“Ad vermek, bir şeye etiket iliştirmekten farksızdır.”[1] İçinden geçtiğimiz, daha doğrusu “geçtiğimiz” varsayılan süreç konusunda söz ...
“Ad vermek, bir şeye
etiket iliştirmekten farksızdır.”[1]
İçinden geçtiğimiz, daha doğrusu “geçtiğimiz” varsayılan süreç konusunda söz etmeden önce ilk
anımsatılması gereken, Cicero’nun “Neque enim disputari sine reprehensione potest/ Çatışmadan tartışılamaz,”
deyişidir.
Kim ne derse desin; nasıl sunarsa sunsun: Soru(n)lu bir alanın kaygan zemini üzerindeyken Aleksandr
Puşkin gibi, “Barışın kötüsü savaşın iyisinden yeğdir” de denilebilir; bir Hint atasözündeki gibi, “Sahte barış,
açık savaştan daha yıkıcıdır” da…
Kendi hesabıma, Hint atasözündeki üzere düşünenlerdenim…
Yakın geç(me)mişte “Kürt Sorunu” hakkında yazıp konuştuğum; “kirli savaş” saldırganlığı karşısında
halkların kardeşliği ve eşitliği temelinde onurlu bir barışı, yani UKTH’nı savunduğum için devletçe
“yargılandım”, kimi çevrelerce de “lanetlendim”…
Şimdi herkesin, en başta da bir zamanlar elinde iple gezip, idamı savunan Erdoğan’ın “barışçı”(?!)
kesildiği bu günlerde, “barış söylenceleri”ne eleştirel bir perspektifle yaklaştığım için “Barışa karşı mısın?”
tepkilerinin muhataplarındanım…
İronik değil mi?
Bugünlerde sıkça “Sen barışa karşı mısın?” sorusuna muhatap olan birisiyim!
Bu soru, kimilerinin hoşuna gitmeyen bir şeyleri duymamak, susturmak için kullandığı bir tıkaç…
Bence susmamalı, konuşmalıyız…
Bir dostum “eleştiriye evet ama yıkıcı olmasın, yapıcı olsun” diye uyardı beni.
Eleştiri, eleştiridir… Yıkıcısı, yapıcısı olmaz… Yıkıcı, yapıcı nitelemeleri, olsa olsa, öznel bir algıdır…
Eleştiri, sözcükleri, iddiaları, varsayımları nesnel koşullardan-sınıfsal zeminden ayırmayıp, içi boş soyut
kavramlar olarak kullanmamak kaydıyla unutmaz, hasıraltı etmez…
Hatırlatır, gözler önüne serer…
Mesela “barış süreci”nden söz ederken Roboskî’de çoluk çocuk demeden herkesi katledenlere,
TBMM’deki Komisyon’da bunu aklayanlara, binlerce kişiyi hapislere tıkanlara dikkat çekmeyelim mi?
Bir süre önce “Bunlar dinsiz, Zerdüşt!” derken ne oldu da iktidar bloğu hep bir ağızdan binlerce yıllık
“Din kardeşliğimizden” bahseder oldu? Buna kafa yormayalım mı?
Örnekler çoğaltılabilir…
Biliyorum bu tutumum tepki çekiyor. Mesela ‘Milliyet’teki ‘Erdoğan’a Yarar diye Çözüme Hayır mı
Diyelim!’ başlıklı yazısının daha ilk satırında Aslı Aydıntaşbaş, benim gibileri “çemkirmek”le yargılayabiliyor!
Bu tür seviyesizliklerle muhatap olmadan, zamanın moda ruhuna teslim olmadan diyebilirim ki: “Bir
süreç” başlamış gibi görünüyor…
Ancak “süreç” sözcüğünü şimdilik tırnak içine alıp umutlanmadan önce, sistemli, tarihsel ve teorik
düşünmek gerekiyor.
Bunu yaparken de şu “Zamanın Ruhu” muhabbetine asla teslim olmamak gerekiyor…
“Zamanın ruhunu iyi okumak”, “Zamanın ruhuna uymak” söylemleri, egemene/ egemenliklere hizmet
ediyor!
İktidarın sorgulanmasını gölgeliyor!
Çünkü zamanın ruhu bir hayaletten öte, adı üstünde, zamana göre değişen bir fırıldak(lık)tır…
Bunların altını özenle çizerek soru(n)lara geçersem…
İbrahim Açıkyer (İA): Siz Türkiye’nin temel demokratikleşme sorunlarında olduğu gibi Kürt sorununda
da alâkâlı ve sorumlu biri olarak bu süreci nasıl görüyorsunuz?
Öncelikle ifade etmeme izin verin: Ben sıradan birisiyim. Konuyla alâkâm da, sorumluluğum da karşı
çıktığım bugün (yani sürdürülemez kapitalizm) ve gelecekle (sosyalizm) ilintili.
Sınıfsız-sömürüsüz-sınırsız-savaşsız bir dünya yolunda her radikal sosyalist gibi onurlu ve adil barışı
önemserim. Gerekliliğinin altını ısrarla çizerim.
Ancak bundan hareketle, önüme sürülen her şeye de “barış” demem, diyemem…
Mesela Sabancı Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Güler Sabancı’nın, “Ülkemizin Sayın Başbakanın
liderliğinde girdiği bu son dönemdeki Kürt meselesine, barış ve kardeşlik sürecine çok umut duyuyorum ve
çok desteklenmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü o bölgede önce barışı sağlarsak kalkınmayı sağlayacağız,”
demesi gibi…
“Neden” mi?
Tam bu noktada Friedrich Engels’in, “Burjuvazi emekçilere nisbeten farklı bir ırk gibidir… Farklı
ulusların burjuvaları birbirine, kendi uluslarındaki emekçilere benzediklerinden daha fazla benzerler,”
uyarısını önemsediğim için…
Önümüze “barış adına”(?!) sürülen her şey barış değildir…
Barış elbette ezilenlerin özlemidir; bunu ne unutuyor ne de inkâr ediyorum!
Ancak Roboskî’nin faili “meçhul”ken barış olmaz.
Pınar Selek sürgündeyken, ÇHD’li Selçuk Kozağaçlı ve yoldaşları içerdeyken, binlerce Kürt sadece
Kürt olduğu için zindandayken; çifte standartla, dayatmayla barış olmaz, olamaz…
Muktedirin dikte ettiği böylesi bir “barış söylencesi”, sadece “laf salatası”dır; yani kendi lehine bir
düzenlemedir.
“Çözüm” diye tezgâhlanan hikâye, nihayetinde bir düzenlemedir, makyajdır ve yeni bilmecelerin,
labirentlerin, soru(n)ların döl yatağıdır.
Barış, bilinmez bir gelecek(sizlik)e ertelenmiş “mavi boncuk” söylencesi değildir.
Barış, “hemen şimdi”dir; 2023’deki “eyalet sistemi vaadi” değil!
Tekrarlıyorum: Barış doğası gereği, emperyal dayatmaların eseri olamaz; münkün değildir bu!
S. Çiftyürek’in, “Türk devleti’ne ‘küresel aktörlük’ Kürt halkına ‘demokratikleşme’!”[2] ironisiyle
betimlediği üzere; Ortadoğu barışı “Pax-America”nın eseri olamayacağı gibi, Kürdistan sorununun çözümü de
“Pax-neo/Ottomania”nın eseri olamaz…
Son aylarda Kürt hareketinin değişik sözcüleri, bir klişeyi tekrarlayıp duruyorlar: “Barış” gelir, Kürt
sorunu “çözülürse” Türkiye de bölgenin süper gücü olur!..
ABD’nin Ortadoğu operasyonlarının taşeronu olmaya aday Türkiye’nin yayılmacı bölgesel emellerine
“uyum”un Kürt ve Türk emekçilerine refahtan pay değil, daha ağır sömürü, kan ve gözyaşı getireceğinin
bilinmesi gerekiyor. Kürt hareketinin ABD taşeronu Türkiye’nin “hizmeti”ne girmesi, bu hareketi isteklerden
bağımsız olarak Ortadoğu emekçi halklarının karşısına geçirecektir.
Mahmut Balpetek’in de işaret ettiği gibi, “Kürtlerle sorununu çözmüş AKP, bölgesel alt emperyal güç
olma hevesine Kürtleri ortak etmeye yeltenme gayreti içindedir. Bu türden bir yaklaşım ile sorunu çözmüş
olmayacaktır…
Çünkü sürecin ruhu iktidarın diline yansımamıştır…
Sorunun ne olduğunu konuşmadan sorun çözülemez…
Bir sorunun çözümünün ilk adımı, sorunun varlığını kabul etmek devamında da sorunun ne olduğunu
çok iyi anlamaktan geçer…”
Gerçekten de “barış süreci” denilen gidişatın muktedirleri, Kürt sorunun bir Kürdistan meselesi
olduğunu anlamışlar mıdır?
Kürdistan meselesi pragmatik “düzenleme”ler dışında, toplumsal dokusuyla bir emekçi-yoksul halk
sorunudur…
AKP pragmatizmi bundan bihaberdir!
Mehmet Y. Yılmaz’ın, “Kandil biraz ayak sürüyecek gibi” notunu düşmesi; Karayılan’ın, “Anayasa
değişmeden silahları bırakmayız,” demesi ve Cemil Bayık’ın, ‘Azadiya Welat’ gazetesine gönderdiği yazıda
şunların altını çizmesi, hep bundandır:
“Kürt sorununun demokratik çözümü ve adil barışı açısından Türk devletinin yaklaşımı belirleyici
olacaktır. Çünkü çözüm önünde engel olacak hiçbir yaklaşım Kürt tarafından gelmez. Bu konuda Kürt tarafı
hazırdır. Kürtlerde bir çözüm iradesi vardır. Hiç kimse bu iradenin olmadığını söyleyemez. Ancak AKP
hükümeti ve basının ortaya koyduğu gibi sorun silah bırakma ve silahlı güçlerin mevzilerini terk etmesi
gibi konursa bu yaklaşım bir çözüm niyeti olmadığını gösterir. Çünkü bu tür sorunlarda önce siyasi konular
müzakere edilir. Çözüm iradesi ve projesi ortaya konulursa bundan sonra silahlı güçlerin durumunun ne olacağı
tartışılabilir. Yoksa arabayı atın önüne koşmak olur ve baştan oyunbozanlık yapılır…”
Devamla şunları da ekliyor Cemil Bayık:
“Geri çekilmenin olması için bunun yasal zemininin hazırlanması gerekiyor. Yasal zemini
hazırlanmadan bunun tedbirleri geliştirilmeden gerilla geri çekilemez... Geri çekilmenin yasal tedbirleri yoktur,
sadece idari tedbirlerle bu iş başarılabilir demek yanlıştır, tehlikelidir. Erdoğan ve bazı hükümet, AKP çevreleri
diyor ki bu bir hükümet meselesidir, Meclis meselesi değil; onun için yasalarda değişiklik, yasal güvenceler
gerekmiyor. Bu aslında sorunu çözmemede direnmedir, adeta alay etmedir. Ciddi olmaları lazım... Gerilla yasal
güvenceyi görmeden tek bir adım geri atamaz...”
Yine Bayık, Öcalan’ın mesajını yorumlarken, “Bu çağrıda mesele sadece ateşkes, gerillanın Kuzey’den
Güney’e çekilmesi meselesi değil. Ama bazı çevreler sadece bu eksende tartışma yürütüyorlar. Bunu topluma
doğru yansıtmıyor. PKK ateşkes yapıyor, geri çekiliyor, boşaltıyor mesele bitiyor biçiminde ele alınıyor. Oysa
mesele bu değil. Ateşkes, gerillanın geri çekilmesi tamamen Kürt sorununun demokratik siyasal çözümünün bir
parçası olarak geliştiriliyor. Buna hizmet ederse bir anlamı olacaktır. Bunun da koşulları var” diye konuşuyor…
Yaklaşım farklarının bir başka örneği ‘Âkil İnsanlar’ konusunda da göze çarpıyor. İşte Bayık’ın işaret
ettikleri:
“Eğer Âkil İnsanlar grubu AKP tarafından oluşturulursa bu, âkil insanlar olmaz. Bu, AKP’nin
oluşturduğu bir grup olur, daha çok da AKP politikalarına göre olur. Böyle bir grubu da kimse onaylamaz.
Çünkü tarafsız olmaz, bağımsız olmaz. Herkesin benimseyeceği, kabul edeceği, herkesin üzerinde etkili
olabilecek başından sonuna kadar bütün aşamalarda hakemlik rolü oynayabilecek, yanlış yapanın karşısında
duracak, düzeltecek bir grubun oluşturulması gerekiyor. Bunların hem bize hem devlete karşı hakemlik görevi
yapması gerekiyor...”
İA: Meclis yasal düzenleme yaparsa gerilla güçleri sınır dışına çıkacağını vurguluyor ancak hükümet
muhatabın parlamento değil kendileri olduğunu, bu nedenle de böyle bir yasal düzenlemeye yanaşmak
niyetinde olmadığını söyledi. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Önce şunu ifade etmeme izin verin: Tarihçiler, Tür(kiye) siyasi tarihini yazarken sıra AKP ve iktidarına
geldiğinde “Hile, desise, şaibe, komplo” sözcüklerini sıkça kullanmaktan kendilerini alıkoyamayacaklardır.
Ertuğrul Kürkçü’nün, “TBMM’deki üç statüko partisinin sözcüleri, esasen kurucu baba İnönü’nün
1935’te yayınladığı ‘Şark Seyahati Raporu’ndaki temel görüşleri paylaşıyorlar,” uyarısını unutmadan bu
nitelemelerin burjuva siyasetine mündemiç olduğunu biliyoruz. Ama AKP icraatıyla da en olgun hâline, en üst
aşamasına ulaşmıştır.
Bunca hile, desise, şaibe içindeki AKP’nin Kürt sorununu çözme konusundaki “iddiaları”na kim, nasıl
güvenir?
Ya da “samimiyeti”ne bel ve “umut” bağlayabilir?
Bakın Seydi Fırat’ın, “Yöntem olarak doğru ama kritik” olarak betimlediği güzergâhtaki “süreci”,
“Federatif sistem ülkeyi böler,” diyen Hasan Celal Güzel şöyle yorumluyor:
“Ben Türk’üm ve milliyetçiyim... Türklüğümle övünürüm. Lâkin bu, ırkımla, kanımla, kafatasımla
övünmem ve kendimi üstün görmemden değildir. Çünkü Türkler, X asır boyunca İslâmiyet’in bayraktarlığını
yapmış ve ‘îlâ-yı kelimetullah’ (Allah’ın adını yaymak) için mücadele etmişler; aslâ ırkçı ve ırk ayrımcısı
olmamışlardır.
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) buyurduğu gibi, ‘Arabın Arap olmayana üstünlüğü yoktur, üstünlük
takvâdadır’. Hucûrat Suresi’nin 13. Âyeti’nde Yüce Allah (c.c.), ’Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek
ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli
olanınız O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır’ buyurmuştur.
Bu çerçevede ölçümüz açıktır… Başbakan’ın niyeti hâlistir. Bir an evvel Türkiye’de huzurun
sağlanması için uğraşıyor. Ben Başbakan’ın vatanseverliğine inanıyorum ve O’na sonuna kadar güveniyorum.”
Erdoğan’a bunun için güveniyorlar; yani “Türk-İslâm Sentezi”yle uyumlu olduğu için!
Bu noktada belirtmeden geçilmemesi gereken bir noktada, 2013 Newroz’unda okunan Abdullah
Öcalan’ın “Mektup”undaki “Sorunlu Alanlar”dır.
Bakın “Metin sorunlu alanları da içeriyor” vurgusuyla Erdoğan Aydın ne diyor:
“… ‘Türk halkı bilmeli ki, Kürtlerle bin yıla yakın İslâm bayrağı altındaki ortak yaşam, kardeşlik ve
dayanışma hukukuna dayanmaktadır’ ifadesi (şu an iktidar olup toplumsal çoğunluğa sahip anlayışı, gerçek bir
kardeşlik hukukuna ikna etme çabasının ürünü olsa da), gerçeklikle örtüşmez…
Diğer yandan bu tarihsel önemdeki metin, Alevileri özel isim olarak anmamakla sorunludur. Alevilik,
bu memlekette Kürtlük gibi, tüm asimilasyon ve baskılara rağmen hâlâ toplumsal varlığını sürdürebilen iki
mağduriyetten biri olarak demokratik modernitenin iki temel eşiğinden biridir. Öcalan’ın bu önemi atlaması,
çözüm uğruna AKP’nin dini hassasiyetini kaşımamak gibi anlaşılır bir kaygıyla şekillense de, demokrasi
vizyonunu ve mağdurlar arası duygudaşlığı yaralayıcı bir işlev görmüş, dahası Alevi kimliğini Kürt kimliğinin
karşısında mevzilendirmek isteyenlere de koz olmuştur…”[3]
“Mektup”u okuyunca “İyi de Anadolu’da bin yıldır inkâr ve imha edilmiş, ötekileştirilmiş Kızılbaş
Aleviler, Gayri-Müslimler ve ateistler ne olacak?” diye sormamak olası değildir…
“Türkiye’nin yüzde 99’u Müslüman’dır!” ezberine teslim olmamak gerekirken; “Devletin ve
siyasetin ‘İslâmi Demokratik Kardeşlik’ üzerinden tarif edilmesi asla kabul edilemeyecek bir yaklaşım olarak
karşımıza çıkmıştır,” diyen Turan Eser sonuna dek haklıdır.
Unutulmamalıdır ki Öcalan, “Bu kardeşlik hukukunda, fetih inkâr red ve imha yoktur, olmamalıdır”
derken, Kerbela’dan günümüze, “fetih, inkâr, red ve imhanın” en soğuk yüzünü yaşayan Aleviler için,
“birlikteliğin ve kucaklaşmanın” yolu “İslâmi kardeşlik helalleşmesi”nden değil, insan hakları, eşitlik,
özgürlükler ve halkın inşasında doğrudan ve aracısız olarak yer aldığı demokrasiden geçer…
Tüm bunlardan ötürü “Türk halkı bilmeli ki Kürtlerle bin yıla yakın İslâm bayrağı altındaki ortak
yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmakta” tespitine katılmak mümkün değildir…
Kürt halkının tarihsel trajedisinin ayaklarından birini kılıç zoruyla İslâmlaştırılmaları oluşturur.
İşgalcilerle, sömürgecilerle aynı dini inancı paylaşmak, Kürt halkına her defasında pahalıya mal olmuştur.
1071’de, 1514’te, 1843’te, 1915’te ve 1920’de Kürt egemen siyasetinin tercihlerinde İslâm dini önemli bir
faktördür. Hiçbirinde Kürt halkı kendi adına savaşmamış, tersine her birinde başkası adına silah kullanmıştır.
Parçalarda, özellikle de Kuzey’de entegrasyona ve asimilasyona uygun zemin sunmuştur. Bugün Kuzey
parçasında Kürtlerin yarısı hâlen kendisini Kürt olarak bile tanımlamıyorsa, Kemalist tek-tipleştirme
mekanizmasının yanı sıra Türklerle aynı dini paylaşmalarının da ciddi rolü vardır. AKP ve diğer sistem
partilerinin Kürdistan’da ciddi kitlesel dayanakları varsa, bunu da yine aynı nedende aramalıyız.
Kürtlerin Türk, Arap ve Farslarla “İslâm bayrağı altındaki ortak yaşamları” özgür iradelerince
belirlenmiş bir ortak yaşam değildir. Gerçekte eşitlik, kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmıyor.
Nihayet Öcalan’ın “âkil insanlar” komisyonunda yer almasını önerdiği İsmail Beşikçi de, “görüşmeleri
Öcalan’ın yapmasının yanlış olduğunu, BDP’nin sürecin aktörü olması, mektup getirip götürmekle
yetinmemesi gerektiğini” söyledi.
Öcalan’ın söyleminin iktidarla örtüştüğünü vurgulayan Beşikçi, “Öcalan’ın inkârcı, asimilasyoncu,
ırkçı, sömürgeci, Türk-İslâm sentezi anlayışı sloganlarına sarılması devleti rahatlatabilir ama Kürtlere bir hak,
özgürlük getirmez.
İslâm kardeşliği Kürtleri oyalama, kandırma sloganıdır” eleştirilerini dile getirdi. Beşikçi, Öcalan’ın
“Mandelalaştığı” saptamalarına da karşı çıkarak, “Mandela cezaevindeyken, Afrika Ulusal Konseyi ile görüşün,
dedi. Öcalan da BDP’yi göstermeli,” gerçeğinin altını çizdi.[4]
İşte bu çerçevede Mahmut Alınak’ın, “Kürt meselesini çözecek son kişi” uyarısı “es” geçilmemelidir.
Ahmet Kahraman’ın, “AKP’nin taklacılığında sınır yok. Savulun insanlar, onlar şimdi kanma,
kandırmaca, dil üstünde kaydırmacayla Kürdistan sorununu çözme taklaları atmakla meşgul,” uyarısının altını
çizerek ekleyeyim: Erdoğan’ın Kürt meselesini, onurlu bir barışla “çözme” düşüncesi asla olmadı!
“Nasıl” mı?
Sözü ‘Söz ve Eylem’ Dergisi’ndeki ‘Çözüm mü, Tasfiye mi?’ başlıklı yazının iki paragrafına
bırakıyorum:
“Gerçekler direngendir; 2002-2011 yılları arasında yaşananlar, demokratikleştiği varsayılan devletin
gerçek niteliğini ortaya koymaya fazlasıyla yetiyor. Roboskî’de 34 Kürt bombalanarak öldürüldü, faili devlet
ama katliam emrini verenler hâlâ ‘faili meçhul’, devletin bütün organları, yargı, parlamento, tıpkı 12 Mart’ta,
12 Eylül’de olduğu gibi, olayı örtbas etmek için elinden geleni yapıyor. 320 faili meçhul, 441 yargısız infaz,
4 kayıp, on binlerce siyasi tutuklu, ihbarcılığa dayalı bir hukuk sistemi; işte ‘değişen’ burjuva demokrasisinin
gerçek yüzü !!
En küçük hak arama eylemine ve protesto girişimine polis copu ve biber gazıyla müdahale eden
devletin, Sinop ve Samsun’da BDP’li vekillere karşı organize edilen linç girişimine saatlerce sessiz kalması,
saldırganları engelleyecek yerde, vekilleri Ankara’ya dönmeye zorlaması, Samsun’da saldırıya uğrayanları
tutuklaması, olayların ardından Başbakan’ın büyük bir pişkinlikle sorumluluğu CHP ve MHP’ye yükleyerek
sorumluluktan sıyrılmaya çalışması, tasfiye sürecinin bir imha süreci olduğunun kanıtıdır.” [5]
Burada durup belirtmem gerek: Kimse bu saptamaları “sorumsuzluk”, “elini taşın altına koymaktan
kaçınma” ve benzeri nitelemelerle yargılamasın!
Gerçek odur ki AKP’nin dayattığı bugünde, ne “TC’nin” ne de Kürt hareketinin, ne kadar
“inceltilmiş”, “anlayışlı” ve “kabullenici” olursa olsun kendi çözümünü diğer tarafa kabul ettirmesi mümkün
değildir ve görünmemektedir de…
Çünkü AKP’nin konumunun Sun Zi’nin, “En iyisi, düşmanı savaşmadan yenilgiye uğratmaktır.
Komutanlığın en üstünü, düşmanı hileyle alt etmektir,” formülasyonunda somutlandığı koordinatlarda politik
açıdan Emmanuel Levinas’ın, “Savaş hâli ahlâkı askıya alır,” diye özetlediği hâl yaşanmaktadır…
İA: Âkil insanlar, hakikât komisyonu gibi süreci hem hızlandıracak hem ön açıcı olacak hem de adaletli
bir yaklaşım sergileyecek olan bu komisyonların aciliyeti, çözüm noktasında önemli. Bu durumu nasıl ele
alıyorsunuz?
“Âkil insan”lar konusunda Ahmet Hakan’ın, “Erdoğan ‘âkil insan’ değil yandaş arıyor,” saptamasının
doğru ve yeterince açıklayıcı olduğu kanısındayım.
Kaldı ki İsmail Beşikçi’nin, “Âkil insanlar komisyonu”nun “tıkaç” olacağını belirtmesi de boşuna
değilken; “âkil insan”lar saptaması bana “Süpermen”i hatırlatıyor.
Soru(n)ları, “Süpermen”ler değil; hep sıradan hayata dokunan, onu üreten insan(lar) çözer…
Gelin hakikâtleri araştırmak için bir komisyon kuralım ama içinde şehit gerilla anaları, savaşın Türk
tarafındaki ilk elden mağdurları, savaştan ötürü evlerinden barklarından sürülenler (mesela Süryaniler),
işkenceden geçirilenler, İHD’liler, ÇHD’liler, KCK’lılar yer alsın…
Bu çok taraflı bir öneri mi? Yaşadığımız yüzyılda “tarafsız” olan ne var ki?
“Tarafsız”lık, tarihin tanık olduğu en taraflı yalandır!
Bu koordinatlarda Kürt sorunu bir çözüm sürecine girdi mi? “Görüşmelerin” başlamış, “silahların”
susmuş gibi görünmesi yani bu görüntü, bir istikrara mı işaret ediyor? “Âkil insan”lar derde deva olur mu?
Soru(n)lar hâlâ orta yerdeyken; tüm bunlar müphemdir. Çünkü soru(n), yüzeysel irdelemeler ile
çözümlenemez Ergin Yıldızoğlu’nun işaret ettiği üzere:
“Burjuva-liberal eğilim, postmodern bir yaklaşımla Kürt sorununu, bireysel ve kültürel boyutuna
indirgiyor (‘yalnızca bedenler/birey ve dil/kültür vardır’). Tam bu söylem egemen olur gibi görünürken
burjuva-ulusalcı eğilim hatırlatıyor: ‘Ama coğrafya da vardır’. Bu yaklaşımların ikisi de, ‘ulusal sorunun’,
özünde, toprak (kaynak), mülkiyet, sınıf iktidarı sorunu olduğu gerçeği’nin dışavurumudur. Biri marazi (isterik)
biçimde bu gerçeği yadsımaya çalışıyor. Diğeri, sürekli coğrafyayı anımsatıyor.
‘Kürt sorunu’, toprak, su, enerji ve bölgesel güç/iktidar dağılımları açısından çok önemli bir coğrafyada,
bu kaynakların edinim, kullanım, bölüşüm süreçleri üzerinde yaşanıyor. Bu Gerçek, kapitalizmin özellikle kriz
dönemi koşullarında, ulusal sorunun istikrar kazanabilecek bir ‘çözümünün’ olmadığını söylüyor.
Ama çözmeye ısrarla çalışmaktan başka bir seçenek de yok. Beckett’in ‘Adlandırılamayan’ başlıklı
yapıtının sonundaki gibi: ‘…devam etmelisin, devam edemem, devam edeceğim’. Devam etmenin yolu
sanırım, mülkiyet, bölüşüm ve sınıf iktidarı sorunlarını aynı anda, ertelemeden çözmeye çalışmaktan geçiyor.”
İA: Başbakan da bu yılın başında “silahlar sussun fikirler konuşsun” dedi. Ancak hâlen binlerce
siyasetçi, seçilmiş, bu yüzden cezaevlerinde. Buna dair gerek yasal düzenlemeler gerek çözüme dair somut
adımlar atılması bağlamında neler yapılmalı? Çünkü siz de fikirlerinizi konuşturduğunuz için hakkınızda
birçok dava açıldı, hâlen yargılanan bir yazar, aydın kimliğine sahip bir kişisiniz.
Rasim Özgür Dönmez, “PKK, her şeye rağmen ve isteklerini minimize ederek, Türk devleti istediği
sürece barışa evet diyecektir,” diye haykırırken “Ne yapılmalı” mı?
Öncelikle Kürtler (ve tüm Anadolu halkları) ile Türk’ü ve Kürt’üyle evlatları katledilen tüm analardan
özür dilenmeli…
Savaş suçluları hariç genel af çıkarılmalı…
“Kirli savaş” sürecinde topraklarından edilenlere bu olanak ve tazminat hakkı birlikte tanınmalı…
Kürdistan’ın Kuzey’inin kaderini özgürce tayini için Kürt illerinde referanduma gidilmeli… (Talepler
daha da çoğaltılabilir…)
Evet, böylesi bir barışa dünden fazla ihtiyacımız varken; kulaklara küpe edilmesi gereken Günay
Aslan’ın şu satırlarıdır:
“BDP’nin işi AKP’nin PKK’nin ne yapması gerektiğiyle ilgili yarattığı maksatlı gündemin peşinden
sürüklenmek değil, devletin temel yapısının ve ideolojisinin değişip değişmeyeceğini sorgulamak, bunu
tartışmak ve gündemleştirmektir.
Zira, Türk devletinin mevcut yapısı ve ideolojisi devam ettiği sürece hiçbir şey değişmeyecektir.
İnkârcı ve imhacı sistem birkaç fırça darbesiyle kendini yeniden üretecektir.
Silahlar susmuş olmasına rağmen Kürt sorunu çözülmeyecek, Türkiye demokratikleşmeyecektir…”[6]
“İyi de ne olacak” mı?
“Baskının sınırları, baskı görenin sabrettiği yere kadar uzanır,” der Frederick Douglass…
3 Nisan 2013 15:40:04, Ankara.
NOTLAR
[*] Newroz, Yıl:7, No:233, 2 Mayıs 2013…
[1] Ludwig Wittgenstein.
[2] S. Çiftyürek, “Türk Devleti’ne ‘Küresel Aktörlük’ Kürt Halkına ‘Demokratikleşme’!”, Newroz, Yıl:7, No:231, 22 Mart
2013, s.1-2.
[3] Erdoğan Aydın, “Newroz, Barış ve Öcalan’ın Metni”, 25 Mart 2013, ozgurlukcusol@yahoogroups.com
[4] Türey Köse, “İsmail Beşikçi: Komisyon Tıkaç Olur, ‘İslâm Kardeşliği’ Kürtleri Kandırma Sloganı”, Cumhuriyet, 29
Mart 2013, s.1-14.
[5] “Çözüm mü, Tasfiye mi?”, Söz ve Eylem, No:22, Mart 2013.
[6] Günay Aslan, “BDP’den Beklediğimiz”, 27 Mart 2013, http://www.gunayaslan.com/index.php/gunay-aslan-yazilar/237-
Yorumlar