“Önce doğruyu bilmek gerekir, doğru bilinirse yanlış da bilinir: ama önce yanlış bilinirse doğruya ulaşılamaz.”[1]
Resmi ideolojik Türk(iye) eğitim(sizliğ)inin bir parçası olan Türk(iye) Üniversitelerinden ve yok olası YÖK’ünden o kadar çok söz ettim ki, bu konuda yeniden fikir beyan etmek, ister istemez “tekrar” oluyor!
Bu nedenle dilerim -aranızda varsa eğer- beni daha önce dinleyenleri sıkmam…
O hâlde malum klasik soru(n) ile başlayalım…
YÖK NE (Mİ)?
“Son” söylenmesi gerekeni öncelikle ifade ederek başlayayım: YÖK, 12 Eylül 1980 darbesinin has evladıdır; bir darbe ürünü olarak da anti-demokratik ve totaliterdir; bu özellikleriyle “reforme” edilemez; onu düzenleyecek biricik yol YÖK’ün ilgasıdır…
Herkesin bilgisi dahilinde olduğu gibi, 12 Eylül rejimi, YÖK düzeni ile üniversiteleri baskı altına alarak, temel işlevlerinden uzaklaştırmayı hedeflemiştir. Aradan geçen çeyrek asra karşılık, 12 Eylül rejiminin üniversiteler üzerindeki etkisi yaygınlaşarak sürmektedir. Bu bağlamda üniversite, akademik ve idari özerkliğini kaybetmiş, mali sorunlarını piyasa koşulları içerisinde çözme durumu ile karşı karşıya kalmıştır. Böylece üniversiteler siyasi iktidarların, devletin, sermayenin ve kimi zaman da dinin baskısı altında toplumsal amaçlara uygun bilim üretme ve nitelikli insan yetiştirme işlevini kaybetmiştir.
Özetle YÖK’le:
Akademik özerklik yok edildi…
Üniversiteler tek tip hâle getirildi…
Hiyerarşik diktatörlükler kuruldu…
Bilimsel üretkenlik kâğıt üzerinde kaldı…
Koltuklar keyfice dağıtıldı…
Vakıf üniversitelerinin kontrolsüz büyümelerine seyirci kaldı…
İntihallere seyirci kaldı…
Özel(leştirilen) eğitimin önü açıldı…
Üniversiteler resmi ideolojinin borazanlığını üstlenerek, ticarileştirildi…
Bu tabloda eski YÖK Başkanı Teziç bile, “YÖK’ü savunmuyorum”[2] demek zorunda kaldı!
Tüm bunlardan ötürü kimsenin inkâr edemeyeceği üzere YÖK ile üniversiteler idarecilerin, akademisyenlerin, çalışanların niyetlerinden bağımsız olarak, 12 Eylül’ün ruhunun ‘bir heyula’ gibi dolaştığı mekânlardır.
“DEĞİŞEN YÖK DEĞİL, SADECE BAŞKANI”
Teziç’e, “YÖK’ü savunmuyorum” dedirten şey, yeni başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’dır!
Yusuf Ziya Özcan, AKP’ye yakın bir isimdir; piyasacıdır; yasakçıdır…
İslâmi araştırmalarının yanı sıra “tarikatlar” konusunda da çalışması bulunan, Nakşibendiliğin İsmail Ağa ve İskender Paşa kollarını ele alan bir doktora tezine danışmanlık yapan Özcan’ı betimleyen iki özellikten biri yasakçılığı, diğeri de piyasacılığıdır!
Yasakçılık… dedik:
Örneğin Özcan, “Üniversitelerde tüm yasaklar kalkacak” derken Konya Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı, televizyonlarda görüşlerini anlatan Doç. Dr. Şahin Filiz hakkında soruşturma başlattı.
Soruşturmanın gerekçesi “İzinsiz şehir dışına çıkmak ve televizyon programlarına katılmak.” Ancak “Kur’an’da başörtüsü yoktur,” diyen Filiz’in avukatı Ali Altay ise müvekkilinin “başörtüsü” ile ilgili değerlendirmeleri yüzünden soruşturulduğunu belirtti.
Ardından da “Türban mikrofaşizmin kaynağıdır” diyen Doç. Dr. Şahin Filiz’in “Pekiyi” olan sicil notu belge gösterilmeden “Orta”ya düşürüldü!
Bundan başka Özcan, türbana serbestlik getiren düzenlemeye tepki göstermek amacıyla yapılan Üniversiteler Arası Kurul toplantısını iptal etmek için açık tavır koydu. Ancak bunda başarılı olamayınca kurul üyelerini hukukla tehdit etti!
Yusuf Ziya Özcan’ın yasakçı otoriterliğine dikkat edin!
Piyasacılık… dedik:
Özcan göreve gelir gelmez, yükseköğretim sistemine ABD’deki düzenin getirileceği sinyalini verdi; “Üniversiteleri paralı yapalım, öğrenciye burs verelim,” dedi…
Ardından da, “İdealim, belli sayıda insanı üniversiteye taşımak. Diğerlerini, yüksek teknik okullara ve meslek yüksekokullarına yönlendirmek. Bedava okul da olmaz. Hiçbir yerde görülmemiştir bu,” dedi!
Eğitimi ticari bir metaya tahvil etmek isteyen Özcan için “para çok önemli”dir; çünkü o bir neo-liberaldir!
Örneğin Özcan kendisinin ve YÖK Başkanvekilliği, Yürütme Kurulu üyeliği ve Denetleme Kurulu üyeliği görevinde bulunan arkadaşlarının maaşlarına yüzde 130 ile yüzde 200 arasında zam yapılmasını istedi.
Bunlar YÖK Başkanı “özel(leştirilen) eğitim”in, ticarete tahvil edilmesinin en bariz simgesidir!
Geçerken belirteyim: Özcan’ın bu tutumuna destek verenlerden birisi de, “YÖK’ün yeni başkanı ‘Yükseköğrenim paralı olmalı’ dedi ve hemen tepki çekti. Ancak, ‘Parası olmayan da okumayıversin, kardeşim’ demedi (Bunu, şu anda yürürlükte olan ‘parasız eğitim’ sistemi fiilen söylüyor), ‘Bir burs sistemi kuralım’ dedi,”[3] diyen Murat Belge’dir!
“ÖZEL(LEŞTİRİLEN) EĞİTİM” = TİCARET
“Eğitim ve üniversiteler gündeminde YÖK Başkanı Prof. Yusuf Ziya Özcan’ın sözleri genişçe yer buldu. Aslında fena da olmadı. Böylece sorunun arka planının da görülmesine yardımcı olabilecek bir tartışma ortamı doğdu.
‘İdealim, belli sayıda insanı üniversiteye taşımak. Diğerlerini, yüksek teknik okullara ve meslek yüksekokullarına yönlendirmek. Bedava okul da olmaz’ diyen ve ‘devlet üniversitelerini paralı yapmak istediklerini’ söyleyen Profesör Özcan, ‘Amaç, sadece belli sayıda insanı üniversiteye taşımak olabilir. Okullar bedava. Hiçbir yerde görülmemiştir’ diye de eklemişti.
Prof. Özcan’ın bu açıklamasına, üniversite öğretim üyesi dernekleri, eğitim sendikaları, öğrenciler ve siyasi çevreler başta olmak üzere çeşitli çevrelerden tepkiler geldi.
Bu tepkiler üzerine YÖK Başkanı Prof. Özcan, üniversitelerin paralı olması gerektiği fikrini savunmayı sürdürdü.
‘Üniversitelerin ‘mali bağımsızlığa’ kavuşabilmesi için paralı hâle gelmesi gerektiği’ görüşünde ısrar eden Prof. Özcan, bu görüşünü ‘Devlet parayı üniversiteye veriyor. Üniversitenin bütçesini zenginleştiriyor. Üniversiteye verileceğine öğrencilere burs olarak verilsin. Böylece üniversite kendi hesabını bilir, bölüm açarken, fakülte açarken çok dikkatli davranır. Eğer o bölüme yeteri kadar öğrenci çekemezse atıl kalır’ şeklinde gerekçelendirdi.
Prof. Özcan’ın açıkladığı fikre yönelen eleştiriler elbette doğru ve yerindeydi. Ne var ki bu eleştirilerin önemli bir bölümü hedefi şaşırmıştı.
Çünkü eleştiri YÖK Başkanı’na yönelirken bu fikre kaynaklık eden politikalar ve sistem arka planda kalmış ve ıskalanmıştı.
Üniversiteler bilim ve teknoloji üreten ve toplumun hizmetine sunulan kurumlar olmalıdır. Ayrıca bilim insanlarının aydınların da yetiştirildiği kurumlardır üniversiteler. Peki, ülkemizde üniversiteler gerçekten bu nitelikleri taşımakta mıdır? Soruyu daha doğru biçimde sorarsak; her şeyi kâra dönüştürmeyi hedefleyen, paranın tek değer, daha fazla kârın tek amaç olduğu kapitalist emperyalist sistemde üniversiteler, gerçekten toplum yararına bilim ve teknoloji üreten kurumlar olabilirler mi?
Piyasacılığın prim yapmaya başladığı ‘70’li yılların ikinci yarısından itibaren ve özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra bilim ve teknoloji patent yasaları ile tekelci sermayenin mülkiyetinde, pazarlanabilir bir metaya dönüştürülmüş ve üniversiteler de giderek büyük şirketlere proje ve teknoloji üreten kurumlara dönüşmüştür.
Üniversiteler bu hâle getirilirken YÖK’ü yönetenler belki ‘Üniversiteler paralı olmalıdır’ demediler ama üniversiteleri paralı yaptıkları gibi özelleştirmeye de hazırladılar.
Prof. Özcan ise temsilcisi olduğu sınıfın (kapitalistlerin-büyük patronların) ihtiyaçlarına uygun olarak sistemin gereğini ifade etmiştir. En azından bu konuda takiye yapmamıştır.
Sermaye, egemen sınıf olarak emekçi çocuklarının bilimsel bilgiye ulaşmasını ve yönetim kademelerinde yer almasını engelleyerek onları ara eleman, kalifiye işçi veya yedek işgücü olarak işsizler ordusunun elemanı hâline getirmeyi, üniversite eğitimini kendi çocukları veya kontrolünde tutacağı sınırlı sayıda genç için bir ayrıcalık hâline getirmeyi istemektedir. Kapitalist sistemin gereği de budur.
Bu nedenledir ki; YÖK Başkanı’nı ve onun görüşlerini eleştirirken, soruna kaynaklık eden kapitalist sistemi gözden kaçırmak olmaz.”[4]
Evet, sadece YÖK’ü, başkanını eleştirerek yol almak mümkün değildir; esas mesele kapitalizm ve eğitimidir!
Görülmesi gerek: Üniversiteleri paralı hâle getirmeye çalışan AKP hükümeti, ‘sermayeye hizmet, hakka hizmettir’ pervasızlığıyla, bilimi satın alma gücüne göre dağıtılan bir metaya, üniversiteleri de ticarethaneye dönüştürmeyi amaçlıyor!
Anımsayın! “Ne demişti, yeni YÖK Başkanı? ‘Üniversitelerin her türlü bağımsızlığa kavuşması için bu gereklidir. Özellikle mali bağımsızlığa kavuşması için gereklidir. Devlet parayı üniversiteye veriyor. Üniversitenin bütçesini zenginleştiriyor. Üniversitelere verilen para burs olarak öğrencilere verilse, ihtiyacı olan her öğrenci bu burstan yararlansa, parası olan öğrenci okul parasını kendisi karşılasa, olmayan ise devletten burs alsa bu daha iyi olur. Böylece üniversite kendi hesabını bilir, bölüm açarken, fakülte açarken çok dikkatli davranır. Eğer o bölüme yeteri kadar öğrenci çekemezse atıl kalır. Bu nedenlerden dolayı bana çok pratik geliyor... Burs konusunda neden sıkıntı olsun? Devlet zaten burs veriyor. Üniversitelere verilen para da öğrencilere verilir. İhtiyacı olan herkese burs verilsin. Burada sıkıntı olmaz.’ Yani, ‘Üniversiteler paralı olmalı, bedava üniversite olmaz’ dedi. Türban özgürlüğünü savunduğu için yeni YÖK Başkanı’na öfkeli olanlar, bu ifade üzerine ayağa kalktı. Nasıl böyle bir söz söylenir-miş...
Her şeyden önce, Türkiye’de üniversiteler bedava değil ki. Yıllardır ‘harç’ adı altında öğrenciler para veriyor. Özellikle tıp fakültesi hizmetleri uzun süredir paralı. Maşallah, tıp fakültelerimiz özel işletme gibi çalışıyor. Ama derdim bu değil. Yeni YÖK Başkanı’na haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Sayın Özcan, yeni bir şey söylemedi ki. Açın bakın arşivlerinizi, çok sayıda benzer ifade bulabileceksiniz. Örneğin eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz ne demişti, hatırlayalım: ‘Artık üniversiteler paralı olacak. Bağırsalar da bu yasa geçecektir... Öğrenci harçları yükselecek, ancak biz zenginden alıp yoksulu okutacağız.’ Bir başka belge; ‘Yükseköğretimin yeniden yapılandırılması: Temel ilkeler’ adı. Ekim 2003 tarihli. TÜSİAD Raporu. Sayfa 48’de aynen şöyle yazıyor: ‘Herkes, yani öğrenciler, vatandaş, iş alemi ve devlet, üniversiteden aldığının karşılığını ödemeli ve bunu sağlayacak mekanizmalar getirilmelidir. Öğrenci başına maliyeti fazlasıyla karşılayabilecek öğrencilere daha yoksul öğrencilerden kaynak transferi anlamına gelen bugünkü sistem yerine, sosyal adaleti sağlamak amacıyla, eğitim mutlaka paralı olmalı; alınacak harçların miktarı öğrenci maliyetlerini karşılayacak biçimde üniversitelerin kendileri tarafından belirlenmelidir.’
Yani Özcan, ne bir ilk olmuştur, ne de şimdiye değin söylenmeyeni ifade etmiştir. Yıllardır, özellikle de 1980 sonrası yeniden yapılandırılan üniversitenin yeni misyonunu anladığı ve benimsediğini çok iyi bir şekilde göstermiştir. Başka bir deyişle, üniversiteye yaklaşım konusunda Özcan ile Gürüz, TÜSİAD ile AKP arasında özünde bir fark yoktur. Bakmayın siz türban tartışmalarına, üniversitenin ticarethane olması konusunda aralarında milim ayrım görünmüyor. (…)
Değişiklikler sonucu, üniversite, uluslararası sermayenin istediği/ihtiyaç duyduğu bilgi üreten kurumlar hâline gelecek. Sermayenin gerek duymadığı konular, giderek üniversitenin ilgi alanı dışında kalacaktır.
Daha önceden bir kamu kurumu olan ve bir kamu hizmeti sunan üniversite, kamu kurumu niteliğini yitirme sürecine girmesiyle artık kamu hizmeti üretmeyecektir. Dolayısıyla ürettiği hizmetin karşılığını öğrencilerden, toplumdan alma hakkına sahip olacaktır. Yine en iyi örnek, tıp fakülteleridir. Paralı hizmet, paralı eğitimin öncüsüdürler. Bu model yaygınlaştırılacaktır.”[5]
Karşı çıkılması gereken tam da budur!
Tekrarlamak pahasına altını çizelim: “Özcan, ‘üniversiteler bedava, bu dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir’ veciz sözüyle bir cümlede iki yanlış birden yapma başarısını gösterdikten hemen sonra, Murat Belge, Baskın Oran ve Taha Akyol gibi ‘özgürlükçü’ yazarlar, düşünmeden aynı yanlışı tekrar etmekte gecikmediler. Hatta öyle ki, kimisi ‘bedavacılığın bozulması gereken bir ezber olduğunu’ (B. Oran), kimisi ‘parasız üniversite istemenin etik bir sorun teşkil ettiğini’ (M. Belge), bir başkası da ‘bilimin ticarileştirilmesi gerektiğini ve paralı üniversitenin fırsat eşitliği yaratacağını’ (T. Akyol) dillendirdi. Elbette ki bu ‘özgürlükçü’ yazarlar, savunduklarının, sınıfsal gerçekliği gözardı eden kerameti kendinden menkul bireyci bir demokrasi kurgusu ile piyasa faşizmini uzlaştırmaya hizmet edeceğinden bihaberdirler. Böyle düşünen birisi için, ‘bedava üniversite istemek’ etik olmayacak, ama bölüşüm sorununun adını bile ağzına almamak bırakalım ‘etik’ olup olmamayı, bir sorun olarak bile görülmeyecek. Kaldı ki asıl ezber, üniversitelerin ‘bedava’ olduğu üzerinedir ve mutlaka bozulması gerekir.
Zira ‘üniversitelerin bedava’ olduğunu söylemek baştan aşağıya yanlıştır. Bugün Türkiye’deki üniversitelerin hiçbiri ‘bedava’ değil. Yok harç parası, yok yurt ücreti, yok kayıt ücreti, yok bağış parası derken üniversiteler zaten parasını ödemediğiniz zaman adımınızı atamayacağınız kurumlar hâline geldi. Zira 2006-2007 öğretim yılında öğrencilerin bir yıl için ödeyeceği harç ücreti, tıp fakültesinde 483 YTL, mühendislik fakültesinde 317 YTL ve eğitim fakültesinde 232 YTL’dir. ‘Bunlar da para mı?’ denilebilir, ancak asgari ücretin henüz yakın bir tarihte 435 YTL yapıldığı bir ülkede ve asgari ücretle çalışan bir emekçi için bu, evet, paradır. Tabii bu harç ücretleri ikinci öğretim söz konusu olduğunda kat be kat artar. Tek bir örnek vermek gerekirse, mühendislik fakültesi ikinci öğretiminde bu harç ücreti 1.251 YTL’ye çıkıyor. Elbette ki bu harç ücretlerine yurt ücreti, kayıt ve bağış parası dahil değildir.
Diğer taraftan, dünyanın hiçbir yerinde parasız üniversitenin görülmediğini söylemek, bilgisizliğin bir ürünü değilse eğer, insanları yanlış yönlendirmek ve onları ikna etmek için uydurulmuş bir sözden başka bir şey değildir. Bunu söyleyen her kim olursa olsun, Avusturya, Fransa, Almanya, İskandinav ülkeleri ve Küba gibi ülkelerden habersiz olduğunu ilan ediyor demektir. Zira bu ülkelerin bir kısmında hiçbir ücret talep edilmiyor, bir kısmında ise sadece kayıt parası alınıyor. Fransa’da üniversitelerin paralılaştırılması girişimleri başladı ve hâlen devem ediyor, ancak hem çalışanlardan hem de öğrencilerden büyük bir tepki var. İşin doğrusunu söylemek gerekirse, dünyanın hiçbir yerinde bütünüyle öğrenci parasıyla finanse edilen tek bir üniversite yoktur.
Üniversite eğitimi bütünüyle paralı hâle getirilemez, getirilmemelidir.
Çünkü, eğitim temel bir hak ve devlet tarafından karşılanması gereken bir sorumluluktur. Üniversiteyi paralı hâle getirmek, bir ‘hak’kı ‘ihtiyaca’ dönüştürmek demektir. Üniversiteleri paralı hâle getirmeye çalışan AKP hükümeti, ‘sermayeye hizmet, hakka hizmettir’ pervasızlığıyla bilimi satın alma gücüne göre dağıtılan bir metaya, üniversiteleri de ticarethaneye dönüştürmeyi amaçlıyor.
Çünkü, bilim ve bilim eğitimi, bu eğitimden yararlanan bireylerin kendi çıkarlarını gidermelerine ve bu alanı zenginleşme aracı olarak kullanmalarına değil, toplumun gelişmesi ve kendini yeniden üretmesi için gerekli olan entelektüel kapasitesinin geliştirilmesine hizmet eder. Dolayısıyla eğitim, aslında bir kamusal maldır ve fiyatlandırılamaz.
Çünkü, ‘üniversiteleri paralı yapalım ama ödeyemeyen yoksullara burs verelim’ söylemi, E. P. Thompson’un İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu kitabında andığı İngiliz işçilerinin hazırlamış olduğu bir bildirideki ifadeleri anımsatmaktan başka bir işe yaramaz: ‘Önce yoksullaştırıyorlar, sonra büyük bir tantanayla sadaka dağıtıyorlar’!”[6]
BASKIN ORAN (VEYA NEO-LİBERAL) PARANTEZİ
“Bedava üniversite ezberi”ne karşı çıkmasıyla maruf Baskın Oran’ın en temel özelliği, “ezber bozma ezberi”dir!
Bu ezber ile Onun; “Bozulan son ezberi: Emekçi çocukları üniversite okumak zorunda değildir,”[7] sonucuna kapı açan tutumudur!
Oran’ın bu (elbette neo-liberal!) tutumu üzerinde fazla laf edecek değilim; denilmesi gerekenleri sevgili Sibel Özbudun, “Baskın Oran’a Açık Mektup”[8] başlıklı yazısında değinmişti…
Oran, Sibel Özbudun’un eleştirisine doğrudan yanıt yerine dolambaçlı bir mugalatayı tercih etti ve dedi ki:
“Adım Orhan Pamuk olsaydı, herhâlde şöyle derdim: ‘Bir yazı yazdım, neo-liberal oldum’.
‘Üniversite böyle devam edemez, ederse 15 yıl sonra kamu üniversitesi diye bir şey kalmayacak. Daha doğrusu, bir avuç değerli idealist ile bir sürü başka yerde iş bulamaz asistan kalacak’ diye uyardım, neo-liberal oldum.
Soruyorlar: ‘Niçin cevap vermiyorsun?’ 9-10 Şubat’taki Türkiye Barış Meclisi konferansında öğlen sandviç-ayran arasında bir genç yanıma geldi, ‘konu’yu açtı, neden böyle söylediğimi sordu. Kendisine dedim ki:
‘Kardeşim, ben üç şey söyledim: 1) Üniversite bedava olmaz; Güler Sabancı ve Cem Boyner Boğaziçi’nde bedava okudu. Parası olan gücüne göre öder. 2) Üniversite burssuz olmaz. Her ihtiyaç duyana yeterli burs verilir. Çocuk iş bulduktan sonra kendisine zarar vermeyecek biçimde geri öder, başkaları da alabilsin diye. 3) Öğrencinin ödediği paralar devlete geri gitmez. Şimdiye kadar devletin bütçeden verdiğine eklenir ve burs vermekte kullanılır. Böylece üniversite kısmen de olsa malî özerkliğe kavuşur. Biliyor musun ki, insanlar bu önerilerin birincisini okudu, ikinciyi ve üçüncüyü okumadı!’.
Genç şöyle dedi: ‘Doğru ama, birinciyi okuyunca artık insan gerisini okumadan bırakıyor’. Sandviç-ayran boğazımda kaldı. Avustralya’da oturan samimi ve çok bilgili bir arkadaşımın söylediğinin elifi elifine aynısıydı...”[9]
Hayır bu mugalatanın hiçbir satırı yanıtı hak etmiyor!
EĞİTİM KONUSU
Eğitim…
Aristoteles’in, “Erdeme yol vermeyen eğitim, boş bir çaba ve aldatmacadır”; Mark Twain’in, “Eğitim kafayı geliştirmek demektir. Belleği doldurmak değil”; Albert Einstein’ın, “Eğitim, okulda öğrenilen unuttuklarımızdan geriye kalanlardır”; Demokritos’un, “Eğitilmiş insanların umutları, bilgisizlerin zenginliğinden daha değerlidir.” “Eğitim, mutlular için bir süs, mutsuzlar için bir sığınaktır,” diye tanımladıkları eğitim konusunun en temel özelliği sınıfsal niteliğidir…
Unutulmasın “Devlet kendi ideolojisinin devamı için istediği yönde tek tip insanların oluşturulmasında okulu ve okulun yapısını kullanır. Okul devletin küçük bir modelidir... Devletin resmi ideolojisinin yansıtıldığı araçlardan biri de ders kitaplarıdır.”[10]
Eğitimin en fazla göz ardı edilen bu yanına ilişkin olarak, Nietzsche’nin, “Bütün eğitim şimdi akademik özgürlük diye övülen şeylerin tam tersiyle başlar; itaatle, emir altına girmekle, terbiye ile, hizmetkarlıkla,” sözünü asla unutmamalıyız!
Toparlarsak “sınıfsal” niteliğini göz ardı etmeden Aristo’nun, “Rahat ve kolay bir hayat mı; yoksa erdemli ve mutlu bir yaşam mı? Eğitim akıl ve bilgiyi mi; yoksa kişiliği mi geliştirsin? Eğitim hayatta geçerli olan pratik becerileri (sanatları) mi; ahlâki değerleri mi; yoksa, yüksek başarıları mı kazandırsın?” soruları günümüzde de eğitimin amaçları konusunda yolumuza ışık tutuyor…
TÜRK(İYE) EĞİTİM(SİZLİĞ)İ
Boylu boyunca resmi ideoloji ve kapitalist sınıfın damgasını yemiş “Türk(iye) Eğitim(sizliğ)i” Tanzimat’tan bu yana Türkiye’de en çok tartışılan konulardan biri eğitim olmuştur.
Bu konuda, “Kültürle beslenmeyen bir eğitim, kökü çürük ağaçtan farksızdır; yaprakları gürdür, ama meyve vermez,”[11] türünden aydınlanmacı hamaseti bir kenara bırakırsak; coğrafyamızdaki eğitim(sizliğ)in temel probleminin resmi ideoloji + kapitalist sınıfsal boyunduruk olduğunu görürüz…
Kapitalist düzene biat etmiş insan(cık)ların ceberut bir disiplin aygıtı olarak “Türk(iye) Eğitim(sizliğ)i”nin hâl-i pür melaline ilişkin olarak şu çarpıcı örnekleri sıralayabiliriz…
* Bağımsız Eğitimciler Sendikası’nın araştırmasına göre, Türkiye’de her 100 eğitimciden 95’i borç alarak yaşıyor!
* Okulların yüzde 81’inde öğretmen açığı, yüzde 87’sinde fiziki mekân eksiği var. Yüzde 42’sinde kütüphane, yüzde 38’inde bilgisayar bulunmuyor!
* Hatay Özbuğday Lisesi’nde, 50 YTL’lik katkı payını ödemeyen öğrencilerin, sınıfta oldukları hâlde yoklamalarda “gelmedi” gösterilerek “cezalandırıldığı” öğrenildi![12]
* Eğitimde yaşanan skandallara bir yenisi de 13 Mayıs 2008 Mersin’de eklendi. Okul Müdürünün ilköğretim öğrencilerini tahta pergelin sivri ucuyla sıra dayağına çekti![13]
* Çok önemli bir şey daha: Milli Eğitim’in yeni felsefe müfredatı ‘dini bütün, milliyetçi ve saygılı’ gençlik hedeflerken felsefe anlatmayı unutmuş durumda…
Örnek mi? Kur’andan hadisler, kompozisyon konusu…
Siyaset ve Felsefe ünitesinde, etkinlik kapsamında “Bir saat adaletle hükmetmek, bir sene ibadet etmekten daha hayırlıdır,” diyen hadis -i şerife yer veriliyor. Bu hadisin konu olacağı bir kompozisyon yazılması isteniyor.
Taslakta, “Evrensel Anlamda Din İnsana Ne Kazandırır?” ve “Evrensel Anlamda Felsefe İnsana Ne Kazandırır?” başlıklarıyla din ve felsefenin karşılaştırıldığı bir tabloya yer veriyor. Bu tabloda dinin insana “huzur”, “mutluluk”, “güven”, “manevi doygunluk” ve “Tanrı sevgisi” verdiği öğretiliyor.[14]
Türk(iye) eğitimi konusunda bu kadar vahim örnek yeter değil mi?
TÜRK(İYE) ÜNİVERSİTELERİ
Böylesi bir eğitim(sizliğ)in üzerine, bir de YÖK’le deforme edilmiş Türk(iye) üniversitelerine gelince…
Türk(iye) üniversiteleri, egemen kapitalist boyunduruk ile resmi ideolojisinin “kaleleri” veya rejimin bekçileridirler…
Örneğin ‘Political Researcher’ adlı araştırma şirketi tarafından Gazi, ODTÜ, Ankara, 19 Mayıs, ve Akdeniz üniversitelerinde görev yapan 705 öğretim üyesinin katıldığı bir araştırmaya göre öğretim üyeleri son dönemde yaşanan olaylar nedeniyle Türkiye’nin geleceğinden endişe duyuyorken; görevlilerinin yüzde 63.3’ü Türkiye’nin geleceğinin irtica tehdidi altında olduğunu düşünüyor.
Ayrıca araştırma, öğretim üyelerinin rektörde aradığı en önemli özelliğin ise “Atatürkçülük” olduğunu ortaya koydu. Öğretim görevlilerinin yüzde 91.7’si üniversite rektöründe aradığı en önemli özelliğin “Atatürkçülük” olduğunu belirtti…
Kemalizmin rehabilitasyonu bağlamında üniversitenin tahrip edilmesinde büyük payı olan 12 Eylül 1980 felaketinden sonra yetişen akademisyen ve öğrencilerin çoğunluğu, üniversitenin kışladan farksız olduğu ortamda “yetiştiler”…
Söz konusu tablonun tarihsel arka planına göz atarsak: Üniversitenin üzerine bir kâbus gibi çöken 12 Eylül yönetimi, görülmemiş bir tasfiyeyi gerçekleştirdi. Üniversiteler, kutsal devlet ideolojisinde eritilmiş ‘bir örnek’ insanlar yetiştirmeye çalışan okullar hâline getirilmeye çalışıldı.
Bugünkü üniversite düzeninin temel belirleyicisi, rektörlere tanınan aşırı yetkilerdir. Rektörlerin yarı-tanrı hâline gelmelerine neden olan yetkiler neredeyse sınırsız ve bir üniversite yönetim anlayışına uymayacak kadar ölçüsüz. Sözde katılımın araçları olacak kurullar, aslında rektörlerin gücünü pekiştirmek için oluşturuldu. Bugün üniversitelerimizin bilimsel özerkliğe sahip olduğu, yönetsel özerkliğin çok da gerekli olmadığı söyleniyor. Oysa, üniversiteleri yakından tanıyanlar bilir ki, ülkemiz koşullarında yönetsel özerklik olmadan bilimsel özerklik olamaz.
Üniversiteleri Cumhuriyet’in kaleleri (!) olarak görürseniz, onu en iyi koruyacak güç de ordu olur kaçınılmaz biçimde…
Türkiye üniversitelerinin durumu Türkiye’nin durumudur. Osmanlı’da sadrazam ve vezir çocuklarına doğar doğmaz hocalık payesi verilerek, bilimsel yeterliliklerinin olmasına bakılmaksızın, medreselerde görevlendiriliyordu. ‘Beşik ulemalığı’ denilen bu kurumun bugün devam etmediğini ve 2008 üniversitesinin bu açıdan medreselerden ileride olduğunu söylemeliyiz!..
Üniversitenin tahrip edilmesinde büyük payı olan 12 Eylül 1980 felaketinden sonra yetişen akademisyen ve öğrencilerin büyük çoğunluğu, üniversitenin kışladan farksız olduğu illüzyonunu içselleştirdi. Bugün Türkiye üniversiteleri McCarthyism’in, milliyetçi ve dinci gericiliğin, akademik standartların tepe taklak gidişinin kıskacına girdi.
Tanımı gereği üniversiteler, sınırsız soru sorma özgürlüğünün bulunması gereken ortamlardır. Bugünün üniversitesi; belli konularda tezlerin sipariş edildiği, tabu konulara değinmenin gözle görünür ya da görünmez yasaklarla engellendiği bir kurumdur…
Ve nihayet üniversite seçimini çoktan yaptı. Kârlarının büyük kısmı rant gelirlerinden oluşan bir sanayinin projecisi olma rolüne talip olarak eleştiren, sorgulayan, analiz yapan özgür bireyler yerine itaat eden kullar yetiştirme fikrine karşı çıkmayarak, şirketleşmeyi onaylayarak…”[15]
Bunu bilmeyen, görmeyen var mı?
Örnek mi? İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde 17 milyarınız varsa ve Garanti Bankası’na yatırırsanız Uluslararası Ekonomi Politik dersini alabilirsiniz… Alın size metalaşma ve ticarileşmenin geldiği aşamaya ilişkin bir “ilan”!
“İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde 2008 güz yarıyılında başlayacak olan Uluslararası Ekonomi Politik Yüksek Lisans programı Türkiye’deki ilk programdır. Bu tür bir programın müfredat ağırlığı ekonomi olmakla birlikte derslerin kuruluşu ve uygulaması, aynı zamanda tarihi, kurumsal, nicel duyarlılıklar ve yetiler geliştirme amaçlıdır. Hızlı ve yoğun bir küreselleşme safhasından geçen Türkiye için politika alternatifleri geliştirebilmek, alternatifleri değerlendirebilmek için gerekli formasyonu sağlamak Uluslararası Ekonomi Politik Yüksek Lisans Programı’nın ana hedefidir.
Program, çok disiplinli karakterinin bir gereği olarak değişik alanlarda lisans eğitimi almış bütün öğrencilerin başvurusuna açıktır.
Program ücreti: 17.496.00 YTL (1.458.00 X 12 ay)
Peşin ödeme: 16.600.00 YTL
KDV dahildir.
36 aya kadar taksitli ödeme olanağı vardır. (*)
Tezli yüksek lisans programı için belirtilen program ücreti 4 yarıyıl için geçerlidir.
(*) Garanti Bankası’nın düzenlediği ‘Taksitli Ödeme Kampanyası’nın Uygulama Esasları için lütfen tıklayınız.
Ödemelerle ilgili genel bilgi almak için Mali İşler Birimi’ni arayabilirsiniz.
Telefon: (0212) 311 60 60
Program Direktörü: Prof. Dr. E. Ahmet Tonak-Prof. Dr. Asaf Savaş Akat-Prof. Dr. Hasan Kirmanoğlu-Prof. Dr. Burhan Şenatalar-Prof. Dr. Nurhan Yentürk-Doç. Dr. Cem Başlevent-Doç. Dr. Durmuş Özdemir-Doç. Dr. Ayşe Uyduranoğlu-Doç. Dr. Eğe Yazgan-Yrd. Doç. Dr. Koray Akay-Yrd. Doç. Dr. Aylin Seçkin…
Konuk Katılımcılar: Prof. Dr. Erol Balkan (Hamilton College)-Prof. Dr. Haldun Gülalp (Yıldız Teknik Üniversitesi)-Prof. Dr. Reşat Kasaba (University of Washington)-Prof. Dr. Robert Pollin (University of Massachusetts-Amherst; Political Economy Research Institute)- Prof. Dr. Anwar Shaikh (New School for Social Research)-Doç. Dr. Asım Karaömerlioğlu (Boğaziçi Üniversitesi)-Doç. Dr. Ahmet Öncü (Sabancı Üniversitesi)-Dr. Ahmet Atıl Aşıcı…” [16]
ÜNİVERSİTELER ÖZGÜR MÜ?
Sermayeye ve resmi ideolojinin vesayetine teslim olmuş Türk(iye) üniversiteleri “özgür olabilir” mi?
Yanıtım net ve kesin: Hayır!
Oysa üniversite, bilim özgürlüğüyle ya da akademik özgürlükle var olur.
Bilim insanları, Dünya Üniversiteler Birliği’nin Eylül 1988’de onayladığı Lima Bildirgesi’nde belirtildiği gibi, “Devletten ya da herhangi bir başka kaynaktan gelebilecek müdahale veya baskı endişesini taşımadan... bilgiyi araştırma, inceleme, tartışma, belgeleme, üretme, yaratma, öğretme, anlatma veya yazma yoluyla edinmelerinde ve iletmelerinde özgür” olmalıdır.
Bilimsel özgürlüğün önkoşulu da özerkliktir. Bildirge’ye göre, özerklik, ilgili akademik çevrenin tüm üyelerinin aktif katılımını içeren demokratik bir özyönetimle gerçekleşir; tüm yönetim organları özgürce seçilir.
Özerklik, eğitim, araştırma, dışa yönelik çalışmalar, kaynakların kullanımı ile ilgili... politikaları da içerir. “Devletler, yükseköğretim kurumlarının özerkliğine müdahale etmemekle ve toplumdaki diğer güçlerin müdahalelerini de önlemekle yükümlüdür.”
Ancak bu “bizde” böyle değildir!
Örneğin AKP hakkında açılan kapatma davası ve türban davasının raportörü Doç. Dr. Osman Can’ın Çankaya Üniversitesi’ndeki görevine son verildi.
Anayasa Mahkemesi Raportörü Osman Can üniversitelere türban serbestliği getiren Anayasa değişikliğinin iptali için açılan davada, davanın reddedilmesi gerektiği şeklinde görüş bildirmişti. AKP hakkında açılan kapatma davasında ise raportör Osman Can’ın görüşü AKP’nin kapatılmaması gerektiği yönünde olmuştu.
Doç. Dr. Osman Can’ın Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki ‘Devlet Teorileri’ dersine son verildi. Can, kararı, okulların açılmasına bir hafta kala, fakültedeki bir sekreterden öğrendi. Sekreter, Can’a kendisinin dersinin bir başkası tarafından verileceği bildirdi. Fakülte yönetimi Can’a herhangi bir gerekçede göstermedi!
Yeri gelmişken ifade etmeden geçmeyelim: Korkunun egemenliğine teslim olmuş Türkiye’de, düzen içi özgürlük kocaman bir yalan ya da Nobel Ödüllü bir iki yüzlülüktür!
Nasıl mı?
Gayet basit: Myanmar’daki ifade özgürlüğü taleplerini desteklemek için New York’ta düzenlenen etkinliğe katılan Nobel edebiyat ödüllü yazar Orhan Pamuk’a program sonunda Ergenekon soruşturması ile Başbakan Erdoğan’ın medyaya yönelik ambargo çağrısı hakkında görüşleri soruldu.
Pamuk, “Bu konularda konuşmak istemiyorum. Bunu daha önce de söylemiştim. Sessiz kalmaya devam edeceğim” karşılığını verdi.
Sonra da Soros’un kurucusu olduğu Açık Toplum Enstitüsü Burma Programı ile Uluslararası Yazarlar Birliği PEN’in Amerika Merkezi ve New York Review of Books Dergisi’nin desteği ile gerçekleşen etkinlikte kürsüye çıkarak, 100 binden fazla kişinin öldüğü Nergis Kasırgası sonrası yaşanan felakette Myanmar Hükümeti’nin sansürlenmiş basın açıklamalarını alaycı dille okudu.[17]
Yani Myanmar’daki ifade özgürlüğü talebini destekleyen “alaycılık”, kendi coğrafyasına ilişkin olarak dut yemiş bülbül gibi olacak!
İşte soru(n) tam da buradadır!
ALTERNATİF EĞİTİMİN İPUÇLARI
Söz konusu soru(n)ları aşmak için alternatif eğitimin soru(n)ları ile yanıtlarını şöylece sıralayabiliriz:
“I. Değer Teorisi: Öğrenmede hangi bilgi ve beceriler daha önemlidir? Eğitimin amaçları nelerdir?
Okullardaki sistem, bağımsızlığa engel olmaya çalışır; itaat etmeyi öğretir. Çocuklar ve diğer kişiler soru sorma ya da sorgulamaktan uzaklaştırılır. Okulda önemli olan tekrarlamaktır, boyun eğmektir, kurallara uymaktır, vs... Okullar boyun eğmeyi ve uygun davranışlar sergilemeyi öğretmek ve çocuğun var olan kapasitesini geliştirmeye yönelik davranışlarını engellemek üzere tasarlanmıştır. Eğitim, sıkı disiplin altına alma ve kontrol süreci olarak tasarlanır, doğrudan aşılamanın bir parçası olduğunda yanlış düşünce sistemleri doğurur. Öğretmek, bir şişeyi suyla doldurmaktan ziyade bir çiçeğin kendi tarzıyla büyümesine yardımcı olmaktır. Gerçek eğitim, otoritenin meşruiyetini savunanların kanıtlarının ne kadar ağır birer yük olduğunu bireylerin kısa sürede anlamasını sağlar.
II. Bilgi teorisi: Bilgi nedir? İnançtan farkı nedir? Hata ve yalan nedir?
İnançlar, biyolojimiz gibi genetik olarak belirlenmiştir, kalıtsaldır; kanatlarla değil de ellerimiz ve ayaklarımızla büyümemize sebep olan insan doğasına benzer. Bilgi ise kalıtımla, alışkanlıklarla ve eğilimlerimizle açıklanamayacak bir şeydir.
III. İnsan doğası teorisi: İnsan nedir? Diğer türlerden nasıl ayrışır? İnsan potansiyelinin sınırları nelerdir?
İnsanlar, dil sistemlerinden ötürü diğer türlerden farklıdır. Bu dil sistemi, insan türüne özgü ve türün her üyesi için ortak olduğundan tektir. İnsan doğasının zengin ve karmaşık bir yapısı vardır. İnsan doğası, kolaylıkla bireyin bir işkenceci, katil ya da köle sahibi olmasına sebep olabileceği gibi özgeci, ortak çalışmaya düşkün ve fedakar, destekçi ve dayanışmacı olmasını da sağlayabilir.
IV. Öğrenme teorisi: Öğrenme nedir? Öğrenme için hangi bilgi ve yetenekler gereklidir?
İnsanlar, kontrollü araştırma ve deneyler sonucu bazı dehaların müdahaleleriyle de nesiller boyu aktarılan fiziki dünyanın doğası hakkında birçok şeyi öğrenebilirler. Bilgi, bir yetenek değildir; yetenek, alışkanlık ve eğilimle açıklanamaz. Öğrenmeye dair hiçbir şey görmeden sadece sonuçlarla öğrenme gerçekleştirilemez. Öğrenme, insanın içinden gelmelidir. Eğer öğrenmeniz gerektiğini düşünürseniz, öğrenmek isterseniz, ne olursa olsun öğrenirsiniz.
V. Aktarım teorisi: Öğreten kim olmalıdır? Hangi yöntemlerle öğretmelidir? Müfredat nasıl olmalıdır?
Öğretmenin, farklı öğretim yöntemleri ve materyalleri; öğrencinin içinden gelen merakının ortaya çıkarılması, kendisinin keşfederek bulacağı ilgisinin kamçılanması edimleri karşılaştırıldığında ilk bölüm çok az önem arz etmektedir. Öğrenciler kendileri için bulduklarını unutmayacaklar, bunlar da ileriki araştırma ve keşifleri için temel oluşturacak, ayrıca kendi entelektüel birikimleri için de bir katkı oluşturacaktır. Öğretmenin yüzde 99’u öğrencilerin ilgisini çekmektir, diğer yüzde 1’i de sizin yöntemlerinizle yapacaklarınızdır.
VI. Toplum teorisi: Toplum nedir? Eğitim sürecinde hangi kurumlar yer almalıdır?
Gerçek demokratik toplumlar, halkın -kendi küçük gruplarında, işyerlerinde ya da büyük ölçekteki topluluklarındaki- sosyal politikaların oluşumunda anlamlı ve yapılandırıcı bir şekilde katılım fırsatı olduğu toplumlardır.
VII. Fırsat teorisi: Kimler eğitilmelidir? Kimler okullu olmalıdır?
Herkes eğitilmelidir. Kendi kapasitenizi zorlamak istersiniz ve yapabileceklerinizi arttırmak istersiniz.
VIII. Uzlaşma teorisi: İnsanlar neden karşı çıkar? Uzlaşma nasıl sağlanır?
İkna etmeyi iyi bilen, aklı öne süren kişiler diğerlerini ikna edebilmelidir. Fakat, bu kararları herkes kendi yoluyla uygulayacaktır. Eğer yaptığınızın doğru olduğuna ikna olduysanız, başkalarının fikri ya da kendi fikriniz bir şeyi değiştirmez. Siz eşit olarak ikna edilirsiniz. İkna olmadıysanız, bir yerde bir hata vardır.”[18]
“SONUÇ YERİNE”
Ve geldik “Sonuç Yerine” deneceklere…
Öncelikle ve izninizle, sizinle benim de bir Ege Üniversiteli olduğum bilgisini paylaşmama izin verin…
İzmir İktisat mezunuyum; İzmir İktisat’ta okuduğum Besim Üstünel’in “makro” ve “mikro” iktisat kitabındaki bilgiler hayatımın hiçbir kesitinde hiçbir işime yaramadı…
Ama ben bu zaman kaybına karşın, bana “Hayır” demeyi, “Eleştiri” ve “İtirazı” öğreten üniversiteyi çok sevdim…
Hayatta, İzmir İktisat’tan aldığım diplomadan çok, orada “Hayır” demeyi, “Eleştiri” ve “İtirazı” öğrenmem yaradı işime…
Sadece “Hayır” demek, “Eleştiri” ve “İtirazı” öğrenmek mi?
Aşık olmayı, hayal kurmayı, dünyayı değiştirme gerekliliğini, bunun için mücadele ve isyan etmeyi, hasılı insan, birey olmayı öğretti bana üniversite…
Üniversite deyince aşkı ve hayatı; karakolunda falakaya yatırıldığım Pasaportta tuzlu fıstıkla Arjantin birası içerken geleceğe dair kurduğumuz düşleri; bu düşler için işçi sınıfının yolunda Filistin’den TARİŞ’in kolonya reyonuna uzanan maceramızı; Varyanttaki Zübeyde Hanım Kız Öğrenci Yurdundan kaçan kızla Gülistan’da gökyüzündeki yıldızları seyretmemizi; K. Marx’ın ‘Kapital’ini, V. İ. Lenin’in ‘Ne Yapmalı’sını; Che’nin ‘Gerillaya Notları’nı, Mao’nun ‘Kızıl Kitabı’nı, Victor Serge’nin ‘Militan’a Notları’nı, Carlos Marighella’nın “Delikli Kitap” diye anılan ‘Şehir Gerillası’nı ve ötekileri okuduğumuz günleri; bir de mahpusları anımsarım…
Aslı sorulursa benim üniversitelerim bunlardır; ve o üniversite bana genç ve aşık olmayı; onuru ve vefayı; bir de çiçekleri ve çocukları sevmeyi; korkmamayı, boyun eğmemeyi yani dik durmayı öğretti…
Bu üniversitelerin öğrencisi olduğum için “kapitalizmin yıkım ve kriz olduğunu” bilir; sizlere üniversitelerde verilen iktisat derslerinin yalan olduğunu söylerim.
Resmi tarihin yasak ve yalanlarına aldırmayın; bunlar üniversitelerde sizlere “bilim” diye öğretilse de!
Siz siz olun, asla kürsülerde sizlere şırınga edilen yalanlara kulak asmayın, inanmayın; ama, yaşamı savunan bir bilim, özgür ve özerk bir üniversite için mücadeleyi de elden bırakmayın; sermayeden, devletten ve dinsel doğmalardan bağımsız bir üniversite için!
Bunları dedim diye yargılanırım; hem de “adaleti mülkün temeli” ilan eden ücretli kölelik sistemi tarafından…
Abdülhamit’in Sarayburnu’ndan torbalarla denize attırdığı Tıbbiyeli öğrencilerden, Taylan Özgür ağabeyime dek böyledir bu!
Öğrenci isyanının tırmandığı 1969’da, o direnişi kırmaya yönelik ilk “derin devlet faaliyeti”, sanırım Taylan Özgür cinayetiydi.
Kurşunu sıktığı iddia edilen polis memuru, 1975’te yurtdışında konsolosluk görevlisi olarak bulunmuş, Ecevit’in Başbakanlığı döneminde Türkiye’ye getirilip yargılanmış, beraat etmişti.
1990’da emekli kurmay Yarbay Talat Turhan “Türk gençliğine ilk kurşun, 1969’da Taylan Özgür’e biri polis biri subay olmak üzere iki kişi tarafından sıkıldı” iddiasını attı ortaya... “Devlet cinayet işledi” dedi!
Hepiniz gençsiniz; hani “DELİ-KANLI” olarak betimlenen kesitten geçiyorsunuz!
Seçim sizin!
Ya…
Türkiye, hemen hemen tüm toplumun dinlendiği kuşkusunun yaşandığı bir ülke hâline geldi…
Arı Hareketi’nin araştırmasına göre, gençler gelecekten umutsuz… 15-27 yaş grubu ülkenin yeni krizlere gebe olduğunu düşünüyor…
Bağımsız Eğitimciler Sendikası’nın araştırmasına göre, Türkiye’de gençlerin tümüne yakınının (yüzde 94) fobisi var, yani bir şeylerden korkuyorlar… En çok korktukları ise sırayla: Ölüm, dini inanç kaybı, cehennem ve deprem…
Bakırköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Başhekim Yardımcısı Doç. Dr. Kemal Sayar, nasıl bir durumda olduğumuzu şu şekilde açıklıyor: “Antisosyalitede ülkemizde de büyük bir patlama var. Medya aracılığıyla merhametin olmadığı bir dünya kışkırtılıyor. Televole gibi programlar gelgeç eğlence programları gibi görülüyor ama toplumun altını oyuyor aslında. Türk televizyonları Türk toplumunun ruh sağlığını tehdit eden en büyük unsurdur. Bunu göğsümü gere gere söylerim. Bu adi, pespaye programlar insanların birbirine yabancılaşmasını tırmandırıyor. İnsanları değersizleştiriyor, metalaştırıyor. Bunun sonucunda da toplumda birbirine saygı duymayan, nesne muamelesi yapan bir gençlik türüyor…”
Araştırmaya göre, “Gençler Rahmi Koç, Acun Ilıcalı ve Polat Alemdar’ı örnek alıyorlar…” diye betimlenen çürümüşlüğün bir parçası olacaksınız…
Ya da genç olmanın erdemleriyle “Hayır” deyip, “Eleştirip/İtiraz” ederek, aşkla başkaldıracaksınız…
Karar sizin…
Ancak “son kez” iki şeyin altını çizmeme izin verin…
Birincisi siz gençsiniz! Hani Southey’in, “Ne kadar uzun yaşarsanız yaşayın; ilk yirmi yıl ömrünüzün en uzun yarısıdır”; Longfellow’un, “Geçlik, insanın başına hayatta bir kere gelir,” sözlerindeki üzere…
İkincisi de her genç gibi aşık olmalısınız! Hani Goethe’nin, “Aşk, imkânsız birçok şeyi mümkün kılar”; Newton’un, “Aşk köprü kurmaktır”; La Cordaire’ın, “Aşk her şeyin başlangıcı, ortası ve sonudur,” betimlemelerindeki üzere…
Diyeceklerim bu kadar…
Karar sizin…
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim hepinize…
6 Ekim 2008 15:10:36, Ankara.
N O T L A R
[*] 9 Eylül Üniversitesi (İzmir) Güzel Sanatlar Fakültesi Kültür Kulübü’nün “Üniversiteler: Dün, Bugün, Yarın” başlığıyla 10 Ekim 2008’de düzenlediği panelde yapılan konuşma…
[1] Farabi.
[2] “YÖK Başkanı Teziç: YÖK’ü Savunmuyorum”, Atılım, Yıl:2, No:2007 45 (128), 10 Kasım 2007, s.2;
[3] Murat Belge, “YÖK Başkanı ve Paralı Öğrenim”, Radikal, 12 Ocak 2008, s.11.
[4] Hasan Hüseyin Evin, “Bilim, üniversite ve YÖK Başkanı...”, Evrensel, 14 Ocak 2008, s.8.
[5] Ata Soyer, “Paralı Üniversite; Özcan-Gürüz-TÜSİAD-AKP Hattı”, Evrensel, 14 Ocak 2008, s.5.
[6] Mustafa Kemal Coşkun, “Üniversite Bedavadır Ezberi”, Radikal İki, 20 Ocak 2008, s.1.
[7] S. Kızılırmak, “Liberal Sol’un Gregor Samsa’sı: Basın Oran”, Ekim Gençliği Dergisi, No:107, Şubat 2008, s.16.
[8] Kaldıraç Dergisi, No:86, Şubat 2008...
[9] Baskın Oran, “Neo-Liberal”, Radikal İki, 17 Şubat 2008, s.3.
[10] Alaattin Dinçer, Felsefe Yazın, No:9, Aralık-Ocak 2006, s.19-20.
[11] Adnan Binyazar, “Nasıl Bir Eğitim?”, Cumhuriyet, 2 Eylül 2008, s.14.
[12] Zeynep Şahin, “Paran Yoksa Sınıfta da Yoksun”, Cumhuriyet, 21 Ocak 2008, s.3.
[13] “Sopalı Eğitim Dönemi”, Evrensel, 14 Mayıs 2008 , s.3.
[14] Betül Kotan, “Dersimiz ‘Felsefeden Çıkış’…”, Radikal, 3 Ekim 2008, s.5.
[15] Taner Özbenli, “Üniversitenin Seçimi”, Radikal İki, 8 Haziran 2008, s.5.
[16] Kaynak: Fuat Ercan, 2 Haziran 2008.
[17] Razi Canikligil, “Boykot Hakkında Konuşmam”, Hürriyet, 25 Eylül 2008, s.16.
[18] “Noam Chomsky’nin Eğitim Teorisi”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, Yıl:22, No:1104, 16 Mayıs 2008, s.17.
|
Yorumlar