“Bir insanın anlattığı hikâyelerin hatırlanması o insanı ölümsüz kılar.” [1] 13 Nisan 2015 günü, dünyanın iki ayrı köşesinden ik...
“Bir insanın anlattığı hikâyelerin
hatırlanması o insanı ölümsüz kılar.”[1]
13 Nisan 2015 günü, dünyanın iki ayrı köşesinden iki yazarı aldı götürdü. İki çok yönlü entelektüel, Uruguaylı Eduardo Galeano ile Almanyalı Günter Grass, artık yoklar. Onlar art arda hayatlarını kaybederken; John Berger’ın Galeano için dediği gibi, Onlar yalanların, kayıtsızlığın, unutkanlığın düşmanlarıydılar.
Galeano ile Grass, kendi ülkeleri ve coğrafyalarında ve ötesinde, yazılarıyla, düşünceleriyle, “geçmişle yüzleşme” konusunda önemli rol oynamışlardı; hele Galeano, Latin Amerika’nın vicdanı olarak anıldı.
Grass ise İkinci Dünya Savaşı ve sonrası Almanya’sını konu alan romanlarıyla ülkeyi kendi şeytanlarıyla yüzleştiren bir romancı olarak tanındı.
Sezin Öney’in, “Onların ölümü, ‘entelektüel’in de devrinin kapanmasını sembolize ediyor,” abartısını bir yana bırakırsak; her iki yazarın yaşamıyla artlarında bıraktıkları insan(lık) için müthiş bir kalıt ve zenginliktir.
Çünkü Onlar, insanlığın vicdanın örnekleridir.
Onlar, emperyalist kapitalizmin dünyayı nasıl yağmaladığını, insan karakterlerini nasıl bozduğunu, ahlâk ilkelerini nasıl yerle bir ettiğini bütün dünyaya açıklamışlardır.
* * * * *
Günter Grass, gerçek bir aydının en önemli özelliklerine sahipken; Onu tanımlayan ‘Teneke Trampet’iydi…
Grass, ‘Teneke Trampet’le, Nazi döneminde yetişmiş ve savaşı yaşamış Alman kuşağının edebiyattaki sözcüsü olurken; bu romanın kural tanımaz düş dünyasının ardındaki ahlâksal ciddiyet nedeniyle “kuşağının vicdanı” olarak görüldü.[2]
John Irving’in ifadesiyle, “Grass ‘Teneke Trampet’i sadece otuz bir yaşındayken yazmış ve kendisinden ‘bir Alman çocuk kitabından çıkmış devrimci’ diye bahsetmişti.”
Eserleri kadar siyasi tavrıyla da XX. yüzyıl Avrupası’na damga vurmuş, Nobel Edebiyat ödüllü Grass’ın 16 Ekim 1927’de doğduğu Danzig Hür Devleti, bugün haritada Polonya’nın Gdansk şehri olarak yer alıyor.
1920-1939 arasında yarı-özerk bir bölge olan Danzig, Polonya’ya bağlı olmakla birlikte Almanların çoğunlukta olduğu bir yerdi. 1943’te II. Dünya Savaşı’nda kendi ifadesiyle “Ailesinin iki göz odalı evi artık kendisine dar geldiği için”, denizaltıcı olmak için orduya başvurdu.
Ancak 1944’te, Nazi Partisi’nin korumaları olan SS’in iki silahlı kolundan daha ünlü olanı, Waffen-SS’te bir panzer birliğine sevk edilecekti. Kendi iddiasıyla ‘tek kurşun atmadan’ Cottbus’ta yaralandı ve birliğinin 1945’te ABD ordusuna teslim olması nedeniyle bir yılını ABD savaş esiri kamplarında geçirdi. Yazar bu gerçeği otobiyografik romanı ‘Soğanı Soyarken’e kadar, 60 yıl boyunca saklarken, özellikle de Danzig Üçlemesi’nde suçluluk duygusu zaman zaman açığa çıkıyordu.
Savaş sonrası önce Sovyetler tarafından işgal edilen, sonra da Polonya’ya verilen Danzig’de yaşayan tüm Alman kökenli vatandaşların kovulması üzerine, Grass da Batı Almanya’ya göç etti. İlk romanı ‘Teneke Trampet’, hem II. Dünya Savaşı’nı gerçeklikle ele alan Danzig Üçlemesi’nin, hem de Grass’ın başarılarının başlangıcı oldu. Aynı Grass gibi Danzig’de dünyaya gelen ve büyümemeye karar veren Oskar Matzerath’ın hikâyesini anlatan roman, keskin Nazi eleştirisi, aynı cümleden birinci şahıstan üçüncü şahısa geçebilen anlatıcısı ve dönemin kabullerini zorlayan cinsel içeriğiyle her iki Almanya’da da büyük tepkiye yol açsa da, XX. yüzyıl Alman romancılığının simgelerinden oldu. 1999’da İsveç Akademisi’nin Nobel Edebiyat Ödülü metni, ‘Teneke Trampet’i şöyle övecekti: “Sanki Alman edebiyatı onlarca yıllık sözel ve ahlâki yıkımdan sonra yeniden başlama fırsatına kavuştu.”[3]
Grass’a dünya çapında ün kazanan -1959’da yayımlanan- ‘Teneke Trampet’inden başka ‘Kedi ve Fare’ ve ‘Köpek Yılları’nın da bulunduğu birçok eseri de milyonlarca okura ulaştı.
‘Teneke Trampet’te cüce kahraman Oskar Matzerath’ın gözüyle II. Dünya Savaşı yıllarını anlattı. Ardından Joachim Mahlke ve onun elmacık kemiğini ölümsüzleştirdiği ‘Kedi ve Fare’yi yazdı. ‘Köpek Yılları’, ‘Lokal Anestezi’, ‘Pisi Balığı’, ‘Dişi Fare’, ‘Kafadan Doğumlar’, ‘Uzak Tarla’, ‘Yüzyılım’ ve ‘Kanser Yolunda’ diğer yapıtlarıdır.
‘Kafadan Doğumlar’da Almanların soylarını devam ettirme endişesini yine kendine has tarzıyla ele alan Grass, ‘Uzak Tarla’da Berlin Duvarı’nın yapılması ve yıkılması arasında geçen süreci yansıtırken; 2012’de İsrail’in bölgedeki politikalarını eleştirdiği şiiriyle de bilinir, “Bazılarınca ‘ahlâki otorite’, bazılarınca ise ‘radikal solcu’ olarak değerlendirilmesi”[4] boşuna değildir elbet…
* * * * *
“Şevkati yıkıcı, hakikâti hiddetli”[5] diye betimlenen Galeano, bütün dünyayı, yakın ve uzak geçmişi yakından izleyen ama ayakları Latin Amerika toprağına basan bir yazardı.
Evet O, hesaplaşmayı seçmiş bir aydın ve yazar… Bunu yaptığı için de, cezaevi ve sürgün hayatıyla tanışmış, sevdiklerini kaybetmiş, kendi deyişiyle pek çok kere ölüp yeniden doğmak zorunda bırakılmıştı.
İnanmadığı hiçbir sözü asla söylemeyen Galeano’ya, bu özellikleriyle kulak vermekte fayda vardır; hem de bir şeylere “Hayır” diyebilmenin erdemini yaşamak için…
“Nedense”(!) hep futbol konusunda dedikleriyle anımsatılmakla sınırlandırılan “Galeano, sadece futbol üzerine yazmadı. ‘Güney Amerika’nın Kesik Damarları’nda, kendi kıtasının tarihinden yola çıkarak başka bir kimliğe, daha doğrusu kimliksizliğe zorlanan insanların, halkların, senin, benim derdine el attı. Sonra da bu kesik damarları bir cerrah titizliği ve ince işçiliğiyle dikmeye çalıştı,” İbrahim Altınsay’ın da işaret ettiği üzere…
‘The Guardian’dan Gary Younge’nin “küreselleşme karşıtı hareketin saray şairi” olarak nitelediği yazar, 1971’de yayımlanan ‘Latin Amerika’nın Kesik Damarları’ kitabıyla tanınmıştı. Arjantin, Brezilya ile Şili’de hüküm süren askeri diktatörlük rejimleri tarafından yasaklanan kitap, yazarın Latin Amerika’nın en güçlü kalemlerinden biri olmasını sağladı.
O emekten yana saf tutan, dik duran müthiş bir entelektüel olması yanında; gazeteciliği de edebiyatla hısım akraba kılmıştı.
Gözünü budaktan sakınmayan eleştirileriyle ünlü İngiliz yazar Matthew Arnold’un eleştirilerinden payını alan mesleklerden biri de gazeteciliktir. “Gazetecilik aceleye getirilmiş edebiyattır” der Arnold bir denemesinde.
Amerikalı yazar Russell Lynes ise, konuya alaycı bir keskinlik getirir: “Her gazetecinin gönlünde bir roman yatar, ama en iyisi orada kalmasıdır!” Gazetelerdeki köşelerinde “edebiyat yapmaktan” kendini alamayan kimi gazetecilere baktıkça, Arnold’a da, Lynes’a da hak vermemek olanaksız. Ama birçok büyük yazarın gazeteciliği edebiyatla buluşturduğunu, hısım akraba kıldığını yadsımak da olanaksız…
Galeano, Uruguay’da 1939’dan diktatörlük tarafından kapatıldığı 1974’e kadar Neruda’dan Paz’a, Che Guevara’dan Salvador Allende’ye, Goytisolo’dan Sartre’a sayısız ismin yazdığı dillere destan haftalık gazete Marcha’nın okulundan yetişmiştir. O da, gazeteciliğin etkili bir edebiyat türü olduğunu savunan yazarlardandır. “Kucaklaşmanın Kitabı”ndaki, “Ateş Anıları”ndaki şiirsel üslubunda, gazetecilik uğraşının payı az değildir.
Zaten ‘Bir Otoportre İçin Notlar’ başlıklı yazısında “İlk çizimini 14 yaşında (haftalık sosyalist gazete El Sol’e) yaptığını, boş bir sayfa karşısında ilk paniğini 18 yaşında yaşadığını,” söylerken; 1964’te militanı olduğu MLN-T (Movimiento Nacional de Liberación Tupamaros) hareketinin yayın organı olan ‘Época’ gazetesini kurdu ve yönetti.
1973 yılındaki diktatörlüğün ardından 1976’daki darbeye kadar yaşadığı Buenos Aires’te Arjantinli meslektaşları ve ‘Marcha’ okulundan sürgündeki gazetecilerle kurdukları ‘Crisis’te gazeteciliğe devam ederken; “Kısa tutmayı öğrendim,” der gazetecilikten edindiği becerileri sıralarken.
Ama bazı şeyleri dışarıda bırakarak kısa tutmayı değil: “Beni, bir sürü şey söylemek isteyen biri için elzem olan bir senteze zorladı.” Ve gazeteci olmanın getirdiği, yazılarına renk katan çok önemli bir özelliğini daha açık eder: “Gazetecilik seni o küçük çevrenden çıkmaya ve gerçekliğe, başkalarının dansına katılmaya zorlar.”[6]
Bülent Kale’nin, “Galeano için sözün onuru vardır; insan etten ve kemikten yapılmıştır ama söylediği kelimelerden de yapılmıştır,” notunu düştüğü “O’nun sözle ilişkisi çok boyutluydu. Onun için söz, bütünüyle işlevsel, gerçeğe dokunduğu ve gerçeği dönüştürdüğü ölçüde değerli. Sözün temel işlevi: Gerçekleri işaret etmek! Ve gerçeği göstermeyi başardığı ölçüde de değiştirme gücüne sahipti.”
Nihayet dediklerimizi toparlarsak: “Ben, anımsamaya, Amerika’nın, en çok da Latin Amerika’nın, bellek yitimine yazgılı kılınmış o sevecen toprakların geçmişini anımsamaya kafayı takmış bir yazarım” diyordu Galeano.
Kendini bir tarihçi olarak değil, bir tanık olarak görüyordu: Latin Amerika tarihini, onu “dağa kaldırmış” olan akademisyenlerin elinden kurtarmaya çalışan bir tanık.
“Çok kötü bir tarih öğrencisiydim” diyordu. “Bana tarihi, seramik müzesine ya da ölüler ülkesine ziyaret olarak öğrettiler. Geçmişin sessiz ya da dilsiz olmadığını keşfettiğimde yirmi yaşımı geçmiştim. Bunu Carpentier romanları, Neruda şiirleri okuyarak keşfettim…
Sorarak keşfettim. Sorarak ve kendime sorarak; yaşadığımız bu gezegen nereden geliyordu, her dakika otuz çocuğun açlıktan ya da hastalıktan ölmesi için her dakika silahlara bir milyon dolar harcayıp hiçbir ceza görmeyen bu dünya nereden geliyordu?
Sorarak ve kendime sorarak: Bu dünya, bizim dünyamız, bu mezbaha, bu tımarhane tanrının eseri mi, insanların eseri mi? Hangi geçmiş zamandan doğdu bu şimdiki zaman? Niçin bazı ülkeler diğer ülkelerin sahibine dönüştü, bazı insanlar diğer insanların, erkekler kadınların, kadınlar çocukların, mallar insanların sahiplerine dönüştü?”
Belleğimizin paramparça edildiği kanısındaydı. Gerçek belleğimizi, “insan gökkuşağı” dediği insanlığın belleğini kurtarmak, geri almak için yazıyordu.
Paranın ve ölümün övülmesine “Hayır!” dedi.
Bize ne yiyecek ne de sevecek bir şey veren, çoğunluğu yiyecek açlığına, çok daha fazla kişiyi de kucaklaşma açlığına mahkûm eden bu sisteme “Hayır!” dedi.
Yalana “Hayır!” dedi.
Korkuya, söyleme korkusuna, yapma korkusuna, olma korkusuna “Hayır!” dedi.
İnsan sözünün tarafsızlığına “Hayır!” dedi.
Çevremizde gerçekleşen gündelik çarmıha germeler karşısında bizi elimizi yıkamaya davet edenlere “Hayır!” dedi.
Güzelliğin ve adaletin birbirinden koparılmasına “Hayır!” dedi.
Diktatörlüklere, demokrasi kılığına girmiş diktatörlüklere “Hayır!” dedi.
Paranın özgürlüğüne “Hayır!” derken, insanların özgürlüğüne “Evet!” dedi.
Hayal kırıklığının hüzünlü cazibesine “Hayır!” derken, umuda, geceyi yırtarak gelen o isyankâr umuda “Evet!” dedi...[7]
Bunun için de çok ama çok önemliydi…
26 Mayıs 2015 19:08:07, Ankara.
N O T L A R
[*] İnsancıl, Yıl:26, No:304, Kasım 2015…
[1] Daniel Wallace, Büyük Balık, Çev: Begüm Kovulmaz, Yapı Kredi Yay., 2. Baskı, 2011, s.29.
[2] Günter Grass, “Yaşar Kemal’ın kitapları, ajitasyondan uzaktırlar. O, hayat mektebinden deneyimleriyle sosyalisttir, ve haksızlığın gözler önündeyken bile sürekli farklı kılıklara büründüğünü iyi bilir. Ancak onun hikâye ve romanlarına tamamen kendini vermiş okurlar onun politik itirazlarının halkın sıkıntıları, düşleri ve umutlarıyla nasıl temelden kaynaşmış olduğunu kavrayabilirler,” (“Tüm İnsanların Yaşar Kemal’e Borcu Var”, Cumhuriyet, 14 Nisan 2015, s.2.) demişti…
[3] Selay Sarı, “Almanya’yı Kendiyle Yüzleştirdi”, Milliyet, 14 Nisan 2015, s.6.
[4] Serdar Aksoy, “Günter Grass Hayatını Kaybetti, Orhan Pamuk Alman Romancıyı Anlattı (Günter Grass Kimdir)”, Hürriyet, 13 Nisan 2015… http://www.hurriyet.com.tr/dunya/28722971.asp
[5] “Eduardo Galeano’yu Yitirdik”, İşçi Meclisi, No:57, Mayıs 2015, s.14.
[6] Celal Üster, “Yalanın Düşmanları...”, Cumhuriyet, 30 Nisan 2015, s.19.
[7] Celâl Üster, “Kimseciklerin Yazarı”, Cumhuriyet Kitap, No: 1314, 23 Nisan 2015, s.6.
Yorumlar