“Gerçek, çelişkide gizlidir.”[1] “Post” söylencelerini nihayete erdiren bir “son”dan “Tuhaf Zamanlar” diye nitelenen krize, krizin yol ...
“Gerçek,
çelişkide gizlidir.”[1]
“Post” söylencelerini nihayete erdiren bir “son”dan “Tuhaf Zamanlar” diye nitelenen krize, krizin yol
açtığı alt üst oluş kesitine doğru ilerliyoruz…
Liberallerden muhafazakârlara dek herkesin farkında olduğu bir güzergâhta Çin’lilerin “Tuhaf
zamanlarda yaşayasın” bedduasının altını çizmemek, anımsamamak olmaz.
Evet, “tarihi kötü yanının ürettiği”ni hatırlatırken, düşüncelerimizi kışkırtan bu “beddua”nın; Charles
Darwin’in, “Bilgisizliğin verdiği güveni, bilgi hiçbir zaman verememiştir,” saptamasıyla betimlenen verili
tabloda çok önemli olduğundan şüphe duymuyorum.
Herkes biliyor: “Post”lu söylencelerin miladı, “Elveda devrim/ proletarya… Merhaba nisyan/
demokrasi,” çığlıklarının dört yanı sardığı bir vazgeçiş ve umutsuzluktur…
Tam da o günlerde, “Sektörel Reel Sosyalist Ülkeler Topluluğu”nun otolikidasyonu ile “sosyalizm bitti”
söylenceleri, “vazgeçiş ve umutsuzluk”un “gerekçe”leri ilan edilmişti.
Ama kazın ayağı böyle değildi; çünkü karanlığın da bir diyalektiği vardı; postmodernlerin unuttuğu,
görmezden geldiği de buydu!
POSTMODERNİZM/ POSTMODERNİTE
Gerçeğin, öznellik tarafından deforme edilmesi olarak tanımlanması mümkün olan postmodernizm ile
postmodernite arasındaki nüansı vurgulamalıyız öncelikle.
Postmodernite, iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki hızlı gelişmenin olanaklı kıldığı, sermayelerin,
malların, insanların, imge, simge ve fikirlerin yeryüzü ölçeğinde eriştiği hızlı devingenliğe gönderme yapan
bir kavram. Bir başka deyişle, bir “durum”u tarif ediyor. [Bu devingenliğin gerisinde kapitalizmin neo-liberal
evresinin bulunduğu göz ardı edilmemeli.]
Postmodernizm kavramı ise, yukarıda betimlenen devingenliği “veri” sayarak bunun üzerine inşa edilen
bir “ideolojik duruş”u tanımlıyor.
Bu duruşun sosyal bilimlerdeki tezahürü ise, sosyal görüngülerde her türlü bütünlük, tutunum/tutarlılık
fikrinin ilga olduğu, kategorilerin geçersizleştiği, sınırların bulanıklaştığı, “bütünü açıklama”ya yönelik
kuramların iflas ettiği düşüncesi etrafında toplanmakta. Sosyal bilimlerde postmodernist yönelişin kimi
veçhelerini şöylece sıralayabiliriz:
i) Belirsizlik ve parçalanma…
ii) Görecilik…
iii) Eklektisizm: Hem teorik hem de metodolojik anlamda…
iv) “Her şey uyar” yaklaşımı…
v) Kuralların ve “büyük” kuramların/anlatıların reddi: Bilimlerin “yerel metinler”, en iyi olasılıkla
“etnobilimler” olduğu, Batı merkezci bilim anlayışının diğer kültürel anlatılardan farklı, üstün vb. olmadığı
fikri…
vi) Bilimlerin temsil yetisinin reddi: Bilimsel anlatıların, betimledikleri gerçekliği yeniden kurguladığı,
dolayısıyla tahrif ettiği; bu nedenle hiçbir zaman “nesnel” bir betimlemeye ulaşamayacağı fikri…
vii) Metinsellik: Hem sosyal bilimlerin anlatılarının, hem de onların betimlediği sosyal görüngülerin
farklı okumalara tabi olabilecek “metinler” olduğu vurgusu…
viii) Özdüşünümsellik: Sosyal bilimcinin araştırma girişimi içerisinde kendi öznelliğinin katıldığını
kabulü. Giderek araştırmasını kendisini/kendi kültürünün “keşfi”ne dönüştürmesi…
ix) En önemlisi evrenselliğin reddi, yerel vurgusudur…
Buradan hareketle tarihin ilk post moderninin gelininin döven eşine “Haklısın”, dayak yiyen geline “Sen
haklısın”, iki saptamasından ancak birinin doğru olabileceğini hatırlatan arkadaşına da “Sen de haklısın” diyen
Nasreddin Hoca’dır…
Hakikâti meçhulleştirip, görünmez kılarak buharlaştıran postmodernizm; gerçeğin aranıp, kazanılması
cüretini törpülerken; hakikâtin zamanın çocuğu olduğunu gölgeler.Hakikâti arayanlar, elbette hata yapmışlardır; hata yapmayanlar hiçbir şeye bulaşmayanlardır; ve
postmodernler tam da böylesi bir konumdadırlar.
Gerçek onu arayanlara aittir; ona ilişkin “iddia”lara sarılanlara değil!
Nadiren saf olan hakikât, asla basit değildir. O, çürük dişleri acıtan soğuk su gibidir. Bu nedenle de
bütün büyük hakikâtler, hakikât olmadan hep “küfür”, “ham hayal” olarak nitelenmiştir. Bu nedenle de yalan
için taht kurulurken, hakikât için de bir darağacı kurulmuştur hep.
Evet hakikâtler ve güller dikenli olup; ışık hakikâtin dostuyken; “Hakikât insana aittir, yanılgı ise
zamana,”[2] der W. Goethe…
Postmodernlerin anlayamadığı tam da bunlardır.
En büyük sermayesi umutsuzluk, vazgeçiş, anlaşılamamazlık olan (ve artık “demode” bir terim olarak)
postmodernizm, “Büyük anlatılar” bitti diyecek kadar ucuz bir “büyük anlatı”dır. “Büyük anlatılar” bitti diyen
anlatıdan daha büyüğü olabilir mi?
Postmodern Baudrillard’dan, Lyotard’a uzanan edilgen bir inanç olan postmodernizm, kelime anlamıyla
tam olarak “modern sonrası”, “çağdaş sonrası” anlamına gelir.
Lyotard’ın ‘La Condition Postmoderne’ başlıklı yapıtında, enikonu tarif edilen, bir dönemin zihinsel
yapısını ve izdüşümlerini anlatmak için üretilmiş sıfattır. Lakin ne idüğü belirsiz bir şey olarak algılanmaktadır.
Bir tür samimiyetsizlik durumu, sahici olmama hâli olarak postmodernizm marjinaldir, uçtur.
Samuel Beckett’in, “Gırtlağına kadar boka batınca, tek çare şarkı söylemektir,” sözüyle betimlenmesi
mümkün olan postmodernizm bir reddediştir, bir kırılmadır.
Postmodernist fikir varolalı beri hep sağın mülkiyetinde olmuştur.
Postmoderniteyi var eden faktörlerin başında eşitsizliğe, açlığa, köleleştirilmeye, geleceksizleştirmeye
denk düşen bir neo-liberal saldırı olarak “Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i” (“YDD”) gelir…
“YDD” HÂLİ
“Berlin Duvarı”nın yıkılmasıyla, “Elveda proletarya”, “İdeolojilerin sonu” diye haykıranlar herkese
“adalet, ekmek, özgürlük, barış, demokrasi” geliyor demişlerdi...
Ancak böyle olmadı!
“YDD” ile sürdürülemez kapitalizm öyle bir dünya yarattı ki, “Ekonomik, ekolojik, nüfus patlaması,
enerji, su, gıda krizleri kesişti”...[3]
Bu; “Tüm dünyayı sarsan ekonomik krizin 1929-30 krizi ile karşılaştırılabileceğini söyleyenler
haklı,”[4] diye betimlenen verili felaket tablosunu devreye soktu!
Bir “mutsuzluk makinesi” olarak neo-liberal uygulamalar bir taraftan aşırı üretim krizine, talep
yetersizliğine çözüm üretmeye, diğer taraftan, emeğin maliyetlerini düşürmeye yöneldi.
Küresel çapta eşitsizlik derinleşirken sonuçta, “depresyon ekonomisi”ni devreye soktu. Açlık büyüdü;
küreselleşti…
BÜYÜYEN AÇLIK
“Nasıl” mı?
i) Dünya Gıda Örgütü FAO’nun raporuna göre 870 milyon kişi yetersiz besleniyor. Yani açlık içinde…
Bu sayının 852 milyonu gelişen ülkelerde yaşıyor ve nüfusun yüzde 15’ini oluşturuyor. Gelişmiş ülkelerin de
açları var; 16 milyon kişi…
ii) Afrika ülkelerinin dörtte üçü ve bazı Arap ülkeleri aşırı derecede gıda sıkıntısıyla karşı karşıya…
İngiliz küresel risk ve stratejik danışmanlık şirketi Maplecroft tarafından 197 ülkede yapılan araştırmaya göre,
dünya genelinde 59 ülke gıda güvensizliği riski içerisinde yer alıyor.
iii) Güney’de, gelir adaletsizliği had safhalarda gezinmekte, kuraklığın pençesindeki ülkelerde her sene
milyonlarca bebek, annelerinin yetersiz beslenmesinden ötürü normalin altında kilolarda doğmakta ve her yıl
10 milyonu aşkın çocuk henüz 5 yaşını göremeden hayatından olmaktadır. 12 milyon kişinin açlık sınırında
yaşadığı Afrika’da her gün 24 bin kişi ölüyor, açlığa bağlı sebeplerden…
iv) Dünyanın yaklaşık yarısı günde 2 dolar kazanıyor; bunların da yaklaşık yüzde 20’sinin kazancı
günde 1 dolardan daha az. Yoksul olarak sınıflandırılanların çoğunluğu ancak ailesine yetecek kadar gıda
üretebilen çiftçiler... Dünyanın en yoksul ülkelerinde insanlar kazandıkları paranın yüzde 80’ini gıda ürünlerine
harcıyor. Gıda fiyatlarındaki en ufak artış bu yoksulların ihtiyaçları olan gıdayı almalarını imkânsız kılıyor.v) ‘WIN/ Gallup International Global’ın, ‘Açlık Algısı’ araştırmasına göre, dünya nüfusunun yüzde 3’ü
sürekli, yüzde 9’u zaman zaman açlık çekiyor.
vi) AB üyesi 20 ülkede çok sayıda yardım kuruluşunun yoksullara gıda dağıtımı için faydalandığı
program sadece Fransa’da yılda 130 milyon adet aş dağıtılmasını sağlıyor. AB’nin en büyük ikinci ekonomisi
olan Fransa’da 2010 verilerine göre yoksulluk eşiğinde yaşayanların oranı nüfusun yüzde 14.1’ini oluşturuyor.
Bu oranın artan işsizlik nedeniyle 2012 sonunda yüzde 15 oranına ulaşabileceği söyleniyor.
Verileri daha fazla uzatmadan ekliyorum: 1994’te 42 şirketin geliri 48 ülkenin gelirine eşitti, 2003’te
7 şirketin geliri 60 ülkenin gelirine eşit oldu. 2012 de ise 3 şirketin geliri 80 ülkenin gelirine eşit. Böyle bir
düzenin içindeyiz…
Bu tablodan yani Leonardo Boff’un ifadesiyle, “İnsanlık faciası olan açlıktan politik sistem sorumludur.
Batı’da yüzyıllar boyunca etkili olan sistem şimdi küresel kapitalist üretim şeklinde sürüyor; politika ekonomik
gücün rehinidir. Eğer dayanışmacı politik ve etik anlayış olmaz ise dünyanın açlık ve yetersiz beslenme
sorununa bir çözüm bulunamaz. Milyonlarca aç insanın sessiz çığlığı çözüm bekliyor... Finansal krizin yol
açtığı sıkıntı nedeniyle açlık artıyor; FAO’ya göre, açlık sınırdaki insan sayısı, 860 milyondan 1 milyar 200
milyona yükseldi. Bu gerçek bir edepsizliktir, etik ve siyasal olarak bir meydan okumadır.”[5]
KÖLEŞTİRİLEN İNSAN(LIK)
İnsan(lık) yeniden köleleştirilirken; iş bununla sınırlı da değildir!
UNICEF’in çocuk hakları danışmanlığını yapan Prof. Dr. Oğuz Polat’ın 2006 tarihli raporuna göre,
Araştırmalara ve tahminlere göre Kamboçya’daki 800 bin fahişenin üçte birini çocuklar oluşturuyor. Çocuk
fahişelerin sayısı Tayland’da 800 bin, Endonezya’da 400 bin, Hindistan ve Filipinler’de 100 bin, Brezilya’da
ise 500 bin ila 2 milyon gibi korkunç sayılarla ifade ediliyor. Sri Lanka’daki genelevlerde 6 yaşındaki çocuklara
rastlanmaktadır.
Mesela Hindistan’da fuhuş yapan çocukların yaşları 14-16 arasındayken, günümüzde 10-14’e kadar
düşmüştür. Kamboçya’da köylerde 7-8 yaşındaki kızlar çocuk İngilizceleriyle cinsel ilişki pazarlığı yapmakta,
Sri Lanka’daki genelevlerde 6 yaşındaki çocuklara rastlanmakta!
Dünyada 30 milyon civarında seks kölesi var. Bu seks kölelerinin yarısından fazlası çocuk (18 yaşından
küçük). Dünyada her yıl 4 milyon yeni kurban, seks kölesi yapılmakta. Dünyada seks köleliği için her yıl 500
bin kadın ve çocuk kaçırılmakta. Dünyada seks köleliği ticaretinden doğan rant 100 milyar dolar civarında...
Dünyada seks köleleriyle birlikte olan erkek sayısı bir milyarı geçmekte!
Örneğin, “Hint Yarımadası ve Afrika’dan gelen göçmen işçiler, milyarderler cenneti Kuveyt dahil
Ortadoğu’da, işkenceye açık biçimde, kölelik şartlarında çalışıyor. İki çocuk annesi Etiyopyalı Alem Dechasa,
hizmetçi olarak gittiği Lübnan’da işkence görmüştü”![6]
DERİNLEŞEN GELECEKSİZLİK
Tüm bunlara bir de geleceksizleştirilme eklenmelidir!
Hızla sıralayalım: 2030’da dünyanın akciğeri olan Amazon’daki yağmur ormanlarının yüzde 40’ı
tükenmiş olacak…
30 yıl sonra Kuzey Kutbu olarak andığımız Arktika’da yazları buz olmayacak…
2040’tan itibaren her iki yılda bir Avrupa’da ölümcül sıcak hava dalgaları oluşacak…
2050’de her 5 kişiden 2’si içecek su bulamayacak…
2020’de sadece Kenya topraklarına 18 bin ton kişisel bilgisayar gömülecek…
‘Dünya Meteoroloji Örgütü’nün ‘Sera Gazı Salımının 2010’ raporuna göre, dünya ortalama 4 derece
ısınacakken; ‘NASA Goddard Uzay Çalışmaları Enstitüsü’nden James E. Hansen’a göre de deniz yüzeyindeki
yükselmenin 5 metreye çıkabilecek, Miami’den Bangkok’a kadar çok sayıda kenti sular altında kalabilecek!
Prof. Dr. Barbaros Çetin’e göre, “Dünya zaten kıyameti yaşıyor. Ozon tabakası delindi, eko sistem
tahrip edildi. Biyolojik saati bozulan bitkilerin hızla yok olmasıyla aç kalacağımız ortada, daha da kötüsü 7
milyar insanın göç edebileceği bir yer de bulunmuyor. Başka bir gezegen bulmak için de vakit yok…”
Bu durumda ABD Ulusal İstihbarat Konseyi’nin dört yıllık değerlendirmelerinden, “Küresel Eğilimler
2030: Alternatif Dünyalar” başlıklı ve “bir öngörüde bulunmuyoruz, yalnızca eğilimler, olası senaryolar
sunuyoruz” diyen raporda geleceğe ilişkin sunulan olası senaryolardan “biri, ülkeler içinde ve arasında
eşitsizliklerin derinleşmeye devam ederek kaynak rekabeti üzerinden, hem ülkelerde toplumsal patlamalara hem
de uluslararası çatışmalara yol açması”dır!OLMAYAN -HAYALET- DEMOKRASİ
Nihayet postmodernistlerin, “Tarihin, kapitalizmin seçeneği olarak yalnızca sosyalizmi barındırdığı
düşüncesini değiştirirsek, sözgelimi artık bütün yönleriyle açık seçik ortaya konan kapitalist demokrasinin
yerine başka türlü bir demokrasinin de gerçeklik kazanabileceğini göstermek, tarihin sonundaki kapıları
yeniden açabilir. Nasıl sosyalizmin çeşitli biçimleri birbiriyle uzlaşmadan da kendilerini göstermeye çalışmışsa,
kapitalizmin içinden de ilerlemeden yana olanların onaylayacağı yeni bir demokrasi biçimi yaratılabilir,”[7]
diyerek devrim yerine ikameye kalkışan; Semih Gümüş gibilerinin, “kapitalizmin içinde” kotarmaya
kalkıştıkları “demokrasi”ye gelince…
Demokrasi bir devlet biçimidir; yani bir sınıfın iktidarıdır!
Tıpkı köleci Atina’da köle sahiplerine demokrasi varken; kölelerin köle olduğu gibi…
Sadece hatırlatalım: “Neo-liberalizmin, liberal demokrasinin genelleştirilmesinin bir “çağdaşlaştırma”
projesine dönüşmesi, neo-oryantalist bir ideolojiye işaret eder”ken;[8] Pierre Dardot, “Neo-liberalizmin ruhu
demokrasinin ruhuna da sirayet etti. Bu nedenle artık bu devirde demokrasi sadece sandık galibiyetinden ibaret.
Sandık demokrasisi neo-liberalizmin doğal sonucu. Seçilmiş liderlerin eylemlerinin yurttaşlarca denetlenmesi
ve hesap sorulması zorlaşmış hâlde. Artık yurttaşlar liderlerini iki marka arasından seçim yaparmış gibi
belirliyor,” derken; şu notu düşer Soli Özel de:
“Paranın Amerikan siyasetinde oynadığı fazlasıyla belirleyici rol göz önünde bulundurulduğunda bu
ülkedeki demokrasiyi küçümseyenlere kızmak zordur. Kevin Phillips klasik eseri ‘Servet ve Demokrasi/ Wealth
and Democracy’de Amerikan kapitalizmiyle demokrasisi arasındaki gergin ilişkiyi anlattığı üzere. Sistemin
doğal eğilimi, genel oyun varlığına rağmen para ve mülk sahiplerinin gücünü yeniden üretmektir...”
Böylesi bir “demokrasi”yi(!?) aşabilmek; devrimi “olmazsa olmaz” kılar.
III. BÜYÜK BUNALIM
Slavoj Zizek’in, “Savaşlar arttı, yoksul Üçüncü Dünya ülkelerinde yoksulluk daha çok arttı, zengin
ve yoksul arasındaki makas daha çok açıldı,” diye betimlediği “YDD”nin kriz hâli III. Büyük Bunalıma denk
düşmektedir…
IMF’nin, “2018’den önce toparlanma beklemeyin!” diye resmettiği tablo ile;
i) Avro bölgesi krizi işletmelerde yaklaşık 2 trilyon dolarlık gelir kaybına yol açtı. Grant Thornton’un
naklettiği, 40 ülkede yapılan araştırmaya göre Avro bölgesindeki kriz her 10 işletmeden 4’ünü vurdu…
ii) Avrupa bölgesindeki krizin faturası çalışanların üzerine ağır bir yük olarak binmeye başladı. Başta
Yunanistan ve İspanya olmak üzere “batma tehlikesi” yaşayan ülkelerin ekonomilerindeki kötü gidişatın işsizlik
rakamlarına yansıması bölgede moralleri iyiden iyiye bozuyor. Yunanistan’ın 2012’nin Temmuz ayında yüzde
25.1’lik işsizlik rakamıyla bölge rekorunu kırmasının ardından bu kez İspanya kritik seviyeyi aştı…
Küresel kriz ve sonrasında ABD ve Avrupa’da yaşanan borç krizi nedeniyle dünya genelinde işsiz
sayısı 207 milyona ulaştı. Her gün yeni işsizler ise sayıyı arttırıyor. Her yıl iş arayanlar listesine 40 milyon genç
insanın eklendiği dünyada kayıp nesil nüfusu da büyük hızla artıyor. Krizin faturasını çalışanlar ödüyorken;
işsizlerin Avrupa’daki sayısı gittikçe arttırıyor. Beşinci büyük ekonomi İspanya ise 5.7 milyon işsiziyle rekoru
elinde tutuyor…
iii) Yunanistan Dışişleri eski Bakanı, Atina Belediye eski başkanı ve hâlen Yunan Parlamentosu Üyesi
olan Dora Bakoyannis, Avrupa’da yaşanan krizin başlangıç noktasının Yunanistan’ın borç krizi olduğunu
ifade ederek, bu durumun yapısal ve bulaşıcı olduğunu, Avrupa’nın güneyindeki Yunanistan, İtalya, İspanya,
Portekiz’in yanı sıra İrlanda, Slovenya ve Belçika’ya ulaştığını belirtti.
Yani “… ‘Uzun durgunluk’ sanılandan daha da uzun süreceğe, giderek tehlikeli siyasi sonuçlar
üreteceğe benziyor”ken; Joseph Stiglitz, küresel ekonomik krizden ne zaman çıkılacağını söylemenin güç
olduğunu belirtip, “Bir krizin ortasındayken çıkışın ne zaman olacağını bilemezsiniz… Bugün, mesele hâlâ
çözülmedi denebilir… Bu gidişat daha da sürecek,” dedi.
“Nasıl” mı?
Avrupa’daki yeni tehdidin Fransa olabileceğiyle ilgili görüşler artarken, ülkedeki işsiz sayısının 3
milyonu geçmesi bu görüşü destekler nitelikte…
Fransa’nın Avrupa’nın ve kıtanın sağlığını en çok tehdit eden “hasta adamı” olabileceği yönündeki
görüşler güçleniyor. WL Ross and Co.’nun Başkanı ve CEO’su Wilbur Ross, borç krizindeki Yunanistan
ve İspanya’nın aksine Fransa’nın, kıtanın tamamının sağlığını en çok tehdit eden “Avrupa’nın hasta adamı” olabileceğini söyledi.
Newsmax televizyonuna konuşan Ross, “Günün sonunda Avrupa’nın gerçek hasta adamının,
Yunanistan, Portekiz, İspanya ya da İtalya değil, Fransa’nın olduğu ortaya çıkabilir” dedi.
Tam da bu noktada Seyfettin Gürsel, “Fransa’yı bırak, Amerika’ya bak,” demekte çok haklı!
“Bıreme şıma bene qırkene/ Kaçın sizi götürüp katledecekler,” sözünde betimlenen yıkım tablosu
“sosyal (denilen) devleti”, “refah toplumu”nu sonlandırırken; “rüya”nın yerini kâbus alıyor; faşizmi
sıradanlaştıran ırkçılık/ milliyetçilik hızla tırmanıyor.
Örneğin “AB mültecileri damgalamaya hazırlanıyor”ken;[10] Sascha Soydan’ın, “Anders Behring
Breivik’in metni anaakım Avrupa’nın bir parçasıdır,” saptamasına Marinna Salzmann da ekliyor:
“Avrupa giderek faşistleşiyor”!
UYGARLIK KRİZİ/ ÇATIŞMASI
Sınıf gerçeği yerine etnisiteyi, kimlikleri ikame eden postmodernizmin en önemli tahribatlarından birisi
de böylelikle “Uygarlıklar Çatışması” alt başlıklı bir uygarlık krizine zemin hazırlamasıdır.
Hatırlanır: ‘Medeniyetler Çatışması ve Yeni Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması’[11] başlıklı
makalesini Samuel Huntington, 1996’da yayımlatmıştı.
“Soğuk Savaş” sona ereli bir kaç yıl oluyordu. İdeolojik çatışmanın uluslararası düzende etkisini
yitirdiğini söylemek ilginç bir fikir değildi ama Huntingon bir adım ileriye gidip yeni bir çatışma teorisi ortaya
atmıştı. Çatışmanın “medeniyetler” arasında olacağını söyleyen Huntington, kültürel özelliklerine göre bu
medeniyetleri de belirlemiş, dünyayı yedi ya da sekiz medeniyete ayırmıştı: Batı, İslâm, Ortodoks Hıristiyanlık,
Latin Amerika, Sinic (yani Çin ve çevresi), Hindu, Japon ve belki Afrika. Çatışma özellikle Batı’yla İslâm ve
Çin arasında yaşanacaktı, Batı medeniyeti buna hazırlıklı olmalıydı...
11 Eylül’den sonra bu teori gerçekleşmiş bir “kehanet”, Huntington ise bir nevi peygamber muamelesi
gördü. Yaşananlarla sınanıp doğrulanan Medeniyetler Çatışması’nın yalın gerçekliğiyle ikna olanlar kadar,
bu teoriye karşı çıkanlar da oldu. Her şeyden önce, ‘medeniyetler çatışması’nda yüzlerce yıllık o hümanizm
geleneğine de, evrensel barış, kardeşlik düşlerine de uyumsuz bir şeyler vardı. Ne de olsa akademik kariyerine
Amerikan Dışişleri, Ulusal Güvenlik Konseyi, CIA gibi kurumlarla işbirliğini de ekleyen Huntington, karısının
deyimiyle “gündelik hayatta bir liberal, ama dış politika konusunda tam bir şahindi”.
Huntington’a göre modernleşmek başka bir şeydi batılılaşmak başka. Amerikan kültürünün
yaygınlaşması, Amerikan değerlerinin de yaygınlaşması anlamına gelmiyordu. Kola içip jean giyen
Müslümanlar, bir uçağı bombalamaktan çekinmeyebilirdi. Batı, gerçeği görmeli ve kendi üstünlüğünü
korumalıydı. Huntington’ın teorisi, kültürel yapılar arasındaki uzlaşmaz farklılıkları vurguladığı ölçüde
“ötekileştirici” ve “dışlayıcı”ydı.
Denilebilirdi ki “Uygarlıklar Çatışması” teorisinin yaratıcısı Samuel Huntington’un teorisi, “Soğuk
Savaş” sonrası dönemde uluslararası ilişkileri sağlıklı bir biçimde düşünme çabalarına büyük bir darbe vurdu
ama tarihin çok özel bir anında gündeme geldi, çok özel bir gereksinime cevap verdi. Bu yüzden, 1993’te
Foreign Affaires dergisinde yayımlandıktan sonra, üzerine adeta bir çığ gibi gelen eleştirilere karşın bu teori
kısa sürede ABD’den Ortadoğu’ya kendine çok yaygın bir taraftar kitlesi buldu; 11 Eylül’den sonra Müslüman
dünyasının seçkinlerinin gönlünde taht kurdu.
Soğuk savaş bitince, ABD’de, Kissinger’ın deyişiyle, bir dış politika paradigması krizi oluşmuştu:
ABD, SSCB gibi bir tehdidin olmadığı bir dünyada Batı Bloku’nu liderliği altında nasıl bir arada tutacak,
hegemonyasını sürdürmeye devam edecekti? Bir akım, “neo-conlar”, bu krizi Wolfowitz’in 1992’de New York
Times’a sızan raporunda dile getirildiği gibi, ABD’nin askeri gücüne dayanarak bir imparatorluk stratejisiyle
aşmayı öneriyordu. Bir diğer akım ise “Yeni Dünya Düzeni”nden söz ediyor, küreselleşme dönemine girildiğini
öne sürüyordu.
Huntington bu krize, birçok kez vurguladığı, “Biz kimiz?” başlıklı kitabında da dile getirdiği gibi,
“yurtsever”, “ulusalcı” ve “realist” bir açıdan yaklaşıyor, “küreselleşme” söylemini, “Yeni Dünya Düzeni”
beklentisini kuşkuyla karşılıyordu. Ona göre, “soğuk savaş döneminin ideolojik çatışmalarının yerini şimdi,
kökleri tarihin derinliklerine uzanan etnik, dini özelliklere dayanan kültürel çatışmalar” alıyordu. Huntington
bu kültürel çatışmaları, “uygarlıklar” arası çatışmalar olarak düşünüyor, bu bağlamda, Batı ve diğerleri (Latin
Amerika, Afrika, Müslüman, Çinli, Hindu, Ortodoks, Budist ve Japon) bir anlamda “ötekileri” olmak üzere
dokuz “uygarlık” tanımlıyordu.
Ne ki, bu dokuz “şeyi” bir araya koymanın, (kültürel, antropolojik, tarihsel açılardan) teorik
imkânsızlığı ortadaydı. Bugüne kadar en büyük çatışmaların aslında “uygarlıklar” arasında değil, içinde yaşanmış olması; “uygarlık” tanımının belirsizliği, son tahlilde dini özelliklere indirgenmesi, Çin ve
Japonya’nın iki farklı “uygarlık” gibi düşünülmesi gibi birçok gariplik söz konusuydu. Bu “düzene” değil
“çatışma” beklentisine, dış politika krizinin bu beklentinin ışığında, (adeta bir Batı “uygarlığı” bloku
oluşturarak) aşılması önerisine yatırım yapan teorinin ciddiye alınmaması gerekirdi.
Ama alındı. Çünkü Huntington tüm gelecek vaatlerini yitirmiş, “tarihinin sonuna” gelmiş ama başka
yaşam seçeneklerini de yadsıyan, nihilist bir aşamaya girmiş kapitalizme çok uygun bir ideoloji üretmeyi
başarmıştı. Artık, “uygarlıklar çatışması” teorisi sayesinde, kapitalizmin yarattığı sorunları, yine kapitalizm
dışındaki etkenlere bağlamak, dışsallaştırmak söz konusu olabilecekti...
Örneğin, ekonomik/siyasi çelişkileri, geriye doğru (“Soğuk Savaş”ta) ideolojik çelişkiler, ileri doğru
da kültürel çelişkiler olarak tanımlamak, kapitalizmi, “içeride” “çokkültürlülük” söylemiyle sınıf çelişkilerini,
“dışarıda da” “uygarlıklar” söylemiyle emperyalizmi konuşmaktan kurtarıyordu. Huntington böylece, ortaya,
Jacques Rancière’in “post-politik” olarak nitelediği, “evrenselliği” yadsıyan, yaşamı kültüre indirgeyerek tüm
çelişkileri gizleyen, siyaseti olanaksızlaştıran söylemlere uygun bir teori/ideoloji koymuş oluyordu.[12]
Bunlarla postmodern dönemde “kimlik” alt başlığında etnik ve dini aidiyetleri öne çıkardı.
“TERÖR” SÖYLENCELERİ!
Postmodern kesitten, postmodernizmden söz ederken; en büyük terör aygıtı olan kapitalist devletin,
“terör” söylencelerine değinmeden geçmemeliyiz.
Emperyalizmin “ya bizdensin ya da karşı” türünde dizayn ettiği “YDD” tablosunda, egemenlerin
elinden düşürmediği değnek “terör/ terörist” manipülasyonlarıdır.
Chuck Palahniuk’un, “Beni mahkûm etmeniz çok gereksizdi. Bürokrasimiz ve kanunlarımız, dünyayı
temiz ve güvenli bir toplama kampına çevirdi. Kölelerden oluşan bir jenerasyon yetiştiriyoruz. Çocuklarımıza
çaresiz olmayı öğretiyoruz. Öyle planlanmış vaziyetteyiz ve ince ince yönetiliyoruz ki, burası artık dünya
olmaktan çıktı. Burası lanet olası bir sahil güvenlik teknesi oldu,” betimlemesinde somutlanan tabloda
egemenler için “Terör örgütleri için şiddet kullanımı sadece bir korkutma aracıdır,” diyen Sedat Laçiner’in
saptamasına Tarhan Erdem ekler: “Terörü ‘Larousse’ şu üç cümle ile açıklıyor: ‘Felce yol açabilecek kadar
şiddetli korku, dehşet. Bir iktidarı zorla kabul ettirmek amaçlı sistematik şiddet ve baskı uygulaması. Büyük
korku uyandıran, insanı dehşete düşüren kişi veya şey...’
‘Kubbealtı Lûgatı’ da terörü şu cümleyle tanımlıyor: ‘Yıldırmak ve korkutmak maksadıyla yasalara
karşı gelerek sistemli bir şekilde şiddet hareketlerine ve cinayetlere başvurma hareketi, tedhiş’…”
Egemen söylence budur; bu kadardır. Ancak unutulan/ unutturulan ya da gözlerden gizlenen gerçek
teröristin, bir şiddet aygıtının devlet olduğudur!
“Terör” damgasıyla kodlananın ezilenlerin siyasal şiddeti olduğu herkesin malumudur. Unutmayın: Kürt
ulusu, sırtındaki inkâr ve sömürgecilik boyunduruğunu kırıp atmaya girişirse bunun adı “bölücü terör”dür.
İşçi sınıfı, sırtındaki artı değer sömürüsü ve onun koruyucusu zorbalık düzenini yıkıp atmaya yönelirse
bunun adı “yıkıcı terör”dür.
Egemen sınıfların bu tanımını kırıp atmadan zihinler özgürleştirilemez. Egemen sınıfların terör tanımına
cepheden karşı durmayan, onu kökten mahkûm etmeyen hiç kimsenin entelektüel akıl sağlığını korumasına
imkân yoktur.
Burada Bertold Brecht’in, “Şiddetli denir asi ırmağa/ ama kimse şiddetli demez/ Onu sıkıştıran
yatağına,” uyarısının altını çizerek ekleyelim:
“Her türlü şiddete karşı tavır almak” tezi ve savunusu burjuvazinin hizmetindeki bir demagojiden
ibarettir. Bu, şiddet kavramının sınıfsal ve sosyal içeriğinden dolayı böyledir. Zira şiddet olgusu toplumsal
çelişkilerle bağlıdır ve kimse bu uzlaşmaz karşıt kutuplardan her ikisini birden savunamaz ya da her ikisine
birden karşı olamaz. Bu çağrıyı yapanlar da gerçekte her türlü şiddete karşı değillerdir. Bir kısmını (devletin
gündelik şiddetini) normal ve olağan sayarlar, dolayısıyla meşru görürler. Doğru olan ise, onların “normal ve
olağan saydığı” burjuva egemen sınıfların devlet biçiminde örgütlenmiş diktatörlüğünü kabul edilemezliği ve
buna karşı gelişen ezilenlerin şiddetinin kaçınılmaz ve meşru olduğudur.
Şiddet, bir anomali ya da kaçınılabilir bir “mutlak kötü” değildir. Nesnel üretim ve toplumsal
ilişkilerden doğan ve kaçınılmaz bir olgudur. Sorun bu çelişkilerin hangi tarafından baktığınızdır. Nesnel
toplumsal gerçekliklere ve çelişkilere karşı “ahlâki tavır” alma iddiası ya da çağrısı idealist bir saçmalıktır.
Şiddet konusundaki harcı alem yaklaşımın vardığı yer, devletin şiddet tekelini kutsamak ve şiddeti
egemen sınıfların bir ayrıcalığı saymaktan ibarettir. Oysa ezilenler, çelişkilerin ezilen tarafı olduğu için, tam
tersini söz konusudur; “Şiddet, sömürücülerin ayrıcalığı değildir, sömürülenler de onu uygulayabilirler ve dahası uygun anda kullanmalıdırlar,”[13] Che’nin işaret ettiği üzere…
Şiddete dayalı mücadele biçimlerinin politik mücadeleden suni olarak koparılması-ayrıştırılması belirli
bir politik çizginin ifadesidir. Nihayetinde her gerçek politik mücadelede çelişkilerin tarafları örgütlenir, güç
biriktirir ve çelişkinin çözümü için gücünü karşı tarafa dayatır. Zor, uzlaşmaz çelişkilerin çözümünde son
tahlilde belirleyici olan güçtür. Şiddete dayalı mücadele biçimlerini yadsıyan, devletin şiddet tekelini mutlak
sayanlar; bu nedenle, çelişkilerin, ancak burjuva devlet iktidarının izin verdiği ölçüde gündemleştirilmesi ve
çözülmesi imkânına cevaz vermiş olurlar. Bunun anlamı, ezilenlerin silahsızlandırılmasıdır. Silahsızlanma da,
tıpkı silahlanma gibi öncelikle ideolojiktir. Hükümet var gücüyle ezilenlerin şiddetini savunan ve uygulayanlara
devlet terörü uyguluyor.
Egemen sınıflar, kendilerince uygulanan politik şiddeti meşru sayarken, ezilenlerin uyguladığı politik
şiddeti “terör” diye yaftalayarak en ağır biçimde cezalandırırlar. Şiddeti uygulayan kendileri olduğunda her
zaman bir gerekçe bulurlar. Oysa “terör” kodunu giydirdikleri her olayda korku ve zorbalıkla akıl dışılığı
örgütlerler, her türlü gerekçeyi yadsırlar: “Terörün hiçbir amacı, rengi, dili, dini, vb. yoktur…” demagojisini
sayısız biçimde yinelerler.
Gerçekte “terör”, sömürücü ve emperyalist devletlere karşı ezilenlerce girişilen her türlü şiddetin
kodlanmış ve etrafına dikenli teller çekilmiş kavramıdır. Bu kavramın içeriği, sınıf mücadelesinin seyrine göre
değişir. Egemen sınıflarca bugün için tehlikeli görünmeyen bir mücadele biçimi yarın “terör eylemi” sayılabilir.
(Örneğin, Londra polisinin “işgal et” eylemcileri hakkında tuttuğu terör raporları, Hopa’daki devlet şiddetine
karşı dayanışma eylemlerinin terör sayılması, Deniz Gezmiş anmalarının birden bire “terör propagandası” ilan
edilmesi, molotof kokteylinin bir polis şefinin isteğiyle “likit bomba” ilan edilmesi, vb. vb.)
O hâlde postmodern kesitte “olağanüstü”nün (şiddet) olağana dönüştürüldüğü bir an dahi unutulmadan;
insan(lık)ın, egemen şiddet ve hegemonya tarafından yabancılaştırılarak[14] sürüleştirildiğinin altı
çizilmelidir…
İNSAN(LIK)IN HÂLİ
Tam da bu tabloda İnci Aral vari, “İnsan iyilikle doğar. İyilik özdendir, kötülük sonradan öğrenilir,”
genellemelere prim vermeden; sürdürülemez kapitalizmin insan(lık)ı yerle yeksan ettiğinin altı çizilmelidir.
İnsan(lık)ı, insan olmaktan çıkartan bu postmodern kesitte bir araştırmaya göre insan ömrünün ortalama
9 yılı televizyon izleyerek geçiyorken; bu süre hayat boyunca alışveriş, spor ve sekse ayrılan sürenin beş
katıdır!
İngiltere’de ‘Ulusal Sağlık Hizmetleri’nin verileri incelendiğinde ülkede depresyondaki insanlarda
3 yıl içinde yarım milyonluk bir artış olduğu dikkat çekiyor. Bu durumda İngiltere’de depresyonda olduğu
bilinen insanların sayısı 2010-2011 yılı itibariyle 4 milyon 700 bine ulaştı. İngiltere, Galler, İskoçya ve Kuzey
İrlanda’yı kapsayan bu rakam, ülke nüfusunun 2011 sayımına göre 63 milyon olduğu gözönüne alınırsa yüzde
13 civarında bir artışa tekabül ediyordu…
Ayrıca ‘Welt am Sonntag’ın haberine göre, Almanya’da psikolojik rahatsızlıklar, istemeden erken
emekliye ayrılmanın en önemli sebebi hâline geldi. 2011 yılında düşük emeklilik maaşıyla erken emekli olmak
için başvuran çalışanların yüzde 41’i depresyon, korku ya da psikolojik tükenmişlik nedeniyle emekliye ayrıldı.
Alman Emeklilik Sigortası’nın rakamlarına dayandırılan haberde bu oranın 2000 yılında yüzde 24, 2010 yılında
ise yüzde 39 olduğu belirtildi.
Ya Türk(iye) insan(lık)ı mı?
Bireysel silahlanma konusunda 178 ülke arasında 14’üncü sırada yer alan Türkiye’de ateşli silahlarla
ölüm oranı ABD’nin üç katı…
Bireysel silahlarla işlenen suçlar yüzde 85 arttı, haftalık vaka sayısı 100’ün altına düşmüyor…
2011 yılında Türkiye’de silahlanma yüzde 13 arttı…
Her 100 kişiden 12’sinde silahın olduğu Türkiye’de, daha önce her 5 silahtan 1’i ruhsatlı iken 5 yılda
ruhsatsız silah sayısı arttı, artık her 8 silahtan sadece biri ruhsatlı…
Türkiye’de şiddet hız kesmeden, hatta artarak sürüyorken; saldırganlık, şiddet, terör insanların içlerinde
bastırdıkları ezikliklerin, çaresizliklerin, aşağılanmışlık duygularının tepkisel dışavurumudur.
Toplumumuzun ruhsal sağlığının yerinde olmadığı, bunalımlı bireylerden oluştuğu, dünya çapında
ilaç verilerini ortaya koyan Uluslararası Pazarlama Servisi’nin bir araştırmasıyla kanıtlanmıştır. Kuruluşun
verilerine göre Türkiye’de antidepresan kullanımı 9 yılda yüzde 160 artmış, 2003 yılında 14 milyon kutu
antidepresan satılırken 2012’de bu rakam 37 milyon kutuya dayanmıştır. ‘Türkiye Psikiyatri Derneği’nden Banu Aslanataş Tekin, “Her 10 erkekten ve 5 kadından biri, yaşamları
oyunca en az bir kere depresyon geçirme riski taşıyor. ‘Psikofarmaloji Derneği’ Yürütme Kurulu Üyesi Prof.
Dr. Nazan Aydın da ekliyor: “2003 yılında 14 milyon 238 bin kutu antidepresan satılırken 2012 yılında bu
rakamın yüzde 160 artışla 36 milyon 881 bine ulaştı. Antidepresan satışları yüzde 160 arttı…”
İntihar olaylarının arttığı Türkiye’de, uzmanlar, “Herkesin ruh sağlığı tehlikede” kaydını düşerlerken;
intiharın bir çaresizlik belirtisi, kurtuluş arayışı veya kişinin kendisine yönelttiği bir şiddet eylemi olduğunu
vurgularken dünyada, 13-35 yaş arası ölümlerim üçte biri intihar nedeniyle gerçekleşiyor.
Türkiye’de her yıl yaklaşık 2 bin 500 kişi intihar ediyor. Kadınlarda 15-19, erkeklerde ise 20-40 yaş
arası en riskli grup. Erkekler 1.5 kat daha fazla intihar girişiminde bulunuyor.
Ayrıca kişi başına düşen makyaj malzemesi tüketiminin; 10 yılda 2 katına çıktığı Türkiye’de makyaj
yaşı 11’e kadar düşerken; cinsel suç dosyası 2002’de 8 bin 146’dan, 2011’de 32 bin 988’e yükseldi; cinsel
saldırı suçları 9 yılda yüzde 400 arttı, en çok da Batı Karadeniz’de!
Nihayet Türkiye’de 800 bin civarında internet bağımlısı olduğu tahmin ediliyorken; hayatın her alanında
yanımızda olan cep telefonu kullanımı “takıntı” boyutuna ulaşmış durumda… Akıllı telefonlar, tabletlerle
internete bağlı olma isteği artık birçok önceliğimizin yerini aldı. Öyle ki 18-30 yaş arasındaki gençlerin yüzde
80’i, “Cep telefonu ve internet olmadan yaşayamam,” diyor!
Evet kapitalizm insan(lık)ı böylesine tüketirken; hurafe, korku ve kaygılarla teslim alıyor.
Bunda da şaşırtıcı bir şey yok. Çünkü insanlık korkularını yenemediği sürece gerçeklerden kaçacaktır;
sığınacak yer arayacaktır; koruyucu güç arayacaktır; kendini aldatmayı sürdürecektir; yalanlara bile bile
inanacaktır; boyun eğecektir!
Kolay mı? İnsanın eli kolu bağlandı.
İnsan günlük hayatına hapsedildi; sınırlı yaşam alanına kapatıldı; tek çıkış kapısı önündeki ekrandır.
İşyerinde bilgisayarın ekranı; yolda cep telefonunun ekranı; evinde televizyonun ekranı; parmakları ya
klavyede ya uzaktan kumandada…
Aklı gördüğünde; inancı duyduğunda…
Vitrinlerle büyülenmiş, markalarla süslenmiş, alışverişle donatılmış, yapay yılbaşı çamı gibi genetiği
değiştirilmiş hayat…
İnsan iradesi küresel kapitalizmle dondurulmuş; beyni boş inançlarla uyuşturulmuş; duyguları meta
fetişizmiyle sarmalanmış; sistem doğrultusunda biçimlenmiş…
Düşünceleri, duyguları, istedikleri, istemedikleri, yapacakları, yapmayacakları, değerleri, kişiliği,
kavramları kendi dışında belirlenmiş. Benimsetilmiş. İçselleştirilmiş. Yaşamı kendi iradesinin dışına taşınmış.
Durumunu fark etmesi engellenmiş. Günümüzün postmodern insan(lık)ı böyleyken bunlar değişebilir mi?
Olabilir, elbette…
Eğer, insan kendi gözündeki bağı çözebilirse; geçmişte yaşananları görebilirse; ilerde olabilecekleri
doğru görebilirse; iradesine konan ipotekleri kaldırabilirse; başına gelenlerdeki payını kabul edebilirse; silkinip
ayağa kalkabilirse; kendi gücünün bilincine varabilirse; kaderinin kendi ellerinde olduğunu bilirse; geleceğine
kendi karar verebilirse; bu kararın sorumluluğunu alabilirse...
Bu mümkündür…
Yeter ki A. Hicri İzgören’in, “İnsanca yaşamak ve yaşatmak, vicdanımızın sesini bastırmadan akıllıca,
sorumlulukla ve olumlulukla hareket etmekle başlar,” uyarısı göz ardı edilmesin!
UMUT OLAN İNSAN(LIK)
Adem ile Havva söylencelerindeki üzere Tanrı’nın “cennetten kovduğu”dur O; çelişki(lerin) yumağıdır;
farkındalığını kavrayandır, kavratandır.
A. Einstein’ın, “Layık olduğumuz ya da hak ettiğimiz bir geleceği inşa ediyoruz!” sözlerindeki
insan(lık); para ile sahip olunabilen “değerler” çıkarıldığında geriye kalandır.
Gerçeğin değerini bilen ve değiştirendir; zamana ve yaşama anlam katandır.
Onun hakkında; “Bu dünyada bir dev var. Bu devin öyle kolları var ki, hiç güçlük çekmeden bir
lokomotifi kaldırabilir. Öyle ayakları var ki, günde binlerce kilometre koşabilir. Bu devin öyle kanatları
var ki, bulutlar üzerinde, kuşların çıkamadığı yüksekliklerde uçabilir. Öyle yüzgeçleri var ki, su altında
balıklardan daha iyi yüzebilir. Bu devin öyle gözleri ve kulakları var ki, görülmeyenleri görür, başka bir kıtada
konuşulanları işitir. Bu dev o kadar güçlüdür ki, dağları delip geçer ve doludizgin akıp giden suları durdurur.
Bu dev, yeryüzünü istediği gibi değiştirir; ormanlar diker, denizleri birleştirir, çölleri sular. Kimdir bu dev Bu
dev insandır,”[15] denir.“Alet yapabilen hayvan” olarak tanımlanır.
Descartes’a göre, “Düşünen”, F. Dostoyoveski’ye göre de, “Alışan bir hayvan”dır.
“İnsan sosyal çevrenin ürünüdür,” W. Hegel için.
Andre Gide, “İnsan hisseden”; Emile Durkheim, “İnsan sosyal hayvandır,” der.
Albert Camus de, “İsyan eden canlıdır,” notunu düşer.
Sonra da ekler, “İnsan özgür olmaya mahkûmdur,” diye J. P. Sartre…
Erasmus’un ‘Deliliğe Övgü’sünde, “Fakat insan, dünya yüzeyine tamamen mutlu olmak için
gelmemiştir,” dediği insan(lık); Nâzım Hikmet’e göre, “Tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret”
olandır. (Bazen de “dünyanın en tuhaf mahlûku”!)
Bertolt Brecht’in, “İnsan neler yapar neler yapar/ bilir uçmasını öldürmesini/ ama bir kusurcuğu var/
bilir düşünmesini de,” dizeleriyle betimlenendir…
O; “hormon sapiens/ bilen/ akıllı insan”dır; eylemlerinden, seçtiklerinden sorumlu olandır.
“Kendini bil, kendini tanı!” uyarısını asla unutmaması gerekendir.
Bilmeyen ve bilmediğini bilmeyenden; bilmeyen ve bilmediğini bilene; bilen ve bildiğini bilmeyenden;
bilen ve bildiğini bilene dört insanî hâl olan hassasiyetleri, hususiyetleriyle çok bilinmeyenli bir denklemdir.
Postmodern zaman(lar)ın tüketim “amacı”na endeksleyerek, tüketim aracı kıldığıdır.
Tükettiği kadar tükenendir.
Yani “Hüzün demektir, hüzündür”; binlerce yanıtsız soru(n)dur, postmodern zamanlarda insan(lık)…
Egemenlerin mitolojisinde dahi “köle” ilan edilen insan(lık);[16] tükenmeyen; özgürleşebilen canlı
türüdür…
Kant’a göre insan; deneyinler, a priori sezgiler ve kavramlara sahip olan karmaşık bir bütündür. Bu
karmaşıklığı ve çatışmaları önlemek için gereken akla sahip olandır.
İnsan, eyleyendir.
Öğrenir. Anlar. Çözer. Devam eder.
Dener, yanılır; dener, öğrenir; uygular, devam eder.
Başkaldıran insan(lık) son noktası konmamış bir çığlık, tamamlanmamış sanat eseridir.
“Bir insan söylediği şeylerden çok söylemedikleriyle insandır,” Albert Camus’nün ‘Sisifos
Söylencesi’nde dediği gibi…
İnsan düşünebilen bir canlıdır. Düşünebilen bir kişi de her şeyi sorgulayabilme yeteneğine sahiptir, körü
körüne inanmaz.
Yani “İnsan hikâyesi olan hayvandır,” William Randall’ın deyişiyle…
“Cogito ergo sum/ Düşünüyorum o hâlde varım,” diyendir; Dayatılan nisyanı, isyanla aşandır
insan(lık).
Adaletsizlik boy verdiğinde Spartaküs’leri, Pir Sultan’ları, Nâzım Hikmet’leri bağrından çıkaran türdür.
Endişeleri, hayal kırıklıklarını aşandır.
Öğrenen, öğretendir.
Dayatılanın şeklini alabildiği gibi, reddedendir de…
Çünkü, “İnsan politik bir hayvandır,” Aristo’nun işaret ettiği üzere…
Sonra da “Ne ise o olmayı reddeden tek yaratık,” demişti onun hakkında Albert Camus…
Yaptığı seçimlerin toplamıdır.
Bugün var/yok, yarın yok/var olabilendir.
Soyutlama yeteneğine sahip bir varlıktır.
“İnsan, kendisine bir anlam yüklemeye çalışan tek yaratıktır”
“İnsan kendini yalnızca insanda tanır,” W. Goethe’nin işaret ettiği gibi.
Ayrıca egemenler tarafından “kuzu gibi eğitildiğinde, koyun gibi güdülendir”
Maymundan gelen ve zaman zaman da maymuna dönendir.
Bazen bir isim bazen de sıfattır; yani herkese “insan” denebilir ama herkes insan olamaz.
“Var olduğu iddia edilen” hakları, egemenlerin iki dudağı arasında olan varlık.
“Olağan”a bağlandıkça, “d(e/i)ğer”ini en az düşünendir.
İslâmcılar için[17] “İnsan, bedeni ve cismani arzularıyla imtihan olduğu gibi, bazen dünyanın cazibedar
güzellikleriyle, maddi imkân ve servetle, iktidar ve kuvvetle, bazen bela ve musibetlerle, değişik ihtilaf ve
iftiraklarla, bazen de içtimai düzenin bozulması, toplumun anarşi ve kargaşaya girmesi... gibi hususlarla da
imtihan olur...”[18]
Elif Şafak’a göre de, “İnsan denilen mahlûk, alabildiğine basit ve acizdir bir yanıyla. Sebep olduğu
sonuçlardan ziyade, tesadüfler damgasını vurur hayatına. İnsan denen mahlûk, alabildiğine karmaşık ve kabiliyetlidir bir yanıyla. Öte yandan tesadüf sandıklarımız, bizzat sebep olduğumuz sonuçlara mim koyar
yalnızca. Böylesine muktedirken eşrefi mahlûkat, yaptıklarından dolayı nereye kadar mazur görülebilir.”[19]
Ama bunların önemi yok; o nihayetinde bildiği, korkmadığı şeyin efendisi; anlamadığının,
korktuklarının kölesidir.
Bazen hatalıdır, anlaşılmazdır, yüzeyseldir, rezildir.
Ama bir kez başkaldırırsa eğer: akıllıdır, sadıktır, nettir, iyidir, eşsizdir, vicdanlıdır, inanılmazdır.
Düşünebildiği kadar vardır.
Başkaldırdığı kadar özgürdür.
Özgür olabildiği kadar yaratıcıdır.
Onun için bilmek, sevmek ve başkaldırmak içindir.
İnsan(lar)ın, cüretkâr bir hayal gücümüz vardır.
Dik duruşu sayesinde beynini ve marifetli ellerini kullanarak alet yapabilendir.
İnsan, inandırandır.
A. Kadir’in dizelerindekidir: “İnsan umutların kapısı.”
Ettiğini bulan, ektiğini alan insan derya misali; milyonlarca dalgadır…
Uçsuz bucaksız kıyamettir; umut ve isyandır…
Çözüm için de: i) Şenay Aydemir’in, “Şimdi bize diyorlar ki; ‘Zaman çok hızlı akıyor. Hızlı olmazsan
hiçbir yere yetişemezsin. Her şeyden geri kalırsın.’ Biz diyoruz ki; ‘Bırakın zaman kendine göre aksın.
Kendimize göre ayarlamadığımız, hayatımıza göre örgütleyemediğimiz bir zamanı ne yapalım’...”; ii) “Bizi
bastıramazlarsa bundan sonrası gelir”; iii) “Baskıya karşı konulabileceği umuduyla baş edemezler”; iv) “Umut
çoğalırsa onlar biter”; v) Anatole France’ın, “Ütopyacılar olmasaydı, insan hâlâ mağarada yaşıyor olurdu”;
vi) Foti Benlisoy’un, “10 Yıl önceki yenilgiler çağında değiliz… Sosyal patlamalara hazırlıklı olmalıyız…”;
vii) Michel Bakunin’in, “İmkânsızı aradığı içindir ki insanlık hep mümkün olanı gerçekleştirdi,” uyarılarını
kesinlikle unutmamalı/ unutturmamalıyız…
Ve tabii, tüm bunların “Büyük İnsanlık”ın hiçbir “post” anlatıya sığ(dırıla)mayacak “hâl”i ve
“olanaklar” olduğunda…
4 Ocak 2013 19:43:58, Ankara.
N O T L A R
[*] Newroz, Yıl:7, No:235, 10 Haziran 2013… 5 Ocak 2013 tarihinde Ankara’daki “XXI. Yüzyıl Dünyası ve Türkiye’sinde
Vicdan ve Adalet Hareketi İçin Seminerler’de yapılan konuşma…
[1]Friedrich Hegel.
[2] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.298.
[3] Ergin Yıldızoğlu, “Yeni Gıda Jeopolitiği”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2012, s.4.
[4] Güray Öz, “Esirler Dünyası”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2012, s.6.
[5] Leonardo Boff, “Açlık: Etik ve Siyasi Meydan Okuma”, Gündem, 27 Kasım 2012, s.11.
[6] Robert Fisk, “Arap Baharı Irkçılığı Sildi mi?”, The Independent, Radikal, 7 Mayıs 2012.
[7] Semih Gümüş, “Tarihin İçinden Çıkmak”, Radikal Kitap, Yıl:11, No:607, 2 Kasım 2012, s.20.
[8] Ergin Yıldızoğlu, “Neo-liberalizm ve Şiddet -I-”, Cumhuriyet, 22 Ekim 2012, s.11.
[9] Ergin Yıldızoğlu, “50 Yıllık ‘Durgunluk’…”, Cumhuriyet, 19 Kasım 2012, s.11.
[10] “AB Mültecileri Damgalamaya Hazırlanıyor”, Birgün, 20 Aralık 2012, s.11.
[11] Samuel Huntington, Medeniyetler Çatışması, çev: C. Soydemir-M. Turhan, Okuyanus Yay., 2002.
[12] Ergin Yıldızoğlu, “Samuel P. Huntington (1927-2008)”, Cumhuriyet, 7 Ocak 2009, s.4.
[13] Che Guevara, Gerilla Savaşı: Bir Yöntem, çev: Sırma Köksal, Everest Yay., 2011.
[14] “2007’nin o sabahında, bir kemancı Washington şehrinin metrosunda bir konser verdi. Daha ziyade bir mahalle
delikanlısını andıran müzisyen bir çöp kutusunun hemen yanında, duvara dayanmış bir hâlde, üççeyrek saat boyunca Schubert ve
diğer klasik bestecilerin eserlerini çaldı. Bin yüz kişi hiç durmadan koşar adım geçti. Yedi kişi bir andan biraz daha uzun bir süre
durdu. Kimse alkışlamadı. Durup bakmak isteyen çocuklar oldu ama anneleri tarafından sürüklenerek götürüldüler. Onun Joshua Bell;
dünyanın en çok aranan ve beğenilen virtüözlerinden biri olduğunu kimse bilmiyordu. Bu konseri Washington Post gazetesi organize
etmişti ve konser onların şu soruyu sorma biçimleriydi: Güzellik için vaktiniz var mı?” Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye
Başladı, Çev: Süleyman Doğru/ Sel Yay., 2012.)
[15] M. İlin - E. Segal, İnsan Nasıl İnsan Oldu, Çev: Ahmet Zekerya, Say Yay. 16 baskı, 2009.
[16] Sümer mitolojosine göre; aşırı çalıştırılmaktan gına gelen genç tanrılar isyan ederek baş tanrı Enlil’in sarayını basmaya
karar verirler. Önce iş aletlerini kırarlar, küreklerini ve sırtlarında taşıdıkları sepetleri yakarlar. Ardından Enlil’in sarayına yürüyüp
orayı kuşatırlar. Sıkışan baş tanrı, diğer yüce tanrılar An ve Ea’yı yardıma çağırır.
Başkaldıran genç tanrıların isteklerini bildirmeye devam etmesi üzerine, An ve Ea zor durumdaki Enlil’e öğütte bulunur.
Enlil dosdoğru sıvışıp An’ın gökyüzünde saklanmak isterken, bilgelik tanrısı Ea daha iyi bir fikir ortaya atar. Genç tanrıları çalışma
yükünden kurtarmak ve bunu üstlenecek yeni bir yaratık yapmak. Böylece ağır işleri yapacak insan yaratılır.[17] “İnsanlara bir rahmet tattırdığımızda, onunla ferahlar, şımarırlar. Kendi ellerinin hazırladıkları yüzünden kendilerine bir
kötülük gelip çatsa, hemencecik ümitsizliğe düşerler.” (Rum Suresi, 36)
“İnsana bizden bir rahmet tattırıp sonra onu ondan çekip alsak, insan elbette çok ümitsiz, çok nankör bir hâle düşer. Ve eğer
ona, kendisine gelip çatan bir zorluk ve kederden sonra bolluk ve nimet tattırırsak, hiç kuşkusuz şöyle diyecektir: “Tüm sıkıntı ve
kötülükler benden uzaklaşmıştır.” Bu durumda o, bir sevinç şımarığı, bir kendini beğenmiş olur.” (Hud Suresi, 9-10)
“Kahrolası insan ne kadar da nankördür!” (Abese Suresi, 17)
“İnsan, gerçekten çok zalim, çok nankördür.” (İbrahim Suresi, 34)
“İnsan çok nankördür.” (İsra Suresi, 67)
“Gerçek olan şu ki, insan tam bir nankördür.” (Hac Suresi, 66)
“Hiç kuşkusuz, insan apaçık bir nankördür.” (Zühruf Suresi, 15)
“İnsan, rabbine karşı gerçekten çok nankördür!” (Adiyat Suresi, 6)
[18] Sızıntı, Temmuz 2009, s.279.
[19] Elif Şafak, Bit Palas, Doğan Kitap., 2010.
çelişkide gizlidir.”[1]
“Post” söylencelerini nihayete erdiren bir “son”dan “Tuhaf Zamanlar” diye nitelenen krize, krizin yol
açtığı alt üst oluş kesitine doğru ilerliyoruz…
Liberallerden muhafazakârlara dek herkesin farkında olduğu bir güzergâhta Çin’lilerin “Tuhaf
zamanlarda yaşayasın” bedduasının altını çizmemek, anımsamamak olmaz.
Evet, “tarihi kötü yanının ürettiği”ni hatırlatırken, düşüncelerimizi kışkırtan bu “beddua”nın; Charles
Darwin’in, “Bilgisizliğin verdiği güveni, bilgi hiçbir zaman verememiştir,” saptamasıyla betimlenen verili
tabloda çok önemli olduğundan şüphe duymuyorum.
Herkes biliyor: “Post”lu söylencelerin miladı, “Elveda devrim/ proletarya… Merhaba nisyan/
demokrasi,” çığlıklarının dört yanı sardığı bir vazgeçiş ve umutsuzluktur…
Tam da o günlerde, “Sektörel Reel Sosyalist Ülkeler Topluluğu”nun otolikidasyonu ile “sosyalizm bitti”
söylenceleri, “vazgeçiş ve umutsuzluk”un “gerekçe”leri ilan edilmişti.
Ama kazın ayağı böyle değildi; çünkü karanlığın da bir diyalektiği vardı; postmodernlerin unuttuğu,
görmezden geldiği de buydu!
POSTMODERNİZM/ POSTMODERNİTE
Gerçeğin, öznellik tarafından deforme edilmesi olarak tanımlanması mümkün olan postmodernizm ile
postmodernite arasındaki nüansı vurgulamalıyız öncelikle.
Postmodernite, iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki hızlı gelişmenin olanaklı kıldığı, sermayelerin,
malların, insanların, imge, simge ve fikirlerin yeryüzü ölçeğinde eriştiği hızlı devingenliğe gönderme yapan
bir kavram. Bir başka deyişle, bir “durum”u tarif ediyor. [Bu devingenliğin gerisinde kapitalizmin neo-liberal
evresinin bulunduğu göz ardı edilmemeli.]
Postmodernizm kavramı ise, yukarıda betimlenen devingenliği “veri” sayarak bunun üzerine inşa edilen
bir “ideolojik duruş”u tanımlıyor.
Bu duruşun sosyal bilimlerdeki tezahürü ise, sosyal görüngülerde her türlü bütünlük, tutunum/tutarlılık
fikrinin ilga olduğu, kategorilerin geçersizleştiği, sınırların bulanıklaştığı, “bütünü açıklama”ya yönelik
kuramların iflas ettiği düşüncesi etrafında toplanmakta. Sosyal bilimlerde postmodernist yönelişin kimi
veçhelerini şöylece sıralayabiliriz:
i) Belirsizlik ve parçalanma…
ii) Görecilik…
iii) Eklektisizm: Hem teorik hem de metodolojik anlamda…
iv) “Her şey uyar” yaklaşımı…
v) Kuralların ve “büyük” kuramların/anlatıların reddi: Bilimlerin “yerel metinler”, en iyi olasılıkla
“etnobilimler” olduğu, Batı merkezci bilim anlayışının diğer kültürel anlatılardan farklı, üstün vb. olmadığı
fikri…
vi) Bilimlerin temsil yetisinin reddi: Bilimsel anlatıların, betimledikleri gerçekliği yeniden kurguladığı,
dolayısıyla tahrif ettiği; bu nedenle hiçbir zaman “nesnel” bir betimlemeye ulaşamayacağı fikri…
vii) Metinsellik: Hem sosyal bilimlerin anlatılarının, hem de onların betimlediği sosyal görüngülerin
farklı okumalara tabi olabilecek “metinler” olduğu vurgusu…
viii) Özdüşünümsellik: Sosyal bilimcinin araştırma girişimi içerisinde kendi öznelliğinin katıldığını
kabulü. Giderek araştırmasını kendisini/kendi kültürünün “keşfi”ne dönüştürmesi…
ix) En önemlisi evrenselliğin reddi, yerel vurgusudur…
Buradan hareketle tarihin ilk post moderninin gelininin döven eşine “Haklısın”, dayak yiyen geline “Sen
haklısın”, iki saptamasından ancak birinin doğru olabileceğini hatırlatan arkadaşına da “Sen de haklısın” diyen
Nasreddin Hoca’dır…
Hakikâti meçhulleştirip, görünmez kılarak buharlaştıran postmodernizm; gerçeğin aranıp, kazanılması
cüretini törpülerken; hakikâtin zamanın çocuğu olduğunu gölgeler.Hakikâti arayanlar, elbette hata yapmışlardır; hata yapmayanlar hiçbir şeye bulaşmayanlardır; ve
postmodernler tam da böylesi bir konumdadırlar.
Gerçek onu arayanlara aittir; ona ilişkin “iddia”lara sarılanlara değil!
Nadiren saf olan hakikât, asla basit değildir. O, çürük dişleri acıtan soğuk su gibidir. Bu nedenle de
bütün büyük hakikâtler, hakikât olmadan hep “küfür”, “ham hayal” olarak nitelenmiştir. Bu nedenle de yalan
için taht kurulurken, hakikât için de bir darağacı kurulmuştur hep.
Evet hakikâtler ve güller dikenli olup; ışık hakikâtin dostuyken; “Hakikât insana aittir, yanılgı ise
zamana,”[2] der W. Goethe…
Postmodernlerin anlayamadığı tam da bunlardır.
En büyük sermayesi umutsuzluk, vazgeçiş, anlaşılamamazlık olan (ve artık “demode” bir terim olarak)
postmodernizm, “Büyük anlatılar” bitti diyecek kadar ucuz bir “büyük anlatı”dır. “Büyük anlatılar” bitti diyen
anlatıdan daha büyüğü olabilir mi?
Postmodern Baudrillard’dan, Lyotard’a uzanan edilgen bir inanç olan postmodernizm, kelime anlamıyla
tam olarak “modern sonrası”, “çağdaş sonrası” anlamına gelir.
Lyotard’ın ‘La Condition Postmoderne’ başlıklı yapıtında, enikonu tarif edilen, bir dönemin zihinsel
yapısını ve izdüşümlerini anlatmak için üretilmiş sıfattır. Lakin ne idüğü belirsiz bir şey olarak algılanmaktadır.
Bir tür samimiyetsizlik durumu, sahici olmama hâli olarak postmodernizm marjinaldir, uçtur.
Samuel Beckett’in, “Gırtlağına kadar boka batınca, tek çare şarkı söylemektir,” sözüyle betimlenmesi
mümkün olan postmodernizm bir reddediştir, bir kırılmadır.
Postmodernist fikir varolalı beri hep sağın mülkiyetinde olmuştur.
Postmoderniteyi var eden faktörlerin başında eşitsizliğe, açlığa, köleleştirilmeye, geleceksizleştirmeye
denk düşen bir neo-liberal saldırı olarak “Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i” (“YDD”) gelir…
“YDD” HÂLİ
“Berlin Duvarı”nın yıkılmasıyla, “Elveda proletarya”, “İdeolojilerin sonu” diye haykıranlar herkese
“adalet, ekmek, özgürlük, barış, demokrasi” geliyor demişlerdi...
Ancak böyle olmadı!
“YDD” ile sürdürülemez kapitalizm öyle bir dünya yarattı ki, “Ekonomik, ekolojik, nüfus patlaması,
enerji, su, gıda krizleri kesişti”...[3]
Bu; “Tüm dünyayı sarsan ekonomik krizin 1929-30 krizi ile karşılaştırılabileceğini söyleyenler
haklı,”[4] diye betimlenen verili felaket tablosunu devreye soktu!
Bir “mutsuzluk makinesi” olarak neo-liberal uygulamalar bir taraftan aşırı üretim krizine, talep
yetersizliğine çözüm üretmeye, diğer taraftan, emeğin maliyetlerini düşürmeye yöneldi.
Küresel çapta eşitsizlik derinleşirken sonuçta, “depresyon ekonomisi”ni devreye soktu. Açlık büyüdü;
küreselleşti…
BÜYÜYEN AÇLIK
“Nasıl” mı?
i) Dünya Gıda Örgütü FAO’nun raporuna göre 870 milyon kişi yetersiz besleniyor. Yani açlık içinde…
Bu sayının 852 milyonu gelişen ülkelerde yaşıyor ve nüfusun yüzde 15’ini oluşturuyor. Gelişmiş ülkelerin de
açları var; 16 milyon kişi…
ii) Afrika ülkelerinin dörtte üçü ve bazı Arap ülkeleri aşırı derecede gıda sıkıntısıyla karşı karşıya…
İngiliz küresel risk ve stratejik danışmanlık şirketi Maplecroft tarafından 197 ülkede yapılan araştırmaya göre,
dünya genelinde 59 ülke gıda güvensizliği riski içerisinde yer alıyor.
iii) Güney’de, gelir adaletsizliği had safhalarda gezinmekte, kuraklığın pençesindeki ülkelerde her sene
milyonlarca bebek, annelerinin yetersiz beslenmesinden ötürü normalin altında kilolarda doğmakta ve her yıl
10 milyonu aşkın çocuk henüz 5 yaşını göremeden hayatından olmaktadır. 12 milyon kişinin açlık sınırında
yaşadığı Afrika’da her gün 24 bin kişi ölüyor, açlığa bağlı sebeplerden…
iv) Dünyanın yaklaşık yarısı günde 2 dolar kazanıyor; bunların da yaklaşık yüzde 20’sinin kazancı
günde 1 dolardan daha az. Yoksul olarak sınıflandırılanların çoğunluğu ancak ailesine yetecek kadar gıda
üretebilen çiftçiler... Dünyanın en yoksul ülkelerinde insanlar kazandıkları paranın yüzde 80’ini gıda ürünlerine
harcıyor. Gıda fiyatlarındaki en ufak artış bu yoksulların ihtiyaçları olan gıdayı almalarını imkânsız kılıyor.v) ‘WIN/ Gallup International Global’ın, ‘Açlık Algısı’ araştırmasına göre, dünya nüfusunun yüzde 3’ü
sürekli, yüzde 9’u zaman zaman açlık çekiyor.
vi) AB üyesi 20 ülkede çok sayıda yardım kuruluşunun yoksullara gıda dağıtımı için faydalandığı
program sadece Fransa’da yılda 130 milyon adet aş dağıtılmasını sağlıyor. AB’nin en büyük ikinci ekonomisi
olan Fransa’da 2010 verilerine göre yoksulluk eşiğinde yaşayanların oranı nüfusun yüzde 14.1’ini oluşturuyor.
Bu oranın artan işsizlik nedeniyle 2012 sonunda yüzde 15 oranına ulaşabileceği söyleniyor.
Verileri daha fazla uzatmadan ekliyorum: 1994’te 42 şirketin geliri 48 ülkenin gelirine eşitti, 2003’te
7 şirketin geliri 60 ülkenin gelirine eşit oldu. 2012 de ise 3 şirketin geliri 80 ülkenin gelirine eşit. Böyle bir
düzenin içindeyiz…
Bu tablodan yani Leonardo Boff’un ifadesiyle, “İnsanlık faciası olan açlıktan politik sistem sorumludur.
Batı’da yüzyıllar boyunca etkili olan sistem şimdi küresel kapitalist üretim şeklinde sürüyor; politika ekonomik
gücün rehinidir. Eğer dayanışmacı politik ve etik anlayış olmaz ise dünyanın açlık ve yetersiz beslenme
sorununa bir çözüm bulunamaz. Milyonlarca aç insanın sessiz çığlığı çözüm bekliyor... Finansal krizin yol
açtığı sıkıntı nedeniyle açlık artıyor; FAO’ya göre, açlık sınırdaki insan sayısı, 860 milyondan 1 milyar 200
milyona yükseldi. Bu gerçek bir edepsizliktir, etik ve siyasal olarak bir meydan okumadır.”[5]
KÖLEŞTİRİLEN İNSAN(LIK)
İnsan(lık) yeniden köleleştirilirken; iş bununla sınırlı da değildir!
UNICEF’in çocuk hakları danışmanlığını yapan Prof. Dr. Oğuz Polat’ın 2006 tarihli raporuna göre,
Araştırmalara ve tahminlere göre Kamboçya’daki 800 bin fahişenin üçte birini çocuklar oluşturuyor. Çocuk
fahişelerin sayısı Tayland’da 800 bin, Endonezya’da 400 bin, Hindistan ve Filipinler’de 100 bin, Brezilya’da
ise 500 bin ila 2 milyon gibi korkunç sayılarla ifade ediliyor. Sri Lanka’daki genelevlerde 6 yaşındaki çocuklara
rastlanmaktadır.
Mesela Hindistan’da fuhuş yapan çocukların yaşları 14-16 arasındayken, günümüzde 10-14’e kadar
düşmüştür. Kamboçya’da köylerde 7-8 yaşındaki kızlar çocuk İngilizceleriyle cinsel ilişki pazarlığı yapmakta,
Sri Lanka’daki genelevlerde 6 yaşındaki çocuklara rastlanmakta!
Dünyada 30 milyon civarında seks kölesi var. Bu seks kölelerinin yarısından fazlası çocuk (18 yaşından
küçük). Dünyada her yıl 4 milyon yeni kurban, seks kölesi yapılmakta. Dünyada seks köleliği için her yıl 500
bin kadın ve çocuk kaçırılmakta. Dünyada seks köleliği ticaretinden doğan rant 100 milyar dolar civarında...
Dünyada seks köleleriyle birlikte olan erkek sayısı bir milyarı geçmekte!
Örneğin, “Hint Yarımadası ve Afrika’dan gelen göçmen işçiler, milyarderler cenneti Kuveyt dahil
Ortadoğu’da, işkenceye açık biçimde, kölelik şartlarında çalışıyor. İki çocuk annesi Etiyopyalı Alem Dechasa,
hizmetçi olarak gittiği Lübnan’da işkence görmüştü”![6]
DERİNLEŞEN GELECEKSİZLİK
Tüm bunlara bir de geleceksizleştirilme eklenmelidir!
Hızla sıralayalım: 2030’da dünyanın akciğeri olan Amazon’daki yağmur ormanlarının yüzde 40’ı
tükenmiş olacak…
30 yıl sonra Kuzey Kutbu olarak andığımız Arktika’da yazları buz olmayacak…
2040’tan itibaren her iki yılda bir Avrupa’da ölümcül sıcak hava dalgaları oluşacak…
2050’de her 5 kişiden 2’si içecek su bulamayacak…
2020’de sadece Kenya topraklarına 18 bin ton kişisel bilgisayar gömülecek…
‘Dünya Meteoroloji Örgütü’nün ‘Sera Gazı Salımının 2010’ raporuna göre, dünya ortalama 4 derece
ısınacakken; ‘NASA Goddard Uzay Çalışmaları Enstitüsü’nden James E. Hansen’a göre de deniz yüzeyindeki
yükselmenin 5 metreye çıkabilecek, Miami’den Bangkok’a kadar çok sayıda kenti sular altında kalabilecek!
Prof. Dr. Barbaros Çetin’e göre, “Dünya zaten kıyameti yaşıyor. Ozon tabakası delindi, eko sistem
tahrip edildi. Biyolojik saati bozulan bitkilerin hızla yok olmasıyla aç kalacağımız ortada, daha da kötüsü 7
milyar insanın göç edebileceği bir yer de bulunmuyor. Başka bir gezegen bulmak için de vakit yok…”
Bu durumda ABD Ulusal İstihbarat Konseyi’nin dört yıllık değerlendirmelerinden, “Küresel Eğilimler
2030: Alternatif Dünyalar” başlıklı ve “bir öngörüde bulunmuyoruz, yalnızca eğilimler, olası senaryolar
sunuyoruz” diyen raporda geleceğe ilişkin sunulan olası senaryolardan “biri, ülkeler içinde ve arasında
eşitsizliklerin derinleşmeye devam ederek kaynak rekabeti üzerinden, hem ülkelerde toplumsal patlamalara hem
de uluslararası çatışmalara yol açması”dır!OLMAYAN -HAYALET- DEMOKRASİ
Nihayet postmodernistlerin, “Tarihin, kapitalizmin seçeneği olarak yalnızca sosyalizmi barındırdığı
düşüncesini değiştirirsek, sözgelimi artık bütün yönleriyle açık seçik ortaya konan kapitalist demokrasinin
yerine başka türlü bir demokrasinin de gerçeklik kazanabileceğini göstermek, tarihin sonundaki kapıları
yeniden açabilir. Nasıl sosyalizmin çeşitli biçimleri birbiriyle uzlaşmadan da kendilerini göstermeye çalışmışsa,
kapitalizmin içinden de ilerlemeden yana olanların onaylayacağı yeni bir demokrasi biçimi yaratılabilir,”[7]
diyerek devrim yerine ikameye kalkışan; Semih Gümüş gibilerinin, “kapitalizmin içinde” kotarmaya
kalkıştıkları “demokrasi”ye gelince…
Demokrasi bir devlet biçimidir; yani bir sınıfın iktidarıdır!
Tıpkı köleci Atina’da köle sahiplerine demokrasi varken; kölelerin köle olduğu gibi…
Sadece hatırlatalım: “Neo-liberalizmin, liberal demokrasinin genelleştirilmesinin bir “çağdaşlaştırma”
projesine dönüşmesi, neo-oryantalist bir ideolojiye işaret eder”ken;[8] Pierre Dardot, “Neo-liberalizmin ruhu
demokrasinin ruhuna da sirayet etti. Bu nedenle artık bu devirde demokrasi sadece sandık galibiyetinden ibaret.
Sandık demokrasisi neo-liberalizmin doğal sonucu. Seçilmiş liderlerin eylemlerinin yurttaşlarca denetlenmesi
ve hesap sorulması zorlaşmış hâlde. Artık yurttaşlar liderlerini iki marka arasından seçim yaparmış gibi
belirliyor,” derken; şu notu düşer Soli Özel de:
“Paranın Amerikan siyasetinde oynadığı fazlasıyla belirleyici rol göz önünde bulundurulduğunda bu
ülkedeki demokrasiyi küçümseyenlere kızmak zordur. Kevin Phillips klasik eseri ‘Servet ve Demokrasi/ Wealth
and Democracy’de Amerikan kapitalizmiyle demokrasisi arasındaki gergin ilişkiyi anlattığı üzere. Sistemin
doğal eğilimi, genel oyun varlığına rağmen para ve mülk sahiplerinin gücünü yeniden üretmektir...”
Böylesi bir “demokrasi”yi(!?) aşabilmek; devrimi “olmazsa olmaz” kılar.
III. BÜYÜK BUNALIM
Slavoj Zizek’in, “Savaşlar arttı, yoksul Üçüncü Dünya ülkelerinde yoksulluk daha çok arttı, zengin
ve yoksul arasındaki makas daha çok açıldı,” diye betimlediği “YDD”nin kriz hâli III. Büyük Bunalıma denk
düşmektedir…
IMF’nin, “2018’den önce toparlanma beklemeyin!” diye resmettiği tablo ile;
i) Avro bölgesi krizi işletmelerde yaklaşık 2 trilyon dolarlık gelir kaybına yol açtı. Grant Thornton’un
naklettiği, 40 ülkede yapılan araştırmaya göre Avro bölgesindeki kriz her 10 işletmeden 4’ünü vurdu…
ii) Avrupa bölgesindeki krizin faturası çalışanların üzerine ağır bir yük olarak binmeye başladı. Başta
Yunanistan ve İspanya olmak üzere “batma tehlikesi” yaşayan ülkelerin ekonomilerindeki kötü gidişatın işsizlik
rakamlarına yansıması bölgede moralleri iyiden iyiye bozuyor. Yunanistan’ın 2012’nin Temmuz ayında yüzde
25.1’lik işsizlik rakamıyla bölge rekorunu kırmasının ardından bu kez İspanya kritik seviyeyi aştı…
Küresel kriz ve sonrasında ABD ve Avrupa’da yaşanan borç krizi nedeniyle dünya genelinde işsiz
sayısı 207 milyona ulaştı. Her gün yeni işsizler ise sayıyı arttırıyor. Her yıl iş arayanlar listesine 40 milyon genç
insanın eklendiği dünyada kayıp nesil nüfusu da büyük hızla artıyor. Krizin faturasını çalışanlar ödüyorken;
işsizlerin Avrupa’daki sayısı gittikçe arttırıyor. Beşinci büyük ekonomi İspanya ise 5.7 milyon işsiziyle rekoru
elinde tutuyor…
iii) Yunanistan Dışişleri eski Bakanı, Atina Belediye eski başkanı ve hâlen Yunan Parlamentosu Üyesi
olan Dora Bakoyannis, Avrupa’da yaşanan krizin başlangıç noktasının Yunanistan’ın borç krizi olduğunu
ifade ederek, bu durumun yapısal ve bulaşıcı olduğunu, Avrupa’nın güneyindeki Yunanistan, İtalya, İspanya,
Portekiz’in yanı sıra İrlanda, Slovenya ve Belçika’ya ulaştığını belirtti.
Yani “… ‘Uzun durgunluk’ sanılandan daha da uzun süreceğe, giderek tehlikeli siyasi sonuçlar
üreteceğe benziyor”ken; Joseph Stiglitz, küresel ekonomik krizden ne zaman çıkılacağını söylemenin güç
olduğunu belirtip, “Bir krizin ortasındayken çıkışın ne zaman olacağını bilemezsiniz… Bugün, mesele hâlâ
çözülmedi denebilir… Bu gidişat daha da sürecek,” dedi.
“Nasıl” mı?
Avrupa’daki yeni tehdidin Fransa olabileceğiyle ilgili görüşler artarken, ülkedeki işsiz sayısının 3
milyonu geçmesi bu görüşü destekler nitelikte…
Fransa’nın Avrupa’nın ve kıtanın sağlığını en çok tehdit eden “hasta adamı” olabileceği yönündeki
görüşler güçleniyor. WL Ross and Co.’nun Başkanı ve CEO’su Wilbur Ross, borç krizindeki Yunanistan
ve İspanya’nın aksine Fransa’nın, kıtanın tamamının sağlığını en çok tehdit eden “Avrupa’nın hasta adamı” olabileceğini söyledi.
Newsmax televizyonuna konuşan Ross, “Günün sonunda Avrupa’nın gerçek hasta adamının,
Yunanistan, Portekiz, İspanya ya da İtalya değil, Fransa’nın olduğu ortaya çıkabilir” dedi.
Tam da bu noktada Seyfettin Gürsel, “Fransa’yı bırak, Amerika’ya bak,” demekte çok haklı!
“Bıreme şıma bene qırkene/ Kaçın sizi götürüp katledecekler,” sözünde betimlenen yıkım tablosu
“sosyal (denilen) devleti”, “refah toplumu”nu sonlandırırken; “rüya”nın yerini kâbus alıyor; faşizmi
sıradanlaştıran ırkçılık/ milliyetçilik hızla tırmanıyor.
Örneğin “AB mültecileri damgalamaya hazırlanıyor”ken;[10] Sascha Soydan’ın, “Anders Behring
Breivik’in metni anaakım Avrupa’nın bir parçasıdır,” saptamasına Marinna Salzmann da ekliyor:
“Avrupa giderek faşistleşiyor”!
UYGARLIK KRİZİ/ ÇATIŞMASI
Sınıf gerçeği yerine etnisiteyi, kimlikleri ikame eden postmodernizmin en önemli tahribatlarından birisi
de böylelikle “Uygarlıklar Çatışması” alt başlıklı bir uygarlık krizine zemin hazırlamasıdır.
Hatırlanır: ‘Medeniyetler Çatışması ve Yeni Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması’[11] başlıklı
makalesini Samuel Huntington, 1996’da yayımlatmıştı.
“Soğuk Savaş” sona ereli bir kaç yıl oluyordu. İdeolojik çatışmanın uluslararası düzende etkisini
yitirdiğini söylemek ilginç bir fikir değildi ama Huntingon bir adım ileriye gidip yeni bir çatışma teorisi ortaya
atmıştı. Çatışmanın “medeniyetler” arasında olacağını söyleyen Huntington, kültürel özelliklerine göre bu
medeniyetleri de belirlemiş, dünyayı yedi ya da sekiz medeniyete ayırmıştı: Batı, İslâm, Ortodoks Hıristiyanlık,
Latin Amerika, Sinic (yani Çin ve çevresi), Hindu, Japon ve belki Afrika. Çatışma özellikle Batı’yla İslâm ve
Çin arasında yaşanacaktı, Batı medeniyeti buna hazırlıklı olmalıydı...
11 Eylül’den sonra bu teori gerçekleşmiş bir “kehanet”, Huntington ise bir nevi peygamber muamelesi
gördü. Yaşananlarla sınanıp doğrulanan Medeniyetler Çatışması’nın yalın gerçekliğiyle ikna olanlar kadar,
bu teoriye karşı çıkanlar da oldu. Her şeyden önce, ‘medeniyetler çatışması’nda yüzlerce yıllık o hümanizm
geleneğine de, evrensel barış, kardeşlik düşlerine de uyumsuz bir şeyler vardı. Ne de olsa akademik kariyerine
Amerikan Dışişleri, Ulusal Güvenlik Konseyi, CIA gibi kurumlarla işbirliğini de ekleyen Huntington, karısının
deyimiyle “gündelik hayatta bir liberal, ama dış politika konusunda tam bir şahindi”.
Huntington’a göre modernleşmek başka bir şeydi batılılaşmak başka. Amerikan kültürünün
yaygınlaşması, Amerikan değerlerinin de yaygınlaşması anlamına gelmiyordu. Kola içip jean giyen
Müslümanlar, bir uçağı bombalamaktan çekinmeyebilirdi. Batı, gerçeği görmeli ve kendi üstünlüğünü
korumalıydı. Huntington’ın teorisi, kültürel yapılar arasındaki uzlaşmaz farklılıkları vurguladığı ölçüde
“ötekileştirici” ve “dışlayıcı”ydı.
Denilebilirdi ki “Uygarlıklar Çatışması” teorisinin yaratıcısı Samuel Huntington’un teorisi, “Soğuk
Savaş” sonrası dönemde uluslararası ilişkileri sağlıklı bir biçimde düşünme çabalarına büyük bir darbe vurdu
ama tarihin çok özel bir anında gündeme geldi, çok özel bir gereksinime cevap verdi. Bu yüzden, 1993’te
Foreign Affaires dergisinde yayımlandıktan sonra, üzerine adeta bir çığ gibi gelen eleştirilere karşın bu teori
kısa sürede ABD’den Ortadoğu’ya kendine çok yaygın bir taraftar kitlesi buldu; 11 Eylül’den sonra Müslüman
dünyasının seçkinlerinin gönlünde taht kurdu.
Soğuk savaş bitince, ABD’de, Kissinger’ın deyişiyle, bir dış politika paradigması krizi oluşmuştu:
ABD, SSCB gibi bir tehdidin olmadığı bir dünyada Batı Bloku’nu liderliği altında nasıl bir arada tutacak,
hegemonyasını sürdürmeye devam edecekti? Bir akım, “neo-conlar”, bu krizi Wolfowitz’in 1992’de New York
Times’a sızan raporunda dile getirildiği gibi, ABD’nin askeri gücüne dayanarak bir imparatorluk stratejisiyle
aşmayı öneriyordu. Bir diğer akım ise “Yeni Dünya Düzeni”nden söz ediyor, küreselleşme dönemine girildiğini
öne sürüyordu.
Huntington bu krize, birçok kez vurguladığı, “Biz kimiz?” başlıklı kitabında da dile getirdiği gibi,
“yurtsever”, “ulusalcı” ve “realist” bir açıdan yaklaşıyor, “küreselleşme” söylemini, “Yeni Dünya Düzeni”
beklentisini kuşkuyla karşılıyordu. Ona göre, “soğuk savaş döneminin ideolojik çatışmalarının yerini şimdi,
kökleri tarihin derinliklerine uzanan etnik, dini özelliklere dayanan kültürel çatışmalar” alıyordu. Huntington
bu kültürel çatışmaları, “uygarlıklar” arası çatışmalar olarak düşünüyor, bu bağlamda, Batı ve diğerleri (Latin
Amerika, Afrika, Müslüman, Çinli, Hindu, Ortodoks, Budist ve Japon) bir anlamda “ötekileri” olmak üzere
dokuz “uygarlık” tanımlıyordu.
Ne ki, bu dokuz “şeyi” bir araya koymanın, (kültürel, antropolojik, tarihsel açılardan) teorik
imkânsızlığı ortadaydı. Bugüne kadar en büyük çatışmaların aslında “uygarlıklar” arasında değil, içinde yaşanmış olması; “uygarlık” tanımının belirsizliği, son tahlilde dini özelliklere indirgenmesi, Çin ve
Japonya’nın iki farklı “uygarlık” gibi düşünülmesi gibi birçok gariplik söz konusuydu. Bu “düzene” değil
“çatışma” beklentisine, dış politika krizinin bu beklentinin ışığında, (adeta bir Batı “uygarlığı” bloku
oluşturarak) aşılması önerisine yatırım yapan teorinin ciddiye alınmaması gerekirdi.
Ama alındı. Çünkü Huntington tüm gelecek vaatlerini yitirmiş, “tarihinin sonuna” gelmiş ama başka
yaşam seçeneklerini de yadsıyan, nihilist bir aşamaya girmiş kapitalizme çok uygun bir ideoloji üretmeyi
başarmıştı. Artık, “uygarlıklar çatışması” teorisi sayesinde, kapitalizmin yarattığı sorunları, yine kapitalizm
dışındaki etkenlere bağlamak, dışsallaştırmak söz konusu olabilecekti...
Örneğin, ekonomik/siyasi çelişkileri, geriye doğru (“Soğuk Savaş”ta) ideolojik çelişkiler, ileri doğru
da kültürel çelişkiler olarak tanımlamak, kapitalizmi, “içeride” “çokkültürlülük” söylemiyle sınıf çelişkilerini,
“dışarıda da” “uygarlıklar” söylemiyle emperyalizmi konuşmaktan kurtarıyordu. Huntington böylece, ortaya,
Jacques Rancière’in “post-politik” olarak nitelediği, “evrenselliği” yadsıyan, yaşamı kültüre indirgeyerek tüm
çelişkileri gizleyen, siyaseti olanaksızlaştıran söylemlere uygun bir teori/ideoloji koymuş oluyordu.[12]
Bunlarla postmodern dönemde “kimlik” alt başlığında etnik ve dini aidiyetleri öne çıkardı.
“TERÖR” SÖYLENCELERİ!
Postmodern kesitten, postmodernizmden söz ederken; en büyük terör aygıtı olan kapitalist devletin,
“terör” söylencelerine değinmeden geçmemeliyiz.
Emperyalizmin “ya bizdensin ya da karşı” türünde dizayn ettiği “YDD” tablosunda, egemenlerin
elinden düşürmediği değnek “terör/ terörist” manipülasyonlarıdır.
Chuck Palahniuk’un, “Beni mahkûm etmeniz çok gereksizdi. Bürokrasimiz ve kanunlarımız, dünyayı
temiz ve güvenli bir toplama kampına çevirdi. Kölelerden oluşan bir jenerasyon yetiştiriyoruz. Çocuklarımıza
çaresiz olmayı öğretiyoruz. Öyle planlanmış vaziyetteyiz ve ince ince yönetiliyoruz ki, burası artık dünya
olmaktan çıktı. Burası lanet olası bir sahil güvenlik teknesi oldu,” betimlemesinde somutlanan tabloda
egemenler için “Terör örgütleri için şiddet kullanımı sadece bir korkutma aracıdır,” diyen Sedat Laçiner’in
saptamasına Tarhan Erdem ekler: “Terörü ‘Larousse’ şu üç cümle ile açıklıyor: ‘Felce yol açabilecek kadar
şiddetli korku, dehşet. Bir iktidarı zorla kabul ettirmek amaçlı sistematik şiddet ve baskı uygulaması. Büyük
korku uyandıran, insanı dehşete düşüren kişi veya şey...’
‘Kubbealtı Lûgatı’ da terörü şu cümleyle tanımlıyor: ‘Yıldırmak ve korkutmak maksadıyla yasalara
karşı gelerek sistemli bir şekilde şiddet hareketlerine ve cinayetlere başvurma hareketi, tedhiş’…”
Egemen söylence budur; bu kadardır. Ancak unutulan/ unutturulan ya da gözlerden gizlenen gerçek
teröristin, bir şiddet aygıtının devlet olduğudur!
“Terör” damgasıyla kodlananın ezilenlerin siyasal şiddeti olduğu herkesin malumudur. Unutmayın: Kürt
ulusu, sırtındaki inkâr ve sömürgecilik boyunduruğunu kırıp atmaya girişirse bunun adı “bölücü terör”dür.
İşçi sınıfı, sırtındaki artı değer sömürüsü ve onun koruyucusu zorbalık düzenini yıkıp atmaya yönelirse
bunun adı “yıkıcı terör”dür.
Egemen sınıfların bu tanımını kırıp atmadan zihinler özgürleştirilemez. Egemen sınıfların terör tanımına
cepheden karşı durmayan, onu kökten mahkûm etmeyen hiç kimsenin entelektüel akıl sağlığını korumasına
imkân yoktur.
Burada Bertold Brecht’in, “Şiddetli denir asi ırmağa/ ama kimse şiddetli demez/ Onu sıkıştıran
yatağına,” uyarısının altını çizerek ekleyelim:
“Her türlü şiddete karşı tavır almak” tezi ve savunusu burjuvazinin hizmetindeki bir demagojiden
ibarettir. Bu, şiddet kavramının sınıfsal ve sosyal içeriğinden dolayı böyledir. Zira şiddet olgusu toplumsal
çelişkilerle bağlıdır ve kimse bu uzlaşmaz karşıt kutuplardan her ikisini birden savunamaz ya da her ikisine
birden karşı olamaz. Bu çağrıyı yapanlar da gerçekte her türlü şiddete karşı değillerdir. Bir kısmını (devletin
gündelik şiddetini) normal ve olağan sayarlar, dolayısıyla meşru görürler. Doğru olan ise, onların “normal ve
olağan saydığı” burjuva egemen sınıfların devlet biçiminde örgütlenmiş diktatörlüğünü kabul edilemezliği ve
buna karşı gelişen ezilenlerin şiddetinin kaçınılmaz ve meşru olduğudur.
Şiddet, bir anomali ya da kaçınılabilir bir “mutlak kötü” değildir. Nesnel üretim ve toplumsal
ilişkilerden doğan ve kaçınılmaz bir olgudur. Sorun bu çelişkilerin hangi tarafından baktığınızdır. Nesnel
toplumsal gerçekliklere ve çelişkilere karşı “ahlâki tavır” alma iddiası ya da çağrısı idealist bir saçmalıktır.
Şiddet konusundaki harcı alem yaklaşımın vardığı yer, devletin şiddet tekelini kutsamak ve şiddeti
egemen sınıfların bir ayrıcalığı saymaktan ibarettir. Oysa ezilenler, çelişkilerin ezilen tarafı olduğu için, tam
tersini söz konusudur; “Şiddet, sömürücülerin ayrıcalığı değildir, sömürülenler de onu uygulayabilirler ve dahası uygun anda kullanmalıdırlar,”[13] Che’nin işaret ettiği üzere…
Şiddete dayalı mücadele biçimlerinin politik mücadeleden suni olarak koparılması-ayrıştırılması belirli
bir politik çizginin ifadesidir. Nihayetinde her gerçek politik mücadelede çelişkilerin tarafları örgütlenir, güç
biriktirir ve çelişkinin çözümü için gücünü karşı tarafa dayatır. Zor, uzlaşmaz çelişkilerin çözümünde son
tahlilde belirleyici olan güçtür. Şiddete dayalı mücadele biçimlerini yadsıyan, devletin şiddet tekelini mutlak
sayanlar; bu nedenle, çelişkilerin, ancak burjuva devlet iktidarının izin verdiği ölçüde gündemleştirilmesi ve
çözülmesi imkânına cevaz vermiş olurlar. Bunun anlamı, ezilenlerin silahsızlandırılmasıdır. Silahsızlanma da,
tıpkı silahlanma gibi öncelikle ideolojiktir. Hükümet var gücüyle ezilenlerin şiddetini savunan ve uygulayanlara
devlet terörü uyguluyor.
Egemen sınıflar, kendilerince uygulanan politik şiddeti meşru sayarken, ezilenlerin uyguladığı politik
şiddeti “terör” diye yaftalayarak en ağır biçimde cezalandırırlar. Şiddeti uygulayan kendileri olduğunda her
zaman bir gerekçe bulurlar. Oysa “terör” kodunu giydirdikleri her olayda korku ve zorbalıkla akıl dışılığı
örgütlerler, her türlü gerekçeyi yadsırlar: “Terörün hiçbir amacı, rengi, dili, dini, vb. yoktur…” demagojisini
sayısız biçimde yinelerler.
Gerçekte “terör”, sömürücü ve emperyalist devletlere karşı ezilenlerce girişilen her türlü şiddetin
kodlanmış ve etrafına dikenli teller çekilmiş kavramıdır. Bu kavramın içeriği, sınıf mücadelesinin seyrine göre
değişir. Egemen sınıflarca bugün için tehlikeli görünmeyen bir mücadele biçimi yarın “terör eylemi” sayılabilir.
(Örneğin, Londra polisinin “işgal et” eylemcileri hakkında tuttuğu terör raporları, Hopa’daki devlet şiddetine
karşı dayanışma eylemlerinin terör sayılması, Deniz Gezmiş anmalarının birden bire “terör propagandası” ilan
edilmesi, molotof kokteylinin bir polis şefinin isteğiyle “likit bomba” ilan edilmesi, vb. vb.)
O hâlde postmodern kesitte “olağanüstü”nün (şiddet) olağana dönüştürüldüğü bir an dahi unutulmadan;
insan(lık)ın, egemen şiddet ve hegemonya tarafından yabancılaştırılarak[14] sürüleştirildiğinin altı
çizilmelidir…
İNSAN(LIK)IN HÂLİ
Tam da bu tabloda İnci Aral vari, “İnsan iyilikle doğar. İyilik özdendir, kötülük sonradan öğrenilir,”
genellemelere prim vermeden; sürdürülemez kapitalizmin insan(lık)ı yerle yeksan ettiğinin altı çizilmelidir.
İnsan(lık)ı, insan olmaktan çıkartan bu postmodern kesitte bir araştırmaya göre insan ömrünün ortalama
9 yılı televizyon izleyerek geçiyorken; bu süre hayat boyunca alışveriş, spor ve sekse ayrılan sürenin beş
katıdır!
İngiltere’de ‘Ulusal Sağlık Hizmetleri’nin verileri incelendiğinde ülkede depresyondaki insanlarda
3 yıl içinde yarım milyonluk bir artış olduğu dikkat çekiyor. Bu durumda İngiltere’de depresyonda olduğu
bilinen insanların sayısı 2010-2011 yılı itibariyle 4 milyon 700 bine ulaştı. İngiltere, Galler, İskoçya ve Kuzey
İrlanda’yı kapsayan bu rakam, ülke nüfusunun 2011 sayımına göre 63 milyon olduğu gözönüne alınırsa yüzde
13 civarında bir artışa tekabül ediyordu…
Ayrıca ‘Welt am Sonntag’ın haberine göre, Almanya’da psikolojik rahatsızlıklar, istemeden erken
emekliye ayrılmanın en önemli sebebi hâline geldi. 2011 yılında düşük emeklilik maaşıyla erken emekli olmak
için başvuran çalışanların yüzde 41’i depresyon, korku ya da psikolojik tükenmişlik nedeniyle emekliye ayrıldı.
Alman Emeklilik Sigortası’nın rakamlarına dayandırılan haberde bu oranın 2000 yılında yüzde 24, 2010 yılında
ise yüzde 39 olduğu belirtildi.
Ya Türk(iye) insan(lık)ı mı?
Bireysel silahlanma konusunda 178 ülke arasında 14’üncü sırada yer alan Türkiye’de ateşli silahlarla
ölüm oranı ABD’nin üç katı…
Bireysel silahlarla işlenen suçlar yüzde 85 arttı, haftalık vaka sayısı 100’ün altına düşmüyor…
2011 yılında Türkiye’de silahlanma yüzde 13 arttı…
Her 100 kişiden 12’sinde silahın olduğu Türkiye’de, daha önce her 5 silahtan 1’i ruhsatlı iken 5 yılda
ruhsatsız silah sayısı arttı, artık her 8 silahtan sadece biri ruhsatlı…
Türkiye’de şiddet hız kesmeden, hatta artarak sürüyorken; saldırganlık, şiddet, terör insanların içlerinde
bastırdıkları ezikliklerin, çaresizliklerin, aşağılanmışlık duygularının tepkisel dışavurumudur.
Toplumumuzun ruhsal sağlığının yerinde olmadığı, bunalımlı bireylerden oluştuğu, dünya çapında
ilaç verilerini ortaya koyan Uluslararası Pazarlama Servisi’nin bir araştırmasıyla kanıtlanmıştır. Kuruluşun
verilerine göre Türkiye’de antidepresan kullanımı 9 yılda yüzde 160 artmış, 2003 yılında 14 milyon kutu
antidepresan satılırken 2012’de bu rakam 37 milyon kutuya dayanmıştır. ‘Türkiye Psikiyatri Derneği’nden Banu Aslanataş Tekin, “Her 10 erkekten ve 5 kadından biri, yaşamları
oyunca en az bir kere depresyon geçirme riski taşıyor. ‘Psikofarmaloji Derneği’ Yürütme Kurulu Üyesi Prof.
Dr. Nazan Aydın da ekliyor: “2003 yılında 14 milyon 238 bin kutu antidepresan satılırken 2012 yılında bu
rakamın yüzde 160 artışla 36 milyon 881 bine ulaştı. Antidepresan satışları yüzde 160 arttı…”
İntihar olaylarının arttığı Türkiye’de, uzmanlar, “Herkesin ruh sağlığı tehlikede” kaydını düşerlerken;
intiharın bir çaresizlik belirtisi, kurtuluş arayışı veya kişinin kendisine yönelttiği bir şiddet eylemi olduğunu
vurgularken dünyada, 13-35 yaş arası ölümlerim üçte biri intihar nedeniyle gerçekleşiyor.
Türkiye’de her yıl yaklaşık 2 bin 500 kişi intihar ediyor. Kadınlarda 15-19, erkeklerde ise 20-40 yaş
arası en riskli grup. Erkekler 1.5 kat daha fazla intihar girişiminde bulunuyor.
Ayrıca kişi başına düşen makyaj malzemesi tüketiminin; 10 yılda 2 katına çıktığı Türkiye’de makyaj
yaşı 11’e kadar düşerken; cinsel suç dosyası 2002’de 8 bin 146’dan, 2011’de 32 bin 988’e yükseldi; cinsel
saldırı suçları 9 yılda yüzde 400 arttı, en çok da Batı Karadeniz’de!
Nihayet Türkiye’de 800 bin civarında internet bağımlısı olduğu tahmin ediliyorken; hayatın her alanında
yanımızda olan cep telefonu kullanımı “takıntı” boyutuna ulaşmış durumda… Akıllı telefonlar, tabletlerle
internete bağlı olma isteği artık birçok önceliğimizin yerini aldı. Öyle ki 18-30 yaş arasındaki gençlerin yüzde
80’i, “Cep telefonu ve internet olmadan yaşayamam,” diyor!
Evet kapitalizm insan(lık)ı böylesine tüketirken; hurafe, korku ve kaygılarla teslim alıyor.
Bunda da şaşırtıcı bir şey yok. Çünkü insanlık korkularını yenemediği sürece gerçeklerden kaçacaktır;
sığınacak yer arayacaktır; koruyucu güç arayacaktır; kendini aldatmayı sürdürecektir; yalanlara bile bile
inanacaktır; boyun eğecektir!
Kolay mı? İnsanın eli kolu bağlandı.
İnsan günlük hayatına hapsedildi; sınırlı yaşam alanına kapatıldı; tek çıkış kapısı önündeki ekrandır.
İşyerinde bilgisayarın ekranı; yolda cep telefonunun ekranı; evinde televizyonun ekranı; parmakları ya
klavyede ya uzaktan kumandada…
Aklı gördüğünde; inancı duyduğunda…
Vitrinlerle büyülenmiş, markalarla süslenmiş, alışverişle donatılmış, yapay yılbaşı çamı gibi genetiği
değiştirilmiş hayat…
İnsan iradesi küresel kapitalizmle dondurulmuş; beyni boş inançlarla uyuşturulmuş; duyguları meta
fetişizmiyle sarmalanmış; sistem doğrultusunda biçimlenmiş…
Düşünceleri, duyguları, istedikleri, istemedikleri, yapacakları, yapmayacakları, değerleri, kişiliği,
kavramları kendi dışında belirlenmiş. Benimsetilmiş. İçselleştirilmiş. Yaşamı kendi iradesinin dışına taşınmış.
Durumunu fark etmesi engellenmiş. Günümüzün postmodern insan(lık)ı böyleyken bunlar değişebilir mi?
Olabilir, elbette…
Eğer, insan kendi gözündeki bağı çözebilirse; geçmişte yaşananları görebilirse; ilerde olabilecekleri
doğru görebilirse; iradesine konan ipotekleri kaldırabilirse; başına gelenlerdeki payını kabul edebilirse; silkinip
ayağa kalkabilirse; kendi gücünün bilincine varabilirse; kaderinin kendi ellerinde olduğunu bilirse; geleceğine
kendi karar verebilirse; bu kararın sorumluluğunu alabilirse...
Bu mümkündür…
Yeter ki A. Hicri İzgören’in, “İnsanca yaşamak ve yaşatmak, vicdanımızın sesini bastırmadan akıllıca,
sorumlulukla ve olumlulukla hareket etmekle başlar,” uyarısı göz ardı edilmesin!
UMUT OLAN İNSAN(LIK)
Adem ile Havva söylencelerindeki üzere Tanrı’nın “cennetten kovduğu”dur O; çelişki(lerin) yumağıdır;
farkındalığını kavrayandır, kavratandır.
A. Einstein’ın, “Layık olduğumuz ya da hak ettiğimiz bir geleceği inşa ediyoruz!” sözlerindeki
insan(lık); para ile sahip olunabilen “değerler” çıkarıldığında geriye kalandır.
Gerçeğin değerini bilen ve değiştirendir; zamana ve yaşama anlam katandır.
Onun hakkında; “Bu dünyada bir dev var. Bu devin öyle kolları var ki, hiç güçlük çekmeden bir
lokomotifi kaldırabilir. Öyle ayakları var ki, günde binlerce kilometre koşabilir. Bu devin öyle kanatları
var ki, bulutlar üzerinde, kuşların çıkamadığı yüksekliklerde uçabilir. Öyle yüzgeçleri var ki, su altında
balıklardan daha iyi yüzebilir. Bu devin öyle gözleri ve kulakları var ki, görülmeyenleri görür, başka bir kıtada
konuşulanları işitir. Bu dev o kadar güçlüdür ki, dağları delip geçer ve doludizgin akıp giden suları durdurur.
Bu dev, yeryüzünü istediği gibi değiştirir; ormanlar diker, denizleri birleştirir, çölleri sular. Kimdir bu dev Bu
dev insandır,”[15] denir.“Alet yapabilen hayvan” olarak tanımlanır.
Descartes’a göre, “Düşünen”, F. Dostoyoveski’ye göre de, “Alışan bir hayvan”dır.
“İnsan sosyal çevrenin ürünüdür,” W. Hegel için.
Andre Gide, “İnsan hisseden”; Emile Durkheim, “İnsan sosyal hayvandır,” der.
Albert Camus de, “İsyan eden canlıdır,” notunu düşer.
Sonra da ekler, “İnsan özgür olmaya mahkûmdur,” diye J. P. Sartre…
Erasmus’un ‘Deliliğe Övgü’sünde, “Fakat insan, dünya yüzeyine tamamen mutlu olmak için
gelmemiştir,” dediği insan(lık); Nâzım Hikmet’e göre, “Tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret”
olandır. (Bazen de “dünyanın en tuhaf mahlûku”!)
Bertolt Brecht’in, “İnsan neler yapar neler yapar/ bilir uçmasını öldürmesini/ ama bir kusurcuğu var/
bilir düşünmesini de,” dizeleriyle betimlenendir…
O; “hormon sapiens/ bilen/ akıllı insan”dır; eylemlerinden, seçtiklerinden sorumlu olandır.
“Kendini bil, kendini tanı!” uyarısını asla unutmaması gerekendir.
Bilmeyen ve bilmediğini bilmeyenden; bilmeyen ve bilmediğini bilene; bilen ve bildiğini bilmeyenden;
bilen ve bildiğini bilene dört insanî hâl olan hassasiyetleri, hususiyetleriyle çok bilinmeyenli bir denklemdir.
Postmodern zaman(lar)ın tüketim “amacı”na endeksleyerek, tüketim aracı kıldığıdır.
Tükettiği kadar tükenendir.
Yani “Hüzün demektir, hüzündür”; binlerce yanıtsız soru(n)dur, postmodern zamanlarda insan(lık)…
Egemenlerin mitolojisinde dahi “köle” ilan edilen insan(lık);[16] tükenmeyen; özgürleşebilen canlı
türüdür…
Kant’a göre insan; deneyinler, a priori sezgiler ve kavramlara sahip olan karmaşık bir bütündür. Bu
karmaşıklığı ve çatışmaları önlemek için gereken akla sahip olandır.
İnsan, eyleyendir.
Öğrenir. Anlar. Çözer. Devam eder.
Dener, yanılır; dener, öğrenir; uygular, devam eder.
Başkaldıran insan(lık) son noktası konmamış bir çığlık, tamamlanmamış sanat eseridir.
“Bir insan söylediği şeylerden çok söylemedikleriyle insandır,” Albert Camus’nün ‘Sisifos
Söylencesi’nde dediği gibi…
İnsan düşünebilen bir canlıdır. Düşünebilen bir kişi de her şeyi sorgulayabilme yeteneğine sahiptir, körü
körüne inanmaz.
Yani “İnsan hikâyesi olan hayvandır,” William Randall’ın deyişiyle…
“Cogito ergo sum/ Düşünüyorum o hâlde varım,” diyendir; Dayatılan nisyanı, isyanla aşandır
insan(lık).
Adaletsizlik boy verdiğinde Spartaküs’leri, Pir Sultan’ları, Nâzım Hikmet’leri bağrından çıkaran türdür.
Endişeleri, hayal kırıklıklarını aşandır.
Öğrenen, öğretendir.
Dayatılanın şeklini alabildiği gibi, reddedendir de…
Çünkü, “İnsan politik bir hayvandır,” Aristo’nun işaret ettiği üzere…
Sonra da “Ne ise o olmayı reddeden tek yaratık,” demişti onun hakkında Albert Camus…
Yaptığı seçimlerin toplamıdır.
Bugün var/yok, yarın yok/var olabilendir.
Soyutlama yeteneğine sahip bir varlıktır.
“İnsan, kendisine bir anlam yüklemeye çalışan tek yaratıktır”
“İnsan kendini yalnızca insanda tanır,” W. Goethe’nin işaret ettiği gibi.
Ayrıca egemenler tarafından “kuzu gibi eğitildiğinde, koyun gibi güdülendir”
Maymundan gelen ve zaman zaman da maymuna dönendir.
Bazen bir isim bazen de sıfattır; yani herkese “insan” denebilir ama herkes insan olamaz.
“Var olduğu iddia edilen” hakları, egemenlerin iki dudağı arasında olan varlık.
“Olağan”a bağlandıkça, “d(e/i)ğer”ini en az düşünendir.
İslâmcılar için[17] “İnsan, bedeni ve cismani arzularıyla imtihan olduğu gibi, bazen dünyanın cazibedar
güzellikleriyle, maddi imkân ve servetle, iktidar ve kuvvetle, bazen bela ve musibetlerle, değişik ihtilaf ve
iftiraklarla, bazen de içtimai düzenin bozulması, toplumun anarşi ve kargaşaya girmesi... gibi hususlarla da
imtihan olur...”[18]
Elif Şafak’a göre de, “İnsan denilen mahlûk, alabildiğine basit ve acizdir bir yanıyla. Sebep olduğu
sonuçlardan ziyade, tesadüfler damgasını vurur hayatına. İnsan denen mahlûk, alabildiğine karmaşık ve kabiliyetlidir bir yanıyla. Öte yandan tesadüf sandıklarımız, bizzat sebep olduğumuz sonuçlara mim koyar
yalnızca. Böylesine muktedirken eşrefi mahlûkat, yaptıklarından dolayı nereye kadar mazur görülebilir.”[19]
Ama bunların önemi yok; o nihayetinde bildiği, korkmadığı şeyin efendisi; anlamadığının,
korktuklarının kölesidir.
Bazen hatalıdır, anlaşılmazdır, yüzeyseldir, rezildir.
Ama bir kez başkaldırırsa eğer: akıllıdır, sadıktır, nettir, iyidir, eşsizdir, vicdanlıdır, inanılmazdır.
Düşünebildiği kadar vardır.
Başkaldırdığı kadar özgürdür.
Özgür olabildiği kadar yaratıcıdır.
Onun için bilmek, sevmek ve başkaldırmak içindir.
İnsan(lar)ın, cüretkâr bir hayal gücümüz vardır.
Dik duruşu sayesinde beynini ve marifetli ellerini kullanarak alet yapabilendir.
İnsan, inandırandır.
A. Kadir’in dizelerindekidir: “İnsan umutların kapısı.”
Ettiğini bulan, ektiğini alan insan derya misali; milyonlarca dalgadır…
Uçsuz bucaksız kıyamettir; umut ve isyandır…
Çözüm için de: i) Şenay Aydemir’in, “Şimdi bize diyorlar ki; ‘Zaman çok hızlı akıyor. Hızlı olmazsan
hiçbir yere yetişemezsin. Her şeyden geri kalırsın.’ Biz diyoruz ki; ‘Bırakın zaman kendine göre aksın.
Kendimize göre ayarlamadığımız, hayatımıza göre örgütleyemediğimiz bir zamanı ne yapalım’...”; ii) “Bizi
bastıramazlarsa bundan sonrası gelir”; iii) “Baskıya karşı konulabileceği umuduyla baş edemezler”; iv) “Umut
çoğalırsa onlar biter”; v) Anatole France’ın, “Ütopyacılar olmasaydı, insan hâlâ mağarada yaşıyor olurdu”;
vi) Foti Benlisoy’un, “10 Yıl önceki yenilgiler çağında değiliz… Sosyal patlamalara hazırlıklı olmalıyız…”;
vii) Michel Bakunin’in, “İmkânsızı aradığı içindir ki insanlık hep mümkün olanı gerçekleştirdi,” uyarılarını
kesinlikle unutmamalı/ unutturmamalıyız…
Ve tabii, tüm bunların “Büyük İnsanlık”ın hiçbir “post” anlatıya sığ(dırıla)mayacak “hâl”i ve
“olanaklar” olduğunda…
4 Ocak 2013 19:43:58, Ankara.
N O T L A R
[*] Newroz, Yıl:7, No:235, 10 Haziran 2013… 5 Ocak 2013 tarihinde Ankara’daki “XXI. Yüzyıl Dünyası ve Türkiye’sinde
Vicdan ve Adalet Hareketi İçin Seminerler’de yapılan konuşma…
[1]Friedrich Hegel.
[2] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.298.
[3] Ergin Yıldızoğlu, “Yeni Gıda Jeopolitiği”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2012, s.4.
[4] Güray Öz, “Esirler Dünyası”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2012, s.6.
[5] Leonardo Boff, “Açlık: Etik ve Siyasi Meydan Okuma”, Gündem, 27 Kasım 2012, s.11.
[6] Robert Fisk, “Arap Baharı Irkçılığı Sildi mi?”, The Independent, Radikal, 7 Mayıs 2012.
[7] Semih Gümüş, “Tarihin İçinden Çıkmak”, Radikal Kitap, Yıl:11, No:607, 2 Kasım 2012, s.20.
[8] Ergin Yıldızoğlu, “Neo-liberalizm ve Şiddet -I-”, Cumhuriyet, 22 Ekim 2012, s.11.
[9] Ergin Yıldızoğlu, “50 Yıllık ‘Durgunluk’…”, Cumhuriyet, 19 Kasım 2012, s.11.
[10] “AB Mültecileri Damgalamaya Hazırlanıyor”, Birgün, 20 Aralık 2012, s.11.
[11] Samuel Huntington, Medeniyetler Çatışması, çev: C. Soydemir-M. Turhan, Okuyanus Yay., 2002.
[12] Ergin Yıldızoğlu, “Samuel P. Huntington (1927-2008)”, Cumhuriyet, 7 Ocak 2009, s.4.
[13] Che Guevara, Gerilla Savaşı: Bir Yöntem, çev: Sırma Köksal, Everest Yay., 2011.
[14] “2007’nin o sabahında, bir kemancı Washington şehrinin metrosunda bir konser verdi. Daha ziyade bir mahalle
delikanlısını andıran müzisyen bir çöp kutusunun hemen yanında, duvara dayanmış bir hâlde, üççeyrek saat boyunca Schubert ve
diğer klasik bestecilerin eserlerini çaldı. Bin yüz kişi hiç durmadan koşar adım geçti. Yedi kişi bir andan biraz daha uzun bir süre
durdu. Kimse alkışlamadı. Durup bakmak isteyen çocuklar oldu ama anneleri tarafından sürüklenerek götürüldüler. Onun Joshua Bell;
dünyanın en çok aranan ve beğenilen virtüözlerinden biri olduğunu kimse bilmiyordu. Bu konseri Washington Post gazetesi organize
etmişti ve konser onların şu soruyu sorma biçimleriydi: Güzellik için vaktiniz var mı?” Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye
Başladı, Çev: Süleyman Doğru/ Sel Yay., 2012.)
[15] M. İlin - E. Segal, İnsan Nasıl İnsan Oldu, Çev: Ahmet Zekerya, Say Yay. 16 baskı, 2009.
[16] Sümer mitolojosine göre; aşırı çalıştırılmaktan gına gelen genç tanrılar isyan ederek baş tanrı Enlil’in sarayını basmaya
karar verirler. Önce iş aletlerini kırarlar, küreklerini ve sırtlarında taşıdıkları sepetleri yakarlar. Ardından Enlil’in sarayına yürüyüp
orayı kuşatırlar. Sıkışan baş tanrı, diğer yüce tanrılar An ve Ea’yı yardıma çağırır.
Başkaldıran genç tanrıların isteklerini bildirmeye devam etmesi üzerine, An ve Ea zor durumdaki Enlil’e öğütte bulunur.
Enlil dosdoğru sıvışıp An’ın gökyüzünde saklanmak isterken, bilgelik tanrısı Ea daha iyi bir fikir ortaya atar. Genç tanrıları çalışma
yükünden kurtarmak ve bunu üstlenecek yeni bir yaratık yapmak. Böylece ağır işleri yapacak insan yaratılır.[17] “İnsanlara bir rahmet tattırdığımızda, onunla ferahlar, şımarırlar. Kendi ellerinin hazırladıkları yüzünden kendilerine bir
kötülük gelip çatsa, hemencecik ümitsizliğe düşerler.” (Rum Suresi, 36)
“İnsana bizden bir rahmet tattırıp sonra onu ondan çekip alsak, insan elbette çok ümitsiz, çok nankör bir hâle düşer. Ve eğer
ona, kendisine gelip çatan bir zorluk ve kederden sonra bolluk ve nimet tattırırsak, hiç kuşkusuz şöyle diyecektir: “Tüm sıkıntı ve
kötülükler benden uzaklaşmıştır.” Bu durumda o, bir sevinç şımarığı, bir kendini beğenmiş olur.” (Hud Suresi, 9-10)
“Kahrolası insan ne kadar da nankördür!” (Abese Suresi, 17)
“İnsan, gerçekten çok zalim, çok nankördür.” (İbrahim Suresi, 34)
“İnsan çok nankördür.” (İsra Suresi, 67)
“Gerçek olan şu ki, insan tam bir nankördür.” (Hac Suresi, 66)
“Hiç kuşkusuz, insan apaçık bir nankördür.” (Zühruf Suresi, 15)
“İnsan, rabbine karşı gerçekten çok nankördür!” (Adiyat Suresi, 6)
[18] Sızıntı, Temmuz 2009, s.279.
[19] Elif Şafak, Bit Palas, Doğan Kitap., 2010.
Yorumlar