“Çiçekler bataklıklarda da büyürler.” [1] W. Shakespeare’in ‘Macbeth’indeki, “En büyük acılar, kaygılara döndü, ölüm çanları kimin ...
“Çiçekler bataklıklarda da büyürler.”[1]
W. Shakespeare’in ‘Macbeth’indeki, “En büyük acılar, kaygılara döndü, ölüm çanları kimin için çalıyor soran yok. Doğru insanların ömrü tükeniyor. Başına takılan çiçeklerden daha çabuk. Hasta olmadan ölüveriyor insanlar,” satırlarıyla betimlenmesi mümkün olan bugünün Türkiye’sinden söz etmek kolay değil…
Çünkü N. G. Çernişevski’nin, ‘Prolog’unda, “Zavallı bir ulus; tepeden tırnağa köleler ulusu; hepsi köle” sözlerini çağrıştıran bugüne ilişkin olarak; Ulvi Arı’nın, “Türkiye’de en çok icra edilen sanat mimdir. Çünkü kimse konuşmuyor,” demesi boşuna değildir! Her neyse…
* * * * *
Türkiye’nin geleceğini biçimlendiren bugünden söz edilecek ise, öncelikle A. Gramsci’nin “Eskinin ölüp, yeninin gel(e)mediği” vurgusuyla betimlediği “geçiş süreci” kavramının altını çizmek gerek.
Kolay mı? AKP epigonu bir “beyaz Kürt”ün, Orhan Miroğlu’nun da ifade ettiği üzere, Şimdi yeni bir miladın arifesindeyiz.”[2]
“Geçiş süreci”ndeki coğrafyamız açısından söz konusu “milat”, -tekelci neo-liberal çerçeve yerli yerindeyken- sermayenin deri/ kabuk değiştirmesidir.
Bu işin bir yanıdır; ötekine gelince: Kapitalist uygarlık, derin bir kültürel ekonomik kriz yaşıyorken; coğrafyamızda bir fragmantasyon eşliğinde polarizasyon yaşanıyor.[3] Bu toplumsal bir kopuş hâlidir ki, böylesi bir güzergâhta egemenliğin şiddetten başka bir seçeneği kalmamıştır.
Egemen şiddetin öne çıktığı dizayn, sürdürülemez kapitalizmin III. Büyük Bunalımı’yla doğrudan ilintiliyken; Ortadoğu’da Sykes-Picot’nun sona ermesi de meselenin ağırlaşmasının önemli etmenlerindendir.
Tüm bunları giderek derinleşip, yaygınlaşan ya da yarıçapı genişleyen kaotik bir hâl kapsamında değerlendirmek doğru olacaktır.
* * * * *
AKP iktidarının neo-Osmanlı söylenceler ve “emeller”le, reorganize etmek istediği alt-emperyalist T.“C” açısından sermayenin giderek yeniden yapılanmaya ve yüzünü “batı”dan “doğu”ya çevirmeye başladığından söz etmek abartı olmaz.
T.“C” elbette, ABD (ve AB) emperyalistlerinin kontrol alanındadır; ancak bu kadarla sınırlı değil: Semi-periferik tekelci kapitalist T.“C”, görece özerkliği ve kontrol dışı refleks ve eğilimleri de olan bir yapı.
Eğer bu gerçek kavranmaz ise, T.“C”nin AKP şahsında yeni pazarlar açmak için (IŞİD’le dirsek temasındaki) Suriye müdahalesi ve Sünnî İslâm dünyasına el atması kavranamaz.
AKP sıradan bir parti değildir; tıpkı “Dictator qui negabant dictatoren”;[4] “Qui non scit aliquid dictator”;[5] “Comitiorum habendorum causa”;[6] “Sedintionis sedandae”[7] özellikleriyle betimlenen Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi…
Erdoğan’ın durumu, “devlet benim” diyen devrim öncesi Fransa kralı XIV. Louis’ye de, 1852’de cumhurbaşkanıyken bir “sivil darbe” ile iktidara el koyan Bonaparte’a da benzetilebilirse de; Erdoğan’ın Benito Mussolini ile derin paralellikler taşırdığının altı çizilmeli!
Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere “AKP, düzeni değiştirmek için iktidara geldi: Bu yolda ilerliyor, bunu da açıkça söylüyor. AKP bir toplumsal harekete, özgün bir ideolojiye, iktidar anlayışına, bunları iyi ifade edebilen bir söyleme dayanıyor.
On üç yıllık AKP iktidarı bu özelliklerinden dolayı, yalnızca devletin kurumsal örüntüsü, ideolojik aygıtları, özellikle de medya üzerinde etkin bir denetim kurmakla kalmadı, toplumun kültürel yaşamında bir ‘alan hâkimiyeti’ inşa etti. AKP bu avantajları kullanarak genel seçimlere girdi, tüm olanaklarını harekete geçirdi ve istediği sonucu aldı.[8]
* * * * *
Evet, insan(lık)ın ayaklar altına alınıp, aşağılandığı coğrafyamızda susmak söylemekten zordur artık!
Kolay mı? ‘The Washington Post’ta yayınlanan makalesinde Prof. Dr. Noam Chomsky, “Erdoğan, demokrasi bekçilerini susturmaya devam ediyor,”[9] derken; JİTEM’cilerin aklandığı Türkiye’de Tahir Elçi katlediliyor. Burası sözün bittiği yer: Ve “İnfaz Cumhuriyeti” olarak tanımlanması gereken coğrafyamızda Türkler hapse, Kürtler mezara gönderiliyor!
Kafaya göre basın yasağı, internet sansürü, TV’deki dizilerde, filmlerde sansür uygulanıyor, Picasso tablosundaki sürreel kadın figürü dahi “Gençleri bozar bu” diye mozaikleniyor, Elçi’nin ardından cinayeti protesto edenlerden, barış isteyenlere, gençlerden, emeklilere, öğrencilere, sakatlara kadar herkes saldırı altında ve Kürt illeri yakılıp/ yıkılıyor(ken Kürtlerde ayrılık/ kopuş eğilimi güçleniyor)…
AKP’nin sıradan bir “düzen partisi” olmadığını unutmamak ve AKP’de somutlanan bir otoriterlikten çok, totalitarizmden söz etmek gerek.
Bu totalitarizm, “dinci ve kinci nesil” yetiştirme mühendisliğinde somutlanırken; AKP’nin biriktirdiği lümpenleşme, toplumu bir arada tutan asgari ortak insani değerleri, bir arada yaşama isteğini dinamitleyip; toplumu lümpenleşme dalgasıyla soluksuz bırakıp, sindirmek istiyor.
Yani sorulmayacak şeyleri düşünmeye vakti, yasaklanan şeyleri düşünmeye cesareti olmayan yabancılaş(tırıl)mış Türk(iye) insan(lar)ının hâli, -1933’ler Almanya’sını andıran tabloda!- aklın köleleştirilmesinde somutlanıyor.
“Bana/ bize bir şey olmaz”dan, “Aman bana birşey olmasın”a salınan insan(cık)ların ülkesinde hergün herkese her bir şey oluyorken ve bir acı ötekini duyulmaz kılıyorken; 1 Kasım 2015’de AKP yeniden tek başına iktidar oldu. Seçimin en önemli siyasal sonucu Erdoğan’ın elinin hem içeride hem dışarıda güçlenmiş olmasıdır…
Türkiye’nin önündeki en büyük tehlikelerden biri eli güçlenmiş diktatörün ülkeyi savaşa sürüklemesidir.
AKP’nin yüzde 49 oy oranı ile 2011 yılının seçim potansiyeline ulaşmış olmasının önemli yansımalarından biri, sosyolojik olarak İslâmcılaşan bir toplum yapısının ortaya çıkmasıdır. “Radikal İslâmcı Hareketin” gelişmesinin bütün toplumsal ve politik koşullarını hazırlayan bu durum, önümüzdeki dönemde toplumsal dengeler bakımından ciddi bir sorun hâline geleceğini gösteriyor… Esas sorun şu; Türkiye’de İslâmcılaşan bir toplumsal yapı var. Bu öyle kolay değiştirilemeyecek bir sosyo-politik düzeye ulaşmış bulunuyor.
Bu bağlamda 1 Kasım seçimiyle değişen sadece AKP’ye tek başına iktidar olanağı veren meclis aritmetiği değildir. Toplumun Sünnî İslâm’a uygun olarak transformasyonu (dönüştürülmesi) artarak sürecektir. Aynı şekilde gerillanın tasfiyesini öngören savaş ve iç savaş uygulamasıdır.
Geçmişte Türkiye’yi “teğet geçen” kriz bugün tam ortasından geçiyor. Kriz ve onun yaratacağı politik riskler büyüdükçe burjuvazinin işçi ve emekçilere, sosyalist ve komünistlere saldırısı artarak devam edecektir.
Burjuvazinin gücü işçi ve emekçilerin güçsüzlüğünden gelmektedir. Sınıf mücadelesi henüz kararlılık kazanmamış olsa da olağanüstü koşullarda sürüyor. Ve burjuvazi olağan yöntemlerle yönetemiyor. Egemenliğini ancak korku ve endişeyi büyüterek sürdürebiliyor. Ve her yöntem gibi bunun da bir sınırı vardır. Hiçbir şey eski durduğu yerde durmuyor.
* * * * *
2013’deki Gezi/ Haziran Ayaklanması’na karşı devreye sokulan karşıt egemen hamle, Haziran 2015 seçimleriyle eş zamanlı olarak Suruç ile Ankara’daki katliamlar yanında, sömürge Kuzey Batı Kürdistan’ın (Cizre, Nusaybin, Diyarbakır, Batman vd. örneklerdeki üzere) bir askeri harekât alanına dönüştürülmesi ve son olarak da Tahir Elçi’nin sokak ortasında katledilmesiyle çılgınlaşmıştır.
Bu hâl T.“C”nin resmi ideolojisinin İslâmi bir tonda sürdürülmesidir ve Türkiye’de “ulus devlet”in kuruluşuyla doğrudan ilintilidir. Ki, burada da Albert Camus’nün, “Resmi tarih oldum olası büyük katillerin tarihidir,” saptamasının anımsanması “olmazsa olmaz”ken; zor ve karmaşık soruların kolay yanıtları bulunmuyor…
Ancak bir iç savaş ihtimaliyle yüzleşen coğrafyamızda öncelikli görevimiz, AKP’yi karşı “en geniş birlik” peşinde koşmaktan çok, Kürtlerin özgürlük talebini atlamadan, AKP karşıtı toplumsal birikimi hem AKP’den hem sürdürülemez kapitalist düzenden kurtulmayı hedefleyen radikal sosyalist tarzda örgütlemektir.
Biliyorum bu hedef kimilerine “hayal” gibi gelebilir. Ama unutulmamalıdır ki tarihin “maddesi”, olmadık zamanlarda, hiç akla gelmeyen olaylara yol açabiliyor, toplumun durgun, “sağlam” yüzeyini delebiliyor; Gezi/ Haziran Ayaklanması’nda, Tahrir’de olduğu gibi…
Elbette bu; Eduardo Galeano’nun, “Biz yaptığımız şeyiz, özellikle olduğumuz şeyi değiştirmek için yaptığımız şeyiz: Bizim kimliğimiz eylemde ve mücadelede yatıyor,”[10] uyarısını kulağına küpe ederek, devrimin güncelliğinden vazgeçmeyen bir umuttur. Böylesi hayalci bir umut ise, toplumsal mücadelelerde bütün faktörlerin birincisidir. Onu başa koyduğunuzda rakam birden büyür.
Bu anlamda umut, gözle görülür gerçeklerden daha büyükken; bugün(ler) geleceği biçimlendiren dinamiktir. Çünkü…
“Bütün üretim aletleri içinde en büyük üretici güç, devrimci sınıfın kendisidir,” notunu düşen Karl Marx, hepimize Kürtçe, “Azadî bi rim û bivran tê bidestxistin; ne bi destvekirinên nermijok û axînên bêfeyde!”[11] diye haykırırken; V. İ. Lenin de aynı lisanda ekler:
“Pirgirêkên jiyanî yên gelan tenê bi hêzê tê çareserkirin. Û serfirazî, tenê bi hêza çekdar ya girseyan û bi raperînê tê bidestxistin. Lê ne bi rêyên zagonî û aştîxwaz.”[12]
15 Aralık 2015 11:36:12, Ankara.
N O T L AR
[*] Δρόμος της Αριστεράς/ Dromos tis Aristeras/ Sol Yolu, No:293, 2 Ocak 2016…
[1] Karl Marx.
[2] Orhan Miroğlu, “Milada Dönüş”, Star, 9 Aralık 2015… http://haber.star.com.tr/yazar/milada-donus/yazi-1075008
[3] “Biz artık aynı ülkede yaşıyor olamayız... Aynı olaylara tanık oluyor olamayız... Aynı fotoğraflara, görüntülere bakıyor, aynı sesleri duyuyor olamayız... Kesinlikle farklı ülkelerde yaşıyor olmalıyız... Biz kesinlikle aynı ülkede yaşıyor olamayız... Aynı olaylara tanık oluyor olamayız... Aynı havayı soluyor olamayız... Biz artık farklı ülkelerin insanları olmuşuz...” (Orhan Kemal Cengiz, “Bölünmüş Türkiye”, 15 Aralık 2015… http://www.ozgurdusunce.net/bolunmus-turkiye-makale,152.html) diyor bir liberal yazar bile…
[4] “Ben diktatör değilim diyen diktatör.”
[5] “Bilmediği hiçbir şey bulunmayan diktatör.”
[6] “Seçim yapmakla yükümlü diktatör.”
[7] “İsyan bastırmayla görevli diktatör.”
[8] Ergin Yıldızoğlu, “Seçimler Üzerine Üç Nokta”, Cumhuriyet, 5 Kasım 2015, s.8.
[9] “Prof. Dr. Noam Chomsky: Erdoğan, Demokrasi Bekçilerini Susturmaya Devam Ediyor”, Cumhuriyet, 14 Kasım 2015, s.14.
[10] Eduardo Galeano, “Bir Otoportre İçin Notlar”, Yeniden Sanat ve Hayat, No:46/01, Sonbahar 2015, s.74.
[11] “Özgürlük mızraklarla ve baltalarla kazanılır; sümsükçe dilenmeler ve yararsız sızlanmalarla değil!” (Karl Marx.)
[12] “Halkların hayati sorunları ancak kuvvetle çözülebilir. Ve zafer, ancak kitlelerin silahlı gücüyle ve ayaklanma ile kazanılır. Yoksa şu ya da bu yasal ve barışçıl yolla değil.” (V. İ. Lenin, İki Taktik: Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay, 1967.)
Yorumlar