyaman, İzmir, İzmit, Elâzığ, İstanbul, Ankara’da!
2016’da, Adıyaman, Ankara’da!
2017’de, Adana, Malatya, İstanbul, Manisa’da!
2019’da, Ankara, İzmir’de!
2020’de, Malatya, İstanbul’da!
2021’de, Yalova, Mersin’de!
2022’de, Ankara’da![24]
VE AKP DÖNEMİ
Ve Karadeniz Alevî Bektaşi Federasyonu (ABF) Genel Başkanı Muharrem Erkan’ın, Alevî açılımının “göstermelik bir girişim” olduğu vurgusuyla, “Alevîlik bir tarihi eser mi ki Kültür Bakanlığı’na bağlanıyor?” dediği[25] “Açılım” yaygaralarıyla müsemma AKP dönemine gelince!
Şunu hâlâ bilmeyen var mı?!
“… ‘Alevî açılımı’ başından beri göz boyamaydı. ‘Masa’yı kuran AKP ileri gelenleri, Alevî derneklerine ‘Siz gidin önce kendi aranızda anlaşın, öyle gelin’ diyebildiler. Neticede ortaya çıkan TBMM’de bile, ‘Tüm Müslümanlar gibi Alevîlerin ibadet yeri de camilerdir’ kararı oldu.”[26]
AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cem Evlerini ibadethane değil, kültürel etkinliklerin yapıldığı bir merkez olarak gördüğünü, “İbadethanemiz tekdir, camidir, mescittir” sözleriyle oldukça net bir şekilde dile getirirken; Madımak Katliamı davasının, uluslararası antlaşmalarda belirtildiği üzere, insanlığa karşı işlenmiş suçlarda zaman aşımı uygulanamaz, maddesi gözardı edilerek düşürülmesinden sonra, “Hayırlı olsun,” demişti.
Ayrıca Erdoğan’ın Alevî açılımın açıkladığı mekân Osmanlı’ya baş kaldırmış ihtilalci Alevî babasının dergâhı idi. Vurgulanmalı: Şahkulu Baba Tekeli, II. Beyazıt döneminde Erdoğan’ın “Ecdadım!” dediği Osmanlı’ya baş kaldırmış ve Osmanlı ordusunu birkaç kere perişan etmiş önderken; Erdoğan’ın ziyaretine ilişkin olarak ‘Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’ (PSAKD) Başkanı Cuma Erçe “Alevîleri kendi içinde bölen, parçalayan, kendi Alevîlerini yaratmaya çalışan, fitne sokmaya çalışan yaklaşımları da samimiyetten uzak bulur ve tehlikeli görürüz,”[27] diyordu!
ABF Başkanı Mustafa Aslan da, AKP’nin cemevlerini kontrol altına alarak asimilasyona uğratmak istediği ve Alevîlerin yıllardır katliamlara ve yok etme politikalarına karşı mücadele ettiği vurgusuyla, “Devletin Alevî’si olmayacağız. Her inancın kendini koruması ve özgür olabilmesi gerekiyor. İnanç kişiye özgü bir şeydir. O yüzden devletin inançları kontrol eden, onu denetleyen, onu tabir eden, onu yönlendiren bir tutumda olmaması gerekiyor. Bu topraklarda şunu biliyoruz ki Sünnîlik, devlet tarafından işgal altında. Alevîliğin işgaline asla izin vermeyeceğiz. İnançsal bir kimlik olarak devletin Alevî’si olmayacağız,”[28] gerçeğinin altını çiziyordu.
Ve bir şey daha eski AKP Milletvekili ve ‘Akşam’ Gazetesi yazarı Hüseyin Besli, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu hedef aldığı yazısında Kürt ve Alevî yurttaşlar için “Alevî bir anne baba daha doğumdan itibaren çocuklarına kimliklerini gizlemeyi yani yalan söylemeyi öğretmek durumundaydı. Söz konusu çocuklar ‘çifte kavrulmuş yalancı’ olmak durumundadırlar” ifadelerini kullanırken;[29] İYİ Parti Ankara Milletvekili Halil İbrahim Oral da, “Kılıçdaroğlu’nun Alevî kimliğinin Sünnî seçmenler arasında endişe yarattığını” ileri sürdü![30]
İşte söz konusu zihniyetin “Ne olduğu”nu tüm netliğiyle ortaya koyan Ali Ekber Ertürk’ün ‘Tehlikeli Bir Muhabirin Anıları’ başlıklı yapıtından kimi alıntılar:
-“AKP kurulurken Star’daydım. İlk zamanlarda çok rahat çalıştığımız AKP’de bana bakışlarda farklılık hissetmeye başlamıştım. Bunu, gazetede çıkan haberlere yoruyordum. Ancak bir gün Genel Başkan Yardımcılığı yapan Ali Coşkun bana öyle bir şey aktardı ki, çok şaşırdım: ‘Bak Ali Ekber! Sana bunların bir önyargısı var,’ dedi. ‘Neden’ diye sordum. ‘MKYK toplantısında adın geçti. İsmi lazım değil, biri dedi ki: O Alevî. Bizi takip etmesin, partiye de girmesin.’ Çok şaşırmıştım…”[31]
- “2002 Ocak ayı. Tayyip Erdoğan ABD’ye gidilecekti… Gazetem Star, ziyareti izlememi istedi… Tam pasaport ve vize işlemlerini yapmaya koyulmuştum ki AKP Genel Merkezi, genel yayın yönetmenimiz Fatih Çekirge’yi arayıp, ‘Ali Ekber’i o ziyarette istemiyoruz. Başka muhabir olursa olur,’ dedi…”[32]
- “Bir gün Tayyip Erdoğan’ın basına açık programını takip etmek amacıyla foto muhabirimle parti genel merkezine gittim. Her zaman rahatlıkla girdiğim partide bu kez güvenliğin engeliyle karşılaştım. ‘Hayırdır ne oldu’ diye sordum. ‘Sen giremezsin’ dedi. ‘Niye’ diye sordum şaşkınlıkla. ‘Murat (Mercan) Beyin talimatı öyle,’ diye karşılık verdi güvenlik elemanı. Ben de, ‘Peki herkes için mi sadece bana yönelik mi’ diye sorunca, ‘Sadece sen giremezsin,’ dedi…”[33]
İYİ DE “NEDEN” Mİ?
İyi de “Neden” mi?
Gayet basit: Maraş’ta katledilenlerin “En-el Hak” deyip insanlık için el açan Hallac-ı Mansur’un, Pir Bektaş Veli’nin, derisi yüzülen Nesimi’nin, Baba İshak’ın, Börklüce Mustafa’nın, Torlak Kemal’in, Şeyh Bedrettin’in, zulme ve soygun düzenine karşı baş kaldıran Pir Sultan Abdal’ın, Dersim’li Seyit Rıza’nın “Rıza yasası, toplumsallığı”na[34] “Evet” diyen yolunu savunmalarıdır.
Malum: Alevî inancında birey, toplum ve doğanın ikrarlı yaşamı ve bu alanlarda baskı ve sömürüye yer bırakmamak özgürlük anlamına gelir. Yani anlam ve hakikâtin baskı altına alınmadan gerçekleşmesi özgürlük için belirleyicidir. Özgürlük için anlam ve hakikât olmazsa olmazdır; dolayısıyla özgürlüğü olmayanın kimliği, anlamlı ve hakikâtli bir yaşamı ve tercihi de olmaz. Bu gerçeklik aynı zamanda ahlâk ve özgürlük arasındaki ilişkiyi de belirler. Ahlâk özgürlüğü gerektirir, özgürlük ise seçimde bulunma durumuyla ilgilidir.[35]
“Yol cümleden uludur,” sözü karşısında her Alevî, her talip, her pir, mürşit her can veya kurumlar yolun devamından, korunmasından ve sürmesinden sorumludur. Bu sözü basitleştiren, amaç ve hedeflerini saptıran, köklerinden koparan, her türlü zihniyete karşı yolun edep ve erkanını, kültürel direniş hattını işletmek tarihi bir sorumluluktur. Yolu savunmak, zulme karşı durmak, ikrarda ısrar etmektir, ikrarda ısrar insanlıkta ısrardır…
Eklemeden geçmeyelim: “Alevîlik sadece bir inanç değildir; aynı zamanda muhalif bir politik harekettir. Dolayısıyla inanç olarak, muhalif bir inançtır. Sekiz yüz yıllık tarihinin içi, baskı ve sindirmelerle doludur. Bu denli uzun süreli eziyete uğrayan bir dinsel inanç dünyaya gelmemiştir… Alevîlik bir kültürdür, felsefedir, yaşam tarzıdır, yoldur.”[36]
“Alevîlik felsefi bir bakış açısıdır; mazlumların ideolojisidir; ezilenlerin eşitlikçi kültürüdür; yoldur; toplumcu laikliktir; hümanizmdir; hoşgörüdür; bir ahlâk anlayışıdır; devrimcidir; çağdaştır; moderndir; muhaliftir…”[37]
“Alevîlik, baskılar ve zulüm karşısında muhalif bir toplumsal bakış açısıdır.
Hacı Bektaş-ı Velî’nin ‘Eline, diline, beline sahip olmak’ düsturundan; ‘Ezelden ebede bildiğimiz haktır bizim. Haktan nida geldi hakka hak dedik’ ve ‘Benim kâbem insandır,’ deyişine hümanist bir anlayış ve duruştur.
İnsana ‘Can’ derler; üstün tuttukları tek şey insandır.
Acı çektirilendir; kıblesi insandır; Egemenlerin başına daim bela olmuş mücadeleci bir topluluktur; içinde birçok kültürel öğeyi içeren kendine özgü bir kimlik…
Vicdan, iyilik, hoşgörü, barış, kardeşliktir; derdi, ‘İnsan-ı kâmil olma’dır.
Şamanistik inançlardan beslendiği her hâlinden belli olan bir duruştur; felsefi bir görüş ve kültürdür.”[38]
“İnanç ve dinlerin rahmi olan Anadolu ve Mezopotamya’da ortaya çıkmış, eski bir inanç sistemidir Alevîlik. Farklı inanç ve dinlerin doğum yeri olan Anadolu ve Mezopotamya’daki Şamanizm, Mazdeizm, Manizm, İslâm, Hıristiyanlık, Zerdüşlük gibi inanç ve kültürlerle etkileşim içinde oldu. En çok da, otokrata boyun eğmeyen köylü (ve göçer) geleneğinden beslendi.
Alevîlik bu etkileşime, ayrıca tarih boyunca sistematik şiddet ve baskıya, İslâm ve Sünnî inancı tarafından sürekli bir şekilde asimilasyona tabi tutularak, absorbe edilmeye çalışılmasına karşın, kendi tarihselliği, özgünlüğü ve teolojisi olan, bağımsız bir inanç sistemidir.”[39]
Bunlar böyle ve daha da ötesiyken; komünalist Alevîliğe Osmanlı’dan T.“C”ye uzanan çizginin Maraş’lardan farklı davranması beklenemezdi ve olmadı da!
O hâlde Jean-Paul Sartre’ın, “Hiçbir şey değişmedi, ama yine de her şey başka bir biçimde var olup gidiyor,” diye tarif ettiği tabloda: Egemenlerin “Devletin Alevîleri”ni yaratma manevralarına; yani Alevîlere devlet eliyle “denetimli serbestlik” dayatmalarına “Hayır” deyip, Kanlı Maraş’ları unutturmadan; Ursula K. Le Guin’in, “Kırılanı, kırılmış onarır” bilinciyle, işçi sınıfı mücadelesi güzergâhında Kızılbaşlık’ın tarihsel özelliklerini örgütlü biçimde tarihin sahnesine çıkartmaktır olması gereken…
17 Aralık 2022 23:55:27 İstanbul.
N O T L A R
[1] 20 Aralık 2022 tarihinde Alibeyköy Pir Sultan Derneği’nde yapılan konuşma… Kaldıraç, No: 258, Ocak 2023…
[2] Behçet Aysan.
[3] Bkz: i) Temel Demirer, “Olup da Bitmeyen: Maraş’tan Bugüne Alevîler”, Newroz, Ocak 2017… ii) Temel Demirer, “Katliam(lar) Tarihinden Gezi’nin Haziran’ına”, Kaldıraç, No:164, Şubat 2015… iii) Temel Demirer, “Direniş ve İsyan(lar)ın Anadolu’cası…”, Kaldıraç, No:167, Mayıs 2015…
[4] Zeynel Kete, “Yerli ve Milli Alevîlik!”, Yeni Yaşam, 4 Kasım 2021, s.14.
[5] İbrahim Sinemillioğlu, “41. Yılda Maraş”, Yeni Yaşam, 25 Aralık 2019, s.10.
[6] Ayşe Hür, “İttihatçı ve Kemalistlerin Alevî-Bektaşî Politikaları”, Radikal, 30 Haziran 2013, s.18-19.
[7] İbrahim Sinemillioğlu, “Maraş Katliamı”, Yeni Yaşam, 26 Aralık 2018, s.10.
[8] Sermet Çuhadar, “Maraş Katliamının 38. Yılı: Acıları Yok Sayarak Dindiremezsiniz”, Cumhuriyet, 25 Aralık 2016, s.12.
[9] Melih Pekdemir, “19-26 Aralık 1978 ve 2020”, Birgün, 21 Aralık 2020, s.5.
[10] Miyase İlknur, “Maraş’ın Yiğit Kadınları”, Cumhuriyet, 24 Aralık 2016, s.11.
[11] Miyase İlknur, “Vurun, Kanları Bize Helaldir...”, Cumhuriyet, 25 Aralık 2016, s.12.
[12] Barış Önal, “Maraş’ın İzleri Silinmedi”, Cumhuriyet, 19 Aralık 2018, s.9.
[13] Katliamın yaşamını yitiren 111 kişiden 17’si kadın. Ölenlerin isimlerine bile yer verilmedi dönemin gazetelerinde. İddianamenin sararmış sayfalarında yer aldılar sadece. Bir de köylerindeki mezarlıklarda dikilen beyaz mermer taşların üzerlerinde. O bile şüpheli, zira katledilenlerin büyük bir kısmı belediyenin Şeyh Adil Mezarlığı’na toplu gömülmüşler. Hiç olmazsa biz anılarına saygı gereği katledilen 17 kadının isimlerini zikredelim: Güllü Ergönül, Fatma Baz, Zeynep Aydoğan, Döndü Ünver, Zühre Ünver, Kezban Usta, Hatice Yılmaz, Gülsen Un, Hatice Görür, Gülsüm Akırmak, Zeynep Nergiz, Sebahat İşbilir, Elif Balta, Esma Suna, Fidan Suna, Fatma Bilmez ve Cennet Çimen. (Miyase İlknur, “Maraş’ın Kadınları... ‘Hamileyim, Bari Beni Öldürmeyin’…”, Cumhuriyet, 23 Aralık 2016, s.6.)
[14] Okan Toygar, “Ahır Dağı Ağlıyor”, Cumhuriyet, 22 Aralık 2020, s.9.
[15] Muhammed Abdulkadir Esen, “Maraş Bilinçli Seçimdi”, Yeni Yaşam, 19 Aralık 2019, s.6.
[16] İsmail Saymaz, “92 Kişiye İşkence Yapmak 3 Kişiyi İşkencede Öldürmekten Şüpheliydi”, Hürriyet, 24 Aralık 2017… http://www.hurriyet.com.tr/92-kisiye-iskence-yapmak-3-kisiyi-iskencede-oldurmekten-supheliydi-40688191
[17] Şükrü Aslan, “1930’ların Türk Basınında Alevîler”, Birgün, 20 Temmuz 2022, s.6.
[18] Şükrü Aslan, “Kurtuluş Savaşı Yıllarında Alevî Ütopyaları”, Birgün, 25 Ağustos 2021, s.6.
[19] Şükrü Aslan, “Muhafazakâr Siyaset ve Alevîler”, Birgün, 23 Şubat 2022, s.5.
[20] Filiz Gazi, “Zorunlu Din Dersi Alevîlere Eziyet”, Birgün, 5 Ocak 2022, s.6.
[21] “Cemevi ‘Ticarethane’ Sayıldı”, Cumhuriyet, 4 Şubat 2022, s.8.
[22] 12-15 Mart 1995 tarihinde gerçekleşen Gazi ve Ümraniye katliamlarında toplam 23 kişinin yaşamını yitirdiği, 408 kişinin yaralandığı katliamda adalet sağlanamadı. (“Gazi Katliamı’nın Üstü Örtülemez”, Birgün, 13 Mart 2022, s.7.)
[23] Dilan Esen, “Cellatlar 27 Yıldır Cezasız Kaldı”, Birgün, 12 Mart 2022, s.6.
[24] “Alevîlere Yönelik Tehdit ve Saldırı İçeren 40 Vaka Meclis Gündeminde”, 24 Ağustos 2022… https://avrupademokrat.xom/alevilere-yonelik-tehdit-ve-saldiri-iceren-40-vaka-meclis-gundeminde/
[25] Mehmet Menekşe, “Alevîlik Tarihi Eser mi?”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2022, s.12.
[26] Hüseyin Aygün, “Ümit Özdağ ve Alevîlik”, Birgün, 20 Temmuz 2022, s.13.
[27] Fikri Sağlar, “Alevîleri Aldatamazsınız!”, Birgün, 16 Ağustos 2022, s.13.
[28] Yadiğar Aygün, “Alevîliğin İşgaline İzin Vermeyeceğiz”, Yeni Yaşam, 19 Kasım 2022, s.3.
[29] “Eski AKP’li Vekil Hüseyin Besli Alevî ve Kürt Yurttaşları Hedef Aldı”, Cumhuriyet, 15 Kasım 2021, s.5.
[30] Ali Sirmen, “Kılıçdaroğlu’nun Alevî Kimliği”, Cumhuriyet, 14 Haziran 2022, s.4.
[31] Ali Ekber Ertürk, Tehlikeli Bir Muhabirin Anıları, Tanyeri, Yay., 2014, s.77.
[32] yage, s.84.
[33] yage, s.88.
[34] Bülent Felekoğlu, “Rıza Yasası, Rıza Toplumsallığı, Rıza Ekonomisi”, Yeni Yaşam, 23 Kasım 2022, s.10.
[35] Zeynel Kete, “Sermayeleşen Alevîlik ve İktidar Aygıtı”, Yeni Yaşam, 7 Nisan 2022, s.10.
[36] Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Alevîlik Hakikâti ve Soru(n)ları”, Güney Dergisi, No:97, Temmuz-Ağustos-Eylül 2021.
[37] Temel Demirer, “… ‘Büyük Dönüşüm” Karşısında Alevîler”, Kaldıraç, No:150, Aralık 2013.
[38] Temel Demirer, “İsyankâr Değerler Toplamı: Alevîlik”, Kaldıraç, No:156, Haziran 2014.
[39] Temel Demirer, “Önsöz: Alevîlik’in Tarih Bilgisi”, Erdal Yıldırım, Geçmişten Bugüne Alevîlik Tarihi-İsyan, Direniş, Katliamlar, Babek Yay., 2022.
Yorumlar