“Anlarsın niçin uzak yerlere baktığımı, İçinde yaşanmaz bir dünyada yaşıyorum.” [1] III. Büyük Bunalım’ın yerküresinde, Sykes-Pico...
“Anlarsın niçin uzak yerlere baktığımı,
İçinde yaşanmaz bir dünyada yaşıyorum.”[1]
III. Büyük Bunalım’ın yerküresinde, Sykes-Picot’un miadını doldurduğu Ortadoğu’da, nihayet coğrafyamızda devasa bir dissolution (çözülme) fragmantasyon (parçalanma) ve polarizasyon (kutuplaşma) yaşanıyor.
Bunu hâlâ görmeyen, bilmeyen, kavramayan varsa ne yazık.
Çünkü gelecek(imiz) “Fortis imaginatio generat casum/ Zengin hayalgücü, olacakları (önceden) tahmin eder,” kaydı düşülmesi gereken söz konusu gerçeğin biçimleneceği güzergâhtaki çatışmalarla karara bağlanacak.
Kim ne derse desin; “Günün insanı olmaya çalışma, hakikâtin insanı ol. Çünkü gün değişir, hakikât değişmez,” diye haykıran Mevlânâ’nın kulaklara küpe edilmesi gereken uyarısı eşliğinde; “Bir an her şey çok önemli oluyor. Neredeyse gerçek oluyor,”[2] biçiminde betimlenmesi gereken bir ufuktayız.
Ve bu ufuk artık kapitalist otoriterliğin totaliterliğe dönüşme evresidir.
Radikal sosyalistler dışında, liberallerden öznesiz demokrasi aşıklarına uzanan yelpazenin kavramakta zorlandıkları bu evrede,[3] daima Karl Marx’ın, “Perseus, avladığı devler kendisini görmesin diye sihirli bir başlık giyerdi. Biz ise, devlerin varlığını görmemek için, sihirli başlığı gözlerimize ve kulaklarımıza kadar indiriyoruz,” saptamasını haykırmakta müthiş bir yarar var; çünkü…
DEMOKRASİ DEĞİL, DİKTATÖRLÜK!
Yerküre, Ortadoğu da ve coğrafyamız açısından çok sancılı bir kesit bu. Sancılı biçimlenişiyle de, ne gibi çalkantılarla noktalanacağı (kesinlikle sessizce bitmeyeceği kesin olsa da) belli değil…
Aslı sorulursa uluslararası realitenin dinamiklerinden soyutlanması mümkün olmayan bu hâl; Ahmet İnsel’e bile, “XXI. yüzyıl demokrasi değil, demokrasiyle diktatörlüğün izdivacının yarattığı yeni bir ucubenin çağı mı olacak? Bu endişeyi bugünlerde en iyi ifade eden kelime, demokratur: Demokrasiyle karışık diktatörlük. İlk kez galiba 1990 başlarında Edouardo Galleano tarafından üretilen bu kelime, (İspanyolca ‘democradura’), önceleri Latin Amerika’da neo-liberal politikaları halka dayatan demokrasi görünümlü rejimleri kast ediyordu,”[4] dedirtirken; liberaller de “demokrasi”nin yerine “democradura”nın yani “yeni otoriter rejimler”in ikame edildiğini itiraf ediyorlar.
“Yeni otoriter rejimlerin siyasi propagandası şekil değiştiriyor. Öyle İkinci Dünya Savaşı filmlerinden hatırlanan kaba bir propaganda söz konusu değil. Bir defa klasik diktatörlüklerden uzaklaşılıyor. Artık görünürde seçimlerin yapıldığı, şekli olarak demokrasi olan rejimlerin içinde otoriterleşmek revaçta.
İlliberal demokrasi denilen bu yeni tarz otoriterliğin bayrak ülkelerinden biri ise Türkiye. Diğerleri de malum. Rusya, Ekvador, Macaristan vs.
Soğuk Savaş’tan sonra uzun bir süre, seçimler ve serbest piyasa ekonomisinin mutlak bir zafere ulaşacağı ve zamanla bütün dünyanın demokratik rejimlerle yönetileceği umulmuştu. Tarihin sonunun geldiği ileri sürülmüştü. Tarih, alışkanlığı olduğu üzere hem sonunun gelmediğini ispat etti hem de belli ki yeni bir döneme girildiğinin de işaretlerini veriyor.”[5]
“Yeni bir dönem” vurgusu önemli ve yerindedir. Yerküre, Ortadoğu’da ve coğrafyamız da bu realite dışında ele alınıp, kavranamaz!
O hâlde kilit kavramın demokrasi değil, diktatörlük olduğunun altını çizerek aktaralım: “Devlet yok Erdoğan var!”[6] diye betimlenen kesiti; AKP Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Ataş, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Ümmetin, milletin sesi ve nefesi olduğunu” belirterek, “Erdoğan anlatılmaz yaşanır. O, bu ümmete Allah’ın bir lüftudur,”[7] sözleri tarif ederken; “Yeni Türkiye ve Türk Tipi’nin anlamı, Erdoğan’ca diye bir dil ile Erdoğan’ca diye bir rejimde saklı,”[8] diye ekler Meryem Koray…
Kolay mı? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, kendisine yönelik eleştiriler ve “Cumhurbaşkanı gitsin” demenin, “Yıkılsın bu ülke” demek olduğunu öne sürüp, “Tayyip Erdoğan gitsin demek, ‘Bizim tüm siyasetimizi, tüm çalışmalarımızı, üzerine bina ettiğimiz milletimizin, bayrağımızın, vatanımızın, devletimizin tek olması anlayışı yıkılsın’ demektir!” naraları attığı bir hâl bu!
Söz konusu hâlin ortaya koyduğu üzere Cumhurbaşkanı bir yandan “İstediklerimi kendim için istemiyorum” derken, “ülkenin, milletin birliği, devletin tek olması”nı kendi “varlığı”na bağladı; açıkça, “Devlet benim” demiş oluyor; Fransa Kralı XIV. Lui’den[9] beri, “Devlet benim” demek, “diktatörlük ilanı”, “tek kişi yönetimi” ilanı olarak algılanmış olsa da!
Görülmesi gerek: Cumhurbaşkanı bu söylemiyle, fiiliyatta sürdürdüğü, sınır, yasa, teamül tanımayan tutumunu, rejimi, sistemi, düzeni savunmada kendini en merkeze koyarak, ete kemiğe büründürmüştür. “Kadife eldiven içindeki demir yumruğun” devreye sokulmasını istemesiyle birleştiğinde Cumhurbaşkanı, “tek lider” tanımını siyasi bakımdan “tamamlamış” olmaktadır![10]
Kaldı ki Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a politikalarının Avrupa değerleri ile bağdaşmadığını ve bunun AB üyelik sürecini sadece zora sokmadıkla kalmadığını, imkânsız hâle getirdiğini ifade ederek, Türkiye’nin tek adam devleti olma yolunda olduğunu söylerken;[11] ‘Foreign Policy’ dergisi de, Erdoğan’ın ülkedeki muhalefeti tamamen yok etmek istediğini ve nüfusun tüm kesimlerinin bu politikanın kurbanı olduğunu kaydetti.[12]
Ancak bu hâl; Semih İdiz’in, “Batı’nın tonu giderek sertleşiyor,”[13] analiziyle çakışmıyorken; ‘The New York Times’ yazarı Thomas Friedman ekliyor: “ABD Erdoğan’ın diktatöre dönüşmesine sessiz kalıyor”![14]
Tarık Ali’nin, “Güç, Erdoğan’ı kör etti,”[15] ifadesindeki üzere ‘Der Spiegel’ de, ‘Korkunç Dost’ başlığıyla haberinde, “Onu gerçekten tanıyan, her şeyden önce Avrupa için ciddi ciddi korkmalı” derken;[16] toplum siyasal İslâmın değerlerine göre şekillenip, dinci radikalizmi güçlendiriyor, devlet yönetiminde keyfilik, itiraz eden tüm sesleri susturmaya kararlı totaliter eğilimler daha da güçleniyor.[17]
Bu da coğrafyamızdaki soru(n)ları ağırlaştırırken; Türkiye yönetilemeyen bir ülke hâline geliyor. ‘The Financial Times’ın da, “Suriye Afganistan’a, Türkiye Pakistan’a benzemeye başladı,” demesi bundandır.[18]
Çünkü -binlerce kez tekzip edilmiş- yalanlarıyla Erdoğan’ın,[19] “Elinde silahı olan, bombası olan teröristle, konumunu, kalemini, unvanını, amacına ulaşabilmesi için teröriste emir verenin de hiçbir vasfı yoktur. Akademisyen olması, gazeteci olması, STK yönetici olması, aslında o kişinin terörist olduğu gerçeğini değiştirmez. Tetiği çeken terörist olabilir ama teröristin amacına ulaşmasını sağlayan bunlardır. Terör örgütlerine destek verenlerin adliyenin bir kapısından girip, diğerinden çıkmasına tahammül edemeyiz. Terör ve terörist tanımını yeniden yaparak Ceza Kanunu’na almalıyız. Bu mesele düşünce özgürlüğü basın özgürlüğü değildir,”[20] diyerek toplumu kamplaştırdığı coğrafyamızdaki soru(n)ların ağırlaştığının altının defalarca çizilmesi gerektiği koordinatlarda, Türkiye iki krizle karşı karşıyadır. Bu krizler yaklaşan toplumsal çöküşün işaretleri. İki krizin de kökeninde, AKP liderliğinin ihtirasları, siyasal İslâmın gerici refleksleri yatıyor.[21]
SİYASAL TABLO VE OLASILIKLAR
“Ama”sız, “fakat”sız ve özellikle de liberal yanılsamasız görülmesi gerek: Türkiye’nin, bu döneminde, 1960’lar, 1970’ler, 1980’ler, 1990’lar ile 2007’deki karanlık dönemi birleştiren bir kara deliğe doğru ilerleniyor… “2010’da darbelere zemin hazırlıyor” diye kaldırılan EMASYA Protokolü’nün muhteşem dönüşü de, “remilitarizasyon” sürecini, mükemmel bir halka biçiminde tamamlıyor.[22]
Kabul edin ya da etmeyin; gerçek ortada: Din ve ırk ağırlıklı, faşizan bir “biz” algısı üzerinden konuşan, otoriter yöntemlerle sorunların çözüleceğini iddia eden, kozmopolit dünyanın kir ve günahlarından arınarak yeniden güçlü olmayı vaat eden hatipler ön plana çıkıyor. Yeni sağın veya otoriter muhafazakârlığın sunduğu “yeni çehre” bu.[23]
Kolay mı? Bir zamanlar AKP’den “demokrasi beklentileri” olan Oral Çalışlar’ın dahi, “14 yıllık iktidar, bir ‘güç birikmesi’ anlamına geliyor. Gücü merkezileştirebilmiş bir liderin, parlamento içinde, etkili bir muhalefetle karşılaşmamış olması, ciddi bir handikap. Halkı arkasına alan, bürokratik, güvenlik ve yargısal kurumlarında etkisi yoğunlaşan, iktidar partisine egemen olarak, yasamayı da kontrol edebilen, otoriterleşme eğilimindeki bir güçten söz ediyoruz,”[24] diyebildiği bir hâlden söz ediyoruz!
Hani “sivil toplum”cu Ömer Laçiner’e göre bile, AKP liderliğinin Türkiye’yi hızla “tam teşekküllü diktatörlüğe”, “muhafazakâr otoriter bir rejime” doğru sürüklediğinden[25] ya da Ferhat Kentel’in, “Totalitarizmin sıradanlığı”ndan[26] söz ettiği bir güzergâhtır bu!
Ve “Totaliter rejim inşasına dönük son virajlar da geçiliyor,”[27] diyen Nuray Mert’in, “Asıl mesele İslâmi rejim”[28] notunu düştüğü siyasal duruma ilişkin olarak “Yeniden biçimlenmiş ‘İslâmcı Despotizmin’ çözülmesi pek de kolay olmayacak,”[29] demeden edemiyor Güray Öz…
Ahmet İnsel’in, “Otoritarizm ötesine gidiş”le[30] yorumlayıp; “Yalan, inkâr ve aldatma rejimi”[31] olarak adlandırdığı Erdoğan merkezli olarak AKP totaliterliği için “Evet, Türkiye hâlen bir diktatörlük değil ama diktatörlüğe dönüşme potansiyelini güçlü biçimde içinde taşıyan bir ‘geçiş rejimi’ manzarası sunuyor,”[32] derken kaçınılmaz bir çatışmanın da altını çizmiş oluyor.
Evet, evet Doç. Dr. Ahmet Kasım Han’ın, “Suriye politikasının vardığı yer Pakistanlaşma”[33] formülündeki coğrafyamızda “istikrarsız denge(sizlik)” söz konusu!
Öne çıkan görüntüde “Siyasette adeta bir denge var: AKP, kendisini iktidarda tutacak oyu almaya devam edecek gibi görünüyor. Buna karşılık, muhalefet, oyunu artıracak, AKP bloğunu zayıflatacak gibi görünmüyor. Bu denge aslında, siyasette, ‘bu ülke çöküyor mu’ kaygılarına yol açan sorunların aşılmasını önleyen bir kilitlenmeye işaret ediyor. AKP aldığı oyun sınırına geldi, tek başına hükümet olmakta zorlanıyor.”[34]
Tüm bunlara bir de ‘The Irish Times’a konuşan HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, “Kürtler ile Türkler arasında yükselen gerilimin etnik bir savaşa dönüşebileceği” uyarısını eklemek gerek![35]
Sur, Cizre, Nusaybin, Yüksekova vb.’lerinden sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı ayan beyan ortadayken; “Bu prova bir isyanın hazırlıklarıydı... Ve özetle diyoruz ki prova isyanlar sona ermeyecektir... Çözüm süreçleri ise büyük bir masaldan ibarettir... Barıştan yanayız elbette ama barışı bozan tarafın asla bizlerin, siyasi iktidarın ve devletin olmadığını söyleyebiliriz,”[36] diyen resmi söyleme inat artık kavranması gerek: Barış sadece silâhların susması ve silâhlı çatışmanın sona ermesi değildir. Barış, savaşa ya da silâhlı çatışmaya yol açan nedenlerin ortadan kaldırılması, savaşa ya da silâhlı çatışmaya yol açan çelişmelerin çözülmesidir aynı zamanda…
Bu “olmazsa olmaz”ken; “Bir dönem, daha bir süre yakıp, yıkacak olsa bile kapanıyor. Peki ya sonra?”[37] sorusunu dillendiriyor Ergin Yıldızoğlu haklı olarak…
“HÂL VE GİDİŞ”İN ANIMSATTIĞI “DUÇE”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karara uymadığını, saygı da duymadığını açıkladı”ğı[38] hâl ve gidişte kimse yasalardan, demokrasiden söz ederek güldürmesin bizi…
Hiç uzağa gitmeyin: Mehmet Tezkan’ın, “Diktatörlükle demokrasi arasındaki farka,”[39] dikkat çekmek ya da Ümit Kardaş’ın, “Despotik ve otoriter süreçlere savruluyoruz,”[40] demek zorunda kaldığı hâli “Neo-Hamidizm” olarak niteleyen Murat Belge bile Erdoğan ile Abdülhamid arasındaki paralelliğin altını çiziyor![41]
“Hayra âlâmet değil. İktidar olma hakkını ‘temsili’ bir şekilde yitirmiş partiyle onun gerçek lideri demokrasiden hiç hoşlanmıyor”;[42] “Bu rejimin adı demokrasi olamaz!”;[43] “Ceberut devlet”[44] nitelemelerini hak eden bu tablo ya da Yalçın Küçük’ün, “Türkiye’de faşizmin kütle temeli, ancak İslâm’a dayanılarak yaratılabilir,” saptaması size ne hatırlatıyor?
“Faşizm dini bir konsepttir…” “Faşizm şirketçilik (corporatism) diye adlandırılmalıdır. Çünkü şirket ve devlet gücünü birleştirir…” diyen Mussolini için “Faşizmin dini vatanıdır”, “bizim mitosumuz millettir, milletin yüceliğidir”, “kutsal İtalya, tanrısal İtalya”, “Tanrım, Duçe’nin şahsında İtalya’yı kurtar” ifadeleri faşizmin amentüleriydi. “Kitleler” diyordu Mussolini ”sadece basit ve uç (aşırı) duygulara aşinadır. Onları sadece imajlar etkiler”ken;[45] Ona ‘Il Duce’ derlerdi. Yani “Şef, Reis”. Adı Benito Mussolini’ydi. Ecdadıyla çok gurur duyuyordu. Faşizmi, Roma İmparatorluğu’nun simgeleri üzerine kurmuştu. İtalya’nın tek hâkimiydi.
Mussolini işini sıkı tutan biriydi. Ülke yönetimini öyle bilip bilmediği, güvenemeyeceği insanlara bırakması düşünülemezdi. Bu sebeple, savaşta en önemli makamlardan birine, Dışişleri Bakanlığı’na damadı Galeazzo Ciano’yu getirmişti…[46]
Mussolini, korkmuş, bunalmış ve sıkılmış bir halka ikinci bir Roma İmparatorluğu vaat etti. Faşizm bile adını, Roma’da devlet otoritesini simgeleyen bir demet çubuğa iliştirilmiş baltadan alıyordu.
İşe başladığında fazla bir halk desteği olmayan Mussolini, 1924’te artık oyların yüzde 65’ini alabilecek bir güce erişmişti. Ancak Faşist Parti’nin bu zaferi, aynı zamanda faşistlerin yenilgisiydi. Meclisi ele geçirmişlerdi ancak siyasi gücü kaybetmişlerdi. Kendi başlarına bir anlamları kalmamıştı. Faşist olmak yetmiyordu, kazanmak için Mussolinici olmak şarttı.
Mussolini ülkeyi kendi atadığı ve kendine bağlı mülki idare amirleriyle yönetiyordu. Bütün partililer Mussolini ve onun adamlarına biat etmek zorundaydı.
Mussolinicilik faşizmi kapsayan, ondan büyük bir ideolojiye dönüştü. Dönemin uzmanı tarihçilerin büyük çoğunluğu, faşist liderin XIV. Louis’nin “Devlet Benim” kavramını yeniden canlandırdığı konusunda mutabık.
XIV. Louis bu sözü durduk yere sarf etmemiş. Yüzyılların geleneği olan “kral geldi mi herkes susar” kuralına uymayan Parisli parlamenterlere ağızlarının payını bildirmek için, belli ki gücün elinden gitmesinden tedirgin olup da “devlet benim” deyivermiş.
Krallar olsun, faşistleri bile boyunduruk altına almış Mussolini olsun, tek adamların yörüngesine girecek insan bulmak kolay iştir.[47]
Paralellik bu kadar da değil; devam edelim:
AKP kongreleri, önceden verilmiş siyasi kararın kayda geçirilip hukuki kişilik kazanması maksadıyla usulen düzenlenirler ve bu nedenle, ne parti içi siyasi olay değeri bakımından ne de sonucunu görmek için izlenmeyi hak ederler. Kongrelerin sonucu zaten bellidir. Belli olmasa kongre düzenlenmez.
Bunun tek istisnası, AKP’nin ilk kez Erdoğan’ın fiziki mevcudiyeti olmadan gittiği Beşinci Olağan Büyük Kongresi olabilirdi. 12 Eylül 2015’teki kongrede Erdoğan’a rağmen partinin gerçekten de genel başkanı olabileceğini sanan Davutoğlu kendi MKYK listesini yapmayı denemiş, ancak karşısına rakip olarak Binali Yıldırım’ın çıkarılacağını görünce bundan caymıştı. Sonunda MKYK’yi Erdoğan belirledi ve o MKYK de Davutoğlu’na 29 Nisan 2016’da parti içi darbe yaptı.
Bu olağanüstü kongre de Davutoğlu’nun hükümet darbesiyle devrilmesi sonucunda oluşan yeni siyasi durumu hukukileştirmek için düzenlendi.
“Vatan, millet, devlet ve bayrak”la ifade edildiği için meşruiyetini kimsenin sorgulamaya yeltenmediği tekçi söyleme alıştırılmanın doğal sonucu, “tek lider ve tek parti”ye de hazır hâle getirilmektir ki dünya buna benzer bir siyasal dönüşüme geçen yüzyılın ilk yarısında tanık olmuştu...
AKP’nin vücut dilinde anlatılan Türkiye’nin değişimi, Almanya’nın Weimar Cumhuriyeti’nden Üçüncü Reich’a dönüşümüne benziyor.[48]
AKP’nin Nazi siyaset teknolojilerine müracaatı, kongrelerinde ayakta huşu içinde Erdoğan mesajı dinleme ritüeliyle bir örneğine daha tanık olduğumuz lider odaklı seküler ayinler tertip etmekle sınırlı kalmıyor.
Demokrasi sahteciliğinden politik manipülasyon ve propaganda tekniklerine uzanan çok geniş bir alanı kapsayan Nazi siyaset teknolojilerinin AKP’de yaygın ve etkin bir kullanımı söz konusu.
Nazi siyaset teknolojilerinden 70’lerdeki MHP’nin yanı sıra yine aynı dönemden başlayarak Milli Görüş de faydalanmıştı ama birincilik AKP’nin hakkıdır. Onlar bu işi endüstriyel düzeyde yapıyorlar.
Ve bu bir rastlantı değil.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “üniter devlette başkanlık” sorusuna “Hitler Almanya’sı” cevabını vermesi de bir rastlantıyla açıklanamazdı…[49]
Hitler’in kitabının ruhuna nakşettiği “führer” kavramıyla Erdoğan’a atfedilen “reis”lik durumu... “Tek adam” söylemi.
Otorite ve gücü yücelten siyasi kültürler arasındaki büyük benzerlikler...
İronik benzerlikleri şimdilerde daha iyi anlaşılması gereken parlamenter rejim karşıtlığı...
Korporatizm. Nazilerin, farklı sınıfsal çıkarları ırk temelinde meczetme gayesini güden işçi-işveren korporatizminin, AKP Türkiye’sinde dincilik temelinde yeniden üretimi..
Hitler’in dış politikasındaki “diriliş” ve “fetih” temalarıyla, AKP Türkiye’sinin ülkenin içini hedef alan fetihçi söylem ve eylemi arasındaki örtüşmeler.
Bu kadar çok çakışma, rastlantıyla açıklanabilir mi?
Ve nihayet AKP Türkiye’sinde Cumhuriyetin yerini İslâmcı totaliter bir tek adam diktatoryasının almakta oluşu ile Weimar Almanya’sının Üçüncü Reich’a dönüşümü arasındaki bazı paralellikler de ilgi çekici.[50]
İÇ SAVAŞA KAPI AÇAN DÖNÜŞÜM
Görülmesi gerekiyor; coğrafyamızda yaşananlar, iç savaşa kapı açan dönüşümdür.
Bir “kültür inkılabı”, kültür alanında yeni bir yaşam biçimi önermek ve uygulamaya koymak anlamına gelirken; AKP 14 yıldır tam da bunu yapıyor. Hem öneriyor hem de çok kapsamlı bir toplum mühendisliği projesini uygulamaya devam ediyor. Müslüman entelijensiya siyasal İslâmın Sünnî yaşam tarzını, kültürel kodlarını toplumda egemen kılıyor. Bunu toplumda, mekânın ve zamanın bireyler arasında paylaşımını düzenleyerek, görülen ve görülmemesi gerekenlerin, konuşulabilenlerin ve konuşulmaması gerekenlerin, anlamlı olanla anlamsız olanın arasındaki sınırı yeniden çizerek yapıyor. Müslüman entelijensiya, ekonomik artığa ulaşmasına olanak veren özgün bilginin (üretim aracının) özelliklerine uygun üretim, yeniden üretim ilişkilerini, kapitalist üretim ilişkileriyle başarıyla eklemlenebilecek biçimde egemen kılma yolunda ilerliyor: Bir “pasif devrim” sürecinin sonuna geliyoruz…[51] (Bu da kaçınılmaz bir kapışmadır.)
Karşımızda radikal bir kültürel değişim yaşandığını gösteren toplumsal harita olduğu, artık bir “sır” değil!
Türkiye’de II. Dünya Savaşı sonrasından, son Kürt isyanına kadar geçen dönemde en sert siyasi sarsıntılar, askeri darbeler, komünist hareketler, faşist reaksiyon, sermayenin (uluslararası sermayenin uzantısı olmanın getirdiği özellikleriyle birlikte) kurduğu, giderek kapsamı genişleyen, nihayet neo-liberal dönemde ülkenin tümünü kapsayan bir bilişsel haritaya kolaylıkla yerleştirilebilir. İşçi hareketinin kendi çıkarlarını savunmasına olanak veren kavramlar, kurumlar olduğu kadar, Kürt isyanı da, ulusalcı karakteriyle bu haritaya, kültürel yaşama (simgesel evrene) uyar.
AKP hükümetleriyle birlikte siyasal İslâmın kurguladığı bir bilişsel harita, sermayenin kurmuş olduğu bilişsel haritanın üzerine bir parazit gibi yapıştı, emekçi sınıfların çıkarlarını ifade etmelerine olanak sağlayan kavramları da içeren cumhuriyetçi, laik kültürü değiştirmeye, çözmeye başladı. Şimdi, bu çözülmenin oluşturduğu boşlukta ortaya, hırsızlığı, tecavüzü, yalancılık ve cinayeti sıradanlaştıran ahlâksız bir kültür şekilleniyor.[52]
Yani çürümenin karşı devrimci örgütlenmesi gerçekleştiriliyor.
Unutulmasın faşizm, nihai kertede kapitalist çürümenin, çeşitli biçimlerde örgütlenerek, düzenin bekasının sağlanmasıdır
‘Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı’ Genel Sekreteri Tevfik Başak Ersen’e göre, Türkiye’de her zaman hükümete yakın kuruluşlar kayırılıp; sivil alan gittikçe daralırken;[53] ana “muhalefet” partisi CHP[54] basiretsizliğiyle iktidara destek olurken; birkaç örnek daha sıralayalım:
Ahlâk, din mi?!
i) Müslüman Anadolu Gençlik imzasıyla 26 Haziran’da düzenlenecek LGBTİ Onur Yürüyüşü’ne saldırı çağrısı yapıldı. “MAG-Müslüman Anadolu Gençlik” imzasıyla sosyal medyada paylaşılan bildiride, 26 Haziran’da düzenlenecek 2016 LGBTİ Onur Yürüyüşü’nün engellenmesine yönelik çağrı yapıldı. Facebook üzerinden yapılan homofobik çağrıda, yürüyüşü önlemek için “şuurlu bütün Müslümanların Taksim Meydanı’na davet edildiği” kaydedildi. “Onursuz Sapıkları, İ....leri Yürütmüyoruz” başlıklı bildiride LGBTİ’den “sapık güruh”[55] olarak bahsedildi.[56]
ii) Ramazan ayının ilk sahurundan hemen önce 6 Haziran 2016 gecesi Sarıyer Bahçeköy’de İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’nden bir öğrenci grubu “tekel bayiine girdikleri için” mahalleden üç kişinin saldırısına uğradı. Saldırganlar öğrencilerden birinin burnunu kırıp bıçakla tehdit etti.[57]
iii) Düzce Üniversitesi İzci Kulübü öğrencilerine Sakarya Bakacak İzcilik tesislerinde kalmaları için önce izin çıktı. İznin ardından tesislere kamp için giden öğrencilere, “kızlı erkekli kalamazsınız,” dendi.[58]
iv) Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Ankara metrosunda kadınlara özel vagon yapılması için Twitter’da anket düzenledi.[59]
v) TRT’de, ‘Ramazan Sevinci’ adlı programa katılan Prof. Dr. Mustafa Aşkar, “Namazı hayvanlar kılmaz, namaz kılmayan hayvandır,” deyip; ayette yer aldığını belirterek, insan dışında bir varlığın alnının secdeye gelmediğini, insanın ‘namaz ergonomik’ yaratıldığını ve bu yüzden secde ettiğini ifade etti.[60]
vi) İstanbul’un tarihi okullarından olan Beyoğlu Anadolu Lisesi, kız lisesi oluyor. Müdür İsmail Onay tarafından öğrenci velilerine gönderilen mesajla iletilirken, mesajda şu ifadeler yer aldı: “Sayın velimiz, okulumuz 2016-2017 öğretim yılından itibaren, binamızın fiziki şartları değerlendirilerek tarafımızdan yapılan teklifle kademeli olarak yalnız kız öğrenci alacaktır. Bu konuda öğrencilerimizin kendilerini zor durumda bırakacak davranışlardan kaçınmalarını önemle istirham ederiz.”[61]
vii) Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nda, sözleşmeli personel olmak için başvuru yapanlara mülakatta “Dün hangi kandili kutladık? Sakal okutma nedir?” gibi sorular yöneltildi. Adayların Erdoğan’a mesafesini ölçen sorular da dikkat çekti. Sorular arasında “Cumhurbaşkanımızın cemaate karşı tutumunu beğeniyor musun? ‘Dünya 5’ten büyük’ kimin sözü?” de yer aldı.[62]
viii) “Babanın öz kızına şehvet duyması nikâhı bozmaz” şeklinde fetva veren Diyanet,[63] “Ahlâki Yozlaşmayı Önleyici Çalışmalar”a 2 buçuk milyon TL, dini “içselleştirmek” için ise 10 milyon TL harcanacağını açıkladı.[64]
ix) Diyanet İşleri Başkanlığı, 77 yıl önce Türkçe yayımlanan Muhammed Hamdi Yazır’ın ‘Hak Dini Kur’an Dili’ yorumunu kardeşi Mahmut Bedrettin Yazır’ın el yazması olarak Osmanlıca bastı.[65]
x) İzmir İl Özel İdaresi’nin Çınarlı’daki hizmet binasının cami yapımı için Diyanet’e verilmesinin ardından, idarenin Konak’ta yeni yapılan hizmet binası da imam hatip lisesi olması için aynı kuruma devredilmişti. Şimdi de Karaburun’un köylerindeki muhtarlık binaları, köy odaları ve zeytinliklerin de bu kuruma bırakıldığı belirlendi. Karaburun Belediye Başkanı Ahmet Çakır, köylerdeki mülklerin devrine tepki gösterdi. Çakır, “Bu yerleri Diyanet’e vererek içki satan bakkal ve işletmeleri ilerleyen süreçte ruhsatlarını iptal etmek istiyorlar,” dedi.[66]
Vatan, millet, Sakarya mı?
i) Kütahya’nın Tavşanlı ilçesinde Kürt kökenli işçilerin bayrak yaktıkları için gözaltına alındıklarına dair söylentiler binlerce kişinin polis merkezi önünde toplanmasına sebep oldu. Polis müdahalesiyle uzaklaşan kalabalıktan bazıları TOKİ inşaatlarının bulunduğu yere giderek işçilerin kaldığı barakaları ateşe verdi.[67]
ii) Trabzonspor-Fenerbahçe maçında tribünden sahaya atlayarak çizgi hakemine saldıran Oğuzhan M.’nin giydiği ayakkabılar ve pantolon sosyal paylaşım sitelerinde satışa çıkarıldı. Beyaz TV’ye konuşan saldırgan Oğuzhan M., polislerin kendisine, “Kafanı kapatmanın hiçbir anlamı yok. Vatan haini değilsin” dediğini söyledi. Yaşananlar Hrant Dink’in katili Ogün Samast’a Türk bayrağıyla poz verdirilmesini, Samast’ın cinayet sırasında taktığı beyaz berenin milliyetçi çevrelerce ‘simge’ hâline getirilmesini akıllara getirirken; Avni Aker Stadyumu’nda sahaya girerek hakem Volkan Bayarslan’a saldıran ve tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan 17 yaşındaki Oğuzhan M.’nin giydiği ayakkabılar ve kot pantolon sosyal paylaşım sitelerinde satışa çıkarıldı.[68]
Hak, hukuk mu?
i) “Yargının bir an önce bağımsız bir yapıya kavuşması gerektiğini” vurgulayan eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, “Demokratik bir kültüre sahip toplumu hazırlamalısınız, ondan sonra anayasa değişmelidir. Parlamenter sistemi işleyemez hâle biz getirdik. DNA’ları ile oynadık” deyip; Gülen cemaatini kast ederek “Yargıda 2010’dan önce bir vesayet vardı. Ondan sonra bir başka vesayet geldi,” diye ekleyen Kılıç, Türkiye’de demokratik kültür gelişmediği sürece hangi sistem getirilirse getirilsin sorunların çözülemeyeceğini savundu.[69]
ii) Henüz ikinci yılını doldurmayan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu döneminde her iki hâkimden biri yer değiştirdi.[70]
iii) Dünyada basın özgürlüğünün korunması için önde gelen kuruluşlardan Özgürlük Evi’nin (Freedom House) raporunda, Türkiye 66 puanla, 199 ülke içinden başını özgür olmayan ülkeler arasında yer aldı.[71]
iv) Cumhurbaşkanı Erdoğan ve eski Başbakan Davutoğlu’nun birlikte kullandığı “örtülü ödenek” diye adlandırılan gizli hizmet harcamaları bir ayda yüzde 70 arttı. Silah harcamalarındaki artış ise tam 4 kat![72]
v) Şırnak’ın Cizre ilçesinden geriye savaştan çıkmış gibi yanmış yıkılmış bir kent kalmış. Yanık kokan Cizre’de cenazelerin çıktığı birinci bodrumda hâlâ yanmış insan kemikleri duruyor. Bodrumda ölen Cizre Halk Meclisi Eşbaşkanı Mehmet Tunç ve kardeşi Orhan Tunç’un annesi Esmer Tunç, “Bana bir avuç kül verdiler ‘Al bu senin oğlun,’ dediler. İki elim Erdoğan’ın yakasındadır. Neydi günahımız, Cizre’de doğmak mı Kürt olmak mı?” diyor.[73]
vi) İstanbul Adliyesi önünde basın açıklaması yapmak isteyen ÇHD ve Halkın Hukuk Bürosu’na bağlı avukatlara polis, kalkanlarla ve coplarla saldırdı. Polislerin saldırısı sırasında avukat Zeycan Balcı Şimşek’in beli kırıldı. Polis saldırısının ardından ÇHD üyesi 2 avukat gözaltına alındı.[74]
vii) Baran Tursun Vakfı Kurucusu Mehmet Tursun, İç Güvenlik Yasası’nın ardından yargısız infazların ve ölümlerin arttığını hatırlatırken, Vakfın hazırladığı raporlara göre, 2011 ile 2013 yılları arasında toplam 66 kişi polis tarafından öldürülürken, bu sayı 2014- 2015 yılında ise 218 kişiye yükseliyor.[75]
viii) Çatışma bölgelerindeki emniyet güçleri için ‘acil ve ihalesiz’ olarak zırhlı güvenlik kulübeleri yaptırılırken, bu işin verildiği 4 şirketten biri, 7 TİP’li gencin öldürüldüğü Bahçelievler Katliamı’ndan hüküm giyen Ahmet Ercüment Gedikli’ye ait çıktı. Şirket bugüne kadar tanesi 50 bin liradan 700 kulübe yaptı.[76]
ix) SGK’ya zimmetli seyyar röntgen cihazı, Kırşehir’in AKP’li Belediye Başkanı Yaşar Bahçeci’nin atının kırılan ayağının filminin çekilmesi için hastaneden at çiftliğine götürüldü.[77]
x) İstanbul Üniversitesi Baltalimanı Sosyal Tesisleri’nde alkol satışı yasaklandı. Yetkililer yasağı doğruladı, nedenini açıklamadı.[78]
xi) 6 Kasım 2015 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren karara göre, marketlerde satılan yılbaşı sepetlerinde bir dönem kapandı. TAPDK kararına göre artık, yılbaşı sepetlerinde alkollü içecekler ve tütün mamulleri yer almayacak.[79]
Ve laiklik mi?
i) TBMM Başkanı İsmail Kahraman, “Yeni anayasada laiklik olmamalı” derken; Cumhurbaşkanı Erdoğan da şunları dedi: “Kutlu Doğum herhangi bir yıl dönümü değil, manevi bir yeniden diriliş olarak kutlandığı ölçüde anlamlıdır. Bütün Müslümanların bu yeniden diriliş fırsatını en iyi şekilde değerlendireceklerine inanıyorum. Allah’ü Teala, hepimize işte bugün burada toplandığımız gibi kıyamet günü de Efendimizin sancağı altında toplanmayı nasip eylesin diye dua ediyorum.
Dinin sahibi Allah’tır. Bizim üzerimize düşen kendi geleceğimize sahip çıkmaktır. Dünyada hak ettiğimiz yere gelmek için dinimizi ve tarihimizi iyi öğrenmeliyiz. Osmanlı’nın son dönemlerinde medreselerin yozlaşması büyük sıkıntıya neden olmuştur. Cumhuriyetle medreselerin kapatılması daha büyük boşluğa neden olmuştur.
Müslümanları zalim diktatörler ile terör örgütleri arasında bir tercihe zorlamak asla mümkün değildir. Yaşanan sancılar, üst üste gelen değişimler yeni bir sürecin habercisidir. İslâm dünyasının umudu Türkiye’dir, Türkiye’nin umudu da sizlersiniz. Kaderin üzerindeki kader ne karar vermişse bizim yaşayacağımız da odur.”[80]
“Laicus: Yunancadan gelme Latince bir tabir. Yunanca’da düpedüz ‘halk’ demektir”... Latinin ‘laicus’u da ‘rahiplerin dışında kalan’dır.”... “Eğitim ve bilgi, ruhbana ait bir imtiyaz ve nimet olduğundan ‘iş bilmez, eğitimi düşük’ adam anlamında da geçer” diyordu. Bu saptama, ruhban sınıfının bilgi üzerindeki tekeline işaret ediyor ve Laicus kavramı da, halkın, çoğunluğun yönetimi anlamına gelen demokrasi kavramıyla buluşuyor.
Gerçekten de bugün laiklik, kapitalizme, kapitalist sınıfın, “eski rejime” karşı siyasi, kültürel mücadelesine ait bir kavram.
Yükselmeye başlayan kapitalist sınıf, toplumda zamanın, mekânın paylaşımını, konuşulabilir olanın sınırlarını kendi yaşam pratiğini kolaylaştıracak, yeniden üretecek biçimde genişletmek istediğinde siyasi, ideolojik engellerle karşılaştı. Bunları aşmak istediğinde de karşısına öncelikle İlber Hoca’nın değindiği ruhban sınıfının, onun tekelinde tuttuğu bilginin, bu durumu yeniden üreten kurumsallaşmış dinlerin baskıları çıkıyordu.
Ruhban sınıfına, kurumsallaşmış dine yönelik eleştirilere XVI. yüzyıldan itibaren gittikçe artan oranda, yeni sınıfın önde gelen entelektüellerinin (Örneğin: Hobbes, Spinoza) yazılarında görüyoruz. Bu yazarlar, “mucize” kavramına karşı neden-sonuç ilişkisini, doğanın yasalarını, dini düşünceye karşı bilimsel düşünceyi, felsefeyi savundular. Aydınlanma “olayı” sırasında da, Voltaire, Hume, Rousseau, Kant gibi düşünürler, insanın yaşam pratiğinin, aklının özgürleşmesi için kilisenin devletin müdahalesinden kurtulması gerektiğini savundular.
Özetle: Bugünkü laiklik kavramının tarihsel içeriğini ruhban sınıfının, kurumsallaşmış dinlerin toplumsal egemenliğine karşı itirazlar, ruhban sınıfının bilgisini sorgulama, eleştirme özgürlüğü, dini siyasi iktidar alanından (kamusal alandan) çıkartma talebi oluşturdu.
Laiklik kavramı, siyasal İslâmın, AKP aracılığıyla iktidara yükselme, zamanın, mekânın paylaşımını, konuşulabilir, görülebilir olanın sınırlarını kendi yaşam pratiğini destekleyecek biçimde genişletme, giderek hegemonyasını inşa etme sürecinde tepetaklak edildi: Laiklik, liberal entelijensiyanın azımsanamayacak katkılarıyla, demokrasinin, özgürlüklerin karşıtı olarak sunuldu.
Laikliği yeniden tanımlama, yumuşatma söylemi var olan rejime karşı, özgürlükleri genişletme yönünde değil, siyasal İslâmın entelijensiyasının (ulemanın: bir ruhban sınıfın) iktidarını ve simgesel evrenini (Sünnî İslâmın hakikât rejimini) restore etme yönünde işleyen bir söylemi besledi.
Ülkede laikliği daha da geliştirmek, örneğin Sünnî İslâm ile devlet arasındaki bağı kopartmak, düşünce, eleştiri özgürlüğünün sınırlarını genişletmek yerine, laikliği özgürlük kavramının karşısına koyarak sınırlamayı amaçlayan söylem, aslında düşünce, eleştiri özgürlüklerini giderek sınırlayan bir hegemonya sürecinin önünü açtı.
Bir süredir, konuşulabilecek, anlamlandırılabilecek olanın sınırları, siyasal İslâmın yaşam pratiğinin gereksinimlerine göre yeniden belirleniyor. Can ve Erdem gibi, barış isteyen akademisyenler gibi, yandaş basına katılmayan gazeteciler gibi, bu pratiğin içine sığmayanlar, giderek artan oranda, fiziki, simgesel şiddetle susturulmak isteniyor.
Bugün laikliği savunmak, düşünce özgürlüğünün, demokratik hakların genişletilmesini savunmaktır. Düşünce özgürlüğünü, demokratik hakları savunmak, dinin kamusal alandan çıkarılmasını savunmaktır.[82]
“Devletin radikal İslâm’la ittifakı”[83] koordinatlarında “Proleter hareketin bugüne taşıyageldiği uygarlıklar birikimini kana ve çürümeye bulayan neo-liberal İslâmcı gericilik karşısında ‘özgürlükçü laiklik-otoriter laiklik’ ikilemi devrimci bir seçenek oluşturmaz. Tam politik özgürlük için, laiklik ilkesine, bugünün toplumsal çelişkilerini çözecek sosyalist bir içerik kazandırılmasını ve dinin insanın üretken alanlarından sökülüp atılması gerekir”ken;[84] gerçek bir laiklik demokratik halk iktidarında mümkündür. Tarihte bütün sömürgen sınıflar dini, sömürülerini sürdürebilmek için şu veya bu ölçüde kullanmıştır. Çünkü, kader, tevekkül, cennet vaadi, cehennem tehdidi emekçi halkın bilinçlenip iktidarı kendi eline almasını önlemek için bin yıllardır kullanılan zorun yanı sıra en elverişli araçtır egemenlerin elinde…[85]
Örneğin AKP döneminde resmen patlama yapan iş cinayetlerini engellemek için gerekli tedbirleri almak yerine tevekkülü (Allaha teslim olmak, sığınmak) öne çıkarmak, Diyanete bağlı imamların Cuma hutbesinde “Aşırı tedbir, Allah’a olan güveni sarsar” gibi ifadeler kullanması işçi sınıfının mücadelesi içinde laikliğin neden önemli bir yer tutması gerektiğini gösterirken; laiklik, sadece “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” ile sınırlı olmayan, eğitim ve toplumsal yaşamın hiçbir dini inanç ya da dini kurallara göre düzenlenmemesini ifade ediyor. Laiklik, kişisel bir alan olan inanç alanının ve dinsel etkinliklerin, devlet ve ekonomik yaşamdan ayrı olarak ele alınması, devlet yönetiminin dinsel esaslara ve güce dayanmaması, devletin bütün inançlar karşısında eşit mesafede ve tarafsız olması demektir aynı zamanda.[86]
Bir şey daha: “Laikçilik” diye bir şey yok. Laiklik ya vardır ya yoktur; laiklik inanç inançsızlık kılık kıyafet tartışması falan değil; aklın özgürleştirilmesidir!
NİHAYET
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Ya baş eğeceksiniz ya baş vereceksiniz.”[87] “Her şeyin bir bedeli var... Teröristlerle mücadelemize sonuna kadar devam edeceğiz... İlk insanla başlayan bu mücadele sonsuza kadar sürecek,”[88] deyişindeki üzere davrandığı koordinatlarda -kimleri “Nongquawuse Sendromu”ndan[89]- söz etse de; Alevîler ile Sünnîlerin, Kürtler ile Türklerin, işçilerle patronların yani ezilenlerle egemenlerin arasında bu boyutlara uzanan kutuplaşma topyekûn bir kapışmaya kapı açmaktadır.
Şimdi aslolan, “Korkaklar sonunda kendi hapishanelerinin parmaklıklarını hazırlar,”[90] diye tanımlanan egemen korkunun (kapitalizm + emperyalizmin[91]) karşısına cesaretle dikilmektir.
“AKP’nin otoriter ulus devlet, yani eski statükoya karşı çıktığı noktada önümüze açılan demokratik imkân alanında, dönüşme çabaları öne çıktı, ama maalesef ömürleri çok kısa sürdü”[92] ya da “yetmez ama evet” zırvalarını unutmamak/ unutturmamaktır!
O hâlde kültürlere göre farklı tanımları olsa da, cesaret -genel olarak-; korku, acı, risk, sindirme ya da belirsizlik ile yüzleşebilme yeteneği olarak tanımlanırken;[93] unutulmaması gereken; Komutan Yardımcısı Marcos’un, “Özgürlük şafak vakti gibidir. Kimileri gelmesini beklerken uyur, ama kimileri de uyanık kalır ve ona ulaşmak için gecenin içinden yürür,” uyarısıdır!
17 Haziran 2016 12:46:30, Ankara.
N O T L A R
[*] 25 Haziran 2016 tarihinde Almanya’da Hamburg DHF’nin düzenlediği etkinlikte yapılan konuşma… Kaldıraç, No:180, Temmuz 2016…
[1] Sabahattin Ali.
[2] Chuck Palahniuk, Ölüm Pornosu, Çev: Funda Uncu, Ayrıntı Yay., 19. baskı, 2015.
[3] Oysa, “Demokrasi sorununun Marksist çözümü, proletaryanın, burjuvazinin devrilmesini ve kendi zaferini hazırlamak üzere, bütün demokratik kurumları ve bütün özlemleri, kendi sınıf savaşımında seferber etmesidir,” (V. İ. Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü, Emperyalist Ekonomizm, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1979, s.23.) der V. İ. Lenin…
[4] Ahmet İnsel, “Demokratur”, Cumhuriyet, 22 Mart 2016, s.11.
[5] Özgür Mumcu, “Yeni Otoriter Rejimler”, Cumhuriyet, 11 Şubat 2016, s.13.
[6] Nurcan Gökdemir, “Devlet Yok Erdoğan Var!”, Birgün, 16 Mart 2016, s.11.
[7] “Mustafa Ataş: Erdoğan Anlatılmaz Yaşanır”, Cumhuriyet, 28 Mart 2016, s.5.
[8] Meryem Koray, “Yeni Türkiye’nin Yenilikleri!”, Birgün, 18 Mart 2016, s.8.
[9] XIV. Lui, (1638-1715) arasında yaşamış, beş yaşında tahta çıkmış, 72 yıl kesintisiz krallık yapmıştır. Siyasi tarihte, “mutlak krallığın” sembol ismi olara kabul edilir. Kralın yetkilerini sınırlamak isteyen ve bunu devletin çıkarı gören soylulara karşı “Devlet benim!” diyerek siyasi literatüre geçmiştir.
[10] İhsan Çaralan, “… ‘Demir yumruk’lu Devlet ve ‘Tek Lider’ Hayali”, Evrensel, 18 Mart 2016, s.3.
[11] “Schulz: Türkiye, AB Değerlerinden Nefes Kesen Hızla Uzaklaşıyor, Üyelik İmkânsız”, Cumhuriyet, 24 Mayıs 2016, s.7.
[12] “Erdoğan’a Göre Herkes Terörist, Muhalefeti Tamamen Yok Etmek İstiyor”, Cumhuriyet, 27 Mart 2016, s.12.
[13] Semih İdiz, “Batı’nın Tonu Giderek Sertleşiyor”, Cumhuriyet, 15 Nisan 2016, s.10.
[14] “Diktatörlüğe Dönüşmesine Sessiz Kalıyor”, Cumhuriyet, 31 Mart 2016, s.10.
[15] “Tarık Ali: Güç, Erdoğan’ı Kör Etti”, Cumhuriyet, 31 Mart 2016, s.14.
[16] “Der Spiegel Erdoğan’ı Kapak Yaptı: Korkunç Dost”, Cumhuriyet, 3 Nisan 2016, s.13.
[17] Ergin Yıldızoğlu, “Çok Sancılı Bir Dönem”, Cumhuriyet, 28 Mart 2016, s.9.
[18] Ergin Yıldızoğlu, “Yönetilemeyen Ülke”, Cumhuriyet, 22 Şubat 2016, s.9.
[19] Kürt sorunu yoktur. Yalan! Faiz enflasyonu azdırır. Yalan! Merkez Bankası Başkanı haindir. Yalan! Onunla işi tatlıya bağladık. Yalan! Gezi’yi faiz lobisi çıkardı. Yalan! Camide içki içtiler. Yalan! Kabataş’ta türbanlı kadına saldırdılar. Yalan! Arınç’a suikast düzenlediler. Yalan! Suikastçı subaylar krokiyi yuttular. Yalan! Kozmik odadan eylem planları çıktı. Yalan! Balyoz planında camii bombalayacaklardı. Yalan! Ben Ergenekon’un savcısıyım. Hükümeti devireceklerdi. Yalan! Sümeyye’ye suikast yapacaklardı. Yalan! vs.vs... Ayakkabı kutusundaki paralar vakfındı. Yalan! Kayıtlar montaj. Yalan! Sesler dublaj. Yalan! Rıza Türkiye’nin cari açığını kapattı. Külliyen yalan! Yıllardır yalanlar dinliyoruz! Günde en az iki defa yalan demetiyle karşılaşıyoruz! Bıktık! (Fikri Sağlar, “Yalancının Mumu!”, Birgün, 19 Mart 2015, s.8.)
[20] “Erdoğan: Patlama Olmasaydı Ferhat Göçer’i Dinleyecektik”, Cumhuriyet, 15 Mart 2016, s.4.
[21] Ergin Yıldızoğlu, “Sığınmacılar ve Bombalar”, Cumhuriyet, 17 Mart 2016, s.8.
[22] Sezin Öney, “Remilitarizasyon”, 9 Haziran 2016… http://www.haberdar.com/remilitarizasyon-makale,1241.html
[23] Ahmet İnsel, “Terörle İktidara Üstü Kapalı Destek”, Cumhuriyet, 14 Haziran 2016, s.14.
[24] Oral Çalışlar, “Bir Muhalefet Lazım, Ama Nasıl...”, Posta, 7 Mayıs 2016… http://www.posta.com.tr/turkiye/YazarHaberDetay/Bir-muhalefet-lazim--ama-nasil---.htm?ArticleID=341499
[25] Selin Ongun, “Ömer Laçiner: Tam Teşekküllü Diktatörlüğe”, Cumhuriyet, 22 Mart 2016, s.6.
[26] Ferhat Kentel, “Totalitarizmin Sıradanlığı”, Bas Haber, No:104, 30 Mayıs-5 Haziran 2016, s.7.
[27] Serpil İlgün, “Prof. Dr. Nuray Mert: Totaliter Rejim İnşasına Dönük Son Virajlar da Geçiliyor”, Evrensel, 23 Mayıs 2016, s.14.
[28] Nuray Mert, “Asıl Mesele İslâmi Rejim, Onu Tartışalım”, Cumhuriyet, 11 Mart 2016, s.5.
[29] Güray Öz, “İslâmcı Despotizme Doğru”, Cumhuriyet, 18 Mayıs 2016, s.7.
[30] Ahmet İnsel, “Otoritarizm Ötesine Gidiş”, Cumhuriyet, 17 Mayıs 2016, s.11.
[31] Ahmet İnsel, “Yalan, İnkâr ve Aldatma Rejimi”, Cumhuriyet, 26 Nisan 2016, s.11.
[32] Ahmet İnsel, “Faşizm, Diktatörlük ve Geçiş Dönemi”, Cumhuriyet, 31 Mayıs 2016, s.13.
[33] Selin Ongun, “Han: ABD, Patlamayı YPG’nin Yaptığına İnansa da PYD Politikasını Değiştirmez”, Cumhuriyet, 22 Şubat 2016, s.7.
[34] Ergin Yıldızoğlu, “Paranoya Korku, Kitlenme”, Cumhuriyet, 29 Şubat 2016, s.9.
[35] “Selahattin Demirtaş: Gerilim Etnik Savaşa Dönüşebilir”, Cumhuriyet, 14 Haziran 2016, s.6.
[36] Mehmet Soysal, “Prova İsyanlar”, Milliyet, 29 Nisan 2016, s.22.
[37] Ergin Yıldızoğlu, “Peki Ya Sonra...”, Cumhuriyet, 10 Mart 2016, s.9.
[38] Ayşenur Arslan, “Saray’a Apaçık Teşekkür”, Birgün, 7 Mart 2016, s.2.
[39] Mehmet Tezkan, “Diktatörlükle Demokrasi Farkı”, Milliyet, 7 Nisan 2016, s.7
[40] Ümit Kardaş, “Gücün Gölgesinde Son Tango!”, Taraf, 16 Aralık 2014… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/gucun-golgesinde-son-tango/
[41] “Abdülhamid öyle bir sistem kurdu ki, o memur, bildiğini, gördüğünü şefinden önce Abdülhamid’e aktarmaya başladı. Abdülhamid’e ve şefine farklı bilgi vermesi de bu durumda kabul edilebilir bir şey oldu. Böylece, bürokrasi, bir bürokrasinin tanımı gereği sahip olması gereken nötr, nesnel yapıyı kaybetti. Belirli ilkelerle, belirli hedefleri gerçekleştirmek üzere kendi kuralları içinde çalışan bir mekanizma olmaktan çıktı. Kişiselleşti; yani bir ‘devletin aparatı’ olmaktan çıkarak bir ‘otokratın maiyeti’ hâline geldi. Tabii mekanizma içinde terfiler (en önemli konu) bu yeni yönteme ve anlayışa göre yeniden düzenlendi (ama resmîleşmeden). Örneğin, falan dairenin başındaki müdir-i umumî mi daha etkili biridir, filan süflî kadroda çalışan hafiye mi? Tabii ki hafiye…
Abdülhamid her şeyi herkesten önce kendisi öğrenmek istiyordu. Onun için de Abdülhamid zamanında bürokrasinin çalışma tarzı rasyonaliteden uzaklaştı. Bürokrasinin ara kademeleri, mertebeleri sanki silindi, her memur kendi âmirinden önce ona bilgi ulaştırmaya başladı… Şu yıllarda Tayyip Erdoğan’ın ‘Saray’ında, danışmanlarıyla, paralel hükümetiyle vb. ‘cumhurbaşkanlığı’ yapma tarzında Abdülhamid’i hatırlatan bir mutlakıyet özlemi hissediliyor. Bu bakımdan, ‘neo-Ottomanism’ nitelemesinin karşılığı bu neo-Hamidizm olsa gerek.” (Murat Belge, “Neo-Hamidizm”, Taraf, 21 Şubat 2016… http://www.taraf.com.tr/neo-hamidizm/)
[42] Güray Öz, “Kafaları Kırmak”, Cumhuriyet, 4 Eylül 2015, s.7.
[43] Emre Kongar, “Bu Rejimin Adı Demokrasi Olamaz!”, Cumhuriyet, 17 Haziran 2016, s.2.
[44] Nuray Mert, “Türkiye’nin Üzerinden Geçen Silindir”, Cumhuriyet, 17 Haziran 2016, s.5.
[45] Daniel Guerin, Faşizm ve Büyük Sermaye, çev: Orhan Suda, Suda Yay., 1975, s.91-92.
[46] Özgür Mumcu, “Faşistin Damadı”, Cumhuriyet, 7 Mayıs 2016, s.3.
[47] Özgür Mumcu, “Devlet Benim”, Cumhuriyet, 19 Mart 2016, s.3.
[48] Kadri Gürsel, “AKP’nin Vücut Dili, Nazizmin Ruhu”, Cumhuriyet, 23 Mayıs 2016, s.12.
[49] Başbakan Yıldırım, “Başkanlık fiilen başladı. Referandum oldu. Sonuçta halk başkanını seçti. İşte aslında o gün fiilen başkanlık kapısı açıldı,” (“Binali Yıldırım: Başkanlık Sistemi Fiilen Başladı”, 17 Haziran 2016… http://www.aktifhaber.com/binali-yildirim-baskanlik-sistemi-fiilen-basladi-1356676h.htm) derken; “Başkanlık, Erdoğan için sadece bir siyasi sistem değil kendisi için ebedi dokunulmazlık kazanmaktır. Ve Erdoğan’ın nihai hedefi de budur,” (Murat Aksoy, “Erdoğan’ın Başkanlık Yolunda 4 Hedefi”, Yeni Hayat, 6 Mayıs 2016… https://www.yenihayatgazetesi.com/erdoganin-baskanlik-yolunda-4-hedefi-7585) diye yorumlamaktadır bu hâli de Murat Aksoy…
[50] Kadri Gürsel, “Nazi Siyaset Teknolojisinin Türkiye Mümessili: AKP”, Cumhuriyet, 24 Mayıs 2016, s.4.
[51] Ergin Yıldızoğlu, “Fiyasko Yok! Başarı Büyük!”, Cumhuriyet, 21 Nisan 2016, s.8.
[52] Ergin Yıldızoğlu, “Kültür Savaşları...”, Cumhuriyet, 2 Haziran 2016, s.9.
[53] Şehriban Kıraç, “TÜSEV Genel Sekreteri Tevfik Başak Ersen: Türkiye En Çok Dini Alanda Dernekleşiyor”, Cumhuriyet, 15 Şubat 2016, s.9.
[54] “AKP iktidara gelmeye başladığından bu yana, ne zaman CHP liderliğine, politikalarına baksam, üzerime bir karanlık çöküyor, aklıma Kafka’nın bir sözü geliyor: ‘Umut var ama, bizim için değil’. Önce, Erdoğan’ın önünü açan Baykal döneminde, sonra Kılıçdaroğlu başkanlığında CHP, hem her seçimde hem de siyasal İslâmın yeni rejimi inşa sürecinin (restorasyonun) her dönemecinde hep aynı hatayı yaptı; her seferinde başka bir sonuç bekledi ama hep aynı sonucu aldı, yine de yapmaya devam ediyor...” (Ergin Yıldızoğlu, “İstifa, Ceza, Suikast... CHP”, Cumhuriyet, 9 Mayıs 2016, s.9.)
[55] Bir İslâmcı kalem de bakın ne diyor: “Hürriyet ve demokrasi LGBT’lerin de eşit yurttaşlığını savunmayı gerektirir… Eşcinselliğin hukuku konusunu özetlersek: Günahkârlarının haklarının hukuken savunulması İslâm’ın gereği olan bir günahtır”! (Mücahit Bilici, “LGBT’lerle Nasıl Eşit Olacağız?”, Yeni Yüzyıl, 17 Nisan 2016… http://www.gazeteyeniyuzyil.com/makale/lgbtlerle-nasil-esit-olacagiz-2023)
[56] “Onur Yürüyüşü Hedef Yapıldı”, Cumhuriyet, 15 Haziran 2016, s.3.
[57] “İlk Tahammülsüzlük”, Cumhuriyet, 8 Haziran 2016, s.3.
[58] Serbay Mansuroğlu, “Dağ Başında Kızlı Erkekli Kalamazsınız”, Birgün, 19 Mart 2016, s.3.
[59] “Gökçek’ten Haremlik-Selamlık Vagon Anketi”, Cumhuriyet, 14 Haziran 2016, s.4.
[60] “Namaz Kılmayan Hayvandır”, Hürriyet, 12 Haziran 2016… http://www.hurriyet.com.tr/trt-canli-yayininda-soyledi-namaz-kilmayan-hayvandir-40116710?
[61] Deniz Ülkütekin, “Müdürden Bir Garip Mesaj”, Cumhuriyet, 15 Haziran 2016, s.3.
[62] İklim Öngel, “Kamu Sınavında ‘Yandaş’ Soruları”, Cumhuriyet, 31 Mayıs 2016, s.14.
[63] Diyanet İşleri Başkanlığı, 2015 Performans Raporu’nu kamuoyuyla paylaşırken, ‘kamu paralarının’ nasıl çarçur edildiğini de gözler önüne serdi. 2014 yılına ait performans göstergesinde basit kalemlere harcanan inanılmaz rakamlar var. Diyanet yayınları ve fetvaları için harcanan para ise özellikle dikkat çekici. Diyanet, toplumda infial yaratan baba ile kız arasındaki şehvet fetvası ile birlikte hutbeleri de internete yüklemek için kurulan site için 2.000.000 TL harcama yapmış.
Diyanet’in Performans hedefi tablosunda şaşkınlık yaratıcı kalemlerden biri de, ‘İslâm’ın bilimsel metodolojisine uygun dini bilgi üretmek, bunu içselleştirmek ve yaymak’ hedefiyle hazırladığı eserler ve yapılan faaliyetler. Diyanet; 2015 yılında, personel dâhil olmak üzere 16 toplantı yapmış, 6 ‘ilmi eser’ hazırlamış, 10 tez çıkarmış, 210 makale incelemiş ve 4 kitap basmış. Bunlara ise toplam; 8.861.106 TL para harcamış. (Erk Acarer, “Diyanet Yayınlar İçin 10 Milyon Harcamış”, Birgün, 7 Mart 2016, s.3.)
[64] Hüseyin Şimşek, “Diyanet ‘Ahlâk’a El Attı”, Birgün, 4 Mayıs 2016, s.3.
[65] Nurcan Gökdemir, “… ‘Yeni Osmanlıcılar’a Büyük Hizmet!”, Birgün, 4 Mart 2016, s.3.
[66] Emre Döker, “Yarımada da Diyanet’in”, Cumhuriyet, 26 Haziran 2014, s.7.
[67] “Kütahya’da İnşaat İşçilerine Linç Girişimi”, Cumhuriyet, 2 Haziran 2016, s.11.
[68] “… ‘Beyaz Bere’ Kafası Hortladı”, Cumhuriyet, 27 Nisan 2016, s.10.
[69] “Haşim Kılıç: Yargıda Bir Vesayet Gitti, Şimdi Başka Bir Vesayet Geldi”, Cumhuriyet, 12 Mart 2016, s.5.
[70] Hakan Dirik, “Sürülen Hâkim Aydın: O Cesur Savcılar Eşyalarını Topladı”, Cumhuriyet, 10 Haziran 2016, s.10.
[71] “Freedom House: Türkiye’de Basın Özgür Değil”, Cumhuriyet, 28 Nisan 2016, s.6.
[72] Nurcan Gökdemir, “… ‘Karanlık Harcamalar’ Tam Gaz”, Birgün, 16 Mart 2016, s.5.
[73] Mahmut Oral, “Kül Olan Hayatlar”, Cumhuriyet, 9 Mart 2016, s.11.
[74] “Polis Adliyede Avukatlara Saldırdı”, Gündem, 31 Mart 2016, s.6.
[75] “218 Kişi Öldürüldü, Tek Polis Ceza Almadı”, Evrensel, 17 Haziran 2016… http://www.evrensel.net/haber/282853/218-kisi-olduruldu-tek-polis-ceza-almadi
[76] “Emniyet’ten Bahçelievler Katliamı Katiline İhalesiz İş”, Cumhuriyet, 22 Nisan 2016, s.16.
[77] Burcu Cansu, “AKP’li Başkanın ‘Atı’na Özel Hizmet”, Birgün, 4 Mayıs 2016, s.2.
[78] “Profesörlere Alkol Yasağı”, Cumhuriyet, 24 Kasım 2015, s.3.
[79] “Yılbaşı Sepetlerinde İçki Yasaklandı”, Cumhuriyet, 6 Kasım 2015, s.9.
[80] “Erdoğan: Medreselerin Kapatılması Boşluğa Neden Oldu”, Cumhuriyet, 29 Nisan 2016, s.5.
[81] “Laiklik İnsan Özgürlüğünün Politik Yüzü”, Halkın Sesi, Yıl:9, No:223, 18-31 Aralık 2014, s.21.
[82] Ergin Yıldızoğlu, “Önemli Olan Davutoğlu’nun İstifası Değil!”, Cumhuriyet, 12 Mayıs 2016, s.9.
[83] Ayça Söylemez, “Devletin Radikal İslâm’la İttifakı”, Birgün, 29 Mart 2016, s.9.
[84] “Laiklik İlkesinin Proleter Savunma Hattı”, Halkın Sesi, Yıl:11, No:257, 3-17 Mayıs 2016, s.18.
[85] Kamil Tekin Sürek, “Laiklik ve Demokrasi”, Evrensel, 28 Nisan 2016, s.4.
[86] Erkan Aydoğanoğlu, “Laiklik, Demokrasi ve Emekçiler”, Evrensel Pazar, 8 Şubat 2015, s.4.
[87] Abdullah Karakuş, “Ya Baş Eğeceksiniz Ya Baş Vereceksiniz”, Milliyet, 8 Nisan 2016, s.16.
[88] Ergin Yıldızoğlu, “Kıyamete Kadar Mücadele”, Cumhuriyet, 9 Haziran 2016, s.8.
[89] Bkz: Tarık Şengül, “Nongquawuse Sendromu”, Birgün, 29 Mart 2016, s.6.
[90] Paulo Coelho, Işığın Savaşçısının El Kitabı, çev: İlknur Özdemir, Can Yay., 2003, s.138.
[91] Açıkça söylemek gerekir ki: 1. Amerika ile aynı yolda olmamak iyidir ve hatta mümkünse ABD bölgeden elini tamamıyla çekene kadar onunla didişilmelidir. 2. Fakat hükümetin tuttuğu yol, ABD’nin ülke ve bölge halkları için izlediği yoldan daha beter, daha tehlikeli ve daha zararlıdır. Öyleyse, demokratik ve devrimci muhalefetin izleyeceği politika, gericiliğe ve faşizme karşı ABD’den medet ummak olamaz ve bu katil emperyalistin herhangi bir eylemi, tavrı, tutumu desteklenemez.
Elbette buna karşılık, kimi akıl ve terbiye yoksunu sözde “solcu” eskilerinin yaptığı gibi, ABD’ye karşı ülkenin en büyük gericisiyle aynı safta da durulamaz, bunun sözü bile edilemez. Bugün ABD emperyalizmine karşı olmak, öncelikle ve ödünsüz bir biçimde, içeride ve dışarıda savaşa karşı olmak demektir. Emperyalizme karşı olmak ve “Vatanı savunmak”, halkların kanını döken, komplo ve provokasyonlarla iktidarını pekiştirmeye çalışan faşist bozuntularıyla da aynı şekilde ve ödünsüz mücadeleyi gerektirir. Demokrasinin yolu, emperyalizme ve faşizme karşı birleşik mücadeleden geçiyor! (Aydın Çubukçu, “Emperyalizme ve Savaşa Karşı!”, Evrensel, 24 Şubat 2016, s.10.)
[92] Nuray Mert, “… ‘Büyük Felaket’ mi, ‘Büyük İftira’ mı?”, Cumhuriyet, 6 Haziran 2016, s.5.
[93] Gürkan Akçay, “Cesaret Korkuya Baskın Geliyor”, Birgün, 28 Nisan 2016, s.2.
Yorumlar