“Aşklar usulca akıp giderdi Düşlerin yeni ülkelerine.”[1] Bencileyin, “Nerelere kaçıp kaybolayım?/ Dolduruyorsun âlemi,”[2] dediğid...
“Aşklar usulca akıp giderdi Düşlerin yeni ülkelerine.”[1]
Bencileyin, “Nerelere kaçıp kaybolayım?/ Dolduruyorsun âlemi,”[2] dediğidir aşk Marguerite Yourcenar’ın... Bunun içindir ki, hiç mi hiç kaale almam, “Aşk mı insanı budala yapıyor, yoksa yalnızca budalalar mı âşık oluyor?” sözünü Orhan Pamuk’un! Kimileri “Aşk bir hastalıktır; geçici bir deliliktir,” derler; “Aşk, köpekliktir” diye eklerler... Veya Chuck Palahniuk gibi, “Her aşk, bitki isimleriyle başlayıp, hayvan isimleriyle son bulur,” derler; ya da Denis Diderot’nun, “Aşk, akıllının aklını başından alır, akılsıza verirmiş”; Charles Bukowski’nin, “Aşk, pençesinden hiç kurtulamadığımız çok ciddi bir hastalıktır,” sözleriyle betimlemeye kalkışırlar! Aldırmayın onlara! Thedor W. Adorno’nun, “Sadece sevgiye tutunacak gücü olan yaşar… “Varolanın hakkını verebilen de sadece karasevdadır”; Sait Faik Abasıyanık’ın, “Her şey bir şeyi sevmekle başlar”; W. Goethe’nin, “Âşık olmadıktan sonra, kalbimiz ne işe yarar ki?” uyarılarına kulak verin! “Aşk yoktur” diye yırtına dursun kimileri, aşk vardır; hakikâttir; yaşamdır; yaşatandır...
* * * * *
“Aşk”, Kaf Dağı’nın ardında yaşayan Anka Kuşu’nun yuvasındaki “Felsefe Taşı”na insanların verdiği addır... Kökeni, Sümer dilindeki ‘İsk’tan gelen “aşk” kelimesinin karşılığı “sarmaşık”mış… Arapça’da ise “Âsekâ”dan gelen sözcüğün aslı; bir ağacı sarıp ve besinini ondan alan ve zaman içinde ağacı kurutup, öldüren sarmaşık imiş… Özetle sarmaşık nasıl bir ağaca sarılır sımsıkı, onunla bütünleşir, onun bir parçası olursa, aşka düşen insan da sevdiğine tutunurmuş sarmaşık gibi, sımsıkı. Ayrıca Arapça’ya dayanarak İbn Arabi’nin verdiği etimolojik tanıma göre aşk, gündüzsefası ya da çitsarmaşığı anlamına gelen “asakatü” kökünden türemiştir. Buradan kalkarak İbn Arabi, “Aşkın yüreği dıştan bütünüyle saran ince bir zar gibi” olduğunu söyler.
* * * * *
Çocuksu masumiyettir aşk; yani Leyla’nın, bir hayalin peşinden koşan, bir hayal için dövüşendir. Deli cesaretidir; sonunun ne olacağını bilmesen de; “son”unu göremesen de... Kolay mı? Deliye sormuşlar “Aşk nedir?” diye; yanıtı “Benim hâlim” olmuş… Bu nedenle de Ferhat’tır Şirin için dağları delen; Kerem’dir Aslı için yanmakta bir an dahi duraksamayan! Edip Cansever’in, “Bu aralar ellerim hep üşür benim. Doktor ‘kansızlık’ der, ben ‘sensizlik’ derim,” veya Epiktetos’un, “Hareket etmenin nedeni ‘istek’ ve ‘sevmektir’, bu ise düşünmektir. Aşk tutkudur. İyi ya da kötünün ne olduğunu fark edemeyen insan nasıl sevebilir,” saptamalarındaki aşk; isyancı bahardır; söz değil, eylemdir… İş bu nedenle “Aşık oldum,” demek herkesin harcı değildir. Aşk, devrime benzeyen, onunla türdeş bir çoğullaşmadır; kendisinden başka seçeneği olmayan, olamayandır. Evet aşk ve devrimin alternatifi yoktur; Ahmet Arif’in, “seni sevmek,/ felsefedir, kusursuz./ imandır, korkunç sabırlı,” dizelerindeki üzere… Aşk ve devrimin yokluğu, cehennemin öbür adıdır. Aşk ve devrimin ötesi, berisi, öncesi, sonrası yoktur; sonsuzluktur onlar. Aşk ve devrim yaratıcı bir yıkımdır. Aşkı tek başına tanımlamak, devrimden soyutlamak mümkün müdür? Elbette hayır! Aşk, plastik ya da yapay bir şey değildir; o devrim gibi hayatın varlık neden(ler)indendir. Aşk, en yalın insan(lık) hâlidir. Aşkın dili yaşamın ve devrimin dilidir. Aşk, “olağan” denilen tekdüzeliğe, “normal” denilen sıradanlığa başkaldırıdır; Ece Ayhan’ın, “Aşk örgütlenmektir, bir düşünün abiler!” dizelerindeki üzere. Aşk insan(lık)a özgü hissiyatların toplamının da ötesinde, görüp dokunmasa da hatırlayan, yaşayan, yaşatandır. Olabilecek en güzel şeyden daha güzeldir o. Başkasını, başkalarını düşünmemizi sağlayan aşk, yaşamın bir anlamı olması, yaşama bir anlam katılması hâlidir... Söylenmemiş sözlerin tümü, gidilmemiş yerlerin umutlu hayalidir. Acı verse de vazgeçmemek, direnmektir.
* * * * *
V. İ. Lenin’in, “Yöndeş damar devindiren sinirsel bir süreç” diye tanımladığı, damar gibi beyine, süreç gibi ömre malolan hâlet-i ruhiyedir; Nâzım Hikmet’in, “Gelsene dedi bana/ kalsana dedi bana/ gülsene dedi bana/ ölsene dedi bana/ geldim/ kaldım/ güldüm/ öldüm,” dizelerindeki “Aşkın sebebi yok zamanı vardır.”[3] Aşkın da, devrim gibi zamanı yoktur; o çıkar gelir Hızır gibi… Kalıplara, tanımlara, kurallara sığmaz aşk. Bunun için de “çılgınlık” dedikleridir… “Onların kendi hikâyeleri yok, onlar sadece seyirci dünyada. Aşksız, yaşsız, hasarsız bir diyarda,” vurgusuyla Sezen Aksu’nun eklediği kesinlikle: “Aslolan aşktır… “Aşka yalan dedirtmem… “İyi ki aşk var dünyada...” Evet, vazgeçemeyen bir kesinliktir aşk; tazeliğini, heyecanını ısrarla ve durmadan şiddetle hissedebilmek, yaşamaktır, tıpkı kesintisiz devrim gibi… Bu nedenle tükenmez, tüketilemez aşk ve devrim, “Bitti” denilen yerde ansızın yeniden kapıyı çalar. “Bitti” dense de, bitmeyen; bir kere yaşanmışsa izi asla silinmeyen; unutulmayan, bastırılamayandır. Evet, evet aşk ve devrim ölümsüzdür. Kolay mı? Aşk da, devrim gibi imkânsızlığı yerle yeksan edendir. Hayata dahil olmanın önünü açan, tamamlayan güçtür. Sevginin, inanmanın, güvenmenin, bağlanmanın; insan-dışılığa karşı açtığı meydan muharebesidir. İmkânsızın aşılmasına denk düşen aşk yüceltir, yüceltir, yüceltir; gerçekdışıdır, gerçeküstüdür; aşkta ikisinin ortası yoktur. Gerektiği yerde “Bizim aşkımız sonsuza dek yaşayacak, çünkü yarım kalacak,” diye haykırandır! Ya da hep çocuk olmak, çocuklaşmaktır aşk; “Anne bak kral çıplak” haykırışıyla…
* * * * *
“Neden aşık oluyoruz?” sorusunu, “Sıra dışı” olarak niteleyen Lucy Vincent’ın[4] uyarısının altını çizip, bir parantez açarak ekleyeyim: Kimilerinin, “bilim adına”(?!) “obsesif-kompülsif bozukluk” olarak tanımladığı aşk, düzenin “normalleri”yle tanımlanacak bir şey değildir! Emma Goldman’ın, “Kilise ve toplum öyle kabul etsin ya da etmesin, aşkla kutsanmamış, doğal olmayan bütün birliktelikler fahişeliktir”; Edward Murphy’nin, “Aşk, kalpte açılan bir deliktir”; Iris Murdoch’un, “Karşımızdakini tüketilemez biri olarak görmek aslında aşkın tanımlanmasıdır”; Mevlânâ’nın, “Rüzgâr ateş için neyse, ayrılık da aşk için odur: Küçük bir aşkı söndürür, büyük bir aşkı daha da güçlendirir”; W. Goethe’nin, “Ayrılık, aşk bağının yenilenmesi demektir”;[5] Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in, “Gerçek aşk; onunla birlikteyken bir bütün olmak değil, o yokken; ‘yarım kalabilmektir’… “Bir insanın sana neler verebileceği değil, senin için nelerden vazgeçeceği önemlidir”; Lev Tolstoy’un, “İnsan birini sevmiyorsa uyuyor demektir”; Halil Cibran’ın, “Aşkı konuşmak için dudaklarımı kutsanmış ateşle temizledim, ama hiçbir sözcük bulamadım,” saptamalarında altını çizdikleri üzere… Düzenin “normalleri”yle tanımlanması mümkün olmayan aşk, söz vermektir, sadakattir, ısrardır, vazgeçmemektir çünkü… Kalbimizin müseccel sabıkasıdır. Hayatta başımıza gelebilecek en güzel şeydir. Durmadan büyüyen aşk, mükemmel olanı fark etmektir. Mucizelere inanarak istenebilen, yaşanabilendir... Siyah beyaz bir dünyayı rengarenk görmektir. Hiç olmadığın kadar net olmaktır; bir telaştır aşk. Bir şey yapma değil bir şey olma hâlidir aşk. Eylerken olmak, oluşmaktır. Bunun için de özgürlüklerimizin kesiştiği yerdedir; gerçeğin peşine düştüğümüzde buluruz aşkı. Durmadan, ısrarla, yeniden, daha çok bağlanmaktır sımsıkı yaşama. Düş yarasıdır; imkânsızlıklara meydan okumadır. Gitmektir, özlemektir, ayrılıktır uçsuz bucaksız sessiz ve derinden. Baktığınız her yerde onu görmenizdir; buğulanmış cama ya da bir duvara adını yazmaktır. Bir yanıyla tragedyalarla kural tanımazlıkların ürünü olan aşk, dünyanın en güzel sıcaklığı, yangınıdır. Uçurumu kenarında dolanandır... Dönülmeyen bir gitmedir. Dönmemecesine devam ettirilendir; “imkânsız” denilenin varlığının da yokluğunun da yaşama dahil olması hâlidir. Bu nedenle aşk her şeyin bittiği yerde başlar, bu yüzden ölümsüz, bitimsiz bir güzelliktir. Dokunmak, hissetmek, bahara aşık olmaktır aşk ve tektir, biriciktir. Socrates’in, “Benim bir tek bilgim vardır, o da aşktır,” diye betimlediği… Pavlus’un Korintoslular’a ‘Birinci Mektubu (13: 4)’nda, “İspatlamak gerekmez; bellidir,” dediği… “Li esqê bigerî jî tu asiq î/ Aşkı arıyorsan aşıksındır,” vurgusuyla Mevlânâ’nın ‘Mesnevi’nin bir yerinde şöyle bir tanımladığıdır: “Aşk, büyüklere baldır, çocuklara süt. O, her gemiye yüklenen ve geminin ağırlığından fazla olduğu için batmasına sebep olan son yüktür… “Bir aşkı başka aşk söndürebilir. Aşkta ne yükseklik, ne alçaklık, ne de akıllılık ve akılsızlık vardır…”
* * * * *
Sufiler için kainatın varlık sebebi olan aşk; hissediştir; tamamlayıcıdır; nefes almak, soluk vermektir... Hayatı ortasından ikiye ayıran, insanı en çok değiştirendir; aslolandır aşk... Aşk, yaşamın mucizesine rastladığımız andır; yaşamın mimarıdır; uzağı yakın edendir aşk. En umutsuz gözüken anlarda “Her şey çok güzel olacak,” diyebilmektir. Çünkü aşk, umutsuzluğu değil umudu barındırır. Aşk, savaşmaktır yeri geldiğinde; yani tüm dünyaya karşı koymaktır. Gerektiğinde tek kişilik çoğulluktur aşk; dünyanın merkezinin yer değiştirmesidir. Bakışlarla kucaklaşabilmektir; mucizenin hayat bulmuş hâlidir; her şeyin başlangıcıdır; yabancılaşmanın aşılmasıdır; aramaya, bulmaya inanmaktır, bağlanmaktır; ölüme meydan okumaktır; özlemek, düşünmek, hayal kurmaktır; kendini bulmaktır, kanatlanmaktır; gözlerdeki gökkuşağıdır aşk. Mutluluk (ve mutsuzluk), sevinç, neşe, enerji kaynağı ve aşkınlık hâlidir aşk. İnsanın ayaklarını yerden kesen, zaman, yer-mekân ve uzaklık kavramlarını ortadan kaldıran, insani insanlaştırarak delirten ve “akıllandıran” yaşamak hâlidir. Yeri geldiğinde almadan vermektir aşk da, devrim gibi… Burada durup sözü “Bir aşk birçok aşktan yapılıyor ve ayrılınmıyor hiçbir seferinde… “Oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim, ben sende bütün aşklarımı temize çektim,” diyen Murathan Mungan’a bırakmak gerek: “Anlatabilsem sende neler gördüğümü kimse inanmaz hayal derdi. Bilselerdi sende neler gördüğümü yıllarca hayal görmek isterlerdi… “Azı karar olmadı hiç sevmelerim, hep çoğu zarar dedikleri kadar sevdim!.. “Sen bildiğim gibi kalmadın ama, ben unuttuğun gibiyim hâlâ…” Evet, evet özlemektir, ulaşmak azmi ve kararlılığıdır; beklemektir, sabırdır, inançtır aşk… Çünkü aşk bir aruz veznidir...
* * * * *
“Tanımını yapmak”, gerçekten imkânsızdır aşkın, kelimelere sığmayan büyüklüğüyle… Olumlu/ olumsuz birçok açıklaması yapılsa da, tanımlaması yapılamayan aşk; olabilirlik payının, bu olabilirliğin ifade edilebilme payından yüksek olduğu kavram hâlidir; üzerinde genelleme yapılması -kesinlikle- hata olan bir duygu, bir kavram… Ancak tükenmeyen, bitmeyendir; zaten tükeniyorsa, bitiyorsa da aşk değildir. “Yarın”a, “dün”e aldırmadan, her şeyi göze alarak şimdinin yaşandığı varoluştur; kaosu getirmesi kaçınılmaz olan bir “catharsis” hâlidir… Bileşenlerinin tutku, özlem, acı ve irade olduğu duygu ve düşüncedir; zamandan bağımsız, yaşlanmayan, eskimeyen tek şeydir; özleyen, düşleyendir imkânsıza sevdalı aşk… Kavuşma ile kavuşmama arasındaki gel gittir; aranandır aşk… “Hayır” demektir; uğruna ölebilmektir; yani okyanusun en derin yerinde nefes almak; çöl ortasındaki yemyeşil bir bahçedir. Bir heyecan, coşku ya da uç noktada efkâr, hüzün hâlidir; “imkânsız” denilen her şeydir aşk. Karşındakini sonsuzca sevmenin gücüyle cesaret etmek; hayal etmek; hayalleri gerçekleştirmek için tutkuyla mücadele etmek; her şeyi göze alabilecek kadar tutkuyla “çıldırmak”; “normal”in, “delilik” dediği en mükemmel insanî hâldir. Kendinden çok aşık olduğun kişiyi düşündüğün durumdur; özgürlüksüz olmayan, denetlenemeyendir. Uyarıcı, güneşi görünür kılan duygudur; siyah beyaz televizyonu renkli hâle getiren “teknisyen”dir. Paulo Coelho’nun ‘Onbir Dakika’ başlıklı yapıtında, “İlkbahar için şöyle diyemezsin: Erken gelsin ve uzun sürsün. Sadece şunu diyebilirsin: Gelsin bahar, taşıdığı umutla yıkasın beni ve elinden geldiği kadar kalsın,”[6] derken; yine ‘Brida’ başlıklı romanında da, “İnsanlar armağan olarak çiçek verirler, çünkü çiçekler Aşk’ın gerçek anlamını taşırlar. Bir çiçeğe sahip olmak isteyen onun güzelliğinin soluşunu seyretmek zorunda kalır. Ama bir tarladaki çiçeğe sadece bakmakla yetinirsen, o hep seninle kalacaktır; çünkü çiçek akşamın ve günbatımının ve nemli toprağın ve ufuktaki bulutların bir parçasıdır,”[7] diye eklediğidir. Kolay mı? Yunus Emre’ye göre, “Aşk bir uzun hece”dir. Veya Sinan Paşa’nın, ‘Tazarruname’de, “Aşk efsane ve efsun değildir. Aşk bir kimyadır, onun madeni can olur; aşk bir gevherdir onun mekânı kân olur,” diye tanımladığıdır.
* * * * *
Demiştim ama yine de altını çizeyim, bir kez daha hatırlatmak için: Aşk tamamlanmamış, sürekli bir devrimdir; kaostur; Ferhat’a dağları deldirtendir. Onsuz yapamama hâlidir; tereddütlerin nihayetidir. İnsanı çepeçevre kuşatan insanîliktir; hayatı seyretmek yerine hayata dahil olmaktır. “Olurdu olmazdı”lara aldırmayan; telaşı, şaşkınlığı büyümeyen; fark eden, kavrayan güzelliktir. İnsan(lık)ın aradığı ölümsüzlüğü, ona armağan edendir aşk ve devrim… Rivayeti muhtelif bir hikâye ya da bir kelimeye sığdırılmış sonsuzluktur; başlı başına bir anlamdır. İncelik isteyen, incelikli bir şeydir; içten bir gülümsemenin uzağı yakın etmesidir. Binbirgece masalıdır; hayatı değiştirendir. Anlatıldığında inanılmayan, yaşanarak inanılan bir masaldır… Masala inanmayan gerçeğe inanır mı? Elbette hayır! Çünkü aşk kanatlıdır. Masalların anlatılmayan yüzünü taşır aşk... Çoğullaşan düşlerin birbirine değmesi, buluşmadır; dünyayı döndüren çarktır; her şeyi değiştirendir. Aşık olmadan yaşadığını söyleyemezsin... Aşk, onsuz yaşayamayıp bunu ona söyleyememektir. Aşk korkmaktır, gözü kara bir cesaret isteyen. Aşk gözükaradır, cesaretiyle korkutan. Aşk cesarettir, korkmanın gözünü karartan... Bahar ile depreşen ve “Hayat hep bahar olsa” dedirtendir. Beslenip büyütülesi, üzerine titrenesi bütünüdür; emek ister… Kalbin yerinden sökülebilecek kadar hızlı atmasıdır. Güneşin en parlak anıdır; delilikle akıl arasındaki ince sınırdadır hep. Hayallerinde olandan daha üstün olandır, ummadığındır, her şeye rağmen olandır… Var etmek için yok olmayı göz almaktır; toplumsallaşarak, yabancılaşmayı aşmaktır. Yürekteki bir ateştir; hep daha fazlası istenendir. İnsan(lık)ın her zaman istemeyi sürdüreceği yegâne şeydir aşk. Yani aşk üzerine söylenen her şey yetersizken; hayattır O, ötesi berisiyse hikâye... Burada da sözü Turgut Uyar’a bırakmak gerek: “İnsan sevdikçe iyileşiyor, artık anladım… “Gün gelir herkes sevdiğini anlar kaşla göz arasında… “Sana olmayan özlem bir şeye benzemiyor… “Bir yağmur yağsa da, beraber ıslansak... “Bir insan birini yalnızken hatırlıyorsa sevmemiştir, ansızın aklına getirip yalnızlaşıyorsa. İşte o zaman sevmiştir…”
* * * * *
Devamla aşk bir kesik yarasıdır... Çok acır, çok kanar, çok zor iyileşir, geç kapanır yara; lakin izi asla geçmez, hep ordadır kesik yarası. Unutturur kendini bir süre sonra ama hâlâ ordadır. Baktıkça hatırlarsın. Ne kadar büyükse kesik yarası o kadar çok çarpar gözüne. Daha büyük kesik yaraları unutturur ancak bir öncekinin acısını... Aşk ateş gibi bir şeydir biri yakar, diğeri yanar. İnsanın damarlarında gezinir. Kızıldır ve her türlü deliliği muhteviyatında saklar. Yıkıcı bir yaratıcılık olan aşktan kaçış yoktur, eninde sonun gelir bulur insanı. Kaybolmayan, kaybedilmesi mümkün olmayan aşk, zamanın yok edemediğidir. Kör uçlu bir kalemi tekrar yazabilir hâle getiren bir kalemtraş olan; her yere kendini yazdıran; her şarkıda kendini anlattıran; her şiirde kendini okutturan aşk hep, biri bir diğerine benzemeyen, “çok farklı” bir hikâyedir. Gerçeküstü, yasa dışı özellikleriyle aşk mücadeledir; kaybettikçe çocuksu tutkuları besleyen… Aşk köprü kurmaktır; bütün şarkıların sizin için yazılmış olmasıdır; azalmayan, çoğalan/ çoğaltandır; [-oo, +oo] aralığından daha büyük, bilinen tüm kavramları allak bullak edendir. Yani herhangi bir ölçeğe uydurulamamış bir şeydir; kirlenmeyen, kirletilemeyendir. Masumiyettir, acemiliktir; depremdir, fırtınadır; sessizliktir. Yalan dünyadaki tek gerçektir; yapım ve yıkım arasındaki süreçte insan(lık)ın kendini bulmasıdır. Bir denge(sizlik) ve mucize hâlidir; bir daha da asla olmayacak olan. Ölümle burun buruna geldiğiniz anda aklınıza ilk gelendir aşk. Ya da yüreğine baharı yerleştirmektir... Mor salkımların kokusunu duymaktır... Güneşin aydınlığıyla bakmaktır hayata... Aşk, her mevsim baharı yaşamaktır; baharı özlemek ve onu beklemektir; yanındayken bile özlem duyabilmektir... İki kişinin çoğullaşarak birlikte hayal etmeye başlamasıdır; bize güç veren özgürlük edimidir; dünyayı değiştirme hâlidir; erişemediğine, ulaşamadığına duyulan özlemdir; yaşanmamışı bile hayal etme yetisidir. Ece Ayhan’a, “Tek dileğim ne biliyor musun? Gözlerimi kapamış senli hayaller kurarken, gözlerimi açtığımda yanımda olman,” dedirten aşkın Özdemir Asaf’çası da şöyle haykırır: “Ne zaman imkânsızı seversen, işte o zaman gerçek seversin… “Ben sevmekten hiç borçlu çıkmadım… “Sen bana bakma ben senin baktığın yerde olurum… “Aşk öyle haindir ki; nerde imkânsız varsa gider onu sever…”
* * * * *
Heyecanlanmaktır... Düşünmektir... Onsuz yapamamaktır... Hissetmektir... Adını bile duyunca gözlerinizin parlamasıdır… Ölüme üstüne gülümseyerek yürümektir aşk… Aşk bir ateşi bile bile elinde tutmak ve ondan asla vazgeçememektir… Aşk bazen sessizdir; bazen de haykırır… Aşk bazen kahkahadır; bazen de gözyaşı… Aşk, bazen yaşamaktır; bazen de ölmek… Çünkü O, size var olduğunuzu hissettiren her şeydir. Bir ufuk çizgisidir; emektir; değişimdir; kendini sürekli yenileyen ve vazgeçilmeyendir; olağanüstü olandır. Denizi ilk defa gören bir çocuğun heyecanıyla onun gözlerine bakmaktır. Pervane misali ateşe yanmaktır; öncesizdir, sonrasızdır. Düştür aşk, düşünmektir, düş göstermektir; “onca” sevmektir, bağlanmaktır aşk. Gece basan sis, sabah düsen çiğ, suda yanan ateş, güneşte kara delik, yürekteki delilik... Hayalini kurduğun, hissettiğin, istediğin her şeyi yaşamak ve sonsuz yapmaktır Cemal Süreya’nın da altını özenle çizdiği üzere: “Denir ya aşk iki kişilik, yalan! Aşk bile bile delilik… “Yalnız aşkı vardır aşkı olanın… “Gizlidir aşk, yine de dünyaya ilan edilmek ister. Yasadışıdır, yine de yasallık peşindedir... “Denize ilk giren çocuk masumiyetiyle seviyorum seni. Boğulacakmışım gibi… “Aklıma bile gelmiyorsun artık. O kadar kalbimdesin ki… “Önce öp sonra doğur beni… “Hiçbir aşkın ardından ‘geçmiş olsun’ denmez. Çünkü gerçekten ‘aşk’sa zaten geçmez… “Bir daha beni sevdiğini söyleme! Neden biliyor musun? Çünkü yine inanırım… “Aşktın sen, gidişinden bildim seni… “Annesinden dayak yediği hâlde, yine ‘anne’ diye ağlayan bir çocuktur aşk…”
* * * * *
Tamamlıyorum -şimdilik- diyeceklerimi… Buncasına görkemli bir insanîliğe denk düşen “Aşk ne zaman bir pazarlama malzemesi oldu? Ve bu sözcük nasıl oldu da hayatın her alanında sürekli kullanılır hâle geldi? Son yıllarda çıkan kitaplara, şarkılara, filmlere bakın, pek çoğunun başlığında mutlaka ‘aşk’ var. Sosyal medyada herkes bir biçimde ‘aşk’tan söz ediyor. Mevlânâ’nın, Yunus Emre’nin sözleri bile buna göre alıntılanıyor. Magazin eklerine bakarsanız, bütün ünlüler sürekli ‘aşk’ yaşıyor, ‘yeni bir aşka yelken açıyor’, ‘aşkını terk ediyor’, ‘aşka vakti yok’ veya ‘aşk tazeliyor.’ Ortalık, elinde okla gezen melek figüründen geçilmiyor. Herkes birbirine ‘aşkım’ diyor. Yoğurt reklamından çikolataya, bankadan çamaşır makinesine, banyo seramiğinden dondurmaya kadar aklınıza ne gelirse aşkla ilgili bir sloganla satılmaya çalışılıyor. Genel bir sevgi yoksunluğunun getirdiği bir sonuç mu bu acaba, yoksa yaşanan sıkıntılardan kaçmanın ve hayallere sığınma isteğinin sonucu mu? Eski aşk şiirlerinin yerini, aşk hakkında fetva veren kitaplar, aşk hakkında sloganlar almış durumda. Herkes âşık olmak mı istiyor? Aşk sözcüğünü görünce gidip o gofreti yeme ihtiyacı mı duyuyor insanlar? Gerçi sosyal medyadaki ‘özlü sözler’e, eskiden sakızlardan çıkan türden aforizmalara bakılacak olursa pek ‘mutlu aşk’ yok ortalıkta, ama nedense arayış devam ediyor. Yapılan röportajların çoğunda, ister bilim adamı olsun ister politikacı, ister yazar, ister oyuncu, başlık hep aşk üzerine... Pazar eklerini açtığınız zaman ortalık ‘aşk’tan geçilmiyor. Ama bunca fazla kullanımdan sonra sözcüğün içi giderek boşalıyor doğal olarak. Olmayan bir şeye duyulan özlem mi bu yoksa? Ama en azından kızarmış sucuk veya deterjanla bağdaştırılmasa...”[8] Kürşat Başar’ın dediği üzere!
* * * * *
O hâlde aşkı, “olağan” denen kapitalist pazarın yabancılaşma cinnetinden, aşkın bizleştiği, “yeryüzünü aşkın yüzü kılacak” devrimle kurtarın… 19 Kasım 2012 12:21:12, Paris.
N O T L A R [*] Güney Dergisi, No:64, Nisan 2013… [1] Ataol Behramoğlu, Hayata Uzun Veda, Tekin Yay., 2008, s.12. [2] Marguerite Yourcenar, Dünya Kadın Şairlerinden Kadının Hâlleri, Derleme ve çeviri: Selahattin Yıldırım, Agora Kitaplığı, 2012. [3] Nazan Bekiroğlu, Nar Ağacı, Timaş Yayınevi, 2012. [4] Lucy Vincent, Neden Aşık Oluyoruz?, çev: F. Kenan Zaimoğlu, Aylak Kitap, 2012. [5] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.63. [6] Paulo Coelho, Onbir Dakika, çev: Saadet Özen, Can Yay., 2011. [7] Paulo Coelho, Brida, çev: Seçkin Selvi, Can Yay., 2010. [8] Kürşat Başar, “Deterjan ve Aşk”, Cumhuriyet, 10 Temmuz 2012, s.9.
Yorumlar