“Sana ışık tutanlara sırtını dönersen, göreceğin şey kendi karanlığındır.” [1] Ferhan Şensoy’un ‘Nasri Hoca ve Muhali...
“Sana ışık tutanlara sırtını dönersen, göreceğin şey kendi karanlığındır.”[1]
Ferhan Şensoy’un ‘Nasri Hoca ve Muhalif Eşeği’ oyununda Nasri, “Fırıncı gramajdan çalıyor/ Simitçi susamdan çalıyor/ Ulaşım zamandan çalıyor//
Banka faiz deyip çalıyor/ Al kredi deyip çalıyor/ Devlet baba ıslık çalıyor/ Vergi koyup bizden çalıyor//
Müteahhit demirden çalıyor/ Hem alış hem veriş merkezi/ Beyoğlu’nda demir örüyor/ Demir ören Beyoğlu’nu çalıyor/
Hepimiz hırsızız/ Hepimiz hırsız/ Elhamdülillah!” diye haykırır ‘Hepimiz Hırsızız’ şarkısında…
İçinden geçtiğimiz kesitin, anlamlı bir betimlemesidir Nasri’nin, ‘Hepimiz Hırsızız’ şarkısı…
Böylesine bir zamanın sorgulanması, her zamankinden daha acil ve elzemdir; bundan kuşku yok; ama “Nasıl” mı?
“Zamanı sorgulamak/ Aslına bakılırsa/ İnsanı sorgulamaktır/ Bütün yaptıklarıyla,” der Metin Altıok muhteşem dizelerinde…
Tam da böyledir: Evet, evet zamanı sorgulamak, insanı sorgulamaktır…
Elie Wiesel’in, “Adaletsizliği önleyecek gücümüzün olmadığı zamanlar olabilir ama; adaletsizliğe itiraz etmeyi beceremeyeceğimiz bir zaman asla olmamalıdır!”; Martin Luther King’in, “Ne zilma kesên xerab, bêdengîya merivên baş min ditirsîne/ Beni kötülerin zulmü değil, iyilerin sessizliği korkutuyor”; Bertholt Brecht’in, “Kesê ku tu tiştî nizanibe cahil e, lê bizanibe û bêdeng jî bimîne ew bêxlaq e,/ Hiçbir şey bilmeyen cahildir, ama bilip de susan ahlâksızdır,” uyarılarının altını defalarca çizerek, zaman kişiliğinde insanı sorgulamak gerek…
Sorgulamak bir yanıyla da, hatırlamak, örnek almaktır…
“Biz televizyon izleyerek, milyonerler, sinema tanrıları, rock yıldızları olacağımıza inanarak büyüdük ama olamayacağız... Hepimiz heba oluyoruz... Bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor ya da beyaz yakalı köle olmuş... Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşindeyiz... Nefret ettiğimiz işlerde çalışıyor, gereksiz şeyler alıyoruz... Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız,” vurgusuyla Chuck Palahniuk’un, “Dinleyin sürüngenler; sizler özel değilsiniz, sizler güzel ya da eşi benzeri olmayan kar tanesi de değilsiniz, sizler işiniz değilsiniz, sizler paranız kadar değilsiniz, bindiğiniz araba değilsiniz, kredi kartlarınızın limiti değilsiniz, sizler iç çamaşırı değilsiniz, sizler herkes gibi çürüyen birer organik maddesiniz,” diye haykırdığı yabancılaşmanın orta yerinde sorgulamak kolay değil elbet!
Hem de Aldous Huxley’in, “Belki dünya, başka bir gezegenin cehennemidir” ya da Terry Eagleton’ın, “Evrensel tarihin herhangi bir temeli varsa, o tarih mutluluk birikimine dair bir masal değil, sapandan megatonluk bombalara uzanan bir hikâye olmalıdır,”[2] diye betimledikleri bitmez-tükenmez vahşet kesitinde sorgulamak zor mu zor!
W. Shakespeare’ın, “Olmak ya da olmamak./ Katlanmak mı daha soylu.../ Zalim kaderin yumruklarına?/ Diretip.../ Dur, yeter demek mi?..” sorusu bir kez daha insan(lık)ın karşısındayken; şimdi Clemenceau’nun, “Ne istediğini bilmek gerekir. Bilince, bildiğini söyleyecek cesaret gerekir. Söyleyince, dediğini yapacak cesaret gerekir” ve Karl Marx’ın, “Toplumsal insanlığın kurulması; düşünen ıstıraplı insanlıkla, ezilen düşünen insanlığın anlaşması ve işbirliğinden doğacaktır,” sözlerini anımsayarak; zamanı sorgulamanın, insanı sorgularken tarihi hatırlamak, örnek almak olduğunu anlamak/ anlatmak gerekiyor…
ŞEYH BEDREDDİN
Hatırlaması, örnek alınması gerekenlerden biri, Şeyh Bedreddin’imizdir…
Torunu Molla Hafız Halil’in, ‘Menâkıb’ında, “Olup Mansur, bu yolda verdi bâşın/ ‘Hüdâ aşkında hiç çatmâdı kaşın/ ‘Münafıklar atarlar tain taşın/ ‘Bizim mürşidimiz Şeyh Bedreddindir,” dediği O; yani Simavnalı Şeyh Bedreddin Mahmud Rumî (1359-1420), insanlık tarihinin önemli figürlerindendir.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın ifadesiyle, “Şeyh Bedreddin, kendi çağdaşları sayılabilecek olan İslâm medeniyetinin Aristotales’i İbnî Haldun’dan (1332-1406) da, Batı dünyasında Wicleften sonra ilk din reformcusu Çek papazı Jean Huss’tan de önemli kişidir… Şeyh Bedrettin, teori ile pratiği en canlı, en insancıl yükseklikte sosyal sentezine ulaştırmıştır.”[3]
Evet, 1420’de doğan Şeyh Bedrettin düşüncelerini ‘Varidat’ ve ‘Teshil’ başlıklı yapıtlarında toparlarken; düşüncelerini de Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal’in Aydın ve Manisa’dan Karaburun ile Bulgaristan’ın Deliorman bölgesine uzanan isyanıyla hayata geçirdi…
Yaşananlar Nâzım Hikmet’in, ‘Şeyh Bedrettin Destanı’nda şöyle destanlaştırır:
“Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber
hep beraber sürebilmek toprağı
ballı incirleri yiyebilmek hep beraber
yarin yanağından gayri her şeyde
her yerde
hep beraber
diyebilmek için
on binler verdi sekiz binini...”
Börklüce Mustafa önderliğindeki 10 bin isyancıdan 8 bini katledildi. Daha sonra da esirlerin boyunları vuruldu. Börklüce de kollarından bir deveye bağlayarak çarmıha geriler. Birçok şehirlerde gezdirerek teşhir ettiler. Manisa dolaylarındaki Torlak Kemal de aynı akıbete uğrar.
Nihayet Şeyh Bedrettin’de Serez çarşısında asılır…
Onlardan bize(ler)e kalan, “Şeyh Bedreddin, kulluğa karşı koymuş ve bir isyanı başlatmış, Börklüce gibi bir ‘ortakçı’yı yetiştirmiştir,” diyen Onur Bilge Kula’nın vurgusuyla işaret ettiğidir…
ŞAİRLER
Tevfik Fikret’i, istibdat karşısındaki özgürlük ozanını, “Elbet sabah olacaktır,” diye haykıran Onu unutmak mümkün mü?
O, hatırlaması, örnek alınması gerekenlerdendir kuşkusuz; Sandor Petöfi gibi…
1823-1849 kesitinde yaşayan Sandor Petöfi, yalnızca Macaristan’ın yetiştirdiği birkaç büyük ozandan biri değildi; Avrupa ülkeleri de hep büyük bir ozan olarak tanıdı onu. Bu yüzden Hugo’ların, Byron ve Heine’lerin yanında onun da adı geçerdi…
Ne var ki daha gencecikken, yirmi altı yaşında, yazacaklarını yazamadan, ülkesinin kurtuluşu için savaşırken dünyamızdan ayrıldı...
O, yoksul bir aileden geliyordu. Okulu da çok erken bıraktı. Bu kararında yoksulluğunun etkisi olduğu kadar ülkesini ve halkını yakından tanıma isteği de vardı. Bu yüzden ülkesini karış karış gezmeye başladı. İlkin asker olarak başladı bu gezilere. Sonra da gezici bir tiyatro kümesine katılıp bu serüvenini birkaç yıl daha sürdürdü... Çok zaman da yaya yapıyordu yolculuklarını...
Böylece halkını ve de sorunlarını çok yakından tanıma olanağını buldu. Halk, feodal Habsburg yönetiminin boyunduruğu altında inliyordu. İşte bu yolculukları sonunda Ozanımız Petöfi, içinden çıktığı yoksul ve ezilen halkla ve onun yaşadığı acıların bilinciyle bütünleşti...
Bu yüzden de yapmacık edebi biçemler yerine, halk şiirinin en doğal ve yalın dilini benimsedi… Oysa Petöfi, evrensel bağlamda, bütün insanlığın özgürlüğünü ve mutluluğunu savunuyordu. Zaten bu yüzden de, “özgürlük şairi” söylemiyle edebiyat dünyasında yerini aldı.
Bu önsezili ve dünyaca tanınan devrimci evrensel şair; “Kafamı Bozan Düşünce” başlıklı şiirinde aynen öngördüğü gibi, yirmi altı yaşındayken, ülkesi Macaristan’ın bağımsızlığı için savaşırken öldü... [4]
Petöfi’nin dik ve fütursuz duruşunun bir benzerini de Can (Yücel) Baba’da buluruz. O, hatırlanması, örnek alınması gerekenler listesinin başındadır…
Kolay mı? O hepimize; “En uzak mesafe ne Afrikadır,/ Ne Çin, Ne Hindistan./ Ne seyyareler,/ ne de yıldızlar geceleri ışıldayan./ En uzak mesafe/ iki kafa arasındaki mesafedir,/ Birbirini anlamayan,” dizeleriyle “farklılığın” ne olduğunu…
“Türkiye’de en çok basılan kitap/ Ne Yaşar/ Ne Aziz/ Ne Kur’ân-ı Kerim/ Türkiye’de en çok basılan eser/ Sansürdür, kardeşim, sansür!” dizeleriyle de memleket gerçeğini yüksek sesle haykıran Can Yücel ‘Mare Nostrum/ Bizim Deniz’de de kulaklarımızı çınlatırcasına haykırır: “En uzun koşuysa elbet/Türkiye’de de Devrim,/ O, onun en güzel/ yüz metresini koştu./ En sekmez lüverin/ namlusundan fırlayarak.../ En hızlısıydı hepimizin,/ En önce göğüsledi ipi.../ Acıyorsam sana anam avradım olsun,/ Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun”…
Nihayetinde mezarına bile tahammül edilemeyen O,[5] başına gelecekleri 35 yıl öncesinden bilircesine kaleme almıştı, 9 Temmuz 1977 tarihli ‘Vatan’ gazetesinde yayımlanan ‘Mezarlık Köpekleri’ başlıklı yazısını: “Mezar deşmek dedik de; pazar günkü gazetelerden öğrendiğime göre, bir güruh tarafından tahrip edilen mezarlar arasında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hakan Yurdakuler, Mahir Çayan ve Ulaş Bardakçı’nın mezarlarının bulunduğu saptanmıştır! Bu güruh mezarları tahrip ederken, ‘Kahrolsun komünistler’ sloganını söylemişlerdir.
“Kim bilir belki komünistlerin ölseler bile kahrolmadıklarını gördüklerinden ötürü, gazaba geldi bu ateşli güruh, bakanlar ile polis de ‘Kahrolsun komünistler’ naralarıyla kabirlere savlet eden bu yaslı gidip şen gelen güruha hoşgörüyle davranmak gerektiğini düşündü! Pekiyi, ama bu kahramanlarımızın ‘ölüye saygı’ geleneğimize, ‘ölüyü hayırla yâd etme’ töremize, ‘düşmanın bile olsa ölüyü günahlarından arınmış’ belleme inancımıza karşı gelişlerine ne buyrulur?
1967-1969 yıllarında Kandilli’de, Fatih Hoca’nın evinde otururdum. Tepede, ta pilonun dibinde. İlk taşındığımızda dikkatimi çekti, ortada birtakım köpekler dolaşıyor, ürkek öyle, hain bakışlı, kuyrukları bacaklarının arasında, höt dediniz mi, öteki taşın arkasında kayboluveriyorlar. Önümüzde mezarlık. Sordum sağa sola, bu acaip köpekler ne ola ki diye. Mezarlık köpekleriymiş meğer bunlar... deşerlermiş de mezarları...”
LATİN AMERİKA’LILAR
Latin Amerika’lılardan hatırlanan, örnek alınanların ilki, doktor Ernesto Che Guevara’dır…
Küba’ya ilk adımı attığında ülkenin maruz kaldığı saldırı karşısında tercihini “Önümde ilaç dolu bir çanta ve bir mühimmat sandığı vardı, ikisi birlikte taşımak için çok ağırdı, beni sazlıklardan ayıran düzlüğü geçmek için yola çıkarken ilaç çantasını bırakıp mühimmat sandığını aldım,” yolunda yapan Onun hakkında Jean Ortiz şunları söyler:
“Che’nin ‘modernliği’, onun sosyalizm ve komünizm anlayışında yer alır; tıpkı kalıcı bir yapı, bir dönüşüm hareketi gibi, ama standart bir yol olarak değil; O, Anibal Ponce’nin ‘tam bir insan’ dediği gibi onun eksiksiz insan düşüncesiyle bütünleşir. Che, Latin Amerika’da Ponce, Mariátegui, Mella gibi Marksizm’in öncülerinin hümanizmini yayar; onun düşüncesi genelde ne sistematik ne de kapalıdır. Onun düşüncesi, somut gerçeklere ve teorik sorunlara mantıklı bir yanıt verir.
Daha önemlisi, Che’nin güncelliğinin, bir toplumsal etik, bir medeniyet projesi olarak onun sosyalizm anlayışında yattığını düşünüyorum; aynı zamanda, kendi tarzında bireyi rehabilite etmesinde (Sovyet sistemi tarafından hırpalanmış) ve onu yeni bir toplumunun, yeni bir ekonominin inşa merkezine koymasında ve değişim sürecinde temel bir faktör olarak ona önemli bir rol atfetmesinde, görüyorum.
Günümüzde, Che’nin öğretisinin, ahlâk temeli üzerine oturduğuna, etik bir yaşam için gerekli olduğuna önemle vurgu yapılmalı. Elbette, yalnızca ahlâki bir sorun olarak tasarlanmış değil, tersine o, ekonomik, siyasal ve diğer şeyler için bir kaynaktır. Kapitalist ülkelerde yaşanan bugünkü siyasi kriz; diğer şeylerin yanında, değerler, duygu ve etik eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Guevarist projede etik yapılanma bir zorunluluktur. O herhangi bir ilerici değişimin ön şartı ve vazgeçilmez koşuludur.”[6]
Son zamanlarda Nagehan Alçı denilen yaratık dahil, bir dizi ikbal avcısının saldırmayı marifet bellediği Che’nin tüm insan(lık)a öğrettiklerinden kimileri:
“Bir devrimci başkasına atılan tokadı kendi yüzünde hissedendir…
“Bir devrimcinin sahip olabileceği en güzel erdem, dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir haksızlığı yüreğinin en derininde duyabilmesidir…
“Şiddet, sömürücülerin ayrıcalığı değildir, sömürülenler de onu uygulayabilirler ve dahası uygun anda kullanmalıdırlar…
“Hayatta daima gerçekleri savun! Takdir eden olmasa bile, vicdanına hesap vermekten kurtulursun…
“Eğer bir gün beni başım eğik görürsen, bil ki başım; yere düşmüş birini kaldırmak için eğilmiştir...
“Bana güç veren zaferlerim değil, yaşamdaki yenilgilerimdir…
“Saklayacak bir şeyin yoksa, korkacak bir şeyin de yok demektir…
“Ne kadar farklı olursa olsun; sana ait olmayana tenezzül etme. Ve ne kadar basit olursa olsun senin olandan asla vazgeçme…
“Yağmur komünisttir; çünkü herkese eşit yağar... Rüzgâr ise kapitalisttir, zayıf olanı yıkar...
“Düşmanın yoksa, hayatta hiç başarılı olamadın demektir…
“Bir, iki, birden çok Vietnam yaratalım,” haykırışıdır; hâlâ ve her zaman kulaklarımızda çınlayan!
Che’den söz edince; “Hayatın olduğu her yerde savaşmak istiyorum,” diyen Clara Zetkin’den; “Oy vermek bir şeyleri değiştirebilseydi, o da yasaklanırdı,” haykırışıyla belleklerimizde yer eden Emma Goldman’a uzanan isyancı kadın mirasının parlak örneklerinden Tanya’yı unutamayız…
Herkesin Tanya olarak tanıdığı Haydee Tamara Bunke Bider, Arjantin’de doğmuş, Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde yetişmiş, Kübanın inşasında yer almış ve Bolivya dağlarında idealleri uğruna toprağa düşmüş bir kadın gerillaydı…
1937 yılında Arjantin’de dünyaya gelen Tanya, Nazi faşizminin yenilgisi sonrasında ailesiyle birlikte Almanya Demokratik Cumhuriyeti için Almanya’ya tekrar döner. Komünist yeraltı faaliyetinde yer almış anne-babası tarafından yetiştirilir ve 18 yaşında Alman Birleşik Sosyalist Partisi üyesi olur. Küba devrimi sonrasında çalışmak için Küba’ya yerleşir. Küba’da Eğitim Bakanlığı, Küba Halklarla Dostluk Enstitüsü ve Küba Kadın Federasyonu’nun yürütme kurulunda çalışan Tanya, Che ile, onun bir delegasyonun başında Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ne yaptığı gezi sırasında tanışır. Che’ye, onun devrimci düşlerine karşı içten bir sevgi ve bağlılıkla Che’nin birliğine katılır.
Tanya “Küçük işleri yapamayanlar, asla büyük işleri yapamazlar” fikrini hayatının her anında uygulama iradesi gösteren bir devrimciydi. Devrime koşulsuz sadakati ve kendisini çalışmalarına adamasıyla eşsizdi. Onu tanıyan herkesin saygı ve sevgisini kazanmıştı.
Yaşamındaki en önemli anlardan biri, Che’nin kendisine bir M-1 vererek onu yeni bir savaşçı sayması onuruydu.
Birliğindeki gerillalar 31 Ağustos 1967’de bir grup köylü tarafından ihbar edilip Vado Del Yeso’nun nehir kıyısında Bolivyalı askerler tarafından pusuya düşürülerek katledildi. Tanya, 29 yaşındaydı.
“Artık gitmeli miyim, solan çiçekler gibi?/ Yeryüzünde benden hiçbir şey kalmayacak/ ve adım unutulacak mı bir gün?” diye yazar bir şiirinde Tanya. Che’nin kemiklerinin Haziran 1997’de bulunduğu yerden yaklaşık bir kilometre uzakta Gerilla Tanya’nın kemikleri de bulundu. 31 yıllık bekleyişten sonra annesi Nadya Bunke, “Bir gün Tanya’yı gömeceğimi biliyordum” dedi. Nereye gömülmesini istediği sorulduğunda ise hiç tereddüt etmeden Che ve yoldaşlarıyla beraber Küba’ya gömülmesi gerektiğini söyledi. Nadya Bunke, kızının cenazesinin üstüne hangi bayrağın konulması gerektiği sorulduğunda ise “Komünist Partisi’nin bir üyesi olarak uğrunda savaştığı ve öldüğü Küba’nın bayrağı” dedi.[7]
Tanya unutulmamalı, hatırlanmalı, hatırlatılmalı her bir daim; tıpkı Socrates gibi…
“O da kim” mi?
“Socrates Brasileiro Sampaio de Souza Vieira de Oliveira, futbol tarihinin gelmiş geçmiş en iyi orta alan oyuncularından biriydi,” Metin Tükenmez’in ifadesiyle…
O; Pele gibi “futbol elçisi” olma fikrini hep reddetmiştir. Çünkü, futbolun içindeki ticari etkinliklerden ve bu tip “saçmalık”lardan nefret etmekteydi…
Dünya futbolunun en önemli icracı ve fikir adamlarından biri olarak anılan “Doktor” Socrates, yaşamını 57 yaşında yitirdi.
19 Şubat 1954’de Brezilya’nın Belem do Para şehrinde yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Eğitim düzeyi yüksek olmamasına rağmen okumaya, bilhassa Yunan mitolojisine meraklı babası ona “Socrates” adını vermiş, diğer iki kardeşi de “Sofocles” ve “Sostenes” adlarını almıştı.
Henüz 10 yaşında, ülkesinde yaşanan askeri darbenin tüm acılarına şahit olan Sokrates, ilerleyen yıllarda ülkesinde yaşanan tüm sosyal adaletsizliklere karşı duran bir önder olarak nam saldı. Yaşamında onu en çok etkileyen üç insanın John Lennon, Che Guevara ve Fidel Castro olması da boşuna değildi elbet.
Ona, “Futbolun Che’si” derlerdi…
Saha içi ve dışındaki tavrı da onu unutulmaz yapmıştı. Tıp doktorası bulunan ve lakabı “Doktor” olan Socrates, gündelik hayat ve siyasi konular üzerine fikirleriyle de topluma önderlik etmişti. Çocukluk kahramanları Fidel Castro, Che Guevara ve John Lennon olan efsane, Corinthians’da oynarken Corinthians Demokrasi Hareketi’nin kurucuları arasına girdi. Kulüpte her karar, yetkililerin, teknik ekibin ve futbolcuların katıldığı oylamayla alınıyordu.
Corinthians takımı o dönemde, askeri hükümete gönderdiği mesajlarla da ün salmıştı. Takım sahaya üzerinde “Seçim yapılsın” ve “Cumhurbaşkanını ben seçmek istiyorum” yazan pankartlarla çıkıyordu.
Socrates’in ölümünde en önemli etken alkol ve sigara bağımlılığı olmuştu. Yıllar önce bu konudaki düşüncesini, “Alkol benim dostum ancak sahadaki performansımı etkilemiyor” şeklinde açıklamıştı. Ama hayatını etkilemişti.
Che Guevara ve John Lennon idollerindendi...
Aldığı aile terbiyesi ve okuduğu felsefe icabı, askeri diktatörlükle başı hoş değildi tabii. Muhalefetini kendi alanında örgütledi. Konuşmalarında taraftarları askeri diktatörlüğe karşı çıkmaya çağırdı. 1982’de eyalet şampiyonluğunu kazandıklarında takımın sırtına ‘Democracia’ yazan formalar giymesini sağladı. 1984’te bir mitingde, demokratik reform yasası meclisten geçmezse aldığı transfer tekliflerini kabul edeceğini söylemişti. Yasa çıkmayınca Fiorentina’ya gitti. Fiorentina’yı, İtalya’da maçtan önce seks kısıtlamasında en hoşgörülü davranan kulüp yönetimi olduğu için seçmişti. Ama orada da hâli tavrı ve politik görüşleriyle ilgili kibar baskılarla karşılaşınca, bir yıl sonra döndü Brezilya’ya.
Hiç menajeri olmadı, yöneticilerle görüşmelerini kendi yürüttü. Herkesin telefonuna çıkar ve “Ben futbol sanatkârıyım” deyip eklerdi: “Unvanın ne ehemmiyeti var”!
Alex Bellos’un ‘Futebol’ başlıklı yapıtında[8] yer alan, 2011 Ağustos tarihli söyleşisinde, “Unvanların ne ehemmiyeti var… Biz oynadığımız oyunla bütün dünyayı heyecana getirmiştik. Sorun bakalım insanlara, 1982 Dünya Kupası’ndan neyi hatırlarlar? Brezilya’yı!” diyordu Socrates…
O futbolu, 1964-1985 yılları arasında hüküm süren askeri diktatörlüğe karşı bir savaşım aracı olarak kullanıyordu. Takımının kazandığı her zaferden, attığı her golden sonra havaya kaldırdığı sol yumruğu Brezilyalıların gözünde umudun simgesiydi.
Çok para kazandı fakat yeri egemenlerin, varsılların değil, yoksul halkın yanı oldu. 4 Aralık 2011 günü oynanan Palmeiras karşılaşmasında on binlerce Corinthians yandaşı maç başlarken ayağa kalkıp sol yumruklarını havaya kaldırdı. Bunu gören her iki takımın oyuncuları orta yuvarlakta bir daire oluşturdular. Corinthians oyuncularının sol yumrukları havada, Palmeiraslıların başları öne eğik derin bir sessizlik içinde Socrates anıldı.
Socrates hep hatırlanmalı!
EKİM DEVRİMİ’NDEN…
Hatırlaması, örnek alınması gerekenlere Ekim Devrimi binlerce örnek verir; biz bunlardan çok zikredilmeyen ikisiyle yetinelim.
İlki ‘Dünyayı Sarsan On Gün’den hatırladığımız John Reed’dir…
1917 Devrimi’nde Bolşevikleri destekleyen, onların yanında yer alan Amerikalı bir gazeteci John Reed, Rusya’nın Sovyetler Birliği’ne dönüşmesi sırasındaki izlenimlerini ‘Dünyayı Sarsan On Gün’ başlıklı yapıtında kaleme aldı.
Reed, 22 Ekim 1887’de Oregon eyaletine bağlı Portland’da dünyaya geldi. Ailesinin maddi durumu iyi olduğu için, öğrenimini iyi okullarda yaptı. Atletizme merak saldı. Üniversite öğrenimi için Harvard’a gitti. Mezun olduktan sonra İngiltere, Fransa ve İspanya gibi ülkeleri gezdi, Amerika’ya geri döndü ve gazeteciliğe başladı. Bir yandan da şiirler yazıyor ve bunları çeşitli dergilerde yayınlıyordu.
“Paterson’da Savaş” adlı yazısıyla ABD gazetecilik tarihinde bir değişim yarattı. Reed, 1913’te New Jersey’de ipek işçilerinin grevini izlediği sırada tutuklandı. 1914 yılında çalıştığı gazetenin görevlisi olarak gittiği Meksika’da gelişen siyasi devrim sürecini araştırırken Pancho Villa ile tanışıp dost oldu Bir süre sonra bu konudaki anılarını “Başkaldıran Meksika” adlı yapıtında anlattı. İzlenimleri Meksika devrimini ve Pancho Villa rüzgârını dünyaya tanıttı, sinema filmi olarak çekildi.
1916 yılında feminist yazar Louise Bryant ile evlendi. John Reed, Meksika’lı kahramandan etkilenerek, proletarya hareketlerini desteklemeye başladı. I. Dünya Savaşı’nı izlemek için gönderildiği Avrupa’da Sırbistan, Bulgaristan ve Romanya’yı gezdi, savaş karşıtı dünya görüşü nedeniyle çok üstüne düşmeden, yaşadığı ve gördüğü olayları kitaplaştırmasının ardından 1917 Devrimi sürecinde Rusya’ya gelerek Bolşevikleri destekledi. Rusya’nın Sovyetler Birliği’ne dönüşmesi sırasındaki izlenimlerini “Dünyayı Sarsan On Gün” adlı yapıtında anlattı. 1918 yılında Sovyet Hükümeti’nden başkonsolosluk görevi alarak ABD’ne dönmesine karşın, Amerikan yönetimi bu görevi tanımadı. Amerikan Sosyalist Partisi’ne üye oldu.
Partinin yayın organı sayılabilecek ‘Voice of Labor/ Emeğin Sesi’ dergisinde yayımlanan yazıları nedeniyle hakkında soruşturma açılınca, sahte pasaportla Sovyetler Birliği’ne dönen John Reed, III. Enternasyonal’in Yürütme Kurulu’na seçildi. Bakû’de tifüse yakalanarak 19 Ekim 1920’de hayatını kaybetti.[9]
Onun için V. İ. Lenin, ‘Dünyayı Sarsan On Gün’e yazdığı önsözde (1919) şöyle diyordu:
“John Reed’in ‘Dünyayı sarsan On Gün’ adlı kitabını büyük bir ilgi ve yorulmak bilmez bir dikkatle okudum. Bu kitabı dünyanın her yerindeki işçilere canı gönülden tavsiye ediyorum. Bu, milyonlarca nüshasının basıldığını ve tüm dillere tercüme edildiğini görmeyi istediğim bir kitap. Proletarya devrimi kavrayışı bakımından büyük önem taşıyan olaylar gerçeğe sadık ve son derece canlı bir anlatımla tasvir edilmiş. Bu meseleler hâlen geniş bir şekilde tartışılıyor, ancak bu fikirleri kabul veya reddetmekten önce, insanın böyle bir kararın ne anlama geldiğini tümüyle kavramış olması gerekir. John Reed’in kitabı, uluslararası işçi hareketinin temel meselesi olan bu sorunun aydınlatılmasında hiç şüphesiz büyük katkı sağlayacaktır.”
İkincisi de ‘Militana Notlar’ı ile anımsadığımız Victor Serge…
Yirminci yüzyılın birçok önemli olayına tanıklık eden, bunlardan bazılarına katılan yazar, tarihçi, militan, Victor Serge’in hayatı devrimci coşku ve heyecanın yanı sıra yenilgiler ve düş kırıklıklarıyla doludur. Ama bunların hiçbiri onu her koşulda umut ilkesine sarılmaktan alıkoymamıştır.
1890 yılında Belçika’da doğan Serge’in, asıl adı Victor Kibalchich. Anne ve babası Çarlığa karşı yürüttükleri faaliyetlerinden dolayı Rusya’dan sürülmüş siyasi mültecilerdi. Rusya’daki anarşist hareketin içinde yer almışlardı. Amcası Çar İkinci Aleksandr’a suikast girişiminde bulunmakla suçlanmış ve idam edilmişti.
Serge devlet okullarında resmi eğitim görmedi. Brüksel’in güneyinde Stockel’de liberter bir koloniye katıldı. Koloninin girişinde Rabelais’nin Théleme Manastırı’ndaki gibi “Gönlünün dilediğini yap” yazıyordu.
Genç yaşında Paris’de yayımlanan ‘L’Anarchie’ başlıklı haftalık gazetenin editörlüğünü üstlendi.
Serge beş yıllık bir hapis cezası aldı ve 1912-17 yılları arasında hapis yattı.
Hapisteyken Marx’ı, Bolşevikler hakkında eline geçen her şeyi okudu. Salıverildikten sonra önce İspanya’ya, ardından Rusya’ya gitti. 1919’da, devrimden iki yıl sonra. Bolşeviklere katıldı. Karşı devrimci beyaz orduya karşı Petrograd savunmasında yer aldı. Komintern’in ilk üç kongresinde görev üstlendi
Kimileri onun böylelikle anarşizme veda ettiğini, anarşist geçmişiyle bağlarını tümden kopardığını ileri sürerler. Bazıları ise anarşizme sempatisini hep sürdürdüğü düşüncesindedirler ve onu “anarko- Bolşevik” olarak nitelerler.
Serge’e göre Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında, Avrupa’da emperyalist güçler birbirlerini boğazlarken gerçekleşen Ekim Devrimi yeni bir çağın başlangıcıydı. İrade, bilinç, vicdan ve insan sevgisi birlikte eylem hâlindeydiler. Ama zamanla Bolşeviklerin kimi uygulamalarını eleştirdi. Bir gizli polis ve siyasi güvenlik örgütü olarak Çeka’yı kurmakla hata yaptıklarını, devrimin yozlaşmasına giden yolun bu örgütlenmeyle başladığını dile getirdi.
Serge’e göre bürokrasi yeni bir hegemonik kast olarak belirmişti ve şehirlerde, kırlarda ağır koşullar altında yaşayan yığınlara ağır baskı uyguluyordu.[10]
MANUKYAN VE “AFFİCHE ROUGE/ KIZIL AFİŞ”TEKİLER
Hatırlaması, örnek alınması gerekenlerden birisi de Anadolu’nun Adıyaman’ından bir Ermeni kardeşimiz Misak Manukyan (Manouchian)’dır…
1906 yılında, Adıyaman’da, üç çocuklu bir köylü ailesinin son çocuğu olarak doğar Misak Manukyan...
Babası İttihat ve Terakki çetecileri tarafından öldürülecek, annesi de gene o yıllarda hastalık ya da açlıktan yaşamını yitirecekti.
1915’te, ağabeyi Garabed’in dışında bütün ailesini kaybeder. Suriye’de bir yetimhanede bulur kendini.
1925 yılında Marsilya’ya giderler ağabeyi ile birlikte. İki yıl sonra, Paris’e geçerler. İki yıl sonra, Ağabeyi Garabed’in sürgünlük, yetimlik ve yoksullukla hırpalanan bedeni daha fazla dayanamayıp hayata veda eder. Misak tek başınadır artık.
1929 yılındaki büyük ekonomik bunalımın sonucunda, göçmen olması hasebiyle, işten ilk atılanlar arasındadır. Bu yıllar da hem sınıf bilincine kavuşur hem de kendisi gibi yetim olan Mélinée’ye... Mélinée onun şiirlere sığmayan aşkıdır. Mélinée onun gibi yetimdir ve tekdir. Bu iki yetim birbirlerini bulurlar ama maalesef zulüm dünyaya hükmetmekte olup iki yetime aşklarını doyasıya yaşama fırsatı vermez. Manukyan; Mélinée’ye aşkını bir türlü itiraf edemez her seferinde utanır. Ama bir gün bir yol bulur: Mahcup Adıyamanlı Manukyan, en sonunda bir gün ona “sevdiğim kızın fotoğrafını görmek ister misin?” diye soracaktır. Mélinée görmek istediğini söyleyince de cep aynasını çıkarıp Mélinée’nin yüzüne tutar. Bu mahçup ilan-ı aşk işe yarar ve iki yetim evlenirler.
Misak Manukyan, Marsilya’da marangozluk öğrenmiş, ardından da Paris’e geçerek diğer Ermeni kökenli işçilerle birlikte bir süre Citroen otomobil fabrikasında çalışmıştır. Fransız Komünist Partisi’ne yakın sendika örgütü CGT (Genel İşçi Konfederasyonu) içinde yer alan Manukyan 1934’te de FKP’ye üye olmuş ve onun yabancı ve göçmen işçileri örgütleyen bölümünde yer almıştır. Özellikle uzun işsizlik dönemlerinde Ermeni kültür ve edebiyat çevreleriyle ilişki kurmanın yanısıra edebiyat, tarih ve felsefe kursları alan Misak Manukyan, şiirler yazmış ve bu arada ‘Çank/ Çaba’ ve ‘Mışaguyt/ Kültür’ adlı iki dergi çıkarmış, hatta bir ara FKP’nin yönettiği “İşçi Üniversitesi”ne devam etmiştir. Misak Manukyan 1936-39 yılları arasında devam eden İspanya İç Savaşı’nda İspanya halkına yardım etmek için kurulan bir komitede yer almıştır. Manukyan 1936’da İspanya İç Savaşı’nın patlak vermesinden bir süre sonra kurulan Uluslararası Tugaylar’a katılmak istemiş, ancak FKP yetkilileri kendisinin çalışmalarını Fransa’da sürdürmesini istemeleri üzerine ülkede kalmıştır.
Fransa, Nazilerin işgaline uğradığında hiç düşünmeden Partizanlara katılır.
Nazi ordularının Haziran 1940’da Fransa’yı işgal etmelerinin ardından siyasal faaliyetini sürdüren Manukyan, Haziran 1941’de bir baskında tutuklanmış, ancak hakkında herhangi bir kanıt bulunamadığı için bir kaç hafta sonra serbest bırakılmıştır. 1942’de FKP’ye bağlı ve Paris bölgesindeki yabancı ve göçmen direnişçileri toplayan FTP-MOI’ye (Fransız Savaşçıları ve Partizanları-Göçmen İşçiler Kolu) katılan Manukyan bir süre sonra grubun liderliğine yükselmiştir. Kasım 1942’de aktif eylemlere başlayacak olan ve 60 dolayında militandan oluşan partizan birimi, çeşitli dillerde bildirilerin basıldığı gizli basımevleri örgütleyecek, Alman işgalcilerinin kontrolündeki demiryollarına ve trenlere ve Alman ordusu için üretim yapan fabrikalara karşı sabotajlar gerçekleştirecek, sahte pasaport ve kimlikler hazırlayacak, Alman askerlerine ve işbirlikçilere karşı cezalandırma eylemleri yapacaktır.
Örneğin 8 Eylül 1943’te Manukyan Grubu üyeleri Paris-Reims hattında yol alan bir treni devirecek, Argenteuil’da iki jandarmayı, Porte d’Ivry’de iki Alman askerini, Rue de la Harpe’te bir Alman çavuşunu ve tam olarak saptanamayan bir yerde iki diğer Alman’ı öldüreceklerdir. Bir adı da “Stalingrad Müfrezesi” olan Manukyan Grubu’nun eylemleri arasında Paris’teki Alman birliklerinin komutanı General Ernst von Schaumburg’e karşı başarısız bir suikast girişimi ve 28 Eylül 1943’de Julius Ritter adlı SS generalinin öldürülmesi de vardır. Çalışmaları Nazi işgalcileri ve işbirlikçi Fransız polisi tarafından giderek daha yoğun bir biçimde izlenen ve o sıra Paris’teki silahlı direnişin ana odağı konumunda bulunan Manukyan Grubu’nun üyelerinin çoğu Kasım 1943’te ele geçirileceklerdir. Bir Fransız işbirlikçisinin ihbar etmesi sonucunda grup üyelerinin tamamı yakalanır.
Naziler ve kukla Vichy hükümeti, mensuplarının biri İspanyol, ikisi Romen, ikisi Macar, ikisi Ermeni, üçü Fransız, beşi İtalyan ve sekizi Polonyalı olan Manukyan Grubu’nun davasına olağanüstü bir önem verdiler. İşgalciler ve onların güdümündeki basın grupta yer alan Polonyalıların çoğunun Yahudi kökenli olmasını da -kendilerince- kullanarak Manukyan Grubu’nun Almanya’ya ve Fransa’ya karşı düzenlenen “Yahudi-Bolşevik komplo”nun bir parçası olduğu yolunda bir yaygara başlattılar. Fransız kamuoyunu etkilemeyi hedefleyen Nazi işgalcileri, otuz dolayında Fransız ve yabancı gazetenin temsil edildiği duruşmayı, direnişin aslında kriminal bir nitelik taşıdığı ve Fransa’ya karşı olan “yabancı haydutlar ve teröristler” tarafından yürütüldüğü mesajını vermek için kullanmaya çalıştı.
Onlar bu amaçla, Paris’in ve Fransa’nın hemen her yerine astıkları ve Misak Manukyan’ın ve onun “yabancı” kökenli yoldaşlarının bir bölümünün resimlerini, onlarla birlikte yakalanan silahları, rayından çıkarılmış bir treni, partizanlar tarafından delik deşik edilmiş olan birinin cesedini vb. gösteren kızıl renkte bir afiş hazırladılar. Misak Manukyan’ı çetenin lideri olarak tanımlayan ve O’nun 56 saldırı, 150 ölüm ve 800 yaralanmadan sorumlu olduğunu ileri süren afişin üst tarafında “Bunlar mı Kurtarıcı? “ ve altında “Suçlular Ordusu Tarafından Kurtarılmak mı?” ibareleri yer alıyordu.
Ancak, arka planı kan renginde düzenlenen bu afiş aslında Direnişin bir sembolü hâline gelecektir. Bu afişler sokaklara asıldıktan sonra geceleri partizanlar afişlerin altını donatırlar: FRANSA İÇİN ÖLDÜLER, FRANSA’YI BUNLAR KURTARACAK. Kendisi de FKP üyesi olan Louis Aragon’un 1956’de yazdığı -ve daha sonra Leo Ferre tarafından bestelenecek olan- “Kızıl Afiş” adlı şiirine konu olacaktır 23’ler.
23’ler ağır işkencelere uğrarlar. Ser verir, sır vermezler. Fresnes Hapishanesi’nde geçirdikleri üç ay boyunca, 23’ler uzun uzun sorgulanır, yani işkence görürler. Yargılanmaları sırasında taşıdıkları yara izleri de bunu kanıtlar. Sorgulamalarda, eylemlerinden ve bunları niçin yapmış olduklarından başka bir şey söylemezler. Pişman olduklarına dair tek bir söz çıkmaz ağızlarından; aksine, sırf görevlerini yerine getirdiklerini söylerler. Her biri, onları harekete geçiren ortak nedenlerin yanı sıra, kendi özel gerekçelerini açıklar. Mesela Yahudiler, onları toptan ortadan kaldırmak isteyen Nazi barbarlığına karşı kendilerini savunduklarını; Ermeniler, Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar’ın onayıyla katledilmiş halklarının özgürlüğünü korumak için savaştıklarını; İspanyollar, ülkelerinde ortalığı kasıp kavuran faşizme karşı çarpıştıklarını; İtalyanlar, Hitler’in müttefiki Mussolini tarafından kovuldukları memleketlerine dönebilmek amacıyla silaha sarıldıklarını; Polonyalılar, Hitler’in haritadan sildiği vatanlarının yok olmaması için mücadele ettiklerini belirtirler. Hepsi de, işgalci Nazilere karşı halklarıyla omuz omuza savaşırken, kendilerine kucak açmış olan Fransa’ya karşı görevlerini yerine getirdiklerini söylerler.
Nazi işgal ordularına verdirdiği kayıplardan dolayı Hitler, mahkemesini özel olarak takip etmekte, bilgi almaktadır. Uyduruk işgal mahkemesine çıkarlar. Misak Manukyan; önce Almanlara doğru dönerek: “Size söyleyecek hiçbir şeyim yok. Ben size karşı koyup savaşarak görevimi yaptım. Yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim. Şimdi, rolünü oynama sırası sizde: Elinizdeyim!”
Sonra, Fransızlara dönerek: “Fakat size gelince, sizler Fransız’sınız. Biz Fransa için, bu ülkenin kurtuluşu için savaştık. Sizse vicdanınızı ve ruhunuzu düşmana sattınız. Siz Fransız uyruğunu miras aldınız, bizse bu uyruğu hak ettik!” diyerek Cezayir ve Londra radyolarında da yayınlanan o müthiş konuşmasını yapar. Hepsi farklı milletlerden olan 23’ler ölüme mahkûm edilirler.
Mahkeme başkanı, onlara af dilemeyi düşünüp düşünmediklerini sorar. Bunun üzerine bütün yoldaşları Manukyan’a dönerek hep birlikte “HAYIR!” derler.
İşbirlikçi Fransız basını Alman askeri mahkemesinin kararını “23 terörist ölüm cezasına çarptırıldı” başlığıyla verdi. 22 partizan, 21 Şubat 1944’de Paris’in batısında bulunan -ve daha sonra bir direniş anıtı hâline getirilecek olan- Mont-Valerien kalesinde kurşuna dizileceklerdi. Grubun tek kadın üyesi olan 32 yaşındaki Olga Bancic ise Almanya’ya götürülerek 30 Mayıs 1944’te Stuttgart’taki Urbanstrasse cezaevinde infaz edilecekti.
Misak Manukyan ölümünden üç saat önce karısına ve dostlarına bir mektup bırakır. Zaferin yakın olduğunu ancak kendisinin göremeyeceğinin bilinciyle yazar Fresnes’den 21 Şubat 1944’de:
Sevgili Melinee, benim sevgili küçük yetimim,
Birkaç saat sonra bu dünyada olmayacağım. Öğleden sonra saat üçte kurşuna dizileceğiz… Bugün hava güneşli…
Sevgili karım ve sevgili dostlarım; yaşama, güneşe ve doğanın o çok sevdiğim güzelliklerine bakarken veda edeceğim. Bana kötülük yapan ya da yapmayı istemiş olan herkesi bağışlıyorum; ancak canını kurtarmak için bize ihanet edenleri ve bizi satanları asla bağışlamayacağım. Seni ve senin yanısıra kızkardeşini ve uzak yakın tüm dostları sımsıkı kucaklıyorum; hepinizi kalbimin bir köşesine yerleştiriyorum. Elveda. Dostun, yoldaşın ve kocan...”[11]
Onunla darağacına çıkan “Kızıl Afiş/ Affiche Rouge”deki İspanyol Celestino Alfonso… Romen Olga Bancic ve Joseph Boczov… Fransız Georges Cloarec, Roger Rouxel ve Robert Witchitz… İtalyan Rino Della Negra, Spartaco Fontano, Césare Luccarini ve Antoine Salvadori ve Amédéo Usséglio… Macar Thomas Elek ve Emeric Glasz… Polonyalı Maurice Fingercwajg, Jonas Geduldig, Léon Goldberg, Szlama Grzywacz, Stanislas Kubacki, Marcel Rayman, Willy Szapiro, Wolf Wajsbrot… Ermeni Arpen Lavityan ile Misak Manukyan herkese bir kez daha, herkese insan ve enternasyonalist olmanın ne anlama geldiğini anlatır…
MİHRİ BELLİ
Tıpkı Yunanistan’da faşizme karşı dövüşen Mihri Belli örneği gibi…
Siz aldırmayın Gündüz Vassaf’ın, “Türkiye’de solun sağ iktidarlara alternatif olamamasında İsmet İnönü ile Mihri Belli’nin ortak noktalarının ‘ikisinin de solcu olması’ yorumunda yatıyor,” zırvasına!
Bakın “Kapetan Kemal”i nasıl anlatır Sungur Savran:
“Türkiye’de kaç komünist Mihri Belli gibi bir hayat yaşamıştır? Bir kere kaç Türkiyeli insan ABD’de Marksist olmuştur? Kaç kişi 30’lu yıllarda, yani Martin Luther King’den ve Malcolm X’ten onlarca yıl önce, zencilere neredeyse vahşi hayvan muamelesi yapan Misisipi eyaletinde genç bir ABD Komünist Partisi üyesi olarak onların yanında mücadele etmiştir? Sonra Kaliforniya’da yükleme-boşaltma işçilerinin grevlerinde bulunmuştur? Kaç Türkiyeli komünist 1930’lu yıllarda Mao önderliğindeki Çin komünistleri burjuva Kuomintang’a, savaş ağalarına ve Japon emperyalizmine karşı mücadele ederken Çin’in mücadele atmosferini solumuştur? Kaç Türkiyeli komünist, bırakın Yunan İç Savaşı’nda (1946-1949) yer almayı, komutanlığa yükselmeyi, yaralanmayı, o savaşı izlemeyi bile aklından geçirmiştir? Türkiye’nin kaç Marksist’i Cezayir halkı Fransız sömürgeciliğine karşı XX. yüzyılın en onurlu savaşlarından birini verirken, Fransa’yı destekleyen kendi hükümetine inat (eşi Sevim Abla ile birlikte) o ülkeye destek vermeye gitmiştir? Bu kadar ülkeyi dolaştıktan ve devrimci dayanışma gösterdikten sonra, Mihri Belli 12 Mart döneminde kendisinden düpedüz otuz yaş küçük devrimci kuşağının ziyaret ettiği, eğitim gördüğü, birlikte çarpıştığı Filistin ulusal kurtuluş hareketine de omuz vermeden yapamazdı! 12 Eylül darbesinin ardından, yaşı altmışı aşmışken Filistin’e de gitmiştir!
Bunların hiç biri olmasaydı, Mihri Belli sadece Yunan İç Savaşı’na devrimcilerin saflarında katılmış olsaydı bile, bu onu Türkiye solu ve sosyalist hareketi için kendine özgü bir kategori hâline getirir, bir efsane yapardı. Bu kadar ileri bir enternasyonalizm dünya hareketinde az görülmüştür muhtemelen…”[12]
Özetle Abdullah Gürgün tarafından İsveç televizyonu için hazırlanan “Mihri Belli Belgeseli”nin sonunda, Paul Robeson’un, ABD tarafından öldürülen İsveçli Devrimci Joe Hill için seslendirdiği şarkı yer alıyordu. Şarkıda, Hill sadece kendi mücadelesini değil, dava arkadaşı Belli’yi de anlatıyordu adeta; “Mücadele neredeyse,/ ben oradayım…/ Ben hiç ölmem,/ Ben hiç ölmem!..”
Nihayet Mihri Belli’nin ömrünün yarıdan fazlasında yanında olan, dava arkadaşı, eşi Sevim Belli şunları der Onun ardından: “Mihri Belli artık yok… Kendimi havada hissediyorum, yattığı yere baktıkça başımı çevirmek geliyor içimden. ‘Ne diyorsun?’ diye sormak vardır ya, her gün o bana soruyor, ben ona soruyordum. Öyle bir şey kalmadı artık. Alışmak zor. Alışamadan sıram gelecek herhâlde.”
Toparlarsak Cengiz Gündoğdu’nun deyişiyle, “Uzun bir yaşam… İşkence, sürgün, hapis… Bütün bunlara karşın, sosyalist devrim düşüncesinden caymadı. Saygın bir kişilikti. (…) Onurlu yaşadı. Sosyalizm düşüncesini dik tuttu. Başını eğmedi. Sosyalizm tarihinde adı hep anılacaktır,”[13] Onun…
YAZARLAR
Mesela Eduardo Galeano’nun, “Belki de yazmak, kepazeliğin hüküm sürdüğü bu çağda burada bulunduğumuzun ve böyle olduğumuzun tanıklığını yapan sesleri kurtarma teşebbüsünden başka bir şey değildir,” sözleriyle betimlenen Harold Pinter gibi…
‘Kuşkusuz’, ‘Doğum Günü Partisi’, ‘The Caretaker’, ‘Yuvaya Dönüş’, ‘İhanet’ gibi oyunların; ‘The Servant/ Genç Hizmetçiler’, ‘The Go-Between/ Arabulucu’, ‘The Last Tycoon/ Seni Kaybetmek İstemiyorum’, ‘The French Lieutenant’s Woman/ Fransız Teğmenin Kadını’ gibi filmlerin senaryolarının “yazarı olarak” 2005’te Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülen Harold Pinter, 1948-1949 kesitinde, henüz 18’indeyken, Soğuk Savaş politikasına karşı çıkmıştı.
İngiliz ordusunda askerlik yapmayı reddetti, ama “Yaşım tutsaydı, II. Dünya Savaşı’nda Nazilere karşı savaşırdım” demekten de geri kalmadı.
1950’lerin sonlarından başlayarak, Nükleer Silahsızlanma Kampanyası’na katıldı. Güney Afrika’daki ırkçılığa karşı yürütülen savaşıma destek verdi. Yapıtlarının Güney Afrika’da sergilenmesini reddeden İngiliz sanatçıların yanında yer aldı.
Pinter, yaşamının son yirmi beş yılında, gerek denemelerinde, gerek söyleşilerinde siyasal sorunlara daha da odaklanmıştı. Türkiye ziyareti, onun bu uğraşının bir parçasıydı. Ülkemizdeki muhalif aydınlar ve politikacıların yanı sıra, politik baskıların kurbanları ve aileleriyle de görüşmüştü.
Aynı zamanda, ABD’nin Küba’ya uyguladığı ambargoya karşı İngiltere’de kampanyalar yürüten Küba’yla dayanışma hareketinin de etkin bir üyesi olan Pinter, 1991’de Körfez Savaşı’na, 1999’da Kosova Savaşı sırasında NATO’nun Yugoslavya’yı bombalamasına, 2001’de ABD’nin Afganistan’a silahlı müdahalesine var gücüyle karşı çıkmıştı.
2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgal etmesine karşı çıkarken, bu işgale destek veren İngiltere Başbakanı Tony Blair’i “yolunu şaşırmış bir ahmak” olarak nitelemiş; ABD Başkanı George W. Bush’un yönetimini de Nazi Almanya’sındaki yönetime benzetip, “ABD, dünya egemenliğini ele geçirmeye çalışırken, Amerikan halkı ve İngiltere’nin başbakanı sırtlarını arkalarına yaslamışlar, seyrediyorlardı,” demişti…
Sözünü kimseden sakınmayan Pinter, İngiltere’deki savaş karşıtı harekette etkin bir rol oynamış, Savaş Koalisyonunu Durdurun adı altında düzenlenen mitinglerde konuşmalar yaparak ABD’nin saldırısını sık sık eleştirmişti.
Savaşın acımasızlığına karşı duyduğu öfkeyi ve “sığır gibi ölenler”e duyduğu acımayı dile getirdiği şiirleriyle tanınmasına karşın, I. Dünya Savaşı sırasında yazgının bir oyunu sonucu Fransa cephesinde ateşkese bir hafta kala öldürülen Wilfred Owen adına konulan şiir ödülünü 2007’de alırken yaptığı konuşmada, “Wilfred Owen, Irak’ın işgali karşısında ne derdi?” diye sormuş ve yanıtlamıştı:
“Haydutça bir eylem, apaçık bir devlet terörü, uluslararası hukukun herkesin gözleri önünde ayaklar altına alınışı…”[14]
Yani O, her zaman toplumsal muhalefetin önünde yürümüştü…
Bir diğer örnek de Sabahattin Ali’dir…
“Bir gün kadrim bilinirse/ İsmim ağza alınırsa/ Yerim soran bulunursa/ Benim meskenim dağlardır,” dizeleriyle müsemma O; yani Edremitli komşularının, “O bir sabah yıldızıydı” diye nitelediği Sabahattin Ali, “Gönül her derde katlanır, gurbet hapishanesinde” diyen; “Geçmiyor günler geçmiyor” diyerek mahpus damlarına selam yollayan; “Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma” dizeleriyle inancın, direncin, onurun önemini vurgulayan; “Bu memlekette namuslu olmak ne zormuş” sözleriyle de sadece dünün değil bugünün de gerçeğini yazan biridir.
Sinop’tan Ayşe Sıtkı İlhan’a gönderdiği mektupta, “Beni kim hatırlarsa gülümseyecektir. Şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da sevdiklerim arasında hayattan korkan, yeis içinde olanlar bulunursa, onlara elimden geldiği kadar teselli ve cesaret vereceğim, onları felaketime karşı gülmeye sevk edeceğim ve hiç kimse benim dünyada en çok gözyaşı dökenlerden, cesaret ve neşesi az olanlardan biri olduğumu tahmin etmeyecektir,” diyen Sabahattin Ali eklerdi: “Bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey, ölmek ve öldürmek kadar kolay değildir”!
Katledilmeden bir yıl önce kaleme aldığı bir yazıda, “Namuslu olmak ne kadar zor şeymiş meğer! “Bir gün Almanların pabucunu yalayan ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik....Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalıydı. Namuslu olmak ne kadar zor şeymiş meğer!” diyen O; hikâyeleri ve fikir yazıları yüzünden onca tehdide, baskıya maruz kalan bir yazardı, bir aydındı…
“Suçluydu Sabahattin Ali. Düşünmek, yazmak, korkmamak, ‘itaat et’ denen düzenin önünde secdeye varmamaktı suçu.”[15]
On bir yaşında babasını son kez gören kızı Filiz Ali’nin ifadesiyle, “Sabahattin Ali... Bir eş, baba, yazar. Okumaya, görmeye, öğrenmeye aç bir adam... Politik olarak fikren denk düşmediği çevreleri bile esprileriyle, ironik yaklaşımıyla eleştirmeyi yeğleyen ve böyle böyle insan olan, yazar olan bir Sabahattin Ali. 1944, Sabahattin Ali’nin aile, öğretmenlik ve yazarlık üçgeninin dışına çıkıp politik savaşa dahil olması demek bir bakıma... Sabahattin Ali’nin işine son verilmiş, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Muzaffer Şerif gibi aydınlar komünist ilan edilmiş, Sabahattin Ali olan bitenden endişe duyuyor. 1946’da Aziz Nesin’le Marko Paşa macerası başlar. ‘Toplatılamadığı ya da yazarları hapishanede olmadığı zaman’ çıkabilen Marko Paşa bazı çevreleri rahatsız eder. Cezaevleri, davalar Sabahattin Ali’nin hayatında zirvededir ama yılmaz Ali. Filiz Ali, ‘Marko Paşa kapatılmış, yerine önce Malum Paşa, o da kapatılınca Merhum Paşa çıkmıştı. Hiç yılmıyorlardı ama başları da beladan kurtulmuyordu’ diyor.
Sabahattin Ali’nin hakkında kesinleşmiş ve kesinleşmemiş birçok mahkûmiyet kararı vardır. Son çare yurtdışına gitmek ama pasaport alması imkânsız… Tek çare kaçmak! Adalet Cimcoz ve Mehmet Ali Cimcoz, Ali’nin kaçma planından haberleri olmasa bile bu işi kolaylaştıracak bir planda yardım ediyorlar. Sabahattin Ali, Melek Celal Sofu adında arkadaşlarının kamyonunu çalıştırmaya ve nakliyecilik yapmaya başlıyor. Filiz Ali sonun başlangıcına yakın olan günleri şöyle anlatıyor: ‘1948’in Şubat ayında babam kamyonla Ankara’ya geldi. Önce tanıyamadım onu. Sırtında içi kürklü meşin ceket, başında yine içi kürklü kulaklıklı meşin papak, ayağında çizmeler, tam bir seyyah kılığı yani. Babam bu rolünden epey keyif alıyora benziyor (...) Babamla birlikteyim diye uçuyorum. Yeni bir maceranın eşiğindeyiz sanıyorum ve çok mutluyum. Babam, meşin ceketini ve kalpağını bana giydirip fotoğraflarımı çekiyor. Urfa tarafına mal götürmek için yola çıkıyor. Onu bir daha hiç görmeyeceğimi nereden bilebilirim?”[16]
Evet, Onun katil(ler)ini ise hepimiz çok iyi biliyoruz...
Mesela CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Sabahattin Ali’yi CHP’nin öldürttüğünü söyledi.
Gerçekten de CHP iktidarı döneminde yaşanan gelişmelerin etkisiyle Sabahattin Ali, Cemil Sait Barlas’ın açtığı dava nedeniyle girdiği cezaevinden çıktıktan sonra 1948 yılı başında yurtdışına kaçmaya karar verir; fakat kendisine bu konuda yardım vaat eden kişi tarafından Kırklareli’nde öldürülür. Sabahattin Ali’yi öldüren kişinin, Milli Emniyet ajanı olduğu daha sonra anlaşılacaktır.
Türkiye’de faili meçhul cinayete kurban giden Sabahattin Ali’nin cesedi teşhis için eşi Aliye Ali’ye bile gösterilmemişti. Kemikleri de torbalarda oradan oraya taşınmış sonunda da yok edilmişti. Bir mezar bile çok görülmüştü Sabahattin Ali’ye. “Milli duyguları galeyana gelen” bir MİT’çi tarafından, kitap okumaktayken sopayla öldürülen Onun ölümündeki “sır perdesi” hiçbir zaman kaldırılmadı.
Ancak, “Sabahattin Ali cinayeti, ilk faili meçhul cinayet olarak bilinir ama faili ne kadar meçhuldür? Emniyet istihbarat üyesi Ali Ertekin tarafından öldürüldüğünü bilmeyen yoktur. Katil emniyetten olduğunda alışkanlık üzere ‘meçhuller’ listesine sokuluyor olacak. Ertekin birkaç hafta cezaevinde kalıp aftan yararlanarak serbest kalmış,” notunu düşer İsmail Afacan…
“Sabahattin Ali cinayeti aslında faili meçhul bir cinayet değildir.”[17]
Onun öldürülmesi olayını üstlenen eski Astsubay Ali Ertekin, Milli Emniyet’e (Milli İstihbarat Teşkilâtı) çalıştığını itiraf ediyor. Milli Emniyet’in kendisinin ifadesini aldıktan sonra serbest bıraktığını belirtiyor. Kendisine görev verildiğini ve Sultanahmet Cezaevi’nde yatan solcularla ahbaplık kurması için hapishaneye sokulduğunu belirtir.
Sabahattin Ali’nin yakın dostu avukat Mehmet Ali Cimcoz da, konuyla ilgi olarak Tekirdağ Savcısı’nın kendisine anlattığı olayı aktarıyor. Savcının anlattıklarına göre, Ali Ertekin’i cinayete istihbaratçılar azmettiriyor. Ali Ertekin MİT’e gidip demiş ki: Ben Sabahattin Ali’yi kaçıracağım. Kaçmak istiyormuş. ‘Aman’ demişler, ‘Sabahattin Ali’yi temizle yolda. Böyle haini vatandır, şöyle haini vatandır, mutlaka temizle’ savcı anlatıyor bunları. Ondan sonra, şoförün dediği gibi, Edirnekapı’dan Ali Ertekin’i almışlar kamyona. Çatalca’da mı, Çorlu’da mı ikisi inmiş. Beraber gidiyorlarmış. Tam sınıra yaklaştıkları sırada dinlenmek için, mola için bir yere oturmuşlar. Sabahattin kitap okumaya başlamış. O da kafasına güm diye vurup öldürmüş. Öldürdükten sonra da MİT’in kendisine vermiş olduğu görevin yerine getirildiğinin ispatı için, İstanbul Savcısı’nın bize gösterdiği çantasının içine Sabahattin’in hüviyetini belgeleyecek dişlerini, gözlüğünü vesairesini doldurmuş ve bunu alıp Çengelköy’de mi bir yere, yani oturduğu evin bahçesine gömmüş…[18]
Nihayet “Caniler kahraman gibi kol geziyor,” diye feryat eden Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali’nin dediği gibi: “Bu ülkenin, en değerli evlatlarını yok ettiler…
1948 yılında Sabahattin Ali’yi öldüren katil, mahkemeye verdiği ifadede ‘Milli hislerim galeyana geldi ve Sabahattin Ali’yi öldürdüm’ diyor ve devam ediyordu: ‘Ben bu işi vatani vazife olarak yaptım. Eğer Sabahattin Ali kaçsaydı, bu memlekete çok fenalık yapacaktı.’
Sabahattin Ali’nin katili bu sözleri bundan yaklaşık 65 yıl önce söylemişti. Aradan bunca yıl geçti ve ne değişti? Hrant Dink’in katili de ‘milli hisleri galeyana geldiği’ için öldürmedi mi hiç tanımadığı, hiçbir yazısını okumadığı Hrant Dink’i? Uğur Mumcu da yazdığı yazılar nedeniyle öldürülmedi mi?
Sabahattin Ali, 1 Kasım 1947’de, yani öldürülmesinden bir yıl önce Merhumpaşa gazetesinde ne diyordu:
‘Bir yıldan beri bu gazetede türlü fikirler ortaya attık. Bu fikirler yüzünden türlü hücumlara uğradık. Biz isterdik ki, bize hücum edenler, karşımıza, yani halkın önüne yine birtakım fikirlerle çıksınlar. Ne gezer! Onlar sadece sövmüşler. Gaziantep’ten İstanbul’a, İzmir’den Samsun’a ve Çarşamba’ya kadar, yurdun dört bucağında çıkan bir sürü gazete ve dergide, aleyhimize üç yüzden fazla yazı çıkmış... Bir tekinde olsun, bir tek fikrimiz, bir tek satırımız ele alınıp, çürütülmemiş. Sadece küfür edilmiş. Biz demişiz ki: Bu memleketin istiklali her şeyden üstündür. Milletin oluk gibi kan akıtarak kazandığı bu istiklali, siyasi oyunlara alet edip, elden kaçırmayalım. Sömürücü devletlerin elinde oyuncak olmayalım! Cevap vermişler: Hain, satılmış, Bolşevik ajanı!.. Biz demişiz ki: Yıllardan beri arkası gelmeyen dalavereler, arsa oyunları, memleket dışına para kaçırma rezaletleri, esrarı çözülmeyen cinayetler, millet malı soygunculukları alıp yürümüştür... Bu gidişatın sonu hayra çıkmaz. Cevap vermişler: Müfsit (ara bozucu), tezvirci (yalancı), komünist!’…”
Liberallerin iğrenç iftiralarına[19] karşın O, ‘Değirmen’ öyküsündeki çeribaşının, “Siz sevemezsiniz adaşım, siz, şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler... Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız bizler biliriz... Bizler: Batı rüzgârı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingeneler...” haykırışıyla hepimizin esin kaynağıdır…
Sabahattin Ali gibi Hrant Dink’in de katili devlettir!
Dillendirilmesinde kimi kekemelikler olsa da, bu gerçeği herkes biliyor…
“Kekemelik” dedim; iki örnek vereyim:
İlki: Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu (DDK) Hrant Dink cinayeti raporunda, Dink’e yönelik tehlikenin varlığından haberdar olan emniyet ve jandarmanın gerekli önlemleri almadığı ve işbirliği yapmadığı belirtildi![20]
İkincisi de, “DDK’ya göre Dink’i kim öldürdü? Derin devlet mi yoksa…” deyip kalan Sedat Ergin!
Üçüncüsü ise Cüneyt Özdemir’in, “Belki de bugüne kadar yanlış parçaları, yanlış boşlukların içine yerleştirdiğimiz için ‘büyük resmi’ göremedik!” cümlesi!
Oysa BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in Meclis’te düzenlediği basın toplantısında işaret ettiği gibi, Hrant Dink’in katletilmesi “bir devlet cinayetidir. Hâlen bu kadar pervasızlığın kol gezmesi, oyalamanın resmi bir devlet politikası hâline gelmesi bize şunu düşündürtüyor. Bu MGK eliyle kararlaştırmış bir cinayettir.”
Kaldı ki Samsun’da iki ayda bir çıkan ‘Statüko’ dergisinin Ocak-Şubat 2012 nüshasındaki, ‘Beyler Ülkücüler Size Neyledi?’ başlıklı yazısında, Genel Koordinatör Okan Baş, “Ogün Samast gibi gürbüz bir genç, işi ‘Türk’ün kanı pistir’ demeye getiren Hrant denen herifi vurduğu için ağır bir cezayla karşı karşıya kaldı. Kötü mü yaptı yani?” diye yazıp, Dink’in öldürülmesinin müstehak olduğu vurgusuyla “Devlet gereğini yapmazsa millet devreye girer,” diye eklemesi bir itiraf değilse nedir ki?
Kararı değerlendiren Dink ailesi avukatı Fethiye Çetin, “Bu dava bitmedi. Biten, bir komedi dosyasıdır. Bizim için bu dava yeni başlıyor. Geçen yıllar içerisinde Arat Dink ne demişti? ‘Bizimle dalga geçtiler.’ Dalganın en büyüğünü meğerse en sona saklamışlar. Onu da bugün öğrendik. Meğer Hrant Dink bütün o planlı eylemlerden değil 3-5 kendisini bilmez tarafından öldürülmüş. Burada örgüt yokmuş, bu kadarını beklemiyorduk,” derken; Zeynep Oral’ın ifadesiyle, “Hrant Davası ‘Faili Meçhul’ değil. ‘Faili Meşhur’dur…”
Çünkü!
Polisin, “Dink cinayetinden aylar önce ilişkimizi soğuttuk, görevine son verdik’ dediği Erhan Tuncel ile irtibatı koparmadığı ortaya çıktı!
Dink soruşturmasında 30 polis ve asker hakkında “görevi ihmal”den takipsizlik verildi!
Hrant Dink davasının tartışmalı isimlerinden olan, ‘sorumluluğu vardır’ denilerek yargılanması da istenen eski Trabzon Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek, terfi ettirilerek Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanı oldu!
Gazeteci Hrant Dink cinayeti öncesi ihbarları iletmediği belirtilen Emniyet Genel Müdürlüğü eski İstihbarat Dairesi Başkanı Ramazan Akyürek’in görevden alınmasına ilişkin karar iptal edildi. İçişleri Bakanlığı’nın Ramazan Akyürek’in görevden alınmasına ilişkin kararı Ankara 14. İdare Mahkemesi’nde görüşüldü. Mahkeme kararında, Ramazan Akyürek’in İstihbarat Daire Başkanlığı görevinden alınmasına gerekçe gösterilen Hrant Dink cinayeti kapsamındaki iddialarla ilgili olarak mülkiye başmüfettişleri tarafından yapılan inceleme ve araştırma neticesinde Akyürek’e isnat edilebilecek herhangi bir olumsuzluğun ortaya konulamadığı belirtildi!
Bu kadarı yeter mi?!
Son söz de, “Hrant Dink dosya değil ki kapatasın, o bir yara...” notunu düşen Karin Karakaşlı’dan…
NİHAYET YILMAZ İLE AHMET
Ve sürgün kapılarında bizi bırakıp giden Yılmaz ile Ahmet…
Sevinç Eratalay’ın, “O bambaşka bir şeydi. Başlı başına bir olaydı, ‘Dağ gibi patlar giderim’ deyişiyle” betimlediği Ahmet Kaya’dan; Zahit Atam’ın, “Halkın içinden gelip halkı anlattı” ve “Umutsuzluktan doğan umut” vurgusuyla betimlediği Yılmaz Güney’e…
Kolay mı? A. Hicri İzgören’in ifadesiyle: “Bıçkın ve kalenderdir. Onda anarşist bir ruh ve dervişan bir duruş sentezlenmiş gibidir. Muhaliftir ve daha güzel bir dünyanın olması gerektiğine inanmış, sanatını bu güzel düşünün emrine vermiş, bunu içselleştirmiş ve bu konuda tutarlı bir duruş sergilemiştir…
Kendi deyişiyle safı açık ve bellidir. Ondaki ve sinemasındaki ‘ben’, yani çile çeken, direnen özne sadece birinci tekil şahısla sınırlı kalmayan bir tikelliktir. Eyleyen özne, ‘sen’e, ‘o’na, ‘siz’e ve ‘onlar’a uzanabilen bir zenginliktedir. Zaten geniş halk kitleleri tarafından sevilmesinin nedenleri başında; sinemada canlandırdığı tiplerde hor görülen, ezilen ama teslim olmayan ve direnen bir profil çizmesi ve bu direngenliğini bizzat kendi özyaşamında da göstermesidir. Sokaktaki vatandaşın bakış açısıyla söylersek; ‘Adam devlete kafa tutmuş, hapse girmiş, kafasının tası atmış çekmiş devletin hâkimini vurmuş, güzel kadınlar sevmiş, 12 Mart’ın en civcivli günlerinde Mahir Çayan’ları evinde saklamış, boyun eğmemiş, onuruyla yaşamış... Sevdiği kadının evinin önüne bir kamyon gül dökecek kadar da has Anadolu delikanlısı. Bu yüzden çoğu insan ondan söz ederken ‘Bizim Yılmaz’ der.”
Onlar da hatırlanıp, örnek alınacak!
HATIRLANACAKLAR; UNUTTURULMAYACAKLAR!
Akıl, irade, yürek gibi vicdanı da geçersiz kılan sürdürülemez kapitalist zamanın ruh(suzluğ)unda Onların tümü insan(lık)ın başkaldıran aklı, iradesi, yüreği, vicdanıdırlar…
Bu koordinatlarda Yıldırım Türker’in uyarılarına kulak vermek gerekir:
“Shakespeare’in vahşi katili III. Richard, Richmond’la savaşmadan önce rüyalarını cehenneme çeviren vicdanını boğmaya çalışırken haykırır: ‘Vicdan, korkakların kullandığı bir sözcük. Zaten güçlüyü korkutmak için icat edilmiş.’
Katil, haklı. Vicdan, öncelikle gücün sınırıdır.
Bu nedenle ona en sık gücün incittikleri arasında paçavralar içinde gezinirken rastlarız.
Vicdan, paçavradan fazlasıyla örtünmez.
O, yaşayan en aç canlı kadar tok, en çıplak gerçek kadar örtülüdür.
Vicdan, güçlüyü korkutur; güçlünün korkuttuğunu yatıştırır.
Vay, pusulası vicdan olanın hâline!
Vicdan, ‘Heves’le tartılmamışsa vicdan değildir.
Sızım sızım sızlanan güçsüz bir nefes değildir vicdan.
Vicdan ile heves, heves ile nefes gibidir.
Güçlünün gücüne, güçsüzün güçsüzlüğüne kayıtsız şartsız inandığında vicdan hayatının çerçevesinden düşer.
Herhangi bir şeye kayıtsız şartsız inandığında vicdanı küstürürsün.
Vicdan, kendinde keşfettiğin en kırılgan özdür.
Hayatın sonunda kibrin rüzgârıyla şişinip bir kez olsun pişman olmadığıyla övünen, geceleri rahat uyuduğundan dem vuran, vicdanla hiç tanışmamış demektir.
Vicdan, rahat durmaz.
Sızlanmasa da sızlar.
Pençelerine almış olduğu ne zaman kendini biraz olsun iyi hissetse kıskanç bir âşık gibi çimdikler.
Ayıltır.
Vicdanını yatıştırmak için gelir gider kütüklerine bakılmaz.
Vicdan, yatıştırılamayandır.
Acıyla yakın akrabadır elbet. Boş yere değil azapsız hatırlanan bir kelime olmaması.
Zaten kendini acıyla hissettirir. Acıyla tanıtır.
Bunca sözün kısası, Victor Hugo olsak dört sözcüklük bir cümle olurdu: ‘Vicdan, insanın içindeki Tanrı’dır’...”
O hâlde şimdi yeniden Onlardan öğrenerek kulak vermek gerek:
Nâzım Hikmet’in, “Yürümek/ yürümeyenleri/ arkanda boş sokaklar gibi bırakarak,/ havaları boydan boya yarıp ikiye/ bir mavzer gözü gibi/ karanlığın gözüne bakarak/ yürümek!/ /Yürümek;/ yürekten/ gülerekten/ yürümek...”
Metin Altıok’un, “heybesinde yılan/ işaretleri,/ baldıran zehiri/ yüzüğünün içinde/ ve yanında/ kav taşıyan ben;/ tekinsizim size göre/ ibret için/ yakılması gereken./
bilmemem gereken/ şeyler öğrendim./ sorular sordum/ sormamam gereken./
gördüm apaçık/ görmemem gerekeni./ söylenmezi söyledim./
suçum büyük/ ve taammüden…”
Murathan Mungan’ın, “Ya dışındasındır çemberin/ Ya da içinde yer alacaksın/ Kendin içindeyken kafan dışındaysa/ Çaresi yok kardeşim/ Her akşam böyle içip, kederlenip/ Mutsuz olacaksın/ Meyhane masalarında kahrolacaksın/ Şiirlerle, şarkılarla kendini avutacaksın/ Ya dışındasındır çemberin/ Ya da içinde yer alacaksın...”
Bertolt Brecht’in, “İyi insan olacağınıza,/ öyle bir yere götürün ki dünyayı,/ iyilik beklenmesin!/
Özgür insan olacağınıza,/ öyle bir yere götürün ki dünyayı,/ kavuşsun özgürlüğe herkes,/ özgürlük sevgisi geçersiz olsun!/
Akıllı insan olacağınıza,/ öyle bir yere götürün ki dünyayı,/ akılsızlık zararlı olsun!” dizelerine örneğin. Hele A. Çehov’un, ‘Üç Kızkardeş’in sonunda dediği gibi: “Yarına güvenmek gerekiyor”ken… Aksi ise, bir kıyametken…
6 Haziran 2012 15:26:28, Ankara.
N O T L A R
[*] Newroz, Yıl:6, No:217, 4 Ağustos 2012…
[1] Descartes.
[2] Terry Eagleton, Estetiğin İdeolojisi, çev: Ayhan Çitil, Doruk Yay., s.418.
[3] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, “Kadı İsrailoğlu Simavnalı Şeyh Bedreddin”, Sosyalist Gazetesi Sayı: 1-2-3-4-5-6-7, 20 Ocak 1966 - 22 Aralık 1970.
[4] Yaşar Atan, “Hep Sevgi Şahlanıyordu Şiirlerinde”, Evrensel Hayat, 15 Nisan 2012, s.6.
[5] Can Yücel’in Datça’da bulunan mezarı 18 Ağustos 2011 günü birtakım “mezarlık köpekleri”nin saldırısına uğradı.
[6] Jean Ortiz, “Che’nin Güncelliği”, Sendika.Org, 21 Mayıs 2011.
[7] “Bolivya Dağlarının Tek Kadın Gerillası Tanya”, Etha, 3 Mart 2012.
[8] Çiğdem Özlüer çevirisi, Literatür Yay
[9] “19 Ekim 1920: ‘Dünyayı Sarsan On Gün’ün Yazarı John Reed Öldü”, Marksist.org, 18 Ekim 2011.
[10] Halil Turhanlı, “Victor Serge”, Birgün, 29 Kasım 2011, s.13.
[11] Efkan Bolaç, “Yiğitliğin Dili, Dini, Irkı Olmaz...”, Birgün, 21 Şubat 2012, s.10.
[12] Sungur Savran, “Kapetan Kemal’e Uğurlama”, Gerçek Gazetesi, 3 Eylül 2011.
[13] Cengiz Gündoğdu, “Yıldız Güncesi”, İnsancıl, Yıl:21, No:255, Ekim 2011, s.60.
[14] Celâl Üster, “Bir Harold Pinter Kutlaması”, Cumhuriyet Kitap, No:1122, 18 Ağustos 2011, s.6.
[15] Sibel Oral, “Neyse ki Bir de Tarih Var”, Taraf, 2 Nisan 2012, s.17.
[16] Filiz Ali, Filiz Hiç Üzülmesin, Yapı Kredi Yay., 2011.
[17] A. Hicri İzgören, “Göğe Yakındır Başları”, Gündem, 31 Mayıs 2012, s.15.
[18] Kemal Bayram, Sabahattin Ali Olayı, Tanyeri Kitap, 2012.
[19] “Yeri cennet olası hocam Tahir Alangu, ısrarla, Sabahattin Ali’nin ‘ikili oynadığını’ iddia ederdi, yani hem komünistlere hem MİT’e çalıştığını... Sabahattin Ali’nin teşkilâtla ilişkisi var mıydı? Bilemeyiz.” (Engin Ardıç, “Sabahattin Ali’nin Katili”, Sabah, 17 Şubat 2012, s.3.)
[20] Fırat Kozok, “Ağır Hizmet Kusuru Var”, Cumhuriyet, 21 Şubat 2012, s.7.
Yorumlar