“ Zamana sanatını. Sanata özgürlüğünü!” [ 1] Pablo Picasso’nun ‘Guernica’sı ya da Edvard Munch’un (1863-1944) ‘Çığlık’ı...
“Zamana sanatını.
Sanata özgürlüğünü!”[1]
Pablo Picasso’nun ‘Guernica’sı ya da Edvard Munch’un (1863-1944) ‘Çığlık’ı herkese, “uygarlık krizi” koşullarındaki insan(lık)ın hâl(sizliğ)ini anlatırken; bunu yaptığı için de çok önemli ve anılmaya/ anımsatılmaya değerdir…
Gerçekten de Norveçli ressamın tablosu hakkında Simon Shaw, “Munch’un başyapıtı ‘Çığlık’ modern çağın tanımlayıcı imgesidir ve insanlığın temel bir görünümünü belleklerden silinmeyecek bir yoğunlukla sunmaktadır,” derken bunun altını çizer.
Kolay mı? Bırakın sanat tarihiyle, resim sanatıyla yakından ilgilenenleri, pek çoğumuz için bildik bir imgedir o. Kan kırmızısı bir göğün altında, ürküye kapılmış, çığlık atan, daha doğrusu haykıran cesetsi bir yaratığın görüntüsü, yalnızca sanat tarihinin değil, popüler kültürün de belleğine kazınmıştır.
Munch’un pek çoklarınca başyapıtı sayılan ‘Çığlık’, Leonardo’nun ‘Mona Lisa’sından sonra, yaygın görsel kültürün “ikonları”nın başında gelir belki de.
“Resim sanatının Dostoyevski’si” sayılabilecek Munch’un ‘Çığlık’ı, “modern insanın acılarının simgesi” olarak görülür.
Munch’un ‘Doğanın Çığlığı’ ya da ‘Doğanın Haykırışı’ adını verdiği yapıtın çerçevesinde fırçasıyla yazdığı, “İki dostla yolda yürüyordum.../ Güneş batmaktaydı.../ Gökyüzü kızıla kesmişti.../ Bir melankoli esintisi geldi.../ Lacivert fiyordun üstünde, bitkin, kalakaldım.../ Şehri bir yangının kan kırmızı alevleri sarmıştı sanki.../ Dostlarım yürüyedursunlar, ben kaygıyla titreyerek geride kaldım.../ Doğadaki büyük Çığlık’ı duyumsadım...” metni, onun öyküsündeki ana öğelerden biri”dir.
Gerçekten de ‘Çığlık’, XX. yüzyılın sanat tarihine egemen olan ve günümüz sanatçıları açısından da temel önemini hâlâ koruyan dışavurumculuk akımının belirleyici imgelerindendir.
XIX. yüzyıl sona ererken (1893) Berlin’de yaptığı ‘Çığlık’ tablosuyla Munch, ‘modern yaşamda insan’ı kayda geçirmek istemişti.
Bu konuda Schopenhauer, insan çığlığını betimlemenin olanaksızlığının sanatın ifade gücünün sınırlarını çizdiğini söylerken; Munch’un tablosu belki de bu iddiaya resim sanatından verilmiş en radikal yanıttı.
Öte yandan Petter Olsen’in tablonun “mesajı” hakkında, “Çığlık, benim gözümde, insanın doğa üzerindeki etkisini ve neden olduğu, dünyayı giderek yaşanmaz bir yer hâline getiren geri döndürülemez değişiklikleri idrak ettiği o dehşet verici anı gösteriyor,” yorumunu yaparken; “Munch’un resim sanatında yarattığı bu ifade gücü, bana hep Dostoyevski’nin edebiyattaki yerini düşündürmüştür,” diye ekler Ayşe Emel Mesci de…
Tüm bunlar ressamın ‘çığlık’ı ile resmin yankısının ne denli güçlü olduğunun altını çizerken; resmin “insan(lık) hâli”yle ilişkisi, yani anlam/bağlam bütünselliği ortaya koyar. Çünkü “İnsan(lık) hâli”yle anlam sorunu yapışıktır. “Anlamın anlamı”yla insan(lık) hâli doğrudan ilintilidir.[2]
* * * * *
“İspanya’da sıradışı bir adam çizim sanatının ruhunda yeni ufuklar açtı… Bazen acımasız bir yergiyle sürükleniyor, bazense onun ötesine geçerek hayatın özünde komik bir tarafını sergiliyor… Goya her zaman büyük, sık sık da dehşet uyandıran bir sanatçı…”
Charles Baudelaire, Francisco de Goya (1746-1828) için yazdığı bir makalesinde onu bu cümlelerle tanımlıyordu.
Goya gerçektende çizim sanatının ruhunda yeni ufuklar açarak fikirlerini sonsuz bir özgürlükle ifade etti. Onun bu özgürlük anlayışı ise modern sanata sunduğu en önemli miras oldu. Öyle ki bu mira romantizm, ekspresyonizm, empresyonizm ve kuşkusuz en saf hâliyle sürrealizm gibi sanat akımlarının esin kaynağı oldu.
Alper Apaydın’ın ifadesiyle, “Goya, yaşadığı dönemin tüm kalıplarını yıkarak XIX. ve XX. yüzyılın sanat akımlarını su yüzüne çıkardı. O, bizi derinden etkileyerek resminin içine katmayı başaran ve hiçbirini yaşamamış olmamıza rağmen, bizi bir şekilde dünyanın dört bir yanında meydana gelen olayların doğrudan tanıkları hâline dönüştürebilen bir sanatçı. Bugün sanatın sadece bir ifade aracı olmadığının, aynı zamanda bir özgürlük silahı olması gerektiğinin en güzel örneğidir.”
Aslı sorulursa saray ressamlığından “Bilinçli bir deliliğe giden yolda avangarda öncülük yapan ‘son usta, ilk modern’di Goya”…[3]
Goya’nın, savaş travmaları ve sağırlığından kaynaklı içebakışının da etkisiyle sanat tarihinde açtığı çatallı yol, akademik sanat tarihinden kopuşu, sanatçının dünyayla ilişkisine getirdiği yenilik, yeni bir dönemin habercisiydi.
Goya İspanyol ressamları arasında triumvira olarak nitelenen ustalardan biriydi…
Saray ressamlığı ve portreciliğinin yanı sıra, tanık olduğu acı ve karanlık çağın tüyler ürperten görüntülerini, savaşın acımasızlığını ve dönemin toplumsal olaylarını eleştirel bir bakış açısıyla yansıtan, kendinin ve başkalarının yargıcı Goya, savaşın acımasızlığını görünür kılar.
Bunun için de Marisa Oropesa, “Goya savaşın acı yüzünü anlatan ilk isim, bu yüzden tarihin ilk savaş muhabiridir,” der.
82 yaşında öldüğünde “aklın uyuduğu” bu dünyaya; 500 yağlıboya tablo, 300 aside yedirme taşbaskı, yüzlerce desen bırakan bir sanatçıydı.
O ki altı yıl boyunca İspanya bir savaş meydanıyken, acı gökyüzüne oturmuş kalkmıyorken, dehşeti görmüş ve bu dehşetin doruk noktasından çizmişti...
Goya’yı en güzel anlatan Andrey Voznesenski’nin şiiridir. İşte Ülkü Tamer’in çevirdiği şiir: “Ben Goya’yım!/ Çorak bir tarlaya kuzgunlar gibi/ süzülen düşman/ yuvalarından oydu gözlerimi./
Ben acıyım!/ Ben iniltisiyim savaşın./ 41 karlarında yanmış şehirlerim ben./
Ben açlığım!/ Ben kırılmış boynuyum çıplak alana/ çanlar gibi sallanarak asılmış/ bir ihtiyar kadının.
Ben Goya’yım!/ Ey gazap üzümleri!/ Top sesleriyle yürüdüm Batı’ya,/ çağrısız konuğun külleriyim ben!/ O unutulmaz göğe tabut çivileri gibi/ sert yıldızlar çaktım!
Ben Goya’yım!”
Özetin özeti: İnsan(lık) hâlinin yani “Zamanın tanığıdır Goya”![4]
* * * * *
Goya’dan çok önce yine çok önemli biri vardır: Fırçasının kuvveti, onun hayatı algılayışındaki rasyonellikten ileri gelen Rembrandt …
Van Gogh, esinlendiği Rembrandt’a hayranlığını şöyle aktarıyor kardeşine: “Eğer bir adamı, resimleri inceden inceye incelediği için bağışlayabiliyorsan, kitap sevgisinin de Rembrandt’ı sevmek kadar kutsal olduğunu kabul etmek zorundasın; hatta ikisinin birbirini tamamladığı kanısındayım ben.”[5]
Örneğin Van Gogh’un yaşamı boyunca kendini geliştirmek adına eserlerinin pek çok varyasyonunu yaptığı Rembrandt, Van Gogh’tan yaklaşık 200 yıl önce yaşamış olan memleketlisi, yalnız Van Gogh’un değil günümüzde sanat tarihçilerinin de dâhi kabul ettiği ressamlardan. Rembrandt’ın dehası eserlerine ilk bakıldığında göze çarpan ışığı kompozisyon içinde bir varlık olarak yerleştirmesiyle somutlaşır.
Sanatçının ışığın resme kattığı ifadeye verdiği önem son derece aşikârdır. Rembrandt ışığı, kompozisyonda ön plana çıkarmak istediklerini vurgulamak için kullanarak izleyiciyi vermek istediği etkiye yönlendirir. Asıl önemli olan ise, resmin gölgede kalan kısımlarında gizlemeye çalıştığı detayların olmaması. Ustalığın verdiği net ve son derece ayrıntılı ifade gücü resmin bir yanını örtbas etme ihtiyacı içermez, aksine -çağının ötesine uzanarak- resmin içinde katmanlaşma yaratır. Bu katmanlaşma izleyenin algısında öncelik yaratarak resmin konusuna odaklanmayı sağlar.
XIX. yüzyılda Van Gogh’la aynı dönemde yaşamış olan yazar Çernişevski, “Bir sanat işi fikrin ve görüntünün uyumu için uğraşır” der ve “bir sanatçının işinin bir ayakkabıcının, bir kuyumcunun zanaatinden, kaligraftan yahut mühendisten ne daha az, ne de daha fazla olduğunu” söyleyerek sözünü destekler. İşte Rembrandt’ın ışığı kompozisyon içinde kullanış tekniği resmin konusunu, resimde vermek istediklerini yani ‘fikri’ vurgulamasını sağlar. Resmin konusu ve kompozisyonu arasındaki uyum mükemmeliyeti getirir.
Rembrandt’ın resimlerini incelerken soyut bir resmi inceliyormuşçasına çeşitli sayıda anlam çıkaramazsınız. Yahut bir sohbet esnasında paylaşacağınız fikirleriniz resmin konusu ve içerdiği öğeler açısından farklılaşamaz. Çünkü Rembrandt’ın resmi Çernişevski’nin sanatla gerçeklik arasındaki ilişkilere dair düşüncelerini yansıtır niteliktedir. Çernişevski’nin “Sanat bir fikri soyut konseptlerle değil, yaşayan, bağımsız unsurlarla ifade eder. Sanatın, tabiatın ve yaşamın yeniden üretimi olduğunu söylerken aynı şeyden bahsediyoruz, tabiatta ve yaşamda soyut varlıklar olmaz, onlarda her şey somuttur. Bir reprodüksiyon yeniden üretimi yapılan nesnenin mümkün olduğunca özünü muhafaza etmelidir, bu nedenle bir sanat eserinde olabildiğince az soyut içermeli, içindeki her öğe yaşayan sahnelerde ve bireysel görüntülerde somut olarak ifade edilmelidir,”[6] sözleriyle Rembrandt’ın resimlerinden birden fazla mana çıkarmayışımızın nedenini açıklamış olur.[7]
* * * * *
“İnsanları sevmekten daha sanatsal bir şey olmadığını düşünüyorum…
“Arıyorum, çabalıyorum bunu tüm kalbimle yapıyorum…
“İçimde büyük bir ateş yanıyor, fakat kimse ateşin başında ısınmak için gelmiyor ve yanından geçenler sadece dumanı görüyor…
“Balıkçılar denizin tehlikeli fırtınaların berbat olduğunu bilirler, ama bu tehlikeler onları kıyıda kalmaya ikna etmez…
“Sıkıntıdan öleceğime tutkudan ölmeyi tercih ederim…
“Sizi olgunlaştıran ve size daha derin bir anlam veren şey, nesnelere uzun süre bakmaktır…
“Duygularım zaman zaman o kadar güçlü ki, fakında bile olmadan çalışıyorum. Fırça darbeleri konuşmak gibi geliyor…
“Resimde renk, hayatta heyecan gibidir…
“Sözcüklerin hiçbir şey ifade etmediğini düşünen birçok kişi, özellikle birçok yoldaşımız var. Tam tersine bir şeyi söylemek, en az resmetmek kadar zor ve ilginç değil mi?
“Büyük şeyler, birçok küçük şeyi bir araya getirerek yapılır…
“Başlangıç muhtemelen her şeyden daha zordur, ama dayanın, her şey sonunda iyi olacak…
“İnsan gerçekten yaşamak istiyorsa çalışmalı ve cesaret göstermeli,” diyen Vincent Van Gogh “yorumsuz sanat telakkisi”ne ilişkin olarak da şunları ekler:
“İnan bana, sanat söz konusu olduğunda o eski deyiş hep geçerli: Dürüstlük, en iyi yoldur. Ciddi bir etüt üstünde çok uğraşmak, halkın hoşuna gidecek birtakım şıklıklar yapmaktan çok daha iyi. Kimi kez, çok kaygılandığım anlarda, o şıklığı gerçekleştirecek kolaylığa varmayı istemedim değil, ama üstünde biraz düşününce, hayır, diyorum, kendi kendime bağlı kalmalıyım kaba-saba bir yolla, sert, kaba ama gerçek şeyler anlatmalıyım. Resim-severlerin, aracı-satıcıların peşinden koşmayacağım, isteyen varsa bana gelsin. Mevsim erince ektiğimizi biçeceğiz, ölmemişsek eğer!”[8]
Van Gogh, kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplarda talep edilen estetik kaygılara hizmet etmek yerine zor olan yol olsa da “dürüstlük” diye tanımladığı “gerçek şeyler anlatmayı” tercih ettiğini ve hep edeceğini ifade ediyor. En etkilendiği ressamlardan olan Millet’nin “Mevsim erince ektiğimizi biçeceğiz, ölmemişsek eğer!” sözünü de mektubuna yazarak açlık ve ölüm pahasına bile kendi duruşundan taviz vermeyeceğini anlatır…
Bu tavrıyla da “örnek olur”.
Örneğin ressam Mehmet Güreli’nin, “Ben resimleri yaparken hangi galeride sergileyeceğim diye yapmıyorum. Ben bunlarla yaşıyorum tırnak uçlarımın nasır olmasına, ellerim boyalar içinde olmasına alışmışım. Resimleri satılmamış Van Gogh’u düşünürüm senelerdir. Benim için resimleri hiç satmamış Van Gogh sahicidir. Ben sahiciliğin peşindeyim. Bir tiyatro yazarı olsaydım, bu süreci nasıl anlatırdım diye düşünürdüm. Benim esas derdim iyi bir oyun yazmak olurdu. Bu sokak aralarının büyüsü güzel, beni heyecanlandıran da bu... Kimse senin zor günlerinin hesabını yapmaz. Bu işler gönül işidir, çaba ister,” dediği üzere…
Gerçekten de sanat tarihinin en ilginç kişiliklerinden biri olan Van Gogh’un “deha ile delilik sınırında gidip gelen” bir yaşamın sahibidir.
Yalnızca otuz yedi yıl süren (1853-1890) bir yaşamın, son on yılında iki bin yapıt verir.
Hollanda yıllarında, kuzeyin karanlık dünyası yansıyor resimlerine.
1886’da Paris’e gelip kardeşi Theo’nun yanına taşınmasıyla İzlenimci ressamların renkli dünyasından, Japon sanatının inceliklerinden etkilenir
Ardından da, ömrünün son iki yılını geçireceği ve en ünlü yapıtlarını vereceği Güney Fransa’ya iner. Akdeniz ışığı ve doğasıyla tanışır. Sarı tarlaları, yıldızlı gökyüzünü resmeder.
Bütün yaşamı boyunca resimleri satılmaz. Ağabeyi Theo’nun gönderdiği kısıtlı para ile yaşamaya çalışır.
* * * * *
Nouritza Matossian, ‘Arshile Gorky: Kara Melek’ başlıklı yapıtında, “Resimleri Amerika ve Avrupa’daki büyük müzelerde asılıyken ve sanatını Ermeni kültürü besleyip zenginleştirmişken, Gorky, paradoksal bir biçimde, Ermenilerin çoğu tarafından bile tanınmamaktadır. Şüphe yok ki, doğduğu ve on üç yaşına kadar yaşadığı ülkenin vârisleri olan çağdaş Türkler de ondan tümüyle bihaberdi,” der…
Gerçekten de Arshile Gorky’yi tanıyor musunuz? Ya da Gorky adını duydunuz mu?
İnsan(lık) hâliyle doğrudan ilintili, anılmaya değer trajediden biri de Ermeni ressam Arshile Gorky’e (15 Nisan 1904- 21 Temmuz 1948) yaşatılanlardır…
Yaşamı trajedi ile başlayıp, yine bir trajedi ile noktalanan Gorky XX. yüzyıl Amerikan resminin en önemli figürlerindendir.
15 Nisan 1904’de Van’ın Horkom köyünde doğduğu zaman kilise defterindeki adı Vostorik Manuk Adoyan olarak kaydedildi.
“Horkom, Van Gölü’nün kıyısında küçük bir köydü. Çocuklar ellerinde tatlılarla dışarı fırlayıp haberi yaydılar. Akrabaları da nazar değmesin diye ‘tu tu tu’ diyerek bebeği övüp anneyi kutladılar. ‘Benim küçük karam!’ diye fısıldadı Şuşan. Kocası Setrak Adoyan, bir doksan boyunda, sağlam yapılı bir adamdı. Alçak kapıdan eğilerek içeri girdi. Oğlunu merasimlerle, dualarla kucağına verdiler”
6 yaşındayken babası çalışmak için karısı ve çocuklarını geride bırakarak Amerika’ya göçer.
11 yaşındayken de “Büyük Felaket” diye anılan “Ermeni Soykırımı”ndan ötürü annesi ve kız kardeşleriyle birlikte Yerevan/ Erivan’a kaçmak zorunda kalır. Erivan’da inanılmaz sıkıntılar yaşarlar, annesi açlıktan ölür.
9 aylık bir yolculuk ardından kardeşi Hartuş ile birlikte NewYork’un Ellis adasına ulaşırlar; 1920 yılında Amerika’da, babasının yanındadır. Orada kendini hayranı olduğu yazar Maksim Gorky’nin akrabası Arshile (Aşil) Gorky olarak tanıtır ve Yunan mitolojisindeki Aşil ismini de ön ad olarak seçer.
‘Gorki’ sözcüğünün Rusçada “acı” anlamına geldiğini düşünürsek, “Arshile Gorky” adının, bu coşkulu, ardında güçlü yapıtlar bırakan, ama yaşamı acılarla dolu insan için biçilmiş kaftan olduğunu görürüz.
Gorky ilk kez bir resimle karşılaştığında neler duyumsadığını şöyle anlatır:
“Beş yaşındaydım. Konuşmaya o yıl başlamıştım. Annemle kiliseye gidiyoruz. Oradayız. Bir resmin karşısında durmuşum. Cehennemden sahnelerin resmedildiği bir tablo. Resimde melekler vardı. Beyaz melekler ve siyah melekler. Bütün siyah melekler Hades’e gitmekteydi. Kendime baktım. Ben de siyahtım. Demek ki cennete gidemeyecektim. Bir çocuğun yüreği böyle şeyleri kaldıramaz. İşte o anda dünyaya siyah bir meleğin de iyi olabileceğini, iyi olması gerektiğini ve ruhundaki iyiliği dünyaya, hem beyaz hem de siyah dünyaya sunması gerektiğini ispatlamaya karar verdim.”[9]
1922’de Boston’da ‘New School of Design’ akademisine girer, sonra asistanlık yapar.
Gorky hayatının hiç bir döneminde yaşadığı felaketleri resimlerine yansıtmadı. Bu trajedileri tamamen içselleştirmişti.
1912’de, 7 yaşında iken babasına yollanmak üzere annesiyle çektirdiği bir fotoğraf vardır. Bu fotoğraftan yola çıkarak yaptığı iki resim onun annesi ile ilgili duygularını çok iyi yansıtırken, şöyle anlatıyor bu ilişkiyi: “Resim yaptığım zaman sık sık kendime öyküler anlatırım. Yaptığım resimle alâkâsı olmayan öyküler. Annemin uzun önlüğüne yüzümü kapatıp gözlerimi yumduğumda pek çok öykü dinlerdim ondan. Portresinde gördüğümüz gibi uzun beyaz bir önlüğü vardı. Bir de işlemeli önlüğü vardı. Anlattığı öyküler ve önlüğündeki işlemeler kafamda sık sık birbirine karışırdı. Tüm hayatım boyunca annemin anlattığı öyküler ve önlüğündeki işlemeler belleğime resim olarak sökün etmiştir...”
1930’larda, dönemin pek çok ressamı gibi acınacak derecede yoksuldu. 1920’li yıllarda Picasso, Miro, Matisse, post-empresyonizm ve Cezanne’a çok öykünmesine rağmen 1940’lara doğru kendi çizgisini yakalamıştı.
Birçok sanat eleştirmeni soyut dışavurumculuğun başlangıcını Jackson Pollock’a değil, Gorky’e bağlarlar.
Sanat yazarları, Arshile Gorky’yi, “Avrupalı gerçeküstücü ressamlarla Amerikalı soyut dışavurumcular arasındaki bağı kuran ressam” diye tanımlıyorlar. Bir dönem Cézanne, Miró, Picasso gibi sanatçıların biçemleri doğrultusunda çalışmış Gorky. Ama 1939 dolaylarında gerçeküstücü Şilili ressam Roberto Matta’yla tanışması, yaşamında gerçek anlamda bir “dönüm noktası” olmuş. Hem gerçeküstücülükle tanışması, hem de ileride karısının biraz da Matta’nın yüzünden kendisini terk edecek olması bakımından.
Sanatı, sanatçının bilinçdışının bir anlatımı olarak gören gerçeküstücü düşünceyle tanışınca, Gorky’nin arayış dönemi sona ermiş. Kişisel biçemini, bu düşünceden yola çıkarak oluşturmaya başlamış.
Çocukluk çağında yaşadığı 1915 Soykırımı’nın izleri, bu duyarlı sanatçının yaşamında hiçbir zaman kaybolmamış. Ama ABD’nin en önemli ressamlarından biri olduğu sırada art arda yaşadıkları yaşamını altüst etmiş. 1946’da atölyesinde çıkan yangında resimlerinin çoğu yanan Gorky, kısa bir süre sonra bir kanser ameliyatı geçirmiş. Haziran 1948’de geçirdiği bir araba kazasında boynu kırılmış. Bir ay kadar sonra da, karısının kendisini terk etmesi üzerine canına kıymış.
Evet, Arshile Gorky kırk altı yaşında canına kıydı. Ama böylesi ölümlerde hep akıllara gelen soru: Arshile Gorky’yi kim öldürdü?[10]
* * * * *
“Sürgün acıları, trajedisi” deyince… Abidin Dino’yu (21 Mart 1913-7 Aralık 1993) anmadan geçmek olmaz…
Beslendiği kaynağı yani Anadolu insanıyla karşılaşmasını ve sanatını nasıl etkilediğini şöyle anlatırdı Abidin Dino: “Tarlada dolaşan bir kadının önlüğündeki şekiller, testicilerin kalçalı eserleri. Köyden köye, ağızdan ağıza dolaşan şarkıların yekûnu, kafamda bir katedral kadar, dört minareli bir cami kadar yer tutuyor.(...) Türkiye’nin meçhul bir ovasında, rasgele bir köyünde işittiğim şarkılar, sanatın nerede saklandığını bana ifşa etti.
Benim için önemli olan burada ilk kez Türk köylüsü ile karşılaşmam ve onu tanımamdır... Tüm gördüklerim, yaşadıklarım beni resme daha çok bağlıyordu. Sanki resmettikçe görüyordum, içinde yaşadığım Anadolu insanının gerçeğini...”
Dino ile benzer, “paralel” bir tarihi yaşayan “Çocukluktan beri iyi bir şiir okuyucusuydum. Yüzlerce şiiri ezbere biliyordum. 19 yaşımda şiire başladım, Rimbaud’nun şiiri bıraktığı yaşta,” diyen Gürkan Coşkun’a ya da Komet’e gelince:
Sennur Sezer’in, “Sana ‘ebedi çocuk’ diyebilirdim,” dediği şair, ressam Komet, Türkiye’yi, insanı en dramatik yanıyla tuvaline, şiirine taşıyan ustalardandır.
“Komet nasıl anlatır? Özgür bir sanatçı nasıl anlatırsa, öyle anlatır. Ama ondaki şaşırtıcılık, ondaki gizem ve büyü ile derinlik, çok farklıdır.
İşte Komet’i Komet yapan da budur. ‘Tuvalde harikulade bir macera’ yaşamaktadır. Ama aslında şiirine yansıyan o macera da budur.”
* * * * *
Şiire, sanata, tuvale ve hayata yansıyan, yansıtılan insan(lık) hâli, “Resim yapmaktır söz konusu olan” tümcesiyle betimlenmesi mümkün olan Balthus’te de tecessüm eder.
Alain Vircondelet’nin yayına hazırladığı ‘Balthus’ün Anıları’,[11] kendisine sanatçı denmesinden hoşlanmayan bir sanatçının yaşamını, tüm yaşamalarını içsel bir yolculuk yaparak gözden geçirişi; kendine dindar diyen, yeryüzündeki son mekânına giderken Victor Hugo gibi yoksulların arabasını, iki tekerlekli köy arabasını yeğleyen bir adamın manevi boyutlardaki gezintilerini mırıldanır gibi aktarışı…
Balthus’ün, resim yapmaktaki ve yaparkenki niyetinin, hedefinin, arzusunun ne olduğunu, Paul Lombard’ın şu sözleri özetleyebilir belki: “Balthus, göz kamaştırmak istemez, büyüler; tedirgin etmez, allak bullak eder; kışkırtmaz, coşturur.”
En çok erotik çağrışımlı genç kız resimleriyle anılan ressamın, “erotizmi bir ilahiye dönüştürerek dikizcileri, aylakları düş kırıklığına uğrattığını” söyleyen Lombard bu konuda da Balthus’ün söyledikleriyle tutarlılık içindedir. “Benim soyunmuş genç kızlarımın cinsel arzuları kamçıladığı iddia edildi. Asla bu niyetle yapmadım o tabloları; böyle bir şey bayağı ya da geveze kılardı onları. Tam tersini yapmak, bir sessizlik ve derinlik hâlesiyle sarmalamak, çevrelerinde bir baş dönmesi yaratmak istedim,” der -asıl adı Balthazar Klossowski de Rola olan- Balthus…
Balthus’ün tuval tutkusuna benzer bir tutkusu daha var aslında. Kedi sevgisi. Balthus’ün kedileri ile kedi denen üstünde çok durulmuş, hakkında çok yazılmış, hâlen ve hep çok konuşulası varlığın sanat tarihindeki önemi bir kez daha çıkıyor karşımıza. Daha çocukluğunda mahalledeki çocukların “kedili oğlan” dedikleri Balthus, altı yaşındayken yitirdiği (evden kaçan) kedisi Mitsou için çini mürekkebiyle bir dizi resim yapar; onunla dostluğunu ölümsüzleştirmenin bir yolu, yaşanmış bir anı korumaktır bu sanki.
Ayrıksı, bohem ve yaban bir genç adamken Furstenberg sokağındaki atölyesinde zaman zaman ziyaretine gelen Picasso ona “Kuşağının ressamları arasında beni ilgilendiren bir tek sen varsın; ötekiler Picasso gibi resim yapmaya özeniyorlar. Sense asla,” der.
Onun ayrıksılığı soyut resim girişimlerine de gerçeküstü ayartmalara da boyun eğmeyişinden kaynaklanır. “Bu yüzden” der Balthus, “Ne André Breton ne de soyutçular bana hiçbir zaman itibar etmediler ama pek üzülmedim buna; Heathcliff’e benzer yanım da geri kalanını hâlletti; kuşkulu ve karamsar olduğum için tablo tüccarları ve galeriler de kapımı aşındırmadı. Bu yüzden bir ara umutsuzluğa kapıldım: Bunca emek, bunca enerji, sessizliğe ve yalnızlığa boyun eğmişti… Yine de bahtımın açılacağına inanıyordum, bir tutku, bir inanç sorunuydu bu. Soyut resme boyun etmek istemedim, çünkü figüratif resim yapmama karşın, soyutlamaya yakın olduğumdan ve tuvalin dar ve zorunlu sınırları içinde motifin iç mimarisine, gizli yapısına erişmeyi denediğimden emindim.”
* * * * *
Ressamın ‘Çığlık’ı, resmin yankısı bağlamında sözü edilenlere Monet, Matis, Klimt, Botero’yu da eklemeden geçemeyiz…
Örneğin, ‘Nymphéas’ dizisine giriştiğinde 59 yaşındaydı Monet!
86 yaşına dek yaşamış ve birkaç yılına mal olan katarakt dönemi dışında kesintisiz çalışabilmiş olmasaydı, modern sanatın en güçlü başyapıtlarından birinden yoksun kalacaktık.
İçine daldıkça, Zaman’ından kopmuş, geleceğe geçmişti Monet.
Ya “balıkları”yla Matis?
Ressam, takınaklarının ve çeşitlemelerinin arasında mekik dokunarak kuşatılmıştı.
Ne yaptığının farkındaydı Matisse: Bir resim, birçok resmin, desenin, taslağın, dipsiz bir arayışın sonucuydu.
Matisse’de “güzel” hiçe sayılmamıştır asla, doğru. Ne var: Yapıtını bu özelliğe kilitlemek için onlara güneş gözlüğüyle bakıyor olmak gerekir.[12]
Veya Gustav Klimt (1862-1918)…
Klimt’in sanatını anlayabilmek için XX. yüzyılın eşiğindeki Viyana’ya göz atmak gerekir. Dün ile modernite arasında gidip gelmektedir Viyana.
Aşk, tutku, cinsellik ve ölüm temalarını mitolojik esinlerle birleştiren Gustav Klimt, “Hayatımda mutsuz olmadığım bir tek gün olmadı” der.
Avusturyalı sembolist ressam Klimt’i, başyapıtı olarak bilenen 1908 tarihli ‘Öpüş’ü betimler.
Klimt hiç evlenmemiş fakat birçok kadınla ilişkisi olmuştur. Bütün bu ilişkiler içinde Emilie Flöge (1874-1952) ile yaşadığı sıra dışı “platonik” ilişkinin sırları günümüzde bile açıklığa kavuşmamıştır.
Diğer adı ‘Sevişen çift’ olan ‘Öpüş’ adlı yapıtın ikilinin ilişkisini simgelediği söylenir.[13]
Klimt’in eleştiri aldığı konulardan biri, kadınları birer seks nesnesi olarak, pasif birer oyunca gibi resmettiği üzerineydi. Seks fantezilerini yansıtan biri olarak eleştiriliyordu.
Öte yandan, Klimt’in sermayeye ilişkin de ilginç düşünceleri vardı. Klimt’e göre aşırı zengin olmak çirkin, estetiği olmayan bir durumdu ve herkes parasını özgür harcasaydı, yeryüzünde ekonomik sıkıntı çeken insanlar olmazdı.
Nihayet “şişman güzeldir,” diyen Fernando Botero…
Hani “Çok az vaktim kaldı” diyen, kendisini üzen şey öldükten sonra resim yapamayacak olması olan Botero…
“Sık sık ölümü düşünüyorum ve artık resim yapamama düşüncesi beni çok üzüyor. Resim yapmayı çok seviyorum,” diyen… Ve her gün 10 saat resim yapan…
* * * * *
Nihayet “Mükemmellikten hiç korkmayın, nasıl olsa hiçbir zaman ulaşamazsınız,” diyen Salvador Dali…
1904 Katalonya doğumlu sürrealist ressam Salvador Dali yaşamı boyunca eserleriyle ve “ilginç”, “medyatik” yaşam tarzıyla dikkat çekti.
Tanıştığı anda etkilendiği Paul Eluard’ın eşi Gala ile olan birlikteliği sonraki yıllarda evliliğe dönüşünce hayatının en büyük skandalına imza atmış oldu. 1936’da Londra Uluslararası Sürrealist Sergisi’nde konuşmak üzere sahneye dalgıç tulumuyla çıkan Dali, bununla da yetinmeyerek tulumun beline mücevher işlemeli bir kama taktı. Bir elinde bir bilardo ıstakası tutarken diğeriyle de bir çift kurtköpeğini çekiştiriyordu. Konuşma sırasında nefes almakta zorluk çekince, dalgıç kıyafetinin başlığı çıkarıldı. Sanatçının skandalları ününe ün katarken, eserleri daha geniş kitlelere yayılmaya başladı.
1931’de tamamladığı, Dali’nin kimliğinde önemli yeri olan ‘Belleğin Azmi’ bir dönüm noktası oldu. Dali’nin zaman kavramıyla sorununun örneklerinden olan bu eser zamana karşı bir başkaldırı olarak yorumlanır. Dali ise bundan bir süre sonra, resmi yaparken ilhamı Fransız peyniri Camambert’in erimesinden aldığını söyledi.
Dali’nin sanatında en önemli olaylardan biri de Sigmund Freud’la tanışması. Birkaç portresini de yaptığı Freud’un bilinçdışı kavramına yaklaşımından epey etkilenen Dali, psikanlistin ‘Düşlerin Yorumu’nda da değindiği gibi bilinçdışı kavramına eserlerinde geniş yer verdi. Tıpkı Dali gibi pek çok sürrealist ressam buzdağının görünmeyen kısmına yoğunlaşarak, görünen gerçeğe değil, bilincindeki gerçeğe yöneldi.
İspanya iç savaşında Falanjistlerin, faşist Franco’nun safındaydı…
Hayır, Dali’yi göklere çıkaranlardan değilim.
Resim ve ressam deyince, “es” geçilemeyecek bir olgudur; “Bir deliyle benim aramda bir tek fark var. Ben deli değilim,” diyen Dali…
“Ressamlığının yanında bir magazin figürüydü O” diyen Uğursal Şark’ın işaret ettiği gibi, “Dali her gittiği restoranda mönüleri toplar, aşçılardan da yedikleri yemeğin tarifini alıp onların güncesini tutarmış, yani aşçılık onun büyük bir merakı. 1971 yılında yaptığı bu seride Dali, açlıktan ölmek üzere olan sanatçıya vurgu yapar ve sanatçı, yemek parası olmadığı için aç kalan birisi olarak değil, tutkularıyla yanıp tutuşan; sanatı, tıpkı yemek yer gibi hazla, abartı ve gösterişle sindiren bir kimse olarak betimlenirdi.”
“Bilinçaltının sanata yansıması” olarak özetlenen -ve Almanya’da baş gösteren- Dadaizm akımından da etkilenmiş Fransa’da 1920’li yılların ortasında beliren “Sürrealizm”in önde gelen isimlerindendi Dali…
* * * * *
Dediklerimizi toparlarsak:
Sanat, “olağan” denilen dayatma karşısında; ressamın ‘çığlık’ı, resmin yankısı gibi bir isyan, “delirme” hâlidir.
Unutmayınız: “Hepimiz deli doğarız. Bazılarımız deli kalırız,” der Samuel Beckett…
Ardından da ekler Francis Bacon, “İnsanlığın doğasında akıllılıktan çok delilik vardır”...
Kürt Atasözü, “Aşê dînan bê av digere/ Delilerin işi doğru gider”…
Marcel Proust, “Dünyadaki bütün büyük işler nevrozlular tarafından yapılmıştır; dinlerimizi kuranlar da, başyapıtlarımızı yaratanlar da yalnızca nevrozlulardır”…
Rudyard Kipling, “Bir yerde herkes az çok delidir”…
Oscar Levant, “Deha ile delilik arasında incecik bir çizgi vardır. Ben bu çizgiyi sildim”…
Michel Foucault, “Delilik, hakikât ve dünyadan çok, insanın algılayabildiği kendi gerçekliği ile ilgilidir”…
Horatius ise, “Yeri geldiğinde delirmek gereklidir”… derler! Haklı olarak…
27 Ağustos 2012 10:11:37, Çeşme Köyü.
temel demirer
N O T L A R
[*] Newroz, Yıl:6, No: 220, 17 Eylül 2012…
[1] Ludwig Hevesi.
[2] Doğan Özlem, Anlamdan Geleneğe Kimlikten Özgürlüğe-Kavramlar ve Tarihleri III, İnkılap Kitabevi, 2011, s.14-31.
[3] Erman Ata Uncu, “Goya’nın Garip ve Karanlık Dünyası”, Radikal, 20 Nisan 2012, s.34-35.
[4] İdler Onal, “Zamanın Tanığı: Goya”, Yarın, No:31, 8 Mayıs 2012, s.12.
[5] Vincent Van Gogh, Theo’ya Mektuplar, Çev: Pınar Kür, Yapı Kredi Yay., 1996.
[6] N. G. Çernişevski, “Sanatla Gerçeklik Arasında Estetik İlişkiler”, Çev: Pınar Dinlemez, Gündoğusu Dergisi, No: 1, Şubat-Mart 2012, http://gundogusu.net/
[7] Gamze Aygünal, “Rembrandt Sanatına Dair”, Radikal İki, 15 Nisan 2012, s.15.
[8] Vincent Van Gogh, Theo’ya Mektuplar, Çev: Pınar Kür, Yapı Kredi Yay., 1996.
[9] Nouritza Matossian,Arshile Gorky: Kara Melek, çev: Menekşe Arık-Tankut Aykut, Aras Yay., 2011.
[10] Celâl Üster, “Arshile Gorky’yi Kim Öldürdü?”, Cumhuriyet Kitap, No:1145, 26 Ocak 2012, s.6.
[11] Balthus’ün Anıları, Yayına Hazırlayan: Alain Vircondelet, Çev: Orhan Suda, Yapı Kredi Yay., 2012.
[12] Enis Batur, “Dans”, Cumhuriyet Kitap, No:1167, 28 Haziran 2012, s.3.
[13] Sakine Çil, “Viyana’nın Sıra Dışı Sanatçısı”, Cumhuriyet Pazar, No:1378, 19 Ağustos 2012, s.7.
Yorumlar