“Her ölüm erken ölümdür.” [ 1 ] İlk baskısı 1978’de Tufan Yayınları’ndan çıkartılan ‘Seçme Yazılar/ Nivîsen Bijarte’ başlıklı yapı...
erken ölümdür.”[1]
İlk baskısı 1978’de Tufan Yayınları’ndan çıkartılan ‘Seçme Yazılar/ Nivîsen Bijarte’ başlıklı yapıtın, yeni beşinci baskısı, 2012’de Umut Yayımcılık tarafından Kürtçe ve Türkçe olarak tek ciltte yayımlandı.
Yani Diyarbakır zindanının ilk tanıklarından İbrahim Kaypakkaya, Kürtçe konuşmaya başladı.
Herkes bilir: Diyarbakır’daki işkence tezgâhlarında dökülen kanı Kürtlerin kanına karışan İbrahim Kaypakkaya’yı; “Sana en çok benzeyen yazdıklarındır,” diyen bir Arap özdeyişi anımsatır…
Onun gerçeği, inceleme ve araştırması, insan(lık)a dayatılanı “11. Tez”deki üzere aşmak; dünyayı değiştirmek içindir. Tam da bunun için Recaizade Ekrem’in deyişiyle, “Şêwaza beyanê, eyneya însan e/ Üslubu beyan, aynıyla insan”dır onun yazdıkları…
* * * * *
“Kitap” deyip geçmeyin; kitap sadece kitap değildir; K. Marx’ın ‘Kapital’i, F. Engels’in ‘Devletin Ailenin Özel Mülkiyetin Kökeni’, V. İ. Lenin’in ‘Devlet ve İhtilal’i ya da ‘Komünist Manifesto’ veya İbrahim Kaypakkaya’nın ‘Seçme Yazıları’ gibi…
Yasalar, egemenlikler ölür; zorbalık yerle yeksan olur; ama zorbalığa teslim olmayan kitaplar, yapıtlar kalır.
Kolay mı? A. Camus’nün, “Bir itiraftır,” diye betimlediği kitap, aynı zamanda bir duruş, bakış, gelecek öngörüsüdür.
Kitaplar yakılsa da Zümrüdü Anka (Phoneix) Kuşu gibi küllerinden yeniden doğarlar.
Kitaplar da insanlar gibidir; önemli bir rol oynarlar; yol gösterirler… Bir kitabı önemli kılan, onun insan(lık) için taşıdığı anlamdır…
O kitaplar ki, değişimin motorları, dünyaya açılan pencerelerdir. Zamanın denizinin fenerleridir.
Öyle kitaplar vardır ki; büyük yangınlar çıkaran kıvılcımlardır...
Jorge Luis Borges’in işaret ettiği gibi, “Bir kitap, sözel bir yapıdan ya da bir sözel yapılar dizisinden daha fazla bir şeydir; okuruyla kurduğu diyalogdur, okurunun sesine dayattığı tonlamadır, okurunun belleğinde bıraktığı değişen ve dayanıklı imgelerdir. Bir kitap, bir başına bir varlık değildir: Bir ilişkidir, bir sayısız ilişkiler eksenidir.”
“Abartı” demeyin sakın; bizim okuduğumuz gibi, bizi okuyan kitaplar da vardır. Böyle kitaplar kütüphanelerde hayatlarını kaybetmezler.
İbrahim Kaypakkaya’nın yapıt(lar)ı da bunlardandır. Çünkü Onun yazdıkları, “11 Tez” düşüncesinin ürünüdür.
* * * * *
Sean O’Casey’in ifadesiyle, “Hiçbir düşüncenin boynuna ilmiği geçiremezsiniz; hiçbir düşünceyi, bir kışla duvarına dayayıp kurşuna dizemezsiniz; hiçbir düşünceyi, kölelerinizin inşa edebileceği en güçlü zindanda bile tutamazsınız…”
Çünkü gerçeği aydınlatır kimi düşünceler. Alain’in, “Düşünmek, hayır demektir,” saptamasındaki üzere…
Kolay mı? İnsanî, insan(lık)a özgü her davranışın atası düşüncedir.
Düşünceler, eylem insan(lar)ını hazırlar…
P. J. Bailey’in, “Büyük düşünceler, büyük işler gibidir, onların da davula ihtiyaçları yoktur”; G. E. Lessing’in, “Çok bilen çok şeye dikkat eder,” diyerek altını çizdikleri üzere…
Bu bağlamda “11 Tez”deki üzere düşündüğümüz gibi, yaşamayı öğretir İbrahim Kaypakkaya; “Yoksa yaşadığımız gibi düşünmeye başlarız,” uyarısının altını ısrarla çizerek…
* * * * *
Söz konusu özellikleriyle, kanı Diyarbakır’da Kürtler’in kanına karışan İbrahim Kaypakkaya’nın Kürtçe konuşması çok önemlidir.
Çünkü O, “Kürt Meselesi”ni, Kemalizme rağmen net biçimde telaffuz edendir…
“Dil” deyip geçmeyin; O:
Kemal Tahir’in, “Dil ve hayat ayrılmaz kavramlardır.”
Ludwig Wittgenstein’ın, “Dil dünyayı resmeder… Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır… Bir sözcüğün anlamı, onun dil içindeki kullanımıdır.”
Yahya Kemal’in, “Zimanê zikmakî di devê min de şîrê dayika min e/ Anadil ağzımda annemin sütüdür.”
Mehmet Ercan’ın, “Bir dilin tarihi o halkın tarihidir. Yok edilmiş her dil, yok edilmiş halk demektir.”
Laz (Megrel) Atasözü’nün, “Dil yüreğin kapısıdır… Anadilini unutan, kendini de unutur.”
“Dil” deyip; “Kürtçe” deyip geçmeyin; Muhsin Kızılkaya’nın, ‘Bir Dil Niye Kanar?’[2] başlıklı kitabında altını çizdiği üzere.
Hakkâri Temel Yatılı Bölge Okulu’nda nasıl “rızasını hiçe sayarak” ona “zorla” Türkçe öğretmeye çalıştıklarını şöyle anlatır yazar:
Gün boyunca Kürtçe konuşmanın “çok yasak” olduğu okuldaki öğrenciler akşamları erkenden yatınca, karanlıkta aralarında Kürtçe konuşurlar. Annelerinden öğrendikleri anadillerinin, çocukluk cennetlerinin sıcaklığıyla okulun beton, kasvetli ve soğuk havasını ısıtmaya çalışırlar. İşte böyle bir gecede, dayısından öğrendiği masalları yatakhanedeki arkadaşlarına Kürtçe anlatırken “yakalanan” Muhsin, yatakhanenin ortasında, arkadaşlarının korku dolu bakışları altında çıplak baldırlarına demir cetvelle vurularak dayak yer.
Kızılkaya şöyle anlatıyor: “O gün galiba arşıâlâya yükselen bütün feryatlarım Kürtçe’ydi. Kürtçe ağladım içinde tek bir kelime Kürtçe geçmeden.” İnsan anadilinde mi ağlar ancak? Belki de “senin anadilin nedir” niye soranlara, verilecek cevap budur: “Ağladığım dildir”…
Sadece “ağladığı” mı? Hayır; aynı zamanda isyan ettiği dildir; insanın anadili…
Tam da bunun için kanı Diyarbakır zindanında Kürtler’in kanına karışan İbrahim Kaypakkaya’nın Kürtçe konuşması çok önemlidir.
* * * * *
Diyarbakır zindanında işkencede katledildi; ayakları ve kolları kesildi İbrahim Kaypakkaya’nın.
İşkence(ler) üç ay kadar sürdü; her gün bir parmağının kesilmesinden tutun da, vücudunda açılan yaralara tuz basmaya kadar.
Bunlara rağmen, ser verip sır vermedi.
Sonra da; “Türkiye’de kontrgerilla yok… İşkence yapılmamıştır, sert sorgu yöntemleri uygulanmıştır. Bunlar işkence sayılmaz,”[3] denilen vahşetin orta yerinde parça parça edilmiş cesedi, babasının eline verildi.
Onun yaşam öyküsünü konu alan ‘Kırmızı Gül Buz İçinde’belgeselinde babasının anlattığı üzere; “Ordan bi hamal tuttum, o adam öylece baktı. Ondan sonra ‘Ne bu’ dedi. Öğrenciydi dedim. Burada işkencede öldürdüler, Çorum’a götürecem dedim. Adam ağlamaya başladı, ‘Ben almayayım o beş lirayı, helal olsun’ dedi. Ağladı, yürüdü gitti…”[4]
* * * * *
1949 yılında Çorum Alaca’da doğmuş; 18 Mayıs 1973’de, aylar süren işkence sonrasında tek kelime konuşmadan can vermişti. İlkeli, direngen bir komünist önderdi; zayıf karakterlilerin ismini dahi duymak istemediği türden…
Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nda okudu. Devrimci düşünceyle “pekiyi” dereceyle bitirdiği bu okulda tanıştı.
Sonra Çapa Yüksek Öğretmen Okulu ve İÜ Fen Fakültesi Matematik-Fizik bölümü’ne gitti. FKF Çapa Şubesi’nin kuruluşuna katıldı.
1968 yılında TİP Eminönü ilçe teşkilatına üye oldu. ‘Ant’ ve ‘Türk Solu’ dergilerinin yazı kurulunda yer aldı.
Amerikan 6. Filo’sunu protesto eylemlerine katıldı. TİP’ten ihraç edildi.
6. Filo’ya karşı bildiri yayınladığı gerekçesiyle sonra Kasım 1968’de okuldan atıldı. Buna karşı Danıştay’dan yürütmeyi durdurma kararı almasına rağmen, bozulan karar okul yönetimi tarafından uygulanmadı ve okulla ilişkisi kesildi.
1969 ve 1970’de yoğunlaşan kitlesel eylemlerin büyük bölümünde yer aldı. Silivri’de Değirmenköy’deki toprak işgalini destekledi. Bu nedenle bir süre gözaltına alındı. O yıllarda meydana gelen Demir Döküm, Pertrix, Sungurlar, Gıslaved vb. gibi işçi eylemlerini de destekleyen Kaypakkaya…
1971’de Çorum ve yöresini gezerek, buradaki izlenimlerini ‘Çorum İlinde Sınıfların Tahlili’ başlıklı analizide kaleme aldı.
Köy köy dolaşmış, tahlil yapmış, teorik çalışmalarını bu tahliller etrafında şekillendirmişti. Çorum’dan sonra bir süre Malatya, Dersim ve Antep yörelerinde örgütsel etkinlikte bulundu.
Doğu Perinçek’in, PDA-TİİKP’de yer aldı. Daha sonra bu hareketten ayrılarak TKP/ML’yi kurdu.
* * * * *
Bir Ermeni Atasözü’nün, “İnsan olmak için iki ayağın olması yetmez”; bir Laz (Megrel) Atasözü’nün, “Nav ne meriva, meriv navxweşik dike/ İsim insanı değil, insan ismi güzelleştirir,” sözlerini kanıtlayan Onun yaşamına, yaşadıklarına şöyle bir göz atan herkes, davasında ne kadar içten bir insan olduğunu anlar. O, komünistlerin en samimisidir.
“Şafak Revizyonizmi”ne başkaldırandır. (Gün Zileli’nin aktardığına göre, Kaypakkaya, Perinçek grubuna karşı bayrak açtığında öldürülmesi gündeme gelmiş ve yapılan oylamada (bugünlerin ‘Taraf’çı liberali!) Halil Berktay infaz yönünde tavır almıştır.)
‘Kırmızı Gül Buz İçinde’ belgeselinin çekimleri sırasında annesinin, “Biliyor musun; benim oğlan çocukken de yolun düz olanını değil; çakıllı, taşlı olanını tercih ederdi,” dediğidir.
Ali Haydar Yıldız’ın yoldaşıdır; halk savaşçısıdır.
Haydaran bölgesinde söylenen Kürtçe bir ağıttır.
Siyasal düşüncelerinin yanı sıra sanata ve edebiyata olan eğilimi ve her konudaki bilgisi, alçakgönüllü kişiliği ile dikkati çekendir.
“Çocuksu bir iç dünyası vardı İbrahim’in” vurgusuyla ekler Onun için Muzaffer Oruçoğlu:
“Birçok insan İbrahim’i, hayata hep siyasal aklının ve davaya olan inancının penceresinden bakan, duygularıyla hareket etmeyen bir insan olarak tahayyül eder ki bu doğru değil. İbrahim’in Çapa dönemi, romantik dönemdir. Siz buna devrimci romantizm de diyebilirsiniz. 1966’dan 1969’a kadar İbrahim, edebiyat ve şiirle yoğun ilgilendi. Varlık, Türk Dili ve Edebiyatı, Soyut, Yeni ufuklar, Papirus gibi edebiyat dergilerini düzenli olarak okudu; bu dönemde yirmiden fazla aşk ve direniş şiiri yazdı. Cemal Süreya başta olmak üzere, ikinci yeni şairlerinin şiirlerini zevkle, gülerek ve eleştirerek okudu. Şiirde Nâzım Hikmet çizgisini savundu. Çapa Yüksek Öğretmen Okulu döneminde (1966-1969) aşık olmadı. Kitaplar, dergiler, tartışmalar ve mücadele pratiği, zamanının tümünü emip aldı. Gülmeyi, fıkra dinlemeyi, türkü söylemeyi ve oynamayı seven bir insandı. Balıkesir bengisini çok sever ve çok güzel de oynardı. Ruhi Su’nun hayranıydı. ‘Zahit Bizi Tan Eyleme’ ile ‘Kalktı Göç Eyledi Avşar İlleri’ en sevdiği türküler arasındaydı. Zengin, renkli, şaşırtıcı ve zaman zaman da çocuksu bir iç dünyası vardı İbrahim’in.”
* * * * *
Çünkü O; düşmanın elindeyken şunları diyebilmiş bir devrimciydi:
“Esasen biz komünist devrimciler, prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiçbir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel faaliyetlerimizi, örgüt içinde bizimle birlikte çalışan arkadaşlarımızı ve örgüt içerisinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açıklamayız. Kişisel sorumluluğum açısından gerekeni zaten söylemiş bulunuyorum. Ben buraya kadar anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist-Leninist düşünce uğruna yaptım. Ve sonuçtan asla pişman değilim. Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım. Asla pişman değilim. Birgün sizin elinizden kurtulursam gene aynı şekilde çalışacağım.”
Kolay mı? “Türkiye’nin geleceği çelikten yoğruluyor; belki biz olmayacağız ama bu çelik aldığı suyu unutmayacak,” diyen İbrahim Kaypakkaya’nın devrimci kişiliği, teori ve pratiği ile “müsemma”dır.
* * * * *
24 yaşında beş bin sayfa üretim ve ulusal soruna dair kapsamlı çözümlemeleriyle birçok komünist için hayatlarında devrim teşkil edebilecek önemli teorik yönelimleriyle O; Kemalizmden aleni bir kopuştur.
Resmi ideoloji ve ulus devlete karşı Kürtlerin yanındadır. Kemalistlerin adını duymaktan hoşlanmadıklarıdır.
Kemalizm ve Kürt Sorunu konusunda, yaşanılan kesitin içinde değil,kelimenin tam anlamıyla zamanının ötesindedir.
Kemalizm’le ilgili olarak; “Kemalist devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir. Yani devrimin önderleri, Türk komprador büyük burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfıdır…
“Devrimin önderleri, daha anti-emperyalist savaş yıllarında iken itilaf emperyalizmi ile el altından işbirliğine girişmişlerdir; emperyalistler Kemalistlere karşı hayırhah bir tutum takınmış, bir Kemalist iktidara rıza göstermeye başlamıştır…
“Kemalistler, emperyalistlerle barış imzaladıktan sonra bu işbirliği daha da koyulaşarak devam etmiştir…
“Kemalist hareket, özünde ‘işçilere ve köylülere, bir toprak devrimi imkânına karşı’ gelişmiştir…” çıkışıyla; sosyalizmi, Kemalizme kurban ettirmeyendir. Radikal analizleriyle Kemalizm ile solu birbirinden ayırmıştır.
* * * * *
O hâlde O (ve yapıtları) hakkında; “Unutturulmaya çalıştıkça, hayat tarafından daha da çok hatırlanandır,” diyerek ekleyelim:
Direncin karşısında zulmün naçar, çaresiz kaldığını; davaya ve halka bağlılığın, inancın yenilemeyeceğini gösteren hayatıyla saygıyı kesinlikle hak edendir.
İnanç, irade ve bilinç abidesidir.
Adı, bir mıh gibi hâlâ akıllarda olan bir rüzgârdır.
Devrimci inat, direnç ve aşktır.
Tarihimizin önemli değeri, güneşe gömülenlerdendir.
Hâlâ capcanlı bir simgedir.
“Kalbi dinamit kuyusu” olan Marksist teorisyen ve gerilla lideridir...
Rivayet olunur ki, “Kawa” ya da yolundan asla dönmeyen Banaz’lı Pir Sultan’dır…
“Kasketli” komünist bir önderdir.
Toplumsal hareketin zihninde, yüreğinde yaşayan, yaşatılandır.
Hasılı dünyada serüvenciler yok edilemedikçe, umut tükenmedikçe yaşayacak olandır.
* * * * *
İş bu nedenlerle İbrahim Kaypakkaya, egemenleri hâlâ korkutan; devletin, isminin anılmasına bile tahammülü olmadığıdır.
Onu her andığınızda, “Övdünüz” denilerek mahkûm edilirsiniz; “suçu ve suçluyu övmekten” hapis cezasına çarptırılırsınız; ama İbrahim Kaypakkaya “suçlu” değildir ki!
Kaldı ki, Onu “Övmekten” yargılanıp, “ceza”ya çarptırılan biriolarak, Malatya Ağır Ceza Mahkemesi’nde dediğim gibi, “Onu övmek ne haddime, hem Onun buna ihtiyacı yok ki”!
O egemenleri hâlâ korkutandır; mezarı yüzünden köye karakol getirilmesi gibi!
Bakın ne der baba Ali Kaypakkaya, “Her Mayıs ayında, İbrahim’in mezarı başında anmaların yapılmasını engellemek için devletin, askerlerin çeşitli baskıları var. Her yıl bu mücadele yaşanıyor, insanlar kimlik kontrollerinden geçiriliyor, Askerlerin tacizine uğruyor… İbrahim’in mezarı yüzünden köye karakol geldi. Oraya, 18 Mayıs’ta ölüm yıldönümüne geliyorlar diye, karakol geldi. Mezara gelen herkes karakola uğrayacak, hangi mezara gidiyorsa kimliğini koyacak, karakola gideceği mezarın da adını söyleyecek…”
Bu kadar da değil!
İbrahim Kaypakkaya’nın mezarını ziyaret eden annesi Şükran Kaypakkaya’nın, “şüpheli” sıfatıyla ifadesi alındı…
Bakın ne diyor Şükran ana: “Her annenin hakkıdır oğlunu ziyaret etmek. Her sene gider çiçeğimi koyarım. O’na ağıtlar yaktım… İki gözyaşı dökmeyi, bir karanfil koymayı bize çok gördünüz. Bunun neresi suç? Bu nedenle adliyeye gelmek çok ağrıma gidiyor. Ben bir anneyim… Ölmüş biriyle hâlâ neden uğraşıyorlar ki? Mezarını bile izin alarak yaptırdık. Mezarı kazılırken jandarma gelip mezarın içine baktı. Biz böyle gömdük O’nu. Şimdi ne zaman ziyaretine gitmek istesem karakoldan izin alıp gidiyorum. Oğlum suçu kesinleşmeden gözaltına alındığında yapılan işkencelerden öldü.”[5]
Dikkat İbrahim Kaypakkaya’nın annesi, oğlunun mezarını ziyaret ettiği için savcılığa çağrılıyor!
Bu bir zulümdür; egemenler korktukları için zulmetmeye devam ediyor…
* * * * *
Tamamlıyorum diyeceklerimi: O, sönmeyen bir meşaledir.
Hepimize, herkese Pablo Neruda’nın dizelerini anımsatır:
“sesimde pırıl pırıl bir güç var/ karanlıkta boy atmaya/ sessizliği/ aşmaya yarayan
ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa/ tohuma dururlar/ yeniden/ ve halk, toprağa gömülü/ tohuma durur bir yerde/ buğday nasıl/ filizini sürer de/ çıkarsa toprağın üstüne/ güzelim kırmızı elleriyle
sessizliği burgu gibi deler de/ biz halkız, yeniden doğarız/ ölümlerde”
Ya da ‘Grup Kızılırmak’ın türküsündeki üzere, “Yiğitler ölür mü üç beş kurşunla, doğrulmuş kalkıyor İbrahim yoldaş” diye terennüm edilir…
Veya dövüşerek ölümsüzleşip, güneşe gömülmesiyle “ölü mü denir onlara?” dedirten bir isyan ateşidir karanlıkları aydınlatır!
7 Ocak 2013 13:03:07, Ankara.
N O T L A R
[*] Gelecek Dergisi (Kıbrıs), No:79, Nisan 2013.
[1] Cemal Süreya.
[2] Muhsin Kızılkaya, Bir Dil Niye Kanar?, İletişim Yay., 2010.
[3] Evrin Güvendik, “Mehmet Ağar: İşkence Sert Sorgu Yöntemiydi”, Sabah, 11 Kasım 2012, s.22.
[4] Yine aynı belgeselden, Muzaffer Oruçoğlu da ekler: “Hamallara olan derin sevgisi. Parti kadroları içinde en çok hamalları seviyordu. Diyordu ki, ‘Bu adam bu kadar çalışıyor ama bu çalıştığını bakışlarıyla, sözleriyle, davranışlarıyla hiç açığa vurmuyor. Bu korkunç bir şey, bu peygamberlik gibi bir şey’ diyordu...”
[5] Alican Uludağ, “Ciğer Acısını Bilir misin?”, Cumhuriyet, 27 Aralık 2012, s.6.
Yorumlar