“Beklediğim yarınlar dünde kaldı.” [1] Anti-emperyalist mücadele tarihi(miz)in gerçeğinden (ve “tartışma”larından!) söz ediliyorsa,...
“Beklediğim yarınlar dünde kaldı.”[1]
Anti-emperyalist mücadele tarihi(miz)in gerçeğinden (ve “tartışma”larından!) söz ediliyorsa, kaçınılmaz olarak 68’den söz ediyorsunuz demektir.
68, neresinden bakarsanız bakın, statükoya karşı isyandır, başkaldırıdır…
Sistem karşıtıdır.
6 Filo’ya karşı ‘Dolmabahçe Direnişi’nden Kavel, Derby Fabrikaları’ndaki işçi hareketlerine hemen her şeyde 68 vardır.
Vedat Demircioğlu’nun 24 Temmuz 1968’deki katlinden Taylan Özgür’ün 23 Eylül 1969’da Beyazıt’ta öldürülmesine kadarki her yerde 68’in gerçeği mevcuttu.
ABD emperyalizminin “sağlık kordonu” ile çevrelediği SSCB’nin “yumuşak karnı”ndaki cephe ülkesi ilan edilen Türkiye, NATO’nun “topyekûn karşılık” sistemindeki koçbaşıydı.
Amerikalı öğretim görevlisinin, “Yıllardan beri ODTÜ’de İngilizce eğitim görüyorsunuz. Nasıl İngilizce bilmezsiniz?” sorusuna Sinan Cemgil’in, “Biz, ODTÜ’de İngilizce üç kelime öğrendik: Yankee go home!” yanıtını verdiği atmosferde, “nükleer savaş başlıkları”nın Sinop’tan İncirlik’e birçok yere konuşlandırılmasıyla bir savaş odağı ya da saldırganlık tramplenine dönüşen Türkiye’de 68 başkaldırısının emperyalist işgale karşı olmaması düşünülemezdi.
Zaten bunun için bir uyanış olan 68’in miraslarından birisi sistem karşıtı anti-otoriterlik ise, öteki de anti-emperyalizmdir.
Özellikle “Vietnam Kasabı” lakabıyla anılan Robert W. Commer’in, Ankara’ya ABD Büyük Elçisi olarak tayini sonrasında, ODTÜ’yü 6 Ocak 1969’da ziyaretinde makam aracının yakılıp, rektörlük binasına “Beyaz Saray” ibaresinin yazılması; Ankara’daki TUSLOG binasının bombalanması Vietnam ile enternasyonalist dayanışmanın anlamlı örneklerindendi…
Vietnam gibi Küba ve Latin Amerika’nın da etkileriyle “Bizim 68”imiz metropollerdekinden çok farklıdır.
Tarık Ali’nin, “1968, politika ve kültürün birleştiği yıldı,” notunu düştüğü gerçeğin ideolojik mirası “Bizim” cenahta, metropoldekinden çok farklı bir gerçeğe tekabül eder. Sibel Özbudun ile birlikte kaleme aldığımız “68 İsyanı ve ‘Bizim 68’…”[2] başlıklı yazımızda ayırdedici özelliklerin neler olduğunun altını çizmiştik.
Hasılı Douglas Bravo’nun ‘Milli Kurtuluş Cephesi’ni, Che Guevera’nın ‘Gerilla Günlüğü’nü, Carlos Marighella’nın ‘Şehir Gerillası’nı, Victor Serge’nin ‘Militana Notlar’ını, Mao Zedoung’un ‘Kızıl Kitap’ını, V. İ. Lenin’in ‘Devlet ve İhtilal’ini okuyup, Filistin Okulu’ndan mezun olanlar büyük bir serüvenin tarihini yarattılar.
Söz konusu tarihi konuşurken, irdelerken, tartışırken; Bertolt Brecht’in, “Haksızlık her yerde ve her zaman olduğu için, haklılığın karakter özelliklerini taşımaya başlar,” diye tanımladığı “olağan”a mündemiç olumsuzluklara prim vermemek yaşamsal önemdedir.
Dünü bugündeki “olağan”ın penceresinden okumaya kalkışırsanız; yani liberaller gibi davranırsanız; tarihi alt üst etmiş olursunuz…
Tam da bu noktada Stefan Zweig’ın, “Küçüklerin büyüklük taslaması kadar tehlikeli bir şey yoktur,” vurgusuyla, tarihi yorumlayanlar ile yine Soren Kierkegaard’ın, “Büyüklük şu ya da bu olmak değil, kendin olmaktır,” vurgusuyla betimlenebilecek, tarihi yaratanlar arasındaki farkın altını çizerek uluslararası düzlemin arka planına göz atalım…
DÜNDEN BUGÜNE ARKA PLAN/ ULUSLARASI DÜZLEM
O günlerde hepimizin yüreği Vietnam’da, Filistin’de, Latin Amerika’da, Afrika’da, Uzak Doğu’da savaşanlarla atıyordu…
O günlerde herkes “Bizim de dağlarımız vardır Che Guevera/ Bakma şimdi durgunsa, bir şahan gibi duruyorsa/ Yorgundur, savaşlar görmüştür, çeteciler barındırmıştır/ Yani satılmış değillerdir hiç tüfek patlamıyorsa/ Alaçamın, mor meşenin ardına silah çatıp yatmağa/ Bizim de dağlarımız vardır Che Guevera/ /
Çünkü Vietnam hepimizin Vietnam’ı/ Kongo hepimizin Kongo’su/ Bir kere özsu yürümüştür dallara/ Patlayacaktır ağır sancılarla karanlıklar/ Varmak için o güzel yarınlara/ Bizim de dağlarımız vardır Che Guevera,” diye haykıran Metin Demirtaş’ın dizeleri telaffuz ederdi…
Bu “basit” durum değildi!
Söz konusu hâl, yüzeysel bir konjonktürellikle ele alınamaz!
Çünkü “Vietnam” deyip geçilemez; “Vietnam” geçmişte kalmamıştır; “Vietnam” bugündür; bugündeki Afganistan’dır, Irak’tır vd’leridir…
Siz aldırmayın dün Vietnam’da olduğu gibi Afganistan ve Irak’a da “demokrasi” götürdüklerini iddia edenlerin yalanlarına; onlar emperyalist çıkarları için gitmişlerdi oralara!
Vietnam’a atılan bombalar 640 Hiroşima atom bombasına eşitti. Günümüzdeki ABD ordusu işte böyle yetişti. Elli yıldır -Afganistan ve Irak dâhil- her yerde yaptığı da buydu. Yarın da başka yerde. Bu… Amerikan belgeleri var. Nick Turse’ın ‘Oynayan Her Şeyi Vurun’ başlıklı kitabına bir bakın, bugünü, bugündeki emperyalizmi daha iyi anlarsınız.
Evet, evet, Vietnam’da yapılmış ama saklanmış olanlar bugün Afganistan’a ve Irak’a, ayrıca geleceğe de ışık tutmalıdır. Vietnam Savaşı’ndan bu yana yarım yüzyıl geçti. İki milyonu aşan yerlinin ve 58 bin 718 Amerikalının ölümüne (beş milyon yerlinin de yaralanmasına) yol açan savaştı bu…
ABD’nin yaydığı resmi ama aldatmaca görüşü şuydu: Güney Vietnam dünya komünizmi adına kuzeyden gelen bir saldırıya karşı kendini korumak istiyor ve ABD güneydeki iktidarın bu yurtsever direnişine, kendi kaynaklarını feda edercesine, yalnızca destek veriyor. Oysa, gerçek bambaşkaydı. Savaş kahramanı Ho Chi-Minh’in Viet Kong Partisi 1956 genel seçimlerini demokratik yöntemlerle kazanacaktı. Bunu istemeyen güneyin mafya önderi savaşı seçti…
“Kurtarıcı” gibi güllerle karşılanacakları söylenen ABD askerleri, daha önce Fransız ve Japonlara karşı ayaklanmış olan halkın direnciyle karşılaştı. Trajik, kanlı ve uzun Vietnam Savaşı böyle doğdu. Bu arada, 16 Mart 1968’de Teğmen William Calley diye biri My Lai köyünde 502 köylü kadın, çocuk ve yaşlıyı öldürdü. Olayı gözleyen biri tarafından durdurulmasaydı, daha da öldürecekti. Olay uzun süre gizlendi ama sonunda patlak verdi. Başkan Nixon ev hapsine konan teğmeni affetti; yayılan yorum, koca çuvalda bir tek “çürük elma”nın olduğuydu. Ancak, artık elimizde olan belgeler tüm çuvalın en yukarıdaki generallerden en alttaki erlere değin, yalnızca çürük elmalarla dolu olduğunu kanıtlıyor. Yıkım, yangın, yağma, cinayet, idam, tarama, toplu kıyım, işkence, çocuk öldürme, kıpırdayan her şeye ateş ve ırza geçme kuraldışı değil, günlük olaylardandı. Yıllarca, en az her ay bir toplu “My Lai” kıyımı oluyordu. Komutanlar da bunun başını çekiyorlardı. Örneğin, “Mekong Deltası Kasabı” lakaplı General Julian Ewell. Her komutan, terfi için artan ölü sayısı verme yarışındaydı. Sayıyı yükseltmek için, “helikopterden aşağıdaki sivilleri tarayıverin” komutunu verirlerdi. Kimi sivilleri atış eğitimi için kullandılar. Çocukları yakalayıp “Bunları kim öldürmek ister?” diye gönüllü aradılar. Eğlence olsun diye yolda yürüyenleri çiğneyip geçtiler.
Sığınaklarda saklanan kadınları ve çocukları yaktılar. William Westmoreland gibi yeni atanan komutanlar eski uygulamaları durdurmadı, geliştirdi. Bunları çok iyi bilen Başkan Johnson da soruna baktıkça ancak kendi siyasal geleceğini, bir sonraki seçimi düşünüyordu. Aldatmacayı milyonların kanı pahasına sürdürdü ve tırmandırdı. Çünkü bu, emperyalizmdir!
Yeri geldi Eduardo Galeano’dan aktarayım: “1916 yılındaki o sabahın çok erken saatlerinde, Pancho Villa sınırı geçti, Columbus şehrini yakıp yıktı, birkaç askeri öldürdü ve ertesi gün, yanına aldığı birkaç tane at ve cephaneyle birlikte kahramanlığını anlatmak üzere Meksika’ya geri döndü. Pancho Villa’nın süvarilerince düzenlenen bu kısa süreli akın, Birleşik Devletler’in tüm tarihi boyunca maruz kaldığı yegâne işgaldir. Buna karşılık bu ülke dünyayı işgal etti ve etmeye de devam ediyor. 1947’den beri, bu ülkenin Savaş Bakanı’nın sıfatı Savunma Bakanı’dır, savaş bütçesinin adı da savunma bütçesi. Bu isim öyle bir gizem ki, onu çözmek Kutsal Üçleme’nin sırrını çözmekten daha zor!”[3]
Bu nedenle yerkürenin Vietnamlaştırılmaması için Commer’li 6. Filolu emperyalist müdahaleye karşı direnen tarih(imiz) müthiş bir birikimdir.
COMMER’Lİ 6. FİLOLU TARİH(İMİZ)
Commer’li 6. Filolu tarih(imiz) bugün için de müthiş önemlidir; ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin, ABD’nin dış yardım ve diplomasi konusunda daha çok yatırım yapması gerektiğine dikkat çekerek, bunun ABD’nin güvenliği ve refahına bir yatırım olduğunu ifade ettiği koordinatlarda!
Unutulmamalıdır ki, emperyalist talanın sürdürülmesi için militarist yatırımın bol keseden sürdürüldüğü günümüzdeki faaliyetlerin geçmişinde hep ‘Gladio’lar, ‘Seferberlik Tetkik Daireleri’, ‘Kontgerilla’lar var olmuştur…
Bir an 16 Şubat 1969’daki ‘Kanlı Pazar’ı anımsamanız bile yeter de artar!
“Peki o gün olan ne” mi? “Devrimci gençlerin Amerikan 6. Filosu’nun İstanbul’a gelişini protesto etmek için valilikten izin alarak yaptıkları yürüyüşe gericiler saldırıyor. Polisin göz yumduğu, hatta çanak tuttuğu saldırıda 2 kişi bıçaklanarak ölüyor, 200’den fazla insan da yaralanıyor,” yanıtını veriyor Ayşe Emel Mesci…
Bu gerçeğin altını çizerek anımsatmalıyım: Emperyalizme karşı radikal direniş, aynı zamanda emperyalizmin işbirlikçi yerel gericiliğiyle de sınıfsal bir hesaplaşmadır.
Konuyu daha da anlaşılabilir kılmak için biraz gerilere gidelim:
İstanbul Üniversitesi’nin öğrenci odası... Odanın başucunda dev bir Che Guevera posteri asılı...
Bir köşede bazı öğrenciler öldürülen arkadaşları Vedat Demircioğlu’nun fotoğrafının altına “6. Filo defol” yazıları yazıyor.
68 gençliği 6. Filo’yu “karşılamaya” hazırlanıyor.
Odanın orta yerinde koca bir masa...
Masanın etrafında dönemin öğrenci liderleri...
Cihan Alptekin... Harun Karadeniz... Deniz Gezmiş...
Alman ZDF televizyonunun kamerası orada...
Amaçlarını soruyor Harun Karadeniz’e...
Cevap: “6. Filo’nun Türk limanlarına girmesini engellemek... Bölünmez, bağımsız ve sosyalist bir Türkiye...”
Unutulmasın, Onların yani Deniz’lerin yaşadığı ortam soğuk savaş şartlarıdır. Dünya iki kutupludur. Bir yanda sosyalist blok, diğer yanda kapitalist blok…
Bunu Deniz, “Çağımız, devrimcilerin Amerikan emperyalizmini adım adım kovaladığı çağdır. (...) Çağımız biz yaştakilerin Vietnam’da, Dominik’te, Meksika’da Amerikan emperyalizmine karşı dövüşerek öldüğü çağdır,” diye tarif eder.
Vietnam savaşı önce Fransa’ya sonra ABD’ye kök söktüren ve zafere doğru ilerleyen bir doğrultudadır. Bu ABD’nin egemenliği altındaki ülke devrimcilerinde büyük umutlar yaratmaktadır. “Emperyalizm kâğıttan kaplandır” söylemi yaygındır ve bu pratikte doğrulanmaktadır.
Küba devrimi ve ölümünden sonra popüler kültürün bir parçası hâline getirilen Che efsanesi doruk noktasındadır. Burnumuzun dibinde Filistin kurtuluş savaşı vardır.
Bu ortamda gerilla romantizmi kaçınılmazdır. Yaygınlaştırılan gerilla savaşı üzerine kitaplardan birinde Marighella zaten gerillanın romantik olması gerektiğini öğütlemektedir.
Deniz bu ortamda yaşamıştır. Emperyalizme karşı kurtuluş savaşını başlatmak istemektedir. Başarıya ulaşıp ulaşmamak değil, başlatmak önemlidir onun için. “Arkası gelir nasıl olsa...” onun sözüdür.
Bu bir devrimci kararlılık ve iradedir!
Söz konusu duruşun karşısında; “En büyük günah pişmanlıktır,” Jean Paul Sartre’ın saptamasındaki üzere!
Burada durup, liberal nedamet örneklerine ilişkin bir parantez açalım:
i) “Günümüzde solun geçmişi farklı açılardan masaya yatırılıyor, Denizler üzerine de yeni görüşler ortaya atılıyor. Silahın solun içine bir ‘mücadele aracı’ olarak girdiği 1970’li yıllara yönelik eleştiriler dikkat çekiyor.
Denizler, Mahirler, İbrahimler, silahlı bir ayaklanma yoluyla özgürlüğe ulaşılacağına inanmışlardı. Bu bakış açısının bir tür ‘ütopya’ olmaktan öteye gidemediğini şimdi daha iyi kavrıyoruz. O dönemin gençlerinin ‘silahlı kurtuluş’ fikrinin çekim alanına girmelerini tetikleyen ‘ana örnek’leri tespit etmek zor değil... Küba’da dağa çıkan Castro ve arkadaşlarının iktidarı devirmelerini, Vietnam Savaşı’nı göz önünde bulundurabiliriz.
Tabii Türkiye’deki her türlü muhalefeti şiddetle bastırmaya yatkın iktidar kültürünü de görmezlikten gelemeyiz,” diyor Oral Çalışlar…
ii) Ardından da “12 Mart döneminde askerî yönetimle mücadele etmek için elimden geleni yaptım. THKP-C ile de çalışmayı kabul ettim ve çalıştım. Ancak, o dönmede kendi gözümde en anlamlı çabam, Denizler hakkında daha baştan verilen idam hükmünün yerine getirilmemesi için hazırlanan bildiri eyleminin başlatılması, biçimlendirilmesiydi. Bu örgütlenmenin nihai sorumluluğunu üstlenen altı kişiden biri bendim,” vurgusuyla ekliyor Murat Belge:
“Yetmişlere geldiğimizde, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu adıyla ortaya çıkan bu arkadaşlar, benim gözümde, Türkiye’de sosyalizmin gençliğinin simgesidir: bütün erdemleri ve bütün zaaflarıyla gençlik. O yılların coşkulu, yeniliklerle dolu atmosferinde, sosyalist olmaya karar verdiler (ama aralarında Sinan Cemgil gibi aile geleneği içinden sosyalist olanlar da vardı). Devlete, siyasî otoriteye başkaldırmaktan çekindikleri yoktu. Sonuna kadar da, böyle gittiler. Ama ‘tecrübeli ağabeyler’ olarak kabul ettikleri kişiler karşısında böyle dikbaşlı bir tavırları olmadı. Tam tersine, onların ‘bilgi’sine güvendiler; onların ‘yapılmalı’ dediği işin gönüllü militanı oldular.
Geçenlerde gene bu insanlarla ilgili bir tartışma çıkmıştı. Deniz’in, babasına, kendisini Kemalist yetiştirdiği için teşekkür ettiği mektubu yayımlanmış, bunun üstüne onların da Kemalist milliyetçi olduğu söylenmişti. Bu ülkede insanlara ‘Kemalist milliyetçi’ olmaktan başka bir şey olmak önerildi mi? Başka bir şey olmanın yolu açıldı mı?
Ne yapabilirdi, 18’inde, 20’sinde insanlar?”
Dikkat edin; Onların anti-emperyalist silahlı mücadelesi bir yanıyla “nafile” ilan edilirken; öte yandan da “Kemalist” olmakla yargılanıyor!
İyi de bunu yapanlar kim mi?
Biri ‘Taraf’ gazetesi yönetmeni ve öteki de Ahmet Altan ile gazeteyi bırakıp, Oral Çalışlar’la geri dönen yazarı!
Burada eklemeden geçmemeliyim: ‘Zaman’a konuşan Oral Çalışlar, ‘Taraf’a, “Daha yumuşak, muhalefeti uzlaşma ortamına uygun yapabilecek bir kişi” olduğu için getirildiğini; Ahmet Altan’ın dilini “sert bulduğu” ve “AKP’ye karşı önyargılı davrandığı”nın altını çizerek ekledi: “AKP önemli bir seçenektir”!
Phyllis Bottome’nin, “Du rê heye ji bo pê karibûna tengasîyan; an hûn ê tengasîyan biguhêrînin an jî xwe, ji bona çareserîya wan/ Zorluklarla baş etmenin iki yolu vardır; ya zorlukları değiştirirsiniz ya da zorlukları çözmek için kendinizi,” sözünün altını çizerek sözü Murathan Mungan’a bırakıyorum: “Hepimiz varoluşumuza bir anlam ararız. Kundak ile kefen arasındaki şeyin adı ömürdür, hayat değil. Hayatı biraz da kendimiz yaparız.”
MÜCADELE(MİZ)
Mücadele(mizin) tarihinden söz ederken; bir şeye karar vermek (ve seçmek) durumundayız; “Önce eylem mi vardır yoksa söz mü?”
‘İncil’, “Önce söz vardı,” der; F. Engels kişiliğinde Marksist’lerin yanıtı ise, “Önce eylem vardır”!
O hâlde tarih(imiz)i, “olağan”a yaslanmış reformizme veya liberal vaazlara kurban edemeyiz; etmemeliyiz; edemeyiz!
Bırakın bu tutum(umuz)a “dogmatiklik” desinler!
Aldırmayın; sözler insan öldürmez!
Hatırlayın eski MHP yöneticisi ve “Doğu’nun Başbuğ’u” lakaplı Yılma Durak’ın, “12 Eylül 1980 darbe öncesinde “MHP’liler provakatif eylemlerde kullanıldı” itirafıyla betimlenen ya da Milli İstihbarat Teşkilâtı’nın (MİT), 1978’in Şubat ayında hazırladığı raporda, ülkücü kuruluşlara genel merkezden (MHP) verilen talimatta yurt çapında anarşinin durmaması için elden gelenin yapılması istendiği belirilerek, “Bundan sonra ülkücüler, komünistleri yakaladıkları takdirde öldürecek” komutununun verildiği[4] bir tarihten söz ediyoruz…
Söz konusu sınıf mücadelesini “sivil toplumcu” şemalarla, “demokratikleşme” söylenceleriyle açıklayamazsınız; açıklamaya kalkıştığınız da üçüncü sınıf bir ‘Taraf’ yazarı, ‘Samanyolu TV’ yorumcusu bir “Yetmez Ama Evet”çi olursunuz!
Hatırlayın: 12 Eylül öncesinde CHP Kayseri Merkez İlçe Başkanı avukat Ömer Yılmaz, Elazığ’da sol görüşlü öğrenci Keskin Temel ve TÖB-DER Yönetim Kurulu üyesi Murat Akın’ı öldürüp; 12 Temmuz 2012’de 3. yargı paketi kapsamında serbest kalan üç solcunun katili ülkücü Muhsin Kehya, Elazığ’daki bir televizyonun canlı yayınında, “O günün şartlarında öyle gerekiyordu,” diyerek, Başbakan Erdoğan’a minnet borcu olduğunu açıklamıştı!
Cezaevinde kaldığı süreyi Saidi Nursi’nin kitaplarını okuyarak geçirdiğini, Kur’an okumayı öğrendiğini, kendini ibadete verdiğini belirten Kehya, “Sayın Erdoğan’dan böyle bir beklentimiz vardı. Sözünde durdu sağ olsun. Kendisine buradan teşekkürlerimi iletiyorum,” demeyi de ihmal etmedi.
BBP’nin eski Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun, “O dönem gençler kullanıldı” sözlerine katılmadığını belirten Muhsin Kehya, “Bu rahmetlinin kendi görüşü. O kullanma kelimesini biraz abartılı buluyorum. Ben kullanılmadım şahsen. Ama bir başka ülkücü ağzıyla konuşmak da istemiyorum. O günün şartlarında öyle gerekiyordu, öyle bir mücadele verdim. Dolayısıyla herhangi bir pişmanlık falan da duymuyorum” diye ekledi.
Faşist Kehya’nın sözleri mücadelenin dünü ve bugündeki bağıntılarını gayet net biçimde ortaya koyarken; 12 Eylül darbesinin gerekliliğini bir cümle ile anlatabilecek veciz sözü bir önceki darbenin, yani 12 Mart cuntasının lideri Orgeneral Memduh Tağmaç, “Türkiye’de maalesef sosyal uyanış ekonomik gelişmenin önüne geçti,” diye formüle etmişti.
Bu sözleri ile hem 12 Mart’ın hem de on yıl sonraki 12 Eylül darbesinin ana mantığını ifşa etmişti…
Bu çerçevede 1 Mayıs 1977’de ilk kitlesel katliamla Türkiye sarsıldı. Kontrgerillanın ilk büyük eylemi olarak tarihe geçen bu olayda CIA’nın katkısını gösteren ipuçlarının üzerine gidilmedi ve dava faili meçhul olarak kaldı. 1978’e gelindiğinde kitlesel katliamlara yenileri eklendi. Maraş, Çorum, Bahçelievler, 16 Mart ve Balgat katliamları ile Türkiye abandone oldu…
1974’te 4 ölü ile başlayan terör olayları, 1975’te 42 ölüye, 1976’da 119 ölüye, 1977’de 238 ölüye, 1978’de 1049 ölüye, 1979’da 1369 ölüye, 1980’de ise 2449 ölüye çıktı. Üstelik sıkıyönetim ilan edildikten sonra terör olayları azalacağına ne hikmetse artmıştı. Hükümetlerin askere verdiği olağanüstü yetkilere rağmen!
Tam da bu tabloda dönemin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’in aktardıklarına kulak vermekte fayda var:
“Bir gün bakanlıkta çalışırken Amasya Belediye Başkanı Gündüz Türem telefonla aradı. ‘Burada bir Amerikalı diplomat var. Yöreyi geziyor. Benden randevu aldı, bir emriniz var mı’ dedi. ‘Kendisiyle konuş, bana bilgi ver’ dedim.
Alexander Peck’ti diplomatın adı. Belediye başkanına ‘Buraların demografik yapısı çok ilginç… Geziyorum bu bölgeyi, doğası çok güzel’ falan gibi sözler söylemişti. Öğrenmek istediği şuydu: ‘Burada bir çatışma çıkarsa nereden çıkar? Alevi-Sünni çatışması mı çıkar, işçi-işveren çatışması mı çıkar? Kömür ocağında bir göçük olursa, çalışanlarla aileleri ile işveren arasında mı çatışma çıkar? Sağ-sol arasında mı çıkar? Nedir buradaki durum’ diye sormuştu.
Türem, Peck soruları sorarken bir mektup zarfının arkasına not etmişti.
Bana da gönderdi o zarfı. Amasya Valisi Aydemir Ceylan’a telefon ettim, ‘Böyle biri var ilgilenin’ dedim. Devlet misafirhanesinde konuk edilmesini de söyledim. Çünkü, Peck’in Amasya’da misafir olduğu kömür işletmesinin sahipleri, o yöredeki ülkücü hareketlerin içindeki kişilerdi.
Aynı günlerde Trabzon’da bir polis öldürülmüştü, Trabzon’a gittim cenaze törenine. Trabzon’daki şehit edilen polisin cenaze töreni sırasında genç bir gazeteci, ‘Buralarda bir Amerikalı geziyor. Haberiniz var mı’ diye sordu. ‘Haberimiz var, izliyoruz’ dedim. Bu sözlerim yayımlandı gazetelerde. Meğer Amasya’daki Alexander Peck, Trabzon’da da gezmiş, incelemeler yapmış.
Benim ‘İzliyoruz’ sözüm üzerine ABD Büyükelçiliği’nden büyük bir tepki geldi. Önce bana başvurdular, ‘Dışişleri Bakanlığı ile görüşülsün’ dedim. Bir erken tartışmaya girmek istemiyordum. Dışişleri Bakanı Gündüz Ökçün ile görüştüler. Gündüz’ün aktardığına göre Amerikalılar çok öfkelenmişler, ‘Nasıl izlerler bizim diplomatımızı? Biz Türk diplomatlarını izliyor muyuz? Bu sözünü geri alsın bakan, yoksa biz bunu büyüteceğiz’ demişler.
Peck, Amerika Merkezi Haberalma Örgütü (CIA) ajanıydı. Güney Kıbrıs’ta görevliydi. Ankara’da bir akreditasyonu yoktu, ama Türkiye’de dolaşıyordu. Gündüz Bey’e ‘Bu adam CIA ajanı, Türkiye’de bir görevi yok. Akreditasyonu yok. Sorduğu sorular çatışmaya elverişli yer aradığı izlenimi veriyor. Bu nedenle ulusal çıkarlarımıza aykırı buluyorum davranışlarını. İlk Bakanlar Kurulu toplantısında ‘istenmeyen adam’ ilan edilmesi için başvuracağım’ dedim.
Konuyu sanırım Ökçün, ABD Büyükelçisi’ne aktarmış, büyükelçi de ‘İçişleri Bakanı böyle bir şey yaparsa ne çıkar’ diye sormuş. Gündüz Bey de ‘İçişleri Bakanı’nın Bakanlar Kurulu’ndaki kredisi iyidir. Onun istediği doğrultuda karar çıkar’ demiş. Büyükelçi, ‘Ne önerirsiniz’ denilince ‘Adamı çekin’ demiş. Ve çektiler Alexander Peck’i.
12 Eylül darbesi sonrası MHP Genel Merkezi’nde arama yaptılar. O dönemde MHP Genel Sekreteri olan, emekli general Necati Gültekin’in randevu defterinde, Alexander Peck’in de adı yazılıydı. MHP’liler Peck ile görüşmüşlerdi.”[5]
O hâlde Türkiye siyasi hayatı gibi, sınıf mücadelesinde de ABD emperyalizminin başat rolünü görmezden gelmezsiniz; gelirseniz de “Yetmez Ama Evet” dersiniz ve “küreselleşme” söylencelerine sarılırsınız!
“KÜRESELLEŞME” EMPERYALİZM DEĞİL Mİ?
Doğan Özlem’in, “Günümüzde yok edici kültürel rekabetin ‘globalleşme’ sloganı altında kamufle edilerek sürdürüldüğünü, bunun bizim konumumuzdaki toplumlar ve kültürler için varoluşsal bir tehlike arz ettiğini düşünüyorum,”[6] saptamasıyla bir hayli rezervli yanaştığı “küreselleşme” dedikleri şey kapitalizmin üst aşaması diye anılan emperyalizmden başka bir şey değildir elbette!
“Ulus devlet ya da milli karar alma süreci ile demokrasi ve küreselleşmenin aynı anda olabilmesi mümkün değil,”[7]formülasyonuyla tezgâhlanan “küreselleşme”, ulus devletleri aşan küresel demokrasi dinamiği olarak sunulurken, emperyalist metropollerdeki oligarşik diktalar ile onların Güney ülkelerine müdahaleleri aklanır!
Kaldı ki ne sömürgecilik ne “küreselleşme” dedikleri emperyalizm yeni bir şey değildir.
“M.Ö. 3000 yılından itibaren İpek ve Baharat Yollarının kullanılmaya başlanması, uluslararası ticaretin kapılarını açtı. M.Ö. 10000 yılından sonra, insanların bulundukları bölgelerden göç etmeye başladıkları da biliniyor. Tekerleğin, yazının ve daha sonra atlı arabanın icadı, göçleri daha da kolaylaştırmıştır. Dünyanın tüm kıtalarının keşfinin ise, ancak 1750 yılında tamamlanabildiği; Amerika’nın Keşfi ile de küreselleşmenin başlamış olduğu kabul ediliyor.”[8]
“Küreselleşme” alt başlığında sunulan “Uluslararası ticaret, en azından Avrupa versiyonu, devlet ve askerî güçle el ele yürüdü ve gelişti. İlginç bir örnek, devlet, askerî güç ve ‘zorla ticareti’ birleştiren İngilizlerin Doğu Hindistan Şirketi’dir. Bu model Hollanda’dan Fransa’ya değişik Avrupa ülkelerinde Güney ve Doğu Asya’nın kolonizasyonunda kullanılmıştı.
Konunun mucitleri ise XV. yüzyılda Portekizliler oldu. XVI. yüzyılın ‘keşifler çağı’ olarak adlandırılmasında İspanyol ve Portekizlilerin, zaten bilinen Güney ve Doğu Asya seyahatini kendileri adına ‘keşfetmesinin’ önemli rolü oldu. Süreç, Kristof Kolomb’un Hindistan’a deniz yoluyla ulaşmaya çalışırken fark etmeden bugünkü Amerika’ya ulaşmasıyla başlamıştı… Serbest ticaret/ ‘askeri’ ticaret’le bitişik oldu hep”![9]
Kilise, kapitalist sistemin gelişmesine büyük katkılarda bulunmuştur. Mesela Vatikan’a bağlı Tapınak Şövalyeleri örgütü bile, bankacılıktaki “kabul kredili sistemin” ilk uygulayıcısı olarak görünüyor.
Vatikan ayrıca engizisyon, korsanlık ve katliamlarda “küreselleşme”nin ayrılmaz aktörü oldu.
Engizisyona en son İspanya’da 1834’te resmen son verilebildi. Buna rağmen dünyada sadece ABD’de 1960’lara kadar “Asalım! Daha sonra yargılarız” söylemi uygulandı. Evet, Amerika’nın tarihi, aslında Beyaz Adam’ın o topraklara ait “Kızılderili” denilen insanları sistematik biçimde yok etmesinin tarihidir.
Yıllarca bize seyrettirilen yerli filmleriyle hafızamızı iyice körelttiler ama bu gerçek yok edilemedi. Kolomb’un “Bunlardan iyi köle olur” diye rapor verdiği yerliler hiçbir zaman köleleştirilemedi. En sonunda -Royal Society üyesi- saygıdeğer bir Protestan din adamı yardıma koşarak “Yerlilerin katli vaciptir” diye fetva verdi de sürek avı başladı.
Kölesiz yaşayamayan Beyaz Adam da çareyi Afrika’da buldu. ABD’li tarihçi Howard Zinn, “Yapılan hesaplar, 400 yıl içinde yaklaşık 50 milyon insanın Afrika’dan koparılarak Amerika ve Avrupalı efendilere satılmış olduğunu gösterdi” diyor.
Devam ediyorum: 1441 yılında Moritanya kıyılarından 12 yerlinin Portekiz’e götürülerek satılmasının ardından Afrika’dan önce yaşlı kıta Avrupa’ya, ilerleyen yıllarda da yeni kıta Amerika’ya yeni bir ticaret alanı doğdu: Köle ticareti.
1441’deki 12 köleyi 1442’de 800 köle izledi. İlerleyen yıllarda bu sayı katlanarak artacaktı. Asıl büyük ticaret ise XVI. yüzyıldan itibaren Amerika’ya yönelik oldu. Burada yeni bir devletin kurulması, tarım alanlarının ve maden ocaklarının açılmasıyla birlikte yoğun emek gereksinimi doğdu. Yerliler hem yeterli değildi hem de onları yönlendirmek zordu. Oysa topraklarından koparılarak köksüzleştirilen Afrikalılar “her şey için” uygundu.
XVII. yüzyılda Afrika’dan Amerika’ya köle olarak götürülenlerin sayısının 7 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Uzun gemi yolculuğunda kölelerin yüzde 20’si yaşamını yitiriyordu. Onlar rakama dâhil değil.[10]
Küreselleşmenin tarihsel zemini bu değilse nedir ki?!
Yol açtığı sonuçlara ilişkin olarak “İnsanlığın çıldırmış gibi kendi sonunu hazırlama yarışı içinde olduğunun” altını çizen Noam Chomsky’ye göre, “Dünya iyi bir yere gitmiyor...”
Bunun somut verilerini; yani “Yeni Dünya Düzen(sizliği)i” (“YDD”) tahribatının verilerini hızla sıralarsak:
i) Oxfam’ın raporuna göre, dünyanın en zengin 100 milyarderinin geliri, yoksulluğu 4 kez bitirecek güçte. Dünya nüfusunun yüzde 1’i, son 20 yıldır süren politikalar sayesinde gelirlerini yüzde 60 artırdı…
ii) En zengin 100 kişi dünyadaki yoksulluğu 4 kez bitirebilecek güce sahip. Dünyanın en zengin 100 insanının servetlerinin 2012 yılında 240 milyar dolar olduğuna dikkat çeken Oxfam, dünyanın en zengin 100 kişisinin gelirinin, yoksulluğu 4 defa bitirebileceğini açıkladı…
‘Bloomberg’in ‘Milyarderler Endeksi’ne göre zenginler servetlerini 2012’de 241 milyar dolar artırdı. Dünyanın en zengin 100 kişisinin toplam serveti 31 Aralık 2012 itibariyle 1.9 trilyon doları buldu…
iii) 2012’de dünyada işsiz ordusu büyüdü zengin daha da zenginleşti. ‘Uluslararası Çalışma Örgütü’ (ILO) dünyada işsiz sayısının 2012’de 197 milyonu aştığını açıkladı. İşsiz sayısı 2011’e göre 4 milyon artarken, dünyanın en zengin 100 kişisinin servetleri 1 senede 240 milyar dolar arttı. Bu rakamlarla beraber 2008 ekonomik krizinden beri dünyadaki işsiz sayısı 28 milyon artmış oldu.
Ayrıca dünyada 2012 itibarıyla 397 milyon çalışan, aileleriyle beraber günlük 1.25 doların altında bir gelire sahip, yani aşırı yoksullukla mücadele ediyor. 472 milyon kişi ise günlük 1.25 ile 2 dolar arasında kazanıyor ve ihtiyaçlarını düzenli bir şekilde gideremiyor. Diğer bir deyişle dünya işgücünün yaklaşık yüzde 30’una eşit olan 869 milyon kişi hayatını kötü koşullarda devam ettirmeye çalışıyor…
iv) ABD hâlen federal bütçesinin yüzde 70’ini (GSMH’sının yüzde 14’ünü) askeri gücün sürdürülmesi için harcıyor…
v) ABD’de 2012 yılında Chicago’da cinayetler, bu ülkenin Afganistan savaşlarında ölen askerlerinden yüksek. ABD’de silah satan dükkân sayısı, McDonalds’ların dört misli. Yetişkin nüfusunun yüzde 47’sine tekabül eden 100 milyon insan silahlı…
vi) Dünya Bankası ve uluslararası kamu sağlığı kuruluşları Afrika’da Sahra Çölü’nün güneyindeki ülkelerde ve Latin Amerika’da satılan ilaçların yüzde 40’ının sahte olduğunu belirttiler…
vii) BM, 118 ülkede çoğunluğu kadınlar olmak üzere milyonlarca kişinin acımasız ve zalim bir şekilde cinsel istismar ve zorla çalıştırılmayla karşı karşıya olduğunu açıkladı…
BM ‘Uyuşturucu ve Suçla Mücadele Dairesi’, dünyada 2.4 milyon kişinin insan kaçakçılığının kurbanı olduğunu, bunların yüzde 80’inin seks kölesi olarak kullanıldığını bildirdi. BM Genel Kurulu’nda 3 Nisan 2012 tarihli konuşmasında Daire Başkanı Yuri Fedotov, insan kaçakçılığının her üç kurbanından 2’sinin kadınlar olduğunu söyleyip, kaçırılanların bir kısmının zorla çalıştırıldığına işaret etti.
BM, 118 ülkede çoğunluğu kadınlar olmak üzere milyonlarca kişinin acımasız ve zalim bir şekilde cinsel istismar ve zorla çalıştırılmayla karşı karşıya olduğunu açıkladı. BM Uyuşturucu ve Suç Ofisi’nce (UNODC) hazırlanan raporda, cinsel istismarın tüm insan kaçakçılığı içerisindeki payının yüzde 58 olduğu, zorla çalıştırmanın ise 4 yılda yüzde 36’ya yükseldiğine dikkat çekildi. Cinsel istismarın Avrupa, Orta Asya ve Amerika’da, zorla çalıştırmanın ise Afrika, Ortadoğu, Asya ile Pasifik ülkelerinde yaygın olarak görüldüğü tespit edildi.
İşte onların “küreselleşme” ile yarattıkları “Yeni Dünya” (yani “YDD”) bu!
Bu dünyanın “demokrasi”sinden söz eden liberallere gelince; hızla sıralayalım:
ABD’nde kölelerin özgürlüğüne kavuşmasını sağlayan ‘Özgürlük Bildirgesi’nin yayımlanmasının üzerinden 150 yıl geçti. Gerek ABD gerekse tüm dünya köleliğin ortadan kaldırılması konusunda büyük ilerlemeler kaydetti. Ancak günümüzde hâlâ milyonlarca insan kölelik koşullarında yaşıyor.
Afrika kökenli Amerikalılar özgürlüklerine kavuştuktan sonra neredeyse bir asırdan fazla ırkçılık ve ayrımcılıkla mücadele etmek zorunda kaldı. Öyle ki 1970’li yılların başına kadar ülkenin kanunlarında Afro-Amerikanları ikinci sınıf vatandaş kabul eden yasalar varlığını sürdürdü. Kölelik şu an tüm ülkelerde yasa dışı kabul ediliyor. Ancak yapılan araştırmalar 12 milyon ila 27 milyon insanın köle olarak çalıştırıldığını ortaya koyuyor.
Hindistan’da ise “Dokunulmazlar” olarak adlandırılan 40 milyondan fazla insan, kast sistemi yüzünden herhangi bir ücret almadan ağır işlerde çalışıyor. 225 bin Haitili çocuk da yoksulluk sebebiyle ev işlerinde köleliğe benzer şartlarda çalıştırılıyor. Yine 500 bin ila 600 bin kadın ve çocuğun zorla cinsel köle yapıldığı tahmin ediliyor. Dünyanın birçok ülkesinde yüz milyonlarca insan da adeta kölelik şartlarında hayat mücadelesi veriyor.
“Örnek demokrasi” dedikleri tam da bu!
Oysa “Kelime anlamı halkın kendi kendini yönetttiği [demos-kratos] bir rejim, halk iradesinin tecellisi demek olan demokrasi, ilk defa bir kavram ve yönetim tarzı olarak Antik Yunan’da, bundan 2500 yıl kadar önce ortaya çıktı. Daha çok Perikles döneminin rejimiydi. Eğer demokrasi halk idaresi, halkın iradesinin tecelli etmesi demekse ve halk da her zaman ve her yerde çoğunluğu oluşturuyorsa, pratik olarak orada bir oligarşinin, ayrıcalıklı bir mülk sahibi sınıfın ortaya çıkması mümkün olmazdı. Oysa bu gün demokrasinin timsâli sayılanlar da dahil, her yerde oligarşik yönetimler iktidarda...
O hâlde bu durum nasıl açıklanabilir? Aslında demokratik denilen rejimlerin demokrasiyle bir ilgisi yok. Tam bir seçim ve temsil yanılsamasından ibaret... Dolayısıyla tanımı tersinden yeniden yapmak gerekiyor zira söylemle gerçek durum arasında bariz bir uyumsuzluk var. O hâlde tanımı ‘reel’ demokrasi, yoksul çoğunluğun zengin azınlık [oligarşi] tarafından yönetimidir’ şeklinde yapabiliriz. Aksi hâlde nerdeyse tüm ‘demokratik’ ülkelerde nüfusun yüzde 1’nin ülke zenginliğinin [gelirin ve servetin ] yaklaşık yüzde 30’una, yüzde 10’unun da yaklaşık yüzde 50’sine sahip olması mümkün olmazdı... Mesela Türkiye’nin en zengin adamının üç milyon yediyüz elli bin [3.750 000] asgari ücrete eşit servete sahip olması mümkün olmazdı. Zira bu ancak skandal kelimesiyle ifade edilebilecek bir durumdur.”[11]
O hâlde “Batı’da demokrasi tehlikede” uyarısıyla Slavoj Zizek’in, ya da “Burjuva demokrasisi öldü,” “Temsili demokrasiden totaliter demokrasiye” geçildi notuyla Haluk Yurtsever’in işaret ettikleri üzere, ortada yeni sağcılığın talanı söz konusudur.
Yeni Sağcı iktidarlar her yerde sendikalara, sosyal haklara ve genel olarak da toplumcu düşüncelere karşı ideolojik bir Haçlı Seferi başlattılar. Devletin üretici faaliyetlerine ve çalışanlar lehine yeniden dağıtımcı uygulamalarına son verdiler. Radikal ve seri özelleştirmeler yaparak kamusal ekonomiyi özel sektörün işgaline açtılar. Kamu yararı yerine kâr motifini merkeze koydular; daha doğrusu, kâr motifinin kamu yararını sağladığını iddia ettiler ve hatta bu fikri de toplum nezdinde egemen kıldılar. Turgut Özal tarafından çekinilmeden ifade edilen “Ben zenginleri severim” vecizesi, Yeni Sağcı kafanın en açık sözlü sloganlarından birisi olarak tarihe geçti…
Yeni Sağ 80’ler boyunca tüm dünyaya damgasını vurduktan sonra, 90’ların ortasından itibaren yerini dönemin ruhuna daha uygun politikalara, yani Küreselleşme söylemine bıraktı. Reel sosyalizmin çöküşü, iletişim teknolojisindeki büyük dönüşüm, finansallaşmanın tüm dünyaya yayılması, “Washington Mutabakatının” tüm dünya ekonomisi için adeta bir anayasa hâline gelmesi, hizmet sektörünün giderek büyümesi, üretim süreçlerinin parçalanarak farklı coğrafi alanlarda maliyet avantajı gözetilerek taşere edilmesi, çalışan sınıflarda genel olarak görülen bir sınıf bilinci kaybı ve buna bağlı olarak sol partilerin içine düştüğü ideolojik-politik bunalım, bu yeni dönemin satır başları olarak düşünülebilir. Yeni Sağ ideolojinin dindar, aileci, gelenekçi ve muhafazakâr değerleri yerine “Çokkültürcü”, “yereli” öne çıkaran, “Sivil Toplumcu” bir sentez öne çıktı. Hatta bu sentez içinden, yine Küreselleşme mantığının ürünü bir çeşit “Karşı Küreselleşmeci” akım muhalif olarak boy gösterdiyse de şu ana kadar etkili olduğunu söyleyemeyiz…
Yeni Sağ, süreç içinde evrilerek ve piyasacılık dozu maksimuma ulaştırılarak “Yepyeni Sağ” hâline gelmiştir. Küreselleşme başlığı altında ele alınan öğeler bu “Yepyeni Sağ” söylemin kurucu unsurlarıdır. Ana ekseni piyasa tahakkümü ve aşırı finansallaşma olan bu “yeni” düzen ise, kapitalizmin en arsız ve dolaysız olarak yaşanmasından başka bir şey değildir.[12]
Kimse de bunları bize, “sol” adına(!?), “demokrasi” ya da “küreselleşme”nin “arızî yanları” diye sunmaya kalkışmasın!
“SOL” DEDİKLERİ “SOL” MUDUR?
“Sol” dedikleri “sol” dedim; birkaç çarpıcı örnek sıralayayım!
Ömer Laçiner, “… ‘Yetmez ama evet’ dedim yine de AKP’ye muhalifim,” der; ama AKP ile omuz omuzayken bunun nasıl olduğunu izah etmez bir türlü!
Ümit Fırat, “PKK, Kürt sorunu içinde sorun hâline gelmiştir,” der; bir zamanlar Troçkist olduğunu ve her şeye burun kıvırdığını unutup, şimdi AKP’nin şemsiyesi altında sığınarak!
Yine “dünya devrimi”nden dem vuran, bir zamanların sıkı uvriyeristi Roni Margulies, “Liberaller çok az maalesef” diye hayıflanarak ekler: “Liberallerin azlığı Türkiye’de çok ciddi bir sorun. Liberal bir kamuoyu yok, dünyaya liberal bir gözle bakan insan sayısı acınacak ölçüde az… Liberal siyasetlerden söz etmiyorum. Siyasî liberalizmi kast etmiyorum. O da yok Türkiye’de, ama benim eksikliğini hissettiğim o değil… Benim özlediğim, genel anlamda, içgüdüsel düzeyde liberal bir dünya görüşüne sahip olan bir insan kalabalığı…” Dikkat edin: İnsan kalabalığının “sosyalist” değil de “liberal” olmayışına hayıflanıyor bu “solcu”!?
Ya “Radikal gazetesine veda ediyorum. 1 Şubat tarihinden itibaren Taraf gazetesinin genel yayın yönetmenliğini üstleneceğim. Ülkenin en kritik günlerinde önemli görevler üstlenmiş, kendini kanıtlamış bir gazete Taraf… Hrant hayatta olsa koşarak Taraf’a bana gelir ve desteklerdi,” diyen Oral Çalışlar’ın müneccimlik “sanatı”na eklediği şu satırlara ne demeli:
“Sol kültürün, Marksist literatürün içinde güçlü bir şiddet damarının olduğunu biliyoruz. ‘İhtilalcilik’, ya da ‘devrimcilik’ diye tanımlanan anlayışın da özünde şiddet olduğunu düşünmek mümkün…
İnsanlığın değişik ilerleme basamaklarında, ihtilallerde çok kan döküldüğü, şiddetin dozunun olağanüstü boyutlar kazandığı bir gerçek. Bu kitlesel ayaklanma dönemlerinde gelişen şiddet, ‘sol teori’ tarafından, zaman içinde ‘kaçınılmaz bir gerçeklik’ olarak içselleştirilmeye başlandı… Şiddet, dünyadaki farklı ve yeni düşüncelerin karşısında yenik düşmüş olanlara özgü bir reflekstir.”
Nihayet 24 Ocak 2013’de ve bakanken bir röportajında, “Hâlâ sosyal demokratım” diyen AKP’li Ertuğrul Günay’a; ve İshak Alaton’un, Türkiye’nin zenginleşmesinin önündeki en büyük iki engelin darbeler ve fikirlerini günümüz şartlarına göre değiştiremeyen solcular olduğunu söylemesine güler misiniz, ağlar mısınız?!
Lenny Bruce’un, “Liberaller her şeyi anlarlar, kendilerini anlamayanlar hariç,” diye tarif ettiği onlar “solcu” olduğunu “iddia” ediyor! Solcuları tartışmaya kalkıyor! Acayip olduğu kadar da komik ve saçma değil mi?
Bakın onlardan birisi, Başbakan Erdoğan’ın kankası Akif Beki ne diyor: “Ulusalcıları, Kemalistleri, askeri vesayet yanlılarını ayıkladıktan sonra geriye ne kalıyor sol siyasetten?”
Ardından ekliyor Hadi Uluengin: Malûm, ‘sol’la ‘sağ’ arasındaki sınır kalktı ‘Ulusalcı’ etiket altında bütünleştiler.”
Sonra da alıyor eline sazı Halil Berktay: “Bolşeviklerle İttihatçılar ve Kemalistler hem etkileşim hem paralellik içinde olageldi. Bu, tam bir ‘bileşik ve eşitsiz gelişim’ örneğidir. Sonuçta, her ikisi de hem ekonomik liberalizme karşı mevzilendi çünkü serbest ticaret, dış açık ve borçlanma yoluyla ‘emperyalizmin ülkeye girmesi’ne yol açar. Hem de siyasal rejim olarak çok-partili demokrasiye cephe aldı çünkü cahil halkın seçimlerde aldatılması yoluyla karşı-devrimin yolunu açar. Nitekim 1946-50’de açmıştır da.
Bu iki fikri, dikkat edin, Doğan Avcıoğlu kendi başına icat etmedi. 1930 ve 40’lardan günümüze, bütün Komintern mirası bununla yoğrulup TKP’ye, Kadro’culara, Mihri Belli’ye, Nâsır’a, Baas’a, şimdi Arap Baharıyla yıkılan veya yıkılacak gibi olan (Suriye dahil) bütün diğer laik-devletçi tek-parti yönetimlerine, ruhu onlara akraba CHP’ye ve aynı kafadaki, aynı tip bir rejim kurmaya aday PKK’ya taşındı.”
Buradan da “ulusalcı/ milliyetçi” olduğumuz ilan edilip, liberalizm göklere çıkarılıyor!
Ama bir dakika! Yağma yok! Hatırlatmalıyım!
Halil Berktay, İşçi Partisi’ndeyken; “Yakın Tarihte ‘Ulusal Sol’ (Avcıoğlu’nun Ulusçu ‘Yön’ü”[13] başlıklı yazıyı kaleme almıştım ki, şimdiki ‘Taraf’ bülbülünün o zamanlar çıtı dahi çıkmıyordu!
Sosyalist harekete ilişkin kimi eleştiriler ifade edilse de, radikal sosyalist hareketin liberal “vaazlar”daki üzere, “ulusal solcu/ milliyetçi” ilan edilmesi mümkün değildir. Çünkü radikal sosyalist hareketin anti-emperyalizmi, emperyalizmin kapitalizmin üst aşaması olduğunu asla unutmaz/ unutturmaz!
Ya da Silivri’deki davayı yerinde izleyen ‘Mor ve Ötesi’ grubunun solisti Harun Tekin’in, “Yokolsun” dediği CHP’ye karşı yumuşamasıyla; veya Tarık Akan’ın MİT’i savunmakla ve görevini yerine getirmediği için eleştirmekle kalmayıp, 27 Mayıs’ı, 28 Şubat’ı savunmasıyla yakından, uzaktan ilintilendirilemez!
Bu tür tutumların liberal versiyonları gibi, solla/ solculukla asla ilişkisi yoktur ve olmamıştır; ama biz burada durup, anti-emperyalizm bağlamında çarpıtılan ulusalcılık/ milliyetçilik tartışmalarına değinelim!
ULUSALCILIK/ MİLLİYETÇİLİK TARTIŞMALARI
“Ulusalcılık/ milliyetçilik” tartışmalarının çarpıtmaya açık “püf” noktasını, “ulusalcı(lık) ile milliyetçi(lik)”in ayrı şeyler olduğu “iddiası” oluşturur.
Bu konuda Bozkurt Güvenç’ten, “Ulusçuluk ‘milliyetçilik’, ulusalcılık ise ‘millicilik’ anlamında kullanılan iki farklı terim/kavramdır. Biri ‘ulusçu/milliyetçi’, öbürü ise ‘ulusal/milli’ sözcüklerinden türemiştir… Ulusçuluk ile ulusalcılık birbirinin yerine kullanılamayacak farklı terimler/kavramlardır.”
“Ulusalcılık milliyetçilik değildir… ‘Milliyetçilik/ulusçuluk’ kavramı… basit bir anlatımla, ‘kendilerini birleştiren dil, tarih veya kültür bağlarından bir üstyapı oluşturabilmiş sosyal birikimlerin adı olan ‘millet’ veya ‘ulus’ olarak tanımlanan bir topluluğun yaşama ve ilerleme ülküsünün toplumların ve insanlığın gelişmesini sağladığına inanan görüştür.’ Bu bağlamda ele alındığında bir ideolojidir.
‘Millicilik/ulusalcılık’ ise bağımsızlıkçı bir bakışla ülkenin ve toplumun tarihsel, ekonomik, kültürel birikim ve değerlerine; ülkenin doğasına ve doğal kaynaklarına sahip çıkan siyasal bir davranış biçimidir,” diyen Deniz Kavukcuoglu’na kadar bir dizi kalem bunun “teorisini” kotarmaya kalkışır…
Bunun için de Özdemir İnce gibi kelimeleri mıncıklayan bir subjektivizme ya da “Atatürk, Cumhuriyetin kuruluşunda Türklere bir üstünlük tanımamıştır. Örneğin ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk soyuna Türk milleti denir’ demedi. Onun yerine ‘Türkiye halkı’ deyimini kullandı… Bugünün küreselleşme akımı karşısında, süper güçlere karşı kendi ulusunun milli çıkarlarını savunma, ulusalcılıktır. Ulusalcılık, kesin olarak şovenizmle karıştırılmamalıdır. Türkiye’de uluslaşma kolay olmadı. Cumhuriyetin temel amacı, çağdaş bir toplum, çağdaş bir devlet yaratmaktı. Tanrı egemenliğine dayanan bir monarşiden, halk egemenliğine dayanan Cumhuriyete geçildi. Atatürk karmaşık bir etnik yapıdan, kendine güvenen çağdaş bir toplum, çağdaş bir ulus yapısına geçişi sağladı,” diyen Alev Coşkun’un zırvalarına sarılırlar!
Türkiye’deki Kemalist patentli “uluslaş(tır)ma”yı hâlâ bilmeyen var mı?
Eğer hâlâ varsa hatırlatayım: Mustafa Kemal, Ekim 1922’de bir grup öğretmene şöyle der; “Üç buçuk yıl öncesine kadar dini bir cemaat olarak yaşıyorduk... O zamandan beri Türk milleti olarak yaşıyoruz”!
Hikâye budur; bu kadardır; bunu defalarca anlattım![14]
Milliyetçilik/ulusçuluk düşüncesinin XIX. yüzyıldan bu yana kapitalizmin başat üretim biçimine dönüşmesiyle birlikte başlayan uluslaşma ve ulus devlet yaratma sürecinde bir motor görevi gördüğü de biliniyor.
İttihat ve Terakki iktidarıyla başlayan ve Cumhuriyet’le devam eden uluslaşma/ Türkleşme sürecinde, Anadolu’nun yerlisi olan Ermeniler, Rumlar, Kürtler tehcir edilmiş, yok edilmiş, asimilasyona uğratılmıştır.
Bu yolda Ziya Gökalp, ‘Türkçülüğün Esasları’nda görüşlerini tek bir kavramda şöyle sıralamıştı: “Türk harsındanım/ İslâm ümmetindenim/ Batı medeniyetindenim.”
Mustafa Kemal ise, Türk, hars (kültür), İslâm, ümmet, Batı ve medeniyet dizisinin ortak paydasının adını koydu: “Türkiye Cumhuriyeti.”
T.“C”ye ilişkin olarak 84 yıl önce Mustafa Kemal Atatürk: “Bugünkü Türk milleti siyasal ve sosyal topluluğu içinde, kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat geçmişin istibdat devirlerinin ürünü olan bu yanlış adlandırmalar, düşmana âlet olmuş birkaç gerici ve beyinsizden başka, hiçbir millet ferdi üzerinde, kederlenmekten başka bir etki meydana getirmemiştir. Çünkü bu milletin fertleri de, genel Türk toplumu gibi aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlâka, hukuka sahip bulunuyorlar…”
83 yıl önce CHP İzmir Milletvekili Mahmut Esat Bozkurt: “Türk, bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları, vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikâti böyle bilsinler…”
78 yıl önce CHP Genel Sekreteri Recep Peker: “Bereket versin ki, en büyük imha vasıtaları ve en ezici hadiselerle bile bozulması mümkün olmayan tek bir şey, Türk kanı bütün bu gürültüler içinde temiz kalmıştı. Batı Türkleri bu çöküntü içinde kanının arılığını korudu ve sakladı…”
23 Ocak 2013’de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu: “Siz ulusalcı mısınız yoksa sosyal demokrat mısınız diye bize soruyorlar. Bizim 6 okumuzdan biri milliyetçilik. Biz tabii ki ulusalcıyız. Bu kafatasçılık değildir. Biz ulusalcıyız, devrimciyiz, biz sosyal demokratız…”
24 Ocak 2013’de CHP İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler: “Kürt milliyetçiliğini bana ‘ilericilik’ ve ‘bağımsızcılık’ diye yutturamazsınız. Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit, eşdeğerde gördüremezsiniz,” demişlerdir ki bu da T.“C”nin “uluslaş(tır)ma” hikâyesinin iyi bir özetidir!
Evet, “Bu toplum apaçık, düpedüz biçimde azınlıklarını karşısına almıştır. 1908 sonrasında, bilhassa 1912’den başlayarak geliştirdiği ‘milli refleks’le homojen, sadece kendisi gibi insanlardan mürekkep bir toplum yaratmak istemiştir. Bu maksatla Ermenilere uygulanan türden katliamlar yapmış, 6-7 Eylül yağmalamalarına gitmiş. Bunların sadece farklı bir dinden, dilden gelen Ermenilere, Rumlara, Yahudilere ‘uygulanması’ hikâyenin sonu değil. Kendi dininden olan ama galip mezhepten gelmeyen insanlara yani Alevilere karşı da Çorum’da, Maraş’ta katliamlar uygulamış, insanları diri diri Madımak Oteli’nde yakmış. Kürtlere karşı aynı yıldırma politikasını gütmüştür.”[15]
Evet, evet daha birkaç gün öncesindeki Sinop ve Samsun örneğindeki gibi, bir “uluslaş(tır)ma” hikâyesidir sözünü ettiğimiz.
Hani Sinop’un yerel basınındaki 19 Şubat 2013 tarihli manşetlerde, “Milli direniş kalesi: Sinop”. “Teröristlere adım attırmadık”. “PKK’ya geçit yok”. “Sinop görevini yaptı,” türünden örnekleriyle…
Bir şey daha: Türk Dil Kurumu’nun internet sözlüğünde Ermeni, Kürt, Yunan ve Rus sözcüklerin anlamları ve bu sözcüklerin kullanıldığı deyimler tam anlamıyla nefret ifadeleri içeriyor. “Genel Türkçe Sözlük” bölümündeki arama motoruna “Rus” yazıldığında “Moskov gâvuru”, “Ermeni” kelimesiyle atasözü taraması yapıldığında ise “Ermeni gelini gibi kıvırmak” ifadesi çıkıyor!
Devrimcilerin, radikal sosyalistlerin “ulusalcılık/ milliyetçilik” yapmaları ya da “ulusalcı/ milliyetçi” olmaları, hiçbir gerekçe ile mümkün değildir.
“Milliyetçilik” konusundaki yaygın ikiyüzlülüğe dikkat edilmelidir!
“Milliyetçilik” kavramının karşısına çıkamayanlar, onun için yeni kavramlar uydururlarken; “ulusçuluk” ve “ulusalcılık” gibi terimlere sarılmışlardır!
“İYİ DE DENİZ GEZMİŞ ULUSALCI/ DARBECİ DEĞİL MİYDİ?” Mİ DEDİNİZ!
Bu tür aşağılık spekülasyonlarla karşılaştığımız da olmuyor değil!
Bugünden bakıp onlara “Darbeci” yaftasını asmak ya kolaycılık ya kötü niyet; ama kesin hakaret...
Evet, 70’lerin başında Türkiye solu içinde ordudan gelecek bir devrimci darbeye bel bağlayanların sayısı hiç az değildi.
Silahlı Kuvvetler içinde de görmezden gelinemeyecek yoğunlukta devrimci subaylar vardı.
Gericiliğin ancak tepeden inme bir “devrim”le bertaraf edilebileceğine ve ilerlemenin yolunun böyle açılabileceğine inanıyorlardı.
Bunu sorgulamak ayrı şey; herkesi bu çuvala tıkıştırmak ayrı...
Deniz’in 60’ların sonundaki söylemine bakıldığında Mustafa Kemal’e, Türk ordusuna, Kurtuluş Savaşı’nın anti-emperyalist ruhuna sıkça vurgu yaptığı görülür.
Cunta beklentisi içinde olan çevrelerin onu etkilemeye, yanına çekmeye çalıştığı da biliniyor.
Ancak bu çabalar sonuç vermemiştir.
Deniz’ler, “Herkes kendi yoluna” demiştir.
Hatta darbeciler bu cevap üzerine, “halk savaşında ısrar ederseniz karşı devrim saflarında olursunuz” diye tehdit etmiştir.
12 Mart’taki faşist darbe yerine 9 Mart’ta sol bir cunta işbaşına gelse Deniz’ler onun da hedefi olacaktı büyük ihtimalle...
70’lerin başında sol içindeki bir grup, umudunu tamamen 9 Mart’ta beklenen darbeye bağlamışken, “Hangi komutan bizden” hesabı yaparken Deniz ve arkadaşları bu fikirden tamamen uzaklaşmıştı.
Özellikle 15-16 Haziran’da patlayan işçi hareketi, “Toplumsal dinamik hazır. Bir an önce bu hareketin yanında yer almalıyız” hissiyatına yol açtı.
Deniz Gezmiş, özellikle Bursa Cezaevi döneminde ve sonrasında İstanbul’da cuntalardan medet uman arkadaşlarından kopup yüzünü Ankara’ya ve dağlara döndü.
Aydın Çubukçu, dağdan başka yol olmadığını söyleyen Deniz’e Mihri Belli’nin “Seni de dağınla birlikte yok ederler” dediğini aktarıyor örneğin...
Ama onlar zaten yok edileceklerini biliyorlardı.
Kırlardan ya da şehirlerden başlayacak bir direniş için çoktan kolları sıvamışlardı. 12 Mart geldiğinde, “reform gelecek” sanan bazı yaşıtları bakanlık için siyah takımlarını giyerken, onlar o anda hemen söndürülebilecek, ancak harı yıllar sonra çok uzaklardan görülebilecek bir yangını ateşlemeye dağa gitmişlerdi bile...
12 Mart’ta birçok örgüt müdahaleye sempati mesajları yayınlarken THKO’nun bunu faşist bir darbe olarak niteleyen ve mücadele çağrısı yapan bildirisi ortadadır.
Deniz’in son sözleri hafızamıza kazılı...
Buna rağmen ona 40 yıl sonra darbeci yaftası asmak cehalet mi hakaret mi?
Galiba ikisi birden... [16]
“Darbeci olmadık” vurgusuyla Dev-Yol’un lideri Oğuzhan Müftüoğlu’nun eklediği üzere, “Ergenekon’un şifreleri Amerika’da”dır! Emperyalist ABD’ye karşı dövüşenlerde değil!
Dahası, “Ulusalcı/ Darbeci” zırvaları karşısında THKO davasının sanıklarından Gülay Ünüvar’ın (Özdeş) 12 Mart 1971 askeri müdahalesini anlatan sözleri “Denizler darbeciydi” tartışmalarına yol gösterecek nitelikte.
Gülay, “Hüseyin (İnan) ve ben Siyasal Bilgiler (Ankara) yakınındaki evde kalmaya devam ettik. 12 Mart 1971 günü öğle haberlerini birlikte dinledik ve muhtıranın verildiğini öğrendik,” diye anlatıyor.[17]
Haberleri dinleyen Hüseyin, el yazısıyla 1.5 sayfalık bir bildiri kaleme alıyor. Bildirinin orijinalinin elinde olmadığını söyleyen Gülay Ünüvar, bildiride “reform hükümeti” görünümlü kabinenin başına geçecek kişinin Portekiz’in faşist diktatörü Salazar’a benzetildiğini çok iyi hatırlıyor.
Gülay’ın anlatımından, Hüseyin İnan’ın kaleme aldığı, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının da onayladığı metnin, 12 Mart askeri müdahalesini bir “faşist darbe” olarak gördüğü ortaya çıkıyor…
Tam da bu noktada “68 kuşağını “darbecilik’ üzerinden okumak yüzeysel bir bakış açısı. Denizler de darbeci değillerdi,” Oral Çalışlar’ın da işaret ettiği gibi…
Şöyle bir düşünün bakalım:
İnsanlar “sol cuntanın” kırsal tabanını oluşturmak için mi toprak işgallerine gitmişlerdir?
“Halk savaşı”, “kırlardan şehirlere”, “politikleşmiş askeri savaş”, “öncü savaş” gibi başlıklarda yürüyen tartışmalar, “cunta beklentisinin” neresine oturmaktadır?
Gençler tutup “sol cunta” aşkına mı Filistin’e gidip eğitim görmüşlerdir?
Marx (Komünist Manifesto) Lenin (örgütlenme, strateji ve taktikler); Lin Biao (halk savaşı), Regis Debray (fokoculuk), Carlos Marighella (şehir gerillası) ve başkaları cunta karargâhlarından gelen telkinlerle mi okunmuştur?
Oysa mesele gerçekten basittir: Acemilikleri, toylukları vb olsa da bir arayış dönemiydi ve Birinci Enternasyonal ne kadar “darbeci” ve “anarşist” idiyse, 1961-71 Türkiye solu da o kadar cuntacıydı![18]
TARİH(İMİZ)E SAHİP ÇIKMAK
Tarih(imiz)e sahip çıkmak zorundayız; çünkü bu ona layıktır; çünkü biz ona sahip çıkmazsak vazgeçenlerin hezeyanlarına ya da devrimcilerin, ateistlerin, Marksist-Leninistlerin zararsız “azizler”e tahvil edilmesine teslim olmuş oluruz…
Mesela… Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamlarının 40’ıncı yılında Ankara Karşıyaka’daki mezarlarının başında onları “Fatiha” okuyarak anan Kemal Kılıçdaroğlu, -Can Dündar’ın hazırladığı belgeselinde- “Çocuklarınıza daha güzel bir Türkiye bırakmak istiyorsanız, onlara ‘Bu ülkede Deniz Gezmiş ve arkadaşları bağımsız, özgür bir Türkiye için mücadele ettiler, sen de örnek al ve sen de bağımsız Türkiye için mücadele et’ deyin ki, yeni nesil Deniz Gezmişler’in yolunu açalım,” der…
Marksist-Leninist, ateist devrimcileri çeşitli manipülasyonlarla kendilerine maletmek isteyenler gün gelir CHP Çukurova ilçe başkanlığı ile, Türkiye Komünist Partisi/Marksist Leninist (TKP-ML) ve Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu (TİKKO) lideri İbrahim Kaypakkaya için anma programı düzenler; gün gelir CHP Tokat Milletvekili Orhan Düzgün’ün önergesiyle, 30 Mart 1972’de Kızıldere’de katledilen Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin, Ömer Ayna’nın isimlerinin Bakanlar Kurulunun uygun göreceği bazı kamusal alanlara verilmesi için kanun teklifi verir…
Yani onları zararsız “azizler”e tahvil eder…
6. Filo’yu denize dökenlerden Deniz Gezmiş, 12 Mart Muhtırası’ndan sonra Yusuf Aslan’la birlikte Sivas’a giderken motosikletleri bozuldu. Bir ihbar sonucu polislerin gelmesi üzerine çıkan çatışmada 2 arkadaş birbirlerini kaybetti. Aslan o esnada, Gezmiş ise 16 Mart 1971’de Gemerek’te yakalanıp Kayseri’ye götürüldü. Mahkemeleri 16 Temmuz 1971’de Tuğgeneral Ali Elverdi başkanlığında, Baki Tuğ savcılığında Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 No’lu Mahkemesi’nde başladı, 9 Ekim’de bitti.
Deniz Gezmiş, 6 Mayıs 1972 sabahı idam edilmeden önce Mustafa İlker Gürkan’a Ankara Kapalı Merkez Cezaevi’nden yazdığı 16 Mart 1972 tarihli mektupta diyordu ki:
“Kardeşim Gürkan, cevap yazmakta geciktim. Artık bir daha mektup yazmaya da vaktim olmayacak. Belki bu mektup eline geçtiği zaman mezarı boylamış olacağım. Geçmişi unutmuş değilim. Gelecek konusunda umutluyum. Yarınların daha aydınlık olacağına inanıyorum. Sana ve diğer arkadaşlara devrimci selamlar. Deniz Gezmiş…”
İdamlar öncesinde Ahmet Kabaklı, ‘Tercüman’da yayımlanan 7 Nisan 1972 tarihli ve “Özal’dan Mektup” başlıklı yazısında Turgut Özal’ın ABD’den kendisine gönderdiği bir mektuba yer verip, “Özal’ın idamlar konusunda ‘Acımayın’ dediği”ni aktarıyordu.
İdam kararı konusunda; İsmet İnönü “Siyasi suçlar idamla cezalandırılmamalıdır,” diyerek Bülent Ecevit’le ret oyu kullandı. Dönemin Adalet Partisi (AP) Genel Başkanı Süleyman Demirel idamdan yana oy kullandı.
Çok sonraları Deniz’lerin idamı için oy veren Süleyman Demirel’in konuya ilişkin savunması, “TBMM bütün milleti temsil ediyor. Suç varsa halkındır,” biçiminde oldu…
Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere, tüm devrimciler gibi Deniz Gezmiş de mücadelenin gereklerini yerine getirdi; dik durdu, diklendi ve asla teslim olmadı…
Nâzım Hikmet Ran’ın, “O, uğruna dövüştüğü bir idealin, kendi sezişinden daha aydınlık, daha vazıh bir abide hâlinde tahakkuk ettiğini görerek öldüğü için gözlerini müsterih kapadı. Ona ölümü karşılayıştaki emniyeti veren şey; bir daha bir adım geri atmaz bir inkişaf basamağında emniyet içinde bulunuşuydu,” saptaması kapsamındaki “Mare Nostrum/ Bizim Deniz” örneği Can Yücel’e de, “En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de Devrim,/ O, onun en güzel yüz metresini koştu/ En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak.../ En hızlısıydı hepimizin,/ En önce göğüsledi ipi.../ Acıyorsam sana anam avradım olsun,/ Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!” dedirtecek kadar kilit önemdedir…
Tam da bu noktada Taha Akyol, “Bugün belli bir kesimde Che efsanesi gibi bir Deniz Gezmiş efsanesi var, romantize ediliyor. Hâlbuki sağ için de sol için de ‘dava uğruna ölmek’ tutkusundan sakınmak gerekir. Deniz’in ‘niyet’i idealize edilirken, seçtiği silahlı eylem yolunun yanlış olduğu yeni nesillere anlatılmalıdır… Sağda ve solda ‘dava uğruna’ ölmüş ve öldürülmüş gençlerin tutkularına saygı duyalım ama ‘eylem’lerinin yanlış olduğunu da belirtelim,” derken; ‘Zaman’ gazetesi yazarı liberal Atilla Yayla da ekler:
“Deniz Gezmiş ve arkadaşları… ulusalcı ve Kemalist’ti. Bir kısmı komünist devrim öncesinde Milli Demokratik Devrim’i (MDD) şart görmekteydi. Asıl itirazları Kemalist baskı rejimine değildi, emperyalizm ve kapitalizm adını verdikleri canavarlaraydı. Ülkücülerle aralarında fazla bir fark da yoktu; çoğu ülkücü de daha ulusal çaplı ve ‘yerel’ referanslı bir sosyalizme zaten teşneydi. (Ülkücü-Devrimci kardeşliğini ilk olarak ben ve Prof. Dr. Mustafa Erdoğan 25 yıl önce söylemeye başladık, şimdi bu fikir-tespit neredeyse orta malı hâline geldi.) Nitekim, sosyalizmin çökmesinden sonra birçok sosyalist ulusalcılığını daha net bir şekilde sergilemeye başladı; faşizmin sol kanadında yer tutup sağ kanadına göz kırpmaya koyuldu.”
Gördünüz mü; şu “Ulusalcı/ Darbeci” yaygaralarının (dediğine göre 25 yıl öncesine dayanan) kaynağı kimmiş?
E. Murphy’nin, “Yapamadığın işler, yaptıklarından daha önemlidir”; Boris Vian’ın, “Hûn çiqas bimeşin jî bimeşin; bi qasî rêya ku we li pişt xwe hiştîye hûn bihêzin û bi qasî rêya ku hûn hê ne çûne kêm hêzin/ Ne kadar yürürsen yürü; arkanda bıraktığın yol kadar güçlü ve henüz yürümediğin yol kadar zayıfsın,” uyarılarının bilincinde diyeceklerimi sonluyorum:
E. H. Carr, “Kahramanların zaferlerinin ya da yıkılışlarının” tarihi yanında, “Tarihte bireyin payı denen eski ve önemsiz sorunun yeniden ortaya atıldığını görüyoruz,” diyor.
Kleopatra’nın burnunun uzunluğunun bütün tarihi değiştirebileceğine ilişkin fantezilere karşı, kaçınılmayacak doğruyu vurgulayıp; “Tarihte başrolü toplum içinde insan oynar. Devlet adamları, kahramanlar ve dâhiler de, ama işçiler, çiftçiler ve yoksullar da içinde olmak üzere bir bütün olarak insanlardır söz konusu olan,” der…
“Anti-emperyalist mücadele tarihi(miz)” deyince, ona içkin anımsanması gereken temel gerçeğin, bu tarihi dövüşen/ kararlı insanların, elbette hatalarıyla, düşe kalka yarattığıdır…
Onun içindir ki yüksek sesle haykırıyorum Cemal Süreya’nın dizelerini:
“Artık hayallerim suya düşecek diye/ kaygılanmıyorum. Çünkü, onlar düşe düşe/ yüzmeyi öğrenmişler…”
24 Şubat 2013 19:27:02, Ankara.
N O T L A R
[*] 28 Şubat 2013 tarihinde Kadıköy (İstanbul) Aka-Der’de yapılan konuşma… Pangea Kültür’ün 31 Mart 2013 tarihinde İstanbul’da düzenlediği “Emperyalizm ve Antiemperyalist Mücadele” başlıklı panel yapılan konuşma… Kaldıraç, No:142, Nisan 2013…
[1] Amin Maalouf.
[2] Temel Demirer-Marie Claire Lavabre-Pierre Nahon-Sibel Özbudun-Yves Pages-Henri Rey, Sokakta ve Duvarda 1968, Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, 1998, s.72-116.
[3] Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı, Çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2012.
[4] Alican Uludağ, “Komünistleri Öldürün”, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2012, s.6.
[5] Hasan Fehmi Güneş, “MİT Baskını Haber Vermedi”, Cumhuriyet, 25 Ocak 2013, s.14.
[6] Doğan Özlem, Anlamdan Geleneğe Kimlikten Özgürlüğe-Kavramlar ve Tarihleri III, İnkılap Kitabevi, 2011, s.237.
[7] Güven Sak, “Dani Rodrik Yine Haklı Çıktı”, Radikal, 4 Mayıs 2012, s.24.
[8] Yaman Törüner, “Küreselleşme Yeni Başlamadı”, Milliyet, 30 Temmuz 2012, s.10.
[9] Murat Yülek, “Portekiz XVI. Yüzyılda Yeni Dünya Ticaret Sistemini Nasıl Kurdu?”, Zaman, 3 Haziran 2012, s.8.
[10] Mustafa Balbay, “Amandla! Yani Güçlü Olalım”, Cumhuriyet, 2 Temmuz 2010, s.1-8.
[11] Fikret Başkaya, “… ‘Reel’ Demokrasi...”, Kaldıraç, No:140, Şubat 2013, s.41-44.
[12] Uğur Demirhanlı, “Yeni Sağ’dan ‘Yepyeni Sağ’a’ Uzanan Yol: Piyasa Tahakkümü”, Birgün, 16 Şubat 2013, s.10.
[13] Temel Demirer, Sokak’takine Notlar, Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, 1997, s.263-307.
[14] Temel Demirer, “Türküm, Doğruyum, Çalışkanım” mı Dediniz? Resmi İdeoloji, Devlet, Milliyetçilik, Ütopya Yay., 2012; Temel Demirer, Hrant’ın Katil(ler)i… Pêrî Yay., 2009; Temel Demirer, Milliyetçilik, Yurtseverlik ve Sol, Editör: Fikret Başkaya, Özgür Üniversite Kitaplığı: 65, Maki Yay., 2007; Temel Demirer-Sibel Özbudun, “Derin” Milliyetçiliğin Siyasal İktisadı, Ütopya Yay., 2006.
[15] Hasan Bülent Kahraman, “Şiddetin ‘Milli’ Tarihi”, Sabah, 29 Haziran 2012, s.19.
[16] Can Dündar, “Deniz Gezmiş Darbeci miydi?”, Milliyet, 5 Mayıs 2012, s.14.
[17] A. Tuncer Sümer, Devrim-Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun Kuruluşu ve Kısa Mücadele Öyküsü, Evrim Kitap., 2012.
[18] Metin Çulhaoğlu, “Ben Artık Bıktım, Ya Siz?”, Sol, 31 Ocak 2013, s.4.
Yorumlar