“Halk özgürleştikçe korku ve propagandaya daha çok başvurulur.”[2] Jean Paul Sartre’ın, “İnsanlık özgürlüğe yazgılıdır; çünkü bir ke...
“Halk özgürleştikçe korku ve propagandaya daha çok başvurulur.”[2]
Jean Paul Sartre’ın, “İnsanlık özgürlüğe yazgılıdır; çünkü bir kere dünyaya atıldıktan sonra yaptığı her şeyden sorumludur,” saptamasını bir kere daha doğrulayan bir örnektir Gazi Mahallesi direnişi. Bir direniş sembolü olan Gazi için “olayı/ isyanı bitmeyen mahalle” derler. Emekçi, Alevi ve Kürt’tür; ezilenlerin mekânıdır; “sol kültür”ün, iktidara direncin ürünüdür Gazi Mahallesi. Fiilen olağanüstü hâlin yaşandığı kırmızı bir bölgedir. Ayrıca da İstanbul’un diğer örgütlü emekçi mahallelerinde olduğu gibi polis eliyle uyuşturucu, kumar ve fuhuş teşvik edilerek yozlaştırılmaya çalışılan bir kaledir. Ezilenlerin yoğunlaştığı bir “varoş”tur. Tarihi terim olarak varoş; kent ve kasabaların kale koruması dışında kalan bölümüyken; sözcük anlamıyla kent merkezine 20-30 dakika yakınlıkta ve 30 yıl uzaklıkta bölge(ler) anlamına da gelir. Kültürel açıdan çoklu ve çeşitli özellikleriyle varoş, gecekondu gibi, hemşehrilik bağlarıyla sarılı, kente göç ederken kendi kültürlerini de getirmiş, bu kültüre ve hemşehrilik dayanışmasına sarılarak hayatta kalmaya çalışan insanların mekânıdır. Hasılı merkezin/ iktidarın dayattığı imkânsızlıklar ve ezilme ortamında dıştalanların/ ötekileştirilenlerin çok boyulu bir direnişi, savunma hâlindeki ısrarlı karşı koyma durumu; yani alternatif hayatta kalmak fiilidir Gazi Mahallesi direnişi… Birikenler, Gazi Mahallesi katliamı ile patlayarak, ortaya çıkar: 12 Mart 1995 günü akşam saatlerinde İstanbul’da Alevi vatandaşların çoğunlukta yaşadığı Gazi Mahallesi’ndeki üç kahvehane ve bir işyeri aynı anda “kimliği belirsiz”(?!) denilen kişilerce bir taksiden otomatik silahlarla açılan ateşle tarandı. Saldırılar sonucu Halil Kaya adlı bir vatandaş hayatını kaybederken, beşi ağır, yirmi beş kişi yaralandı. Saldırganların olay yerinden uzaklaştıktan sonra gasp ettikleri taksinin şoförünü öldürdükleri ve taksiyi ateşe vererek kaçtıkları anlaşıldı. Olayın ardından Aleviler, Gazi Mahallesi’nde toplanıp, polis karakoluna yürüdü. Polisler grubun üzerine kurşun yağdırmaya başladı ve Mehmet Gündüz hayatını kaybetti, birçok kişi de yaralandı. 13 Mart 1995 günü tekrar polis karakoluna doğru yürüyüşe geçen grup, çevik kuvvet ve özel timlerle desteklenen polisle çatıştı. Çatışmalar sonunda on beş kişi hayatını kaybederken, aralarında gazetecilerin de bulunduğu birçok kişi yaralandı. Aynı gün İstanbul Valiliği Gazi Mahallesi ile iki mahallede daha sokağa çıkma yasağı ilan etti. Gazi mahallesi’ne giriş ve çıkışlar polis kontrolüne alındı. 14 Mart 1995 günü, Gazi Mahallesi’nde konan sokağa çıkma yasağına rağmen olayların bir türlü yatıştırılamaması üzerine bölgeye askeri birlikler sevk edildi. Yine aynı gün Gazi Mahallesi ile Ankara Kızılay Meydanı’ndaki dayanışma eyleminde otuz altı kişi yaralandı. 15 Mart 1995’te de olaylar Ümraniye’ye sıçradı. Mustafa Kemal Mahallesi’nde de beş kişinin ölmesi ve yirmiden fazla kişinin yaralanması üzerine bu bölgede de sokağa çıkma yasağı ilan edildi. 16 Mart’ta da dönemin İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu olayların yatıştırıldığını söyleyerek bölgedeki sokağa çıkma yasağının kaldırıldığını açıkladı. Olaylardan sonra yapılan otopsi sonucu ölen 17 kişiden yedisinin polis mermisiyle hayatını kaybettiği belirlendi. Gaziosmanpaşa Savcılığı’nın olayla ilgili fezlekesiyle Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı, 20 polis hakkında “müdafaa ve zaruret sınırını aşarak faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek” iddiasıyla dava açtı. İstanbul Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Eyüp Ağır Ceza Mahkemesi’ne açılan dava kamu güvenliğinin sağlanamayacağı gerekçesiyle Trabzon’a gönderildi. 11 Eylül 1995’te Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlayan yargılama süreci, beş yıl içinde otuz bir duruşma yapılarak 3 Mart 2000’de karara bağlandı. Yargılanan yirmi polis memurundan Adem Albayrak dört kişiyi öldürmekten altı yıl sekiz ay, Mehmet Gündoğan iki kişiyi öldürmekten üç yıl dokuz ay hapse mahkûm edilirken, (cezalar ertelendi), diğer on sekiz sanık polisin ise beraatine karar verildi. Ancak Yargıtay, Albayrak ve Gündoğdu hakkında verilen kararı “Haklarında adam öldürme ile ilgili net bir açıklığın olmadığı” gerekçesiyle bozdu. Yargıtay, sanıkların TCK 49. maddesine göre yargılanmasını istedi. Bunun üzerine dava Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi’nde tekrar görülmeye başladı. Aileler ve avukatlar Yargıtay kararı ile devletin bir kere daha kendini aklayacağı gerekçesiyle davadan çekildiklerini bildirdiler. Tekrar görülmeye başlanan dava üçüncü celsede karara bağlandı. Mahkeme heyeti Albayrak ve Gündoğdu’ya toplam dört yıl otuz iki ay hapis cezası verdi. Kararın 11 Temmuz 2002’de Yargıtay tarafından onanması üzerine yakınlarını kaybeden 22 kişi AİHM’ne (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) başvurdu. Yargılama sonucunda mahkeme 27 Temmuz 2005’te açıklanan kararda Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. maddesinde düzenlenen, Yaşama hakkı ve 13. maddesinde düzenlenen “Milli makamlara başvuru yollarının kapatılması” hükümlerine aykırı davrandığı sonucuna vardı. Mahkeme Gazi Mahallesi’nde hayatını kaybeden on iki kişi ile Ümraniye’de ölen beş vatandaşın ailelerine tazminat ödenmesine karar verdi. Olaylarda yaşamını yitiren on yedi kişi için ayrı ayrı otuz bin euro tazminat verilmesine hükmeden mahkeme, böylece Türkiye’yi toplam 510 bin euro tazminat ödemeye mahkûm etti. Olup da bitmeyen elbette bununla sınırlı değildi. Bunların bir tarihi, arka planı ve bakiyesi vardı.
TÜRK(İYE) SİYASİ TARİHİ(NDEN): MARAŞ, ÇORUM, SİVAS “DERS(LER)İ” Öncelikle şunun altını çizelim: Gazi Mahallesi katliamı Türk(iye) siyasi tarihi açısından bir “yol kazası”, “tesadüf”, “münferit olay” falan değildir… Egemenlerin siyasi tarihinde ezilenlere, ötekileştirilenlere reva gördüğüdür! Coğrafyamızın yakın sosyal mücadele tarihinde kitlesel katliamlar çoktur. Onlarca yıldan beri Ortaca (1966), Kırıkhan (1971), Malatya (1978), K. Maraş (1978), Çorum (1980), Sivas (1993), Gazi (1995) olaylarının acılarını yaşadık. H. Nedim Şahhüseyinoğlu’nun ‘Yakın Tarihimizde Kitlesel Katliamlar (Malatya, K.Maraş, Çorum, Sivas)’ başlıklı yapıtında[3] insanın kanını donduracak, korkunç olaylara ayrıntılarıyla yer verilir. Mesela Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu’na gönderilen bombanın patlaması (17 Nisan 1978) sonucu Hamit Fendoğlu, ve iki küçük torununun parçalanarak ölmesi ve sonrasında meydana gelenler… 18 Nisan sabahı çevre il ve ilçelerden Malatya’ya akın eden 20 bin kişi Malatya sokaklarında “Dan dan, intikam!”, “Müslüman Türkiye!”, “Kahrolsun komünizm!” sloganlarıyla şehri talan etti. 19-20 Nisan günlerinde devam eden çatışmalar sonucunda sekiz kişi öldü, 100 kişi yaralandı… Malatya’yı Sivas olayları izledi. 3 Eylül 1978 günü, Alevilerin oturduğu Alibaba Mahallesi’nde çıkan bir çocuk kavgası sırasında kendilerine ‘Ülkücü Gençler’ diyen bir grup tarafından iki kadının öldürülmesiyle başlayan olaylar, ertesi sabah farklı camilerde kılınan bayram namazları esnasında “Komünistler, Kızılbaşlar kardeşlerimizi öldürdü”, “Müslüman yok mu?”, “Allahını seven bizimle gelsin!”, “Kanımız aksa da zafer İslâm’ın” sloganlarıyla tırmandı. Bilanço dokuz ölü, 350 yaralı idi…. “Alevi yurdu” diye bilinen K. Maraş’ta ise, 3 Nisan 1978’de ülkücüler tarafından öldürülen Alevi dedesi Sabri Özkan’ın cenaze töreninden beri süren gerginlik aralık ayında zirveye ulaş(tırıl)mıştı. “Görevli” olduklarını söyleyen birtakım kişiler, Alevilerin ve solcuların oturdukları semtlerde, bir tür nüfus sayımı yaptıklarını söyleyerek konutları dolaşmışlar, yeni numaralar verdikleri kapıları kırmızı boyayla işaretlemişlerdi. Bazı bölgelerde ise PTT görevlisi olduklarını söyleyen kişiler kapılara işaret koymuşlardı. Müftü de resmi araçla şehri dolaşıp kışkırtıcı konuşmalar yapmıştı. 19 Aralık gecesi, ‘Esir Türkler Haftası’ vesilesiyle Ülkü Ocakları tarafından tüm Türkiye’de eşzamanlı gösterilen Sovyetler Birliği aleyhtarı ‘Güneş Ne Zaman Doğacak?’ adlı filmin gösterimi sırasında K. Maraş’taki Çiçek Sineması’na düşük tesirli bir bomba atıldı. Bir grup ülkücü “Müslüman Türkiye!” sloganlarıyla CHP İl Binası’na saldırdı. 20 Aralık’ta Yenimahalle’de Alevilerin gittiği Akın Kıraathanesi’ne bomba atıldı. 21 Aralık’ta öldürülen iki solcu öğretmenin cenaze töreninden sonra yürüyüşe geçen grup, karşılarında “Komünistler geliyor! Komünistler Ulu Cami’yi yakıyor!”, “Ordu bizimle beraber!”, “Neden duruyorsunuz, sizde din iman yok mu? Din elden gidiyor!”, “Yürüyün, komünistleri öldürelim!”, “Alevilere ölüm!”, “Yaşasın Türkeş!” diye bağıran 10 bin kişilik ülkücü grubu bulmuştu. Belediye hoparlöründen yapılan anonsla saldırı başlarken MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş, Ankara’da İKA haber ajansına şöyle diyordu: “Hükümetin düşmesi belki yarın, belki yarından da yakındır.” Sonunda olan oldu. 23-24 Aralık 1978 günleri, baltalı, palalı saldırganlar tarafından, resmi rakamlara göre 111, gayri resmi kaynaklara göre bunun en az iki katı insan (çoğu Alevi), doğranarak, işkence edilerek, yakılarak katledildi. Çok sayıda kadına tecavüz edildi, göğüsleri kesildi. 552 ev ve 289 işyeri tahrip edildi. Sonuçta K. Maraş katliamında yüzlerce insan öldürüldü. “Esma Suna adında bir genç kadın gebeydi. Doğumu yakındı. Faşistler Esma Suna’nın evine saldırdılar. Evdeki 5 yakınını kurşuna dizdiler. Gebe Esma Suna, ‘Bari beni öldürmeyin’ diye yalvardı. Ellerini karnındaki bebeğin üstüne koydu. Faşistler Esma Suna’ya sopa ve satırla saldırdılar. Ağır yaralanan Esma Suna hastaneye kaldırıldı. Ne var ki, Esma ve karnındaki bebek kurşunlarla yaşamlarını yitirdiler.” Yine K. Maraş’ta “80 yaşındaki Cennet Çimen’in gözlerini tornavida ile oyup, kurşuna dizdiler. Sonra baş aşağı helanın çukuruna bıraktılar.” İnci Aral’ın, “1978 Aralık ayı sonlarında, K. Maraş’ta, kirli ellerin kotardığı trajik olaylar yaşandı…, Alevi yurttaşların işyerlerine, evlerine saldırıldı, kadınlara tecavüz edildi, gebelerin karnı deşildi, ceninler ağaçlara çivilendi… Dış-iç gizli yapıların rolü zaman içinde anlaşıldı ancak gerçek planlayıcı ve failler ortaya çıkarılmadı,” vurgusuyla betimlediği katliamdan bir yıl sonra köyleri gezip duyduklarını kitaplaştıran yazar, “Ecevit ürktü, dosya kapandı” demişti. Gerçekten de ABD görevlisi Alexander Peck’in katliam öncesi kenti gezerken, “Yakında Aleviler size yiyecek ekmek bile vermeyecekler!” provokasyonlarıyla devreye soktuğu toplu kırım sonrasında Maraş’a giden heyetteki eski İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş, “Olaylar göz göre göre geldi. Sorduğumuz hâlde MİT istihbarat vermedi. Bu bir yana bizzat MİT vahşete katkı sundu,” vurgusuyla yaşananları tek kelimeyle özetledi: “Faşist bir plandı.” Evet, evet 1978’de 19-26 Aralık günleri arasında yaşanan olaylarda 150 kişi öldürüldü. Savcılığa göre, katliama karışanların sayısı 1350 kişiydi. Bunların 752’si ilk etapta tutuklandı. Davalar 23 yıl sürdü. 22 kişi idam, 7 kişi müebbet hapis, 321 kişi de 1-24 yıl arasında ceza aldı. 1991’de çıkan TMK ile ceza alanların bir kısmının cezası yattığı yıllara sayılarak ertelendi, diğerleri serbest kaldı. Katliamda birinci dereceden rol aldığı belirtilen 68 kişiye ise hiç ulaşılamadı. Devlet katliamı seyretti. Meçhul 26 piyangocu, CIA şefi, gizlenen silahlar... 33 yıl geçti ama eldeki o kadar delile rağmen katliamın sorumluları bulunamadı! Olaylardan önce Milli Piyangocu kıyafeti giymiş 26 kişi kente geldi. Otel kayıtlarında bu kişiler piyangocu olarak kaydedilmişti. Kayıtlar 1979’da Milli Piyango İdaresi’ne soruldu. İdare bu kişilerin kendi çalışanları olmadığını bildirdi. Katliamla ilgili en ilginç detay, olaylar başlamadan önce ABD Büyükelçiliği 1. Kâtibi Alexander Peck’in Maraş’ta bulunmasıydı. Peck’in adını vermese de dönemin Maraş Emniyet Müdürü Kazım Ulusoy da bazı ABD’lilerin Maraş olaylarından önce kente geldiklerini, otelde konakladıklarını doğruluyor. Maraş’tan sonra aynı şahıs Çorum, Tokat ve Amasya’da da görülecekti. Ve Çorum… 1980’in Haziran ayı boyunca Çorum kent merkezinde ve çevre köylerde gerginlik tırmandırıldı. 4 Temmuz 1980 Cuma günü “Komünistler Alaaddin Camii’ne bomba attılar” söylentisinin yayılması ve bunun TRT’nin 19.00 bülteninde yer almasıyla başlayan saldırıda saldırganlar ‘Kanımız aksa da zafer İslâm’ın’, ‘Kana kan, intikam’, ‘Müslüman Türkiye’ sloganları atıyorlardı. Bilanço, çoğu Alevi 50’den fazla ölü 100 civarında yaralıydı. 100’den fazla işyeri de tahrip edilmişti. “Çorum Katliamı’nda iki kadını ve iki küçük çocuğu bağ evine götürdüler. Gözleri bağlı, çırılçıplak soydular. İki gün sırayla tecavüz ettiler. Bu süre içinde kadınlara ve çocuklara su vermediler. Bir ıslık sesinden korkan tecavüzcüler, kadın ve çocukları bırakarak kaçtılar. Mağdur kadınlar ve çocuklar sürünerek yola çıktılar.” Çorum’da, 1976-1981 arasında Başsavcı olarak görev yapan Ertem Türker’in, Haziran ve Temmuz 1980’de 57 kişinin öldürüldüğü, yüzlerce Alevi yurttaşın yaralandığı olaylarının yıldönümünde, “Benim korumam Çorum olaylarındaki bir cinayetten mahkûm oldu” dediği toplu kırımda hakkında Milli İstihbarat Teşkilâtı (MİT), katliamdan bir yıl önce geçtiği istihbarat notunda, Sivas ve Maraş’tan sonra Çorum’da da Aleviler ile Sünniler arasında kitlesel bir olay yaşanacağını işaret etmişti. Olayların çıkacağına ilişkin “emare” olarak MİT, Çorum’da halkın evlerine erken çekilmesi, sokakların tenhalaşması, gece misafirliklere gidip gelmelerin azalmasını gösterdi. MİT, 9 Temmuz 1980’de olaylara ilişkin hazırladığı genel bir istihbarat notunda da şunları diyordu: “Emniyet kadrosunun sağ ve sol olarak ayrılması, ülkücü-sağcı polislerin işbaşına gelmesi ve bu kadroyu Emniyet Müdürü Nail Bozkurt’un istemeyerek de olsa himaye ederek ülkücü ve sağ kesimin himaye edildiği izlenimi vermesi.” Ayrıca 12 Eylül soruşturması için ifade veren dönemin valisi Rafet Üçelli, Çorum olaylarında askerin seyirci kaldığını söylemişti. 1977’de gerçekleşen siyasi olaylarda 231 kişi ölürken bu sayı 1978’de 832’ye, Aralık 1978 ile Eylül 1979 arasında 898’e ve bu tarihten 1980 yılının Eylül ayına kadar 2.812’ye çıkmıştı. Son dönemlerde günde ortalama 20 kişi hayatını kaybediyor, bunun birkaç katı insan yaralanıyordu. Öldürülenler arasında gazeteciler, bilim insanları, sendikacılar, eski başbakanlar vardı. Bu ortamda 12 Eylül darbesi oldu... Nihayet Sivas… Ruşen Hakkı’nın, “Ne zaman Sivas dense/ Genzimde yanık kokusu” dizeleriyle betimlenen 2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı veya Sivas Madımak olayı, 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas’ta Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli’nin kuşatılıp yakılması ve dolayısıyla şehirde bulunan 33 Alevi, solcu yazar, ozan ve aydının yakılarak katledilmesi ve oteli ateşe verenlerden de ikisinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan olaylar zinciridir. Pir Sultan Abdal Şenlikleri kapsamında etkinliklerin bir bölümünün de Pir Sultan Abdal’ın sazının çalındığı Sivas şehir merkezinde yapılması öngörülmüştü. Bu kapsamda pek çok aydının yanı sıra Aziz Nesin bu etkinlik nedeniyle dönemin Sivas Valisi Ahmet Karabilgin’in özel davetlisi olarak bu kente gelmişti. 2 Temmuz 1993 günü öğle saatlerinde organize biçimde Paşa ve Meydan camilerinden çıkan gruplar önce etkinliklerin yapıldığı Kültür Merkezi’ne ulaşarak, bir gün önce dikilen anıtı kısmen tahrip etti. Kültür Merkezi içindeki grupla çıkan taşlı sopalı çatışma, polis tarafından fazla büyümeden, zor kullanılarak önlendi. Hızını alamayan ve sayısı yaklaşık 10 bine ulaşan grup “Allahu Ekber” “Solculara, Alevilere Ölüm” sloganlar atarak, Kültür Merkezi’nden yeniden Hükümet Meydanı’na geldi. Hükümet Konağı’nı taşlamaya başlayan grup ardından Madımak Oteli civarına ulaşarak, slogan atmaya devam etti. Grubun sayısı akşam saatlerinde 20 bine yaklaşmıştı. Güruh önce otelin önündeki araçları ateşe verdi ve oteli taşladı; camları kırılan Madımak Oteli perdelerin ve alt katta bulunan eşyaların ateşe verilmesiyle yakıldı. Bütün bu olaylar saatlerce, hatta gün boyu sürdüğü hâlde, jandarmanın, şehirdeki alayın olaylara müdahale etmemesinin nedeni, kendisini ‘dindar’ olarak niteleyen saldırgan grupların vahşetine seyirci kalınması bugüne kadar aydınlanmış değildir. Otele sığınmış olan aydınlardan, aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekin’in de bulunduğu onlarca kişi yanarak veya dumandan boğularak yaşamını yitirdi. Aralarında Aziz Nesin’in de bulunduğu 51 kişi de olaylardan kendi olanaklarıyla ve ağır yaralarla kurtuldu. Başından yaralanan Aziz Nesin’i linç edilmekten araya giren polisler kurtardı. Yaralılar, polis arabalarıyla Tıp Fakültesi Hastanesi’ne götürüldü. Olaylar sonucunda 33 konuk, 2 otel görevlisi (ile 2 saldırgan) yaşamını yitirdi. Sivas deyince neleri hatırlatmalı? “Olay münferittir. Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş. Olayları çok yakından izledim. Güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır. Ortada, halkla halkın çatışması yoktur. Halkla güvenlik güçlerinin çatışması yoktur. Karşılıklı gruplar arasında çatışma yoktur. Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı vardır” diyen Süleyman Demirel mi? “Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir” şeklinde buyuran Tansu Çiller mi? “Aziz Nesin’in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir” açıklamasını yapan İçişleri Bakanı mı? Yoksa “Olaylara geç müdahale edilmesinde Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Çiller ve Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in de benim kadar sorumluluğu var” demekle yetinen Erdal İnönü mü? Bir şey daha: İçişleri Bakanlığı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’na, 2 Temmuz 1993’te ikisi gösterici olmak üzere 37 kişinin hayatını kaybettiği ‘Sivas Katliamı’na ilişkin bugüne kadar gün yüzüne çıkmayan fotoğraflar gönderdi. Olaylar sırasında çekilen video kaydından elde edilen fotoğraflarda, elinde benzin bidonu olduğu tahmin edilen göstericiler dikkat çekiyor. Tüm bunların ardındaki lanetli gerçek Türk-İslâm-Sünni patentli sınıfsal zorbalık ve resmî ideolojinin “3K (Kızılbaş-Kürt-Komünist) düşmanlığı”ydı ve bunlar da “derin (denilen) devlet”in “sır” olmayan gerçeğine mündemiçti! “DERİN (DENİLEN) DEVLET”: “SIR” DEĞİL! Varsın Başbakan Erdoğan, “Ne Uludere’deki 34 vatandaşımızın, ne de Dink’in davası, hiç kimsenin endişesi olmasın, geçmişte olduğu gibi, Ankara’nın derin dehlizlerinde kaybolmaz, kaybolamaz,” diyerek üçü beşten atsın… Coğrafyamızda el sürülemeyen, “derin (denilen) devlet” gerçeği yapısaldır. Kökeni İttihat ve Terakki Partisi’nin Teşkilât-ı Mahsusa örgütüne kadar giden MİT’in tarihi aynı zamanda Kemalist iktidarların keyfi uygulamalarının tarihidir.[4] İttihatçı gelenekte etnik, kültürel, dinsel vb. muhalif hareketlerle mücadele edilmesi için istihbarat ve gizli örgütlenmeye özel bir önem verilmiştir. “Derin (denilen) devlet”, “sivil toplumcu”lara göre demokrasilerde bulunmaması gereken, ama her (sınıflı-sömürücü) devlette duruma göre az ya da çok var olan bir gerçektir; bazen faşizmdir; bazen başka bir şey ama nihayetinde evrenseldir… Yani devletin “derin”i, “sığ”ı olsun; o bir bütündü; öyle bir bütündü ki gerektiğinde tüm devlet baştan aşağı “derin (denilen) devlet” olurdu, kimse hesap soramazdı. Esas olan “hikmet-i hükümet/ raison d’etat” idi ve o her şeyi kapsardı… Catherine Baker’in, “İnsanlara susmayı öğretmek için okullar, itaati öğretmek için kışlalar, ölmeyi öğretmek için hapishane açılmalıdır,”[5] formülünde özetlenen söz konusu olgunun en çarpıcı örneği, Hrant Dink’in katlidir. Hrant’ın öldürüleceğini herkes biliyordu. Cinayet de herkesin gözü önünde işlendi… Hrant Dink’in katli böyle bir “derin (denilen) devlet”in işiydi… Tarihsel kökleriyle “Türk”, emperyalist gericilik açısından “made in USA” patentli “derin (denilen) devlet”in Türkiye bağlamlı kontrgerilla örgütlenmesi/ faaliyetleri 1971’lerde “şaha kalktı”! Bunun nedeni SSCB ve sosyalist sistemin varlığına yönelik bir “tehdit” olarak algılayan Batı kapitalizminin 1960-70 döneminde NATO, İkili Anlaşmalar ve askeri üsler aracılığıyla Türkiye’yi bir “ileri karakol”a dönüştürmesidir. Ne var ki, tarihe baktığımızda, Türkiye istihbaratının Amerika ile bağlantısının hep var olduğunu görmekteyiz. Örneğin, MİT eski Başkanları’ndan Fuat Doğu’nun CIA’dan para aldığına, NATO gizli ordularının kurulmasında etkin rol üstlenen Nazi suçlusu General Gehlen’in öğrencisi olduğuna ilişkin ciddi iddialar bulunmaktadır. Birçok kaynakta, Türkiye’de ilk Gladyo (Kontrgerilla) şubesinin NATO üyeliğiyle eşzamanlı olarak 4 Nisan 1952’de açıldığı ve Alparslan Türkeş’in de katkılarıyla gizli ordunun kurulduğu belirtilmektedir. 1952’de Türkiye’de 320’si Dışişleri Bakanlığında, 144’ü Güvenlik Teşkilâtında, 42’si Ticaret bakanlığında 507 Amerikalının çalışmakta olduğunu anımsayalım. 1953’de kurulan ve Ankara Bahçeli Jussmatt (Amerikan askeri yardım heyeti) binasında faaliyet gösteren kontrgerilla karargâhının adı Seferberlik Tetkik Kuruluydu ve kuruluş amacı, düşman kuvvetlerinin saldırısı ve yurdun bazı bölümlerini ele geçirmeleri hâlinde düşman kuvvetlerine karşı gayri nizami savaşa girecek mukavemet grupları örgütlemekti. “Düşman”ın kim olduğu belliydi. Sistemi tehdit edenler ve özellikle sosyalistler ve komünistler baş düşmandı. Sözü edilen birliklerin eğitilmesi için Amerika’dan hocalar getirildi ve ABD’ye de subaylar yollandı. 1965’de Seferberlik Tetkik Kurulu yeniden yapılandırıldı ve adı Özel Harp Dairesi olarak değişti. 1990’larda ise örgüt karşımıza Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK) olarak çıktı. Söz konusu örgütlenmeler, NATO Anlaşmasının gizli maddesi gereği, doğrudan NATO’ya bağlıdırlar. Sadece savaşta değil barışta da komünistlere ve “sol” tehdide karşı iç politikada da kullanılmışlardır. Yine diğer ülkelerde olduğu gibi, örgütte sivil unsurlar da yer almaktadır. Türkiye gladyosunun 1960-80 döneminde ağırlıklı olarak ülkücü ya da bozkurtlar denilen faşist gruplardan oluştuğu, yine diğer faşist kurumlar ve mafya gruplarından da destek aldığı bilinmektedir. Uğur Mumcu “Eşkıyanın kökü dışarıdadır” başlıklı yazısında ‘Bu silahlı örgüt çalışma alanı olarak seçtiği ülkelerde adlarının başına ‘milliyetçi’ sözcüğü eklenen sağcı saldırgan gençlik örgütleriyle işbirliği yapar’ demektedir. Türkiye’deki kontrgerilla faaliyetlerine ilişkin ilk büyük itiraf Özel Harp Dairesi Başkanlığı da yapmış olan Sabri Yirmibeşoğlu’dan gelmişti. Hatırlanacağı üzere Yirmibeşoğlu, 1955’de Menderes hükümeti döneminde gerçekleşen 6-7 Eylül olayları öncesinde Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalanmasını “ÖHD’nin düzenlediği mükemmel bir operasyon” olarak nitelemişti. ABD’nin Türkiye hükümetinin talebi hâlinde ülkeye silahlı müdahalede bulunmasını olanaklı kılan 1959 ikili askeri anlaşmasının içeriğinde, CIA ve Menderes hükümeti arasında yapılan ve Türkiye’deki gizli ordunun yurt içi görevlerinin tanımlandığı, gizli askerlerin rejime karşı iç ayaklanma durumunda da harekete geçirileceğinin belirtildiği bir bölüm bulunmaktadır. 12 Mart askeri cuntası döneminde örgüt bir bakıma kendini afişe etmiştir. İstanbul, Ankara ve Türkiye’nin birçok bölgesindeki işkence karargâhlarında insanlara kontrgerilla denilen örgütün elinde bulundukları, Türk yasalarının bu mahallerde geçerli olmadığı söylenmekteydi.[6] Söz konusu gerçek, süreç içinde 12 Eylül ve Kürtlere karşı “kirli savaş”la dallanıp, budaklandı… Bu “realite” konusunda Ocak 1978’de, Ankara Cumhuriyet Savcı Yardımcısı Doğan Öz, soruşturduğu bazı olaylarda “kontrgerilla”nın izini bulmuştu. İlk kez bir savcı, örgütün adını vererek bir hazırlık raporu yazdı: “Şiddet olayları, ‘anarşik eylemler’ diye nitelendirilecek kadar basit değildir. Amaç, demokrasi umudunu yok etmek, faşist düzeni yürürlüğe koymaktır. Bu sonuca ulaşmada CIA, Kontrgerilla gibi gizli örgütlerin yönlendirmesi vardır. Bunlar, devlet aygıtını geniş ölçüde kendi amaçlarına uygun şekle dönüştürerek, demokrasi düşmanı akımları iktidar yapmayı öngörmüşlerdir” dedi ve adres verdi: “Kontrgerilla, Genelkurmay Harp Dairesi’ne bağlıdır. Sivil güvenlik güçleri içinde de MİT elemanları ve 1. Şube görevlileri kullanılmaktadır. Bu çalışmalar, MHP ve kadrolarınca yönetilmektedir.” 24 Mart 1978: Rapordan 2 ay sonra Savcı Öz, Ankara’da öldürüldü. Sonra seri “faili (belli) meçhul”ler devreye sokuldu. Bunların tümünün faili Maraş, Çorum, Sivas ve Gazi Mahallesi gibi “derin (denilen) devlet”ti… Hızla birkaç örneği sıralayayım: i) DEP Milletvekili Mehmet Sincar’ın yanı sıra, 7 yaşındaki Bahar Demir in katledilmesi de faili meçhul olarak kaldı. Batman Barosu tarafından bir yıl önce kurulan ‘Faili Meçhul Cinayetler ve Kayıpları Araştırma Komisyonu’nun 700 dosya inceleyerek hazırladığı kitapta 14’ü çocuk, 15’i kadın toplam 513 faili meçhul cinayet dosyası yer alıyor. Batman’da faili meçhul cinayetlerin en çok 90’lı yıllarda işlendiği göze çarpıyor. 1992’de 86, 1993’te 153, 1994’te ise 193 olmak üzere 90’lı yıllarda işlenen toplam cinayet sayısı 432… ii) JİTEM davasında tanık olarak dinlenen Emrah Özdemir, Musa Anter’in ölüm emrinin de JİTEM’in kurucusu Arif Doğan tarafından verildiğini açıkladı… iii) Mehmet Eymür Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın MİT ve JİTEM’e çalıştığını söylemişti. Savcılığın konuya ilişkin yazısına yanıt veren MİT, resmi elemanı olmadığını ileri sürdüğü Yeşil’i 4 ayrı operasyonda kullandığını belirtti… iv) Eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, “Akın Birdal’ı MİT vurdu,” dedi… v) İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen Ergenekon davasında Şile kazılarına ilişkin dosyanın sanıklarından TİKKO itirafçısı Ulaş Özel ifadesinde, “Önce örgüt bizi kullandı. Teslim olduk ve devlete sığındık. Devlet için öldürmüşüz, vurmuşuz, kırmışız” dedi… vi) Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesince “Suç işlemek amacıyla kurulan silahlı suç örgütünün faaliyeti çerçevesinde tasarlayarak kasten birden fazla adam öldürme” suçundan tutuklanan eski Özel Harekât Polisi Ayhan Çarkın, Mecit Baskın, Avukat Faik Candan ve Avukat Yusuf Ekinci cinayetleri konusunda “somut bilgiye” sahip olduğunu ve bu cinayetlerin Milli Güvenlik Kurulu ile devletin bilgisiyle gerçekleştiğinin kendisine söylendiğini ifade etti… Çarkın’ların içinde yer aldığı çarkın o zamanlarki adı “Susurluk”tu; kara kutusu da “1000 operasyon yaptık… Devlet işinde olur böyle şeyler…” diyen Mehmet Ağar’dı… Eski Susurluk Araştırma Komisyonu üyesi ve eski Kültür Bakanı Fikri Sağlar’ın, “Susurluk olayının kilit ismi” diye nitelediği Mehmet Ağar için “çete lideri” diyen mahkemenin kararına göre, Ağar ekibine “Bizim tosunlar bana sormadan bir şey yapmaz” diyecek kadar güveniyormuş! İş bunlarla sınırlı değil; daha da fazlası! MİT’in, Meclis komisyonuna gönderdiği raporda, eski İçişleri Bakanı Ağar’ın Güneydoğu’daki uyuşturucu çarkının dönmesinde önemli rol aldığı belirtildi[7] ki, Gazi Mahallesi katliamı da onun bilgisi dahilindeydi!
ALEVİLERİN HÂLİ Başbakan Erdoğan’ın ucuz demogojilerini bir kenara bırakırsak; Aleviler coğrafyamızın süreğen baskı altında tutulan ötekileştirilmiş mazlumlarıdır… ‘Alevilik’ raporuna göre, 80 yılda her 2 Alevi’den 1’inin asimile olduğu Türkiye’de nüfusunun yüzde 15’i Alevilerden oluşurken; yaşadıkları eşitsizlik ve ayrımcılık, Avrupa Komisyonu’nun ‘2012 Türkiye İlerleme Raporu’nda madde madde sıralandı. Kaldı ki bu yeni bir şey değildir; ayrımcılığın köklü bir tarihi vardır. Osmanlı Tarihi, Torlak Kemal, (1420), Şeyh Bedrettin (1421), Karabıyıkoğlu Hasan (1511), Baba Nurali (1512), Bozoğlu Şeyh Celal (1519), Baba Zünnun (1527), Kalender (1527) gibi pek çok dini ayaklanmayla doludur. 1420’den 1527’ye kadar aşağı yukarı bir asır süren dini ayaklanmaların hemen hepsinde Rafızilik damgası vardır.[8] Osmanlı döneminde Kızılbaş katliam(lar)ı İkinci Murat’ın Amasya, Tokat Çorum’da 1427’de gerçekleştirdiği kırımlar… Yavuz Sultan Selim dönemini “katliamlar dönemi” olarak anan Aleviler, en büyük darbeyi 1514 Çaldıran savaşı öncesi 40 bin Alevi’nin kılıçtan geçirilmesiyle yaşıyor. Kanuni Sultan Süleyman dönemi Şeyhülislâmı Ebusuud Efendi’nin verdiği fetvalar, Alevilerin kamusal yaşamda ve gündelik hayatta ayrımcılıkların resmen ilanı kabul ediliyor. Kanuni Sultan Süleyman’ın İbrahim Paşa (Pargalı) eliyle Süklün Koca, Baba Zinnun ve Kalender Çelebi ayaklanmalarını bastırırken devreye soktuğu toplu kırımlar… 1545-1574 kesitinde İskipli Ebussuud Efendi’nin Kızılbaş katliam(lar)ı… 1570-1574-1583 döneminde Amasya-Merzifon dolaylarındaki Kızılbaş katliamları… 1606 ve sonrasında Kuyucu Murat Paşa’nın kırımı… 1656-1661 Celali isyanları ile devreye giren katliamlar… Vd’leri, vb’leri… Yeniçeriliğin, 1826 yılında, II. Mahmut tarafından ortadan kaldırılması sırasında Alevi Bektaşi dergâhlarının yasaklanarak, bazılarına Nakşibendi şeyhlerinin atanmasıyla ciddi sıkıntılar yaşar. Osmanlı tarihi bir yerde, Alevilerin katliamları tarihidir de! Mesela resmî anlayışın ve birçok çevrenin “Muhteşem” ilan ettiği Kanuni Sultan Süleyman dönemi, Aleviler açısından “Yavuzdan da zalim” olarak anılır. Kanuni Süleyman’a ‘Kanuni’ adını veren, Alevileri “Katli vacip” olarak gören Şeyhülislâm Ebusuud Efendi’dir.[9]
ŞEYHÜLİSLÂM EBUSSUUD EFENDİ FASLI VE SONRASI! Kızılbaşlar’ın katline yönelik fetvaları ile tanıdığımız Mehmet Ebussuud Efendi önde gelen Osmanlı Şeyhülislâmlarından biridir. 1490’da İskilip’te doğmuş, 23 Ağustos 1574’te İstanbul’da ölmüştür. Ekim 1545’te Meşihat makamına oturan Ebussuud Efendi ölünceye kadar bu görevde kalmıştır. Ebussuud Efendi’nin gerek fetvaları gerekse açıkladığı görüşlerinde şeriatın, resmi anlayışın dışındaki inanç ve düşüncelere karşı derin bir husumetin varlığı görülür. Şeyhülislâm Ebussuud, tutumu ve fetvaları ile tartışmasız bir engizisyon yargıcıdır. Şeriat adına insanların canlarını almakta bir an dahi tereddüt etmez. “Bir konu eğer şeriata uymuyorsa o şey küfür ve dinsizliktir. Gereğini yapmak lazımdır.” Ebussuud için insanların katline binbir gerekçe bulmak hiç de zor değildir. Ramazan’da oruç tutmamak, namaz kılmamak, Yezid’e lanet etmek, Yunus’tan deyişler okumak ve daha ne sudan sebepler… İşte Ebussuud Efendi’nin meseleleri hâlletme yöntemlerinden örnekler: “MESELE: Kızılbaş topluluğunun şeriat kuralları uyarınca toplu olarak katledilmeleri helâl olup, katil eden gâzî ve bu sırada Kızılbaşlar tarafından öldürülenler şehid olurlar mı? ELCEVAP: Kızılbaşlar’ın topluca öldürülmeleri helal olup, bu din uğruna yapılan büyük savaştır. Bu savaşta ölmek de şehitliğin en ulusudur. MESELE: Kızılbaşların topluca katledilmeleri helal ise bu yalnızca onların İslâm sultanına düşmanlık besleyip ileri giderek İslâm askerine kılıç çektiği için midir yoksa başka nedeni de var mıdır? ELCEVAP: Vardır, Kızılbaşlar hem ileri gidip başkaldırmışlardır, hem de kâfirdirler… MESELE: Nahcivan seferinde tutulan Kızılbaş evladı kul olur mu? EL CEVAP: Olmaz. MESELE: Padişah emriyle Kızılbaş topluluğu kılıçtan geçirilip, büyük küçük esir alınanlardan bazıları Ermeni olduklarını söylerlerse bu durumda katledilmekten kurtulabilirler mi? EL CEVAP: Kurtulabilirler. Eğer Ermeniler Kızılbaş askeri ile birleşerek İslâm askerleri üzerine gelip çarpışmamışlarsa şeriat hükümleri uyarınca tutsak edilmezler… MESELE: İmamı Azam’ın Kızılbaş sapkınları ile daha savaşa tutuşulmadan onların esir alınabilecekleri görüşünde olduğu söylenir. Buna göre; Kızılbaş kadınlarını esir alıp birleşmekle İslâm askerlerine güç ve kuvvet geliyor, din düşmanları ise güçsüz düşüp aşağılanıyorsa bu görüşe dayanarak hareket etmek şeriat kurallarına uygun olur mu? EL CEVAP: Olur.” (Şeyhülislâm Ebussuud’un yukarıdaki fetvaları son derece dikkate değer. Fetva açıkça İslâm askerlerinin din adına Kızılbaş kadınlarına “tecavüzüne” olur vermektedir. Fetvaya göre Kızılbaş kadınlarının “ırzına geçmek” İslâm askerlerine güç ve kuvvet verir(!) Böylece tecavüze uğrayan Kızılbaşlar da aşağılanmış olacaktır. Irza geçmeyi, tecavüzü mübah gören bir ahlâk ve bundan İslâm için hayırlı sonuçlar çıkaran bir Şeyhülislâm. Kızılbaşlar Ebussuud’a göre her türlü eziyete, zulme layıktır)… “MESELE: Bir kişi namazı inkâr edip ‘namaz gerekmez’ dese ona ne yapmak gerekir? EL CEVAP: Katli gerekir. MESELE: Bir topluluk namaz kılmayıp, Ramazan orucunun farz olduğunu inkâr edip, Ramazan ayı geldiğinde oruç tutmayıp kendilerine bunun nedeni sorulduğunda ‘biz yoksul insanlarız, bize beş altı gün tutmak yeter’ deseler ve yine ‘şarabın yapıldığı üzüm bağına bakan bizleriz, kendi elimiz emeğimizdir o yüzden bize helaldir’ deseler ve kadınları ile birlikte şarap içseler ve yine kâfirlerin belli kutsal günleri geldiğinde o güne kâfirler gibi uyup saygı gösterseler ve bunun gibi nice şeriata aykırı davranışları olsa şeriata göre bu tür topluluğa ve bunları Müslüman görüp söz ve davranışlarına istekle katılanlara ne yapmak gerekir? EL CEVAP: Kâfirdirler, ortadan kaldırılmaları gerekir… MESELE: Bir kişi şarap içerken ‘bu şarap hoş, güzel bir nesnedir, bunu içmeyenlerin ağzını, avradını filanlayıp’ diyerek sövüp saysa bir diğer kişi de onaylayıp ‘iyi dersin dese’ ne yapmak gerekir? EL CEVAP: İkisi birlikte kâfirdir, öldürülmeleri gerekir.”[10] Şeyhülislâm Ebusuud Efendi’nin fetvaları geçmişte kalmadı. Aleviler, o gün bugündür, gündelik hayatta ayrımcılığa ve eşitsizliğe maruz kalıyor. Kimliklerine duyulan rahatsızlık açıkça ifade edilemediği için çeşitli bahanelerle işe girişleri ve terfileri engelleniyor hatta işlerinden oluyorlar. Birçok Alevi çalıştıkları alanlarda kimliklerini gizliyor veya varlıkları yok sayılıyor. Aleviler uğradıkları şiddeti ve ayrımcılığı Kerbela’ya dayandırıyor. “Katliamlar dönemi” olarak anılan Osmanlı’dan sonra Cumhuriyet döneminde de başta Dersim, Sivas, Maraş ve Çorum katliamlarında pek çok Alevi katledildi veya zorunlu göçe tabi tutuldu. Dersim, Cumhuriyet döneminin ilk büyük Alevi katliamı. Devlet 1935’te çıkardığı Tunceli Kanunu ile Dersim’in ismini değiştirdi ve 4. Umum Müfettişi olarak özel görevle atanan vali-komutana da sınırsız yetkiler verdi. Direnen halka 1937-1938 yıllarında uyguladığı katliamla resmi rakamlara göre 13 binden fazla; Dersimlilere göre onbinlerce yurttaşın ölmesine ve on binlercesinin zorunlu göçe tabi tutulmasına neden oldu. Cumhuriyet boyunca devlet tarafından Alevi-Bektaşilerin varlıklarının ve haklarının inkâr edilmesine, çoğunluk tarafından yaşamın her alanında kendilerine karşı ayrımcılık ve inançlarını gizli yaşama mahkûmiyeti eşlik etti. 1980 darbesine hazırlık sürecinde kontrgerillalarca tetiklenen ve kolluk kuvvetlerince göz yumulan Sivas, Maraş ve Çorum katliamları da, Alevi mahallelerinde gerçekleştirilen saldırılarda Alevi yurttaşların hayatlarını kaybetmesi ve zorunlu göçle sonuçlandı. 1980 darbesinden sonra Alevilere yönelik Sivas katliamı yaşandı. 1993’de Sivas’taki Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında bir güruhun, katılımcıların bulunduğu Madımak Oteli’ne saldırarak oteli yakması sonucu 33 katılımcı, 2 otel görevlisi ve 2 saldırgan öldü. Olayın azmettiricileri tümüyle ortaya çıkarılmadığı gibi, tutuklu birçok kişi zaman aşımından serbest bırakıldı. Sivas katliamı ve ardından 1995’te yaşanan İstanbul Gazi Mahallesi katliamı Türkiye’yi laik anti-laik kutuplaşmasına çekme açısından önemli olduğu kadar 28 Şubat 1997 sürecinin de yolunu döşeyen olaylar arasındadır. ARDI ARKASI KESİLMEYEN SALDIRILAR Ancak olup da bitmeyen bunlarla da sınırlı değildir, saldırılar sistematik özellikler taşır; bunlardan kimilerini sıralarsak: i) TRT’de yayımlanan ‘Açı’ haber programında konuşan 18 Mart Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sedat Laçiner, “İnsanın Şii olması Hıristiyan olmasından kötü. Çünkü Hıristiyan nihayetinde ehli kitaptır. Üç dinden bir tanesidir. Allah onu selamete de erdirebilir. Belki cennete de koyabilir. Şii’de, Alevi’de sapkınlık var, onda dini bozmaya çalışmak var. Şiiler ve Aleviler cennete gidemez,” dedi… ii) Malatya’nın Doğanşehir ilçesine bağlı Sürgü beldesinde Alevi bir vatandaş ile ramazan davulcusu arasında yaşanan tartışma Alevi yurttaşlara yönelik linç girişimine döndü. Davulcuyla tartışan Alevi yurttaşın evinin camı kırılarak ahırı ateşe verildi. Alevi yurttaşların evlerine saldıran grubu jandarma havaya ateş açarak dağıttı… iii) İstanbul, Sivas ve İzmir’den geldiği belirtilen sarıklı ve cüppeli kişilerin Manisa’da Alevi ailelerin yaşadığı evlerin kapılarını çalarak “İslâmiyete ve camiye” davet etmeleri, Alevileri tedirgin etti. Şikâyetler üzerine Manisa Emniyet Müdürlüğü Alevilerin yaşadığı evlerin kapısını çalan sarıklı, sakallı ve cüppeli kişilerin “iyi niyetli” olduğunu belirtti… iv) Beyoğlu’na bağlı Okmeydanı semtinde, 11 Alevi evi iki kişi tarafından işaretlendi… v) Balıkesir’in Altınoluk ilçesindeki Hedef Sitesi’nde 3 Ağustos 2012 gecesi Alevi ailelere ait 7 ev kimliği belirsiz kişilerce işaretlendi. Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı (HBVAKV) Yönetim Kurulu üyesi Vedat Kara, “Alevilere yönelik girişimlerin sıradan olaylar gibi gösterilmeye çalışıldığını belirterek “Saldırılarda siyasilerce yaratılan nefret dili bunda etkili oluyor,” dedi… vi) Yargıtay’ın cemevleri konusunda verdiği karar, Alevilere yönelik olumsuz uygulamaların yeni bir örneği oldu. Yargıtay’dan önce Danıştay da zorunlu din dersinden muaf tutulmak isteyen öğrencinin talebini geri çevirdi. TBMM Başkanı Cemil Çiçek ise CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün Meclis’te cemevi açılması talebine olumsuz yanıt verdi… vii) Irkçı içeriğiyle dikkat çeken bir internet sitesi Alevi örgütlerinin önde gelen isimlerini “Alevilik Maskelilerin Listesi” adı altında fişledi. Irkçı listede Pir Sultan Abdal Derneği, Hacı Bektaşı Veli Kültür ve Tanıtma Derneği, Alevi Derneği, Cem Vakfı, Alevi Kültür Derneği gibi kamuoyumun yakından tanığı derneklere üye pek çok Alevi liderinin ismi yer alıyor. 175 Alevi liderinin isimlerinin yer aldığı listede, Pir Sultan Kültür Derneği üyesi Turan Eser, Hacı Bektaşı Veli Kültür ve Tanıtma Derneği üyesi Halil Gümüşsoy, Alevi Kültür Dernekleri üyesi Nevzat Ağrı, Cem Vakfı üyesi Etem Uğurlu gibi kamuoyunun yakından tanığı isimlerin aslen Ermeni oldukları iddia ediliyor… x) Maraş Katliamı’nı anmak isteyen grupların K. Maraş’a girmesine 2012 yılında da izin verilmedi… Alevi sorununun bugünü gibi geçmişini de unutmamak çok önemlidir. Çünkü konuştuğumuz mesele yüzleşilememiş bir egemen şiddet tarihidir ve ondan öğrenilip, dersler çıkarılmalıdır. GAZİ MAHALLESİ MÜCADELESİNİN ÖĞRETTİĞİ Gazi Mahallesi direnişi, toplumsal mücadele açısından öğretici bir örnektir.[11] Bir amaca ulaşmak uğruna çaba/ emek verilen sürece “mücadele” denirken; mücadele(ler), hayatımızda tam olarak gerek duyduğumuz şey(ler)dir. Mücadele yaşama, şartlarına, gündelik olaylarına karşı gösterilen dirençtir. Mücadele, engellere karşı direnebildiğimiz, içimizde yaşattığımız ütopyaları gerçekleştirebildiğimiz kadardır; vardır; olabilir. Karşı çıkmak, ayak diremek, anaakımın önünde dik durup/ diklenmek, iktidara meydan okumak ve yeni bir dünya için çaba sarfetmektir; pes etmemektir. Bu bağlamda kuramla eylemin birliğini hayata geçiren Gazi praksisi hepimize; şartların tutsağı olmamak için, yaşam koşullarını değiştirme çabalarının tümünü kapsayan kolektif iradenin “Nasıl” ve “Niçin”ini anlatır… Yani Gazi örneği söz ile eylemin bütünselliğidir; dönüştürme eylemidir. Düşünce ya da kuram; eylemin, pratiğin sonucudur, eylemden doğar, eylem tarafından geliştirilir ve dönüştürülür ki, Karl Marx da bunun için “Filozoflar dünyayı yorumlamakla yetindiler. Aslolan dünyayı değiştirmektir,” demiştir. Bunun için eylem gerekir. Tazeleyen/ çoğaltan eylem, eylemek işidir; fiilidir. Eylem, insan(lık)ın en büyük tutamağıdır. Eylem insan(lık)ı eyleyendir. Çünkü hareketi besleyen eylem insan olma ve kalma hâlidir. Bu bağlamda “hareket = eylem+hâl+oluş+davranış”ken; hareket engellenemeyendir. Tıpkı Edip Cansever’in, “kiraz ağacı,/ her yaz kirazlana durur/ bıkmadan”; ya da Cahit Sıtkı Tarancı’nın, “müzeden hoşlanmam,/ mezarlıkta işim olmaz,/ çarşı pazar dururken,/ nerde hareket ben orda./ yolda olmalıyım yolda!/ yeni bir zafer attığım her adım./ vapur mu tren mi kalkmalı/ ben biner binmez./ es rüzgâr es!/ dönsün yeldeğirmeni!/ yelken rüzgârda yelken olur;/ bahar gelse gelse rüzgârla gelir,” dizelerindeki üzere… Kolay mı? Varlıklar ilgili bir hâl olan hareket hep varken; hareketin nedeni olumlu sebeplermiş gibi görünse de asıl hareketi başlatan olumsuz durumlardır. Toplumsal formasyonlarda ezenlerin muktedirlere karşı konumlanış ve mücadele hâli olan hareket; iktidar ya da iktidar ilişkisinin dayattığı emretme ve itaate karşı devrimci praksisi devreye sokarken; baskı ile çatışmayı “olmazsa olmaz” kılar. Çatışma, “Biz” ve “Onlar”ı yaratırken; birilerini kontrol altında tutmak, istediğini yaptırmak amacıyla zorbalık uygulanırken; Steinbeck’in ifadesiyle, “Baskı, ancak baskı altındakileri güçlendirir ve birbirine bağlar” İşte bu yüzdendir ki baskı kısa vadede başarılı olsa da uzun zamanda ters teper. Kişiler baskıya yöneldikçe, bütün emeklerini bu baskıyı oluşturmak için kullandıkça hem diğer sorumluluklarından geri kalır hem de baskıya karşı çıkmanın nedenlerini ortadan kaldırmak yerine sadece başkaldırıyı yok etmek için daha fazla baskıya yönelmenin kapısını aralarlar. Ancak bu kendiliğinden olmaz; değiştirici pratiği gerekli kılar. Çünkü pratik; eylemsel, harekete dayalı, teoriğin uygulaması, yani teorilerinin sağlamasıdır; gerçekleştirme işidir. Yani Gülten Akın’ın, “attığım adım yanlış mıydı/ durduğum yerden biliyorum,” dizelerindeki üzere teori söyler pratik de yazar/ yaratır… Bu da değişmeyen tek şeyin değişim olduğunun altını çizen değiştirme eyleminin; ya da sınıf mücadelelerinin; en genel hâliyle sömürenle sömürülen arasındaki mücadelenin bizatihi kendisidir. Unutulmamalıdır ki toplumsal sınıflar var oldukça tarihin akışına yön verecek sınıf savaşımı, politik ekonomik süreçleri iki basit epistemolojik temel (“ilişki” ve “yapı”) üzerine inşa eden kavramsal çerçeve üzerinden yükselirken; eşitsizlik ve adaletsizlikleri, onları ortadan kaldırabilmek için ifşa eder… Buraya kadar işaret ettiklerim bağlamında Gazi Mahallesi direnişi sınıfsal bir gerçekliğe tekabül ederken; öte yandan da asimilasyon ve ötekileştirilme karşısındaki kimlik direncinin ne olduğunu ortaya koyar. Ait olduğu bütünü görememe ve bunun üzerinden düşman(lık) üretme anlamında ötekileştirme, çoğullukla birlikte; farklılığın; yani benzer olmamanın, başkalık hâlinin reddidir… Çoğul çeşitlik doğası gereği bir meydan okuyuşken; benzer hâle getirmeyi, kendine benzetmeyi, kendine uydurmayı, özümlemeyi hedefleyen bir bastırmadır ötekileştirme! Her “ötekileştirme”, ötekileştirilenin hedef tahtasındaki kimliğini bir direniş hattına tahvil eder. Çünkü “kimlik”, kendini ifade etme aracıdır. “Kimlik”, kim sorusuna verilen yanıttır. Düşman eksikliğinde anlamsızlaşandır. Özneler arası etkileşim sürecinde sürekli olarak inşa edilir, oluş hâlindedir. Bazı kimliklerimiz tamamen elimizde olmadan bize verilmiş iken, bazılarını kendi özgür irademize dayanarak seçeriz. Verili bir yapı olmayan, tarihsel olarak inşa edilen, sürekli olarak yenilenen olumsal bir inşadır/ kategoridir kimlik. Amin Maalouf’un ‘Ölümcül Kimlikler’ kitabında dediği gibi, “Bir insanın kimliği, başına buyruk aidiyetlerin birbirine eklenmeleri demek değildir, kimlik bir yamalı bohça değildir, gergin bir tuval üzerine çizilen bir desendir; tek bir aidiyete dokunulmaya görsün, sarsılan bütün bir kişilik olacaktır.” Maalouf şöyle devam eder: “Zaten çoğu zaman kendinizi en fazla saldırıya uğrayan aidiyetinizle tanımlamaya eğilimlisinizdir; kimi zaman bu aidiyetinizi savunacak gücü kendinizde bulamadığınızda onu gizlersiniz, bu durumda o sizin içinizin derinliklerinde kalır, gölgeye sinip ödeşme saatini bekler; ama ister sahip çıkılsın ister izlensin, ister fazla açık etmeden ya da gürültüyle ilan edilsin, kendinizi özdeşleştirdiğiniz kimlik odur.”[12] Özetle, tarihi süreç içerisinde kendisine mal edilenlerle “inşa edilir” ve kültürler/ diller gibi kimlikler de değişik kaynaklardan beslenir, tarihsel bir saflık/ homojenlik içermezler. Gazi direnişinde Alevi ve Kürt kimliği önemli bir rol oynayan politik aidiyetti… Kökeninde “güvenlik arayışı”, “sığınma” olan aidiyet(ler) toplumsal hayatın “gizli” dinamiklerindendir. Ayrıştırıcı olduğu gibi, birleştiricidir de. Birlik bir amaç için bir araya gelen, beraber olan kişiler(in), gruplar(ın) kolektivitesidir. Bir olmak, herkesin aynı olması; özgünlüklerin, fark(lık)ların reddi anlamına gelmezken; dayanışmanın da aslî güvencesini oluştururlar. Bir topluluğu oluşturanların duygu, düşünce, ortak çıkarlarda birbirlerine karşılıklı bağlanması; birbirlerine destek olmasına denk düşen dayanışma, çaresiz anlarda uzatılan bir el, söylenen iki kelimedir. Gazi Direnişi ile Terzi Fikri’nin Fatsa deneyimi arasında, yerel organların oluşması bağlamında önemli bir paralellik vardır. Her iki gerçeklikte mahalle hareketlenmesinden direniş komitelerine uzanan özgürlükçü radikal sosyalizmin yerel yönetim deneyimi/ alternatif iktidar arayışıdır; Can Yücel’in dizelerindeki üzere: “terzi fikri öyle bir giysi dikti ki fatsa’ya/ o gürcü öyle bir gürledi ki arkadaşlarıyla/ noktalar, noktalı virgüller, askeri operasyonlar/ kimseler çıkaramaz fatsa’nın sırtından!/ emek hakkının sımsıcak çıplaklığını…” Gazi Direnişi bölgeyi özerkleştirdi; “kendini gerçekleştirme”, “karşılıklı yardım”, “eylem”, “yasama ile yürütmenin iç içe geçmesi” bağlamında önemli adımlar attı; kolektivizmin örgütlenmesinin önünü açtı… Bu bir araya gelmiş insan(lar) topluluğunun devrimci komiteleşmesini; yönetim görevini yüklenmiş kimselerden oluşan konseylerin oluşmasını; söz, karar ve yetki sahibi olmaya dayanan ve asimetrik eşitsizlik ilişkilerine doğrudan alternatif mücadelelerini filizlendirdi… Hasılı hepimize/ herkese, “Bir toplum ne kadar özgür olursa güç kullanmak o kadar zorlaşır,” diye haykıran Noam Chomsky’nin saptamasını ve demokrasinin halkın mücadelesinin ürünü olduğunu, olabileceğini anımsattı, ucuz yanılsamalara inat… 1 Mart 2013 11:47:04, Ankara.
N O T L A R [1] Kaldıraç, No: 141, Mart 2013… 3 Mart 2013 tarihinde Gazi (İstanbul) Aka-Der’de “Öncesi ve sonrası ile Gazi Direnişi ve Toplumsal Mücadeleye Etkileri” başlıklı panelde yapılan konuşma… [2] Noam Chomsky. [3] H. Nedim Şahhüseyinoğlu, Yakın Tarihimizde Kitlesel Katliamlar, Berfin Yay., 2012. [4] Bu konuda bkz: Temel Demirer-Sibel Özbudun-Jean Claude Grimal-Guilemette de Véricourt, Mafya, Narkoekonomi ve Susurluk/ Şemdinli, Ütopya Yay., 2006… Temel Demirer, “Türküm, Doğruyum, Çalışkanım” mı Dediniz? Resmi İdeoloji, Devlet, Milliyetçilik, Ütopya Yay., 2012… Temel Demirer, Hrant’ın Katil(ler)i… Pêrî Yay., 2009… Temel Demirer, Milliyetçilik, Yurtseverlik ve Sol, Editör: Fikret Başkaya, Özgür Üniversite Kitaplığı: 65, Maki Yay., 2007… Temel Demirer-Sibel Özbudun, “Derin” Milliyetçiliğin Siyasal İktisadı, Ütopya Yay., 2006… [5] Catherine Baker, Zorunlu Eğitime Hayır, çev: Ayşegül Sönmezay, 3. Baskı, Ayrıntı Yay., 1995. [6] Serpil Güvenç, “NATO ve Türkiye - NATO İlişkileri -3”, Evrensel, 8 Mayıs 2012, s.8. [7] Arzu Yıldız, “Ağar’a Uyuşturucu Suçlaması”, Taraf, 11 Ocak 2013, s.13. [8] Yusuf Ziya Bahadınlı, Alevilik ve İslâm Fanatizmi, İnsancıl Yay., 2010. [9] Necdet Saraç, Alevilerin Siyasal Tarihî 1300-1971, Cem Yayınevi, 2011. [10] Ali Galip, “Kızılbaş Kadınlara Tecavüz Mubahtır - III”, Toplumsol, 15 Ağustos 2012. [11] Toplumsal mücadeleler için bkz: Temel Demirer-Vehbi Ali-İlker Belek-Eriş Bilaloğlu-Yücel Demirer-Saltuk Ertop-Orhan Gökdemir-Hüseyin Kayabekman-Arif Şair-Sacit Şen-Songül Türkmen, Toplumsal Dinamikler ve Örgütlenme Eksenleri, Sorun Yay., 1992… Temel Demirer, Sokak’takine Notlar, Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, 1997… Temel Demirer-Sibel Özbudun-Cahide Sarı-Özgür Orhangazi, “Yeni Düzen(sizlik)”den Başkaldırıya, Ütopya Yay., 2005… [12] Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler, çev: Aysel Bora, 34. baskı, YKY., 2012.
Yorumlar