“Eşitlik zayıflık değil bilgeliktir, iyi olmaktan bu kadar korkmayın.” [2] İnsan olmanın zorlaştığı bir kesitte; genç insan ol...
“Eşitlik zayıflık değil bilgeliktir,
iyi olmaktan bu kadar korkmayın.”[2]
İnsan olmanın zorlaştığı bir kesitte; genç insan olmanın çok daha zor olduğunun altını çizmeliyim; Sait Faik Abasıyanık’ın, “Her şey insanı sevmekle başlar,” vurgusuyla…
Evet Chuck Palahniuk’un, “Wekî puzzle ne êdî mirov, puzzleya ku parçeyên wê winda bûne... Hinekan dil, hinekan giyan, hinekan jî mejî tune/ Parçaları kaybolmuş puzzle gibi artık insanlar... Kiminin kalbi, kiminin ruhu, kiminin de beyni yok,” saptamasıyla betimlenen zor bir dönemdeyiz.
Kolay mı? 62 insanın malvarlığının 3.7 milyar insanınkinin toplamıyla eşdeğer olduğu bir eşitsizlik dünyasında yaş(atıl)ıyoruz…
Örneğin “Günümüzde dünyadaki sadece 85 zenginin geliri dünya nüfusunun yüzde 50’sinin gelirinden daha fazla. Ve dünyanın bu yoksul yarısı günde sadece iki dolarla geçinmek zorunda”yken;[3] Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Yardımcısı Jan Eliasson, “Dünyada 130 milyon kişinin hemen, acil insani yardıma ihtiyacı olduğunu,” belirtti.[4]
Açlığın ve geleceksizliğin büyü(tül)düğü yerkürenin hâli giderek vahimleşirken; ‘Potsdam İklim Etkisi Araştırma Enstitüsü’nün araştırması, çöpe giden gıdaların küresel ısınmayı artırdığını ortaya çıkarması yanında; her yıl israf edilen 1.4 milyar ton yiyeceğin 2 milyar kişiyi besleyebileceğini ve bunun da atmosfere salınan karbon gazının yüzde 8’inden sorumlu olduğunu ortaya koydu.[5]
Dünyada bir milyara yakın insan temel gereksinim olan gıdaya erişim açısından açlık sınırında bulunmaktayken; Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü verilerine göre, dünyada insan tüketimi amacıyla üretilen gıdaların üçte bire yakın bir bölümü, başka bir ifade ile yaklaşık 1.3 milyar tonu gıda atık ve kayıpları olarak yok olmaktadır. Bunun değeri de yaklaşık 990 milyar dolar gibi çok büyük bir miktardır. Nedenleri farklı olmakla birlikte, gıda kayıp ve atıklarının sadece zengin ve gelişmiş ülkelere ait olmadığı, geri kalmış yoksul ülkelerde de önemli ölçüde gıda atık ve kayıplarının söz konusu olduğu bir gerçektir. Nitekim miktar olarak 1.3 milyar ton atık ve kayıp ve atığın 670 milyon tonu ve değer olarak da 910 milyar dolarlık kaybın, 680 milyar doları sanayileşmiş ülkelere aitken geri kalan 630 milyon ton ve 310 milyar dolarlık atık ve kayıplar da gelişmekte olan ülkelere aittir.[6]
Hannah Arendt’in, “Sonu olmayan mülkiyet birikimi; sonsuz güç birikimine dayanmak zorundadır”; Karl Marx’ın, “İnsanların dünyasının değersizleşmesi nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar,” saptamalarıyla betimlenmesi mümkün olan yerkürede yaşanan kapitalist yapısal krizle, ABD’de kronik ve mutlak bir yoksulluk dahi sürdürülemez özellikler kazandı. Mesela milyonlarca kişi evini kaybetti. Resmi verilere göre, yoksullaşma oranı nüfusun yüzde 15’ini kapsayacak kertede yükseldi. Eşitsizlik derinleşti. Evsizlerin ve sokakta yaşayanların sayısı yükseldi. Sefalet kitleselleşti ve kronikleşti.[7]
Çalışmanın ve emeğin değerini hızla kaybettiği bir dönemdeyiz. Haftada 50 saatin üzerinde çalışıp ay sonunu bile getiremeyecekleri ücretler kazanıyor büyük çoğunluk. ABD’de işçilerinin yüzde 25’i (ki bu oranın da yüzde 40’ı hizmet sektöründen) aldıkları ücretlerin yanı sıra yaşamlarını sürdürebilmek için devletten de çeşitli yardımlar almak zorundalar. Yine ABD’de 1996-2011 kesitinde mutlak yoksulluk sınırında yaşayan kişi sayısı 636 binden 1.5 milyona çıktı.[8]
* * * * *
Ya coğrafyamız mı?
Resmi verilere göre, Türkiye nüfusunun yüzde 1’i, toplam servetin yüzde 54.3’üne sahip. Gelir dağılımında korkunç bir uçurum var.[9]
TÜİK’in ‘Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’na göreyse, ülkede yaşayan toplam nüfusun, en fakirlerden oluşan yüzde 10’luk dilimindeki 7.5 milyon insan, toplam gelirin yüzde 2.5’unu alırken, en tepedeki 7.5 milyon insan gelirin yüzde 29.7’sine sahiptir.
Nüfus yüzde 20’lik dilimlere ayrıldığında en alttaki yüzde 20’lik gruptaki 15 milyon insan, toplam gelirin yüzde 6.2’sini, en varlıklı 15 milyon kişi ise toplam kullanılabilir gelirin yüzde 45.9’unu paylaşıyor.[10]
Bunların yanında Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu verilerinden derlenen bilgilere göre, hesabında 1 milyon lira ve üzeri bakiye olan kişi sayısı Ekim 2015’de 91 bin 911 kişiye ulaştı.[11]
Bu kadar da değil… ‘En Zengin 100 Türk’ listesinde Murat Ülker, 2.9 milyar dolarlık servetiyle birinci oldu. Hüsnü Özyeğin ikinci, Ferit Şahenk ise üçüncü sıradan listeye girdi.
Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, üçüncü kez Türkiye’nin en zengini oldu. ‘The Forbes’un ‘En Zengin 100 Türk’ listesinde 2.9 milyar dolarla birinci sırada yer aldı. Ülker, serveti 1.5 milyar dolar azalmasına karşın zirveyi kaptırmadı.
2016 yılında ‘En Zengin 100 Türk’ listesinde yer alan iş adamlarının toplam serveti 2015 yılına göre yaklaşık 6 milyar dolar azaldı, milyarder sayısı 33’ten 31’e geriledi. Fiba Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hüsnü Özyeğin, 2.6 milyar dolar servetiyle 2015 yılındaki gibi yine ikinci sırada, 2.4 milyar dolar servetiyle Doğuş Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ferit Şahenk de üçüncü sırada yer aldı.
‘The Forbes’ dergisinin aktardığı bilgiye göre, listeye girenlerin toplam serveti 94.7 milyar dolar oldu. Bu rakam 2015 yılında 100.4 milyar dolardı. 2015 yılında dolar milyarderi olan 7 isim bu yıl listeye giremedi. Listedeki 31 dolar milyarderi arasında üçü ilk kez olmak üzere beş yeni isim var. Bunlardan ikisi LC Waikiki’nin büyük hissedarları Mustafa Küçük ve Şefik Yılmaz Dizdar. Bu iki isim ilk kez milyarderler liginde yer aldı.
Akfen Holding’in kurucusu Hamdi Akın daha önce de listedeydi ancak 2016’da ilk kez milyar dolarlık servet rakamına ulaştı. Limak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Nihat Özdemir ve şirketin kurucu ortağı Sezai Bacaksız ise daha önce milyarder olarak yer aldıkları listeye, iki yıl aradan sonra yine milyarder olarak geri döndüler.[12]
Zenginliğin büyürken; açılığın yaygınlaşarak derinleştiği bu tablo; Eli Kamarov’un, “Bêdarî, bendîxana gunihê ku we nekirine/ Yoksulluk, işlemediğiniz bir suçun cezasını çekmektir,” saptamasını doğrulamaktadır.
* * * * *
Umberto Eco’nun, “İçinde yaşadığımız evren krizler içindeki bir evrendir,” saptamasıyla özetlenmesi mümkün olan tüm veriler, insan(lık)ın önüne yabancılaşmanın katmerlediği karanlık bir geleceksizliği koydu; Farid Farjad’ın, “Û pirs kirin... Kîjan der a vê ‘âlemê bêhtir tarî ye? Û min bersiv da: Ew derên ku heskirin têde tune ne!’.../ Ve sordular... ‘Neresi daha karanlık bu âlemin?’... Ve ben cevap verdim: ‘Sevginin olmadığı her yer!’...” notu eşliğinde…
Verili tabloda sürdürülemez kapitalizm din ve iman da dahil, bu dünyada her şeye nüfuz ediyor, her şeyi metalaştırıyor, kâr etmenin aracına dönüştürüyor, her şeyi kendi mantığıyla uyumlandırıyor… Kapitalizm küreselleştikçe de çürüme (corruption) küreselleşirken; bu sistem dahilinde ahlâksızlık istisna değil, kural hâline gelmiş durumda.[13]
Böylelikle de küreselleşme, “ideolojilerin sonu” denirken bir mali kriz 2007 yılında kapitalizmin büyük krizlerinden birini yaşamakta olduğunu hatırlattı, “uzun durgunluk”, depresyon filan, küresel ısınma, kronik savaşlar, dinci gericiliğin en aşırı biçimler sergileyerek yayılması; üretici güçler, yıkıcı güçler ve üretim ilişkileri diyalektiğine ilişkin soruları, şimdi yeniden gündeme getiriyor.
Yok edici güçler söz konusu olduğunda, bir tarafta büyük servetler yığılırken öbür tarafta çocukların kitlesel ölçekte açlıktan, salgın hastalıktan ölmesi, kronik savaşların milyonlarca insanı yerinden yurdundan ederek tarihin en büyük göç dalgalarından birini yaratması, sırf mali sermaye denetlenemediği için gelişmiş ülkelerde sağlık, eğitim sistemlerinin hızla çürümesi, siyasi, ekonomik ve toplumsal boyutu oluşturuyor. Terörizme karşı savaş kapsamında devletlerin kapitalizmin bireysel özgürlükler, özel yaşamın dokunulmazlığı gibi kazanımlarını hızla kısıtlaması, denetim, gözetim altına alması, ırkçılığın, milliyetçiliğin, dinci fanatizmin yükselmesi de kültürel boyutu...
Kısacası gezegen, küresel ölçekte kapitalizmin “yok edici güçlerinin gelişmesinin” sonuçlarını yaşıyor.
İnsanlık karanlık bir tünelde. Buradan çıkmanın yolu, üretim ilişkilerini kapitalizmin önceliklerinin baskısından kurtarmak, yeniden düzenlemek, yok edici güçlerin gelişmesini durdurmaktan geçiyor.[14]
* * * * *
Böylesi bir tabloda insanı, hayatı ve sanatı konuşmak, kapitalist toplumsal iktidar makinesine karşı bir mücadele anlatısından başka anlam taşımaz![15]
Evet, insanı insan, hayatı hayat ve sanatı da sanat yapabilecek tek şey sürdürülemez kapitalizme karşı uzlaşmaz mücadeledir. Ve her şey bu mücadele içinde yeniden biçimlenip, tanımlanacaktır…[16]
Çünkü “Mücadele, insanların, başkalarınca mahvedilmiş olduklarını görmeleriyle başlar,”[17] der Paulo Freire ve ekler Karl Marx da, Kugelman’a 1871 tarihli mektubunda: “Eğer mücadeleye ancak son derece elverişli şartlarla girilmesi gerekseydi, tarihi yapmak elbette çok kolay olurdu.”
O hâlde yeri geldi belirtelim: “Hayatın anlamı nedir” sorusunun karşılığı insan olmak/ kalmak yanında mücadele içinde aşkla sanata sarılmaktır.
Hayır hayatın anlamı, “Ailem, çocuklarım”; “Yeni aldığım evim. Hep istemiştim”; “Son model arabam. Gıcır gıcır”; “İşim. Mesleğim. Kariyerim,” diyen çoğunluğun gündelik kaygılarına mündemiç değildir.
Hayatın anlamı yaratıcı düşünce ve davranışta gizlidir.
Evet kabaca insan neye değer veriyorsa, yaşamının anlamını onda ararken; “taşıdığı değerler ile yaşadığı anlamları” içerir.
Burada aslolan kapitalist yabancılaşmanın sıradanlaştırıcı labirentlerinden kurtulabilmek, bu dayatmalara karşı isyan etmektir.
İşte tam da bunun için, sıra dışı insanla sıradan insanın farkı buradadır. Sıradan insan, yaşamının anlamını sahip olduğu değerde bulur. Sıra dışı insan ise yaşamının anlamını dünyaya kattığı değerde bulur. Her yaşayan canlı, bir şeyler için yaşar, bir şeylere değer verir.
İşte yanıt oradadır. Ne için yaşıyorsun?
Nelere değer veriyorsun? Hayatın üreticisi misin? Hayatın tüketicisi misin? Üretilmiş değerlere sahip olmaya mı çalışıyorsun? Hayata ve dünyaya değer katmak için mi yaşıyorsun?
Soru(lar) budur. Yanıt da oradadır.[18]
Kapitalist yabancılaşmanın sürüleştiren, yok edici dayatmalarına karşı “Humana non sunt turpia/ İnsanî olan, utanç verici değildir”; “Militia est vita hominis/ İnsanın hayatı mücadeledir,” ilkelerini unutmadan isyana, sanata sarılmak gerekiyor.
Yeri geldi hatırlatayım: İnsan(lık)ı var eden aşkla isyan edip, yaratan sanattır; Elias Canetti’nin, “İnsan soluk aldığı sürece dünya da soluk alır”; Jean Paul Sartre’ın, “İnsan her gün yeniden icat edilecek bir şey,” derken anlattığı da bundan başka bir şey değildir.
* * * * *
Bu koordinatlarda insan(lık)a, özelikle de genç insan(lar)a çok büyük sorumluluk düşüyor.
“Sorumluluk” mu dedim? Düzelteyim zorunluluk demek daha doğru olacak!
“Nasıl” mı?
Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) göre 2012-2014 döneminde genç işsizlik oranları küresel ekonomik kriz öncesi seviyesinin (yüzde 11.7) hâlâ üzerinde. ‘Gençler İçin Küresel İstihdam Eğilimleri 2015’ raporunu yayımlayan ILO’ya göre, küresel genç işsizliği oranı 2007-2010 yılları arasındaki hızlı artışın ardından yüzde 13 düzeyinde sabitlenmiş durumda.
ILO söz konusu raporunda, dünya genelinde milyonlarca gencin “düzgün” bir iş bulabilmek için adeta yokuş yukarı bir mücadele verdiğini vurguluyor ve ekliyor: Küresel genç işgücünün yaklaşık yüzde 43’ü hâlâ işsiz ya da çalışmasına rağmen yoksulluk içinde yaşamını sürdürüyor.
Yine ILO verilerine göre, 2014’te dünyadaki işsiz genç sayısı 73.3 milyon. Bu rakam, 2009’da en yüksek düzeyine ulaşan işsiz genç sayısının (76.6 milyon), 3.3 milyon kadar azaldığını gösteriyor. Raporda yer alan projeksiyonlara göre, 2015 yılında küresel genç işsizliği oranının yüzde 13.1 düzeyinde seyretmesi öngörülüyor.
Rapora göre, uzun dönemli işsizlik de gençler için kâbus olmaya devam ediyor. Avrupa Birliği’nde yaşayan her 3 işsiz gençten biri bir yıldan uzun süredir iş arıyor. Güney ülkelerdeki gençler eksik istihdam, kayıt dışı istihdam ve çalışan yoksulluğu gibi yapısal sorunlarla mücadele ediyor. 169 milyon çalışan genç günde 2 doların altında gelirle hayatını sürdürme savaşı veriyor. Küresel düzeyde istihdam içinde yer alan her 3 gençten biri çalışmasına rağmen günlük 2 doların altında ücret alıyor.[19]
Bu veriler gençliğin köleleştirilmesinden başka bir anlam arz etmezken; dijital dünyaya göbekten bağlı oldukları için “mutant” diye adlandırılan genç bir nesil de yabancılaşmanın dişlileri arasında öğütülüyor.
Facebook? Elbette!
Kitaplar okumak? Kesinlikle hayır!
Video oyunları? Muhakkak!
Spor? Asla!
Hız? Evet!
Sabır? Pek yok!
Aşk ve sanat? Sözünü bile etmeye değmez!
Özetle “Z Kuşağı”nın hayatı böyle…
Evet 1995’ten sonra doğan ve sayıları 2 milyarı bulan bu gençler, “Z Kuşağı” olarak adlandırılıyor. İnternetsiz bir dünyayı tanımıyor ve önceki kuşakların umutları, hayalleri ve ahlâkından milyonlarca ışık yılı uzakta bir yaşam sürer gibi gözüküyor.
“Z Kuşağı”nın ortalama bir üyesi ekran başında günde 3 saatten fazla geçiriyor. Sürekli bir şeyleri kaçırma korkusu içinde yaşıyorlar. Yeni ve heyecan verici bir şey çıktığında anında yakalayamamanın fikrine bile dayanamıyorlar.
“Z Kuşağı” kişi kişiye yüz yüze konuşmaktan ziyade online konuşmayı tercih ediyor.[20] Doç. Dr. Özlem Aşman Alikılıç’a göre, “Z Kuşağı” nüfusun yüzde 23’ünü oluşturuyor.[21] “Sessiz kuşak adıyla anılıyorlar.”[22]
* * * * *
Söz konusu kuşak kapitalist Türk(iye) eğitim(sizliğ)iyle düzen(sizliğ)e entegre edilirken karşımıza şu somut örneklerdeki trajedi dikiliyor;[23] Sokrates’in, “Eğitim, kıvılcımla ateş yakmaktır, boş bir kabı doldurmak değildir”; Albert Einstein’ın, “Coşku, zekâdan daha önemlidir,” notunu düştüğü zorunluluğa inat…
i) ÖSYM YGS sonuçlarına göre, 575 bin 786 aday 180 barajını aşamayarak üniversiteye giriş sınavının ikinci aşaması olan LYS’ye girmeye hak kazanamadı. 2014 yılında yaklaşık 477 bin aday barajı aşamamıştı. 145 bin aday ise 140 barajını aşamayarak tamamen başarısız oldu.[24]
ii) YGS-2016’da kız adayların yüzde 91’i, erkeklerin ise yüzde 86’sı barajı geçti. Genel doğru cevap ortalamasında artış oldu, sayısal testlerdeki başarı yüzdesi düşük kaldı.[25]
iii) Türkiye’de okul çağında olmasına karşın yaklaşık 893 bin çocuk çalıştırılıyor.[26]
iv) TÜBİTAK, ‘2016 Yılı Ortaöğretim Öğrencileri Araştırma Projeleri Yarışması’ çerçevesinde hazırlanan ‘Tillo Evliyalarının Kerametleri’ projesini kabul etti.
Projede kerametlerine yer verilen şu evliyalar yer aldı: Şeyh İsmail Fakirullah, Mevlana Molla Ali, İbrahim Hakkı, Şeyh Hamzel Kebir, Şeyh Mücahit, Sultan Mahmud Memduh, Şeyh Hasan-ül Fatirin, Şeyh İsmail Garip, Şeyh Mustafa Kurdi, Haysa Zemzem, Şeyh Abdulkadir Sani, Şeyh Hamze, Şeyh İbrahim Hakkı, Derviş Osman, Muhammed Sorahani, Şeyh Hecci Ali, Nurhemze, Sofi Abdürrahim.
İşte O Kerametler: Şeyh Memduh’un İki Yerde Bulunması, Sultan Memduh Hz. Atının Kerameti, Yusuf Ağa’nın Kurtuluşunun Kerameti, İbrahim Hakkı Hz. Kerameti, Şeyh Mücahit’in Vasiyeti, Sufi Abdurrahman’ın Şam’ı Görmesi, Şeyh Mücahit’in Üzüm Kerameti, Meyme Ğasya’nın Bedduası, Sultan Memduh’un Basireti, Şeyh Mücahit’in Kerameti, Şeyh Haccı Ali’nin Hacca Gitmesi.[27]
v) Bingöl 100. Yıl Ortaokulu’nda yedinci sınıfta okuyan üç öğrenciye, Teknoloji ve Tasarım Öğretmeni Mahmut Baloğlu öncülüğünde “haccın farzlarını yerine getiren” robot ürettirildi. TÜBİTAK 4006 Bilim Fuarları Projesi kapsamında geliştirilen ve 300 TL’ye mal edilen ‘Hacı Robot’un, haccın farzlarını yerine getirdiği belirtildi. Öğrencilerin bilgisayar üzerinden kontrol ettikleri programla komut alan robot, ihram elbisesi giyip, Kabe’yi tavaf ettikten sonra Arafat vakfesini yapıyor.
Bartın’daki Kozcağız İmam Hatip Ortaokulu’nda ise TÜBİTAK 4006 Bilim Fuarları Sergisi’nde, dua ve tatlı sözlerle yetiştirilen bitkinin daha hızlı geliştiğini iddia eden “Tatlı Kelam” adlı bilim dışı projeye de yer verildi. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Öğretmeni Recep Kaya’nın danışmanlık yaptığı çalışmanın amacı, “Dua ve güzel sözün sadece insanları değil, bitkileri de olumlu etkileyip gelişimlerine katkıda bulunduğunu ortaya koymak” olarak açıklandı.[28]
TÜBİTAK’IN DESTEKLEDİĞİ BAZI PROJELER
|
Ortaöğretim öğrencileri arasında düzenlenen “Araştırma Projeleri Yarışması”nda “Kanser Hastalığını Yenmede Dini İnancın, Duanın ve Olumlu Düşünmenin Etkisi Üzerine Bir Araştırma” bölge sergisine davet edilen projeler arasında yer aldı.
|
Kocaeli’nin Gölcük ilçesinde bulunan Mecit Kavan İmam Hatip Ortaokulu’nda “TÜBİTAK 4006 Bilim Fuarı” ismiyle düzenlenen fuarda en dikkat çeken “bilimsel çalışma” ise “Sadaka Taşı” oldu.
|
“2016 Yılı Ortaöğretim Öğrencileri Araştırma Projeleri Yarışması” çerçevesinde hazırlanan “Tillo Evliyalarının Kerametleri” isimli proje TÜBİTAK tarafından kabul edildi.
|
Diş hekimliğinden ortopediye, beyin cerrahisinden omurilik cerrahisine kadar kemikle ilgili birçok alanda kullanılan ve tamamı ithal edilen hayvan kaynaklı kemik greftinin (kemik tozu), TÜBİTAK ve Sağlık Bakanlığının desteğiyle artık sığır kaynaklı ve ‘helal’ olarak Türkiye’de üretileceği açıklandı.
|
TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi Gıda Enstitüsü tarafından yürütülen 350 bin lira bütçeli proje kapsamında geliştirilen test ile çiğ et ürünlerinde domuz eti kullanılıp kullanılmadığının 5 dakikada belirlenebileceğini açıkladı.
|
TÜBİTAK Bilim Şenliği’nde yapılan bir deneye göre, iki farklı cam kavanoza konan peynirden kötü söze maruz kalanın daha çabuk küflendiği iddia edildi.
|
TÜBİTAK tarafından düzenlenen 47’nci Ortaöğretim Proje Yarışması’nda finalde yarışan projeler ise şöyle: i) Cuma namazının sosyalleşmeye ve toplumsallaşmaya etkisi-Şarkikaraağaç ilçesi örneği; ii) Tebessüm ve selamın temiz dünyalara etkisinin araştırılması; iii) EKG önlüğü ile mahremiyeti korumak; iv) Milli karakterlerin çocuk ve gençlerin oyun ve kırtasiye objelerine yerleştirilmesi ile rol model alınmasını sağlamak; v) Osmanlıca mezar taşlarının okunması ve günümüz Türkçesine çevrilmesi.
|
vi) Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın açılışını bizzat yaptığı ve Diyanet’in “haram” dediği Milli Piyango’nun 3.9 milyon TL bağış parasıyla yapılan Tevfik İleri Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde dayak skandalı yaşandığı ortaya çıktı. Okulun müdürü Muhammet Fatih Zengin hakkında, yaşları 13 olan 5 öğrenciyi dövdüğü gerekçesiyle 7.5 yıla dek hapis istemiyle dava açıldı. Mahkemeye sanık olarak çıkan Zengin, savunmasında “Uzun yıllardır yöneticilik yapıyorum. Öğretmenim, aynı zamanda babayım. Okuldan kaçtıkları için çocuklara vurdum ama şiddetli şekilde vurmadım” diyerek suçunu itiraf etti.[29]
vii) Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Politikaları Araştırma ve Uyguluma Merkezi (BEPAM), “Akademik yazı kalitesi”ni araştırma kapsamında yaptığı araştırmanın sonuçlarına göre, (Dr. Ziya Toprak) “2007- 2016 yılları arasında yazılmış 470’i yüksek lisans ve 130’u doktora tezi olmak üzere 600 tez”den (477 kamu, 123 vakıf üni.) üçte biri (yüzde 34) çalıntılarla dolu çıkmış.. Yani 207 tezde yüksek bilimsel hırsızlık saptanmış.
Devlet üniversitelerinde yüksek çalıntılı tez sayısı 150 iken (yüzde 31), vakıf okullarında bu sayı 57 (yüzde 46) olarak bulunmuş! Tabii yüksek lisans tezleri de bundan geri kalmıyor.
Bilimsel çalışmaların “orijinal”liğini de sorgulayan araştırmaya göre, tezlerde benzerlik oranı Türkiye’de yüzde 28.5 gibi çok yüksek çıkmış. Dünya ortalaması yüzde 15. (Orhan Bursalı, “Doktora Tezlerinde Hırsızlık, Bilimsel Düzeyimizin Ölçütü”, Cumhuriyet, 5 Temmuz 2016, s.6.)
viii) 58 bilimsel yayınının 45’inde intihal olduğuna dair hakkında kitap yazılan AKP’li Dekan Prof. Dr. Hakan Altıntaş Gaziantep Üniversitesi İslahiye İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinde (İİBF) çalıştığı dönemde akrabalarını torpille işe aldı. Altıntaş’ın döneminde 339 kişinin başvurduğu bir yüksek lisans programına kabul edilenlerin bazıları Dekan Altıntaş’ın ve dekan yardımcılarının eş, dost, akraba ve hemşerileri olmasından dolayı düşük puanlara rağmen kabul edildi.[30]
ix) Ankara Üniversitesi’nin rektörlük seçimi öncesi yeniden adaylığını koyan ve seçildiği günden bu yana icraatları ile ilgili tartışma konusu olan Rektör Prof. Dr. Erkan İbiş’in üniversiteye otel, devremülk ve hamam yapmak üzere arsa aldığı ortaya çıktı.[31]
x) Yıllardır ‘müşteri değiliz’ sloganıyla harçları eleştiren öğrenciler şimdi gerçekten müşteri! Üniversiteler bankalarla anlaşarak kimlikleri banka kartına çevirdi. Türkiye’de 23 üniversite yeni kimlikleri bankalarla anlaşma yaparak “kredi kartı” yerine de geçecek şekilde yeniden düzenledi.[32]
O hâlde kapitalizmin eğitimle bilimi de “olması gereken”den uzaklaştırdığını ve bunun faturasının da gençlere ödetildiği unutup/ unutturmadan J. D. Bernal’in, “Kapitalizm bilimi olanaklı kıldı; bilim kapitalizmi gereksiz kılar”;[33] Joe Kovel’in, “Eğitimci dünyanın adaletsizliğini, bu eleştirinin kendisini iktidarlarla çatışma içine düşürüp düşürmeyeceğini dikkate almadan eleştirmelidir. Akademinin bunu yapmadaki başarısızlığı adaletsizliği ve devlet şiddetini ebedileştirmede az rol oynamaz,”[34] uyarılarını kulaklarımıza küpe etmeliyiz…
* * * * *
İşte tam da buraya kadar işaret ettiklerimden hareketle kapitalizme karşı mücadele içinde aşkla sanata, yaratıcılığına sarılmalıyız…
İfade ettiğim hâl elbette siyasal bir duruştur.[35] Çünkü aşk, insanın insan olmaya cüret ettiği bir isyan hâliyse aşk da ideolojiktir. Her ideoloji dış dünyayla insan arasında imgesel, tasarlanmış bir dünya kurar. Bu dünya inşası ve eylemi, onun davranış modelini de şekillendirir…
Sanattan ideoloji yoksunu olmasını beklemek çocukça bir düş olabilir ancak…
Sanat, nasıl ki bireyin yaşantısının bir aynasıysa, aynanın öbür yanı da bireyin toplumsal evrendeki görüntüsünü yansıtır. Yazmak, yazar ve okurun hem bireysel hem de toplumsal açıdan bütünleşmesi demektir…
Hayat bir bütündür. Sanatçı da yaşadığı toplumsal sürecin bir parçasıdır. Toplumun yaşadığı ekonomik, siyasal vb. gerçeği, bir birey olarak her insan gibi yaşayandır. Bu yaşananı yeniden üreten olarak egemen ideolojiyle hayatın her alanında kavga hâlindedir.[36]
* * * * *
Bu bağlamda ortaya konulan sanat eserini, hiç kuşkusuz, hayattan ayırıp okuyamayız. Sosyal ya da siyasi olaylardan, toplumsal hareketlenmelerden bağımsız bir metni, bir sanat eserini irdelemek sanat nesnesini fetişleştirirken yanlış ve yanlı okumamıza ve eksik bir yere varmamıza sebep olur.[37]
Julien Benda’nın, “Sanatın ve sanatçının misyonu, dünyanın efendisi hâline gelmiş haksız ve yanlış karşısında cümle âlem diz çökerken bile, ayakta kalıp, ona insanlık bilinciyle karşı çıkmaktır,” notunu düştüğü gerçeklik açısından sanatın bir ayırt etme, sınıfsal anlamlandırma olduğu asla “es” geçilmemelidir.
Martin Heidegger, ‘Sanat Yapıtının Kökeni’nindeki, “Bir şeyin nereden, ne sayesinde, ne ve nasıl olduğu”[38] kavramının altı özenle çizilmeliyken; sanatçı sanat yapıtıyla, sanat yapıtı sanatçıyla, sanat yapıt ve sanatçı sanatla, sanatın da hayatla dinamik bir ilişki hâlinde olduğu unutulmamalıdır.
Sanat, T. Adorno’ya göre, ampirik dünyanın içinden gelişir; ancak kendisini ondan ayırarak varolur. Görgül dünyanın kendine özel bir gerçekliği vardır. Buna karşılık sanat ise kendi gerçekliğini ortaya koyar. Varolan bir gerçekliğe karşılık, ortaya koyduğu kendi gerçekliğiyle sanat, ampirik dünyadan kendini ayırır. İşte bu diyalektik süreç sonucunda sanat, toplumun anti-tezi hâlini alır.[39]
Ampirik dünyadaki anlaşmazlıklar, sanatçının o çatışmalarla mücadelesi üzerinden, sanat yapıtlarındaki gerilimlere dönüşür. Yine sanat yapıtlarındaki bu gerilimler, farklı yorumlara kaynaklık eder. Anlaşmazlıklar ve gerilimler bir arada, toplumun dönüşümü için aşılması gereken çelişkiler olarak ele alınır.
Ampirik dünyanın gerçekliğine karşılık sanatçı, ortaya koyduğu sanat yapıtları üzerinden farklı bir gerçeklik ortaya koyar. Sanatçı, görgül dünyadan beslenmekte, konusunu, malzemesini, mecrasını görgül dünyadan seçmekte; ancak ortaya koyduğu yapıtlarla başka bir gerçeklik ortaya koymaktadır.
Ama sanatın metalaştırıldığı koşullarda sanat da kendisi olmaktan çık(artıl)mıştır!
Yani “sanat” denen şey egemen güçler (çağdaş prensler), sanatçılar (çağdaş soytarılar) ve diğer aracılar (küratörler, eleştirmenler, reklamcılar) arasında oynanan gösterişli ve gerilimli bir oyuna dönüşmüş olup, halk da bu oyunu seyretmektedir. Halk sahaya ne zaman ve nasıl inecek, oyunun kuralları yeni baştan ne zaman ve nasıl yazılacak? İşte, asıl mesele budur.
Kolay mı? Bugün artık sanat giderek büyük ölçüde, tek değer ölçüsünün para olduğu devasa boyutlardaki eğlence ve gösteri sanayisinin pazarlanan bir tüketim nesnesi ve metası hâline dönüştürülüyor.
Meta fetişizminin dişlileri arasındaki “sanat” neo-liberalizmin “Kültür Endüstrisi”ne biat edip, siyasal özne yerine tüketici özneyi ikame ederken; pazarın talepleri doğrultusunda düşünceleri manipüle edilen, duyguları ve arzuları biçimlendirilen, en önemlisi de sistematik olarak yalana maruz kalan tüketici-insan artık sağlığını yitirmiştir.
Adına popüler kültür ya da kitle kültürü denen benzeştirici ve yozlaştırıcı kültür artık eğlence sanayisinin bir kolu hâline gelmiş durumda. Sanat da bundan payını alıyor tabi. Sanat, nesneleşmiş, parçalanmış, yabancılaşmış insanın açık kimliğine kavuşması gibi bir işleve sahipken içi boşaltılıp koflaştırılıyor. Düzenin ve sistemin bir parçası hâline dönüştürülüyor. Etik kavramından nasibini almamış kimi yazar-çizerler de medyanın elinde magazin gereci, konu mankeni hâline geliyor.
Sanat buna karşı tavrını geliştirirken, bu yolla kirletilmeye çalışılan insanı ve insani olanı kollamayı da gündeminden düşürmemelidir…
Birçok alanda olduğu gibi bilimin ve sanatın da doğal ortamı özgürlüktür. Sanatçı insanlığı umutlarının ve geleceğinin tek gerçek sahibi yapmada üzerine düşeni yerine getirmediğinde, taşıdığı ‘sanatçı’ ve ‘aydın’ kimliği erozyona uğrayacaktır. Kendine bağlı olma bir anlamda güncel olana bağlı olmaktır. Bu, hem sanatçının birey olarak kendini yaşamın içine bırakması hem de insanlığını duyumsaması ve kavraması anlamına gelir.
Hayat bir bütündür, sanatçı da yaşadığı toplumsal sürecin bir parçasıdır. Toplumun yaşadığı ekonomik, siyasal ve sosyal gerçekleri bir birey olarak her insan gibi yaşayandır. Yaşanan bu gerçekliği yeniden üreten biri olarak hayatın her alanında, her türlü sömürüye, baskı, zulüm ve adaletsizliğe karşı olmak ve bu anlamda bir duruş sergilemek ve mücadele etmek durumundadır.
Bütün bunlara karşı durmak sanatın ve sanatçının boynuna borçtur. Çünkü gerçek sanat; zulmün, şiddetin, insanca olmayan her davranışın karşısındadır.[40]
* * * * *
“Fetocu darbe girişimi” ardından devreye giren, “başkomutanlı milli mutabakat darbesi” cinnetiyle yüz yüze olduğumuz güzergâhta bunları demesine diyorum ama, işimizin -bunlardan söz etmek kadar- kolay olmadığının da altını çizmem gerek.
Ne dediğimi anlatmak için, şu örneği aktarmak yeter!
AKP Kadın Kolları başkanı, Eskişehir’in Odunpazarı Belediyesi’nin sanat etkinliklerindeki dans gösterilerine, “Maneviyatımıza hakaret içerikli çaça, tango, Hint ve modern dans gösterileri yapılmasını istemiyoruz... Bununla da yetinilmiyor, tam bir savaş yaklaşımıyla, tekrar edilmesine de ne pahasına olursa olsun... asla ve asla izin vermeyeceğiz,” açıklamasıyla karşı çıktı…
Bu Vahhabîzm esinli yani “güzel sanatlardan, gösteri sanatlarından, heykellerden ve eski eserlerden, kısaca sanattan, aynı zamanda vücuttan, çıplaklıktan ve özgürlükten ‘tutku düzeyinde’ nefret” anlamına gelen bir saldırganlıktır…[41]
O hâlde onlara karşı çıkmak aynı zamanda sanatı savunmakken; “… ‘Hiçlikten bir şeyler çıkarmaya’ çalışmak kadar sanata yabancı bir iş olamaz,” diyen B. Brecht gür sesiyle haykırır: “Sanatçı, sadece topluma karşı sorumluluk taşımakla kalmaz, toplumu da sorumluluğa çeker.”
Tiyatronun da yaptığı budur; Ali Poyrazoğlu’nun, “Tiyatro, oyun bittikten sonra kapıdan seninle beraber çıkıp evine gelip hayatına karışan bir şeydir. Zihninde yeni sorulara, yeni gündemlere yer açar ve sana hayatın üstüne yürüme cesaretini aşılar…”[42] notu eşliğinde![43]
Ve Konfüçyüs’ün, “Gence saygı gösterilmeli,” uyarısı eşliğinde Cyrano de Bergerac’ın şu tradını haykırarak:
“Ne yapmak gerek peki?/ Sağlam bir arka mı bulmalıyım?/ Onu mu bellemeliyim?/ Bir ağaç gövdesine dolanan sarmaşık gibi/ Önünde eğilerek efendimiz sanmak mı?/
İstemem!/
Herkesin yaptığı şeyleri mi yapmalıyım?/ Sonradan görmelere övgüler mi yazmalıyım?/ Güç sahiplerinin yüzünü güldürmek için biraz şaklabanlık edip,/ Taklalar mı atmalıyım?/
İstemem! Eksik olsun!/
Sabah akşam dolaşıp pabuç mu eskitmeli?/ Onun bunun önünde hep boyun mu eğmeli?/
İstemem! Eksik olsun böyle bir şöhret!/
Eksik olsun!/
Ciğeri beş para etmezlere mi yetenekli demeli?/ Eleştiriden mi çekinmeli?/
İstemem!/
İstemem! Eksik olsun!/
Korkmak, tükenmek, bitmek/
İstemem! Eksik olsun!/
Ama şarkı söylemek, düşlemek, gülmek, yürümek
Tek başına/ Özgür olmak.../ Dünyaya kendi gözlerinle bakmak/ Sesini çınlatmak, aklına esince şapkanı yan yatırmak/ Bir hiç uğruna kılıcına ya da kalemine sarılmak/ Ne ün peşinde olmak, ne para pul düşünmek,/ İsteyince Ay’a bile gidebilmek.../ Başarıyı alnının teriyle elde edebilmek...
Demek istediğim, asalak bir sarmaşık olma sakın./ Varsın boyun olmasın bir söğütünki kadar;/ Yaprakların bulutlara erişmezse bir zararın mı var?”[44]
10 Ağustos 2016 11:11:34, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[1] 12 Ağustos 2016 tarihinde, Seferihisar’da düzenlenen 10. Türkiye Tiyatro Buluşması’nda yapılan konuşma… Kaldıraç, No:182, Eylül 2016…
[2] Şükrü Erbaş.
[3] Ahmet Özer, “Kentsel Gelişme Modelleri”, Cumhuriyet, 5 Temmuz 2016, s.13.
[4] Ali Çelikkan, “130 Milyon Kişi Şu Anda Yardıma Muhtaç”, Cumhuriyet, 23 Mayıs 2016, s.16.
[5] “Yiyecek İsrafı Küresel Düşman”, Milliyet, 9 Nisan 2016, s.30.
[6] Erkan Rehber, “Gıda, Ekonomi ve Politika”, Aydınlık, 1 Ağustos 2016, s.5.
[7] Volkan Yaraşır, “Dünyanın En Zengin/ Dünyanın En Fakir Ülkesi: ABD”, 7 Temmuz 2016… http://halkingunlugu.net/index.php/gyüzde C3yüzde BCncel/item/8589-dunyanin-en-zengin-dunyanin-enfalir-ulkesi-abd.html
[8] Özlem Yüzak, “Evrensel Temel Gelir... Ütopya mı?”, Cumhuriyet, 8 Temmuz 2016, s.9.
[9] Serdar Kızık: “1 Mayıs’ın Özü!..”, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2015, s.20.
[10] “İşte TÜİK’e Göre En Zengin İlimiz”, Cumhuriyet, 3 Ekim 2015, s.8.
[11] “91 Bin 911 Milyonerimiz Var”, Hürriyet, 20 Aralık 2015… http://www.hurriyet.com.tr/91-bin-911-milyonerimiz-var-40029417
[12] “2.9 Milyar Dolar Servetle Ülker En Zengin”, Milliyet, 1 Mart 2016, s.11.
[13] Fikret Başkaya, “Asıl Kirli Olan Kapitalizmdir!”, Birgün, 11 Temmuz 2016, s.15.
[14] Ergin Yıldızoğlu, “Hegemonya ve Robotlar”, Cumhuriyet, 2 Mayıs 2016, s.9.
[15] “Bugün, ütopyaya giden yolda en büyük engel, toplumsal iktidar makinesinin ezici ağırlığı ile atomlaşmış kitlelerin güçsüzlüğü arasındaki oransızlıktır. Geri kalan her şey -her yere sinmiş ikiyüzlülük, sahte teorilerle beslenen inanç, spekülatif düşüncenin gerilemesi, iradenin sakatlanması ya da korkunun baskısıyla sonuçsuz faaliyetler içinde dağılıp gitmesi- bu oransızlığın belirtileridir. Eğer felsefe insanların bu hastalıkları tanımasına yardımcı olursa, insanlığa büyük bir hizmette bulunmuş olacaktır.” (Max Horkheimer.)
[16] “Marksizmi vücuda getiren, proletaryanın çektiği acıya, sömürüye, adaletsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadele isteği, insan ve insanlık sevgisidir.” (Fidel Castro Ruz.)
[17] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, Çev: D. Hattatoğlu-E. Özbek, Ayrıntı Yay., 1991.
[18] Erdal Atabek, “Yaşamın Anlamı Nedir?”, Cumhuriyet, 18 Nisan 2016, s.4.
[19] Cem Kılıç, “Gençlerin ‘İş’i Zor!”, Milliyet, 25 Ekim 2015, s.12.
[20] “Mutant Değil Z Kuşağı”, Cumhuriyet, 12 Şubat 2015, s.18.
[21] Figen Atalay, “Sabırsız ve Özgürlüğüne Düşkün”, Cumhuriyet, 3 Ocak 2015, s.16.
[22] Mehmet Tez, “Atatürk Meğer Y Kuşağına Hitap Ediyormuş!”, Milliyet, 19 Mayıs 2015, s.4.
[23] “Şu kesin bir şekilde açıkça ortaya konulmalıdır: Bir çocuk, eşit nitelikte okul eğitimi hakkına sahip olmakla zengin bir çocuğun konumunu nadiren elde edebilir. Aynı okula, aynı yaşta başlasalar bile fakir çocuklar, orta sınıf çocuklar için pekâlâ mümkün olan eğitim olanaklarının çoğundan mahrumdurlar. Bu avantajlar evdeki sohbetlerden ve kitaplardan, çocuğun hoşlanacağı tatil gezilerine ve hem okulda hem de okul dışında yer alabileceği farklı ilgi alanlarına dek uzanmaktadır. Daha fakir çocuklar, gelişim ve eğitim amacıyla okula bağımlı kaldıkları sürece, genellikle diğerlerinden geri kalacaktır. Fakirlerin, iddia edilen dengesizlikleri gidermek için sertifika almaya değil, öğrenme edimlerini gerçekleştirmelerini mümkün kılacak yardımlara ihtiyaçları vardır.” (Ivan Illich, Okulsuz Toplum, çev: Mehmet Özay, Şule Yay., 2014.)
[24] Sinan Tartanoğlu, “575 Bin Aday Barajı Aşamadı”, Cumhuriyet, 20 Mart 2015, s.10.
[25] Deniz Ülkütekin, “YGS’de Kızlar Erkekleri Geçti”, Cumhuriyet, 26 Mart 2016, s.2.
[26] Mahmut Lıcalı, “Okul Yerine Tamirhaneye”, Cumhuriyet, 16 Kasım 2013, s.12.
[27] “TÜBİTAK Yine Bir ‘Bilimsel’ Projeye İmza Attı: Tillo Evliyalarının Kerametleri”, Cumhuriyet, 18 Nisan 2016.
[28] “TÜBİTAK ‘Gelişimini Tamamladı’: Hacı Robot”, Birgün, 26 Mayıs 2016, s.3.
[29] “Erdoğan’ın Açtığı İmam Hatip Lisesinde Dayak Skandalı”, Cumhuriyet, 23 Mayıs 2016, s.3.
[30] İnanç Yıldız, “Üniversitede ‘Aile Şirketi’ Torpili”, Evrensel, 4 Haziran 2016, s.2.
[31] “… ‘Hamam’ Gölgesinde Rektörlük Seçimi”, Birgün, 11 Temmuz 2016, s.3.
[32] Samet Akten, “Hangi Bankanın Öğrencisisin?”, Radikal, 31 Ağustos 2012, s.6-7.
[33] J. D. Bernal, Diyalektik Materyalizm, Bir Eylem Felsefesi, çev: Tonguç Ok, Evrensel Basım Yay., 2011, s.53.
[34] Joel Kovel (2009) Statement of Joel Kovel Regarding His Termination by Bard College, http://mrzine.monthlyreview.org/2009/kovel190209.html
[35] “Siyaset, iktidarın kullanılması ya da iktidar mücadelesi değildir,” diyen Rancière’e göre, “Sanat, toplumsal ya da siyasal meselelerle ilgili mesaj ve duyguları ileterek ya da siyasal yapıları, çatışmaları ve kimlikleri temsil ederek siyasal olmaz. Tam tersine sanat, bu edim ve işlevlere mesafe alarak siyasal olur. Söz konusu edim ve işlevlere mesafe alan sanat, birlikte ya da ayrı, içeride ya da dışarıda, önde ya da ortada olma biçimlerini tanımlayan belirli bir zaman-mekân sensoryumunu biçimlendirerek siyasal hâle gelir.” (J. Rancière, “Estetiğin Siyaseti” içinde A. Artun (Ed.) Sanat Siyaset: Kültür Çağında Sanat ve Kültürel Politika (ss.207-231), İletişim Yay., 2008, s.208.)
[36] Murat Özyaşar, “A. Hicri İzgören: Sevginin Olmadığı Yerde Fenalık Vardır”, Cumhuriyet Kitap, No:1377, 7 Temmuz 2016, s.12-13.
[37] Cenk Gündoğdu, “İnandığı Dünya İçin İnanmadığı Dünyaya Kafa Tutan Şair: Sennur Sezer”, Evrensel, 10 Ekim 2015, s.12.
[38] M Heidegger, Art and Its Significance: An Anthology of Aesthetic Theory… içinde. Ed. Stephen David Ross. Albany: State University of New York Press., 1994, ss.254-280.
[39] T. Adorno, Aesthetic Theory. London: Continuum., 1997.
[40] A. Hicri İzgören, “Bir Fuarın Düşündürdükleri”, Gündem, 19 Mayıs 2016, s.15.
[41] Yakup Kepenek, “Sanata Karşı da Savaş!”, Cumhuriyet, 6 Haziran 2016, s.12.
[42] Ali Poyrazoğlu’ndan aktaran: Ahmet Cemal, “Uzaklarda Bir Işık Parlıyor mu?”, Cumhuriyet, 28 Mart 2016, s.14.
[43] ‘Bizimkiler’, ‘Lüküs Hayat’, ‘Cibali Karakolu’ndaki rolleriyle hatırlanan Zihni Göktay’a göre ‘bir deli işi’ olan tiyatroda demokrasi işe yaramıyor. Özgür sanat konusunda ise karamsar, “Devletten para aldığımız sürece o düdüğü çalmak zorundayız,” diyor. (Ceren Çıplak, “Zihni Göktay: Devletin Düdüğünü Çalarız”, Cumhuriyet Sokak, 31 Temmuz 2016, s.15.)
[44] Edmond Rostand, Cyrano de Bergerac, çev: Sabri Esad Siyavuşgil, İş Bankası Yay., 2013.
Yorumlar