“Değişim her şeyi değişime zorlar ve değiştikten sonra değişmez bir hâl alır.” [1] ...
“Hiç kimse derisinin rengi, kültürel arka planı ya da dini inançları yüzünden başkasından nefret ederek doğmaz. İnsanların nefreti öğrenmeleri gerekir ve nefret etmeyi öğrenebiliyorsa, sevgiyi de öğrenebilir, çünkü sevgi insan kalbine diğer hislerden çok daha doğal gelir,” der Nelson Mandela demesine ama!
Bir de “Ama”sı var bunun!
Örneğin T.“C”nin ötekileştirdiği Süryaniler bağlamında tecessüm eden…
Veya şiirin dediği gibi: “Bir sığıntıyım sanki bu dünyada/ Belki bir Süryaniyim/ Silmeye çalışmayın anıların izini/ İçinde yarım kalmış günlüklerimle/ Gümüş işlemeli bir sandık gibi kalayım öyle/ Varsın hüzün sözcüğü eşanlamlı tutulsun ömrümüzle/ Ben yine her gece kulağına fısıldarım taşların/ Yüzümü serin sularında yıkarım/ Dicle kirvem olur milattan beri.”[2]
Süryaniler… Yani “İsa’nın Halkı”… Anadolu’nun güneydoğusunda Turabdin adında bir yerde yaşayanlar… Süryanice bir kelime olan Turabdin, ‘Tanrı’nın Hizmetkârları Dağı’ anlamında. Bu yöredeki antik manastırlar Havarilerin, Pavlus’un ve Petrus’un mirasçısı olan eski bir Hıristiyan cemaatinin hazinelerini ve gizlerini barındırır.
Evet söz konusu topraklarda otuz beş asrı geçen süredir yaşayan “İsa’nın Halkı”dır!
Rivayet o ki hikâye İ.Ö. 2400’lere dayanır. Adı Aramiler olarak bilinen topluluk tarihin bir kadim uygarlıklarından bir diğeri olan Akkadlar ile savaşır. Mezopotamya’nın paylaşılmaz zenginlikleri sürekli olarak Akkadlar, Asurlular ve Persler arasında gidip gelir. Aramiler’in toprakları da sürekli olarak el değiştirmiş olsa da yarattıkları büyük kültür egemenlikleri altında yaşadıkları tüm devletleri etkisi altına almış ve Arami dili İsa’dan sonra (İS) 2011’de bile hâlen yaşar bir hâlde kalmayı başarmıştır.
Hz. İsa’nın da konuştuğu dil olan Aramice hâlen Anadolu’nun güneydoğusunda birkaçı kalabilen manastır ve kiliselerde öğretiliyor. Süryanilerce İncil’in orijinal dili kabul edilen ve Aramice’nin bir diyalektine ait olan çeviri hâlen Süryani ayinlerinde kullanılmaya devam ediyor. Rahip adaylarına bu dil öğretiliyor ve bu sayede otuz beş asırdır hâlen yaşayan dilin ölmesi engelleniyor.
Bugünkü sınırlarıyla Nusaybin, Mardin, Midyat ve Urfa’nın bir bölümünü içerisine alan Turabdin bölgesi erken dönem Hıristiyanlık faaliyetlerinin en yoğun yaşandığı bölgelerden biri.
Alan Desremaux’un giriş bölümünü yazdığı ‘Süryaniler’[3] başlıklı çalışmada şöyle denir:
“Hıristiyan Süryanilerin tarihi, bugünkü Batı Hıristiyanlığı’nın tarihinin sanılandan daha büyük bir parçasıdır.”
Kökleri kesin olarak bilinmeyen Aramiler’in varlığını Akkadlarla giriştiği savaşlardan bilmemize rağmen resmi olarak adlarının tarihe geçişi İ.Ö. 14. yüzyıla tarihlenir. Mısır belgelerinde ve el-Amarna mektuplarında Aramular adında bir halktan bahsedilir. Bu halkın Mezopotamya, Suriye, Filistin ve Anadolu topraklarında devletler kurdukları anlatılır. Filistin bölgesinde yaşamaları dolayısıyla yazının babalarından sayılan Fenikeliler sayesinde dillerine alfabe oluşturmuş olan Aramiler’in kültürel üstünlükleri sosyal antropologlarca bu özelliklerine bağlanır. Kurdukları küçük devletler birçok güçlü ordu tarafından yok edilmiş olsa da Aramiler, dillerinin Asurlular, Persler ve Babilliler tarafından kullanıldığını görmüş. Kralsız ve yönetime tabi oldukları hâlde dilleri dimdik ayakta kalan bu ‘kadim’ kültürün kavmi dilinin konuşulduğu coğrafyanın içerisinden, Roma İmparatorluğu’nun yoğunluklu olarak Yunanca konuşulan bölgesinden olmasına rağmen, Hz. İsa’yı ve havarileri çıkarmış. Hz. İsa’nın ve havarilerinin konuştukları dil Arami dilinin bir diyalekti olan Celilece’ydi. Bu avantajı ve kültürünü kullanarak hızlıca yayılan Arami dili, İ.S. 1. yüzyılda şimdiki adı Urfa olan Edessa bölgesinde hâkim Yunan diline karşın hızlıca yayılmış ve bir daha bu bölgeden hiç silinmemek üzere yerleşmiştir. Bunun en güzel kanıtları ise yine Edessa kralının Hz. İsa’ya daveti.
Dönemin en belirgin hastalıklarından biri olan cüzama yakalanan kral ‘Kurtarıcı’ya şöyle seslenir: ‘Şehrim küçük olmasına küçüktür amma sana da yeter bana da.’ ‘Kurtarıcı’sı hiç gelemeyecek olsa da Aziz Tomas, Edessa Kralı Abgar’a öğrencilerinden biri olan Addai’yi gönderir. Addai şehri cüzamdan temizlediği gibi Edessa Kilisesi’ni de kuracaktır. Bu bölgedeki Hıristiyan faaliyetlerinin de başlaması anlamına gelecektir.
Bunun ardından Hıristiyan kültürün etkisi ile Aramiler, Peşitta (Yalın) adıyla İncil’i kendi dillerine çevirmiştir ve bu çeviri hâlen kullanılır. Sadece İncil ile kalmayan çeviri çalışmaları Yunan felsefe metinlerine, şiirsel ilahilere, bilimin klasik yapıtlarına kadar genişletilmiş, böylece zaten kültürel olarak güçlü olan Aramiler başka kültürlerin de katkısı ile iyiden iyiye güçlenmiş.
Bu süreçte yapılan çevirileri ve yeni çalışmaları aktarmak ve diğerler insanları da haberdar etmek üzere okullar kurmaya karar veren Aramiler, Süryani edebiyatının ve yazımının gelişmesindeki en önemli etken olmayı başarır. Özellikle Edessa’da kurulan adını okul bulunduğu kentten alır. Edessa Okulu’nun yetiştirdiği en önemli âlim ise 373’te ölse de 1920’de Papa XV. Benedictus tarafından “kilise bilgini” payesine değer görülen Mor Afrem’dir. Mor Afrem’in edebi yönü o kadar kuvvetliydi ki yazmış olduğu birçok ilahi ve söyleşi metinleri Yunanca ve Latince’ye çevrilmiş ve uzun süre okumuştur.
Mor Afrem yaşadığı ve öldüğü şehir için düzdüğü methiyelerden birinde onu şöyle tanımlar: “Bilimlerin kaynağı ve şehirlerin ecesi, bilimin anası, bilgi şehri, Mezopotamya’nın önderi, Batı’nın başı, bütün güçlü şehirlerin kalkanı.” Bu güçlü kalkan ise Perslerin büyük kuvvetlerine daha fazla karşı koyamayacak, el değiştirecek ve okul adını Pers Okulu olarak değiştirdikten sonra 489’da kapanacaktır.
Mor Afrem’den başka bilinmesi gereken diğer Süryani yazarlar ise Hıristiyanlığa olan inancını açıkladığı kitabı Demonstrationis’le Afrahat, Kitab-ı Mukaddes’ten yaptığı çeviri ve tefsirleriyle Bar Hebraeus, teolog Philoksenos, onuncu yüzyılda yaşamış âlim Edessalı Yakup ve on ikinci yüzyılda yaşamış Bar Salibi’dir.
Süryani Ortodoksların kaderleri ülkedeki diğer azınlıklardan farklı olmamış. 1895’le 1917 arasında Osmanlı’nın uyguladığı politikalar yüzünden daha güneye göç eden Süryani halkı bugün Turabdin bölgesinde yok denecek kadar az sayıda kalmış. 1970’te verilen 25 bin sayısıyla karşılaştırıldığında son kırk yıl içerisinde sayılarının ciddi şekilde azaldığı görülüyor.
Özellikle Avrupa ve Amerika’ya göç eden Süryaniler son zamanlarda toprakları Turabdin’e dönmeye başladı. Bu dönüş dolayısıyla yaşayan ve yaşatılmaya çalışılan kilise ve manastırlarında hareketlenmelerini sağladı. Yıllardan beri belki bir, belki de ara sıra dönüşümlü olarak manastırlarda ve kiliselerde nöbet tutan keşişlere ve rahiplere yenileri ekleniyor. Yürüttükleri çalışmalar hem kültürlerini hem de dinlerini ayakta tutmaya çalışan bu insanlar açısından önemli...
BİRAZ TARİH
İddialara göre alfabeyi, tekerleği, matematiği vb tarihe armağan eden bir uygarlıktır Asurlar...
Yukarı Mezopotamya’nın en eski halkıdır Asurlar; buradaki varlığı MÖ 5500’li yıllara dayanır. Demircilik ve çeşitli aletler geliştirilerek yerleşim alanları oluşturmuşlardır.
M.Ö 3400 yıllarında ilk şehir kurulur. Tarlalar ekilir. Çamurdan yazılar, resimler ve hayvan figürleri yapılır.
Asurilerin dili Sami halklarının kullandığı Aramca’dır. Süryani, Keldani, Nasturi, Maroni, Melkit, Kenanlar Asurların Hıristiyan mezhepleridir. Yezidilerin belli bir kesimi Asuri Hıristiyan’ıdır. (Kürt Yezidiler de var.)
Toparlarsak Ortadoğu’da (ve bu arada Anadolu’da) yaşayan ama sayıları çok azalmış bulunan ilk Hıristiyanlar hakkındaki bilgiler, epey kafa karıştırıcı olmakla birlikte, en iyi şöyle özetlenebilir:
Bir kısmı etnik gruplarla karışan (örneğin: Asurî) Ortadoğu Hıristiyan mezheplerinden söz edebilmek için ilk çıkılması gereken nokta, Süryani terimidir. Süryani’nin (= Suriyeli) biri geniş ve birkaç tane de dar olmak üzere farklı anlamlar taşıdığı söylenebilir.
Geniş anlamda Süryani, diğer birçok mezhebin de kaynağıdır. Bunlar, Hıristiyanlığı ilk kabul etmiş Aramîler (= Kalde dilinde “dağlılar”; İsa Aramca konuşuyordu) olarak bilinir. (Aramîler, dillerini bütün eski Doğu’ya yaymayı başarmış olarak tanınan Samî bir kavimdir.)
İsa’nın nasıl bir doğaya sahip olduğu çatışmaya yol açınca toplanan Kadıköy (Khalkedon) konsili (451; konsil, kilise doktrini ve disiplini konusunda toplanıp karar veren dinsel kuruldur) sonucunda Hıristiyanlar ikiye ayrıldı: 1) Konsil kararlarını benimseyerek İsa’nın Tanrısal ve İnsanî olmak üzere iki doğası olduğunu kabul eden Rumîler (bunlar Melkaîler - “İmparatorun Adamları” - olarak da bilinirler; Bizanslılar, yani bugünkü Rum Ortodoksların atalarıdır). Bunlara göre, İsa’nın bu iki doğası birbiriyle karışmaz, değişmez ve ayrılamazdı. 2) Konsil kararlarına karşı çıkarak Monofizit öğretiyi benimseyen Hıristiyanlar. İşte Süryani teriminin dar anlamı esas olarak budur. Bunlar, İsa’nın tek bir doğası olduğuna karar vererek Doğu Kilisesinden (Rumîlerden; yani Bizans’tan) ayrıldılar. Meseleye siyasal olarak bakılırsa, bunlar Bizans etkisinden kopmak isteyenlerdir ve bu nedenle Malazgirt’i (1071) sevinçle karşıladıkları söylenir. Kıptî - Kopt, Süryanî ve bir de Ermeni kiliseleri Monofizit olarak sınıflandırılır. Bundan sonra, dar anlamda Süryani Kilisesinden (Batı Süryani; İngilizce: Syrians) ayrılmalar başladı.
İlk ayrılanlar Nasturîler olarak anıldı (ayrıca Doğu Süryani ve Asurîler olarak da bilinir; İngilizce: Nestorians). İsa’nın Tanrısal ve İnsanî olan iki doğasının birbirinden bağımsız olduğunu, bunların birlik oluşturan iki ayrı kişilik meydana getirdiğini söyleyen Konstantinopolis Patriği Nestorios’un öğretilerinin Efes (Ephesos; 431) ve Kadıköy (451) konsillerinde mahkûm edilmesi üzerine ayrılan ve İsa’nın İnsanî doğasını vurgulayan Nasturîler Suriye ve Anadolu’da gelişmeye başladılar. Meseleye siyasal olarak bakılırsa, bunlar İran etkisine girenlerdir.
Nasturîler 1445’de ikiye ayrıldılar: 1) Roma Kilisesinin öğretisini, yani Katolikliği kabul eden Kıbrıslılar; 2) Kabul etmeyenler. Bunlara (dar anlamda) Asurîler dendi (Asurlular; İngilizce: Assyrians).
Nasturîlerden 1551’de ayrılarak Roma Kilisesiyle birleşenlere ise Keldanîler denecektir (Kaldeli; İngilizce: Châldeans). Bu terim ilk kez, Roma’ya yeni bağlanan (yani, Katolik olan) Kıbrıs Nasturîlerini diğerlerinden (Asurîlerden) ayırt etmek için Papa tarafından kullanılmıştır.
Nasturîlerin ayrılması üzerine Süryanilerden geri kalanlara Yakubîler (ayrıca Batı Süryani veya sadece Süryaniler olarak da bilinir ve Süryani teriminin bir diğer dar anlamı da budur) dendi. Meseleye siyasal olarak bakılırsa, bunlar Bizans etkisinde kalanlardır.
Yakubîlerden bir bölümü, 1656’da Cizvit ve Kapuçin misyonerlerin etkisiyle ayrılarak Süryani Katolik olacak, kalanlara ise Süryani Kadîm (veya, Süryani Ortodoks; kadîm=eski) adı verilecektir. Bugün Mardin’deki ünlü Deyr-üz Zaferân manastırı 5. yüzyıldan kalma bir Süryani Kadîm kuruluşudur.[4]
Her Ortadoğu halkı gibi egemenler tarafından köleleştirilip, ötekileştirilen Süryani’lerin tarihinde üç büyük kırım kayıtlıdır.
1843’deki ilk katliamda, Osmanlılar tarafından yüz binlerce Asuri-Süryani yok edildi.
İkinci katliam ise, Asuri-Süryaniler tarafından “Kılıç Yılı” olarak adlandırılan ve 1914’te yüz binlerce kişinin imhasıdır.
Üçüncü katliam da, “Simili Katliamı” olarak adlandırılan 1933 Irak’ındaki kıyımdır. Irak rejimi, yüzlerce Asuri köyünü yerle bir ederek, binlerce Asuri’yi zalimane yöntemlerle katletmiştir.
Özellikle Ayşe Hür, 1914-1915 kesitinde çıkarılan bir fermanın bazı Kürt aşiretlerinin Süryaniler’e saldırması için bir kıvılcım anlamına geldiğini şöyle anlatır:
“Fermanın (fermana Fıleh’a denen Hıristiyan fermanının-y.n.) Süryaniler’e uygulanmasının en önemli nedeninin devletin merkezî bir kararı olmaktan çok bölgedeki Kürtler ve Arapların Ermenilere yönelik fermanı bir fırsat olarak değerlendirip Süryanilere yönelik katliamlara başladıkları, bunun en önemli nedeninin de bölgedeki Süryani nüfusunun elindeki malları ele geçirmek olduğu inancı oldukça yaygındır...
“Ancak bölgedeki Müslümanların fermanı bir fırsat olarak gördükleri de bir başka gerçektir. Örneğin, Süryaniler bölgedeki Kürt aşiretleri tarafından aşiret kapsamı içine alınmakla birlikte, Ferman sırasında bu aşiretlerin çoğu kendilerine sahip çıkmamış; hatta aynı aşiret mensupları tarafından da baskıya maruz kalmıştır...
“Bölgede Müslümanlar arasında yaygın kanı ve iddia, ferman sırasında Müslümanların çoğu Süryani’yi koruduğudur. Ancak gerek Süryanilerden gerek Müslümanlardan bunun tersi konusunda örnek olayları anlatanlar da vardır. Ferman sonrası Süryani mallarına yönelik yağmanın izlerine günlük dilde hâlâ rastlanmaktadır. Örneğin, birisinin fazla malı olup, eğer bunun fazla emek harcamadan elde edildiğine inanılması durumunda kullanılan, Kürtçe ‘bixwin, malê fıla ye’ (yiyin Hıristiyan malıdır) sözü bunun en tipik örneğidir. Günümüzde bazı Kürtlerin dedelerinin yaptıklarını tasvip etmediklerini söylemelerine karşın yaşanan olayın büyüklüğü nedeniyle Kürtlere yönelik güvensizlik Süryaniler arasında hâlâ çok yaygındır.”[5]
Yine İsmail Beşikçi de, 23 Mart 2012 tarihinde İstanbul’da gerçekleşen ‘Süryaniler Sempozyumu’ndaki konuşmasında Kürt aşiretlerinin, “bazı Kürt bölgelerinde, Ermeni’lere ve Süryani’lere karşı yoğun bir şekilde kullanıldığı”nı belirterek, İttihat ve Terakki çetesinin, kendisiyle suç ortaklığı yapan Kürt’leri manevî bir tutsaklık altına almasını şöyle anlatıyordu:
“Ermenilerin yaşadığı soykırımdan sonra, şu veya bu şekilde Ermeni/Süryani malı yağma eden bir kişi, bu malı sürekli olarak tasarruf etmek ister. İşte o zaman devletle karşı karşıya gelir. Devlet ona şöyle söyler. Bu malı kullanabilirsin, bu mal senin olabilir. Buna göz yumabilirim. Ama sen de benim görüşlerimi destekleyeceksin. Benim görüşlerimin yaygınlaşması için çalışacaksın. Aksi hâlde, bu malı senin elinden alırım. Kullanmana izin vermem. Devletin görüşleri elbette Kürt’lerle ilgilidir, devletin asimilasyon politikaları ile ilgilidir.”[6]
T. “C” VE SÜRYANİLER
Bir ulus-devlet olarak kurulan Cumhuriyet, bünyesindeki Türk ve Müslüman dışındaki etnik ve dini “öteki”leri siyasi ve kültürel olarak yok saymakla kalmayıp aynı zamanda fiziki varlıklarını temsil adıyla asimile etmeyi ya da mübadele adıyla Anadolu dışına sürmeyi politika olarak benimsemişti. Erken Cumhuriyet döneminin memleket tasavvuru, dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın terminolojisinde yer edindiği üzere, “Tek dille konuşan, bir düşünen ve aynı hissi taşıyan bir memleket” varsayımına müstenitti. Gelin görün ki imparatorluk bakiyesi Anadolu’da böyle bir durum, de facto olarak bir hayalden öteye geçmedi. Bu gerçekliğin farkında olan Kemalist kadrolar, çok etnisiteli yapıya sahip Anadolu’da “mütecanis bir toplum” yaratmak için asimilasyon ve disimilasyon politikalarını devreye soktu. Dinin kimlik saptamada tek unsur olduğu erken Cumhuriyet Türkiye’sinde, Türk olmayan Müslümanlar için asimilasyon, gayrimüslimler için de disimilasyon yöntemi kullanılarak ‘homojen’ bir toplum yaratılmaya çalışıldı. Anadolu Süryanileri de homojenleştirici politikalardan nasibini aldı.
Mezopotamya’nın kadim halklarından olan ve 16. asırda Osmanlı egemenliğine giren Süryani cemaati, uzun süre Ermeni Patrikliği’ne bağlı kaldı ve 1912’de Süryani Nizamnamesi’nin hazırlanmasıyla bağımsız bir cemaat hüviyetine kavuştu.
Cumhuriyet döneminde Lozan Anlaşması’nın tartışmasız tüm gayrimüslim azınlıklara tanıdığı haklardan yararlanamayan Süryaniler, tek partili dönem politikaları neticesinde nüfus, dil ve kültür alanında kaybolmaya mahkûm oldu. Süryaniler, Kemalist reformlara destek vermelerine rağmen, devlete ‘yaranamadı’ ve söz konusu politikalardan ötürü toplumsal bir travma yaşadı. Lozan’da azınlık olarak tanınmayan Süryanilerin Diyarbakır ve Mardin’deki iki okulu 1928’de kapatıldı. Ayrıca Cumhuriyet dönemi nüfus sayımlarında Süryani dili ve dini devletçe tanınmayarak, “sair diller” ve “sair dinler” olarak kayda geçirildi.
Cumhuriyet döneminde gayrimüslimlerin ve dolayısıyla Süryanilerin maruz kaldığı uygulamalardan biri de “sermayenin millileştirilmesi”ydi. Bu konu, 1925’te İçişleri Bakanı olan Cemil (Uybadin) Bey’in, Şeyh Said isyanı nedeniyle hazırladığı raporda belirtiliyordu. Raporda Diyarbakır ve çevresindeki “Gayrimüslim ve ecnebi tufeylilerin elinde bulunan iktisat ve sanayinin kâmilen Türklere devredilmesi”nin politika olarak benimsenmesi isteniyordu. “Sermayenin millileştirilmesi” 1930’larda tedricen tatbik edilirken, 1942’de Varlık Vergisi Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle, Güneydoğu Anadolu’daki Süryaniler mülkiyet kaybına uğradı.
Süryanilerin Anadolu’yu terketmesinin bir nedeni de devletin, Süryaniler hakkında düzenli olarak bilgi toplaması ve onlara psikolojik baskı uygulamasıydı. Nüfus ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün bazı valiliklere gönderdiği yazılarda Ermeni, Rum, Katolik, Protestan, Keldani ve Süryani nüfusa dair bilgi talep etmesiyle ihtida eden Süryanilerin ve ülkedeki Süryani hareketlerinin yakından izlenmesi, bu cümleden anlaşılmalı. 1924’te Halep’teki İngiliz konsolosu, Anadolu’daki Hıristiyanların sınırdışı edildiğine dair hazırladığı raporda, Türkiye’de artan yabancı düşmanlığından dolayı Diyarbakır, Mardin, Urfa ve Maraş gibi şehirlerde Hıristiyanların, “açık bir emir olmamasına rağmen, şartlar öyle gerektirdiği için ayrılmaya zorlandığı”nı yazıyordu. Cemil Bey, hazırladığı raporda bölgedeki gayrimüslim nüfusu, “anasır-ı muazırre”, yani zararlı unsurlar olarak nitelendiriyordu. Başbakanlığa sunulan raporda Cemil Bey, “Ermeni, Süryani, Yezidi, Keldani ve Nasturilerin bölge dışına çıkarılarak yerlerine Türk muhacirlerin yerleştirilmesi”ni önerdi. 1930’da Süryanilerin göçü ivme kazandı. Bu konuda bir İngiliz seyyah şunları kaydetmişti:
“Şartlar aleyhinde olduğu için Süryaniler huzurlu değildi. Cemaatin toprak üzerindeki haklarına şüpheyle yaklaşılıyor ve bu haklar sıklıkla inkâr ediliyordu. Sürekli bir baskı altında olan bölge Hıristiyanları sessizce hicret etmekteydi.”
Süryani göçü, Varlık vergisi, 6-7 Eylül olayları ve Güneydoğu’da çeyrek yüzyılı aşkın süredir devam eden olaylardan ötürü ivme kazandı.
Ezcümle, Cumhuriyetin gayrimüslimlere yönelik dilsel, dinsel, kültürel, ekonomik politikaları, Anadolu’daki Süryani göçünü tetikleyip Süryani nüfusu bitme noktasına getirdi.[7]
SÜRYANİLERİN -GÜNCEL- “DURUMU”!
Mezopotamya’da özellikle Mardin ve civarında (Süryani mitolojisine göre Turabdin denilen bölgenin adı) 6000 yıllık bir geçmişe sahiptir. İsa’ya ilk inanan Hıristiyanlar olarak da tarihe geçen bu halk 2500 yıldır köle anlayışı ile yaşamıştır. Mardin ve civarında nüfusları, 3.000 kişiye kadar düşmüştür.
Sébastien de Courtois’ın, “Azınlık olsa da birbirine çok bağlı, sağlam ilişkileri olan cemaati görmek beni çok etkiledi. Onlar, Tanrı’nın Hizmetkârları Dağı’nın insanlarıydılar. Burada kalmak, iki bin senedir kök saldıkları bu topraklarda yaşamak istiyorlar. Zaten Avrupa’daki Süryanilerin kafalarındaki tek düşünce bir gün geri dönecekleri, çünkü burada gerçekten mutlular,” diye tanımladığı Süryani’leri…
Tam da bu noktada Süryanice “gülün kaynağı” anlamına gelen Aynvardo köyünde Mor Hadbşabo’ya adanmış mütehakkim kilisenin papazı Yusuf’un sesine kulak verelim: “Biz buradaki son Hıristiyanlarız. Burada kalıp hayatımızı sürdürmek istiyoruz. Kardeşlerimin ve kuzenlerimin çoğu buradan gitmek zorunda kaldı ama ben sürgüne gitmeyi hep reddettim. Çocuklarımın bu ülkede geleceği var.”
Aynvardo köyü Süryanilerin tarihinde önemli bir yer tutuyor. “Bu köy, Aynvardo, cemaatimiz için çok önemlidir, zira bu köy, Birinci Dünya Savaşı’nda yapılan kıyımlarda Kürtleri durduran ilk köylerden biridir” diyor papaz Yusuf, “Halkımız çok acı çekti. Bugün cellatların ve kurbanlarının torunları birlikte, huzur içinde yaşıyor. Fakat görevimiz, geçmişte yaşadığımız acıları unutturmamaktır. Turabbin’de on binlerce kişiydik, ama bugün topu topu birkaç yüz kişi kaldık. Göz alabildiğine uzanan, doğudaki zirvesi dört bin metreyi bulan bu kartal yuvasının bir vakitler saldırılara direnmiş olması şaşılacak bir durum değil. Sahibi oldukları topraklara bugün dönen aileler, bu direnişin boşuna olmadığını kanıtlıyor.”[8]
Örneğin Mardin’in Midyat ilçesine bağlı Narlı (Halexe) Köyü’nden İsveç’e göç eden İskender Debasso, 36 yıl sonra 700 yıllık evine geri döndü. 500 nüfuslu köyün tek Süryanisi oldu.”
Evet Süryaniler, M.S. 34’ten beri Hıristiyan ve dünyanın en eski Hıristiyan topluluğu. Mardin’i, Midyat’ı, İdil’i içeren Tur Abdin, onların anavatanı ve kutsal toprakları. Muazzam bir kültür zenginliğini ve bilimsel birikimini ifade ediyorlar.
“Bilimsel birikimi” dedik, zira M.S. 243’ten itibaren Süryaniler kendilerini ilahiyat ve bilime vermişler ve Süryani din ve bilim adamları, tarih, edebiyat, tıp ve felsefede çok önemli çalışmalar yapmaktan gayrı, eski Yunan bilimsel metinlerini ve klasiklerini Arapçaya tercüme ederek, Abbasi döneminde Bağdat’ta İslâm’ın ‘Altın Çağı’na damga vurmuşlardır. Abbasi Halifelerinin en önemli danışmanları Süryani ya da aynı etnisiteyi ifade eden Nestoryanlar idi. Süryaniler, dünyanın en eski bilim merkezleri arasında sayılan Nisibis (Nusaybin) ve Harran üniversitelerini de kurmuşlardı…
Bu arada Aramicenin (Süryanice), Hz. İsa’nın, annesi Hz. Meryem’in ve tüm havarilerinin konuştuğu dil olduğunu biliyordum. Hz. İbrahim’in de dili olduğunu yakınlarda öğrendim…
Süryani Kadim Kilisesi’nin patriklik makamı Mardin’in yanı başındaki, 493 yılında inşa edilmiş olan Deyr üz-Zafaran’daydı. 1160 yılından 1932’ye dek. 1932’de Şam’a göçtü. Osmanlıların kuruluşundan yaklaşık 150 yıl öncesinden beri Mardin’de bulunan patriklik, her nasılsa, Cumhuriyet’in 10. yılına varmadan, önce Humus’a, sonra Şam’a gitti ve orada kaldı…
Süryaniler, bu ülkenin Ermenilerden sonra, 20 bin kişi ile şu sırada en büyük Hıristiyan azınlığı. Dünyadaki toplam sayıları 20 milyon. Anavatanlarında kala kala 20 bin kalmışlar; bunun 15-17 bini ise 1950’den beri geldikleri İstanbul’da yaşıyor. Kutsal ata toprağında kalan 3-5 bin kişiye de bu devlet, nefes aldırmayacak; manastır arazisine el koyacak politikalar geliştiriyor…
GÖÇ YOLLARINDA
Devasa kıyımlar, sistematik baskılar, egemen asimilasyon ve inkâr politikaları Süryanileri, kaçınılmaz olarak göç yollarına düşürür.
Süryani’lerin anayurtlarından göçü 70’lerde başlar ve 90’lara kadar devam eder. Köylerinin yakılması, tehdit edilmeleri, failli meçhuller ve bölgede yaşanan olumsuzluklar diğer halklarda olduğu gibi Süryanileri de tedirgin eder ve kaçışlarını hızlandırır. O tarihlerde kaçan sadece Süryaniler değildi. Fırsatını bulan herkes o kaotik ortamdan kaçıyordu…
Evet Ayça Örer’in deyişiyle, “Mardin ve çevresinde şarapları, dokumaları, Hıristiyanlığın doğuş dili olan Aramiceyi konuşmaları ile bir ‘doku’ olmakla yetinen Süryaniler son otuz yıllık çalkantı döneminde zaten çatışmaların ortasında kalan kültürlerinin iyice erimesine dayanamayıp, göçtüler. Türkiye’de 17 bin Süryani yaşıyorsa 15 bini artık İstanbullu. Önemli bir kısmı da yurtdışında Mezopotamya’yı anıp gurbetlik çekiyor şimdi…”
Özetle 1963’ten beri Şam’da bulunan Patrikliğe bağlı yaklaşık 5.5 milyon Ortodoks Süryani var. Katolik Süryaniler, Maruniler, Melkitler, Keldaniler vb. olmak üzere toplam Süryani nüfusun da 20 milyonu aştığı sanılıyor. Türkiye’de 17 bini aşkın Süryani’nin büyük çoğunluğu İstanbul’da. İstanbul’daki Süryani nüfus, Bizans’a dayanmakla birlikte, 1950’lerde başlayarak 1980’lerde hız kazanan Güneydoğu’dan göç ile oluşmuş.
‘Güneydoğu (Turabdin) Süryani Kültür ve Dayanışma Derneği’nin yürüttüğü ‘Çokkültürlü Yaşamda Süryaniler ve Mülkiyet Hakkı’ başlıklı projenin verilerine göre Süryani toprakları, “işgal”, “tapu-kadastro”, “yanlışlık” gibi nedenlerle el değiştirmiş durumda. Arazilerin bir kısmını devlet “Hazine malı” ve “ormanlık alan” sayarken ve korucu, komşunun işgal ettiği topraklar da Süryaniler için büyük sorun olurken; kayıpların en çok vurduğu kesim de, köylerde yaşayan Süryaniler oldu…
Yaklaşık 5 bin yıldır Mardin, Şırnak ve Batman’ı bölgede yaşayan Süryaniler, 1980’li yıllardan başlayarak bölgede süregiden “Kirli Savaş” yüzünden Turabdin, 2.845 Süryani ailesini göç verdi. Ancak 2000’li yıllarla birlikte Süryanilerin memleket özlemi baskın geldi ve korucuların el koyduğu köylere geri dönüşler başladı.
ÖTEKİLEŞTİRİLEN SÜRYANİLER
Orhan Kemal Cengiz’in işaret ettiği üzere, “Süryanilerin ürkek bir biçimde de olsa, Mardin’e dönmeye başlamaları belli ki ‘milli paranoyaları’ harekete geçirmiş durumda,” artık…
Veya ders kitaplarından gündelik hayata ötekileştirilen “Süryanileri göçe zorlayan zihniyet yeniden iş başındadır,” Mehmet Göcekli’nin altını çizdiği üzere…
“Neden” mi?
Gayet basit…
T.“C” için sadece “Türk-Müslüman-Sünni” isen vatandaşsındır. Başka bir etnisite ya da başka bir dine veya inanca mensupsan; ya vatan “haini” olursun ya da “bölücü”!
Egemen tarih yalanı bu mantık(sızlık)la kaleme alındığı için ötekileştirilenler hep yalan ve çarpıtmalara maruz bırakıldılar…
Mesela Milli Eğitim Bakanlığı’nın ortaöğretim 10. sınıflar için hazırladığı ‘Tarih Dersi’ kitaplarının, yalan yanlış bilgilerle Süryanileri kötülemesi gibi…
T.“C” vatandaşı Süryani öğrencilere okutulan kitabın 65. ve 66. sayfalarında ‘Osmanlı Devleti’nde Süryanilerin Durumu’ başlıklı bölümünde Süryanileri “ülkeye ihanet etmiş” gibi gösteriliyor.
Özetle tarih kitabında Süryaniler, “Osmanlı’ya ayaklandılar, refah için batı’nın çıkarlarına alet oldular,” diye tarif edebiliyor…
İş bununla da sınırlı değil!
Baskın Oran’ın, “Anayasa Mahkemesi’nin Favlus Ay kararı, ‘devlet dili’ diyen 82 Anayasasını bile aşıyor! TC Anayasa Mahkemesi doğruladı: Gayrimüslim=yabancı”[9] notunu düştüğü 1934 yılında çıkarılan Soyadı Kanunu’nun dayandığı dönemi yaşatan zihniyetinin günümüzdeki “işlerliğini” Anayasa Mahkemesi’nin kararında gördük.. Süryani vatandaş Favlus Ay, adını Paulus Bartuma olarak değiştirmek isteyince yine “ulus kimliğimiz” tehdit altına girmiş!
İş bunlarla da sınırlı değil; bir şey daha var:
Süryaniler İstanbul’da çocuklarına Süryanice öğretebilecekleri bir anaokulu açmak için Milli Eğitim’e başvurdu. Talep “Siz azınlık değil, asli unsursunuz. Azınlık olmadığınız için de yabancı dilde eğitim yapamazsınız” gerekçesiyle reddedildi.
Süryani Cemaati Temsilcisi Sait Susin yaşanan süreci şöyle anlattı: “Beyoğlu Süryani Kadim Kilisesi Vakfı olarak Süryani cemaatine mensup çocuklara normal müfredatın yanında Süryanice’yi de öğreteceğimiz bir anaokulu kurmayı düşündük. 6 Haziran 2012’de İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne talebimizi yazılı olarak ilettik. 26 Temmuz 2012’de gelen cevapta, ‘Siz azınlık değil, asli unsursunuz. Azınlık olmadığınız için de açmak istediğiniz anaokulunda yabancı dilde eğitim yapamazsınız. Türk vatandaşlarının Türkçe’den başka bir anadili olmadığı için başka bir lisan öğretemezsiniz. Süryanice’yi çocuklara öğretemezsiniz’ dediler. Bu ret cevabı karşısında cemaat olarak hayal kırıklığına uğradık.”[10]
İş bunlarla da sınırlı değil; “Süryani Devleti!” yaygaraları da işin cabası…
“Süryaniler Türkiye’yi toprak satın alma yoluyla bir çeşit işgal edecek ve büyük bir ihtimalle(!) Mardin merkezli bir Asurî-Süryani İmparatorluğu kuracak!”
23 Mayıs 2012 tarihli ‘Millet’ gazetesinde yer alan haberde “iddia”nın sahibi Saadet Partisi GİK üyesi Doğan Bekin…
Şurası çok açık: Coğrafyamızda, her gün “tekçi” anlayış(sızlık)ların, nefret ve ayrımcılık söylemlerinin giderek arttığına tanık oluyoruz hep birlikte. “Nereye gidiyoruz?”
Coğrafyamızın altı bin yıllık en kadim halkı olan Süryanilerin, “Urfa’da toprak satın alması akabinde Asur imparatorluğu” kuruluyormuş!?
Bu “iddialar” aba altından sopa göstermek; korku siyasetlerine sarılmaktır. Amaç onları yıldırmaktır.
Örneğin 2009’dan beri Süryanilerin anavatanı olan Mardin/Midyad’da 1600 yıllık Mor Gabriel manastırını toprak ve arazi davası gibi…
Süryanilerin 1978’den günümüze değin 77 faili meçhul cinayet ile vuruldular yetmedi! Papazları tehdit edildi! Rahipleri kaçırıldı! Kiliselerinden çanları çalındı yetmedi! Hıristiyan inancına bağlı bu halk neredeyse mahalle baskısı dediğimiz olaylardan dinlerini bile örtülü yaşamak zorunda bırakıldı! Nüfusları Mardin’de 3000’e düşürüldü![11]
Bunların hepsi, Mor Gabriel örneğindeki üzere devlet politikasıdır!
MOR GABRİEL ÖRNEĞİ!
“Mor Gabriel Süryanilerin Mescid-i Aksa’sı”dır.[12]
Tekrarlayalım: Mor Gabriel’in arazisine devlet el koyuyorken; Mescid ül-Aksa, Müslümanlar için ne ifade ediyorsa Mor Gabriel de Süryaniler için odur.
“Mor Gabriel Manastırı’nı soyup soğana çevirme işine destek olanlar, kadim ‘devlet aklı’ adına hareket ediyorlar”larken;[13] Türkiye’de yaşamaya devam eden bir avuç Süryani’yi hedef alan baskıların en göze çarpanı, Midyat’taki Mor Gabriel manastırı çevresinde yaşanan ve Türk yargısının altına imzasını attığı hukuk skandalıdır.
Bu konudaki gelişmeleri kısaca şöyle sıralayabiliriz:
* 2008’de AKP Mardin milletvekili ve Midyat’ın en büyük korucu ailesinden Süleyman Çelebi’nin aşiretine bağlı Yayvantepe, Eğlence ve Çandarlı adlı Kürt köylerinin muhtarları 1600 yıllık Mor Gabriel manastırının, “köylülere ait” 276 dönüm toprağı işgal ettiği savıyla Hazine’ye başvurdu.
* Almanya’daki Süryani-Asuri örgütleri Mor Gabriel (=Deyrulumur) manastırı hakkında açılan davayı protesto etmek için 25 Ocak 2009’da Berlin’de, 15.000 kişinin katıldığı büyük bir miting yaptılar.
* Hazine, 29 Ocak 2009’da Midyat Kadastro Mahkemesi’nde Mor Gabriel Vakfı aleyhine dava açtı.
* Midyat Kadastro Mahkemesi yerinde keşif yaptıktan 24 Haziran 2009’da Hazine’nin açtığı davayı reddetti.
* Temmuz 2010’da Yargıtay, Midyat Kadastro Mahkemesi’nin Mor Gabriel manastırını haklı bulan kararını bozdu.
* Eylül 2010’da Midyat’ın diyasporadan dönenlerin yaşadığı Anhel köyündeki Mor Kuryakos ve Mor Eşayo kiliselerinde beş hırsızlık olayı gerçekleşti.
* 10 Ekim 2010’da Midyat’a bağlı Dergube köyünde Süryani gençler, “Hıristiyanların katli vaciptir” diyen kişiler tarafından dövüldü.
* Midyat’a bağlı Elbeğendi Köyü’nde yaşayan Süryani papaz yardımcısı 45 yaşındaki İsrail Demir 2 Mayıs 2012’de, bahçesine giren hayvanlar yüzünden tartıştığı bir çoban tarafından pompalı tüfekle vuruldu ve ağır biçimde yaralandı.
* Eylül 2011’de, Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu’nun 2009 yılında ders kitabı olarak okutulmasına izin verdiği ortaöğretim 10. Sınıf Tarih kitabında Süryani-Asuriler’in “hain” olarak nitelendiği ortaya çıktı.
* Mardin’deki 14 Süryani-Asuri Derneği, 1 Ekim 2011’de yaptıkları açıklamada, Tarih kitabının “Süryanilerin batılı ülkelerle işbirliği yapan hainler” olarak göstermesini protesto ettiler.
* Almanya’daki çeşitli dinsel kuruluşlar 11 Şubat 2012’de yaptıkları ortak bir açıklamayla Mor Gabriel manastırının korunmasını istediler.
* 12 Şubat 2012’de Mardin’in İdil ilçesinde bulunan Süryani Kültür Kardeşlik Sevgi ve Hoşgörü Derneği’ne gece saatlerinde kimliği belirsiz kişilerce saldırı düzenlendi.
* Süryaniler 28 Şubat 2012’de Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’e başvurarak kentte bir Süryanı soykırımı anıtı dikilmesini talep ettiler.
* 2 Mayıs 2012’de Mardin’in Midyat ilçesine bağlı Mercimekli (Habsunnes) Köyü’nde bulunan ve Süryanilerin kullandığı 2000 yıllık Mor Loozor manastırının inziva kulesi kimliği belirsiz kişilerce tahrip edildi.
* Saadet Partisi Genel İdare Kurulu üyesi Doğan Bekin, Süryaniler’in Büyük Asur Devletini yeniden canlandırmak istediğini ileri sürdü:
“Osmanlı döneminde toprakları 28 milyon metrekareye ulaşan ancak şu anda 875 bin metrekareye düşen ülke toprağının bu son çıkarılan yasayla birlikte bu sefer kuvvetle değil, parayla satın alma yoluna gidildiğini belirten Doğan Bekin, ‘Büyük İsrail devletinin kurulması için yapılan çalışmaları herkes bilmektedir. Ancak bunu tamamlayacak bir başka önemli faktör de Güneydoğu’da Büyük Asur Devleti ile ilgili toprak satın alma ve toprakların el değiştirme süreci başlayacaktır’ şeklinde konuştu.”[14]
* 15 Haziran 2012’de Alman Parlamentosu, Türkiye’ye Süryanilerin haklarının güvence altına alınması ve dünyanın en eski manastırlarından Mor Gabriel’in korunması çağrısında bulundu.
* 16 Haziran 2012’de Mor Gabriel’in kadim topraklarından bir kısmı Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararıyla ve kesin olarak Hazine’ye devredildi.
* 4 Temmuz 2012’de İsveç’te Süryani, Alevî, Ermeni, Kürt örgütleri ortak bir açıklama yaparak Türk devletinin Mor Gabriel manastırına ait topraklara elkoymasını kınadı.
* 21 Temmuz 2012’de Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, Mor Gabriel Manastırı’nı “Hazine arazisinde işgalci sayan” kararının gerekçesini açıkladı.
Bu olgulara şu tanıklığı da eklemeden edemeyeceğim:
“Sitere Ana, eli kolu ile Midyat’ı anlatıyor. Biz, Süryanilerin buralarda güvenli yaşayıp yaşamadığını sordukça, o çevreyi anlatıyor. Israrlı sorularımız karşısında dayanamayarak, Buralarda aşiret var, onlarsa Süryanileri bir de yoksulları eziyor diyor. Eli ile tarlaları işaret ederek Hepsi onların, bizler onların xulamlarıyız diyor. Süryanilerde ağalığın hiç olmadığını söyleyen Sitere Ana, şimdiki aşiret reisi ağaların aynı zamanda korucu olduğunu anlatıyor. Felemeze Cuma, Felemeze Aslan, Süleyman Çelebi, Abdullah Taş isimli ağaların isimlerini bir solukta sıralıyor.
“Ağalardan bahsederken ferman zamanından korktuğunu anlatıyor. Fermanın ise gayrımüslimlerin geçmişte yaşadığı mezalime denk geldiğini daha sonra anlıyoruz...
“(Midyat Süryani Kültür Derneği kurucularından- G. A.) Jacop Gabriel, 1915 olaylarını herkes Ermeniler üzerinde tartışsa da bu felâketin dikkat çekmeyen en büyük mağdurlarından birinin de Süryaniler olduğunu hatırlatıyor. Pek çok Süryani’nin kılıçtan geçirilmesi yüzünden Seyfo olarak anılan sürecin etkilerinin günümüzde de derin olduğundan söz ediyor. Bu nedenle de Süryaniler’in kendi toplumundan olmayanlara karşı mesafeli ve kaygılı olduğunun altını çiziyor...
“Jacob Gabriel, Seyfo’yu anlatıyor bize: ‘Seyfo döneminde Süryani nüfusumuzun büyük bir bölümü gitmek zorunda kaldı. Bunun travmasını hâlen yaşıyoruz. 90 yıl geçmesine rağmen yaşananlar unutulmadı. 500 bin insanımız katledildi. Kalanlar dağıldı. Suriye, Irak, Lübnan a gidenler dahi oldu. Hayatta kalanlar köylerde bir süre yaşadılar. Sonra yine gidişler oldu. Ancak geri dönüşler de oldu. 1970’e kadar nüfusumuz epey toplandı. Ancak daha sonra göçler yine başladı...
“Gabriel net sayısını bilmese de, çok sayıda köylerinin boşaltıldığını ısrarla anlatıyor...
“Örneğin Turize Bagok Dağı nda biri hariç 8 Süryani köyü boşaltılmış. 60 bin dolaylarında olan nüfuslarının Midyat’ta şimdi 450, köylerle birlikte ise 2500 dolaylarında olduğunu söylüyor. Ayrıca Süryaniler’in kutsal ana yurdu olarak gördüğü Mardin, İdil, Dargeçit ve Nusaybin arasından oluşan Turabidin bölgesinde yaşananları da anlatıyor...
“Süryaniler’in feodal düzene bağlı yaşamak zorunda bırakıldığından da yakınıyor. Özellikle köylerin aynı zamanda korucu olan aşiret ağalarına bağlanması ile Süryaniler’in zorlandığını, daha önce terketmek zorunda kaldıkları topraklarına bu insanların hâkim olması yüzünden, topraklarına yeniden sahip olmanın güçleştiğine işaret ediyor.
“Gabriel, ‘Süryaniler kendilerine ait toprakları ekerdi. Büyük bir kısmı tapuluydu. Zamanla boşalan köyler ve katledilen köylülerin toprağına korucular el koymuştu. Gidenler topraklarını alabilmek için üç katı para ödemek zorunda kalıyor. Kürtler aslında kendi toplumları içinde Süryaniler’i kucaklayalım çağrısı yapmalıdır. Sorunsuz toprakların geri verilmesi gerekiyor’ diyor son olarak...”[15]
Bugünkü Türkiye’nin Turabdin denen ve Mardin ve çevre illeri kapsayan bölgesinde yaşanan Süryaniler’in 1915’te, kendilerinin Seyfo (=Kılıç) olarak adlandırdığı bir kıyım yaşadığı, bu kıyımda ve Süryani’lerin mallarının yağmalanmasında bölgede bulunan Kürt aşiretlerinin önemli bir sorumluluğu olduğu, Türk burjuva devletinin Süryani’leri hedef alan baskısının tüm XX. yüzyıl boyunca sürdüğü ve şimdi de çevredeki Kürt aşiretlerinin de katılımıyla -daha kısıtlı bir biçimde de olsa- sürmekte olduğu biliniyor…
Tabiî, bir zamanlar yüzbinlerce insanın yaşadığı bu bölgede şimdi yaşamakta olan Süryani’lerin sayısının birkaç bini geçmediği, herhangi bir kolektif hakka sahip olmayan bu halkın sesini duyurmanın ve haklarını savunmanın tüm demokrat ve ilerici güçlerin temel görevlerinden biri olduğu da. Ne var ki, bu görevin yerine getirilmekte olduğu söylenemez!
TÜRKLERİN ÖTEKİSİ: GAYRI-MÜSLİM’LER(!)
Burada “Türklerin ötekisi: Gayrı-Müslimler(!)” konusunda bir parantez açmamız “olmazsa olmaz” oluyor…
Önce bir hatırlatma: “Kendimize ırkçı demeyiz. Farkında olmadan ırkçı oluruz.
Kişilere yakıştırdığımız dışlayıcı aitlikler içimizdeki ırkçılığın ifadesi.
Günlük dilimize bakılırsa, Türkiye’de yaşayan nüfusun yüzde 99’u, farkında olmadan, ırkçı!
Acaba tanıdıklarımızdan tek bir kişi var mıdır ‘gâvur’ kelimesini kullanmamış olan? Soframızda, Meclisimizde azınlıklar diye adlandırdıklarımız olunca da içselleştirdiğimiz ırkçılığı örtbas ederek, nazikleştiğimizi zannederek ‘gayrimüslim’ diyen biz değil miyiz? Hiç başkalarının, kendi dinlerinden olmayanlar için ‘gayrihıristiyan’, ‘gayribudist’, ‘gayrihindu’ kullandığı duyulmuş mudur? (Benzeri bir tek Yahudilerde var, ‘Goyem’.) Türkiyeli politikacılar, sık kullandıkları ‘gayrimüslim vatandaşlar’ deyiminin, bir gün Türkiye Avrupa Birliği’ne girecek olsa ırkçılık suçu sayılacağını biliyorlar mı?” diyen Gündüz Vassaf çok haklıdır…
Söz konusu gündelik ırkçılığın altında “İttihat ve Terakki” zihniyeti yani sermayenin Türkleştirilmesi gerçeği yatar!
Anadolu ve Trakya’nın gayrimüslim toplulukları homojen ulus inşası çalışmalarından yüzyıldır nasibini alır. İttihatçıların başlattığı “temizlik” hareketleri, sanılanın aksine Cumhuriyet döneminde devam eder. Elbette aynı kanlı metodlarla değil. Bu “soft” temizlik çalışmaları daha pek yakası açılmamış bir konudur. 1923’te Anadolu ve Trakya’da daha önce yapılan kıyım ve eziyete rağmen hatırı sayılır sayıda Ermeni, Rum, Süryani ve Yahudi vardı ve artık yoklar. Cüzî bir Süryani istinasıyla…
Erken cumhuriyet döneminde gayrimüslimler merkezi idarenin aldığı kararlar ve yerel halkın kimi zaman muvafakatiyle hayatta kalabildikleri yöreleri terk etmek zorunda kaldılar. 22 Ocak 2012 tarihli ‘Taraf’ta Ayşe Hür ‘Cumhuriyet’in Azınlık Raporu’ başlıklı makalesinde gayrimüslimlere bu dünyayı dar etme çalışmalarının bir kronolojisini verir. Başta ibadet ve öğretim kurumlarını yasaklamak olmak üzere her türlü tehdid, göz korkutma ve pogromlarla gayrimüslimler göçe mecbur olurlar. Yurtdışına gidemeyenler İstanbul’a sığınır. Dersim Alevileri ve bazı Kürt aşiretlerinin zorunlu iskânı da benzer bir mantık uyarınca gerçekleşir. İşte bu ülke çapındaki bilinçli etnik/demografik mühendisliğin nisbî istisnası Süryaniler.
Tüm bunların (ve benzerlerinin) ardında yatan T.“C”nin, “gâvurun malı Müslüman’a helaldir” düsturundan hareket eden “sermayenin Türkleştirilmesi”dir!
Erken Cumhuriyet döneminde iktisadi alanda izlenilen ayrımcılık ve eşitsizlik temelli politikaların ve uygulamaların anlatıldığı Murat Koraltürk’ün ‘Erken Cumhuriyet Döneminde Ekonominin Türkleştirilmesi’ başlıklı yapıtında[16] detaylı olarak ele alınan bu soru(n), Türk(iye) egemenliği açısından sermayenin konsantrasyonudur…
Örneğin Koraltürk, “Ekonominin Türkleştirilmesi” kavramını kullanarak, belirli bir etnisite ve dine mensup olanların, yani Türk ve Müslümanların diğer vatandaşlar karşısında devlet eliyle kayrılmasına ve imhasına dikkat çeker!
Mesela, diğer etnisite ve din mensupları kimi mesleklerden men edilmiş, aynı işi yapan Türk ve Müslümanlardan daha fazla vergiye tabii tutulmuş, göç ettirilmiş ve bu kişilerin (tek dil olarak Türkçe dayatıldığı için) kendi dillerini kullanmaları yasaklanmıştır.
Örnek vermek gerekirse, 11 Haziran 1932 tarihli ve 2007 sayılı “Türkiye’de Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkında Kanun”a yakından bakılırsa, vurgulanmak istenenler daha açığa kavuşacaktır. Bu kanuna göre Türk olmayanlar için “Ayak satıcılığı; çalgıcılık; fotoğrafçılık; berberlik; mürettiplik; simsarlık; elbise, kasket ve kundura imalciliği; borsalarda mubayaacılık; devlet inhisarına tabi maddelerin satıcılığı; seyyahlara tercümanlık ve rehberlik; inşaat, demir ve ahşap sanayi işçilikleri, umumi nakliye vesaiti ile su ve tenvir ve teshin ve muhabere işlerinde daimi ve muvakkat işçilik; karada tahmil ve tahliye işleri; şoförlük ve muavinliği; alelumum amelelik; her türlü müesseselerle ticarethane, apartman; han, otel ve şirketlerde bekçilik, kapıcılık, odabaşılık; otel, han, hamam, kahvehane, gazino, dansiğ ve barlarda kadın ve erkek hizmetçilik (garson ve servant); bar oyunculuğu ve şarkıcılığı, baytarlık ve kimyagerlik” yasaklanır.
Bu bağlamda “Süryaniler”, “1934 Trakya Olayları”, “1942 Varlık Vergisi” faciası ve “6-7 Eylül Olayları”, Cumhuriyet sonrası Türk ve Müslüman olmayanların aleyhine yapılan Ekonominin Türkleştirilmesi uygulamalarından en bilinenlerdir ki bunlar çok boyutlu şiddet de içermiştir.
AKP “UMUDU”! (MU?)
Diyeceklerimi noktalıyorum:
BDP’nin Süryani kökenli vekili Erol Dora, “Süryaniler için açılım değil, tam demokrasi istiyoruz,” derken; Baskın Oran da ekliyor: “Süryanilerin bugünkü taleplerinin çok fazlası, Lozan’da bu insanlara azınlık hakkı olarak verildi.”
Eşit, özgür yurttaşlık Süryanilerin de kayıtsız-koşulsuz hakkıdır!
Ancak bunun gerçekleşmesi için “umudunu”(?!) AKP’ye bağlayanlar müthiş bir yanılgıya düşüyorlar!
Süryaniler üzerine yaptığı araştırmalarla tanınan yazar Yakup Bilge’nin, “Süryanilerin Türkiye’de yaşadıkları tarihe baktığımızda bunun içinde zorluk ve acıların az olmadığı görülecektir ve dolayısıyla da devlet ve hükümet olarak imajda sorun olmadığını söylemek zor olacaktır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarı döneminin başında devlet ve hükümet imajında önemli bir değişim söz konusuydu. Başbakan Erdoğan daha önce hiçbir başbakanın yapmadığını yaptı. Gayrimüslimlerin dini liderleri ile biraraya geldi ve sorunlarını dinledi,” sözleri de bu tür yanılgılara örnektir…
Erdoğan’ın sözleri ya da Artuklu Üniversitesi mi? Kuruldu da ne oldu? Üniversite kurmak çok önemli değil; üniversitenin başına getirilen Rektör Prof. Dr. Serdar Bedii Omay’ın, “Gâvur (gayrimüslim) söylemi” hepimizin kulaklarını tırmalamıyor mu?
Ayrıca Muş Alparslan Üniversitesi’nden Ercan Çağlayan’ın, “Günümüzde ağır aksak süren demokratikleşme çabaları, Kemalizm’in gadrine uğramış Süryanilerin ve diğer toplulukların haklarının iadesine dair vicdan sahiplerini umutlandırsa da, ‘hukuk’ adına verilen kararlar, bu sevinci kursağımızda bırakıyor,” saptaması da bir bilim insanına yakışmayan, karşılıksız beklentilerden başka bir şey değildir.
Unutulmasın: Coğrafyamızda bir şeyler değiştirilecek ise, Nâzım Hikmet’in, “Güzel günler göreceğiz çocuklar/ güneşli güzel günler” uyarısını asla unutmayan ve “Taşı delen suyun kuvveti değil damlaların sürekliliğidir,” diyen bir taban hareketinin enternasyonalist dayanışmasının ürünü olacaktır!
16 Ağustos 2012 17:19:42, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No:135, Eylül 2012…
[1] Süryani düşünür Narsai, V. Yüzyıl.
[2] aktaran: A. Hicri İzgören, “Tarihin Yalanı ve Süryaniler”, Gündem, 6 Ekim 2011, s.15.
[3] Sébastien de Courtois, Süryaniler, Fotoğraflar: Douchan Novakoviç, Çeviren: Ersel Topraktepe, Yapı Kredi Yay., 2011.
[4] Baskın Oran, “Süryaniler”, Türk Dış Politikası, Cilt:2, İletişim Yay., 16. Baskı, 2010.
[5] Ayşe Hür, “Mezopotamya’nın Kadim Halkı: Süryaniler”, Taraf, 16 Aralık 2008
[6] İsmail Beşikçi, “Süryaniler ve Yakındoğu”, Esmer, No:73, Mayıs-Haziran 2012, s.3-7
[7] Ercan Çağlayan, “Cumhuriyet ve Süryaniler”, Radikal, 15 Ağustos 2012, s.16.
[8] Esra Açıkgöz, “İsa’nın Dilini Konuşan Halk: Süryaniler”, Cumhuriyet Pazar, No:1342, 11 Aralık 2011, s.3.)
[9] Baskın Oran, “AYM Doğruladı: Gayrimüslim=Yabancı”, Radikal İki, 24 Temmuz 2011, s.9.
[10] “Süryanilere Red Cevabı!”, Vatan, 15 Ağustos 2012, s.11.
[11] Zeynep Tozduman, “Vurun Ulan Vurun Süryanilere”, 29 Mayıs 2012, http://www.seyfocenter.com/index.php
[12] “Mor Gabriel Kapatılamaz”, Jineps, Temmuz 2012, s.2.
[13] Orhan Kemal Cengiz, “Misyonerler, Süryaniler, AKP”, Radikal, 9 Temmuz 2012, s.14.
[14] “Toprak Satışıyla Ortaya Çıkan Yeni Tehlike: Midyat’a Vatikan kolonisi!”, Milli Gazete, 23 Mayıs 2012
[15] Yüksel Genç, “Tarihten Kalan Kent: Midyat”, Günlük, 4 Kasım 2009.
[16] Murat Koraltürk, Erken Cumhuriyet Döneminde Ekonominin Türkleştirilmesi, İletişim Yayınevi, 2011.
selam yoldas
YanıtlaSil