I. AYRIM: KAVRAMLAR, GERÇEKLER I.1) DİN MESELESİ I.2) İSLÂMA KENAR NOTLARI I.1.1) ‘ULÛ’L-EMR’E İTAATİN TEKÇİLİĞİ I.1.2) “İ...
I. AYRIM:
KAVRAMLAR, GERÇEKLER
I.1) DİN MESELESİ
I.2) İSLÂMA KENAR NOTLARI
I.1.1) ‘ULÛ’L-EMR’E İTAATİN TEKÇİLİĞİ
I.1.2) “İSLÂM BARIŞ DİNİ” MİDİR?! YA DA MEDİNE VESİKASI…
I.1.3) SİYASAL İSLÂM
I.3) IŞİD GERÇEĞİ
I.3.1) DEVLETLEŞEN “ÖLÜM KÜLTÜ”: IŞİD
I.3.2) IŞİD’İN MARİFETLERİ
I.3.3) IŞİD NEYİN ÜRÜNÜ(DÜR!)?
I.3.4) IŞİD’İN ŞECERESİ
I.3.5) “DEMOKRATİK İSLÂM” MI?!
II. AYRIM:
SAVAŞIN (VE “BARIŞ(SIZLIK)”IN) ORTADOĞU’SU!
II.1) ORTADOĞU TABLOSU
II.1.1) SÜRDÜRÜLEMEYEN “BAHAR”IN HAZANI
II.2) MEVCUT HÂL
II.2.1) ABD EMPERYALİZM VE ORTADOĞU
II.2.2) ABD = SİYASAL İSLÂM VE TERÖR
II.3) YANILSAMA(LAR) PARANTEZİ
II.4) “ARA SONUÇ”
II.4.1) İSYANDAN BAŞKA YOL VE ÇARE YOK
III. AYRIM:
ROJAVA (BATI) KÜRDİSTAN
III.1) “ABARTI(LAR)” VE “İDDİA(LAR)”
III.2) ULUSLARARASI İLİŞKİLER AĞINDA ROJAVA
III.2.1) TEHLİKE(LER)
III.3) DİRENİŞ VE DAYANIŞMA
IV. AYRIM:
BİR KAÇ SAPTAMA
SAVAŞ VE “BARIŞ(SIZLIK)”IN ORTADOĞU’SU İLE ROJAVA DENEYİMİ[1]
TEMEL DEMİRER
“Si vis pacem,
para bellum.”[2]
“Ortadoğu: Kan, Gözyaşı, İsyan Tarihi” oturumunda anlatacaklarımın içeriğini, “Ortadoğu Gerçekliğinde Kobanê’ye Tarihsel Bakış” başlığı betimler; bu bir.
İkincisi emperyalist-kapitalist dünya gerçekliğinde, “Solitudinem faciunt, pacem appellant/ Onlar çöl yaratıyorlar ve buna barış diyorlar,” uyarısını “es” geçmeyen biri olarak, Mao Zedung’un “Yeryüzünde kaos var-işler yolunda,” diye haykıran “eski(meyen)” düsturunun bugün Ortadoğu ve yerkürenin dört bucağında her zamankinden çok daha fazla geçerli olduğunu düşünenlerdenim.
Nihayet bir konuyu irdelerken soyuttan somuta, somuttan da soyuta ilerleme yöntemiyle, Rojava’nın somutunun, Ortadoğu geneline mündemiç bağlamı ile Ortadoğu’ya emperyalist müdahalelerden yalıtılarak ele alınamayacağının altını çiziyorum; bu da üç.
Evet Rojava, Ortadoğu ve bölgedeki emperyalist müdahaleden soyutlanamaz, soyutlamaya kalkışanların da “Biji Serok Obama” yanılgısına düşmeleri kaçınılmaz olur!
I. AYRIM: KAVRAMLAR, GERÇEKLER
Ortadoğu bir savaş odağıdır. “ABD Ortadoğu’ya geri dönüyor”ken;[3] “Yeni savaş arzusu”[4] yüksel(til)iyorken; Ortadoğu’ya dair ne denecek ise, bu gerçekten hareket etmekle mükelleftir.
‘GLOBAL FİREPOWER’ SİTESİNİN VERİLERİNE GÖRE
“DÜNYANIN EN GÜÇLÜ ON ORDUSU” SIRALAMASI[5]
| ||
1
|
ABD
|
ABD ordusunda aktif asker sayısı 1,4 milyon. ABD savunmaya her yıl 577 milyar dolar harcıyor. Orduda 13 bin 892 adet savaş uçağı bulunuyor. Ordudaki tank sayısı ise 8 bin 848 adet. ABD’nin orduya ayırdığı bütçe, listenin toplamından daha fazla.
|
2
|
RUSYA
|
Rusya ordusundaki aktif asker sayısı 766 bin. Rusya her yıl savunmaya 60 milyar dolar harcıyor. Orduda 3 bin 429 adet savaş uçağı bulunuyor. Ordudaki tank sayısı ise 15 bin 398 adet. Rus ordusu olası düşmanlarının kullanacağı tüm petrolü kontrol ediyor.
|
3
|
ÇİN
|
Çin ordusundaki aktif asker sayısı 2,33 milyon. Çin her yıl savunmaya 145 milyar dolar harcıyor. Çin ordusunda 2 bin 860 adet savaş uçağı bulunuyor. Ordudaki tank sayısı ise 9 bin 150 adet.
|
4
|
HİNDİSTAN
|
Hindistan ordusundaki aktif asker sayısı 1,32 milyon. Hindistan her sene savunmaya 38 milyar dolar harcıyor. Hindistan ordusunda 1905 adet savaş uçağı bulunuyor.
|
5
|
İNGİLTERE
|
İngiliz ordusunda aktif 147 bin asker bulunuyor. İngiltere her sene savunmaya 52 milyar dolar harcıyor. İngiliz ordusundaki savaş uçağı sayısı 936. Ordudaki tank sayısı ise 407.
|
6
|
FRANSA
|
Fransız ordusunda aktif 203 bin asker görev alıyor. Fransa her sene savunmaya 40 milyar dolar harcıyor. Fransa ordusundaki savaş uçağı sayısı 1264. Ordudaki tank sayısı ise 423.
|
7
|
GÜNEY KORE
|
Güney Kore ordusundaki aktif asker sayısı 624 bin. Güney Kore, her sene savunmaya 33 milyar dolar harcıyor. Ordudaki savaş uçağı sayısı 1412 adet. Ordudaki tank sayısı 2381.
|
8
|
ALMANYA
|
Alman ordusundaki aktif asker sayısı 179 bin. Almanya her sene savunmaya 40 milyar dolar harcıyor. Ordudaki savaş uçağı sayısı 663. Tank sayısı ise 408 adet.
|
9
|
JAPONYA
|
Japon ordusundaki aktif asker sayısı 247 bin kişi. Japonya her yıl savunmaya 42 milyar dolar harcıyor. Ordudaki savaş uçağı sayısı 1613. Tank sayısı ise 678.
|
10
|
TÜRKİYE[6]
|
Türk ordusundaki aktif asker sayısı 411 bin kişi. Türkiye her sene savunmaya 18 milyar dolar harcıyor. Türk ordusundaki savaş uçağı sayısı 1020 adet, tank sayısı ise 3 bin 778 adet.
|
O hâlde yüksek sesle belirtelim: Ortadoğu’ya yönelik ABD’sinden AB’sine ya da ötekilere tüm emperyalist güçlere V. İ. Lenin’in altını çizdiği kavramsal çerçevede açıkça tavır alınmadan yol almak ve süreci kavramak mümkün değilken, bakın nasıl uyarır bizleri O:
“Bu savaşta yüz milyonlarca insan ve milyarlar tutarında sermaye var. Savaştan kurtulmanın yegâne yolu iktidarın emperyalizmle ve onun finans, bankacılık ve ilhakçı politikalarıyla bağlarını gerçekten koparması gereken devrimci sınıfa devridir. Bu olana kadar hiçbir şey yapılmamış demektir.”[7]
“Biz savaşların ülke içindeki sınıf mücadelesiyle kaçınılmaz bağa sahip olduğunu görüyoruz; sınıflar kaldırılıp sosyalizm kurulmadığı müddetçe savaşın yok edilemeyeceğini biliyoruz. Keza biz iç savaşları, yani ezilen sınıfın ezen sınıfa karşı, kölelerin köle sahiplerine, serflerin toprak beylerine ve ücretli işçilerin burjuvaziye karşı yürüttükleri savaşları meşru, ilerici ve zorunlu görmemiz bakımından da onlardan ayrılıyoruz.”
“Sosyalistler uluslar arasındaki savaşı her zaman barbarlık ve gaddarlık olarak görüp lanetlemişlerdir. Fakat bizim savaşa karşı tutumumuz burjuva pasifistler ve anarşistlerin tutumundan temelde farklıdır.”[8]
“Ezilen (örneğin sömürge) ulusların emperyalist, yani ezen devletlere karşı savaşı gerçek bir ulusal savaştır. Böyle bir savaş bugün de bu mümkündür. Bir ezilen ulusun kendisini ezen yabancı bir devlete karşı yürüttüğü savaşta ‘anavatan savunması’ aldatmaca değildir.[9] Sosyalistler böyle bir savaşta ‘anavatan savunması’na karşı çıkmazlar.”[10]
Yeri geldi hatırlatalım: “Bir savaşın veya bir barışın ‘iyi’ mi, yoksa ‘kötü’ olarak mı değerlendirileceği, savaşın veya barışın hangi çıkarlara yaradığına göre ve o çıkarların sahipleri tarafından belirlenir. Dünya görüşümüze göre ezilenlerin ve sömürülenlerin kurtuluşuna yol açan bir savaş veya bir barış ‘iyidir’, aksi ise ‘kötü’...”[11]
Ortadoğu’yu da, yerküreyi de emperyalist-kapitalizmden soyutlayarak ele alamayız; “Ortadoğu” dedik mi emperyalizmin yanı sıra din/ İslâm gerçeğini yerli yerine oturtmadan yol alamayız…
I.1) DİN MESELESİ
Ortadoğu tarihinde din(ler)in rolü başattır.
Bu böyle olunca da ilk anımsanması gereken Karl Marx’ın, “Bütün eleştirilerin önkoşulu dinin eleştirisidir,” deyişidir.
Gerçekten de radikal sosyalistlerin, din konusundaki tavır(lar)ını şu sözlerle özetler V. İ. Lenin: “Din, kişinin özel meselesi olarak görülmelidir. Ancak herhangi bir yanlış anlamaya yol açmamak için, bu sözlerin anlamı kesinlikle açıklanmalıdır. Devlet söz konusu olduğunda, dinin kişisel bir sorun olarak kalmasını isteriz. Ancak, partimiz düşünüldüğünde, dini kişisel bir sorun olarak görmemiz söz konusunu olamaz.”
“Aşırı baskı temeline oturan ve işçilerin eğitilmediği bir toplumda, dinsel önyargıların sadece propaganda yöntemleriyle yok edilebileceğini sanmak budalalık olur. İnsanlığın üzerindeki din boyunduruğunun, toplumdaki ekonomik boyunduruğun bir sonucu ve yansıması olduğunu akıldan çıkarmak burjuva dar görüşlülüğünden başka bir şey değildir.”
Dini “kişisel bir soru(n)” olarak görmenin yanında; “Ekonomik boyunduruğun bir sonucu ve yansıması” olarak sunmakla mükellefken; Marksizmin, dini hem bir sosyolojik olgu, hem de bir ideoloji, “yanlış bilinç” olarak gördüğünü asla unutmamalıyız.
Mesela Paul N. Siegel, herkesin Marx’ın “din halkın afyonudur” dediğini bildiğini, ama bu aforizmanın Marx ve Engels’in dinin kökenlerini ve süregelen varlığını açıklamaya dönük kapsamlı eleştirilerini gölgede bıraktığını söylerken son derece önemli bir noktanın altını çizer.[12]
Gerçekten de, insan için dinin ne olduğu, hangi gereksinmeye karşılık geldiği sorusunun yanıtını Marx, şöyle vermişti: “Din, gerçekte kendisini henüz bulamamış ya da kazanıp kaybetmiş insanın özsaygısı ve özbilincidir. Ama ‘insan’, dünyanın dışında sürüklenip duran soyut bir varlık değildir. ‘İnsan’, insanın dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum tersine dönmüş bir dünyanın tersine dönmüş bilinci olan dini yaratır. Din bu dünyanın genel teorisidir, onun ansiklopedik özeti, popüler mantığı, manevi onuru, heyecanı, ahlâki yaptırımıdır. Din bu dünyanın mazeret ve tesellisinin evrensel temelidir. Din, insani öz sahici bir gerçeklik kazanamadığı için, insani özün fantastik (hayali) biçimde gerçekleşmesidir. Bu nedenle, dine karşı mücadele dolaylı olarak ruhsal aroması din olan dünyaya karşı mücadeledir. Dinsel acı çekmek, aynı zamanda hem gerçek acı çekmenin anlatımı, hem de gerçek acı çekmeye karşı bir protestodur. Din, baskı altındaki yaratığın umutsuz soluğu, kalpsiz bir dünyanın kalbidir, ruhsuz koşulların ruhudur. Din halkın afyonudur.”[13]
Özetle Marx’a göre din, sömürü ve baskıların ürettiği acıyı hafifleten bir yanılsama hâli veya kuruntudur; yönetici sınıfın hâkimiyetini meşrulaştıran bir mitler dizisidir. İnsan ürünüdür ve “toplumsal kontrolü” sağlayan bir mekanizma olarak iş görürken; Marksizme göre yapılması gereken, çaresiz insanın elindeki acı dindirici afyonu, yani dini almak değil, “tersine dönmüş dünyayı” tersine çevirerek, gerçek nedenleriyle birlikte bu aldatıcı “mutluluk ihtiyacı”nı ortadan kaldırmaktır.
Şu hâlde dini, siyasal/ kamusal alanın dışına çıkartmak “olmazsa olmaz”ken; Şükrü Argın vari, “Sosyalizm dünyanın bu hâline itiraz olarak ateisttir. Sosyalist, müminin kalbindeki Tanrı’ya itiraz etmez. Onun derdi başka tanrılarladır. Bu bakımdan sosyalist duruşun her hâlükârda dindar bir yanı vardır,” türünden post-modern hurafelerden uzak durmak çok önemlidir.
Çünkü Erica Jong’un, “Tanrı adına işlenen cinayetlerin sayısı, şeytan adına işlenenlerden çok daha fazladır,” notunu düştüğü tabloda “Şu kadarını biliyoruz ki dinler, genelde demokratik kültürü desteklemiyor. Çünkü din kurumu mutlakiyetçi, dindarlar da müzakere, eşitlik ve çoğulculuğu küçümseyen din temelli mutlakiyetçi kültür içerisinde yaşamlarını inşa ediyorlar. Dolayısıyla bir ülkede din kurumu ne kadar belirleyici ise ya da kişiler düşünürken ve eylerken dini referanslara ne kadar sıklıkla başvuruyorsa, orada demokrasi derinleşemiyor.”[14]
I.2) İSLÂMA KENAR NOTLARI
İşte “İslâmîyet nedir” sorusuna verilen yanıtlardan bir demet…
Faruk Beşer: “İslâm’ın yegâne kaynağı Allah’tır. Allah dinini Cebrail vasıtasıyla elçisine, ondan da kullarına bildirmiştir. Dinin aslı Kur’an-ı Kerim’dir, Sünnet de onun hatasız bir uygulamasıdır…”[15]
“Müslümanlar Allah katında yegâne dinin İslâm olduğuna inanırlar. Aslında bütün dinlerin mensupları böyle inanır… İman açısından insanlar mümin ya da kâfir diye iki kategoriye ayrılır…”[16]
“Hak dinin yerine ikame edilmek istenen beşeri dindir…”[17]
Hayrettin Karaman:[18] “Kimi insanlar İslâm’a söz gelmesin diye İslâm ile demokrasiyi aynılaştırmaya çabalamakta, bunların birbirleriyle bağdaştığını iddia etmektedirler. Bu yüzden de demokrasiyi; bir mekanizma, bir teknik, bir siyasi otoritenin ve iktidarın elde edilişini ve kullanılışını sağlayan bir araç olarak ele alırlar. Bunların karşılığı olarak da hilafeti, imameti, bey’atı ve şurayı öne çıkarıp kullanarak bunların demokrasi ile bağdaştığını savunurlar. Hâlbuki demokrasinin bir üzerine oturduğu zihniyet, bir de bunu yürüten mekanizma, yani pratiği vardır. Demokrasinin oturduğu zihniyette, felsefi temelde beşerin Yaratan’a denkliği, üstünlüğü veya bağımsızlığı vardır. Burada insan Allah’tan bağımsızdır. Demokrasinin esası budur ve bunun İslâm ile katiyetle bağdaşmayacağı kanaatindeyim…”[19]
“İslâm demokrasisine gelince; bu demokrasi ilâhî talimata, emir ve yasaklara dayanır…”[20]
“Hilafet emanettir, emanet ehliyete riayeti gerektirir, insanlar emanete riayet ve dünyaya geliş amaçlarını gerçekleştirmeye gayret etmekle yükümlü ve bundan sorumludurlar. Sorumluluk ve yükümlülük ancak kişinin hak ve selahiyetleri olursa anlam kazanır ve yerine oturur…”[21]
“Biz çocukluğumuzdan itibaren, son birkaç on yıl öncesine kadar ‘bir İslâm’ olduğunu, bunun da ‘sahihi’ ve ‘sahih olmayanı’ bulunduğunu öğrenmiştik. Sahih İslâm bütün farklı ictihad ve yorumlarıyla ‘ehl-i sünnet’ İslâm’ı, sahih olmayan İslâm ise onun dışında kalan yetmiş küsur mezhebin İslâm’ı idi. Son birkaç on yıl içinde ‘modernist İslâm’, radikal İslâm’, ‘siyasal İslâm’, ‘ılımlı İslâm’ çeşitleri piyasaya sürüldü, derken son zamanlarda bir de ‘sivil İslâm’, ‘resmi İslâm veya devlet İslâm’ı’ çıkarıldı…”[22]
Yakındoğu Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Yusuf Suiçmez: “İslâmîyet’e göre haramlar yasakları değil ‘Allah’ın hududlarını (hududullahı)’ yani bir başka ifade ile sorumluluk sınırlarını ifade eder. Bundan dolayı da Allah’ın bir şeyi haram kılması, insanların özgürlüklerini sınırlamak amaçlı değil; aksine özgürlüklerini korumak amaçlıdır…”[23]
Yusuf Kaplan: “Önce şu: Türkiye’de, ‘şeriat’ denilince tüyleri diken diken olan tuhaf insanlar var! Sadece Türkiye’de var bu tür tuhaf insanlar. Şeriat’ın ne olduğu, ne demek olduğu sadece Türkiye’de bilinmiyor!..
Oysa şeriat, hayatın ve hakikâtin, tabiatın ve insanın korunmasının yegâne sigortasıdır gerçek anlamda Müslüman bir toplumda… Din, hakikâtin kaynağıdır; şeriat ise hayatın. Hakikâtin hayat olmasının; hakikâtin izinin sürülmesinin menbaı.
Şeriat’ın sözlük anlamı, ‘su içmek veya su getirmek için girilen açık ve düzgün yol’dur. Şeriat’ın terminolojik / ıstılâhî anlamı ise, ‘insanın susuzluğunu gidermek, saadete erişmek için günlük hayatının her safhasında tutması gereken yol’dur.
O hâlde şöyle bir cümle kurabiliriz: Din, pınardır; şeriat ise pınardan akan ırmak. Irmak ne kadar gürül gürül akarsa, din de o kadar muhkem bir şekilde hayat bulur, hayat olur ve hayat sunar insanlığa ve bütün varlığa…”[24]
“Bediüzzaman Hazretleri, ‘İslâmîyet, insaniyet-i kübradır’ demişti. ‘İnsaniyet-i kübra’, yani ‘büyük insanlık’. İslâmîyet, insanın biliş ve oluş, kendi oluş ve kendini buluş ve hakikât merdivenlerini adım adım tırmanış seyr-ü seferinin yol haritalarını sunan yegâne hayat ve hakikât kaynağıdır…
İslâmîyet, büyük insanlık olduğu için insanı büyük oluş ve varoluş yolculuğuna çıkarır. Yaratılmışların en şereflisi, en yücesi makamına ulaştırır. Yüceltir. İnsanın yücelebilmesinin, kendini aşabilmesinin yollarını gösterir, yol haritalarını serer insanın önüne…İnsanın büyük oluş ve varoluş yolculuğu, emaneti üstlenmesinden, hilâfeti bihakkın yerine getirebilme cehdi gösterebilmesinden geçer.
İnsanın emaneti üstlenebilmesinin, hilâfeti yerine getirebilmesinin tek yolu vardır: Ubûdiyet. Kulluk yani… Kulluk en yüce, en yüce makamdır. Hem de öylesine yüce bir makamdır ki, tevhid akidesinin iki ana ekseninden ikincisini oluşturan peygamberlere iman sütununda, peygamberimizin kulluğunun elçiliğinden önce geldiği vurgulanır özenle…
Hakk’a kulluk, insanı yüceltir; Hakk’a ve hakikâte yakınlaştırır. Kula kulluk ise, insanı alçaltır, azmanlaştırır; Hakk’tan da, hakikâtten de uzaklaştırır… Yani İslâmîyet, hem dünya demekti/r; hem de bütün dünyaların dünyalarına kavuştukları dünyaların dünyası bir dünya demekti/r. Sözün özü: İslâmîyet, insaniyet-i kübradır. O yüzden İslâm’sız dünya, insansız dünyadır. O yüzden İslâm’sız dünya, dünyasız bir dünyadır; o yüzden insafsız ve iz’ansızdır…”[25]
Atasoy Müftüoğlu: “Sorun İslâmî referansların terk edilmesidir… Enformasyon çağı, zihinlerimizi, düşünce dünyamızı, davranışlarımızı homojenleştiriyor, tektipleştiriyor, ruhsuzlaştırıyor. İnsanları nesnel rakamlar olarak gören bir zihniyet insani ve vicdani yanımızı çürütüyor. Merhamet duygusunu tanımayan laik-materyalist dünya, güç siyasetleri dışında hiç bir ahlâki perspektife sahip değil. Bugünün dünyasını akıl ve ahlâkı dışı ihtiraslar, rekabetler, düşmanlıklar belirliyor. Kitlesel medyanın diktatörlüğü tarafından yönlendiriliyoruz. Bizlere, bilincimiz yol göstermediği için, bir o yana, bir bu yana savruluyoruz. İçimizin insani/ahlâki/vicdani/irfani bilgeliklerini/erdemlerini kaybetme pahasına, hayatımızı maddi zenginlikler uğruna heba ediyoruz. Metalik bir iletişim dünyasında, duygularımız bile mekanikleşiyor…”[26]
I.1.1) ‘ULÛ’L-EMR’E İTAATİN TEKÇİLİĞİ
Onlara göre İslâm buyken; altı çizilerek denilenlerin ortak paydası ‘ulû’l-emr’e itaatin tekçiliğidir…
Ergin Yıldızoğlu’nun ifadesiyle, “Siyasal İslâmın sözcülerinden birinin, ‘Bizim medeniyetimizin fikir, sanat, ahlâk, siyaset ve hayat yolculuğunda ‘iyi’, ‘güzel’ ve ‘doğru’ tasavvurumuzun yegâne kaynağı Kur’ân olagelmiştir’ iddiası ne yazık ki ‘İslâm hoşgörü ve barış dinidir’ iddiasıyla çelişiyor. Eğer özgün bir uygarlığınız olduğuna inanıyorsanız, bunun yegâne kaynağının bir kutsal kitap olduğunu savunuyorsanız buradan tek bir yere gidebilirsiniz: Kutsalınızı, kabul etmeyen tüm diğer dinler sizin uygarlığınızın can düşmanlarıdır, yok edilmeleri gerekir.”
Yeri gelmişken aktaralım: Müslümanların kendilerinden olanlardan (Müslümanlardan) ne talep ettiğine gelince: Arapçada’ ‘itaat’, ‘biat’ ve ‘din’ sözcükleri aşağı yukarı aynı anlama gelir: “Kendini gönüllü olarak bir güce tabi kılmak, gönüllü olarak boyun eğmek, birinin emrine amade olmak, onun hâkimiyet ve otoritesi altında boyun eğmeyi kabul etmek.”
Kur’an’da içinde ‘itaat’ ve ‘biat’ kelimesi geçen pek çok ayet var. (Örneğin Nisa 13, 42, 56, 64, 69, 80, 115, Fetih 10, Al-i İmran 132, Maide 33, 92, Enfal 46, Şuara 108, 126, 144, 150, 179, Ahzab 66 ve başkaları) Özetle İslâm düşüncesi, tanım icabı yönetilenlere direnmeyi öğütlemez. Aksine, İslâmî ekollerin hemen hepsi hukuksal ve siyasal sistemlerini, Allah’a, genel olarak peygamberlere, özel olarak son peygamber Muhammed’e ve ‘ulû’l emr’e itaat etmeyi emreden ayetler üzerine kurarlar.
Sözlük anlamı ‘emir sahipleri’ olan ‘ulû’l-emr’e kimlerin dahil olacağı Kur’an’da açıklanmaz. Ancak hadislerde halife, imam, emir, reis, sultan vb. kelimelerle nitelenen kişilere itaat edilmesi emredildiği için bu konuda tartışmalar bitmez. Tarihsel pratik ise şöyledir: İslâm’da devlet ve din ayrılığı olmadığı için hukuksal çerçeve şeriatın emirleriyle çizilir.[27]
Böyle bir tekçilik söz konusu olduğunda, ‘Charlie Hebdo’daki gibi sınır tanımayan İslâmi ted’ip kaçınılmaz olur…
Biliyorum: ‘Charlie Hebdo’ saldırısı sonrasında Müslümanlarca en çok ileri sürülen görüş buydu. İslâmî tandanslı devlet büyükleriyle ilahiyatçılar ve mütedeyyin bireylerden duyduk: “Gerçek Müslümanlık bu değil!” Gerçekten değil mi? Değilse, ne peki?
Diyanet İşleri Başkanı’nın açıkladığı çarpıcı bir rakama göre, her gün 900 Müslümanın, Müslümanlar tarafından öldürüldüğü yerkürede;[28] “Bunlar Müslüman değil, gerçek İslâm bu değil, bunlar Müslüman olamaz” şeklinde tepkiler verilmeye başlandı…
Bunları yapanlar asla Müslüman olamazlarmış. Ne bunlar peki? Bal gibi Müslümanlar işte! Sizin demenizle gerçek değişmiyor ki; tüm İslâm coğrafyası kan revan içinde; sizse İslâmlığın bu olmadığını söylemekle işin içinden sıyrılabileceğinizi sanıyorsunuz!
“İslâm Devleti” kafa kesiyor, soykırım uyguluyor, kadınları, küçük kızları satmak için köle pazarları kuruyor, tüm bu şiddeti dini metinlerle açıklıyor. Ama bu İslâm değil. Bunlar İslâmı temsil etmez!
Boko Haram (Batı eğitimi haramdır) örgütü okulları basıyor onlarca öğrenciyi katlediyor, 200 kız çocuğunu kaçırıyor, köy basıp katliam yapıyor.[29] Ama bunlar İslâm değil. Bunlar İslâmı temsil etmez! Fransa’da iki militan İslâm dinine hakaret ettiğini düşündükleri bir dergiyi basıp çalışanlarını otomatik silahlarla öldürüyorlar. Aynı gün başka militanlar bir Koşer (Yahudi) süper marketi basıyor, katliam yapmaya çalışıyor. Ama bu İslâm değil. Bunlar İslâmı temsil etmez! Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da İslâmcı militanlar, İslâmcı terörün tartışıldığı bir kahveyi sonra da bir sinagogu basıyorlar otomatik silahlarla tarıyorlar. Ama bu İslâm değil. Bunlar İslâmı temsil etmez! İslâm Devleti’nin Libya kolu 21 Mısırlı Hıristiyanı kafalarını keserek öldürüyor. Ama bu İslâm değil. Bunlar İslâmı temsil etmez!
Afganistan, Cezayir, Mısır ve Libya’da İslâm Devleti’ne bağlı örgütler ortaya çıkıyor İslâm Devleti’nin Mısır, Lübnan, Yemen, Ürdün’de de taraftarları var. Bunlara Türkiye’yi de ekleyebiliriz. Ama bunlar İslâm değil. Bunlar İslâmı temsil etmez.
Hadi bunlar terörist. Peki, şunlara ne demeli?
Şiddetin tek biçimi bu değil. Şiddetin karşısındakini sözle sindirmeye dayanan simgesel biçimleri de var. Türkiye’de siyasal İslâma dayanan bir siyasi parti 12 yıldır iktidarda. Bu partiyi destekleyen Müslüman entelijansiya televizyon programlarında, gazetelerde boy gösteriyor, din ve ahlâk özellikle de kadın ve cinsellik üzerine akıl dağıtıyor, topluma simgesel şiddet uyguluyorlar. Başbakan “kadın erkek eşitliğine inanmıyor”. Maliye Bakanı’na göre “kadınlar iş aradığı için işsizlik artıyor”. Bir AKP il başkanı, “Kızlar okuyunca erkekler evlenecek kız bulamıyor” diyor.
Bu hükümeti destekleyen hocalara ve entelektüellere göre “Çalışan kadın fuhuşa hazırlık yapıyor”, “Dekolte giyene tecavüz edilir”, “Hamile kadının sokakta dolaşması terbiyesizliktir”, “6 yaşındaki çocukla evlenilebilir”, “Tecavüz edene dört gün odaya kapatma cezası yeterlidir”, Avrupa’ya öğrenci gönderme programı “Erasmus değil orgasmustur”. Biri, “Annen de olsa dizinin üstü tahrik eder” derken öbürü itiraf ediyor: “Öz kız çocuğumu kucağıma alıp sevemiyorum çünkü tahrik oluyorum.” Liberal eğilimli bir Müslüman yazar, “Ama bu benim dinim değil” diyor.
Sonra üniversite öğrencisi bir kıza bir minibüs şoförü tecavüze kalkışıyor. Genç kız canıyla, dişiyle tırnağıyla, kahramanca direniyor; saldırgan erkek kızı bıçaklayarak, levye ile defalarca vurarak öldürüyor. Başka iki erkeği yardıma çağırıyor, kızın bedenini kırsala taşıyıp bileklerini kesip yakıyorlar.
Siyasal İslâmın iktidara gelişinden bu yana kadına yönelik fiziki ve simgesel şiddet, kadın cinayetlerini sürekli arttığından bu vahşet bardağı taşırıyor; kadınlar sokaklara dökülüp kadına yönelik şiddeti protesto etmeye başlıyorlar. Cumhurbaşkanı, “Önce Fatiha okuyun” diyor.
Polis protestocu kadınları acımadan döverken, Siyasal İslâmın entelijansiyası hemen şiddetle tepki vermeye başlıyor: “Laik papazlar, toplumu bitirdiniz!” “Gece-gündüz, ‘cinsel özgürlük, bireysellik, kariyerizm, egoizm’ naraları atarsanız, olacağı budur!”, “Tecavüz fırsatçılığına soyunmayın. Amerika’da her iki dakikada bir kadın tecavüze uğruyor. Şimdi çenenizi kapatın.”
“Sen de mini eteği giyip soyunup laik sistemin ahlâksızlaştırdığı sapıklar tarafından tacize uğrayınca da bas bas bağırmayacaksın” diyen AKP yanlısı şarkıcı, laiklik tarafından bozulmamış olduğundan, “İyilikle olmazsa vallahi zorla/ Benim olmazsan taciz ederim/ Bana gelmezsen yer bitiririm” sözleriyle şarkısında tecavüz, yamyamlık ve şiddeti özendiriyor. Bir prof. erkeklere “Kendinize hâkim olun, hayvan mısınız” demek yerine, bir kadın cinayetinden yararlanarak “pembe otobüs” saçmalığıyla kadınlara yeni baskılar için bahane yaratıyor.
Ve Gezi olayında sempati toplamış, sola yakın olduğu varsayılan bir başka İslâmcı entelektüel, herkes kadın cinayetini konuşurken, kadınların “teşhircilikten uzak durmalarını” öneriyor. Yaşam her dönemeçte bize, şiddetin, siyasal İslâmın temel bir bileşeni olduğunu gösteriyor.[30]
Evet böyle; yok eğer söylendiği gibi gerçek İslâm bu değil ise ve bu teröristlerin İslâm’a zarar verdiği düşünülüyor ise o hâlde neden bu ve benzeri katliamları lanetleme konusunda temkinli davranılıyor.
Hadi sıradan sokaktaki vatandaşı geçtik, bu ülkeyi yönetenler madem bu tür katliamı yapanları, gerçek İslâm olarak görmüyorlar ise; 2 Temmuz 1993’te Sivas Madımak önünde bekleyen ve “yak ulan yak” diyerek bağıran, yangını alkışla ve sevinçle karşılayan, seyreden 15 bin kişiye ne diyeceksiniz?
Maraş’ta kapı komşusunu balta ile doğrayan, hamile kadının karnındaki çocuğu çıkartıp katleden o mahallelilere ne diyeceksiniz?
6-7 Eylül’de İstanbul’da Müslüman olmayan halka yönelik katliamları yapan halka ne diyeceksiniz? Çorum’da insanları samanların içerisine sokup ateşe veren o halka ne diyeceksiniz?
Hadi dünü bıraktık, bugün Irak Şam İslâm Devleti (IŞİD) gibi vahşi canileri, insanların mallarına, canlarına, kadınlarına, kızlarına kast eden, tecavüz eden sapık sürüsüne ne diyorsunuz? Ya bu cani örgüte katılmak için sıra bekleyenlere?
Daha doğrusu ne dediniz? Cevabı herkes biliyor, bilmeyenler ise Google’a girip okusunlar. Daha iki sene önce Sivas katliamının katilleri ile ilgili verilen karara “hayırlı olsun” diyen kim?
IŞİD katillerine öfkeli çocuklar; Maraş, Sivas, 6-7 Eylül vb. katliamlarının katillerine ise “iyi çocuklar” ve/ veya “galeyana gelen halk” diyen kim ve kimin zihniyeti?
Sivas Madımak katillerinin avukatlarını ödüllendirircesine ya yüksek makamlara tayin edip ya da bizzat meclise taşıyıp vekil yapan kim?
Malatya, Maraş, Sivas, Çorum, 6-7 Eylül ve Sivas Madımak katliamlarında “galeyana gelen halk” ise bu halkın aklı fikri yok mu, bunlar koyun sürüsü mü?
Bu hemen her fırsatta “galeyana gelenler”in inancı bu galeyan kültürüne mi hizmet ediyor ki bunlar hemencecik galeyana gelip eline baltayı alıp kapı komşusunun gırtlağına sarılıyor.[31]
I.1.2) “İSLÂM BARIŞ DİNİ” MİDİR?! YA DA MEDİNE VESİKASI…
Tam da bu koordinatlarda “İslâm barış dinidir” demek mümkün mü, mümkün ise ne kadar doğru olabilir?
Mesela Hüda Kaya’nın, “Kurumsal ve kişisel olarak İslâm’ın asli temellerinin zaten barış olduğu anlatılmaya çalışılan bu süreçte, artan dinci şiddet ve vahşet örneklerinden yola çıkarak yeni bir yerli İslâmîfobyanın güçlenmeye başladığı görülüyor. Bu çevreler ‘İslâm eşittir vahşettir. Dinin aslı zaten bu şiddeti öngörür’ tezi ile İslâm’ın barış demek olduğu tezine karşı savlar ileri sürmekteler. Din adına vicdanların köreltildiği bu süreçte, dini bu zihniyetlere teslim etmek demek insanlığı vahşete teslim etmek demektir,”[32] sözlerindeki üzere!
Yok böyle bir şey! “Nasıl” mı?
Hatırlayın: ‘Charlie Hebdo’ kıyımıyla birlikte dünya kamuoyunun gündemine oturan tartışma konularından biride İslâmın bir barış dini olup olmadığıydı. Türkiye’de Cumhurbaşkanı’ndan Diyanet İşleri Başkanı’na kadar tüm devlet yetkilileri ile birlikte inanç sahibi köşe yazarları, televizyon yorumcuları ağız birliğiyle İslâmın bir “barış dini” olduğunu savundular. Öte yandan dünyanın dört bir yanında faaliyet gösteren El Kaide, El Nusra, IŞİD, Boko Haram ve benzeri “savaş/ terör” örgütlerinin hareketlerinin/ eylemlerinin kaynağının İslâm olduğunu iddia ettiklerini biliyorduk.
Bu çelişkiye ‘Yeni Akit’ yazarı Faruk Köse, 12 Ocak 2015 tarihli, “Kim Demiş ‘İslâm Barış Dinidir’ Diye?” başlıklı yazısında açıklık getirdi. Yazısının bir bölümünü olduğu gibi aktarıyorum:
“İslâm barış dinidir’ söylemi, ‘İslâm barışı önerir/önceler’in önemini vurgulamaya yönelik değil. Bu tür söylemleri genelde ‘Müslüman olmayanlar’ın veya ‘gayrimüslimlere hoş görünmek isteyenler’in kullandığına dikkat etmenizi isterim. Bu, ‘cihad ve kıtal ayetleri olmayan bir uysallaştırılmış ve vicdanlara hapsedilmiş İslâm’ tarifinden başka bir anlama gelmiyor.
İslâm sadece ‘barış dini’ ise, Kur’ân-ı Kerim’deki ‘savaş ve cihad ayetleri’ ne oluyor? Kur’an’da ‘Savaş’ anlamına gelen ‘kıtâl’ kelimesi 13 yerde, ‘karşılıklı savaş’ anlamındaki ‘mukatele’ ve türevleri 57 yerde, bu kavramların kökü olan ‘katl’ kelimesi ve türevleri 170 yerde, ‘harb’ kelimesi ve türevleri 11 yerde, ‘cihad’ kelimesi ve türevleri 41 yerde geçiyor. ‘Barış’ anlamındaki ‘silm’ kelimesi ise, ‘barış’ anlamında sadece 6 yerde geçiyor.
Bu noktada sormak istiyorum: Müslüman Kur’an’ın tamamına muhatapken, savaşmayan bir Müslüman tipi, Kur’an’ın önerdiği bir Müslüman tipi olabilir mi?
Bu Kur’ani gerçeklerin yanında, ‘Ben rahmet ve savaş peygamberiyim’ buyuran Rasulullah (sav)’in, 10 yıllık Medine hayatında 25 kez bizzat savaşa iştirak ettiği, 50 de seriyye gönderdiği biliniyor. hâl böyleyken ‘İslâm barış dinidir’ sözünün ne anlama geldiğini; nasıl bir ‘Müslüman tipi’ çizdiğini, dünyanın her yanında Müslüman kanı akıtılırken Müslümanlara nasıl ‘uysal koyun’ olmak öğütlendiğini görmek, bunun arka plânında oluşturulan ‘İslâm’ ve ‘Müslüman’ tipolojisinin farkına varmak lazım”![33]
Bu saptamalara ilişkin olarak birisi Medine Vesikası’nı hatırlatırsa sözü Kamil Tekin Sürek’e bırakırız: “Medine Sözleşmesi Muhammed’in Mekke’den baskılar nedeniyle zorunlu olarak Medine’ye hicret etmesi ve burada bir süreliğine soluklanmak ve güç toplamak için Medine’de yaşayan Musevi ve diğer dinler mensuplarına önerdiği geçici bir sulh önerisidir. Muhammed güçlenene kadar diğer dinlerin ileri gelenlerine herkes kendi dininin serbestçe yaşasın, gereklerini yerine getirsin, farklı dinlerin mensupları birbirlerine dinlerini dayatmasın demiştir. Fakat, daha sonra Muhammed ve arkadaşları güçlenmiş, Mekke, Medine ve bütün Arap yarımadası ve Ortadoğu’da egemenliklerini kurmuşlar, cihad savaşları ile egemenliklerini genişletmişlerdir.”[34]
Kaldı ki İkinci Halife Ömer bin Hattab (634-644) döneminde, fethedilen şehirlerdeki gayrimüslimlerle yapılan ‘zimmet’ antlaşmasındaki (ahd, emanname) şu ifadeler, Medine Vesikası’nın ruhuyla hiç bağdaşmıyor:
“Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla! Bu yazı Ömer bin Hattab’a yazılmış bir mektuptur. Ordunuzla üzerimize yürüdüğünüzde, canımızı ailemizi, malımızı, mülkümüzü ve dindaşlarımızı bize bağışlamanızı istedik. Bunun karşılığında kabul ettiğimiz şartlar dahilinde yaşadığımız şehir içinde ve dış mahallelerde yeni bir manastır, kilise, hücre ya da inziva yeri kurmayacağımızı; harabeye dönen herhangi bir binamızı onarmayacağımızı ya da şehrin Müslüman mahallelerindeki binalarımızı yenilemeyeceğimizi; gece ya da gündüz, Müslümanların kiliselerimize girmesine engel olmayacağımızı; Müslüman gezginleri evlerimize buyur edip onlara üç gece yiyecek ve kalacak yer temin edeceğimizi; kiliselerimizde ve evlerimizde casuslara yataklık etmeyeceğimizi, Müslümanlara düşman olan birini saklamayacağımızı; Hıristiyan dinini özendirmeyeceğimizi ve kimseyi bu dine davet etmeyeceğimizi; İslâm dinine geçmek isteyen akrabalarımızı engellemeyeceğimizi, Müslümanlara saygı göstereceğimizi ve toplantılarımızda yerlerine oturmak istediklerinde ayağa kalkacağımızı; başlık, türban ya da terlik gibi kıyafetlerimizle ve saçımızın biçimiyle onları taklit etmeyeceğimizi; onların kullandığı ifadeleri kullanmayacağımızı ve aile adlarını almayacağımızı; eğerli ata binmeyeceğimizi, kılıç kuşanmayacağımızı, silah edinmeyeceğimizi ya da taşımayacağımızı ve yüzüklerimizin üzerine Arapça harfler kazdırmayacağımızı; şarap satmayacağımızı, başımızın ön kısmını tıraş edeceğimizi; nerede olursak olalım kendimize has giysiler giyeceğimizi; belimize kuşak bağlamayacağımızı; kiliselerimiz üzerine haç koymayacağımızı; Müslüman mahallelerinde ve pazaryerlerinde haçlarımızı ve kutsal kitaplarımızı göstermeyeceğimizi; kilise çanlarını hafifçe çalacağımızı; yanımızda bir Müslüman varken ibadetimizi yüksek sesle yapmayacağımızı; sokaklardaki geçit törenleri sırasında hurma dalları ve heykellerimizi taşımayacağımızı, ölülerimizi gömerken, Müslüman mahallelerinde ve pazaryerlerinde yüksek sesle ilahilerimizi söylemeyeceğimizi ve yanan mumlar taşımayacağımızı; hiçbir Müslümana vurmayacağımızı söyledik ve bu konuda söz verdik. Kendimiz ve dindaşlarımız adına bu konularda dikkatli olmaya söz veriyor ve sizden bizi himaye etmenizi bekliyoruz ve bu anlaşmanın herhangi bir maddesini ihlâl ettiğimiz takdirde ceza olarak himayenizi kaybedeceğimizi ve bize düşman ve asi muamelesi yapmakta serbest olacağınızı biliyoruz...”[35]
O hâlde Medine Vesikası, bir “barış dini” kanıtı olmaktan çok, politik taktik/ manevradır!
I.1.3) SİYASAL İSLÂM
Bunlar böyle olunca da El Kaide’den IŞİD’e uzanan siyasal İslâm hakikâti kaçınılmaz oluyor!
Bir an düşünün John Courtney Murray’ın, “Dindeki çoğulculuk tanrı’nın isteğine aykırıdır. Bununla birlikte insanın doğasının bir sonucudur…”
Paulo Coelho’nun, “Tanrı varsa, ki ben olmadığına gerçekten inanıyorum, insan aklının sınırları olduğunu da bilir. Yoksulluğu, haksızlığı, açgözlülüğü, yapayalnızlığı, bütün bu karmaşayı o yaratmadı mı?”[36]
Max Stirner’in, “Tüm alçaklıklar Tanrı adına yapılmadı mı, tüm kanlı idam sehpaları Tanrı adına kurulmadı mı, insanlar yakılmadı mı, zındıkları öldürmek için mahkemeler ve Engizisyon onun adına kurulmadı mı, bütün aptallaştırma çalışmaları onun adına yapılmadı mı ve günümüzde bile çocukların hassas ruhları dinsel eğitimle Tanrı adına zedelenmiyor mu [kelepçelenmiyor mu?] Kutsal yeminler onun adına bozulmadı mı ve her gün misyonerler ve karabaşlar diyar diyar dolaşıp Yahudileri, Paganları, Protestanları ya da Katolikleri (vb) kendi atalarının dinine ihanet etmeye teşvik etmiyorlar mı - Tanrı adına?” saptamaları haksız olabilir mi?
Dilek Zaptçıoğlu’na göre, “Siyasal bir ideoloji olarak İslâmcılık, her ne kadar kaynağını dinden alsa da dünyevi bir ideolojidir.”[37] Tamam da, “siyasal olmayan, dünya işlerini yönetmeye talip olmayan bir İslâm”dan (hatta genel olarak -tektanrıcı- bir dinden) söz etmek mümkün müdür? Muhammed Peygamber dönemindeki İslâm mı böyledir; Abbasilerin İslâmı mı; Osmanlı İslâmı mı? Bu söylem olsa olsa, “din vicdanla, kalple ilgili bir şeydir; dünya işlerine karışamaz/karışmamalıdır” ahkamını kesen laik anlayışın, -kendinden menkul- bir kabulüdür!
Hemen hatırlatalım: “İslâm dünyasında siyasal İslâmın demokrasi örneği bulunmuyor”ken;[38] “Uygarlıklar Çatışması” tezini heyecanla benimseyen siyasal İslâm zamanla kendi içinden uygarlık düşmanı, nihilist bir ölüm kültü çıkarttı.[39]
Bunlar böyleyken ‘Ekonomi ve Barış Enstitüsü’nün ‘Küresel Terörizm Endeksi 2014’ raporu da, Arap coğrafyasındaki İslâmcı dalga sonrası, terörizmin küresel çapta daha yaygın ve öldürücü hâle geldiğini ortaya koydu.
Terör saldırıları yüzünden 2013 yılında 17 bin 958 kişinin öldüğünü, bunun 2012 yılından yüzde 61 fazla olduğunu; 2013 yılında yaklaşık 10 bin terör saldırısı yaşandığını, bunun da 2012 yılına kıyasla yüzde 44 arttığını belirten rapora göre, kan gölünün yüzde 66’sının sorumlusu “Vahhabî İslâmın aşırı yorumlarına dayanan dinci ideolojiye sahip” örgütler: “IŞİD, Kaide, Boko Haram[40] ve Taliban.” Saldırıların yol açtığı ölümlerin 14 bin 722’si (yüzde 82’si) bu örgütlerin at koşturduğu 5 ülkede: “Irak, Afganistan, Pakistan, Nijerya ve Suriye.” Terörden en çok etkilenen ülke olan Irak’ta, 2013 yılında 2492 terör saldırısında 6362 kişi öldü. 2013’te 50’den fazla can alan büyük terör saldırılarına sahne olan ülke sayısı 24’ü buldu, terörizme can kaybı veren ülke sayısı 60 civarında…[41]
IŞİD (Irak, Suriye), El Kaide (genel), Boko Haram (Nijerya), Taliban (Afganistan), El Şebab (Somali), Ansar el İslâm (Irak), El Nusra (Suriye), Abu Sayyaf (Filipinler), Cemaatı İslâmîye (Endonezya), Cemaatı al Cihat (Asya), Aden-Abyan İslâm Ordusu (Yemen), Hizbül Mücahidin (Pakistan), Takfir Wal-Hicra (Kuzey Afrika), İslâm Özgürlük Cephesi (Fas), İslâm Devleti (Özbekistan), İslâm Devleti (Tacikistan), Özgürlük İçin İslâm Cephesi (Bahreyn), Asbat al Ansar (Lübnan). Söyleyin şimdi bakalım, hangisi iyi bunların?
Efendim, İslâm bu değilmiş. Ne peki İslâm?[42]
Mehmet Altan, “Siyasal İslâm’ın maskesinin düştüğünü görüyoruz. Hırsızlıklara, cinayetlere fetva verildiği bir dönemdeyiz,”[43] dese de, siyasal İslâm, IŞİD örneğindeki üzere tam istim yürürlükte ve gündemde…
I.3) IŞİD GERÇEĞİ
Vasili Galopulos’un, “Sürekli söylenen, her negatif eleştiride cevap olarak gelen bir ütopyadır bu. ‘Gerçek İslâm’. Nerededir bu gerçek İslâm? Kim yaşar? Gören duyan var mıdır? IŞİD’in uygulamalarına bakıp, bir de en basitinden taraflı tarih kitaplarının ‘İslâm tarihi’ sayfalarını açıp insan gerekli mukayeseyi yapabilir…
Aslında ‘Gerçek İslâm bu değil’ cümlesi büyük bir tembellik göstergesi. İnancını doğru dürüst uygulamayan, kitabından bihaber, kendi hayatı içerisinde öncelik değerleri yemek, giymek, cep telefonu gibi şeyler olan insanların tembellik bahanesi… Ne demiş bir Kürt atasözü: ‘Her ağacın kurdu, kendi özünden olur’,”[44] saptamasında kendini bulan IŞİD, “Bulaşıcı korku”[45] olması yanında, ABD patentli bir mamûlattır.
Robert Fisk’in, “Bingo! ‘Temizlenmesi’ gereken bir şeytani güç daha,” notunu düştüğü IŞİD hakkında ‘Lancaster Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Bülent Diken’in, “Amerika gölgesiyle savaşıyor,” saptaması karşılıksız değildir…
IŞİD’in işlevi tam da böylesi bir hâle mündemiçken; “ABD, Ortadoğu’da IŞİD sayesinde kendine, inisiyatifi yeniden ele almasına olanak sağlayacak bir işlev yaratmaya başladı gibi… Bölgede, IŞİD’e karşı, ABD hava desteğiyle şimdilik en etkin savaş gücü olarak yükselen Kürt savaşçıları, hem stratejik ve jeopolitik avantajlar elde ediyor, hem de ABD ile aralarında yeni bağlar, bağımlılık-sadakat ilişkileri oluşmaya başlıyor. Bu gelişmeler ABD’ye Suriye, Türkiye, İran karşısında yeni olanaklar getiriyor.”[46]
Yeri geldi belirteyim: Emperyalizm için aracın kirliliği değil, işlevi önemlidir.
Vaktinde Rooswelt’in Somoza için “O bir orospu çocuğudur ama bizim orospu çocuğumuz” dediği bilinir. ABD, bugün bu denli sıkıştığı bölgede, işlevli olduğuna inandığı sürece IŞİD dahil hiçbir aracı kullanmaktan geri durmayacaktır.
Bugün, ABD’nin IŞİD’e yönelik büyük operasyonlar yaptığına inanıldığı bir süreçte, aynı örgütün Kobanê, Halep vb. pek çok noktada yerel dirençler dışında bir engelle karşılaşmaması, IŞİD’in bölgede ABD politikaları açısından hâlâ işe yaradığını gösteriyor.
IŞİD, ABD için bir hedeften çok bir gerekçedir. Çünkü, Ortadoğu gibi çok bileşenli ve kaygan bir zeminde gelişmeleri doğru okuyabilmek için, olguların dar bağlamıyla yetinmeyip büyük resme bakmak gerekiyor. Bizzat ABD ve işbirlikçileri tarafından beslenip büyütülen IŞİD, Musul müdahalesiyle beraber bölgede (Maliki’nin gidişini sağlamanın yanında) ABD’nin kimi hesaplarına meşru gerekçe oluşturma işlevi de görmeye başladı.
Hatırlayın, bir zamanlar Patrick Cockburn’u, “Suriye’deki iç savaş Irak’taki mezhep savaşını yeniden ateşliyor. Suriye’nin doğusu ve Irak’ın batısının büyük bölümü savaş alanına döndü. İyi silahlı ve iyi organize Kaide bağlantılı hareketler, Akdeniz’den Dicle Nehri’nin kıyılarına dek intihar bombacılarıyla saldırılar düzenliyor. Belki de kendilerine aşırı güveniyor ve Kaide ile onun fanatik Sünnîciliğinden korkmak için sebebi olan herkesin ters tepkisine uğrama riskine giriyorlar. IŞİD gibi grupların her geçen gün daha güçlendiğine şüphe yok,”[47] derken; aniden ortaya çıkan bir örgüt, Irak ordusunu silah bırakmaya zorluyor ve şehirleri teker teker ele geçiriyor. Israrla petrol bölgelerine, doğalgaz bölgelerine, boru hattı güzergâhlarına yöneliyor ve ulaşabildiği her bölgeyi denetim altına alıyor.
Akıllıca planlanmış bir strateji ile yeni bir devlet olmaya doğru gidiyor, sınırlar, haritalar belirliyor. Irak’ın demografik yapısına, etnik ve mezhep kimliğine göre bir siyasi güç oluşturuyor.
İzlediği strateji İran’ın Suriye üzerinden Lübnan’a ulaşan stratejik dayanışma hattını tam ortadan, Irak topraklarından koparacak şekilde. Bu amaca yönelik çok kritik bölgeleri ele geçiriyor.
Suudi Arabistan, Ürdün ve Körfez ülkelerinin İran korkusunu, İran tehdidini ortadan kaldırmaya yönelik bir yöntem izliyor. İran’ın da, Bağdat’taki İran destekli hükümetin de karizmasını yerle bir edebiliyor. 1991’den beri bölgedeki her müdahaleden kazançlı çıkan İran, 20 yıldan fazla bir süredir ilk kez kayıpla, başarısızlıkla yüzleşiyor.
Mezhep savaşı korkusuyla baktığımız olay, hep söylediğim gibi, aslında bir Arap-Fars savaşıdır. Arap-İsrail savaşlarından sonra otuz yıldır devam eden ve bütün bölgeyi parçalara ayıran bir Arap-Fars savaşı izliyoruz. Ama nedense bu savaşa ilişkin tek cümle kurmuyoruz. Etnik çatışmalar, mezhep çatışmaları ve işgaller, coğrafyanın her köşesinde kendini hissettiren bu büyük savaşı görmemizi engelliyor. Bu yüzden krizi bambaşka argümanlarla, gerekçelerle, formatlarla tartışıyoruz…
IŞİD olayı son derece dikkatlice hazırlanmış bir stratejidir. Örgüt aklı değil, devlet aklıdır. Belki de Irak işgalinden daha fazla bölgenin güç haritasını, siyasi haritasını değiştirme potansiyeline sahiptir. Çünkü yıllardır devam eden Arap-Fars savaşında yepyeni bir aşama başlamıştır. Yeni bir savaştır bu… İran’ı Irak topraklarında dizginleme, Arap dünyasının doğu sınırını yeniden Irak topraklarında çizme savaşıdır.[48]
I.3.1) DEVLETLEŞEN “ÖLÜM KÜLTÜ”: IŞİD
İyi de işlevi bu olan IŞİD, “Nedir” ve “Ne yapıyor” sorularına verilebilecek yanıt(lar) “kaba”ca şöyle:
IŞİD,[49] ABD’nin imparatorluk politikası fiyaskosundan doğan iki vektörün bileşkesi olarak şekillendi. Birincisi, ABD’nin Irak’ta direnişi bastıramayınca (ya ABD’nin kışkırtmasıyla ya da Saddam devrilince serbest kalan dini etnik düşmanlıkları yönetme başarısızlığı sonucunda -artık hangisini beğenirseniz-) patlak veren Şiî-Sünnî çatışması. İkincisi de ABD hegemonyasının gerilemesi, Irak ve Afganistan’daki başarısızlıkların etkisiyle hızlanırken, Irak parçalanmaya başlarken patlak veren Arap isyanlarının etkisiyle, Kuzey Afrika’da, Ortadoğu’da oluşmaya başlayan (Libya, Suriye) iktidar boşlukları, devletsiz alanlar.
Bunlara, ekonomik krizin basıncıyla sayısı hızla artan genç işsiz nüfusu, bir katalizör olarak ekledik mi denklem bir eksiğiyle tamamlanıyor. Eksik kalan da ikinci fiyasko. Bu ikinci fiyasko da AKP Türkiyesi’nin liderliğinin (siyasal İslâmın) elindeki devlet kapasitelerini, bölgenin tarihini yanlış okumasına yol açan dünya görüşünün ürünü dış politika doğrultusunda kullanmaya koyulmasıdır. Bu dış politika Suriye iç savaşında, Mısır’da taraf olmuş, siyasal İslâmın en radikal kanatlarına kucak açmış, sonunda ülkesinin bölgedeki ve Batı’daki geleneksel dost ve müttefiklerinin güvenini kaybetmesine yol açmıştır.
Bu iki fiyaskodan çıkan bir felaket de bölgedeki Şiî-Sünnî tüm devletlere, Müslüman liderliklere düşman, şiddet tutkunu, etnik-mezhep temizliği, soykırım eğilimli bu vahşeti sosyal medyada sergilemekten kaçınmayan IŞİD’dir.
IŞİD’in eylemlerinden kaynaklanan felaketin etkileri Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yla sınırlı değildir. IŞİD, Batı’dan gelerek katılan militanlarının sosyal medyada sergiledikleri tehditler, geri döndüklerinde yaratabilecekleri riskler, Batı’da “güvenlikçi” devlet politikalarının, ırkçı faşist eğilimlerin, siyasi partilerin gelişmesine büyük katkıda bulunmaktadır.[50]
Bu çerçevede IŞİD, katliam, soykırım, toplu tecavüz, kölecilik, talan gibi ortaçağ uygarlıklarının vahşetini aratmayan taktiklere, bunları gururla, bir vahşet pornografisiyle sergileyen propaganda yöntemlerine dayanarak Irak ve Suriye topraklarında bir “devlet” kurdu, halifelik ilan etti. Bu kadar hızlı bir yükseliş, bu kadar büyük vahşet gösterisi, bu kadar cüretli bir iddia (halifelik) ister istemez akla Churchill’in ünlü sözünü getiriyor: Adeta, “Bir enigmanın (anlaşılamaz şey-y.n) içindeki gizeme sarılı bilmece”...
IŞİD’i açıklama çabalarında öne çıkan savları kısaca toparlarsak ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Uzun dönemli, tarihsel bir sorun olan Sünnî-Şiî çatışması, Osmanlı İmparatorluğu çökerken emperyalist güçlerin çizdiği yapay sınırların ülkeleri... Sonra, ABD dış politikalarına karşı Ortadoğu’da 1950’lerden bu yana mayalanmakta olan tepkilerin giderek dinci Vahabi - Selefî kanallara akıtılması, SSCB’ye karşı bu geleneğin silahlandırılarak eğitilmesi... Daha yakın bir zamana gelirsek, Irak’ın işgaline karşı direnişi bastıramayan güçlerin Sünnî-Şiî çelişkisi “canavarını” uyandırarak tetikledikleri iç savaş... Devletlerin gizli örgütlerinin provokasyon, yönlendirme girişimleri, komplo projeleri...
IŞİD’i doğuran denklem, bir sorunun cevabı dışında, genel olarak tamamlanıyor: Neden dünyanın her bölgesinden genç insanlar IŞİD’e katılarak kendilerini adeta bir kıyma makinesinin içine atıyorlar, hem de şiddet pornografisine dayalı propagandaya karşın?
Burada, demografik ve kültürel, kalıcı, hatta yapısal dinamikler söz konusu. IŞİD’e “bir enigmanın içindeki gizeme sarılı bilmece” özelliğini kazandıran da bunlar. Suriye, Lübnan, Irak, İran’da toplam yaklaşık 30 milyon genç (15-24 yaş arası) yaşıyor. Tüm Ortadoğu’da bu nüfus 100 milyona ulaşıyor. Bu nüfusun 1/5’i iş
bulmak, evlenmek, yaşam kurmak kaygısı içinde. Geri kalanın yüzde 30’u; 14-15 yaş arasındakiler, sıralarını bekliyorlar.
Avrupa’da gençler arasında işsizlik oranları, ortalamanın üzerinde seyrediyor. Azınlıklar ve Müslüman azınlıklardan gençler arasında bu oranlar yüzde 40’lara ulaşıyor. Ne Ortadoğu’da ne Avrupa’da devletlerin bu genç nüfusun beklentilerini karşılayacak, enerjileri, kaynakları, umut veren projeleri var.
Bu genç nüfus aslında, işçi sınıfına katılamayan, düzen dışı bir “artık-nüfus” oluşturuyor. Bu genç nüfus, Ortadoğu’da ama özellikle Avrupa’da büyük bir kültürel karmaşa içinde yaşamaya çalışıyor. Bir taraftan, metaları, mutluluk vaadini, cinselliği öne çıkararak satmaya çalışan bir haz kültürünün, sürekli arzuları “gıdıklayan” basıncı altındalar. Diğer taraftan bu basıncın yarattığı arzu nesnelerine ulaşmalarına olanak verecek kaynaklardan yoksunlar. “Kapitalist gerçekçilik” bu gençlere, bu kültürel karmaşa içinde yaşamlarına anlam ve yön verecek insani ilkeler de sunamıyor. Dahası, Avrupa’da Müslüman azınlığın gençleri, kimliklerini oluşturma sürecinde karşılaştıkları beyaz, Hıristiyan özdeşleşme nesnelerini, cinsel estetik pratikleri, içselleştirmekte çok büyük ölçüde zorlanıyorlar.
Bu haz ve mutluluk kültürü, oluşmakta zorlanan kimlikler karşısında, hazları bastıran, mutluluğu bu dünyanın ötesinde (Cennet) bulmayı vaat eden, bu berbat yaşamı bunun için feda etmeyi (Şehadet) öneren, iktidarsızlığa karşı “aşkınlık” (Cihat ve “özgürleştirici” şiddet), kimliksizliğe karşı evrensel kimlik (Ümmet) seçeneği sunan bir “ölüm kültürü” var.[51]
Örneğin ele geçirdiği yerlerde kurduğu düzenle adını duyuran IŞİD, özellikle de kadınlara karşı tutumları bunu fazlasıyla ortaya koyuyor. Aşırı ve kökten dinci örgütlerin kadınlara karşı her zamanki sert ve aşağılayıcı tutumları IŞİD’te de vücut buluyor. IŞİD bunun ilk ipuçlarını Rojava’da Kürtlerle girdiği savaşta verdi. IŞİD’li imamların, Kürt kadınları savaş ganimeti sayarak, militanlara helal kılan fetvaları bir çok kesimin tepkisini çekti. Ancak tepkilere rağmen militanlar ele geçirdikleri yerlerde kadınlara tecavüz etmekten geri kalmadılar. Kadınları savaş ganimeti sayan anlayışın sonucunda birçok kadın militanların tecavüzüne uğradı. Şiddet gördü. Ölümle burun buruna geldi…
IŞİD’den kaçarak mülteci kampına yerleşen bir kişinin sözleri durumu özetliyordu, “Biz IŞİD’den değil korkusundan kaçtık”. Kaçacak yeri olmayanlar ve özellikle kadınlar bu korkuyu iliklerine kadar hissediyor. Çünkü örgütün kadınlara karşı tutumu bununla da bitmiyor. Kentten gelen haberlere göre IŞİD militanları, kapı kapı dolaşıp her evde kaç evli, kaç bekâr kadın olduğunu soruyor. Bekâr militanlar kendilerine eş arıyor. Bulunan bekâr kızlarla zorla evleniyorlar. Yani tecavüze kendilerince bir kılıf uyduruyorlar.
Daha önce IŞİD müftüsü, Şiî hükümete bağlı güvenlik güçlerinin kadınlarının militanlar için “helal” olduğuna dair bir fetva da yayımlamıştı. Örgütün denetimini ele geçirdiği bölgelerde, kadınlar bu fetva yüzünden çok sayıda saldırıya uğradı. Hatta bu fetvayı onaylamayan birçok Sünnî imamın kurşuna dizilerek idam edildiği de söyleniyor.[52]
Evet “IŞİD” deyince: “Ölüm kültürü”ne yaslanmış İslâmcı bir devletleşmeden bahsediyoruz; onun farkı, bu hedefe odaklanması.
IŞİD, hakkındaki tüm raporlarda vurgulandığı gibi, “dünyanın en zengin ve en iyi silahlanmış terör örgütü” ile karşı karşıyayız.
IŞİD, kontrol ettiği yerlerde, elektrik, su, kanalizasyon ve hatta posta gibi hizmetlerin sürmesi için ciddi boyutta insan ve finans kaynağı ayırıyor. Bir yandan da, Şeriat’ı tamamen kendilerine göre yorumladıkları ve çok sert, kanlı cezalar uyguladıkları mahkeme sistemleri kuruyorlar. Polis teşkilâtı kurup, onlara da “Şeriat eğitimi” veriyorlar.
IŞİD, hastaneler, yargı organları ve belediye hizmetleri veren kurumlardaki yerel görevlilerin çalışmaya devam etmesini sağlıyor. Hatta, üst düzey yöneticiler de, görevlerini çoğu yerde koruyor.
Bazı yerlerde, yeni yollar yapılması ve hastaneler, ulaşım ağları (otobüs gibi), erkek çocukları için özel okullar kurulması, hatta küçük işletmeleri desteklemek için hibe programlarının uygulanmaya konması gibi faaliyetleri var.
Suriye’de de, IŞİD militanları, açlık sınırında yaşayan bölgelere, düzenli ekmek dağıtımı yapıyor. “Acaba, Türkiye’den hangi yardım kuruluşları bilerek veya bilmeyerek bu ekmek ağına ve ötesine ortak oluyor” diye sormak bile istemiyorum.
IŞİD’in lideri, kendisini “İslâmî Devlet’in halifesi” olarak takdim eden Ebu Bekir, “bilim adamları, akademisyenler, imamlar, yargıçlar, doktorlar, mühendisler, askerî ve bürokratik tecrübesi olanlara” çağrıda bulunarak, “devletlerine” destek istedi.
Aylardır IŞİD’in kontrolünde bulunan Rakka’da da, halkın “Esad döneminden daha az vergi ödemekten memnun olduğu”, rüşvetin ortadan kalktığı yolunda ‘The New York Times’ mahreçli haberler var.
Siyaset bilimci Charles Tilly’nin, ‘War Making and State Making as Organized Crime/ Organize Suç olarak Savaş ve Devlet Yapma’ başlıklı makalesi başta, çeşitli çalışmalarında öne sürdüğü gibi, “Devletler, savaş yapar; savaşlar da devleti yapar”.
Tilly, kaynakların yönetimi ve Avrupa’da devletlerin oluşumuna dair tezleri, bugünün Irak-Suriye eksenine yönelik de düşündürücü yönlere sahipken;[53] acımasız uygulamalarıyla dünyaya korku salıp, Suriye’de ve Irak’ta günlük hayatın her alanını belirleyerek devletleşme yolunda ilerledi. Kafa kesme, çarmıha germe ve kitlesel infazlarla korku salan IŞİD, diğer yandan halka elektrik ve su sağlıyor, maaş ödüyor, trafiği kontrol ediyor, fırınlardan bankalara, okullardan, mahkeme ve camilere kadar her şeyi düzenliyor.
‘Reuters’in yerel kaynaklara dayandırdığı haberine göre, Ebubekir el Bağdadi[54] liderliğindeki IŞİD, Suriye’nin doğusunda ilk ele geçirdiği için “Devrimin Gelini” diye andığı Rakka kentinde tüm kamu hizmetlerini yönlendiriyor. Kentten gelen bilgiler, örgütün bir yıldan kısa sürede nasıl bir devlet yapılanması inşa ettiğini gösteriyor. IŞİD karşıtlarına yaşama şansı vermezken liderine bağlılık bildirenler affediliyor, siyasetle ilgilenmeyenler de örgüte ayak uyduruyorlar. Alkolün yasak olduğu, dükkânların öğleden sonra kapandığı Rakka’nın dünyayla tek bağlantısı IŞİD’in medya merkezi.
Eskiden yönetim için çalışan bir militan şimdi fırınlara un dağıtımından sorumlu. Elektrik ve su sağlayan Rakka Barajı’nda hayat devam ediyor. El Bağdadi’nin telekom hizmetleri için atadığı kişi doktoralı bir Tunuslu. Askeri faaliyetlerle, sivil yönetimi ayıran El Bağdadi’nin atadığı, bakan düzeyin yetkilere sahip “valiler” devlet kurumlarını yönetiyor.
Militanlar ve memurlar Müslüman Maliye Evi denilen kurum ile yoksulluğu azaltmayı amaçlayan bir bankadan maaş alıyorlar. Ayda 400-600 dolar alan militanlara, bölgeden kaçan azınlıkların evleri veriliyor. Yoksul ailelere para yardımı yapılıyor. Örneğin dul bir kadın, çocuk başına 100 dolar alabiliyor. Fiyatlar düşük tutulurken spekülasyon yapan tüccarlar cezalandırılıyor. Zengin tüccar aileler zekat vermeye zorlanıyor.
Sistemin merkezinde ise “Halife” El Bağdadi var. Bütün kararlarda son sözü o söylüyor, kafa kesme ve cezalandırmalar dahil. Militanlar, El Bağdadi’yi “savaş alanında kararlı ve tecrübeli bir komutan” diye niteliyor. Başlıca operasyonları yönettiği aktarılırken, bir militan temmuzda bir askeri üsse yönelik operasyonu komuta etmesine atfen “Kardeşlerini yalnız bırakmaz. Üssün alınması sırasında hafif yaralanmıştı ama şimdi iyi. Bir yerde durmaz, sürekli hareket hâlindedir” diye konuştu.
IŞİD taraftarları örgüte katılımları, “3 günde bir bin savaşçının ulaştığı ve onları yerleştirecek yer bulamadıklarını” söyleyerek aktarıyor. Kaynaklar, örgütün elinde füze üretmek için kurulmuş 3 silah fabrikası bulunduğunu ve yabancı bilim insanlarının özel bir yerde korumalar eşliğinde tutulduğunu aktarıyor.[55]
I.3.2) IŞİD’İN MARİFETLERİ
Stendhal’ın, “Korku insanı acımasız yapar!”[56] saptamasıyla betimlenmesi mümkün olan IŞİD’in marifetlerine ilişkin olarak “Multos timere debet, quem multi timent/ Birçok kimseyi korkutan, birçok kimseden korkar” ve “Cotidie damnatur qui semper timet/ Korkak kendini her gün mahkûm eder,” gerçeklerinin altını özenle çizmeliyiz.
Mesela İŞİD için “Kadın” deyince!
i) IŞİD “cihat bebekleri” yetiştirmelerini sağlamak üzere anneler için rehber kitap çıkardı. Kitapta cihatçı değerlerin çok erken yaşta verilmesi gerektiğinin altı çizilirken, çocukların bebeklikten itibaren ruhsal ve bedensel olarak güçlü yetiştirilmeleri isteniyor. ‘Cihatta Kız Kardeşin Rolü’ başlıklı kitapta, kadının oynayabileceği “en önemli” rolün cihatçı çocuk yetiştirmek olduğu belirtilerek, “Başlamak için 7 yaşına gelmelerini beklemeyin, çok geç olabilir” deniliyor![57]
ii) IŞİD’li teröristler Suriye’nin Rakka vilayetinde zina yaptığı gerekçesiyle bir kadını taşlayarak öldürdü… ‘Suriye İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün açıklamasına göre IŞİD’in recm cezası uyguluyor![58]
iii) Birleşmiş Milletler (BM), IŞİD’in Musul ve çevresindeki kadınların sünnet olmasını isteyen bir fetva verdiğini açıkladı![59]
Mesela İŞİD için “Azınlık/ Hıristiyan”lar deyince!
iv) IŞİD emiri olduğu belirtilen Şeyh Aziz, Êzîdîlere yönelik katliamı, “İslâm’a şirk koşmalarını” gerekçe göstererek savundu![60]
v) Uluslararası Af Örgütü, IŞİD’in azınlıklara yönelik “sistematik etnik temizliğe giriştiğini, tahayyül edilemeyecek şekilde insanlığa karşı suçlar işleyerek bölgeyi ölüm tarlalarına çevirdiğini” bildirdi. ‘Af Örgütü’ 2 Eylül 2014’de yayımladığı raporunda Irak’ın Sincar (Şengal) bölgesinde IŞİD’in toplu katliamlarına dair yeni kanıtları olduğunu açıkladı.
Görgü tanıklıklarına dayandırılan raporun başlığı, “Tarihi düzeyde etnik temizlik: İslâm Devleti’nin Kuzey Irak’ta azınlıkları sistematik bir şekilde hedef alması.” IŞİD vahşetinin en kanlı günleri arasında Êzîdî Kuniye ve Koço köylerine yönelik 3-15 Ağustos baskınları gösteriliyor. Rapora göre, bu iki gündeki saldırılarda yüzlerce kişi öldürüldü. Görgü tanıkları yetişkin erkeklerin, yaşları 12’ye kadar düşen erkek çocukların kamyonetlerle kasaba dışına götürülüp kurşun yağmuruna tutarak infaz edildiklerini anlattı.
Arap ve Sünnî olmayanları düşman kabul eden IŞİD’in hedefinde Êzîdîler, Şiî Türkmenler, Hıristiyanların olduğu vurgulanırken, Af Örgütü’nün kıdemli kriz danışmanı Donatella Rovera, “IŞİD aşağılık suçlar işliyor. Sincar’ın kırsal kesimini Arap ve Sünnî Müslüman olmayan herkesin izlerini ortadan kaldırma amacıyla kana bulanmış ölüm tarlalarına dönüştürdü,” diyor![61]
vi) ‘Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Merkezi’ (SAMER) bünyesinde Ortadoğu araştırmaları yapan Sosyolog Muhammed Cihad Ebrari, “IŞİD çizgisinin kodlarında Batı düşmanlığından çok Şiî ve Alevî düşmanlığı var,” derken;[62] Alman gazeteci ve politikacı Jürgen Todenhöfer, IŞİD örgütünün kontrolü altındaki Rakka, Deyr ez-Zor ve Musul’da geçirdiği 10 gündeki izlenimlerinde, örgütün Şiîlere büyük bir kin duyduğunu aktardı. IŞİD üyeleriyle yaptığı röportajların bir kısmını CNN başta olmak üzere dünya televizyonlarıyla da paylaşan Todenhöfer, Şiîlerin Sünnîliğe geçme ya da ölüm tercihleriyle baş başa bırakıldığını belirtti. Röportajlardan birinde, Todenhöfer’e konuşan bir militanın, “Şiîler Sünnîliğe dönmek istemezse, hepsini öldüreceğiz. Sayılarının 150, 200 ya da 500 milyon olması hiç fark etmez” ifadeleri dikkat çekti![63]
vii) Irak Parlamentosu Kürdistan Yurtseverler Birliği’nden (KYB) Êzîdî Milletvekili Feyyan Dahil, parlamentoda düzenlediği basın toplantısında, “IŞİD, Musul’un Sincar ilçesinde, Êzîdîlerden 500 kişiyi öldürdü, 500 kadını da cariye olarak esir aldı. Kadınları Telafer’e yakın bölgelere götürdü” dedi.
Êzîdîlere karşı soykırım uyarısında bulunan Dahil, “Êzîdîlik dini IŞİD’in elinde yok ediliyor. IŞİD kontrol altına aldıktan sonra Sincar’dan 30 bin Êzîdî aile zorla göç etti. Göç ettikleri bölgelerdeki kötü insani koşullar nedeniyle 70 çocuk ile yaşlı ve kadınlardan oluşan 100 kişi hayatını kaybetti” diye konuştu![64]
viii) IŞİD öncülüğündeki silahlı grupların, Musul’u terkeden Hıristiyan ailelerin evlerine ve diğer eşyalarına el koyduğu belirtildi. Edinilen bilgiye göre IŞİD, Musul’u terketmeye zorladığı Hıristiyanların evlerini ganimetine aldı. IŞİD militanları, Hıristiyan vatandaşlara ait evlerin üzerine “İslâm Devleti Emlakçısı” yazdı ve Nasara’nın (Hıristiyan) baş harfi “N”yi evlere işaretledi.
Ayrıca Musul’dan kaçan Hıristiyan aileleri, son kontrol noktasında durdurularak, araç, altın ve cep telefonlarına da el kondu. IŞİD’in, ailelere, “Sizin Musul’dan çıkmanıza izin verdik, eşyalarınızın değil” dediği öğrenildi. IŞİD, 19 Temmuz 2014 tarihli dağıttığı bildiride Hıristiyanlara, Musul’u terk etmeleri için bir gün süre verdi. Hıristiyanların, Musul’da kalması için üç şarttan birini yerine getirmelerini isteyen IŞİD, şartlarını şöyle sıraladı: “Ya Müslüman olun, İslâm Halifeliği devletini kabul edin ve verginizi ödeyin ya da bizimle düşmana karşı savaşın”![65]
Mesela İŞİD için “Şiddet” deyince!
ix) Suriye’deki iç savaş, IŞİD gibi çeteci grupların pay alma savaşına dönerken, yaşanan büyük kaos en çok kadın ve çocukları etkiliyor. İslâm adına hareket ettiğini iddia eden çeteci gruplar, hâkimiyeti ele aldıkları bölgelerde koydukları yasalar ile kadınların kâbusuna dönüşmüş durumda… Kadınların yanlarında eş, baba ya da kardeşleri olmadan dışarı çıkmasını yasaklayan çeteler, gözleri dışında her tarafını kapattıkları kadınları istedikleri zaman günlük, saatlik nikah adı altında himayelerine alarak tecavüzü hak sayıyor. “Allah-u Ekber” diyerek mülk edindikleri Müslüman kadınlara tecavüz eden çeteler, kendilerinden saymadıkları kadınlara ise tecavüz ve ardından ölümü reva görüyor![66]
x) BM müfettişlerinin Cenevre’deki merkezinden yayımlanan 45 sayfalık rapora göre, IŞİD kontrolündeki Suriye’nin kuzeyi ve kuzeydoğusunda, cuma günleri şehrin merkezindeki alanlarda idam, organ kesme ve kırbaçlama gibi cezaların uygulandığına dikkat çekilen raporda, çocuklar dahil sivillerin bunları izlemeye zorlandığı bildirildi… Raporda, öldürülen insanların bedenlerinin günlerce sergilendiği ifade edilerek, kadınların IŞİD’in kıyafet yasağına uymadığı için kırbaçlandığı kaydedildi. IŞİD’in Kürtleri, Suriye’nin kuzeyinden zorla çıkardığı belirtilen raporda, gazetecilerin ve diğer medya çalışanlarının sistematik biçimde hedef seçildiği kaydedildi![67]
xi) Enbar Operasyonlar Komutanı Korgeneral Raşid Felih, örgütü IŞİD’in, Irak’ın Enbar kentinde Sünnî Bunmer aşireti mensubu 250 kişiyi kaçırdıktan sonra idam ettiğini açıkladı![68]
xii) Fransa’nın doğusundaki Lyon kenti yakınlarındaki bir fabrikada düzenlenen saldırıda, bir kişi kafası kesilerek öldürüldü. Fransız yetkililerinden gelen açıklamada başı kesilerek öldürülen kişinin, eylemi gerçekleştirenin işvereni olduğu öğrenildi. Saldırganın kesik başı fabrikanın duvarında bulunan çitin üzerine IŞİD bayrağıyla birlikte astığı bildirildi![69]
xiii) Kuveyt’in doğusundaki Sadık el Sawaber camisine yapılan ve en az 25 kişinin öldüğü ve 200’den fazla kişinin ise yaralandığı saldırıyı IŞİD üstlendi![70]
xiv) IŞİD militanlarının, 25 Haziran 2015 sabaha karşı Kobanê’ye üç ayrı noktadan başlattığı saldırılarda en az 100 kişinin öldüğü iddia edildi. Saldırılarda çok sayıda kişi de yaralandı. Şanlıurfa Suruç’taki Mürşitpınar sınır kapısı ile Kobanê kanton binasının bulunduğu bölgede iki ayrı bombalı araç patlatan IŞİD militanlarının, güney tarafındaki Berxbatan köyünde çoğu kadın ve çocuk 28 kişinin kafasını keserek öldürdü![71]
Mesela İŞİD için “Gasp/ Köleleştirme” deyince!
xv) IŞİD’in işgal ettiği Kürt köylerini Araplara sattığı ortaya çıktı. Kobanê sakinleri, IŞİD’in böylece Kürtler ile Araplar arasında çatışma çıkarmayı planladığını söylüyor![72]
xvi) ‘BuzzFeed’in Mike Giglio imzasıyla Antakya mahreçli ve IŞİD’le bağlantılı üç kaynağa dayandırılarak verilen habere göre IŞİD, 2014 ağustos ayında başını keserek infaz ettiği ABD’li gazeteci James Foley’in cesedini 1 milyon dolara satmak istiyor![73]
xvii) Musul’u kontrol alına aldığı ilk saatlerde valilik binasının 3’cü ve 4’cü katlarını ateşe veren IŞİD elinde tuttuğu bilgisayar kayıtları üzerinden kentte yeniden nüfus yapılandırmasına gidiyor. Neredeyse tüm Şiî Araplar, Türkmenler, Hıristiyanlar ve Kürtler kenti terk etmiş durumda![74]
xviii) IŞİD, Rakka’da Ramazan münasebetiyle Kur’an-ı Kerim hatim yarışması düzenliyor. Çete, dereceye girenlere kaçırdığı kadınları “hediye” olarak vereceğini duyurdu![75]
Mesela İŞİD için “Yıkım” deyince!
xix) IŞİD, Suriye’de yaptığı gibi Irak’ta da Şiî camilerini yıkıyor. Örgütün Musul ve Telafer’de buldozerle yıktıkları arasında Sünnî ve Sufi türbeleri de var![76]
xx) IŞİD 3 bin yıllık tarihi kenti yıkıyor… Musul’daki tarihi heykelleri matkapla kırıp parçalayan IŞİD, kentin simgelerinden 3 bin yıllık Süryanî antik kenti Nimrud’u da dozerlerle yıkmaya başladı![77]
Mesela İŞİD için “İmkân(lar)” deyince!
xxi) Irak-Şam İslâm Devleti, saflarına katılanlara ayda 400 dolar ödüyor. Evlenen militana bir seferde bin 200 dolar veriyor… ‘Haa’retz’in haberine göre yaklaşık 20 bin savaşçısı olan örgütün sadece yıllık maaş ödemeleri 100 milyon doları buluyor. Esad rejiminde ise aylık ortalama 150 doların altında kazanan gençler için örgütün sunduğu bu koşullar cazip görülüyor![78]
xxii) IŞİD, Saddam döneminden kalma kimyasal silahların bulunduğu Muthanna tesisini ele geçirdi. Silahlar arasında sarin gazı doldurulmuş 2 binden fazla füze de var![79]
xxiii) ‘Al Monitor’dan Ali Hashem’e göre, Suriye’nin kuzey kenti Rakka Cihatçıların metropolü hâline geldi. Binlerce IŞİD militanı, aileleri, göçmenler ve yerel halk, ancak kendini halife ilan eden Ebubekir Bağdadi’nin tasvirindeki özel koşullar altında yaşıyor![80]
xxiv) Malezya İstihbarat yetkilileri üç Malezyalı kadının militanlara “moral sağlamak” için IŞİD katıldıklarını açıkladı. ‘The Malaysian Insider’ sitesinin haberine göre IŞİD’e sempati duyan bazı Müslüman kadınlar seks cihadı için genellikle Türkiye üzerinden Suriye’ye ve Irak’a gidiyorlar. Malezyalı kadınların yanı sıra Avustralyalı ve İngiliz Sunnî Müslüman kadınların da aynı amaçla IŞİD’e katıldığı bildiriliyor. Bir yetkili, “Irak’ın Musul kenti IŞİD tarafından ele geçirildikten sonra evli olmayan kadınların cihat seksi için gönderilmesi emri verildi,” diyor![81]
xxv) İspanya’nın Katalunya Özerk Bölgesi’nde yaşayan gençlerin IŞİD’e katılmasını tartışılıyor. Barselona’da yaşayan ve iş aramak için Avrupa’ya gittiğini söyledikten sonra kız arkadaşına cep telefonundan mesaj atarak, “Allah için savaşmaya Suriye’ye gittiğini” söyleyen Fas asıllı gencin anlattıkları dikkat çekiyor. Sık sık kız arkadaşına mesaj gönderen 23 yaşındaki Faslı gencin mesajlarındaki, “İyi ödüyorlar. Her şey bedava. Marka giyiyoruz” gibi ifadeler dikkat çekiyor![82]
xxvi) ABD Hazine Bakanlığı Terörizm ve Mali İstihbarat Müsteşarı David Cohen, IŞİD’in tahminlere göre petrolden günde 1 milyon dolar civarında gelir elde ettiğini vurgusuyla, “IŞİD 2014’de fidyelerden en az 20 milyon dolar aldı,” dedi![83]
Nihayet İŞİD’i “Çağrı”sı deyince!
xxvii) IŞİD, Amerikan ve Fransız ordusunun Irak’ta başlattığı hava operasyonuna cevaben tüm militanlarına, başta ABD ve Fransa olmak üzere uluslararası koalisyona katılan ülkelere karşılık vermeleri çağrısında bulunup, “Kafirleri yakalayın, taşla kafasını ezin, bıçakla öldürün, arabanızla ezin, boşluğa atın, boğun ya da zehirleyin,” dedi![84]
xxviii) IŞİD örgütünün 8 Haziran 2014’den beri işgal altında tuttuğu Musul’da, İslâm dinine geçmeleri ya da “koruma vergisi” ödeme şartı koyduğu Hıristiyanları bunları kabul etmemesi durumunda öldürmekle tehdit etti. IŞİD’in cuma günü hoparlörlerden okunan açıklamasında, “3 seçenek sunuyoruz; İslâm, cizye ödemesini kapsayan sözleşme, reddetmeleri durumunda da kılıç” denildi![85]
I.3.3) IŞİD NEYİN ÜRÜNÜ(DÜR!)?
Fikret Başkaya’nın, Ortadoğu’da “kurucu kaos” stratejisinin gereği olan planın işlediği vurgusuyla, tanımladığı IŞİD hakkında, “Bunlar, başta ABD olmak üzere ‘kolektif emperyalizm’ tarafından peydahlanan, beslenip-büyütülen, eğitilen, finanse edilen ve tabii ihtiyaca göre de kullanılan yapılar,” der.
Dünyanın neresinde olursa olsun, bu tür örgütlerin varlık nedeni ve misyonunu ilerici, seküler, demokratik, eşitlikçi, anti-kapitalist ve anti-emperyalist hareketleri etkisizleştirmek olduğunu dile getiren Başkaya, ‘Politik İslâm’ denilen hareketlerin her daim, kolonyalist-emperyalist çıkarların hizmetinde olduklarını belirtir.[86]
Hatırlansın: Amerikalıların Irak’tan çekildiğinin ertesi günü Irak Başbakanı Nuri El Maliki’nin ilk icraatı, ülkedeki en üst düzey Sünnî siyasetçi Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El Haşimi’yi tutuklamak olmuştu. Tarih, Aralık 2011’i gösteriyordu. O dönem Süleymaniye’ye giderek Kuzey Irak’a kaçan Haşimi’yle ilk röportajıda, Maliki’nin “diktatörleştiğinden”, mezhepsel politikalarda Irak’ı iç savaşa sürüklediğinden söz etmişti.
2.5 yıl sonra IŞİD Suriye’den Irak’a bir yay gibi yayılırken, Maliki’nin mezhepsel temizliği nedeniyle insanların demokrasiye inancının kalmadığını belirten Haşimi, “Ülkede IŞİD dışında bir Sünnî isyanı var. Maliki’nin baskıları yüzünden IŞİD’e katılan kızgın gençler var,” dedi.[87]
“Amerikan işgalinin başladığı günden bu yana güç merkezinden tasfiye edilmiş en önemli unsur olarak Sünnî Araplar, Maliki’nin mezhepçi politikaları dolayısıyla iyice bunaltılmıştı.”[88]
Musul Valisi Nuceyfi, “Irak’ın 2003’te işgalinden bugüne, merkezi hükümet Sünnîleri siyasette soyutladı. Sünnîlere çok kötü davrandı. Böyle olduğu için IŞİD gibi bir grup gelip Irak’ın ikinci büyük kenti olan Musul’u kolaylıkla kontrol etti. Bu işgal, geçen 10 yılda askerin Musul halkına kötü davranmasından kaynaklanan bir tepkidir,”[89] derken ekler Cengiz Çandar da: “Irak’ta yaşananlar büyük ölçüde, Maliki’nin ‘mezhebi-ayırımcı’ iktidarı ve yönetim tarzına karşı birikmiş bir ‘Sünnî tepkisi’nin infilakıdır.”
Özetle 2003’te ABD işgaliyle gelen mezhep çatışması, kapının önüne konan Baasçılar ve eski askerler, iktidara gelen Şiîlerle hesaplaşmak isteyen Sünnî aşiretler, İran etkisini kırmak için para döken Körfez ülkeleri bölgeye şiddet düşkünü bir örgüt armağan etti.
Bu çerçevede emperyalizmin Ortadoğu’ya yönelik politikaları, dünya çapında yürüttüğü politikalarla aynı nitelikteyken; her tarafı “sürekli savaşın” coğrafyası hâline getirmeye çalışmaktadır. Ki bu da, Ortadoğu halklarının neredeyse tümünün derin bir nefret beslediği ABD emperyalist iktidarı ve savaş aygıtı “terk ettiği” coğrafyaya adeta davul zurna eşliğinde karşılanarak bir “kurtarıcı” rolüyle “IŞİD tehdidi” sayesinde geri dönmesine yol açmaktadır. Özetle ABD Ortadoğu’yu “IŞİD tehdidi” sayesinde terbiye etmektedir.[90]
Hatırlatmadan geçmeyelim: Tesadüf müdür bilinmez, Amerikan emperyalizminin müdahale etmek, işgal etmek istediği hemen her yerde, hemen her bölgede bir El Kaide tehdidi ortaya çıkmıştır. Örneğin bunu Sudan’da,Yemen’de, Körfez’de gördük. El Kaide ortaya çıktıktan bu yana bu örgüt ABD’nin askeri müdahalesi için her zaman bir gerekçe olmuştur.
IŞİD meselesinde de benzer bir gelişme görüyoruz. Irak’ın işgal edildiği dönemde Ebu Bekir El Bağdadi Samarra’da bir camide din görevlisi olarak çalışıyordu. Amerikan Savunma Bakanlığının açıklamasına göre Bağdadi, 2004 yılı boyunca ABD tarafından Bucca kampında özel olarak kontrol altında tutulan sivillerden birisiydi. Aralık 2004’te koşulsuz olarak serbest bırakılır. Ama Bucca hapishanesinin o zamanki komutanına göre El Bagdadi ancak 2009 yılında hapishaneden çıkar.
Ebu Bekir El Bağdadi, Bucca kampındayken kendi El Kaide grubunu kurar. 2006 yılında 4500 mahkûmla birlikte El Kaide militanları da Maliki yönetiminin kontrolü altındaki Ebu Garib hapishanesine nakledilirler.
ABD Irak’tan çekilme kararı alır. Irak El Kaide lideri Abu Musab Zarkavi Temmuz 2006’da öldürülür. Bir süre sonra Ebu Bekir El Bağdadi Irak El Kaide’sinin yeni lideri olur. Kısa bir zaman sonra yaklaşık bin kadar El Kaide savaşçısı da 2013 yazında hapishanelerden serbest bırakılır ve Irak El Kaidesine katılır.
CIA’nin eksi şefi Graham Fuller de, IŞİD’in esas yaratıcılarından birinin ABD olduğunu söylüyor.
“ABD’nin bu örgütün ana yaratıcılarından biri olduğunu düşünüyorum. IŞİD’i yaratmak gibi bir emeli yoktu ama Ortadoğu’daki yıkıcı müdahaleleri ve Irak Savaşı IŞİD’in oluşmasındaki temel nedenler oldu. Zaten hatırlarsanız, bu örgütün çıkış noktası ABD’nin Irak işgalini protesto etmekti. O günlerde İslâmcı olmayan bir çok Sünnî tarafından da desteklenmişti çünkü Irak Savaşı karşıtlığının ortak cephesiydi. Sonra bir canavara dönüştü.”[91]
IŞİD’İ İŞİD yapan tabii ki, doğrudan veya dolaylı olarak başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerin desteği, teşviki, yönlendirmesi veya göz yumması değildir; bunda Irak’ta Amerikan işgaline karşı mücadele eden Baas kadrolarının katkısı da küçümsenemez…
IŞİD’in amacı Irak’ta Sünnî bir devlet kurmak olabilir. Ama yönlendiricilerinin, destekleyenlerin amacı farklıdır. Bugün bildiğimiz IŞİD militanları Ürdün’de CIA tarafından eğitilirler, Esad rejimine karşı savaşmaları için Suriye’ye gönderilirler.
IŞİD’in öne sürülmesinde temel iki neden var: Bunlardan birisi Irak’ta Maliki iktidarını devirmek ve aynı zamanda Irak’ın üçe bölünmesinin temelini atmak. İkinci neden ise Suriye’de Esad rejimini devrime mücadelesinde sonuç almak. Bu nedenlerden dolayı IŞİD özellikle ABD, S. Arabistan ve Türkiye tarafından desteklenmiş ve silahlandırılmıştır.
Evet IŞİD bir proje, Suudilerin sponsorluğunda ABD’nin icazetiyle Irak’a saldırdı. Amaç, Suriye’deki hesabı Irak’ta görmek. IŞİD üzerinden bölgeye yeni bir nizam verilecektir… Bu konuda ‘Tahran Nursaçan Stratejik Araştırmalar Merkezi’ başkanı Dr. Muhammet Mensuri, IŞİD’in “imal edilmiş proje” olduğunu vurguluyor.[92]
Bu kapsamda İŞİD, Irak’taki başarılarından sonra Amerikan çıkarlarına yönelince ve Suriye’de istenilen amaca ulaşılamayınca Taliban ve El Kaide’nin kaderini paylaşma sürecine girmiştir; Irak’ta görevi biten ve Suriye’de istenilen sonucu alamayan ve kendi başına hareket etmeye başlayan IŞİD bombalanmaya, o zamana kadar “bilenmeyen” vahşeti sergilenmeye başlanmıştır.
IŞİD olmazsa, başka bir ad altında “yeni” bir örgüt öne sürülerek Ortadoğu’nun balkanlaştırılması, devletçiklere bölünmesi ve bunlar üzerinde emperyalist hegemonyanın gerçekleştirilmesi devam eder. Irak’ın fiilen üçe bölünmüşlük durumu ve Suriye’nin de Rojava hariç mezheplere göre ayrışmışlığı bunu göstermektedir.
Başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçler, özellikle de İngiltere, Fransa ve Almanya, Ortadoğu’yu balkanlaştırma sürecini bölgede istikrarsızlığı sürekli kılarak gerçekleştirmek istiyorlar. Böylece, sürekli istikrarsızlıkla bölgede askeri varlıklarına bir neden bulmuş oluyorlar. Bu istikrarsızlık sürecinde devletsel yapılar yıkılacak, güçlü direniş odaklarının oluşumu engellenecek ve süreklilik kazandırılan göçler ve “yardım”larla bağımlılık ilişkileri sürekli kılınacaktır.[93]
Örneğin 16 Haziran 2014 tarihli ‘The New York Times’da, IŞİD’in Musul saldırısının ve ondan sonraki askeri başarılarının tesadüfle açıklanamayacağını, arkasındaki hazırlığın ciddiyetini örgütün kendi belgelerine dayanarak gösterdiği gibi…[94]
Daha sonra ortaya çıkan ABD belgelerine göre, IŞİD bir ABD ürünü, Musul ve Ramadi’nin düşüşü planlı bir senaryonun parçasıydı… ABD askeri istihbarat örgütünün yedi sayfalık raporu görülen bir dava nedeniyle Bilgi Edinme Özgürlüğü Kanunu çerçevesinde yayınlandı. Söz konusu rapor Ağustos 2012 tarihliydi…[95]
“Gizli” olarak sınıflandırılmış ve yalnızca ABD Kamu Güvenlik Kurumu, Dışişleri Bakanlığı, Askeri İstihbarat Teşkilâtı, FBI, CIA, Savunma Bakanlığı, Dışişleri Bakanı, Merkezi Kumandanlık ve diğer birkaç kurum arasında dolaşımına izin verilmiş. Ama işte gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardı...[96]
Washington, IŞİD’den en kötü ihtimalle 2012 gibi bir tarihte bile farkındaydı. Buna rağmen IŞİD’in öncelleri Irak El Kaidesi ve Irak İslâm Devleti’ne askeri ve finansal destek sağlamaya devam etti. Bu grupların militanlarını eğitmeyi sürdürdü. ABD, IŞİD’in yükselişini jeopolitik hedeflerine yönelik stratejik bir kazanım olarak görüyordu. Şam’ın yalnızlaştırılması ve İran’ın genişleyen nüfuzuyla savaşmak için bir “taşeron”a ihtiyacı vardı. Bunun için de aranan güç cihatçılardı. Bu nedenle örgütün ortaya çıkmasına, palazlanmasına ve de harekete geçmesine göz yumdu.
Bu kadarla sınırlı değil. Dahası da var. “Irak İslâm Devleti’nin diğer örgütleri birleştirerek Irak ve Suriye’de bir İslâm Devleti ilan edebileceği” ve yine “Doğu Suriye’de ilan edilmiş ya da de facto bir Selefî Emirlik kurulma olasılığı” ABD Savunma Bakanlığı tarafından öngörülüyor! Elbette Musul ve Ramadi’nin düşeceği de. Bahsedilen kentlerin Rakka’nın, Deyr Ez Zor’un düşmesinin Irak ve Suriye hattında ne tür sonuçlara gebe olacağı da. Krizin geleceğine yönelik tahminlere de yer veren raporda, “rejim yaşamaya devam edecek” ve hâlihazırda yaşanmakta olan gelişmelerin, süreci bir yanda İran, Rusya ve Çin, diğer yanda ise Batı, Körfez ülkeleri ve Türkiye’nin yer aldığı bir “vekalet savaşına” eviriliyor.[97]
Bundan başka Batı’nın IŞİD’in ortaya çıkmasındaki payı sadece Irak işgali ya da Suriye’deki operasyonları değildir. IŞİD’in içindeki yabancı sayısının çokluğu ve bunun önemli kısmının, batı ülkelerinden gelmiş olması başka bir analizi de mutlaka zorunlu kılar. Özellikle post endüstriyel/ neo-liberal politikalar sonucu toplumsal olarak güvencesizleştirilen Batı’da, bu durumdan en fazla göçmenler etkilendi. İşsizlik ve sosyal yardımlar öncelikli olarak göçmenlerden kesildi. Buna bağlı olarak toplumsal olarak dışlanmanın ve kitlesel nefretin ilk hedefi hâline gelenler de göçmenler, özellikle de Müslümanlardı.[98]
Buraya kadar değindiklerimiz kapsamında; “IŞİD’in elindeki asıl rehine: İslâm” vurgusuyla Yasin Aktay’ın, “IŞİD’in ‘İslâm Devleti’ olarak anılmayı hak eden hiç bir yanı yok. Yaptıkları ne İslâm’la bağdaşıyor ne de devlet olma keyfiyetiyle,”[99] lafazanlığının hiçbir hükmü yoktur.
“IŞİD, Suriye ve Irak’a rağmen katliamını sürdürdüğü için birçok ağızdan IŞİD’in hakiki İslâm’ı temsil etmediği” söylencelerine, “IŞİD İslâmcı değilse Engizisyon da Katolik değildir,”[100] yanıtını verir Jerry A. Coyne…
Taha Akyol’un bile, “Taliban, El Kaide, IŞİD, yeni adıyla İD ve kanlı mezhep çatışmaları İslâm dünyasında korkunç bir taassup problemi olduğunu gösteriyor.’ ‘IŞİD meselesi, Ortadoğu’nun kültürel hastalıklarını incelemek için adeta bir laboratuvardır. Evvela IŞİD’in ‘Müslüman’ı Müslüman’a kırdırmak için küresel güçlerin oyunu’ olduğu şeklindeki komplo teorisi iflas etmiştir. Komplo teorilerinin en büyük zararı, kafayı ‘düşman’a takarak Müslümanların kendi temel sorunlarını düşünmelerini engellemesidir. Temel sorun uzlaşmaya, istikrara ve demokratik kurumların gelişmesine imkân vermeyen çatışmacı kültürdür. Yani her türlü taassup! (…) Din ve mezhep ayrımcısı düşünceler, IŞİD gibi katliamlar yapmasa bile, Ortadoğu’da uzlaşma ve hoşgörüye dayalı istikrarlı yönetimlerin kurulmasını engelliyor,” demek zorunda kaldığı koordinatlarda Ortadoğu’da taşlar yerinden oynatıldı, geriye, eski hâle dönülmesi artık mümkün olmayan bir süreç işlemektedir. Bu süreçte bugün IŞİD var, yarın başka bir adla olabilir veya hiç olmayabilir. Ama yerini başka bir örgüt alabilir. Her hâlükârda Batılı emperyalistler Rusya, Çin ve İran’a karşı bölgedeki hegemonya mücadelesinde üstün gelmek ve enerji kaynaklarını ve sevkıyatını kontrol etmek için bölgeyi yeniden yapılandırmada ısrarlı olacaklardır.[101] Bunu anlamak için IŞİD olgusunun arkasında yatan jeopolitik gerçekliği görmek gerekir.
I.3.4) IŞİD’İN ŞECERESİ
IŞİD konusunda Fidel Castro, “NATO, İŞİD’den daha radikal,” deyip (unutulup/ unutturulan) çok önemli bir gerçeğin altını çizerken; Orhan Bursalı’nın, “IŞİD’i kimler büyüttü?” diye sorduğu vakıa hakkında Noam Chomsky, “ABD Ortadoğu’ya köktendinci bir Frankenştayn saldı,”[102] yanıtını verir.
Ama sadece bu kadar da değil…
Verda Özer’in, “Herkes Irak ve Suriye’ye yönelik strateji kurgulayadursun. IŞİD (Irak Şam İslâm Devleti), yeni adıyla İD’in (İslâm Devleti) sınır tanımaz ilerleyişi, tüm planları alt-üst ediyor. Politikalar tekrar tekrar, yeniden kurgulanıyor,” diye tanımladığı realite tarihi İslâmcı kötülükle üreten bir dinamiktir.
Özlem Albayrak’ın, “IŞİD yerli olamaz” ya da Akif Emre’nin, “Neo-oryantalizme IŞİD takviyesi” maruzatlarıyla geçiştirmeye kalkıştıkları söz konusu dinamik ile Ortadoğu toplumlarında yüzlerce yıldan beri, ekonomik-politik-ahlâki-ideolojik toplumsal sorunlar doğrudan ilintilidir.
Ortadoğu toplumsal bunalımlarla sarsılan bir bölge olması durumu dikkate alınmadan IŞİD olgusu bütün boyutlarıyla anlaşılamaz…
IŞİD olgusu ABD’nin izlediği dış politika (emperyalizm) anlaşılmadan da açıklanamaz…
IŞİD sorununun anlaşılması için bir diğer önemli bir nokta da şudur: ABD’nin Ortadoğu’ya saldırmasından sonra, halklar ilkin İslâm bayrağına sarıldılar. Oysa Ortadoğu’da İslâm dini, reformasyondan geçmemiş, kendini modern çağın koşullarına uyarlayamamıştır. Bu nedenle İslâm’ın Rönesansı gibi görünen süreç, aslında Ortadoğu’da kendini yenileyemeyen, reform ve aydınlanma sürecinden geçmeyen İslâm Dini’nin bunalımıdır…
IŞİD olgusunun anlaşılması açısından diğer önemli bir sorun ise Ortadoğu’nun önemli sorunlarından biri olan Kürt meselesidir, bir başka deyişle Kürt düşmanlığıdır. Kürt düşmanlığında en belirgin ülke Türkiye’dir. Dolayısıyla El-Kaide örgütü içinden devşirilen IŞİD’in arkasındaki en büyük güç Türkiye’dir. Yeni-Osmanlı projesinin peşinde olan AKP hükümeti, hem Esad yönetimini yıkmak, hem de Suriye’deki bağımsız Kürt oluşumundan korktuğu için IŞİD’i kullanmak istemektedir…
Bu olgular dikkate alındığında IŞİD konusunda şunlar ileri sürülebilir.
IŞİD, Ortadoğu’nun uzun zamandan beri yaşadığı, toplumsal, politik sıkışıklığının gerici bir biçimde kendini açığa çıkarmasıdır.
IŞİD, gerilemekte olan ABD’nin yaşadığı egemenlik krizinin bir ürünüdür.
IŞİD, Ortadoğu’da başta ABD ve Türkiye olmak üzere bütün gerici güçlerin çığırından çıkmış en radikal en barbar taşeron örgütüdür.
IŞİD, kendini reformdan geçiremeyen İslâm’ın yaşadığı radikal bir krizin ürünüdür.
IŞİD, Ortadoğu’daki Kürt düşmanlığının yoğunlaşmış biçimidir.[103]
Bunlarla birlikte “IŞİD, ‘Sünnî Arap Devleti’ projesidir… Projenin arkasında kimler var? Elbette Sünnî Arap devletleri ve Körfez…”[104]
Tüm bunlara bir ek daha: Kendisini peygamber ilan eden lideri Ebu Bekir Bağdadi’nin, 2005-2009 yılları arasında ABD’nin elinde tutuklu olması konusundaki sorulara ilişkin olarak, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın açık ve net yanıtlar vermekten kaçındığının altını çizip, Amerikan medyasına yansıyan haberlere göre, IŞİD Lideri Ebu Bekir Bağdadi 5 yılını tutuklu olarak Bukka kampında geçirdiğini hatırlatalım.
FBI tarafından başına 10 milyon dolar ödül konan IŞİD Lideri Ebu Bekir el Bağdadi’nin “en çok arananlar”’ listesindeki yer almasına rağmen neden tutuklu kaldığı, sonrasında neden salıverildiği gibi sorular yanıtsızdır.[105]
Sosyolog Muhammed Cihad Ebrari’nin, “Çizgisinin kodlarında Batı düşmanlığından çok Şiî ve Alevî düşmanlığı var,”[106] dediği IŞİD şahsında Bağdadi’ye ilişkin dillendirilen soru(n)lar boşuna değildir!
Bu soru(n)larıyla IŞİD Ortadoğu’ya yerleştirilmiş gerçek bir saatli bomba. Ancak tahrip gücü genel olarak anlaşıldığı şekilde değil. Onun asıl tahrip gücü “Kelle Kesenlerin Yürüyüşü” olmasından değil; cinayetlerinden değil; kasabaları ve köyleri ele geçirişinden değil; uyguladığı en sertinden “adalet”te de değil. Bu, genç Müslümanlar üzerinde katlanarak artan cazibesinden de, sahip olduğu muazzam cephanelikten ve yüzlerce milyon dolarından da etkili bir güç[107] olmasında![108]
Örneğin Irak ve Suriye’ye ait askeri tesisleri ele geçiren IŞİD, omuzdan fırlatmalı roket sistemleri ve tanklara sahip olarak savaşa daha da güçlü devam ediyorken; 2 milyar dolarlık servet sahibi örgütün uçağı bile var.[109]
IŞİD’İN ELDE ETTİĞİ BİLİNEN SİLAHLARIN LİSTESİ
| |
SA-16
|
IŞİD’in Tabka’da ele geçirdiği en önemli silahlar. Omuzdan atmalı ve taşınabilir fırlatma mekanizması 16 bin feet’e (4.8 kilometre) kadar roket atabiliyor. IŞİD’in elinde FIM-92 Stinger ısı güdümlü uçaksavar ve aynı sınıftan SA-7 da bulunuyor. Helikopterler ve alçaktan uçan sivil uçakların cihatçıların kontrolündeki bölgelerde yerden vurulma riski taşıyor.
|
AIM-9 Sidewinder
|
Jetler tarafından kullanılan, ısı güdümlü, havadan havaya muharebe füze sistemi. Patlayıcı başlığa ve kızılötesi yol gösterici sisteme sahip Amerikan malı füzelerin fiyatı yaklaşık 90 bin dolar.
|
Tank
|
Uzmanlara göre IŞİD’in yaklaşık 30 tane Sovyet yapımı T-55 ve 10 adet T-72 savaş tankı var.
|
Humvee
|
Yüksek Hareket Kabiliyetli Çok Amaçlı Vasıta. Amerikan ordusunun çekilirken Irak ordusuna bıraktığı Humvee’ler, IŞİD’in Musul’daki askeri üsleri işgal etmesiyle el değiştirdi. AFP haber ajansı, haziran ayı sonunda IŞİD’in Humvee’leri Türkiye-Suriye sınırında kullandığını bildirmişti.
|
UH-60
|
Sikorsky’nin ürettiği, “Kara Şahin” olarak bilinen asker taşıma ve saldırı helikopteri. IŞİD, Musul havalimanında bu helikopterle birlikte askeri kargo uçaklarına da el koydu.
|
M-79 Osa
|
Güdümlü tanksavar füzesi. HJ-8 ve AT-4 tipi uçaksavarlar da militanlar tarafından kullanılıyor.
|
BM-21 Grad
|
Zırhlı roket fırlatıcı araç. Aynı anda birden çok roket fırlatılabiliyor.
|
Scud
|
Sıvı yakıtlı balistik füze. IŞİD’in elinde en az bir tane olduğu tahmin ediliyor.
|
Kimyasal Silahlar
|
IŞİD, Irak’ta Hüseyin Saddam döneminden kalma kimyasal silah tesislerini ele geçirse de uzmanlara göre tesislerde bulunan malzemeler tehlike teşkil etmiyor.
|
O hâlde çözülen emperyalist hegemonyanın kontrolsüz gücü ve eski Ortadoğu’nun ölüm tellalı IŞİD gerçeği, ancak örgütün içinde geliştiği konjonktür bağlamında anlaşılabilir, abartı ya da şeytanlaştırmalarla değil.
Bu konjonktürü belirleyen ise ABD emperyalizminin hâkimiyet krizi ve neo-liberal yeni-sömürgeciliğin krizidir. Ortadoğu’da emperyalist müdahaleciliğin geçirdiği evreler incelendiğinde IŞİD’in, hem bir sonuç hem de bir araç olduğu görülecektir. IŞİD krizi fırsata çevirme mantığıyla araçsallaştırılmaya çalışılan bir sonuçtur…
Bugün özel olarak Suriye ve Irak’ta, genel olarak bütün Ortadoğu’da düğümlenen çatışmada IŞİD vakası ile birlikte bir dönemin sonunun ilan edildiğidir.
Ortadoğu’da kapanan bu dönemin temel belirleyenlerini şöyle sıralamak mümkündür;
i) Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında emperyalizm tarafından çizilmiş bir Ortadoğu haritası;
ii) Emperyalizmin çizdiği bu haritadaki sınırlar içinde yok sayılmış Kürt ve Filistin ulusal sorunları;
iii) Laik ve İslâmcı yorumlarıyla siyaset sahnesine hâkim olan Arap milliyetçiliği;
iv) Arap halklarının karşılanmayan ve giderek şiddetlenen ulusal ve toplumsal kurtuluş beklentileri.
Emperyalizmin Ortadoğu’da hâkimiyet kurmasıyla açılan dönem, emperyalizmin hâkimiyet krizinin, krize çözüm umuduyla Ortadoğu’da başlattığı yeni çatışma ile derinleştiği bir dönemde kapanmaktadır.
Yeni bir Ortadoğu kurmak için eski Ortadoğu’ya dış dinamikler (emperyalizmin askeri aygıtları) I. ve II. Körfez Savaşları (1991-2003) ile müdahale etmiş, iç dinamikler (yeni proletarya) 2010-2011 Arap halk hareketleri ile sahne almış, her ikisi de eski Ortadoğu’yu ölümcül bir şekilde yaralamış ancak öldürmemiştir.
Emperyalist askeri müdahale Ortadoğu’nun emperyalist sisteme neo-liberal entegrasyonunu hedeflerken, Arap halk hareketleri ABD işbirlikçisi neo-liberal diktatörlüklere dönüşmüş olan çürümüş Arap milliyetçisi rejimlere karşı eşitlik, özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık taleplerini yükseltmiştir.
Eski Ortadoğu’nun ölümü, hem ABD emperyalizminin hâkimiyet krizinin hem de esasen sol bir eğilim barındıran Arap halk hareketlerinin sübjektif eksikliklerinin yarattığı boşlukta yükselen IŞİD vesilesiyle ilan edilmiştir. IŞİD, Ortadoğu’da her siyasi aktörün kendi gündemini dinsel/mezhepsel bir bölgesel savaş içinde/ karşısında ilerleteceği yeni bir nesnellik yaratmıştır.
IŞİD an itibariyle kurucu bir aktör değil yıkıcı bir sonuç/ araçtır. Dış ve iç dinamiklerin basıncına daha fazla direnemeyen Ortadoğu’daki kaçınılmaz dönüşümü tetiklemekte, dış ve iç dinamiklerle de somut bağlar kurabilmektedir.[110]
I.3.5) “DEMOKRATİK İSLÂM” MI?!
Tablo böyleyken; Ortadoğu’da “Demokratik İslâm” retoriği üzerinde bir şeyler kurgulamanın bir karşılığı yoktur. Örneğin 10-11 Mayıs 2014 tarihinde 300’ü aşkın delege ve birçok önemli misafirin katılımıyla Diyarbakır’da gerçekleştirilip, Kur’an-ı Kerim’in okunmasıyla başlayan Demokratik İslâm Kongresi[111] (DİK) gibi…[112]
DİK’de okunan mektubuna yönelik eleştirilere yanıt verirken; ateist diyenleri “kavram kölesi” olmakla suçlayan Abdullah Öcalan’ın, “Biz çağdaş bir Hüseyni ve Selahaddini akımın senteziyiz” dediği, Kongrenin ilham kaynağı Medine Sözleşmesi’yken;[113] söz konusu vesikanın ne ve nasıl olduğu da kimse için bir “sır” değildir…
Kendisini “İslâmîyet’in öz değerleri”yle tanımlayan DİK konusunda Hüseyin Ali, “İslâmîyet’in toplum içinde yer edinmesi ve yaygınlaşmasının toplumsal bir kültür hâline gelmesinde vicdan, adalet, ahlâk, eşit değerlerini kendinde temsil eden sahabelerin, imamların, ermişlerin, dervişlerin, sofilerin, seyitlerin, alimlerin rolü belirleyicidir. Eğer bunlar İslâmîyet’in öz değerlerini kendilerinde temsil etmeselerdi, yaşayış ve duruşlarıyla bu değerleri temsil etmeselerdi İslâmîyet’in bir toplumsal kültür ve değer olması bu düzeyde yaygınlaşabilir ve etkili olabilir miydi? Müslüman topluluklar, Hz. Muhammed’in yaşamından başlamak üzere İslâmî kültür ve yaşamı kişiliklerinde somutlaştıran müminlerin yaşamında İslâmî değerleri öğrenmişler, bunları yaşamlarında ortaya koymuşlar ve kültür hâline getirmişlerdir. Tüm bu inanç önderlerinin mütevazi ve toplumla iç içe olan yaşamları olmasaydı İslâmîyet özünü koruyabilir miydi?”[114] derken; bu çerçeveye ilişkin olarak Kemal İnal’ın altını çizdiği şeyler de şunlardır:
“Kürt siyasal hareketi yola sosyalizm bayrağıyla çıkmıştı ve PKK’nin amacı, ‘sosyalist Kürdistan’ı kurmaktı. Önce kent merkezlerinde diğer Kürt sosyalist gruplara karşı alan hâkimiyetine dayalı militan bir mücadeleyle (1980 öncesi), ardından (1980 sonrası) kırlardan kentlere doğru bir gerilla savaşıyla Türkiye’den koparacağı topraklarda köylü emeğini baştacı eden bir sosyalist sistem kurmayı düşledi. Ancak, 1990’lara doğru, reel sosyalizmin yenilgisiyle de temel ideolojisini değiştirdi. Etnik temelli sosyalist sınıf mücadelesi yerini tümüyle demokratik haklar temelli kimlik mücadelesine bıraktı. Öcalan, Kürt siyasal hareketinin ‘ayrılıkçı’ niteliğini kaldırıp üniter yapı içinde özerk bir demokratik yönetim kurmak istediğini açıkladı. Bunun, hareketin tüm sınıflardan Kürtleri kendi bünyesinde toplamaya yönelik taktik amaçlı bir eylem olup olmadığı elbette tartışılabilir. Tartışılmaz olan ise, bu süreçte Öcalan’ın, hareketin ideolojisini demokrasi kavramı altında alabildiğine genişletmesi ve silahlarını çeşitlendirmesiydi. Bu silahlardan biri de İslâm oldu.
Öcalan, 1991’de Ali Fırat müstear adıyla yayımladığı ‘Din Sorununa Devrimci Yaklaşım’ adlı kitabında, Kemalizmi laiklik adı altında bölge etnisite ve kimlikleri sömüren bir Batıcı yapı kurmakla eleştirdi ve dinin taktik devrimci amaçlarla kullanılabileceğini açıkladı. Devletin PKK’yi 1984’ün hemen ardından ateist olarak yaftalayan, suçlayan ve itibarsızlaştırmaya çalışan propagandalarına karşı bir pozisyon almak adına 1990’ların sonlarından itibaren İslâmîyet’e vurgu artmaya başladı. 2002’den itibaren ise AKP, Cemaat ve Hizbullah’ın bölgede artan gücünü kırmak için medreseleri ve Mele’leri savunan, Sivil Cuma’ları icat eden, şehitler için Kürtçe mevlit okutan, en son da Kutlu Doğum Haftası düzenleyen hamleleriyle Kürt hareketinin İslâm’la tehlikeli dansı yoğunlaştı.
Tehlike de tam bu noktada belirdi. Kürt (feminist) sosyalist kadınlar, İslâmcı BDP’li Altan Tan’ın Kürt hareketinin anti-sosyalist güzergâhta yoğun İslâmlaştırılması ya da İslâmî kültür ve geleneklerle barıştırılması girişimi…”[115]
Tam da bu koordinatlarda Michael Walzer’in, “Baskı ve yoksulluk karşısındaki sahici bir sol hareket neye benzemeli? Her şeyden önce, mazlumların bir hareketi olmalı, daha önceleri edilgen, suskun ve korkmuş olan ama artık kendileri hakkında konuşabilen ve insan haklarını savunabilen erkekleri ve kadınları harekete geçirebilmeli. İkincisi, böyle insanların kurtuluşunu ya da daha doğrusu onların self-emansipasyonunu amaçlamalı. Ve bu hareketin itici gücü de, kadın ve erkek üyelerinin daha özgür ve daha eşit olabileceği ve yönetimlerinin de bu bakımdan duyarlı ve sorumlu olacağı ve elbette kısmen yerel kültür tarafından da şekillenebilen yeni bir toplum vizyonu olmalı. Böylesi zaten solcuların hedefinde alışılmadık bir durum değil. Dolayısıyla herhangi bir yerde herhangi bir kimsenin, herhangi bir İslâmcı grubun küresel ya da başka türden bir sol harekete ait olduğuna ciddi şekilde inanabilmesi düşünülemez,”[116] saptamasının altını çizerek ekleyebiliriz:
“Post-modernizmin, restorasyonun etkisiyle bu sol radikalizm zayıfladıkça, dinci radikalizm güçlendi, güçlenmeye de devam ediyor. Çaresi daha fazla sivil toplum, liberalizm, sahte radikalizm değil. Çare, daha fazla sekülarizm, sol bir radikalizm!”[117]
II. AYRIM: SAVAŞIN (VE “BARIŞ(SIZLIK)”IN) ORTADOĞU’SU!
Theodor W. Adorno’nun, “Vahşetten insancıllığa götüren bir evrensel tarih yoktur; ama sapandan bombaya götüren bir evrensel tarih vardır,” saptamasını doğrulayan Ortadoğu’nun geçmişinden bugüne uzanan tarihine bir göz atarsak: Asyatik bir halk olan Sümerler, Mezopotamya’da ilk şehir-devletlerin kurucuları oldular. Her şehir-devlet, bir rahip-kral tarafından yönetiliyordu ve her biri bağımsız birer beylik görünümündeydi. İlk şehir-devletlerin kurulmasıyla birlikte savaşın ve zaferin propagandası da yapılmaya başlandı.
Tanrısal imgelerin kullanıldığı ilk büyük zafer anıtı Sümerlere aittir. Lagaş Kralı Eannatum’un diktirdiği ünlü zafer anıtında Tanrısal güç, bir elinde hükümdarlığın simgesi olan topuzu diğer elinde ise kutsal Anzu kuşunu tutmaktadır. Anzu’nun pençelerinden sarkan ağlar arasında düşman askerleri tutsak edilmiştir.
Sümer şehir-devletlerinin zayıflamasıyla birlikte tarih sahnesine yeni bir güç çıktı. Akat Kralı Sargon, Sümer şehirlerini tek tek ele geçiriyor ve hızla genişleyen Akat Devleti merkezi bir güç etrafında toplanıyordu. Akatlar, Kuzey ve Güney Mezopotamya’yı ilk kez siyasal bir çatı altında birleştirdi ve bu birliktelik dünya tarihinin bilinen ilk imparatorluğunu doğurdu. Fakat bu durum uzun sürmeyecek, Kuzey ve Güney Mezopotamya (Irak) o günden itibaren tükenmez bir çatışma içine girecektir.
Günümüzde bu çatışma, kuzeyde Irak-Şam İslâm Devleti (IŞİD) ve güneyde merkezi Irak yönetimi arasında yaşanıyor.
Güneyde Bağdat yakınlarında kurulan Akat devleti, kuzeye doğru genişledi ve Anadolu sınırında antik Ninova şehrini (Musul’u) ele geçirdi. Bu, güneylilerin kuzey üstündeki tartışmasız ilk hâkimiyetiydi. Giderek güçlenen Akat imparatorluğunun başına, MÖ 2250’li yıllarda Naramsin geçti. Akat tahtına oturan Naramsin şu unvanı aldı: “Lugal Naramsin Sar Kibrat Abraim”. Bu unvan “Dört Yönün Efendisi” anlamına geliyordu, yani Naramsin artık bölgenin tek siyasal gücü olmuştu.
Fakat o bununla yetinmedi. Yaptırdığı anıtsal kaya kabartmalarında kendini bir tanrı gibi gösterdi. Tanrı-krallığını ilan eden Naramsin, dini ve siyasi tüm güçleri bir elde toplamıştı. Bu gelenek, Ortadoğu’nun günümüzde dahi değişmeyen mutlak kaderini çizdi. Ortadoğu kralları bundan sonra açtıkları her savaşı, tanrı adına, tanrının varlığı için ya da bazen doğrudan tanrının kendisi olarak yapmaya başladılar.
MÖ II. binyıla gelindiğinde Kuzey’de yeni bir güç belirdi. Musul ve Kerkük çevresinde gelişen Eski Asur İmparatorluğu, Ortadoğu’da büyük bir ticaret ağı kurmuştu. Bu ticaret ağı doğuda Afganistan’dan, batıda Anadolu içlerine kadar geniş bir coğrafyayı kapsıyordu. Asur’un sınırları MÖ XVIII. yüzyılda, güneyde Babil/ Bağdat kapılarına kadar dayandı.
MÖ. XVII. yüzyıl ise Güneylilerin çağı oldu. Kuzeyde eski gücünü yitiren Asur Devleti içeriye doğru çekiliyor, buna karşın Güney’de Eski Babil Devleti giderek güçleniyordu. Eski Babil, Kral Hamurabi döneminde en gösterişli yıllarını yaşadı ve kuzeyin tartışmasız en büyük rakibi hâline geldi.
MÖ I. binyıl başlarında ise güç yeniden Kuzey’e, Asur’a geçer. Geç Asur Kuzey ve Güney’in bu amansız çekişmesine MÖ. XVI. yüzyılda yeni bir siyasal güç katılır. Ortadoğu’nun yeni egemen unsuru artık Hititlerdir. Hitit Kralı I. Murşili Güney Irak’a kadar ilerler ve antik Babil şehrini ele geçirerek Mezopotamya’da bir döneme son verir.
MÖ I. binyıl başlarında ise güç yeniden Kuzey’e, Asur’a geçer. Geç Asur İmparatorluğu, tüm Ortadoğu’da öylesine büyük bir otorite kurar ki, diktiği her anıtta karşı konulmaz gücün ve şiddetin propagandasını yapar.
Musul ve çevresinde bulunan antik Asur kabartmaları, günümüz Musul sokaklarında insan avına çıkan IŞID’in tarihi birer yansımaları gibidir. Bu kabartmalar Ortadoğu’da vahşetin ve vahşet üstünde yapılan siyasal propagandanın en açık tarihi delilidir.
Antik duvar kabartmalarında gördüğümüz üst üste yığılmış kesik başlar, elleri ve ayaklan kopartılmış insan gövdeleri, savaş arabaları altında ezilen düşman askerleri... yörenin bugünkü durumuna hiç de yabancı değildir.
Halep yakınlarında bulunan antik Til Barsip sarayının duvarları da aynı manzaralar ile süslüdür(!) imparatorluğun gücünü temsil eden Asur askeri, havaya kaldırdığı kılıç ile yakaladığı Bedevi askerin kafasını keserken gösterilmiştir. Bu sahnenin hemen arkasında, yukarıya doğru uzanmış iki el ise tanrısal güç Asur’dan aman dilemektedir.
Geç Asur ve Geç Babil İmparatorluklarının çöküşü sonrasında, Mezopotamya yaklaşık 2 yüzyıl boyunca İran/Pers egemenliği altında kaldı. Ardından bu topraklar tarihinde ilk kez bir Avrupalının kontrolüne geçti. MÖ. 331’de Babil düştü, bu kutsal toprakların sahibi artık Makedonyalı Büyük İskender olmuştu.
Ancak İskender, Mezopotamya ile yetinmedi, daha doğuya Hindistan’a kadar ilerledi ve devrinin en büyük İmparatorluğunu kurdu. Babil, bu büyük imparatorluk içinde onun en gözde şehirlerinden biriydi. İskender Babil’i doğunun başkenti yapmak istiyordu, fakat ömrü buna yermedi. İskender’in çizdiği bu yol, antik çağdan bugüne Batı’nın Doğu üstündeki değişmez sömürge rotası hâline geldi.
Ortadoğu bölgesinde Körfez Savaşı ile başlayan (1991) ve Irak’ın işgali ile (2003) devam eden çatışmalar, son dönemde Suriye’deki iç savaş ile sınırlarımıza dayanmış durumda. Bu çatışmalarda kaç kişinin yaşamını yitirdiği ile ilgili birbiri ile çelişen rakamlar verilmekle birlikte ölenlerin milyonları bulduğu, milyonlarcasının da yaralandığı biliniyor. Bölge sürekli olarak emperyalist güçlerin müdahalesine sahne olmuş, kabileler, mezhepler ve yerel aşiretler arasındaki çatışmalar sonucu bölünmelere ve kaosa sürüklenmekten kendini kurtaramamıştır. Bölge devletlerinin çoğunun sınırları yerel dinamikler ve etnik dinsel yapı dikkate alınmaksızın emperyalist devletler tarafından çizildiği için ulus-devlet kavramı bu bölgeye yabancıdır.
17 Ocak 1991 tarihinde başlayan Körfez Savaşı ile birlikte dünya, akıllı füzeler, radara yakalanmayan uçaklar ve patriotlarla tanışmış oldu. Irak harekâtında BBC News Haber Ajansı, 200 bin insanın öldüğü Körfez Savaşı ve sonrasındaki ambargoda çoğu çocuk 1.5 milyon Iraklının öldüğünü belirtiyor.
Birinci Körfez Savaşı ile ABD’nin Ortadoğu’daki varlığı daha da güçlendi. ABD’nin 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra Ortadoğu bölgesini yeniden yapılandırmaya karar verdiği anlaşılmıştır. Birleşmiş Milletler ve Irak Kalkınma ve Planlama Bakanlığı verileriyle birleştirilerek hazırlanan rapora göre 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgal etmesi ve ardından yaşanan şiddet olayları sonucu 2 milyon Iraklı hayatını kaybetti, 5 milyonu aşkın çocuk yetim kaldı. Savaşın başlangıcından işgalin kalkmasına dek geçen sürede ölenlerin yüzde 75’ini siviller, yüzde 20’sini Iraklı polisler, yüzde 5’ini ise Irak’ta bulunan yabancı askerler oluşturuyor. Ülkedeki 34 bin doktordan 2 bini öldürülürken, 20 bini ülkeyi terk etti. Bu arada 500’den fazla akademisyen ve eğitimci öldürüldü. Kaldı ki Irak 6 milyonu aşkın göçmenle dünyada en çok mültecisi olan ikinci ülke konumuna girdi.
Suriye’de yıllardır devam eden iç savaş ve çatışmalarda ölenlerin sayısının 2014’de 171 bini geçtiği belirtiliyor. ‘Suriye insan Hakları Gözlemevi’ ülkede 18 Mart 2011 tarihinden, 8 Temmuz 2014’e kadarki süre zarfında yaşanan çatışmalarda ölenlerin sayısı ile ilgili rapor yayınladı. Yayınlanan raporda ülkede devam eden savaşta ölenlerin sayısının 171 bin 509’a ulaştığı kaydedildi. Raporda ayrıca ölenlerin yarısını sivillerin oluşturduğuna dikkat çekildi. Açıklamaya göre 56 bin 495 sivil çatışmalar sebebiyle hayatını kaybetti. Sivil kayıpların 9 bin 92’si çocuk, 5 bin 873’ü ise kadınlar oluşturuyor. Raporda ayrıca çatışmalarda ölen Esad askerleri ve muhaliflerin sayısı da yer aldı. Buna göre Esad ordusuna bağlı askerlerden 65 bin 803, muhaliflerden ise 46 bin 301 kişi öldü. 2 bin 910 cesedin de kimliğini belirlenmediği belirtiliyor.
Halifelik ilan ettiği haziran ayının sonundan bu yana, IŞİD’in kaç kişiyi öldürdüğüne dair yeni veriler paylaşıldı. ‘Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’ yaptığı açıklamada örgütün 2014’ün Haziran ayının sonundan bu yana Suriye’de bin 500 kişiyi öldürdüğünü belirtti. Örgüt, Irak’taki katliamlarını da sürdürüyor. BM’nin verilerine göre Irak’ta 2014’ün Haziran ayında yaşanan çatışmalarda en az 1075 kişi hayatını kaybetti.[118]
Ve “Bugün”ün Ortadoğu’su en iyi Chuck Palahniuk’un, “Gerçekdışı şeyler, gerçeklerden daha güçlüdür”;[119] Noam Chomsky’nin, “Bugünkü dünya işlerinde, Cengiz Han döneminde olduğundan daha fazla ahlâk yok,” saptamaları betimlerken; “Hazan”a dönüşen “Arap Baharı”nın ardından oluşan dip dalgaları Ortadoğu’yu sarsmaya devam ediyor. İran, sarsıntıların ortasında yeni fırsatlar arıyor. Bir yandan ABD/ Batı ile ilişkilerini düzeltecek hamleler yaparken, bir yandan da bölgedeki tüm iç savaş ve çatışmalarda aktif rol oynuyor.
Murat Çakır’ın, “Ortadoğu’da dengeler değişirken” vurgusuyla betimlediği tabloda Henri J. Barkey, “Ortadoğu’nun kaotik geleceği”nin altını özenle çizerken; “Bildiğimiz Ortadoğu yok oluyor,” diye ekliyor!
Bu tam da Robert Fisk’in, “Ortadoğu’nun gelecek savaşı”; Ergin Yıldızoğlu’nun, “Yeni Ortadoğu” dediği hâlken; “Artık çok somut. Göz önünde… İki ülke tarih oluyor: Irak ve Suriye… IŞİD’i kolayına frenleyecek hiçbir güç de ufukta görünmüyor… Hiçbir dönemde bölge, bu denli ürkütücü bir ‘boşluk’ ve ‘bindik bir alâmete gidiyoruz kıyamete!’ görünümünde olmamıştı.”[120]
Şimdi orta yerdeki soru(n), “Ortadoğu’da boşluğu kim dolduracaktır?”[121] Ve bu nasıl olacaktır?
H. Kissinger’in, “Barış ya hegemonyayla ya da güçler dengesiyle sağlanabiliyor,”[122] dediği güzergâhta “ABD ve küresel sistem açısından meşhur Sykes-Picot sınırlarının en azından kâğıt üzerinde kalıcı olması tercih ediliyor”ken;[123] savaş ve silahlanma[124] cehennemine dönüş(türül)en dengelerin ve sınırların değiştiği, savaş ve katliamların yaşandığı Ortadoğu coğrafyası, aynı zamanda tarihi direnişlere de sahne oluyor.
II.1) ORTADOĞU TABLOSU
Kartların yeniden karıldığı Ortadoğu’da, Sykes-Picot çözülüyor, çöküyor. Zorla çizilen yapay sınırlar kadükleşiyor; iktidarların yeniden biçimleneceği, haritaların yeniden çizileceği büyük bir altüst oluş güzergâhındayız.
“Arap Baharı”nın, hazana dönüşmesiyle birlikte ABD’nin mayın eşeği IŞİD’i bahane ederek tekrar saldırıya geçtiği Ortadoğu’da; kelle kesen, esir aldığı kadınları ve çocukları satan barbarlık içinden geçilen kesitin “normali”ne dönüşür(ülür)ken; Suriye ve Irak’a uzanan kaos ortamında tarih mazlum Ortadoğu halklarına büyük imkânı tehlikeleriyle sundu…
Filistin’in Gazze’sinden, Rojava’nın Kobanê’sine uzanan başkaldırılar hepimize; büyük dönüşümün ezilenler için ipuçlarını veriyorken; savaşın (ve “barış(sızlık)”ın) Ortadoğu’su, aynı zamanda ezilenler için de büyük hayallerin inşasına yönelik büyük dönüşümün münbit zeminini oluşturmaktadır.
II.1.1) SÜRDÜRÜLEMEYEN “BAHAR”IN HAZANI
Bugün Ortadoğu’da yaşanan büyük dönüşümün iki önemli kilometre taşı var.
İlki başını SSCB’nin çektiği “sosyalist sektör”ün çözülmesiyle nihayete eren statükonun yerine ABD’nin BOP’u (Büyük Ortadoğu Projesi) devreye sokmasıdır.
İkincisi de BOP’un kabına sığamayarak GOP’a (Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi) tahviliyle mazlum halkların ve emekçilerin yaşamlarının sürdürülebilir olmaktan çıkarak; yerel otoriterliklere karşı “Ekmek ve Özgürlük” talebiyle başkaldırmalarıdır.
Bu iki vektör arasında yaşanan “Ekmek ve Özgürlük” başkaldırıları, ezilenlerin tarihin sahnesine çıktıkları hâlde, öndersizlik kriziyle manipüle edilmelerinin trajik öyküsüne denk düşerken; “Arap Baharı”, dramatik biçimde, aşama aşama kaosa bağlandı…
Tunus’ta başlayan süreç önce yalnızlaştırıldı; ardından kaosa sürüklendi, sonra da bastırıldı. Tüm bunlarla birlikte de emperyalist müdahale ile bambaşka bir senaryoya dönüştürüldü ve IŞİD de bunun ürünü oldu.
“Arap Baharı” olarak anılan süreç 2011’de Tunus’ta başlamıştı. Halklar, despot iktidarlara karşı ayaklanmıştı. Bu Arap halkı başta olmak üzere Ortadoğu halklarının özgürlüklerini hatırlama ve hayata geçirme eylemiydi. Tunus’ta başlayan ayaklanmalar, Kuzey Afrika’yı bir baştan diğer başa sarstı. Tunus, Mısır, Libya daha sonra Körfez ülkeleri, Arap yarımadası, Suriye ve diğer bölgelere yayıldı. Halk eylemlerinin başlangıcı devrimci özellikler taşıyordu.
Devrimler ilerledikçe, mevcut statüko aşılıyordu. Ama Küresel egemen güçler bu devrimlerden hemen rahatsız oldular. Devrimlerin halk yönetime geçmesinin önüne geçecek strateji ve taktikler ürettiler. Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali despotluğu çökünce, Tunus halkı devrimini inşa etmek istedi. Ancak egemen güçler buna izin vermedi. Hemen başka araçlar devreye koydular.
Gilbert Achcar’ın ‘Halk İstiyor - Arap İsyanı Üzerine Radikal Bir İnceleme’ başlıklı çalışmasında da işaret ettiği üzere,[125] Tunus’ta ayaklanmalarda fitili ateşleyenin sol partiler, kurumlar olduğu biliniyor. Sonrasında da yurtdışındaki liderleri Tunus’a döndüğünde İslâmcı Ennahda’nın oluşturulan geçici hükümette yer bulamadığı da bir gerçek. Ancak daha sonraki süreçte, İslâmcı partilerin inisiyatifi ele alıp “demokrasi kurucusu” rolünü kestikleri de sır değildi; bugün, Ennah’ın seçimleri kaybetmiş olmasına rağmen…
Tunus’takini andıran durum Mısır’da da gelişti. Egemen sistem Mısır’daki halk devrimini halkın elinden alıp önce Müslüman Kardeşlere daha sonra ise darbe ile General Sisi’ye devretti.
Bu koordinatlarda Can Ertuna’nın, ‘Arap İsyanları Güncesi’nde, Arap coğrafyasında 2011’den beri yaşanan değişimleri, “birdenbire başlamayan ve hâlâ devam eden isyanlar” olarak nitelendirip, “geleneksel iktidarların varlıklarını bir şekilde devam ettirmeyi başardı”ğına dikkat çekmesi[126] boşuna değildi. Örnek mi? Mesela Mübarek gider, Sisi gelir veya Kaddafi gider ardında kocaman bir belirsizlik gelir hâlindeki üzere…
Libya’daki durum farklıydı. Kaddafi’nin yönetimindeki Libya diğer ülkeler gibi değildi. Egemen güçler Fransa ve NATO öncülüğünde Libya’ya saldırdı. Ardında da Libya’yı kaotik sürecin içine çeken Selefî gruplara mekân ettiler. Yani Libya’yı da istikrarsızlaştırdılar. Arap Baharı’nın halkçı devrim dalgası Arap yarımadası ve Körfez ülkelerinde ise sınırda tutuldu.
Suudi Arabistan ve Katar başta olmak üzere bu devletlerde halk devriminin gelişmesi engellendi. Çünkü sistemin aracı hâlinde olan bu devletler zaten halk karşıtı cephenin içindeydi. Daha açık deyimle, bu ülkeler şimdilerde Libya’dan Suriye ve Irak’a kadar uzanan hat içindeki El Kaide ve IŞİD çetelerinin açık destekçileriydi. Zaten küresel güçler halk devrimlerini engellemek için söz konusu ülkelerde IŞİD çetelerinin önünü açıp, kaosu süreklileştiren bir taktik izlediler. Bugün Irak ve Suriye’de olan durum da bu taktiğin sonucudur.
Ancak Michel Rogalski’nin, “Tunus ve Mısır’da meydana gelen devrimlerin üzerinden iki yıl geçmesinin ardından, dönemin toplumsal coşkusu yerini derin bir düşünceye bıraktı. Duygu hâli yerini, yaşanılan olayların daha serinkanlı bir şekilde analiz etme durumuna bırakması gerekir. Kuşkusuz, hiç kimse iktidardan indirilen diktatörlere, bozguna uğratılan zorbalara üzülmeyecektir. Ancak, halkın diktatörlerin yüreğine saldığı korku, bu diktatörlerin teker teker bir halktan diğer bir halka sirayet eden öfke kılıcı karşısında korkuya kapılması mutluluk verici oldu. Uzun süre belleklerde silinmeyecek olsa da, meydana gelen büyük sosyal devrimlere ve geniş halk katmanlarının katıldığı bu olağanüstü ayaklanmalara tehdit oluşturacak kara bulutlara duyarsız kalmak uygun olmayacaktır. Tarif edilmesi kolay olmayan sevincimiz, kaygılarımızın dile getirilmesine engel olmamalıdır,”[127] diye tarif ettiği tabloda Tarık Ali’nin şu saptaması da “es” geçilmemelidir:
“Arap Baharı’nın ilk aşaması bitti. İkinci aşaması başlıyor. İkinci aşama halklar için bir yenilgi. Tunus ve Mısır’daki hükümetlerin yoksullar için bir programları yok. Mısır hükümeti Türkiye gibi ABD’yle tamamen müttefik. Mursi yönetimi Filistin açısından Mübarek rejiminden beter. Mübarek, Gazze ve Mısır arasında geçişi sağlayan tüneller kullanılmasın diye gazla doldururdu. Mursi’nin adamları ise tünelleri lağımla dolduruyor. Gazze’de çok sayıda insan bundan bıkmış durumda. İsrailliler ise bunu hayranlıkla karşılıyor. Bahar çok erken biçimde kışa döndü.”[128]
“Başladığı zaman birçoğumuz sevinmiş, bazılarımız da adını ‘Arap Baharı’ koymuştu. Tarih bir kere daha bize ‘Acele etmeyin,’ demiş oldu. Toplumun zamanı tek tek insan bireylerinin zamanına benzemiyor. Her şey çok daha fazla vakit alıyor toplum çerçevesinde. O dalga geldi, ama çekildi. Şimdi bu kaotik durumla karşı karşıyayız. Dalganın tepkisi. Ortadoğu’nun altı üstüne geldi.”[129]
Yani “Baharın kışa döndüğü” güzergâhta “Büyük hayalkırıklığına dönüşmeye başladı.”[130] “Artık ‘Arap Baharı’ deyimi bile unutulmaya yüz tutmuş”ken;[131] IŞİD’li Ortadoğu da söz konusu negatif diyalektiğin ürünü oldu.
Geçerken ekleyeyim: IŞİD, emperyalist müdahale açısından Ortadoğu’ya saplanan çok işlevli bir komando hançerine benziyor. “Bu gidişat kendiliğinden ortaya çıkmadı. IŞİD kendiliğinden doğmadı… IŞİD’ı oluşturanlar ya da oluşturulmasına göz yumanlar ile bugün IŞİD’a karşı koalisyon kuranlar arasında Dr. Frankenstein kurgusunu düşünmek için çok sebep var.”[132]
Ancak bunlar oldu olmasına da; tarihi üreten kötü yanını öne çıkaran bu hâl ile de “Ortadoğu’da yeni bir süreç başladı”;[133] yıkımı ve yeniden kuruluşu besleyen…
II.2) MEVCUT HÂL
Aslı sorulursa yaşananlar kişiliğinde, “İsyan daha yeni başlıyor,” Aysel Sağır’ın ifadesiyle…
Çünkü Aydıntaşbaş’ın, “Sınırlar yeniden çiziliyor”; Taha Akyol’un, “Ortadoğu gittikçe daha derin dehlizlere sürükleniyor; Güray Öz’ün, “Sınırlar yeniden çizilirken”; Meltem Arıkan’ın, “Yeni bir Ortadoğu haritası çizilecek mi?” ibareleriyle ifade ettikleri hâlin ardındaki gerçek Sykes-Picot’un nihayete ermesidir!
Evet Kevin Ovenden’ın işaret ettiği üzere: ‘Sykes-Picot çöküyor. Suriye ve Irak’ın sınırlarını belirleyen ilkeler parçalanıyor. Bundan sonra artık gelişmeler ne yönde olursa olsun Suriye ve Irak’taki eski duruma tekrar dönülemeyecek. Irak’taki de facto üçlü bölünme tamamıyla gerçekleşmiş durumda.
Sykes-Picot’la yapılan bölümlenmeye karşı olan güçler, sadece biz sosyalistler ve ilericilerle sınırlı değil. Aynı zamanda IŞİD ve benzeri diğer mezhepçi ve ayrılıkçı gericiler de Sykes-Picot’a karşılar.[134] Harita üzerindeki eski sınırların geçerliliğini savunmak, sosyalistler için tam bir çılgınlık olur. Benzer şekilde hâkim politik eğilimin, bölgenin şovenist ve mezhepçi bir şekilde bölünmesine doğru yöneldiğini de fark etmemiz gerekir. Bu bağlamda, emperyalist güçlerin manevra alanı (ki bu tehlikeli bir oyun olsa bile) oldukça geniş. Nitekim Biden planı, bu oyunlardan sadece biri…
Levant ve Ortadoğu bölgesi, Balkanlar’la ortak bazı karakteristiklere sahip: ya yukarıdan ya da aşağıdan birleştiriliyor veya bölünüyorlar. Yukarıdan yapılan daima etnik bir yer değişimi niteliğinde ki bunun anlamı, güçlerden birinin kendi sınırlarını diğerinin aleyhine genişletmesidir. Emperyalizmin doğrudan varlığı (özellikle İsrail’in ileri karakolluğu düşünüldüğünde), bu umudu gizliden gizliye sürekli diri tutmaya yaramaktadır.”[135]
Hatırlanacağı üzere: Sykes-Picot’nun çizdiği sınırlar, homojen toplulukları bölen, birbirinden farklı, hatta düşman toplulukları birleştirmeye çalışan, çoğunluğu azınlığın yönetimi altına hapseden yapıntılardı. Hafız Esad, Saddam Hüseyin gibileri bu “çorbadan” bir “hayal edilmiş topluluk” (ulus devlet) çıkarmak için ellerinden geleni üstelik de “abartarak” yaptılar. Bir ulusun ortaya çıkması için ekonomi, kültür ve tarih birliği gerekli ama yeterli değilken, bunların bazılarının eksik olduğu bir yerde, zorla ulus hayal ettirme çabaları tabii ki yeterli olmayacaktı.
ABD Saddam’ı devirdi, Suriye’de, siyasal İslâm, barışçı, demokratik, yenilse bile, Arap isyanları ikliminde, rejimi reformlara zorlama olasılığı yüksek bir başkaldırıyı silahlandırınca bir iç savaş başladı. Her iki ülkede de Sykes-Picot sınırlarını yırttı. Ancak bu yırtığın içinden önce mezhep savaşları, Sünnî üstünlüğü ideolojisi sonra da IŞİD canavarı çıktı. Tabii bu öyküye, küreselleşmeciliğin ulus devlet düşmanlığını, ulus devlet tutkunlarının da “farklı” kimliklerin özgürlük, hak talebini, emperyalizmin komplosu olarak gören paranoyasını da eklemek gerekir.
Ulus devlet düşmanları, özgürlük talep eden “kimlikler” bugünün, küreselleşme fantezisinin yerini, emperyalist rekabetin, vekâlet savaşlarının almaya başladığı dünyada, bu rekabetin sıradan bir aracına dönüşmekten koruyacak söylemleri ve siyasi biçimleri henüz üretmediklerinden şimdi vahim olaylar yaşanıyor. Ulus devlet âşıkları da, ekonomik, kültürel hatta askeri bağımsızlıklarını çoktan kaybetmiş olduklarının ayırdında olmadan, korumaya çalıştıkları şeyi kırıp dökmeye devam ediyorlar.
Özellikle Büyük Ortadoğu denen bölgede Sykes-Picot sınırları siliniyor, ulus devletler dağılmaya başladı, bir anlamda, Prof. Schweller’in vurguladığı gibi, “İmparatorluğun yerine yeni bir imparatorluk değil düzensizlik geliyor”, “siyasi düzende entropi (parçalanma karmaşıklaşma-y.n.) gittikçe artıyor”. Bloomberg’den Glen Carey’nin yorumuyla,[136] “IŞİD Ortadoğu’yu ‘savaş lordları’ düzenine doğru itiyor”![137]
Bu da Ortadoğu’yu emperyalistlerin doğrudan sorumlu olduğu “Yeni Ortaçağ”ın yangınına mahkûm ediyor. Yangını ateşleyen elbette emperyal sermaye, oligarşik iktidar odakları...
“Yeni Ortaçağ” insanlığı, kanlı çatışmalara, ilkel vahşete, öfkeye, ötekileri yok eden devasa bir kâbusa, karabasanın girdabına çekiyor.
Bunun böyle olması, yani Ortadoğu’nun emperyalist paylaşım ve hegemonya savaşlarının yoğunlaştığı coğrafya olarak öne çıkması elbette nedensiz değil![138]
Mesela OPEC üyesi ülkelerin petrol rezervlerinin yüzde 66’sı, dünya petrol rezervlerinin de yüzde 55’inin Ortadoğu’da bulunması, bölgeyi emperyal güçlerin mücadele ve çatışma alanı hâline getirmiştir. (Geçerken: Çin’in özellikle bu petrole şiddetle ihtiyacı var. Dolayısıyla, ABD ve müttefikleri için, petrol kaynaklarını kontrol Çin’i kuşatmanın önemli bir aracıdır.)
ABD’ye göre 2020’de Körfez bölgesinin tek başına dünya petrol ihracatının yüzde 54-67’sini sağlayacağı öngörülmekte… Ortadoğu “doğalgaz” kaynaklarıyla da çok zengin… Dünya doğalgaz rezervlerinin yüzde 40’ı Ortadoğu’da… Ortadoğu’yu aşıp “İslâm coğrafyası” dikkate alındığında dünya enerji kaynaklarının yüzde 90’ı İslâm ülkelerinden çıkıyor…
Ancak, buna rağmen dünyanın en yoksul 48 ülkesinin 22’si İslâm ülkesi... 57 İslâm ülkesi dünya üretiminin ancak yüzde 7’sini karşılayan hazin bir milli gelir yoksulu. Başka bir ifadeyle, 57 İslâm ülkesi bir Alman ekonomisi etmiyor…
Diktatörlerin, kralların, şeyhlerin Batı’yla al gülüm ver gülüm ilişkilerinden Karunlar gibi zenginliğine karşın İslâm halklarının günde 2 doların altında yaşama mahkûm yoksullukları elbette Ortadoğu’yu kanla petrolün ve kumun karıldığı “batak/ acılı/ sancılı/ sorunlu” coğrafya yapıyor…
Ayrıca Ortadoğu silah ticaretinin en kârlı alanıdır. İsrail, Filistin ve Kürt sorunu çözülmemiş, çözümsüzlük yolunda süründürüldüğünde de, herhangi bir yönde “çözüm” getirildiğinde de çevrelerine kıvılcımlar saçan üç büyük sorun kaynağı olarak Ortadoğu siyasetinin ortasında duruyorlar.
Mesela ‘Businnessinsider’ sitesine göre, Ortadoğu’nun en güçlü orduları sıralamasına şöyle:[139]
ORTADOĞU’NUN EN GÜÇLÜ ORDULARI
| ||||
ÜLKE
|
SAVUNMA BÜTÇESİ (MİLYAR DOLAR)
|
AKTİF CEPHE PERSONELİ
|
TANK
|
HAVA ARACI
|
1) İSRAİL
|
15
|
176.500
|
3.870
|
680
|
2) TÜRKİYE
|
18.1
|
410.500
|
3.657
|
989
|
3) SUUDİ ARABİSTAN
|
56.7
|
233.500
|
1.095
|
652
|
4) BİRLEŞİK ARAP EMİRLİKLERİ
|
14.4
|
65.000
|
545
|
444
|
5) İRAN
|
6.3
|
545.000
|
2.409
|
481
|
6) MISIR
|
4.4
|
468.500
|
4.767
|
1.100
|
7) SURİYE
|
1.9
|
220.000 (2011’de iç savaş öncesine göre)
|
4.950
|
473
|
8) ÜRDÜN
|
1.5
|
110.700
|
1.321
|
246
|
9) UMMAN
|
6.7
|
72.000
|
215
|
101
|
10) KUVEYT
|
5.2
|
15.500
|
368
|
101
|
11) KATAR
|
1.9
|
11.800
|
90
|
72
|
12) BAHREYN
|
0.730
|
130.000
|
180
|
105
|
13) IRAK
|
6
|
271.500
|
357
|
212
|
14) LÜBNAN
|
1.7
|
131.100
|
318
|
57
|
15) YEMEN
|
1.4
|
66.700
|
1.260
|
181
|
Yoksulluk içindeki Ortadoğu’nun nüfusça en büyük unsuru olan Arap halkları emperyalizm tarafından, devletler ve devletçikler, mezhep/tarikat öbekleri olarak bölünmüş, birbirlerine yabancılaştırılmış, hatta düşmanlaştırılmıştır. Emperyalistler bölerek yönetmeye devam ediyorlar.
S. Çiftyürek’in, “Bu kavganın temel ayaklarından biri petroldür ama kavga petrol ile sınırlı değil, kavga denkleminin birden fazla bileşeni var. Sünnî-Şiî gerilimi denklemin bir diğer bileşenidir ve denilebilir ki Musul’un düşürülmesinden çok teslim edilmesinde Sünnîlerin, mezhepçi Maliki rejimine karşı isyanı yatmakta,”[140] diye formüle ettiği verili duruma gelince…
Irak, Libya işgal savaşlarının ve en son Suriye “iç” savaşının eldeki sonucu üç ülke devletin egemen devlet statüsünü yitirmeleridir: Sınırlarını kontrol edemiyorlar; içte kamu düzeni sağlayamıyorlar, silah/ şiddet tekelini koruyamıyorlar.
Bu işgal ve savaşların hiçbiri ABD’nin istediği siyasal sonuçları doğurmadı. Suriye, Irak’ta Şiî hükümet, Gazze’de Hamas, Lübnan’da Hizbullah birlikte İran ekseninde yer aldılar.
Suriye cephesi, İran rejimini yalnızlaştırma, evcilleştirme ya da devirme amacıyla açıldı. Petrol yoksunu Suriye esas olarak İran’ın lojistik desteğini yok etmek için hedeflendi. Rejime karşı iç savaş güçleri dünyanın her yerinden toplanarak oluşturuldu. ABD, Türkiye, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri “Suriye muhalefeti”ne silah ve para akıttılar. Türkiye başrolü oynadı. Ne var ki, Suriye iç savaşı esas olarak İran, Rusya ve Çin’in Esad’ın arkasındaki kararlı duruşları nedeniyle tıkandı.
IŞİD’in ne olduğu, nasıl oluştuğu bir yana… kabından taşması, emperyalistler için Suriye’de tıkanan savaşı Irak ve Kürdistan’a sıçratarak genişletmeye, böylece ABD ve müttefiklerine yeni bir hareket alanı açmaya yaramıştır. IŞİD, Irak ve Suriye’den parçalar alan bir Sünnî devletinin temellerini atmıştır. IŞİD geçici bir unsur olabilir; yeni Sünnî devlet oluşturma projesi kalıcı bir hedef gibi görünüyor. IŞİD vahşeti ve saldırganlığı iki çok önemli sonuç daha doğurmuştur: Irak’taki İran yanlısı Maliki iktidarı düşmüştür. Kerkük, Barzani yönetiminin eline geçmiştir.
ABD Ortadoğu’da da hâlâ en güçlü, en inisiyatifli “oyuncu.” Ancak düzen kuramıyor; ama “kaos”u yönetiyor. İsteklerini müttefiklerine dikte edemiyor; ama hâlâ pazarlık, “ikna” gücü yüksek hâlâ![141]
Bu hâliyle “Ortadoğu’da yaşanan bir kriz ve kaostur. Son gelişmeler ise gösterdi ki Ortadoğu’da yaşanan kriz içerisinde kriz ve kaos içerisinde kaostur. Kaos ve kriz naziklik demektir. Her şeyin her an olabileceği demektir. Hangi gerçekliğin öne çıkacağının belli olmadığı durum demektir. Yani kaosu bu bağlamda devrim durumu demektir.”[142]
Bunlar tam da böyleyken; “Ortadoğu’da devrimci önderlik sorunu çözülemediği sürece ABD vb. devletler IŞİD türü organizasyonları bahane ederek bölgeye daima müdahale etmeye devam edecektirler. Zaten Amerikan emperyalizmi ve bağlaşıkları için sorun halkların güvenliği değil, kendi emperyalist ve gerici çıkarlarıdır.”[143]
Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere “Ortadoğu’da Irak ile başlayıp süren ve bölgesel savaşlarla derinleşen kaosta kimi küresel ve bölgesel güçler IŞİD benzeri yapılara ihtiyaç duyuyorlar… Malum, Ortadoğu’da mevcut sınırlara dayanan sistem yürümüyor ve bunda herkes hemfikirken yeninin adını ise kimse koyamıyor. Tam da bu süreçte, küresel ve bölgesel odakların, bazen mevcut düzenin yapıştırıcısı, bazen de yeni sınır ve devletlerin bir unsuru olabilecek ve önemlisi kaosu yönetmede yardımcı enstrüman (araç) işlevini üstlenecek bir IŞİD’e ihtiyaçları vardı…”[144]
Şimdi burada bir parantez açıp, “komplo teorileri”nden uzak durulması gerekliliğinin altını özenle çizerek belirtelim: Ortadoğu’da da tarihi halklar, toplumsal mücadeleler yapmaktadır. Elbette bunda karşı devrimci güçlerin de etkisi vardır.
Tarihi halkların yapması; halkın her zaman “iyi iş yapacağı”, toplumsal mücadelelerin her zaman “doğru olacağı” anlamına gelmez. Yani tarihi bazen Hitler (ile Nasyonal sosyalistler) veya IŞİD yapabilir. Burada dün Dachau, Auschwitz, Treblinka, Guernica; bugünde Şengal örnekleri olabilir ve olmaktadır da…
Evet, kimilerinin kulağına hoş gelmese de böyledir bu! Yani onlar düş kırıklığına uğramış karşı-devrimci halk hareketleridir. IŞİD’e biraz böyle bakabilirsek… Çok şey bir “komplo” olmaktan çıkıp, maddi zeminine oturur.
“Komplo teorileri”yle yaşamın yeşili açıklanamaz. “Komplo”nun kurgusallığıyla pratik hayatta hiçbir şey yerli yerine oturtulamaz; açıklanamaz… Tam da bunun için “Teori gri, yaşam ağacı yeşildir”!
Gelelim emperyalizme; emperyalizm tekelci kapitalizmin en üst aşaması ise, ki öyledir, kapitalizme karşı olmayan/ durmayan bir anti-emperyalizm, nihai kertede laf-ı güzaftır; yok hükmündedir!
Bugünün moda gündemi “İslâm Devleti” (İD) ya da yaygın kullanılan adıyla “İŞİD” falan değildir. Tam tersine, bugünün acil gündem maddesi sürdürülemez kapitalizmin -çok boyutlu ve görüngülü- siyasi gericiliğiyle mücadeledir. Ki, bu da emperyalizme karşı mücadeleyi (bugün) IŞİD denilen şeye/ forma karşı mücadeleden soyutlamamamızı gerektirir.
Söz konusu mücadele elbette “emek eksenli ve sınıf vurgulu” olmalıdır olmasına da; bir şeyi de “es” geçmeyelim: Pratik hayata taraf olmayan her vurgusu, kıymet-i harbiyesi ol(a)mayan karşılıksız bir teorisisizmin çaresiz yorumculuğundan malûldür!
“Emek eksenli ve sınıf vurgulu” pozisyonların çarpıcı bir anlatım gücüne sahip olması yanında bir kadar da iddialı olduğu kuşku götürmez.
Ancak bu her zaman o kadar da “iyi” olmayabilir. Çünkü iddialı pozisyonlar, ancak güçlü argümanlarla desteklendiğinde hem inandırıcı, hem de çarpıcı olurlar.
“Komplo teorileri”, içerdikleri kısmi doğrular nedeniyle sorgulayıcı-olmayan zihinlere cazip gelebilirler. Ama asla -genellikle bu tip teorilerin resmettiğinden çok daha karmaşık olan- realiteleri anlamanın anahtarı olamazlar. Bu nedenle de, “analitik yaklaşım”dansa “demogoji”ye daha yakın dururlar.
“Kısmi doğrular” dedim; elbette emperyalist güçler, özellikle stratejik önemi yüksek bölgelerdeki siyasal oluşumlara her zaman çeşitli biçimlerde müdahale etmeye, şu ya da bu örgütü kendi istekleri doğrultusunda kullanmaya çalışır. ABD ve ihmal edilmemesi gereken Siyonist İsrail ve de Ortadoğu’da Sünnî-Şiî kutuplaşmasının yaratacağı eksen üzerinden Sünnî cephesi liderliği, dolayısıyla da bölgesel bir güç olma hayalini kuran AKP neo-Osmanlıcılığı Suriye rejimini devirme çabaları içinde IŞİD vb. örgütleri elleriyle beslemişlerdir.
Henri Barkey’in, IŞİD’in bölgeyi mezhep savaşına sürüklediği vurgusuyla, bundan Türkiye’nin de etkileneceğini belirttiği[145] koordinatlarda Oral Çalışlar’ın da, “Türkiye, Sünnî omurgalı örgütlere destek verirken kaçınılmaz olarak, bu desteğin bir kısmı da radikallere gitti” itirafı bunun kanıtıdır![146]
Ancak bu saptamayı yapmak başka, bu tip örgütleri emperyalist -ya da başka- güçlerin tek boyutlu manipülasyonları olarak görmek/ göstermek başkadır.
Bu bakış, -IŞİD örneğinde görüldüğü üzere Ortadoğu’da göz ardı edilmemesi gereken- İslâm’ın radikal politizasyonu, yükselen Sünnî-Şiî gerilimi, bölge halklarının Sykes-Picot’u geçersizleştiren dinamikleri, Kürt dinamiğinin kazandığı momentum vb. etkenleri perdeleyecektir ister istemez ki, işte tam da buna izin verilmemelidir!
II.2.1) ABD EMPERYALİZM VE ORTADOĞU
Tekrar pahasına altını çizerek, yineleyelim: Bölgede yaşanan olayları “şark meselesi”nin günümüze uzantısı, kalıntısı olarak yorumlamak gerçekçi yaklaşımdır. “Şark meselesi”nin kökeni, dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu üzerinde emperyal güçlerin çekişmesinin ifadesi olarak XIX’uncu yüzyıl başlarına, 1815 Viyana Kongresi’ne kadar uzamaktadır. Pay alma, bölüşme senaryosunun sahneye konulmasında başrolleri Rusya, İngiltere ve Fransa üstlenmiştir.
Paylaşma çekişmesine yalnız Avrupa, Balkanlar’daki topraklar değil, Ortadoğu bölgesi de dahildir. Nitekim Birinci Cihan Savaşı sonlarına doğru İngiltere, Fransa, Rusya arasında imzalanan üçlü anlaşma, görüşmelere İngiltere adına Mark Sykes, Fransa adına da Georges Picot katıldığından, adlarına izafeten “Sykes-Picot Anlaşması” olarak anılmaktadır…
Ortadoğu, sadece jeopolitik coğrafi konumu, pazar büyüklüğü açısından değil, bilinen doğalgaz ve petrol yataklarının zenginliği yönünden, emperyal güçlerin ilgi ve çekişme alanı olmuştur. Emperyal güç olarak İkinci Dünya Savaşı sonuna değin bölgede etkili olan İngiltere, savaş sonrası sahneden görüntü olarak çekilmiş, perde arkasında güçlü yönetici (kamerilla) rolü üstlenerek, bölgede etkinliği ABD’ye devretmiştir. ABD’nin BOP ya da GOP olarak adlandırılan projesi, aslında şark meselesinin Ortadoğu faslıdır.
Ortadoğu’da emperyal güç olarak ABD başat ve etkili olmakla beraber, Rusya’nın, Fransa’nın, kamerilla rolü üstlense de İngiltere’nin, açıkça olmasa da Almanya’nın, ekonomik güç olma yanı sıra siyasi güç olmaya da yönelmiş Çin’in de bölgeyle ilgileri pay alma, en azından nüfuz bölgeleri oluşturma niyetleri, çabaları vardır.
Tam da bu tabloda BOP (veya GOP) Ortadoğu’nun emperyalist ABD için yeniden dizaynını hedeflerken; bugün anti-Amerikancı (ve Batıcı) IŞİD de BOP’un ürettiği kaosun ürünleridir.
Bunun anti-emperyalizmle yakından uzaktan bir alâkâsı yoktur; tıpkı bir zamanlar Saddam’ın ve Esad’ın (ve bugün oğlunun) anti-emperyalizm teraneleriyle kendi halkına yaptığı zulmün meşrulaştırılamayacağı gibi...
Tıpkı “bağımsızlıkçılık, devletçilik, koruyuculuk” kalkanına sığınıp; İsrail-ABD- Batı karşıtlığını kullanarak otoriter rejimlerin “haklı” ilan edilemeyeceği gibi…
Zulmün, sömürünün, saldırganlığın yerlisi/yabancısı veya “ezileni”/ezeni olmaz, olamaz.
Anti-emperyalizm, otoriter bir zorbalığın çizgisine mal edilmemelidir. Çünkü anti-emperyalist çizgi, sömürge politikalarına karşı durmak kadar, onu var eden kapitalizme itirazla karakterize olur; zorba rejimlere karşı durmayı “olmazsa olmaz” kılar.
Yeri geldi, bilinse de, aktaralım:
“Emperyalizm, kapitalizmin tekelci aşamasıdır. Emperyalizmin beş temel özelliğini kapsayan tanımı da şöyledir: 1) Üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme aşamasına ulaşmıştır ki, ekonomik hayatta belirleyici bir rol oynayan tekelleri yaratmıştır; 2) banka sermayesi sanayi sermayesiyle iç içe geçmiştir ve bu ‘mali sermaye’ temeli üzerinde bir mali oligarşi ortaya çıkmıştır; 3) meta ihracından ayrı olarak, sermaye ihracı olağanüstü bir önem kazanmıştır; 4) dünyayı aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur; 5) en büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak paylaşımı tamamlanmıştır.”
“Dünya, bir avuç tefeci devlet ile büyük çoğunluğu oluşturan borçlu devletler şeklinde bölünmüş durumdadır. Bir yandan üretici güçlerin gelişimi ile sermaye birikimi arasında, diğer yandan mali sermaye için ‘nüfuz alanları’ ve sömürgelerin paylaşımı konusundaki mevcut orantısızlığı ortadan kaldırmak için, kapitalist düzen içinde savaştan başka bir araç var mıdır?”
“Egemen devlet, kendi egemen sınıfını zenginleştirmek ve alt sınıflarına rüşvet kabilinden sus payı vermek için, eyaletleri, sömürgeleri ve bağımlı ülkeleri sömürmektedir. İşçi önderleriyle işçi aristokrasisini satın almayı mümkün kılacak ve proletaryanın üst katmanını alt katmanından sistemli biçimde ayırmaya yarayacak olan böylesi bir rüşvet, hangi biçimde olursa olsun, ekonomik açıdan yüksek tekel kârları gerektirecektir.”[147]
“1850’lerde Avrupa kıtasında tarihsel sürecin içeriğini belirleyen emperyalizm değil, burjuva ulusal kurtuluş hareketleriydi. İlerlemenin kaynağında, burjuvazinin feodal ve mutlakiyetçi güçlere karşı hareketi vardı. Fakat artık, nesnel tarihsel durumun ‘belirleyici’ özellikleri değişmiştir ve ulusal kurtuluş için çabalayan sermayenin yerini uluslararası, gerici ve emperyalist finans kapital almıştır.”
“Günümüz sosyalizmi ancak emperyalist burjuva kamplardan birine katılmadığı, ancak bu kampların ikisi de şerdir dediği ve bütün ülkelerde emperyalist burjuvazinin yenilgisini istediği takdirde, özüne sadık kalacaktır. Bunun dışındaki her tutum ulusal-liberal bir politikadır ve gerçek enternasyonalizmle ilgisi yoktur.”[148]
Bunları söyleyen, “ulusal-liberal politikaları” mahkûm eden Vladimir İlyiç Lenin’dir…
Ellen Meiksins Wood’un da bunlara eklediği şey şudur: “Bir zamanlar sömürgeci emperyal güçlerin, ekonomik sömürüleri de hayli şeffaftı. Güney Amerika’daki İspanyolları veya Kongo’daki Belçikalıları gözlemleyen biri, kölenin servetinin efendiye aktarılma yollarını anlamakta güçlük çekmezdi. Tıpkı feodal lordların emek hizmetlerine ve kiralarına el koydukları köylüler ile arasındaki ilişkide belirsiz birşey olmadığı gibi. Modern kapitalizmde sermaye ve emek arasındaki ilişkiyi anlamak çok daha zordur. Zenginliğin zayıf uluslardan güçlü uluslara doğru aktığı bugünkü transferin varlığının tespit edilmesi önceki sömürgeci imparatorluklar dönemine göre imkânsızdır. Acı verecek kadar açık olan; böyle bir transferin gerçekliğinin, emek ve sermaye arasındaki ilişki kadar belirsiz olmasıdır. Burada tipik bir eski dönem zorlama ilişkisi yoktur. Zorlama görünürde ekonomiktir, doğrudan efendiler tarafından değil, pazar denilen mekanizma tarafından uygulanır. Burada resmen tanınan ve dışarıdan görünen tek ilişki yasal olarak özgür ve eşit varlıklar, örneğin alıcılar ve satıcılar, borç verenler-alanlar hatta egemen devletlerdir.”[149]
Tüm bunlar ABD (ve tüm emperyalistlerin) Ortadoğu’da ne yaptığını (veya yapmak istediğini) ortaya koyarken; IŞİD’den Esad’a uzanan “yerel”liğin de ne anlama geldiğini açıklar…
“ABD müdahalesi, IŞİD gericiliğine karşı” mı? Yapmayın!
Bakın ne diyor Sami Ramadani: “ABD işgalinin bir milyon Iraklıyı katletmesinden sonra, Obama ve Batı medyasının Iraklılar için timsah gözyaşları döktüğünü görmek mide bulandırıcı… İşte yine başlıyoruz, ABD insani bir felaketi emperyalist amaçlarını gerçekleştirmek ve yangına benzin dökmek için kullanıyor…
Terörizmin ABD liderliğindeki Irak işgalinin doğrudan bir sonucu olduğunu düşünürsek, ABD’nin terörizmle mücadele edip Irak halkını koruyacağını söylemek ayıp olur…
Tarih bize gösteriyor ki, özellikle ‘terörle mücadele’ yıllarında, ABD ve müttefiklerinin başka insanların ülkelerine müdahalesi her durumda felaketle sonuçlanıyor. Afganistan, Irak ve Libya’da yıkımlardan sonra bile, eğer yine oyuna getirilmezsek, ‘insani yardım’ söyleminin altında yatan emperyalist amaçları anlamamız ve müdahalelerin yararlı olduğu ve iyi niyetle yapıldığı iddiasını kuşkuyla karşılamamız gerekir.”[150]
Görülmesi gerekiyor: Bugün IŞİD’e karşı “insanî müdahale” bayrağını açan emperyalist güçler ve T.“C”, IŞİD aracılığıyla iki “avantajı” yakalamıştır: İlki, bölgeyi yeniden düzenleme ve coğrafyayı sınırlandırma avantajı...
İkincisi de, yeni askeri teknolojilerin risksiz denendiği savaşa sınırsız alan açılmasıdır. Böyle bir konjonktürde IŞİD emperyalistler için defedilmesi gereken bir “distopya”dan çok, sömürünün ve savaşın yeniden üretildiği “gerçek”tir!
Siz bakmayın ‘The New York Times’a mülakatında ABD Başkanı Obama’nın, “Ben ne Irak’ın, ne de Kürtlerin hava kuvvetleri olmak istiyorum,” demesine…[151] O bunu derken savaşa karşı değil; Ortadoğu mangalındaki kestaneleri bölgedeki işbirlikçilerine havale ederek toplatma yanlısıdır!
“Abartıyor” muyum?! O hâlde Fehim Taştekin’in aktardıklarını dikkatle okuyun:
“İsrail’in bir düşmanını iç savaşla ekarte etmek, İran-Suriye-Hizbullah-Hamas zincirini kırmak, kendi kendine yeten bir ülkeyi uluslararası sermayeye açmak ve bunlar olurken bölgeyi onlarca yıl uğraştıracak kaosu umursamamak; bölge için Amerikan vizyonu bu...
Tarih 6 Ağustos 2013. Yer Paris’in tarihi tren garlarından Gare Saint-Lazare’ın yakınında bir bar. Saat 17.00. Suriye muhalefetinin örgütlenmesi ve silahlandırılmasının mimarlarından ABD’nin eski Şam Büyükelçisi Robert Ford, iki yardımcısıyla birlikte Heysem Menna ile buluşuyor.
Menna, Suriye Demokratik Değişim İçin Koordinasyon Kurulu’nun liderlerinden biri. 40 yıldır Suriye rejimiyle mücadele eden saygın bir muhalif. 2002’de Arap İnsan Hakları Komisyonu’nun Paris’te organize ettiği uluslararası konferansta tanıştığımdan beri ilgiyle izlediğim bir insan hakları savunucusu…
Paris’teki o barda Menna ile Ford arasında Suriye krizinin en kritik kodlarından birini ele veren şu diyalog yaşanıyor:
Menna: Silahlı gruplara desteği neden kesmiyorsunuz?
Ford: Şu an Suriye’deki savaşı durdurmak Amerikan çıkarlarına uymuyor.”[152]
Bu kadarı yeter değil mi?
II.2.2) ABD = SİYASAL İSLÂM VE TERÖR
Siz bakmayın ABD’nin “Barış” ve “Siyasal İslâm ile mücadele” yaygaralarına!
Bunlar asılsız lafazanlıklar! “Neden” mi?
ABD’nin siyasal İslâm ile ittifakı Soğuk Savaş dönemine dayanır.[153] İkinci Dünya Savaşı biter bitmez başlayan Soğuk Savaş’ta siyasal İslâm (yani İslâmî ilkelerin siyasette ve devlet yönetiminde kullanılması), ABD tarafından hemen devreye sokuldu.
Burada durup, konuyu aydınlatmak için gerilere dönersek:
Siyasi İslâm’ın bir toplumsal hareket olarak miladını, 1928’de Hasan el Benna’nın Mısır’da İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) teşkilâtını kurması olarak almak mümkün. Bir yönüyle yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nin 1924’te (1517’de Türklerin Mısırlılardan almış olduğu) halifeliği sürdürmemesine tepkidir; amaçlarından biri de halifeliğin canlandırılmasıdır.
Ama uluslararası bir güç çarpanı olarak sahnede yükselişini, İran İslâm Devrimi ile değil, Pakistan’daki darbeyle başlatmak mümkün.
Temmuz 1977’de Pakistan’da Orgeneral Ziya ül-Hak, Başbakan Zülfikar Ali Butto’yu devirerek iktidara el koydu. Ziya’nın darbesi Pakistan’ı adım adım radikal İslâmcı gruplara ev sahipliği yapan bir nükleer güç olmaya götüren gelişme oldu.
Ardından Nisan 1978’de Sovyet orduları Afganistan’a girdi. Bu, Sovyet yanlısı bir hükümet darbesinin ardından gerçekleşti. ABD başta olmak üzere Batılı istihbarat servislerinin[154] desteğiyle başlayan mücahit direnişi, içinden bugünkü Taliban ve El Kaide gibi örgütleri çıkardı.[155]
Geliyoruz Paris’te sürgünde bulunan İranlı dini lider Ayetullah Humeyni’nin 1 Şubat 1979’da Tahran’a dönüşüne. Bu gelişme İran İslâm Devrimi’nin resmi başlangıcı sayıldı; aynı zamanda Afganistan’da yükselen Sünnî radikalizme karşı Şiî radikal kutubu ortaya çıkardı.[156]
Zincirin sonraki halkasında, 16 Temmuz 1979’da Irak’ta Hasan el Bekir’in yardımcısı Saddam Hüseyin tarafından devrilerek Saddam’ın iktidara geçişini görüyoruz. Buradaki kritik nokta, Saddam devirmemiş olsaydı, el-Bekir’in 1970’te bir darbeyle işbaşına gelmiş olan Hafız el-Esed ile Baas partileri aracılığıyla Suriye-Irak birleşmesini hazırlıyor olmasıdır.
İran Devrimi, Suriye’deki Nusayri yönetimine can vermiş, Şiî çoğunluğun başında Sünnî aşiretlere dayanan Saddam bundan çekinmiştir. Siyasi İslâm’ın Sünnî-Şiî kutuplaşmasının ilk sonucu, Türkiye’de 12 Eylül darbesinden 10 gün sonra başlayan Irak-İran savaşıdır.
Bundan bir süre önce, 30 Temmuz 1980’de İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesinin siyasi İslâm’ın radikalleşmesi üzerinde yaptığı etkiyi de kayda geçmek lazım. Keza, Suriye’deki Baas rejiminin 1982’de Hama ve Humus’ta binlerce MK taraftarını öldürdüğü katliamı ve aynı yıl İsrail’in Lübnan’daki Filistin kamplarını dümdüz etmesini de.
Sovyetler’in Afganistan macerası on yıl sürdü; 1989’daki bitişinden bir süre sonra Varşova Paktı da Sovyetler de dağıldı. Geriye Suudiler tarafından örgütlenip eğitilmiş CIA tarafından Stinger dahil modern silahlarla donatılmış mücahitler kaldı. Taliban ve El Kaide altında bir ayağı Pakistan’daki örgütlenmeler kısa sürede ABD ve Batı’ya cephe aldı. El Kaide’nin 11 Eylül 2001’deki ABD saldırısı, siyasi İslâm’ın şiddete kaymış hâlinin doruğunu oluşturdu.
Bu arada Tahran, İslâm Devrimi’ni dünyaya ihraç etme çizgisinden İran’ın milli çıkarlarını Şiî radikalizmi üzerinden savunan bir yeni-milliyetçilik geliştirmişti.
Aynı sırada Türkiye’de, yasaklanmış Milli Görüş çizgisinden çıkan revizyonist bir hareket, AKP adıyla yükselişe geçmişti. Geleneksel İslâmcı siyasetten Avrupa standartlarında demokrasi ve ekonomi talebiyle ayrışıyor, silahı reddedip sandığı esas alıyor, kendisine ‘Muhafazakâr demokrat’ denmesini istiyordu. Bir sonraki yıl seçimi kazanıp iktidar oldu.
AKP hareketi, 2000’lerin ortalarından itibaren Müslüman Kardeşler içindeki ılımlı kanatları etkilemeye başladı. Buralarda da sandık yoluyla iktidar olma hevesi, 2010’da başlayan Arap Baharı rüzgârıyla yükseldi. Bu durum, AKP’nin başındaki Tayyip Erdoğan’ın da bölgede siyasi İslâm merkezli gelişmelerle daha yakından ilgilenmesine, belki fazla iç içe olmasına yol açtı. Ancak Arap Baharı Mısır ve Suriye’de kısa sürede inişe geçmeye başladı. Bu arada da El Kaide türünden silahlı hareketler, genç ve intikamcı tabanda yayılmaya başladı.[157]
“KARDEŞLER’İN SONBAHARI”[158]
| |
MISIR
|
2011 yılında Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in devrilmesiyle birlikte on yıllardır yeraltında faaliyet gösteren Müslüman Kardeşler yasallaşarak iktidara geldi. Müslüman Kardeşler’e bağlı Özgürlük ve Adalet Partisi ilk seçimlerde oyların çoğunluğunu alırken, İhvan hareketinden olan Muhammed Mursi devlet başkanı seçildi. Ancak Mursi yönetiminin bir yıllık iktidarındaki baskıcı ve dayatmacı tavrı halkı yeniden sokaklara döktü. Temmuz 2013’teki halk tepkisi yüzünden asker yeniden darbe yaptı.
|
TUNUS
|
Zeynel Abidin Bin Ali hükümetinin 2011’de Arap Baharı’nın etkisiyle görevden uzaklaştırılması sonucu iktidara gelen Ennahda Hareketi, iktidardaki iki yılında ülkedeki sorunları çözemedi. İslâmcı aşırı uçları kontrol edememekle ve ekonomide ilerleme kaydedememekle suçlanan Ennahda, aylar süren siyasal krizin ardından kurulacak geçiş hükümeti lehine iktidarı bırakmayı kabul etti.
|
FAS
|
Müslüman Kardeşler’in Fas’taki temsilcisi olan Adalet ve Kalkınma Partisi 2011’den beri iktidarda. İslâmcı demokrasi anlayışını benimseyen parti, yöneticilerin Müslüman Kardeşler’le ilişkili olduklarına dair açıklamaları reddetmesiyle dikkat çekiyor.
|
SUDAN
|
El Beşir’in 1989’daki darbesinden beri hükümette yer alan Müslüman Kardeşler hareketi, El Beşir iktidarının şimdiye kadarki en büyük halk tepkisiyle karşı karşıya olmasının sıkıntısını yaşıyor. Petrol fiyatları üzerinden başlayan gösterilerde kolluk kuvvetleri ve halk karşı karşıya geliyor, basın kuruluşları ise iktidarın talimatıyla kapatılıyor.
|
SURİYE
|
1940’tan bu yana ülkede faaliyet gösteren Suriye Müslüman Kardeşler Örgütü, Mart 2011’de Dera’da yaşanan olayların ardından silaha başvurdu. İhvan Türkiye topraklarını kullanarak ülkeyi hızla iç savaşa sürükledi. Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve Suriye Ulusal Konseyi’nin temel gücünü oluşturan İhvan, Selefîlerin ve El Kaide’nin etkinlik kazanmasıyla eski gücünü kaybetti. Suriye Müslüman Kardeşler Lideri Muhammed Riyad El-Şukfa ağırlıkla İstanbul’da AKP’nin himayesinde tutuluyor.
|
SUUDİ ARABİSTAN
|
Müslüman Kardeşler diğer Arap ülkelerine nazaran Vahhabîlik ile çelişen pozisyonundan ötürü Suudi Arabistan’da hiç güç kazanamadı. 2011’den sonra Orta Doğu’da Müslüman Kardeşler’in güç kazanmasıyla, Suudi Arabistan yönetiminin ülke içindeki tavrı da sertleşti. İçişleri Bakanı Müslüman Kardeşler hareketini “İslâm dünyasındaki bütün sorunların müsebbibi” olarak niteledi.
|
YEMEN
|
Yemen’deki faaliyetlerini Islah Hareketi adı altında yürüten Müslüman Kardeşler, yıllardır El Kaide’yle işbirliği yapmakla suçlanıyor. Islah’ın El Kaide’yle birlikte çalıştığını ilişkin bir delil bulunmasa da, Müslüman Kardeşler Yemen’de ancak aşırı sağcı çatı örgütlerin altında faaliyet yürütebiliyor.
|
ÜRDÜN
|
1942’den beri Ürdün’de siyasal hayata etki eden Müslüman Kardeşler, 2011’de başlayan siyasi karışıklıkların ardında ülkedeki popülerliğini kaybetti. Uzmanlar, Müslüman Kardeşler’in Ürdün kanadının iç karışıklar yaşamakta olduğunu, eski gücünü muhafaza edemediğini belirtiyorlar.
|
GAZZE
|
Müslüman Kardeşler hareketinin küçük kardeşlerinden Hamas 2007’deki seçimlerin ardından Gazze’yi elinde bulunduruyor. Suriye’deki denklemde Katar-AKP-Kahire denklemine oynayan Hamas, bu hattın yenilgiye uğramasıyla birlikte etkinliğini kaybetti. On yıllardır merkezinin bulunduğu Şam’dan Doha’ya taşınan Hamas bugünlerde yalnızları oynuyor. Hareketin lideri Halit Meşal, Tahran ve Şam hattıyla ilişkileri yeniden inşa etme arayışında.
|
TÜRKİYE
|
İhvan hareketinin Türkiye’deki ideolojik ve siyasi uzantısı olan AKP, 11 yıldır ülkeyi yönetiyor. Gezi direnişi AKP’nin mutlak kudretini sarsmayı başardı. AKP’yi hem içeride hem de dış politikada zor günler bekliyor.
|
KATAR
|
Bölgede Müslüman Kardeşler’in hamiliğine oynayan ve bu hareketi finanse eden Katar, Arap Baharı’nın Suriye duvarına çarpmasıyla birlikte sarsıldı. 2013’ün Temmuz ayında Emir Şeyh Hamad bin Halifa El Sani iktidarı oğlu Şeyh Tamim bin Hamad El Sani’ye devretti.
|
CEZAYİR
|
Müslüman Kardeşler Teşkilâtı’nın (İhvan) siyasi kanadı Toplumsal Barış Hareketi Partisi (HIMS), diğer ülkelerin aksine Cezayir’de muhalefette ve etkin değil. HIMS Genel Başkanı Abdurrezzak Makri.
|
Geçmişinde siyasal İslâm ABD açısından dörtlü işleve sahipti.
Birinci ve en önemli işlevi, Sovyetler Birliği’nin Güney sınırının, İslâm ülkelerinden oluşan bir Yeşil Kuşak’la çevrilmesiydi…
ABD açısından Siyasal İslâmın ikinci işlevi, İslâmî ideolojinin anti-komünist amaçla kullanılmasında yatıyordu…
Soğuk Savaş döneminde Siyasal İslâmın üçüncü bir işlevi, çatışma veya doğrudan sıcak savaş ortamlarında da kullanılmasıydı.
Siyasal İslâmın dördüncü bir işlevi, doğrudan Sovyetler Birliği’nin içine yönelikti…
Görüldüğü gibi siyasal İslâm, Soğuk Savaş döneminde ABD için yaşamsal öneme sahip bir ideolojiydi.
Nihayetinde Sovyetler Birliği’nin likidasyonu ardından 1991’de Moskova Antlaşması ile yeni devletler kurulmasıyla Sovyetler Birliği hukuken dağılırken; Soğuk Savaş “sona erdi”! Tehdit ilan edilenler siyasal olarak ortadan kalktı...
Böylece Siyasal İslâmın, ABD (ve Batı) tarafından anti-komünist amaçlarla kullanılması da işlevini yitirmiş olmalıydı (ama olmadı)! Ancak ABD ve Batı yıllarca anti-komünist amaçlarla kullandığı siyasal İslâma büyük yatırımlar yapmıştı. Ondan hemen vazgeçmesi mümkün değildi…
Çünkü siyasal-kültürel-toplumsal olgularda, eğilimler öyle bıçakla kesilir gibi ortadan kalkmazdı. Nitekim, ABD’nin ve Batı’nın yıllarca yatırım yaptığı dincilik yeni dönemde de varlığını (ABD ihtiyaçları doğrultusunda) sürdürdü…
Yine bir parantez açarak ilerlersek: Siyasal İslâmın büyümesine olanak veren “ekosistemi” kısaca dört alt başlıkla betimleyebiliriz.
i) Kapitalizmin krizi: Bir kriz yönetme modeli olarak 1980’lerin başında benimsenen neo-liberal küreselleşme, “postkolonyal” devletin üzerinde durduğu ulusalcı - kalkınmacı mutabakatı yıktı. İşsizlik yoksulluk artarken devletin toplumsal harcamaları kısması, kamusal alanları özelleştirmesi, IMF otoritesi altına girmesi, toplumun en yoksul, kırılgan kesimlerinin, çalışanların, hatta geleneksel orta sınıfları da kapsayan çoğunluğun gözünde yönetici sınıfın meşruiyetini sarstı.
ii) Hızlı metalaşma: “Postkolonyal” devletin ekonomisi dış piyasaya açıldıkça ülke pazarını istila eden ithal malları, yerli üreticilere büyük darbe vurdu. Bu malların tüketimini desteklemek için yayılan imajların, özellikle kadın bedeninin, cinselliğin, “hazcılığın” pazarlama aracı olarak kullanımındaki, kadının emek piyasasına girişindeki artış, yerel “yaşam dünyalarının” kültürlerini, dolayısıyla iktidar ilişkilerini kırmaya başladı.
iii) Solun krizi: Kapitalizmin krizi “kitlesel işçi sınıfını” parçalar, sendikaları zayıflatırken küreselleşmeci (postmodern) söylem, Doğu Bloku’nun çöküşü karşısında uyum sağlayamayan sol hareket, sosyal demokrat, antiemperyalist/popülist ve komünist kanatlarıyla birlikte adeta çöktü.
iv) Emperyalist restorasyon: ABD hegemonyasının sarsılmasına karşı bir restorasyon projesi olarak gündeme gelen savaşlar, hem bölge halkları üzerinde büyük bir travma yarattı hem de liberal kesimleriyle birlikte bir “ılımlı İslâm” arayışını gündeme getirdi.
Siyasal İslâm hem “postkolonyal” devletin hem de solun krizinin oluşturduğu boşlukta, hizmet ve proje sunan bir hareket olarak hem de yerel yaşam dünyalarının, iktidar ilişkilerinin savunma refleksini birleştirebilen, uluslararası sermayeyle uyumlu bir izlenim veren, emperyalist restorasyonun bölgedeki ortağı olmaya aday bir popülist hareket olarak yükseldi.
Neo-liberal küreselleşme, hızlı metalaşma, yeni teknolojik gelişmeler, beraberinde getirdiği kültürel etkiler, uluslararası düzeyde, tüm yerel işçi sınıflarının içinde kendini gösteren yeni bir sınıf şekillenmesi (kapitalist gerçekçiliğe uygun ideolojik adıyla “yeni orta sınıf”) yarattı. Bu sınıf, kapitalizmin mali kriziyle birlikte tarih sahnesine hem kendi özgün talepleri hem de insanlık adına, evrensel özgürlük, eşitlik, kardeşlik, çevrecilik sloganlarıyla fırladı, toplumsal muhalefetin önüne geçti. Emperyalist restorasyon projesi de başarılı olamadı. Dünyanın stratejik merkezi doğuya kayarken Ortadoğu’nun enerji ekonomisi açısından stratejik önemi azalmaya başladı.
Söz konusu ortamda siyasal İslâmın Türkiye’de ve Mısır’da, bu yeni sınıfın muhalefetini etkisizleştirecek, ekonomiyi uluslararası sermayenin kullanımına uygun bir istikrarda tutabilecek yönetim becerisine sahip olmadığı ortaya çıktı. Toplumsal muhalefet siyasal İslâmın ılımlı-liberal cilasını kazıyınca, altından otoriter-totaliter, üstelik kapitalist dünyanın mantıklarına yabancı “radikal çekirdeği” ortaya çıktı.[159]
“Radikal çekirdek”in ortaya çıkışı çok önemliydi ve Faik Bulut, “Siyasal İslâmın imajı ciddi ölçüde kırıldı” dese de; Irak ve Suriye’de El Kaide ile bağlantısı olan grupların eylemleri artık intihar saldırıları, suikastler, sabotajlar içeren şiddet kampanyasının ötesinde, bu ülkelerdeki iç savaşın yeni cephesini oluşturdu ki, bu tabloyu da, “Günlük siyasi kakofoni içinde muhafazakâr toplum tabanındaki bir dönüşümü ıskalıyoruz. Radikal/ Militan İslâmcılık 1980’lerin sonu 1990’ların başında olduğu gibi yeniden yükselişe geçti. Bu orta ve uzun vadede Türkiye ve bölge için tehlikedir,” diye betimliyordu Emre Uslu…
Burada bir parantez daha açarak anımsatalım: Bush yönetimi terörizmle savaşmak, kaynakları kurutmak için yola çıktığında, söz konusu “bad guys”, Borabora Dağları’nın mağarasında saklanmaya çalışan sayıları birkaç yüzü geçmeyen El Kaide fanatiklerinden oluşuyordu. Bugünlerde, Afrika’da Boko Haram, El Şebab, Kuzey Afrika ve Magrip El Kaidesi olarak anılan, militan sayısı on binlerle ifade edilen gruplar var. Ortadoğu’da Suriye Irak topraklarında El Nusra, IŞİD adlı, katliamlarını, kestiği kafaları sosyal medyada sergileyen bir örgüt “halifelik” kurdu. IŞİD’in Batı kaynaklı bine yakın üyesi var. Bunların ülkelerine dönme olasılığı üzerine ABD ve İngiltere yüksek düzeyde alarma geçti.
Irak ve Afganistan savaşlarında bir milyona yakın insan öldürüldü, rejim değişti, sonra seçimler yapıldı, “demokrasi geldi” denildi. Şimdi, Afganistan’da Taliban’ın etkisi Pakistan’ı yıkıyor. Pakistan egemen sınıfları da yıkımı hızlandırmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Afganistan’da seçimlerden sonra sonuçlar sorgulanıyor. Çatışmalarda, saldırılarda ölenlerin sayısında 2014 yılında yüzde 44 artış var.[160]
Bölgenin gençleri neden bu akıma da ilgi gösteriyor? Sakın bu ilginin arkasında, işsizlik, geleceğe ilişkin umutsuzluk, emperyalist güçler ve kültür tarafından horlanmışlık duygusu, yaşamlarına yön verecek radikal bir düşünce, sadakat arayışı gibi etkenler olmasın?
Bir yorumcu diyor ki, bu akımlar dinin çok çarpık bir biçimini savunuyorlar. Bu akımlar aslında, “Yüzyıllardır yaptığınız yorumlar bizi bir yere götürmedi. Kitapta yazanlar Allah’ın kelamı olduğuna göre, bunlar hiç yorumlanmadan uygulanmalıdır” diyor. Sakın bu keskinlik, kesinlik, gençler tarafından yaşamlarını bağlayabilecekleri bir sadakat kaynağı sunuyor olmasın? “Terörizm” kavramının iki işlevi daha var.[161] Emperyalizmle, kapitalizm bağlantısını kurmadan savaşmaya çalışan dinci popülizmi ilgi çekici kılıyor.
Nihayet tüm bunlar tutmadı, tutmuyor. Prof. Leffer’in Council on Foreign Relations’un yayın organı, Foreign Affairs’in Eylül/Ekim 2011 sayısındaki yorumunda vurguladığı gibi, “ABD’nin yeni savunma stratejisi” önüne koyduğu amaçlara ulaşamadı, “Afganistan ve Irak’ta işgalin başarıyla gerçekleştirilememesi, bundan kaynaklanan ABD düşmanlığı ABD’nin küresel üstünlüğüne zarar verdi.”[162]
Tam da bu koordinatlarda Muhammed Hüseyin Fadlallah gibileri, “Batı’nın itip kaktığı ve kötü liderlerin yönettiği İslâm dünyasında, enerji kaynaklarına rağmen işsizlik ve yoksulluk oranı artıyor. Şiddet, hurafe ve cehaletle ağırlaştırılmış, bitkin ve ihmalkâr bir ümmet olmamız isteniyor,”[163] derken; Lui Kadumi benzerleri de itirazlarını, “Kaide kurşununu Müslümanlara çevirdi, bölünmeye yol açan tali savaşlara girmeye başladı. İsrail bir yaşam kültürü olduğunu ifade ediyor; Kaide ve diğer aşırılıkçı örgütlerse İslâm’ı faydasız bir ölüm kültürüne çevirmekte ısrarlı,”[164] biçiminde formüle ediyorlardı.
Yani “radikal” ile (her ne demekse![165]) “ılımlı” kategorizasyonu ekseninde “Arap isyanlarına kadar, Batı’da dış politika çevrelerinde, siyasal İslâmın ‘ılımlı’ kanadının seçimleri kazanarak hükümete gelmesine olanak sağlanmasının radikal kanadını etkisizleştirilebileceğine ilişkin bir inanç egemendi. AKP hükümeti, Türkiye deneyimi de adeta bu inancı destekliyordu. Bu ‘ılımlı’ kanadın temsilcileri Mısır ve Tunus’ta iktidara geldiler, ama devleti yönetemediler. Radikal kanat hızla gelişti, Kuzey Afrika’dan Suriye’ye büyük çaplı silahlı yapılarla etkinliğini artırdı.”[166]
Dışişleri Bakanı John Kerry’nin, “Radikal İslâm, bu onurlu dinin sabote edilmesi ve suiistimalidir,”[167] diye formüle ettiği eksende ABD’nin siyasal İslâmla dansında çok farklı partnerleri ve elbette rakipleri vardı.
Yani ABD’nin dün kullandıklarının/ partnerlerinin kimileri bugün kontrol dışı rakipleriydi; Thomas L. Friedman’ın, “Taliban ve Kaide’yi sadece askerle yenilgiye uğratamayız. Bu İslâm dünyasının da savaşı; Arapların dini ve siyasi liderleri artık Kaide’yi kınamalı, karşı fetvalar yayımlamalı. İslâm’ın da aşırılıkçılığa son vermek için iç savaşa ihtiyacı var,”[168] deyişindeki üzere!
II.3) YANILSAMA(LAR) PARANTEZİ
Burada durup, “yanılsama(lar)” konusunda bir parantez açmak gerekiyor.
Öncelikle şunu belirtmek gerek: İslâm ait olduğu ve onu var eden gerçekten çok, öznel niyet ve beklentilere göre sunulmaktadır.
“Nasıl” mı?
Mesela Esma Semsur’un, “İslâmîyet’in kültürel ve manevi olarak hâlâ bu kadar yayılma potansiyelini göstermesi; toplumsal-demokratik özünün gücünden kaynaklıdır. Bütün iktidarcı-devletçi yapıların İslâmîyeti kendi egemenliği için bir meşruiyet zemini hâline getirmesine karşın; özellikle Ortadoğu halklarında derin bir kültür ve yaşam geleneği olarak daha derin bir anlam ve güce sahiptir.
Komünal-toplumcu yapısıyla İslâmîyet, halkları etnik, dil-kültür farklılıklarına karşın en esnek bütünleştirici bir zemin oluşturmuştur. Yeri geldiğinde -din örtülü işgal ve fetih savaşı niteliğindeki- Haçlı seferlerine karşı bütün Ortadoğu coğrafyasını kapsayan bir direniş ve özsavunma perspektifini ortaya çıkarmıştır. Bu anlamda anti-kapitalist, demokratik, barışçıl özü İslâmîyeti büyük bir direniş potansiyeli hâline de getirmektedir.
Kapitalizmin İslâmîyeti -ılımlı-liberal veya radikal adı altında sapkın versiyonlarıyla- kullanma çabası Ortadoğu halklarına karşı kapsamlı bir ideolojik-politik ve ekonomik operasyondur. El-Kaide, El-Nüsra, IŞİD, Taliban gibi çeteci-katliamcı güçlerin bu çerçevede kullanılması Ortadoğu halklarını kaosa sürüklemek, parçalamak ve birbiriyle savaştırarak kapitalist hegemonyanın bütün düzenlerine mahkûm etmeyi ve teslim almayı hedeflemektedir,”[169] diye tarif ettiği İslâm gibi…
Ya da Emrah Çelik’in, “Bugün de, IŞİD veya başka bir örgüt, AKP veya herhangi bir siyasi parti, ya da İran ve Suudi Arabistan, kendilerini ‘Müslüman’, ‘dindar’ ya da ‘İslâmcı’ olarak tanımlasalar dahi, bu durum onların yaptıkları her eylemi zorunlu olarak ‘İslâmî’ kavramının içine almamızı gerektirmez… Eylemlerde ‘İslâmîlik’ ölçüsü, o eylemi yapanın inancı değil, yapılan eylemin niteliği ve İslâmî prensiplere uygun olup olmadığıdır,”[170] diye tarif ettiği İslâm gibi…
Veya Müfit Yüksel’in, “Haricî/Vahhabî ve Mücessime mezhebi yönelimli olup, bir takım batılı güç odaklarının da kontrolünde hareket eden, İslâm ve insanlık dışı eylemleriyle hiçbir hukuk ve sınır tanımayan IŞİD’ın eylem, saldırı ve katliamlarının İslâmî/Dinî hiçbir temeli/dayanağı yok,”[171] diye tarif ettiği İslâm gibi…
Bu (ve benzeri) tarifler, İslâma dair niyet (ve beklenti) beyanından başka nedir ki?
Hayır; “Kötüler İslâm değildir” yollu “iddialar” ciddiye alınamaz; tıpkı Hüseyin Ali’nin, “İslâmı kullanma” söylenceleri gibi![172]
Kimse inkâra kalkışmasın: İslâm, bir inanma kültüründen öte, dünyevî bir iktidar tasarımıdır. Bunu unutmamalı ve daima akılda tutmalıyız!
Ha, “İslâmda teröre yer yok” ya da Erdoğan’ın, “IŞİD’in İslâm’la bir âlâkası yok” söylencelerine gelince; öncelikle “var yok” yerine varolana itiraz, karşı çıkış ve mücadele gerek![173]
Bunun biricik yolu da, “ama”sız, “fakat”sız toplumsal laikliktir.
II.4) “ARA SONUÇ”
Ortadoğu’nun soru(n)larını halkların lehine çözebilmek için Etienne de la Boétie’nin şu uyarısı asla unutulmamalıdır:
“Bunca insan, ülke ve ulusun; başkalarının kendisine atfettiği güçten başka güç sahibi olmayan bir tirana, nasıl olup da müsamaha ettiğini anlayabilmeyi isterdim. Tiran böyle bir gücü, o güce sade tolerans gösterilirse kullanabilir. Destek vermek yerine mukavemet edildiğine, o güç size bir kötülük yapamaz. Tirana savaş açmak ya da tiranı alaşağı etmek gibi şeyler de gerekmez. Halk bizatihi gönüllü uşaklık yapmaktan vazgeçtiğinde tiran kendiliğinden yenilir. Tirandan bir şeyler almak gerekmiyor. Yalnız bir şey vermemek yetiyor. Kendilerini zincire vuranlar sonuçta halklardır. Özgürleşmeleri için de gönüllü uşaklıktan vazgeçmeleri kâfidir…”
Bu bağlamda da “gönüllü uşaklıktan vazgeçilmesi” gereken şeyler emperyalizmden dine uzanan yelpazedir. Bunlara -şöyle ya da böyle!- tutunarak Ortadoğu ne kurtulur ne de özgürleşir.
Kaldı ki bir Fransız atasözünün deyişiyle, “Koyunun kurtla barış pazarlığına girişmesi delilik”ken; Ortadoğu’nu kurtuluşu ve özgürleşmesi eskinin (rehabilitasyonundan değil!) yıkımında geçer.
Evet Ortadoğu’daki soru(n)ların, emekçilerin ve halkların lehine çözümü kısa vadede mümkün değildir. Ancak Desiderius Erasmus’un, “En haksız barış bile en haklı savaştan iyidir” veya “Si vis pacem, para pacem/ Barışı isteyen, barışa hazırlansın” türünden önermeler ile kimi ara çözümler, egemenlikleri rehabilite eden palyatif önlemlerdir.
“Barış için barış” olmaz; olamaz… Çünkü Noam Chomsky, “Barış savaşa tercih edilir ama bu mutlak bir değer değildir. Eğer Hitler dünyayı fethetmiş olsaydı barış olurdu ama bu bizim görmek istediğimiz türden bir barış olmazdı,” derken ekler V. İ. Lenin: “Kapitalistlerin ve onların diplomatlarının şu anda ihtiyaç duydukları şey ‘demokratik barış’ söylemleriyle burjuvazinin gerçek siyasetinin doğasının kitleler tarafından anlaşılmasını zorlaştıracak, onları gerçek devrimci mücadeleden saptıracak, halkı sağırlaştırma, uyutma ve uyuşturma görevini yerine getirecek, burjuva uşağı ‘sosyalist’lerdir.”[174]
“Uluslara ‘demokratik’ barış sözü veren ama aynı zamanda onları sosyalist devrime çağırmayan ya da sosyalist devrim mücadelesini boşlayan herhangi bir kişi... proletaryayı kandırıyor demektir.”[175]
“Günümüzde, kitlelere devrimci eylem çağrısında bulunmayan bir barış propagandası, yanılsamalar yaratıp proletaryanın moralini bozmak dışında bir işe yaramaz, zira proletaryayı burjuvazinin insancıl olduğuna inandırır ve onu savaşan ülkelerin gizli diplomasisinin elinde oyuncağa çevirir. Özel olarak, bir dizi devrim olmadan demokratik bir barış gerçekleşebileceği düşüncesi kökten yanlıştır.”[176]
Ortada bir savaş vardır.
“Savaş” deyince de Herakleitos’un, “Savaşın genel koşul, çekişmenin adalet olduğunu ve her şeyin çekişme dürtüsünden nasibini aldığını anlamamız gerekir”; Emma Goldman’ın, “Bütün savaşları dövüşemeyecek kadar korkak olan bu yüzden de kendileri adına dövüşmek için dünyanın gençlerini cepheye süren hırsızlar çıkarır,” uyarıları “es” geçilmeden “Non licet in bello bis peccare/ Savaşta iki defa hata olmaz,” “Vincere aut mori/ Ya zafer ya ölüm” denilmeye cüret edilebilmelidir.
Bu da Ortadoğu’da halkların kardeşliğinden öte eşitliğinden, yani kaderini özgürce “ama”sız, “fakat”sız tayin hakkından geçmektedir; V. İ. Lenin’in işaret ettiği gibi:
“Burjuvazinin bütün uluslar için eşit haklar ilanı aldatmacadır. Oysa bizim için bu eşitlik bütün ulusların kazanılmasını kolaylaştırıp hızlandıracak hakikât olacaktır. Uluslar arasında başarıyla örgütlenmiş demokratik ilişkiler olmadan -ve dolayısıyla ayrılma özgürlüğü olmadan- bütün ulusların işçilerinin ve genel olarak emekçi kitlelerinin burjuvaziye karşı iç savaşı imkânsızdır.”[177]
“Biz ulusların gönüllü birlikteliğinden yanayız. Bu birlik bir ulusun bir başka ulusa karşı zora başvurmasını reddeder; bu birlik, tam bir güven esasına, kardeşçe birliğin açıkça tanınmasına ve mutlak anlamda gönüllü kabule dayalıdır. Bu tür bir birlik bir çırpıda kurulamaz; işlerin sarpa sarmasını engellemek ve güvensizlik yaratmamak için son derece sabırlı ve dikkatli davranarak bu hedef için çalışmalıyız.”[178]
“Bütün uluslar için tam eşitlik; ulusların kaderlerini kendilerinin tayin hakkı; bütün uluslardan işçilerin birliği; işte Marksizmin, bütün dünyadaki deneyimlerin ve Rusya deneyiminin işçilere öğrettiği ulusal program budur.”[179]
“Bizim için her zaman önemli olan, ‘olaylar’ın kendisinin sosyalizm açısından ne anlam ifade ettiğidir. Bu kapsamda her sosyalistin temel görevi, kendi ülkesinin yurtseverliği ve şovenizmine karşı amansız bir mücadele yürütmektir.”[180]
“Sosyal-şovenizm - lafta sosyalizm,[181] pratikte şovenizmdir.”[182]
“Ezilen ulusların sosyalistleri, özel olarak, ezilen ulusun işçileri ile ezen ulusun işçileri arasında örgütsel birlik de dahil olmak üzere tam ve koşulsuz birliği savunmalı ve hayata geçirmelidirler. Bu olmadan burjuvazinin türlü çeşitli entrikaları, ihanetleri ve ayak oyunları karşısında proletaryanın bağımsız politikasını ve diğer ülkelerin proleterleriyle sınıf dayanışmasını savunmak mümkün olmayacaktır.”
“Teorik olarak, burjuva-demokratik devrimin verili bir ulusun diğerinden ayrılmasıyla mı, yoksa eşitliğin sağlanmasıyla mı sonlanacağı önceden söylenemez; her iki durumda da proletarya için aslolan, kendi sınıfının gelişimini güvence altına almaktır. Burjuvazi içinse aslolan, proletaryanın amaçlarının önüne ‘kendi’ ulusunun amaçlarını çıkararak bu gelişimi engellemektir. Tam da bu sebeple proletarya kendisini, deyim yerindeyse, olumsuz bir talep olan ulusların kaderlerini kendilerinin tayin hakkının kabulüyle sınırlar, hiçbir ulusa açık çekle gitmez ve başka bir ulustan çalıp diğerine bir şeyler verme yükümlülüğüne girmez.”[183]
II.4.1) İSYANDAN BAŞKA YOL VE ÇARE YOK
“Ortadoğu’da IŞİD sorunu, geçmişten bugüne gelen Kürt sorunu, bölgedeki mezhepler arasındaki gerilim ve çatışmalar, bölgeyi doğrudan etkileyen Filistin sorunu, bunlara eklenen doğal zenginliklerin, geçiş yollarının paylaşımı sorunu iç içe geçmiş, düğüm olmuş başlıca sorunlar. Bütün bu sorunlara devletlerin olsun, politik güçlerin olsun farklı çözümleri ve müdahaleleri bulunuyor”ken;[184] Rojava’dan Filistin’e uzanan güzergâhta kurtuluş ve özgürlüğün isyandan başka yolu ve çaresi yok!
Mesela Filistin!
2014 yazında başlayan Filistin direnişinin ardından geçen 9 aylık süreyi, Al Aksa Üniversitesi Fransızca Bölümü Başkanı Ziad Medoukh, Fransız l’Humanité dergisine röportajında “Var olmak için direniyoruz, direnmek için var oluyoruz” vurgusuyla şöyle betimliyor:
“İsrail’in hava saldırıları, 2014 Temmuz ve Ağustos ayını kapsadı, tam olarak 50 güne yakın sürdü. O an ölmeyi herkes göze almıştı. Yaşanan saldırıların yarattığı tahrifatı onarmak çok mümkün değildi. 2160 sivil yaşamını yitirdi. Bunlardan 570’i çocuk ve 270’i kadın, 110’u yaşlı olmak üzere, bombardıman boyunca ağır yaralılar da vardı. 11250 kişinin çeşitli yaralanmalarla tedavi altına alındığını biliyoruz. İsrail saldırıları 6000’den fazla evi kullanılamaz hâle getirdi. 30000 kişi evsiz kaldı. 73 cami yerle bir oldu. 197’si hâlâ ağır hasarlı. Bombardıman sırasında şehirde bulunan 2 kilise yıkıldı. 18 gazeteci, 20 acil servis sağlık görevlisi, 12 belediye işçisi ölenler arasında. 2 üniversite, 150 lise, 10 ilkokul, 5 BM okulu, 5 hastane, 29 sağlık merkezi, 25 ambulans, 2 otel, 120 fabrika, 50 belediye hizmet binası, 12 radyo ve televizyon binası ve daha pek çok kamu binası bombardımanla beraber yıkıldı, maalesef yerlerine hâlâ yenileri yapılamadı. Ekonomik olarak kaybın 5 milyar dolar olduğu düşünülüyor.”[185]
Orası, yıllardır sakız gibi uzayan “barış görüşmeleri”nin Filistin’idir!
Hem de Fehim Taştekin’in, “Filistin devletinin tanınmasıyla ilgili fotoğraf çok flu. Tanınma sorunu çözmüyor… Velhasıl İsrail yasadışı yerleşimler ve güvenlik bölgeleriyle Batı Şeria’daki fiili işgali yüzde 40’a vardırmışken, Filistinlilerin başkent olarak gördüğü Doğu Kudüs ilhak edilmişken ve Gazze ile Batı Şeria birbirinden kopukken Filistin devletinin ‘egemen’ bir devlet olması çok zor. Züğürt tesellisi olarak da BM’de eksik statüde olsa bile ‘tanınmış bir devlet’, Filistinlerin 1967 sınırlarını tutmasını sağlar ve Filistinlere devleti çok görenlere yanıt olabilirse ne alâ,”[186] notunu düşerken!
Bu kadar da değil elbet!
Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, İsrail’in durmadan Yahudileştirme faaliyetleri yürüttüğü ve Arapları çıkarmak için çalıştığı bölgede Kudüs’süz güvenlik ve barış olamayacağını söylerken; ABD’nin, BM’ye yapacağı, devlet olarak tanınma başvurusunu durdurmaya çalıştığı ve İsrail’in 1967 öncesi sınırlara çekilmesi ve başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız Filistin devletinin kurulmasını öngören BM Güvenlik Konseyi karar tasarısının veto edildiği bir coğrafyadır Filistin.
“İyi de ne olacak” mı?
Bu konuda, “Filistinlilerin gasp edilmiş haklarını geri almak için çok fazla seçeneği olmadığını düşünenler, sadece bu halkın karşılaştığı engellere ve sorunlara bakıyor. Fakat insan haklarının ve mazlumlarla dayanışmanın öne çıktığı bu çağda, haklarının bir kez daha çalınması zor. Filistinlilerin bu dönemde öğrendiği bir diğer ders de bütün araçlarla direniş. Diplomatik çalışma seçeneği şartlara ve uluslararası güçlerin rızasına bağlıdır; dolayısıyla İntifada bütün zamanlar ve mekânlar için uygundur. İntifada tercihi zamanla önemini yitiren bir tercih değildir,”[187] yanıtını veriyor ‘Ahbar El Arap’…
Ya da Rojava/ Batı Kürdistan veya Kürdistan’ın öteki parçaları…
III. AYRIM: ROJAVA (BATI) KÜRDİSTAN
Mustafa Peköz’ün, “Kobanê savaşı, Ortadoğu’nun geleceğini belirleyen, toplumsal dinamiklerin ve bölgesel stratejilerin bir bakımdan yeniden çizileceği bir süreç olarak kabul görüyor,” vurgusuyla sunduğu Rojava önemli bir deneyimdir; önemlidir; ama sadece devrimci bir deneyimdir
Çok önceleri söylediğim gibi, “Rojava, ötekisiz bir ulusal inşa girişimidir. Buna halk demokrasisi de diyebilirsiniz!
Ancak kurtarılmış bölgedeki ‘öz yönetim deneyimi’ denilen şey, sadece bir geçiştir; yani ‘kararsız denge’ hâlidir; uzun süre böyle kalmaz; ya bağımsızlığa doğru ilerleyecek veya gerileyecektir!
Rojava’ya ilişkin, ‘Bütün Ortadoğu’yu ve hatta dünyayı değiştirecek bir devrim’ veya ‘Dünyanın sıfır noktası’ benzeri sözlerin Zapatistalar için de kullanıldığını ve aradan geçen zaman ardından ne olduğu hepimizin malumudur…
Nihayet ‘Rojava’nın özerklik deneyimi kadar, bir feminist, sosyalist deneyim olduğu’ varsayımı sadece öznel bir görüştür; bir süre de propaganda malzemesi olarak böylece kalacaktır!
Rojava, radikal sosyalistler tarafından (Ulusların Kaderini Tayin Hakkı ekseninde) sonuna kadar desteklenmesi gereken bir özgürlük hamlesidir…”[188]
“Bir belirsizlikler ve riskler coğrafyası olarak Ortadoğu dengelerinin altüst olduğu güzergâhta Rojava’daki gelişmeler, Ortadoğu’da XX. yüzyıl statükosunun artık devam ettirilemeyeceğini göstermektedir; bunun kanıtıdır.”[189]
Bunlara ne şüphe?
Bir ulusal inşa girişimi olarak Rojava, “Kürtler için gelecek tasavvuru, AKP hükümeti için tehdit, IŞİD için halifeliğin önünde engel.”[190] Bu hâliyle,“Suriye sınırında bağımsız bir Kürt varlığı hayaleti Türkiye’nin yüreğine korku saldı. Rojava’da ‘Kürt Baharı’ gelişmeleriyle Türkiye’de algılanan tehdit varoluşsal bir karakterdedir.”[191]
‘The Financial Times’ın, “Kobanê Savaşı Kürtlerin Milliyetçi Heveslerini Diriltti” başlıklı yazısındaki ifadeyle, “Orta Doğu’daki ülkelerde, dağınık bir şekilde yaşayan Kürtler, Kobanê’deki savunmanın karşısında adeta büyülendiler… Kobanê, bugüne kadar devleti olmayan Kürtler için, milli bir çağrı hâline dönüştü…[192] Kürtler, bölgedeki etkileri sayesinde, kendilerini Batı’nın önemli müttefiki olarak konumlandırabileceklerini anladılar.”[193]
Bu tabloda “Kobanê ekseninde bir şeyler değişti” vurgusuyla sıralıyor Aydın Engin:
“Bir: ABD Kobanê’ye askeri yardım yapacağını ilan etti ve ardından da 24 ton silah ve mühimmat yardımını havadan Kobanê’ye indirdi.
İki: ABD, Rojava’daki egemen siyasi güç, PYD’yi terörist bir örgüt olarak görmediğini resmen ilan etti.
Üç: Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi, Kobanê’yi savunan Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) güçlerine destek olmak üzere peşmerge birliklerini Türkiye üzerinden Kobanê kantonuna aktardı…
Evet, Kürt cephesinde önemli gelişmeler var…
Anlaşılan o ki ABD ve onun dümen suyunda giden Almanya, İngiltere, Fransa gibi AB’nin ağır topları Ortadoğu’da haritaların yeniden çizilmesinin ve sınırların yeniden belirlenmesinin zamanı geldiği kanısında ve galiba kararındalar…
Bu, dört ülkeye (Türkiye, Irak, Suriye ve İran) yayılmış Kürt halkı için bugüne kadarkinden farklı, çok farklı bir gelecek demek.
Bu farklı ‘gelecek’ bir Kürt ulus devleti olarak somutlaşabilir. Bu Barzani’nin de düşü. Ortadoğu petrollerine, İsrail’in yanı sıra güçlü ve güvenilir bir bekçi arayışının sonucu ABD ve AB için bir Kürt ulus devleti olabilir. Bunun Barzani liderliğinde yürümesine de aynı kesimlerin itirazları olmayabilir.”[194]
III.1) “ABARTI(LAR)” VE “İDDİA(LAR)”
Hâl bu merkezdeyken; “Demokratik modernitenin pratikle buluşup doğruluğunu test ettiği ve bu düşüncenin yaşamda örülmesi için gerekli olan pratik adımların atıldığı yer Rojava Kürdistan’ı olmuştur. Tarih bu deneyimi Rojava Kürdistan’ına nasip kıldı. Şimdi artık elimizde bir teorik öngörünün yanında bir de ‘Kobanê deneyimi’ diye pratik bir örnek var. Bir benzetme yaparsak: Tıpkı büyük Oktober (Ekim) Devrimini gerçekleştiren Bolşeviklerin elindeki Paris Komünü deneyiminden başka bir pratik tecrübelerinin olmadığı gibi,”[195] diyen Ömer Ağın meseleyi içinden çıkılmazca abartıyor…
“Büyük Oktober (Ekim) Devrimi”nden, “Paris Komünü”nden bahseden (eski TKP’li) Ömer Ağın’a ve “Kobanê hayal gücünün iktidarıdır,”[196] diyen ‘Atılım’a 94 maddeli Rojava Anayasasının “Toplumsal Sözleşmesi”nden aktaralım:
“40. Madde: Demokratik Özerk Yönetimler’deki tüm emlak ve topraklar halkındır. Bunların kullanımı ve dağılımı ilgili yasalarca düzenlenir.
41. Madde: Mülkiyet ve özel mülkiyet hakkı güvence altına alınır. Yasadışı olarak hiç kimse mal ve mülklerini kullanım hakkından mahrum bırakılamaz. Hiç kimsenin toprağı ve mülkü elinden alınamaz. Kamu çıkarı için alınması gerekiyorsa da karşılığı ödenmelidir.
42. Madde: Demokratik Özerk Yönetimler’deki ekonomik sistem; toplumsal gelişim, adalet ve üretimin devamı üzerine kuruludur ve bilimsel-teknolojik imkânlara dayanır. Üretimin geliştirilmesi ve ekonomik icraatların amacı insan ihtiyaçlarını karşılamak ve onurlu bir yaşamı tesis etmektir. Demokratik Özerk Yönetimler “Herkes çalışmasına göre kazanacak” esasına göre ortak bir ekonomi ve meşru bir yarışı kabul eder, tek elde toplamayı (stoklama) yasaklar ve toplumsal adaleti tesis eder. Ulusal üretim araçlarının mülkiyeti tesis edilir, yurttaş, işçi ve doğa hakları korunur ve ulusal egemenlik güçlendirilir.”[197]
Bunlar hiçte yeni olmayan (sosyalist olmayan) “ulusal demokratik” yaptırımlardır ve de tarihsel deneyimler açısından bir “sır” da değildir.
Benzer bir tutum da “Kobanê birden fazla şekilde Ortadoğu tarihinde bir milad olmaya aday. Herkesin düşmesini beklediği kent şairane bir direniş gösterdi. Bu şairane direnişin en önemli açıklaması Kürt Özgürlük Hareketi’nin demokratik modernite paradigmasının dayalı olduğu özsavunma. Ne yazık ki meclislerle karşılaştırıldığında özsavunma yeterince dikkat çekmiyor. Oysa bana kalırsa 4 parçada da öncelikli mesele özsavunma ve özsavunma aracılığıyla özneleşme ve antimilitaristleşmedir,”[198] diyen Nazan Üstündağ’ın satırlarına yansıyor…
Geçerken hatırlatalım: Türkiye’den 4 bin 500 kişi, PYD’nin askeri kanadı YPG’ye katıldı. PKK dağ kadrolarından da 4 bine yakın militan Suriye’de YPG saflarında savaş yürütüyor![199] Yani ortada orta çapta bir “militer güç” sözkonusu; üstelik bunun da böyle olması gerekiyor!
Bu durumda, Fuat Kav’ın, “Ortadoğu devrimini Kürt kadınları yapacaktır… Ortadoğu Demokratik Cumhuriyeti’nin taşlarını bugün Kobanê’de kavganın en önünde yer alan kadınlar tarafından döşenecektir,”[200] yolundaki propagandif abartısı yanıtlanmayı bile hak etmiyor…
Ya Erol Katırcıoğlu’nun, “Çok-kimlikli demokrasi artı özerklik: Çözümün anahtarı bu,”[201] genellemesine ne demeli? Nerede ve hangi koşullarda sınıflı-sömürücü yapıların panzehiri bu olmuş ve olabilmiş?!
Ve Mustafa Karasu’nun, “Kobanê direnişi, özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde yeni bir dönem başlatmıştır,”[202] saptamasına gelince: Yine hatırlatmakla yetinelim, mülkiyet (üretim ve bölüşüm) ilişkilerine müdahale etmeyen bir sosyalizm olamayacağı gibi böyle bir “özgürlük” anlayışı, sosyalizme ait olamaz…
III.2) ULUSLARARASI İLİŞKİLER AĞINDA ROJAVA
Kürtlerin Ortadoğu’da kaçınılmaz bir aktör hâline geldiğinin altını çizerek,[203] “Kim Ortadoğu’da siyaset yapmak istiyorsa Kürtlerle oturmalı ve konuşmalı,”[204] diyen PYD Eşbaşkanı Salih Müslim, Rojava’yı Suriye’nin bir parçası olarak gördüklerini belirtirken Irak’ta Kürtlerin bağımsızlık ilanını zamansız bulduklarını açıkladı.[205]
Yine, ‘Deutsche Welle’ muhabirinin, “Suriye’deki iç savaş bittikten sonra Rojava’nın statüsü ne olur?” sorusunu da, “Bizim hedefimiz demokratik özerkliktir. Bu şekilde Rojava Suriye’nin bir parçası olacak ve bağımsızlık talep etmeyecek. Suriye’de demokratik bir sistem oluşmak zorunda. Ve bizim demokratik özerkliğimiz de bunun bir parçası olacak,”[206] diye yanıtlayan Salih Müslim, “Bağımsız Kürdistan” fikrine sıcak bakmadıklarını, bunun Kürtler için daha çok kan, daha çok kayıp olacağını da vurguladı.
Konuyla ilişkili olarak ‘BBC’ye konuşan Müslim, “Kürtler yaşadıkları ülkelerde hak ve hukuk mücadelesi vermeliler. Mesud Barzani’nin bağımsızlık ve referandum isteğini desteklemiyorum” dedi.
Aynı konuda ‘T24.com’a da mülakat veren Müslim, “Kürtler, kendi yaşamlarını tayin etme hakkına sahiptir. Ancak, ulus devlet ya da bağımsız Kürdistan, Kürtler için bitmeyecek bir savaşın içinde olmak demek. Kürtler kendini ateşe neden atsın? Birlikte ve eşit ve demokratik yaşamak mümkün kılınabilir. Biz Suriye’de de bağımsızlık istemiyoruz. Demokratik ve birleşik Suriye’nin parçası olmak istiyoruz. Kimseye akıl vermek ya da etkilemek için söylemiyorum, ama Bağımsız Kürdistan fikrinin iyi olacağını düşünmüyorum,”[207] diyen Müslim, Kürtlerin Irak’tan ayrılmasını doğru bulmadıkları vurgusuyla ekledi: “İçinde bulunduğumuz şu durumda bağımsızlığın Kürtlerin yararına olacağını sanmıyorum. Ülkeleri bölmenin ve milletleri birbirinden ayırmanın doğru olduğunu düşünmüyorum. Ulus-devletler, ulusları birbirine düşürüyor. Bu Avrupa’da denendi ve başarılı olmadı. Ulus-devletlerin modası geçti, bu modeli XXI’inci yüzyılda artık kimse kabul etmez”![208]
“Tarih beraber yaşayın diyor,”[209] vurgusuyla Salih Müslim’in altını çizdikleri, yoruma gerek bırakmayacak kadar açık. Tıpkı, “ABD’ye silahların PKK’ya gitmeyeceği sözü verdik”… “Barzani çok değerli bir insandır. Kürt halkının bir değeridir…” “Hükümet-PKK arasında arabulucu olabiliriz,”[210] demesi gibi…
Ancak Mustafa Karasu’nun, “KDP, IŞİD Rojava Devrimini yıksın, bunun üzerine ben oturayım diye düşünmüş”;[211] Abdullah Öcalan’ın, “Barzani Rojava’yı IŞİD’den kurtarmak istemiyor, sizden, hareketten kurtarmak istiyor. ‘Siz temizleyeceğim’ diyor. Zaten Barzani IŞİD’le anlaşmalıdır. Oradaki direniş kırılırsa Rojava’ya girecek, faşizan bir şekilde, orada El Parti var, onu hâkim kılacak. Barzani’yi tanıyorum. Çok insafsızdır, faşizm estirir, katliam yapar… 120-150 yıl önce Barzani ailesi İsrail’den gelmiş, Nakşibendi tarikatına yerleşmiştir… Zaten IŞİD saldırıları İsrail’le bağlantılıdır… Fakat zavallı peşmergeler bunları bilmez,”[212] sözlerine altını çizerek hatırlatıp ilerlersek: “29 Temmuz 2014 akşamı Urfa’ya varan Peşmerge güçleri kendilerini bekleyen kalabalık tarafından şu sözlerle karşılandı: “Yaşasın Başkan Obama”… Urfalı Kürtlerin tepkisi ABD’nin Kobanê’de sunduğu destek karşısında duyulan minneti özetliyordu. Aynı zamanda yeni bir gerçeğe işaret ediyordu. Mevcut konjonktürde, ABD, Kürt sorununun ayrılmaz parçası, hatta en önemli aktörlerinden biri,”[213] diyor Amberin Zaman…
Gerçekten de Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı Mesut Barzani, Washington’daki temasları sırasında görüştüğü Amerikalı yetkililere, Türkiye ve ABD’nin yardımı olmasaydı, IŞİD’in Kobanê’den çıkarılmasının mümkün olmayacağını söylerken;[214] Müslim, ABD ile ilk kez 12 Ekim 2014’de Paris’te temas kurduklarını, ABD Başkanı Barack Obama’nın Suriye’nin Özel Temsilcisi Daniel Rubinstein ve Dışişleri Bakanlığı heyeti ile görüştüklerini açıkladı.
Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani ile Dohuk’ta görüşen ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Yardımcısı Tony Blinken’in Müslim ile de gizlice görüştüğü ortaya çıktı.[215]
15 Ekim 2014’de PYD ile direk olarak görüşmeye başladıklarını bildiren ABD Dışişleri Bakanlığı, 16 Ekim 2014’de de PYD ile istihbarat bilgilerini paylaştıklarını açıkladı.[216]
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Marie Harf, Washington’daki basın toplantısında, “PYD sözcüsünün, Kobanê’de koalisyonla istihbarat paylaşımları yaptıkları ve hava saldırılarını koordine ettikleri” sözleri ile ilgili soruya verdiği yanıtta, “Birçok kişiden istihbarat alıyoruz. Bilgiler alabileceğimiz her yere bakıyoruz. Dolayısıyla evet, bazı istihbarat ve bilgi paylaşımları bulunuyor. Bu her alanda tekrarlayacağınız bir şey değil tabi ki ama bu doğru,” dedi.[217]
Obama yönetiminin Kobanê Kantonu Eşbaşkanı Enver Müslim’i Washington’a davet ettiği ortaya çıkarken; 8 Şubat 2015’de de PYD Eşbaşkanı Asya Abdullah, Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande tarafından Elysee Sarayı’nda ağırladı.[218] Bu PYD eşbaşkanlarının bir devlet başkanıyla ilk açık görüşmesiydi ve M. Ali Çelebi’ye göreyse, “PYD birçok ülkeye davet ediliyor, devlet başkanlarıyla başka görüşmeler olmadı mı? Açıklanmayan, off the record olarak bana aktarılan başka görüşmeler var. Yani devlet başkanları düzeyinde PYD liderleriyle daha önce de Avrupa’da görüşme oldu. PYD Eşbaşkanı Muslim ve PYD yönetimine ABD vize vermiyordu. ABD geride durup daha çok Fransa’yı öne çıkarıyordu. Öyle ki ABD diplomatları PYD ile görüşmelerini Paris’te yapıyordu. Bölgedeki ittifaklarını, enerji güzergâhlarını korumak için Suriye krizinin bir tarafı olan ABD, Kobanê zaferi sonrası kapılarını PYD’ye açmaya karar verdi. Yeni görüşmeleri kendi kentlerinde yapmaya karar vermiş durumda.”[219]
Bu arada Rojava’nın Kürt Yüksek Konseyi üyesi ve Rojava kantonlarının Avrupa temsilcisi Sinem Muhammed, ABD’de temaslarda bulunuyor. Bir aydır ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Tom Malinowski’nin yanı sıra bakanlık yetkilileriyle de görüşerek, Rojava için demokratik perspektiflerini anlatırken, “ABD yönetiminden destek bulabildiniz mi?” sorusunu şöyle yanıtladı: “Öncelikle buraya gelebilmem (vize verilmesi) iyiye işaret zaten. ABD sanıyorum Suriye içinde demokratik bir yapıyı desteklemek istiyor. Ve Suriye’de demokrasi bulunan tek yer Rojava ve kantonları. Ben iyimserim ve ABD’nin destek vereceğini düşünüyorum.”[220]
Tüm bunlara ek olarak ABD’nin eski Suriye Büyükelçisi Robert Ford, “Suriye’deki çatışmadan galip çıkacak olan aktör, PYD’dir,” diyorken;[221] ABD Dışişleri Bakanlığı, ABD’nin Suriye’de PYD’ye Amerikan silahı sağlamadığını belirtip, “Net olmak gerekirse, ABD, PYD’ye Amerikan silahı sağlamıyor. Kobanê’yi savunan IŞİD karşıtı güçlerin, sahada IŞİD’e karşı mücadeleyi sürdürmeleri için sahip olmaları gereken malzeme miktarının tehlikeli biçimde azaldığı geçen ekim ayında belirginleşmişti. Bu nedenle Başkan Obama, Kobanê’yi savunanlara Irak’taki Kürt Bölgesel Yönetimi yetkililerince sağlanan malzemeyi havadan tedarik etmeye karar verdi,”[222] maruzatına sarılıyordu![223]
III.2.1) TEHLİKE(LER)
Girift uluslararası ilişkiler ağında Kemal Erdem’in, “Dohuk Anlaşması, Kürt ulusal birliğine giden yolu mu açmaktadır yoksa ulusal birlik görünümü altında, Rojava’da güç dengesinin değiştirilmesini mi öngörmektedir ya da daha açık bir şekilde konuşursak, PKK-PYD’ye bir ‘Rojava Tuzağı’ mı kurulmaktadır?”[224] sorusunu dillendirdiği tabloda IŞİD kanalıyla Kobanê’yi düşürmek isteyen AKP hükümeti bu yolla yapamadığını şimdi ÖSO üzerinden hayata geçirme arayışında. Niyet Kobanê’deki “de facto” durumu ezmek, kendisine tabi kılmak. Ankara’nın dayatması, Washington’un göz kırpmasıyla Türkiye’nin “özel temsilcisi” Abdulcabbar El Akidi Kobanê’ye gönderildi. Peşmerge geçişinin yarattığı kaos fırsat bilinerek yüzlerce militanla birlikte.
Suriye ve Irak’ta kronikleşmeye yüz tutan krizin ortaya çıkardığı savaş tüccarlarından sadece bir tanesi Abdulcabbar El Akidi. ÖSO’nun eski komutanlarından. Karanlık bir isim. İç savaşla palazlandı, etrafında topladığı milis gücünü ganimete tahvil etme hevesinde. Uzun zamandır Türkiye’nin himayesinde. Ankara ile olan münasebetleri bir hayli kirli. Tıpkı Reyhanlı saldırılarının arkasındaki isimlerden Heysem Topalca gibi.
Akidi, şimdi kuşatma altındaki Kobanê’de YPG ve Peşmerge komutanlarıyla birlikte pozlar veriyor. En son “Özgür Suriye Ordusu’ndan 200 savaşçı Türkiye üzerinden Kobanê’ye giriş yaptı” açıklamasında bulunmuştu. Uluslararası toplum ve “koalisyon güçleri”nden, “IŞİD ve Esad rejimine karşı savaşan” ÖSO’ya destek vermesini istiyor. ÖSO tarafından, bin kişilik grubu IŞİD’e karşı savaşmak üzere Kobanê’ye götürmekle görevlendirildiğini açıkladı. Ancak ÖSO kendisini anında yalanlandı.
Akidi’nin kimin adına konuştuğu belirsiz. Zamanında ÖSO içinde PYD ve YPG’ye karşı en şahin tavrı sergilemiş bir isim kendisi. Ağustos 2013’te Halep’te bir toplantıda ‘PKK’ diye andığı YPG’yi “Acıma olmayacak. Eğer imkânımız olursa köklerini kurutacağız,” diye tehdit etmişliği dahi var.[225]
Bir zamanlar Kuzey-Batı Kürdistan’da kimilerince (sakın inkâra kalkışmasınlar arşivlerde kayıtlıdır!) “çözüm sürecinin mimarı” olarak anılan(!?) AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözcüsü İbrahim Kalın’ın, “PYD bizim için terör örgütüdür,”[226] dediği koşullarda ABD (ile Batı)’den ÖSO’ya uzanan tehditler ve kaynaklarına ilişkin olarak ciddi ciddi kafa yorulmalıdır!
ERDOĞAN KOBANÊ İÇİN NELER DEMİŞTİ?[227]
| |
“KOBANÊ DÜŞTÜ DÜŞÜYOR”
|
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Kobanê’yi kuşatma altına alan IŞİD örgütünün bitirilmesi için kara harekâtının şart olduğunu söyledi. Gaziantep’teki çadır kentte kalan Suriyelilere hitap eden Erdoğan, “Kobanê düştü düşüyor” diye konuştu.
|
“PYD BİR TERÖR ÖRGÜTÜDÜR”
|
Erdoğan kısa süre sonra yaptığı bir açıklamada da kenti günlerdir savunan ve yüzlerce ölü veren PYD’ye ilişkin ise “Son günlerde bir şeyler dolaşmaya başladı. Nedir o? PYD’ye silah desteği vermek ve PYD’ye verilecek silah desteği ile IŞİD’e karşı burada bir cephe oluşturmak. PYD şu anda bizim için PKK ile eştir. O da bir terör örgütüdür. Yani bir terör örgütüne kalkıp da bize dost olan, NATO’da beraber olan Amerika’nın böyle bir desteği, açıktan açığa bunu söyleyerek bizden böyle bir ‘evet’ ifadesini, yaklaşımını beklemesi bir defa çok çok yanlış olur. Böyle bir şeyi bizden beklemesi mümkün değil, böyle bir şeye ‘evet’ diyemeyiz,” dedi.
|
“VARSA YOKSA KOBANÊ, NEDEN”
|
Erdoğan Kobanê konusunun gündeme gelmesine de tepki göstererek ‘Şu anda niye Suriye sorusunu da sormak lazım. İlla da niye Kobanê diye sormak lazım. Irak’ın üçte biri gitti. Acaba bu üçte birde niye hiç rahatsız değiller bunlar. Bu soruyu da sormak lazım. Şu anda bu üçte bir ile ilgileniyorlar mı? Sadece varsa yoksa Kobanê. Neden? Bunlar manidar.’diye konuştu.
|
“KOBANÊ İLE TÜRKİYE’NİN NE ALÂKÂSI VAR”
|
Erdoğan Kobanê katliamına ilişkin Türkiye’de yapılan gösterilere de şu sözlerle karşı çıktı: “Şimdi de ‘Kobanê’ diyerek Türkiye’deki huzura, istikrara, güven ortamına ve kardeşliğe saldırıyorlar. Kobanê ile Türkiye’nin ne alâkâsı var, İstanbul’un ne alâkâsı var, Ankara’nın ne alâkâsı var? Kobanê ile Siirt’in ne alâkâsı var, Diyarbakır’ın ne alâkâsı var, Bingöl’ün ne alâkâsı var? 200 bin Kobanê’deki Kürt kardeşimiz Türkiye’ye geldi de sığınmak istedi de içeri mi almadık? 200 bin Kobanê’den gelen Kürt’ü bağrına basan, onları yediren, barındıran Türkiye’nin şu anda bir devleti var. Daha ne istiyorsunuz? Ama Suriye’ye, Irak’a girmek için tezkere müracaatında bulunan hükümete parlamentoda destek vermeyeceksin… Öbür taraftan kalkacak bir tanesi diyecek ki ‘Sadece Kobanê için bir tezkere hazırlayalım’. Al birini vur diğerine hiç bunların birbirinden farkı yok. İnanın bunların millet diye, bunların bayrak diye, bunların vatan diye, bunların devlet diye bir derdi yok, bunların tek derdi var karıştırmak. El vicdan derler, el insaf derler.”
|
“KÜRT DEĞİL ARAP KENTİ”
|
Erdoğan Kobanê’nin Kürt değil Arap kenti olduğunu söyledi. Estonya dönüşü uçakta konuşan Erdoğan “Aslında, adı üzerinde, Ayn’el Arap’tır. Daha sonra bu Kobanê’ye dönüşmüştür” diye konuştu.
|
Bu yapılırken de Yusuf Karataş’ın, “PYD (Kürt hareketi) bugüne kadar ABD ve Türkiye’nin hesaplarını bozabildiği için önemli bir güç hâline geldi. Ancak yeni durumda ABD’nin hesabının tutmaması; Kürtlerin ABD stratejisine bağlanabilmelerine yol açacak koşulların oluşmasının engellenmesi için yapılması gereken ilk şey, herhâlde lideri ABD tarafından Türkiye’ye teslim edilen Kürt hareketini peşinen Amerikancı ilan etmek değil; Kürt hareketinin halklar için yarattığı demokratik-ilerici birikimin sahiplenilip desteklenmesidir. Yoksa ne kadar keskin laflar kullanılırsa kullanılsın, yapılan iş ABD stratejisine hizmet etmekten başka bir yere götürmez,”[228] biçimindeki “ya bizdensin ya bize karşı” tavrıyla topyekûncu reddiyesiyle eleştiri ve itirazların önü kesilmemelidir!
Çünkü Kemal Erdem’in, “Rojava Devrimi, Ortadoğu’da emperyalist hiyerarşinin bütün halkalarının zayıflamaya başladığı bir sırada, Kürt Özgürlük Hareketi’nin önderliğinde Rojava halkının, bu emperyalist zincirin en zayıf halkasını devrimci bir şekilde kopardığı ve halkların demokratik birlikteliğine dayanan bir iktidarı kurduğu bir devrimdir,”[229] saptamasına Murat Karadeniz’in, “Kobanê düşmedi. Tarih yazan Direniş, ABD savaş uçaklarının gün geçtikçe etkisi ve sayısı artan ‘düşman’ mevzilerine saldırıları, IŞİD’i geriletti. Savaş bitmedi ve Kobanê açısından yine büyük riskler taşıyor,”[230] notunu düşerken; ABD’nin rolü ile “devrim” nitelemesi bir tezata ya da en azından tehlikeye denk düşmüyor mu?
Evet, “Suo periculo/ Tehlikeyi kabul etmek” gerek! Çünkü Aristoteles, “Ortak tehlike, birbirinin can düşmanı olanları bile birleştirir,” dese de; Edmund Burke, “Küçümsenen tehlike çığ gibi büyür,” sözleriyle uyarır hepimizi…
III.3) DİRENİŞ VE DAYANIŞMA
‘Der Spiegel’in, “Suriye’deki iç savaş ve İslâm Devleti’ne karşı mücadele Ortadoğu’daki ilişkileri radikal şekilde değiştirebilecek Kürt baharını başlatmıştır,”[231] notunu düştüğü direniş ve dayanışmanın müthiş önemli olduğu ve saygıyla sahiplenilmesi gerekliliği bir an dahi unutulmamalı/ unutulmamalıdır.
Rojava topraklarında canını feda/ emanet edenler enternasyonalist geleneğin takipçileri/ temsilcisidir. Suphi Nejat Ağırnaslı, Serkan Tosun, Sibel Bulut, Emre Aslan, Erkan Altun, Coşkun İnce, Selahaddin Adın, Kadriye Ortakaya, Sinan Sağır… Türkiye’den gittiler. Ve özgürlük için ışık oldular…
Mesela Suphi Nejat Ağırnaslı: Adında bir tarih yatar. Adında bir çok kuşağın kişisel tarihinden bir sayfa açılır.
Adı Suphi’dir. Mustafa Suphi’den gelir. 1920’nin 10 Eylül’ünde Bakû’de kurulan Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) kurucu başkanı Mustafa Suphi’den… Kurtuluş Savaşına katılmak üzere 15 yoldaşıyla birlikte geldiği Trabzon’da, kıyıya ayak basamadan kayıkçılar kâhyası Yahya ve çetesi tarafından boğularak öldürülen Mustafa Suphi’den…
Adı Nejat’tır. Ethem Nejat’tan gelir. Türkiye Komünist Partisinin kurucu Genel Sekreteri Ethem Nejat’tan... Yoldaşı Mustafa Suphi ile birlikte Trabzon açıklarında boğularak öldürülen Ethem Nejat’tan…
Soyadı Ağırnaslı’dır. Niyazı Ağırnaslı’dan gelir… Sosyalizme gözümüzü açtığımız Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) 1961 parlamentosundaki senatöründen… Orada sosyalizmin sesini yükselten ağabeyden... Benim kuşağımın sosyalizm öğretmenlerinden Niyazi ağabeyden…
Suphi Nejat Ağırnaslı adını TKP kurucularından, soyadını onların izinde yürüyen dedesinden aldı. Boğaziçi Üniversitesi’nin en parlak öğrencilerindendi. Önünde pırıl pırıl bir gelecek uzanıyordu. Kobanê’de IŞİD çetelerine karşı elde silah çarpışırken öldü. 30 yaşındaydı; sadece O da değil, Kobanê’de pek çok kadın ellerinde silahları savaştı. Bazıları bedenlerine patlayıcıları yerleştirip IŞİD tanklarının önüne atıldılar. Arîn Mirkan gibi…
IV. AYRIM: BİR KAÇ SAPTAMA
Bir yanda “İkinci bir Sykes-Picot’nun pişirildiği yolunda hız alan söylentiler”[232] öte yandansa “Son yarım yüzyılda kapitalizmin hızla küreselleşmesine ve ulus-üstü oluşumların yaygınlaşmasına rağmen, böyle bir yeniden yapılanmanın temel aygıtı hâlâ ulus-devlettir. Ulus-devlet, günümüzde tartışmasız kabul gören ve henüz kendi ulus-devletlerini kuramamış halkların erişme özlemi duydukları bir norm olmaya devam etmektedir; ulusalcılığın yakın gelecekte gerileyeceğini düşündüren güçlü belirtiler de yoktur. Gelişmekte olan ülkelerdeki sanayileşme ve modernleşme çabaları süregeldikçe ve kapitalizm bir sistem olarak aşılmadıkça, böyle bir beklenti gerçekçi de değildir,”[233] diyen ulusalcılık kıskacındaki Ortadoğu’da öne çıkarılan aktörün din olduğu ayan beyan ortadayken[234] süreci, imkânları -Louis Althusser’in deyişiyle, “Ama gün gelir, Kapital’i harfi harfine okumak, metnin kendisini okumak, gerekli olur,” biçiminde- kavramak dünyayı değiştirmek için “olmazsa olmaz”dır!
Çünkü emperyalist-kapitalizm tüm yıkıcılığıyla karşımızdadır.
Bu bağlamda “Emperyalizmi geri getirin,” çağrısı olarak algılanan satırlarıyla Robert Kaplan, insanlık tarihi boyunca düzenin hemen her zaman imparatorluklar tarafından sağlandığına işaret ediyor. Buradan hareketle Kaplan, Ortadoğu’daki kaosun köklerinde üç emperyal çöküntü olduğunu saptayarak devam ediyor: Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesi, emperyalist güçlerin yarattığı Sykes-Pickot düzeninin dağılmaya başlaması, ABD hegemonyasının düzen getirme kapasitesinin gerilemekte olması.
Kısacası ya kaos ya emperyal düzen diyor Kaplan. Kaplan savını, tarihsel kökleri olan devletler ve doğal sınırlar gibi iki kavram üzerinden geliştiriyor. Kaplan’ın savı aynı zamanda ABD’nin ekonomik ve askeri kapasitesi ile ilgili bazı varsayımlara dayanıyor. Kaplan’a göre, bazı devletlerin kökleri tarihin derinliklerine gittiği için bugün daha istikrarlı ve daha seküler yapılar oluşturuyorlar. Buna karşılık bazı devletler de aslında sonradan türemiş, tarihsel kökleri olmayan yapay özellikler sergiliyorlar.
Bu ikincisi, birçok yerde emperyalizm tarafından çizilmiş yapay sınırlar (Sykes-Picot) konusuyla yakından ilgili. Kaplan, Ortadoğu halklarının, doğal olmayan sınırlarla yaşamak zorunda bırakıldıklarını, etnik ve din, mezhep farklılıklarından dolayı da kendi kendilerini yönetemedikleri sonucuna ulaşıyor. Kaplan’a göre bölgeye yeniden istikrarı kurmak için bir emperyalist müdahale ve düzenleme, yol göstericilik gerekebilir; yeni ABD devlet başkanı 2017’de bölgede Batı etkisini yeniden güçlendirmeyi denemeye karar verebilir…
Kaplan’ın istikrar - kaos ikilemi karşısında emperyalist iradeyi önermesi de benim aklıma, ister istemez, ünlü Romalı tarihçi Tacitus’un şu sözleri getiriyor: Yalan iddialarla, talan eder, katliam yapar, tecavüz ederler adına imparatorluk derler. Çöle çevirirler adına barış derler.[235]
Şimdi böyle bir barış dayatmacasına karşı savaş dönemidir.
Tam da bu tabloda bir an 68’li, 78’li gençlerin yeri göğü inleten, “Bir, iki, üç daha fazla Vietnam!” sloganı ile “Ortadoğu Devrimci Çemberi” hayalini anımsayın…
Bu güzergâhta yolumuzu irade ve cüret açacaktır.
Çünkü Michael Josephson, ”Önemli olan, şartlar değil, seçimlerinizdir,” derken; ekler Albert Camus de: “Özgürlük, tarihin kaybolmayan tek değeridir…”
O hâlde iki, üç daha fazla Rojava!
O hâlde Filistin’e özgürlük!
O hâlde yaşasın Ortadoğu devrimci çemberi!
9 Temmuz 2015 17:12:34, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[1] 11 Temmuz 2015 tarihinde AKA-DER’in Ankara’da düzenlediği “Kobanê’nin Işığında Ortadoğu’ya Yeniden Bakmak Sempozyumu”nun “Ortadoğu: Kan, Gözyaşı, İsyan Tarihi” oturumunda yapılan konuşma… Newroz, Ocak 2016…
[2] “Barışı isteyen, savaşa hazırlansın.”
[3] Ergin Yıldızoğlu, “Savaş Davulları Değişim Rüzgârları”, Cumhuriyet, 23 Şubat 2015, s.5.
[4] Ergin Yıldızoğlu, “Savaşa ve Kaosa Doğru”, Cumhuriyet, 2 Mart 2015, s. 13.
[5] “2015’in En Güçlü 10 Ordusu”, Hürriyet, 19 Mayıs 2015… http://fotoanaliz.hurriyet.com.tr/galeridetay/95350/4369/1/dunyan-n-en-guclu-ordular-ndan-biri-turk-ordusu
[6] ‘Uluslararası Barış ve Ekonomi Enstitüsü/ Institute for Economics and Peace’ın 17 Haziran 2015’de yayımlanan ‘Küresel Barış Endeksi/ Global Peace Index’ raporuna göre, 2014 yılında tüm dünyada silahlı çatışmalarda ölen insanların sayısı 180 bin. Bu, 5 yıl öncesine göre yüzde 267’lik bir artış demek. Bunun sonucu olarak, yerinden yurdundan edilmiş insanların, mültecilerin sayısı neredeyse dünya nüfusunun yüzde 1’ine ulaşmış durumda. (Harun Tekin, “Küresel Barış Endeksi”, Birgün, 23 Haziran 2015, s.2.) Bu bir…
İkinci: Türkiye’de silaha ve savunmaya harcanan bütçe her geçen gün artıyor. 2014 yılında silah ithalatı 2013’e göre yüzde 67 artan ülkenin savunma ve güvenlik bütçesinin de 59 milyar lirayı aştığı ortaya çıktı. Savunma sektörünü yakından takip eden IHS Group tarafından yayınlanan rakamlara göre 2013’te 921 milyon dolarlık ithalat yapan Türkiye’nin harcaması 2014’te yüzde 67 arttı. Ayrıca, İsveç’teki Barış Araştırmaları Enstitüsü SIPRI’nin verilerine göre de Türkiye en çok silah alan 10 ülke arasında yer alıyor. Dünya genelindeki silah harcamaları da 7 yıldır artış gösteriyor. 2010’da 46 milyar dolar olan satışlar, 2014’de yıl 64 milyar doları aştı. (Olcay Büyüktaş, “Barışı Tartışıp Daha Fazla Silah Alıyoruz”, Cumhuriyet, 22 Mart 2015, s.9.)
[7] Vladimir İlyiç Lenin, Bütün İktidar Sovyetlere, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 285, Nisan 2013.
[8] Vladimir İlyiç Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 455, 2014.
[9] “Gerici bir savaşta devrimci sınıfın kendi hükümetinin yenilgisini istemek dışında bir seçeneği olamaz; dahası hükümetin askeri başarısızlıklarının devrimci sınıfın hükümeti devirmesini kolaylaştırdığını görmemezlik edemez. Bu yaklaşım, her sınıf bilinçli işçinin içinde beslediği düşüncelerle uyumludur ve bizim emperyalist savaşı iç savaşa çevirme faaliyetlerimizle aynı doğrultudadır.” (Vladimir İlyiç Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 455, 2014.)
[10] Vladimir İlyiç Lenin, Emperyalist Ekonomizm-Marksizmin Bir Karikatürü, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 444, Nisan 2014.
[11] Murat Çakır, “… ‘İyi’ Savaş da Olur, ‘Kötü’ Barış da...”, 27 Ekim 2014… http://kozmopolit-blog.blogspot.de/2014/10/iyi-savas-da-olur-kotu-bars-da.html
[12] Paul N. Siegel, Dünya Dinleri ve İktidar, çev: Selin Dingillioğlu, Yordam Yay., 2013
[13] “Tanrı bakarkörlerin sopası, yüreği körlerin mihmandarıdır.” (Mehmet Ercan, Aforizmalar, http://www.insanokur.org/?p=36546) “Egemenler korkuyu, korku tanrıyı yarattı.” “Kafalardaki putları yıkmadıkça, olanları yıkmanın anlamı yoktur.” (Mehmet Ercan, Aforizmalar VI, http://www.insanokur.org/?p=44734)
[14] Armağan Öztürk, “Din ve Demokrasi”, Radikal İki, 28 Temmuz 2013, s.6.
[15] Faruk Beşer, “Dini Bilgiye Ulaşmada Nerede Hata Yapılıyor?”, Yeni Şafak, 22 Mart 2013, s.10.
[16] Faruk Beşer, “Müslim Gayrimüslim İlişkilerinde Kırmızı Çizgiler Olmamalı mı?”, Yeni Şafak, 31 Ocak 2014, s.18.
[17] Faruk Beşer, “İmam Rabbani ve İdeolojik İslâm”, Yeni Şafak, 24 Kasım 2013, s.20.
[18] Hayrettin Karaman’ın, “Müslümanın şiarı mazlumun yanında yer almaktır,” (Hayrettin Karaman, “Müslümanın Şiarı Mazlumun Yanında Yer Almaktır”, Yeni Şafak, 31 Ocak 2014, s.2.) demesine bakmayın! “İslâmî çevreler, ya doğrudan insanların bu konudaki cahilliğine güvenerek İslâm’ın köleliği yasakladığı yalanını utanmazca söylemekten geri durmamışlar ya da İslâm hukuku alanında kariyer yapmış Hayrettin Karaman gibi bu konuya önem verenler kendilerine has bir yorum yaparak sorunu hafifletmeye çalışmışlardır..
Kölelik meselesi Kur’an’da pek çok ayette ele alınmıştır. Bu ayetlerde kölelerle özgür insanlar arasında açıkça ayrım yapılmıştır. Örneğin; ‘Tanrı hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızıktan, gizli ve açık olarak harcayan özgür bir kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olur mu?’ [Nahl Suresi, 75]
Bakara suresinde ise kısasa kısas meselesini ele alırkenki kıstasları İslâm alimlerince ittifakla yorumlanarak şöyle değerlendirilir: ‘Eğer efendi kölesini öldürürse kısas uygulanmaz. Çünkü köle efendisinin malıdır.’ [Turan Dursun, Kur’an Ansiklopedisi, Cilt:7, s.198]…
Karaman ise kendi web sitesinde konuyu şöyle ele alıyor: ‘Köleliğin birden kaldırılması sosyal ve ekonomik birçok probleme yol açacaktı; köle sahiplerinin ekonomik ve sosyal hayatları kölelerin varlığı üzerine kurulmuştu. Hayatlarında hürriyeti tanımamış ve tatmamış olan köleler de birden serbest bırakıldıklarında ne yapacaklarını şaşıracak, belki eski efendilerine başvurarak köle olmalarını isteyeceklerdi.’ [www.hayrettin karaman.net]” (Tufan Sertlek, “İslâm ve Kölelik”, 4 Şubat 2015… http://www.sendika.org/2015/02/İslâm-ve-kolelik-tufan-sertlek/)
[19] Hayrettin Karaman, “İslâm, Demokrasi ve Medine Vesikası”, Yeni Şafak, 29 Mayıs 2014, s.2.
[20] Hayrettin Karaman, “İslâmî Demokrasi”, Yeni Şafak, 24 Kasım 2013, s.2.
[21] Hayrettin Karaman, “İslâm’da Devlet Siyaset ve Kamu Hukuku”, Yeni Şafak, 18 Mayıs 2014, s.2.
[22] Hayrettin Karaman, “Sivil İslâm Resmi İslâm”, Yeni Şafak, 16 Şubat 2014, s.2.
[23] Yusuf Suiçmez, “Yasakçı Dindarlık ile Yasakçı Çağdaşlık”, Yeni Şafak, 7 Mayıs 2013, s.18.
[24] Yusuf Kaplan, “Bir İslâm ‘Antropoloji’si Olarak Şeriat: İnsan/lık ve İhvan (2)”, Yeni Şafak, 12 Ağustos 2013, s.12.
[25] Yusuf Kaplan, “… ‘Büyük İnsanlık’ Olarak İslâmîyet”, Yeni Şafak, 12 Mayıs 2014, s.9.
[26] Atasoy Müftüoğlu, “Sorun İslâmî Referansların Terk Edilmesidir”, Yeni Şafak, 13 Mayıs 2013, s.18.
[27] Ayşe Hür, “Medine Vesikası ve Ömer Paktı”, Radikal, 3 Kasım 2013, s.20-21.
[28] Ertuğrul Özkök, “Her Gün 900 Müslüman Müslümanlar Tarafından Nasıl Öldürülür Şimdi Anladım”, Hürriyet, 9 Ağustos 2014, s.21.
[29] Sovyetler Birliği’nin 1980 öncesinde, Afganistan’daki varlığına karşı Afgan öğrenciler, Pakistan’da CIA tarafından eğitildi. Taliban yani Talebeler böyle ortaya çıktı ve Afganistan, SSCB’nin etkisinden kurtarıldı ama Batı’nın artık yeni bir belası vardı: El Kaide... Gerçi reel sosyalizmin çökmesi ardından düşmansız kalan NATO için kullanışlı bir vaka idi. Ancak El Kaide’nin Afganistan’daki Taliban iktidarı yıkılsa da, örgütün lideri Usame bin Ladin, en sonunda öldürülse de, merkezi bir örgütlenme tipi uygulamayan El Kaide’nin ruhu değişik ülkelerde, özellikle Ortadoğu ve Afrika’da dolaşıyor.
El Kaide tipi örgütlerin en önemli özelliği muhataplarına korku salması. Selefî-Vahhabî olduklarından öldürme konusunda sınır tanımıyorlar. Dahası sadece Hıristiyanlara değil, Müslümanların her türlü simge ve değerlerine bile düşmanlar. Yani sadece Budist tapınakları, kiliseleri değil, camileri bile bombalayıp yıkıyorlar. Bankaları soyuyor, cezaevlerinden adam devşiriyorlar. Zengin kişileri kaçırıp, fidye istiyorlar. Silahlanma önce basılan karakollardan elde edilenlerle başlıyor, sonra zenginleştikçe dünyanın her yerinden silah satın alıyorlar. Kendilerine katılanlar, mevcut sistem içinde tutunamayanlar. Bunlar Afrika’dan iki örgütü, Eş Şebab ve Boko Haram’dır. (Hüseyin Aykol, “El Kaide, Eş Şebab ve Boko Haram”, Gündem, 12 Şubat 2015, s.12.)
[30] Ergin Yıldızoğlu: “Siyasal İslâm ve Şiddet”, Cumhuriyet, 18 Şubat 2015, s.4.
[31] Ali Kenanoğlu, “Gerçek İslâm Bu Değil İse...”, Evrensel, 9 Ocak 2015, s.4.
[32] Hüda Kaya, “İslâm ve Barış Bir İradedir”, Gündem, 26 Ocak 2015, s.5.
[33] Faruk Köse, “Kim Demiş ‘İslâm Barış Dinidir’ Diye?”, Yeni Akit, 12 Ocak 2015.
[34] Kamil Tekin Sürek, “Medine Sözleşmesi”, Evrensel, 29 Mayıs 2014, s.6.
[35] Ayşe Hür, “Medine Vesikası ve Ömer Paktı”, Radikal, 3 Kasım 2013, s.20-21.
[36] Paulo Coelho, Veronika Ölmek İstiyor, Çev: Haldun Pamir, Can Yay., 2 baskı, 2010, s.18.
[37] Dilek Zaptçıoğlu, Yeterince Otantik Değilsiniz Padişahım, İletişim Yay., 2012.
[38] Orhan Bursalı, “Siyasal İslâmın İktidar İflası”, Cumhuriyet, 12 Ocak 2015, s.6.
[39] Ergin Yıldızoğlu, “Uygarlığa Savaş Açtılar!”, Cumhuriyet, 19 Mart 2015, s.8.
[40] “Ana akım medyanın dışında yer alan Global Research gibi sitelerde yapılan ve Türkiye basınına da konu olan analizlerde, WikiLeaks belgeleri dayanarak gösterilerek Boko Haram’ın ABD’nin Nijerya’yı istikrarsızlaştırma planı kapsamında CIA tarafından yönlendirilen bir örgüt olduğu -ABD’nin Kaddafi’yi devirmek için destek verdiği Libyalı şeriatçı örgütler ve İslâmî Mağrip el Kaidesi gibi gruplarla Boko Haram’ın ilişkili olduğu da ilave edilerek- iddia ediliyor. Bu iddianın savunucuları Boko Haram saldırıları sayesinde Nijerya’nın dış müdahaleye açık hâle getirildiğini ifade ederken, ABD İstihbarat Konseyinin 2005 yılında Sahra Altı Afrikası’nın geleceğine dair hazırladığı raporunda Nijerya için öngörülenlerin tesadüf olmadığına vurgu yapıyorlar ve AFRICOM’ un (ABD Afrika Komutanlığı) üs talebine uzun süredir direnen Nijerya’nın Boko Haram vasıtasıyla ABD ordusuna muhtaç hâle getirileceğini belirtiyorlar. Aynı senaryonun daha önce Kenya’da, Somali’de, Mali’de ve Uganda’da uygulandığını belirten yorumcular; ABD’nin ‘terörizmle mücadele’ bahanesiyle Afrika kıtasındaki askeri etkinliğini arttırmaya çalıştığını, bu sayede hem enerji kaynaklarının ve onların geçiş yollarının güvenliğini sağlamaya hem de kıtadaki ekonomik ve askeri etkinliği artan Çin’in önünü kesmeye çalıştığını ifade ediyorlar.” (Ferhat Sarı, “Boko Haram ABD Maşası Çıktı”, Evrensel, 3 Temmuz 2014, s.11.)
[41] “Terörizm Sınır Tanımıyor”, Cumhuriyet, 19 Kasım 2014, s.12.
[42] Namık Çınar, “Siyasal İslâm Felâketin Kaynağıdır”, Taraf, 16 Haziran 2014, s.10.
[43] Ertan Altan, “Mehmet Altan: Siyasal İslâm’ın Maskesi Düşüyor”, Taraf, 20 Temmuz 2014, s.7.
[44] Vasili Galopulos, “Her Ağacın Kurdu, Kendi Özünden Olur”, Devrimci Karadeniz, 23 Kasım 2014… http://devrimcikaradeniz.com/2014/11/23/her-agacin-kurdu-kendi-ozunden-olur/
[45] Nihat Ali Özcan, “Peşmergenin Ricatı (1)”, Milliyet, 8 Ağustos 2014, s.16.
[46] Ergin Yıldızoğlu, “IŞİD Üzerine Spekülatif Düşünceler”, Cumhuriyet, 25 Ağustos 2014, s.10.
[47] Patrick Cockburn, “Suriye’ye Koşut Olarak Irak da Parçalanıyor”, The Independent, 28 Ekim 2013.
[48] İbrahim Karagül, “Yeni Cephenin Adı: Türk-Kürt-Sünnî…”, Yeni Şafak, 27 Haziran 2014, s.13.
[49] “Örgütün ilk adı Irak İslâm Devleti’ydi ve el Kaide’nin Irak kolu konumundaydı. Her ne kadar IŞİD’in kuruluşu ABD işgaline kadar dayansa da, örgüt adını Suriye krizinde duyurdu. Suriye krizi, iktidarın denetimi dışında olan geniş bir alan ortaya çıkardı. IŞİD bu boşluktan faydalanarak Suriye’nin kuzeyde petrol bölgesi Rakka’yı kendine merkez seçti. Örgütün lideri Ebubekir Bağdadi, el Kaide’nin lideri Eymen el Zevahiri’nin sadece Irak’ta faaliyet yürütme yönündeki emirlerine karşı gelerek el Kaide ile olan bağını kopardı. Liderliğini Ebubekir el Bağdadi’nin yaptığı örgütün adı, aslında amacını özetleyen bir özelliğe sahip. Örgütün adındaki Şam kelimesi, Bilâdüş-Şâm’a karşılık olarak kullanılmakta. Bilâd- üş Şâm Suriye’nin başkenti Şam’ı değil Bilâd- üş Şâm olarak tarif edilen bir coğrafyayı tarif ediyordu. Bu bölge, Ürdün, Lübnan, Suriye, Sina yarım adası, Filistin ve Toroslar’a kadar Antakya’yı kapsamaktadır.” (Ali Karataş-Yusuf Ertaş, “IŞİD, Irak ve Suriye Krizi”, Evrensel, 18 Aralık 2014, s.10.)
[50] Ergin Yıldızoğlu, “Ortadoğu Düzeni Çökerken...”, Cumhuriyet, 24 Kasım 2014, s.11.
[51] Ergin Yıldızoğlu, “Bilmece, Gizem ve Enigma Olarak IŞİD”, Cumhuriyet, 20 Ağustos 2014, s.7.
[52] Sidar Karadaş, “Şeriatın Ele Geçirdiği Yerlerde İlk Yasak Kadına”, Evrensel, 29 Haziran 2014, s.22.
[53] Sezin Öney, “IŞİD Devleti”, Taraf, 21 Ağustos 2014, s.3.
[54] Kendisini peygamber ilan eden IŞİD Lideri Ebu Bekir Bağdadi’nin, 2005-2009 yılları arasında ABD’nin elinde tutuklu olduğu ortaya çıktı. ABD Dışişleri Bakanlığı konuya ilişkin soruları açık olarak yanıtlamaktan kaçınırken, Amerikan medyasına yansıyan haberlere göre; IŞİD Lideri Ebu Bekir Bağdadi 5 yılını tutuklu olarak Bukka kampında geçirdi. 7 Temmuz 2014’de yayınlanan görüntüleri dışında video görüntüleri de şimdilik bulunmayan, FBI tarafından başına 10 milyon dolar ödül konan IŞİD Lideri Ebu Bekir el Bağdadi’nin ‘en çok arananlar’ listesindeki fotoğrafının, ABD’nin elinde tutuklu iken çekildiği belirtildi. Bağdadi’nin hangi suçlamalarla 4 yıl boyunca tutuklu kaldığı, sonrasında neden salıverildiği gibi sorular yanıt bulamazken, FBI belgelerinin 42 yaşında gösterdiği Bağdadi’nin, Irak’ın Dicle kıyısındaki Samarra kentinde İbrahim Ali el Bedri olarak dünyaya geldiği belirtildi. (“ABD’nin Yanıtlayamadığı Bağdadi Sorusu”, Evrensel, 9 Temmuz 2014, s.11.)
[55] “IŞİD Üç Silah Fabrikası Kurdu”, Cumhuriyet, 5 Eylül 2014, s.8.
[56] Stendhal, Parma Manastırı, Çev: Semih Tiryakioğlu, Can Yay., 2000, s.165.
[57] “Cihat Bebeği Kılavuzu”, Cumhuriyet, 2 Ocak 2015, s.9.
[58] “Türkiye Sınırı Yakınlarında IŞİD Vahşeti: Taşlayarak Katlettiler”, Cumhuriyet, 20 Temmuz 2014, s.12.
[59] “IŞİD’den Korkunç Fetva: 4 Milyon Kadına Sünnet”, Cumhuriyet, 25 Temmuz 2014, s.14.
[60] Namık Durukan, “Kelime-i Şehadet Getiren Kurtuldu”, Milliyet, 22 Ağustos 2014, s.21.
[61] “Irak’ta ‘Ölüm Tarlaları’…”, Cumhuriyet, 3 Eylül 2014, s.12.
[62] Seçil Türkan, “Muhammed Cihad Ebrari: IŞİD’de Batı Düşmanlığından Çok Şiî ve Alevî Düşmanlığı Var”, Birgün, 24 Ekim 2014, s.8.
[63] “IŞİD 150 Milyon Şiî’yi Öldürebilir”, Sabah, 23 Aralık 2014, s.16.
[64] “IŞİD 500 Êzîdî Kadını Cariye Olarak Esir Aldı”, Hürriyet, 5 Ağustos 2014… http://www.hurriyet.com.tr/dunya/26950117.asp
[65] “IŞİD: Ya Müslüman Olun ya da...”, Cumhuriyet, 20 Temmuz 2014, s.12.
[66] “IŞİD’in Tecavüzünden Kaçtılar”, Gündem, 1 Temmuz 2014, s.2.
[67] “Her Cuma Kafa Kesiyorlar”, Cumhuriyet, 28 Ağustos 2014, s.12.
[68] “IŞİD’den Yeni Katliam İddiası: 250 Ölü”, Cumhuriyet, 31 Ekim 2014, s.16.
[69] “Fransa’da Saldırı: 1 Ölü”, Cumhuriyet, 27 Haziran 2015, s.16.
[70] “Kuveyt’te Camiye IŞİD Saldırısı: Çok Sayıda Ölü Var”, Cumhuriyet, 27 Haziran 2015, s.16.
[71] “28 Kişiyi Kafasını Keserek Öldürdüler”, Cumhuriyet, 26 Haziran 2015, s.6.
[72] “IŞİD, Kobanê’deki Köyleri Satıyor”, Yurt, 24 Kasım 2014, s.9.
[73] “IŞİD James Foley’in Cesedini 1 Milyon Dolara Satışa Çıkardı”, Hürriyet, 12 Aralık 2014, s.28.
[74] Çetiner Çetin, “Nüfus Oyunu”, Yeni Şafak, 7 Temmuz 2014, s.8.
[75] “DAİŞ Ahlâksızlığına Kur’an-ı da Alet Etti”, Gündem, 22 Haziran 2015, s.9.
[76] “IŞİD Camileri Havaya Uçurdu!”, Milliyet, 6 Temmuz 2014, s.22.
[77] “IŞİD 3 Bin Yıllık Tarihi Kenti Yıkıyor”, 5 Mart 2015… http://www.aljazeera.com.tr/haber/isid-3-bin-yillik-tarihi-kenti-yikiyor
[78] “IŞİD’den ‘Yüksek Maaşlı’ Cihat”, Hürriyet, 2 Eylül 2014, s.19.
[79] “Kimyasallar IŞİD’de”, Cumhuriyet, 10 Temmuz 2014, s.13.
[80] Ali Hashem, “Cihatçıların Metropolünde Yaşam”, Evrensel, 5 Kasım 2014, s.10.
[81] “Türkiye Üzerinden ‘Seks Cihadı’na Gidiyorlar”, Hürriyet, 28 Ağustos 2014… http://www.hurriyet.com.tr/dunya/27095505.asp
[82] “Allah İçin Savaşmaya Gidiyorum, İyi Ödüyorlar”, Evrensel, 29 Aralık 2014, s.11.
[83] “IŞİD’e 1 Milyon Dolar”, Cumhuriyet, 24 Ekim 2014, s.12.
[84] “Dünyayı Korkudan Ürperten Sözler”, Cumhuriyet, 23 Eylül 2014, s.13.
[85] “IŞİD’den Hıristiyanlara Vergi ya da Ölüm Seçeneği”, Taraf, 20 Temmuz 2014, s.3.
[86] Zuhal Atlan, “Fikret Başkaya Rojava Devrimini ve Kobanê Direnişini Değerlendirdi”, DİHA, 27 Temmuz 2014… http://www.ozguruniversite.org/index.php/fikret-bakaya/guenluek/1558-fikret-bakaya-rojava-devrimini-ve-Kobanê-direniini-deerlendirdi
[87] Aslı Aydıntaşbaş, “Mesele IŞİD Değil Sünnîlerin İsyanı”, Milliyet, 22 Haziran 2014, s.24.
[88] Yasin Aktay, Irak’ta Saddam’ın Dönüşü”, Yeni Şafak, 14 Haziran 2014, s.9.
[89] Recai Kömür, “Musul İşgali, Sünnîler’e 10 Yıllık Zulmün Ürünü”, Sabah, 20 Haziran 2014, s.22.
[90] Cenk Ağcabay, “Sürekli Savaş Bu Kez ‘IŞİD Tehdidi’ ile Isıtılıyor”, 16 Eylül 2014… http://www.sendika.org/2014/09/surekli-savas-bu-kez-isid-tehdidi-ile-isitiliyor-cenk-agcabay/
[91] Ezgi Başaran’ın Graham Fuller ile söyleşisi, Radikal, 1 Eylül 2014.
[92] İbrahim Varlı, “Rojava Kurdistan: IŞİD Bir ABD-Suud Projesi, Maliki Vazgeçilmez Değil!”, Birgün, 30 Haziran 2014, s.11.
[93] İbrahim Okçuoğlu, “IŞİD - Yaratılan Canavar: ‘Cin Şişeden Çıktı’…”, 3-18 Eylül 2014, ibrahimokcuoglu.blogspot.com
[94] Soli Özel, “Ortadoğu’daki Gelişmeler ve Türkiye (3)”, Haber Türk, 17 Haziran 2014, s.18.
[95] Rapor için linkler: https://www.jungewelt.de/m/2015/05-26/032.php ve http://www.spiegel.de/politik/ausland/İslâmîscher-staat-us-geheimdienstpapier-ist-kein-terror-masterplan-a-1036118.html
[96] “Çıplak gerçekler çok söze gerek bırakmıyor: Irak, Suriye, Libya, Afganistan, Ukrayna; -daha önceleri Balkanlar ve Yugoslavya- örnekleri göz önüne getirilsin, yeter. Libya’da aşiretler dönemine; Irak ve Suriye’de din-mezhep ve milliyet kökeni üzerinden bölünme ve çatışmaların tırmandırılmasına geri dönüldü. Ulusal birlik bir yana; din, mezhep, tarikat farklılıkları, etnik köken, aşiret bağı üzerinden yaygınlaşan bölünmeler yaşanıyor. Tek tek ülkelerde ya da dünya ölçeğinde, kapitalizm çelişki, çatışma ve istikrarsızlık üretmeye devam ediyor. Tümü de aynı dünya pazarına yönelik üretim yapan tekeller, ve kaynakların yağmasından beslenen mali sermaye gruplarıyla işbirlikçileri, varlıkları ve politikalarıyla istikrarsızlık etkenidirler.” (A. Cihan Soylu, “IŞİD, Barbarlık ve Halkların Zor Durumu”, Evrensel, 10 Temmuz 2014, s.9.)
[97] İbrahim Varlı, “IŞİD: Made in USA!”, Birgün, 2 Haziran 2015, s.13.
[98] Metin Yeğin, “IŞİD ve Batı”, Gündem, 31 Ekim 2014, s.13.
[99] Yasin Aktay, “IŞİD’in Elindeki Asıl Rehine: İslâm”, Yeni Şafak, 29 Eylül 2014, s.8.
[100] Jerry A. Coyne, “IŞİD İslâmcı Değilse Engizisyon da Katolik Değildir”, 6 Ekim 2014… https://direnisteyiz.org/haber/isid-İslâmci-degilse-engizisyon-da-katolik-degildir-jerry-a-coyne/
[101] Analistlere göre, IŞİD’in hedefinde petrol olduğu kadar, su kaynakları da var. ‘Global Resources Corporation’ ve ‘Bosphorus Energy Club’ Başkanı Mehmet Öğütçü’ye göre, IŞİD’in önceliği “Enerji, finans ve su” ve suyun kontrolünü tek elde toplamaya çalışıyor. Su konusundan pek bahsedilmediğini fakat önümüzdeki on yılların esas savaşının su kaynakları üzerinde yaşanacağını dile getiren Öğütçü, “Su kaynaklarının kontrolü stratejik açıdan önemli. Irak’taki gruplar arasında bu konuda rekabet yaşandığını görüyoruz. IŞİD suyun stratejik öneminin farkında olduğunu gösterecek şekilde, hâkimiyet alanı olarak Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki medeniyetlerin beşiği Mezopotamya’yı seçmiş görünüyor” diyor.
Bölgenin Sykes-Picot ile cetvelle çizilmiş sınırlarının, şimdi yeniden birleştirildiğini belirten Öğütçü, şunları söylüyor: “IŞİD’ın vahşi ama çok akıllı bir liderliği var. Nerede petrol altyapısı var, nerede boru hatları var, nerede rafineriler var, ilk olarak oralara saldırıyorlar ve ekonomik olarak güç kazanıyorlar. Şurası bir gerçek ki, orada enerjisi olan, suyu olan yaşayabilir bir devlet yaratılıyor.” (Merve Erdil, “Mehmet Öğütçü: IŞİD’in Hedefinde Su Kaynakları da Var”, Hürriyet, 7 Temmuz 2014, s.8.)
[102] “Chomsky: ABD Ortadoğu’ya Köktendinci Bir Frankenştayn Saldı”, Gelecek, No:122, 24 Ekim 2014, s.20.
[103] Yener Orkunoğlu, “IŞİD Saldırıları ve Kobanê Direnişi Bağlamında Ortadoğu’da Politik Devrim”, 16 Ekim 2014… http://www.sendika.org/2014/10/isid-saldirilari-ve-Kobanê-direnisi-baglaminda-ortadoguda-politik-devrim-yener-orkunoglu/
[104] İbrahim Karagül, “IŞİD Değil Yeni ‘Sünnî Arap Devleti’ Projesi...”, Yeni Şafak, 13 Haziran 2014, s.15.
[105] “ABD’nin Yanıtlayamadığı Bağdadi Sorusu”, Evrensel, 9 Temmuz 2014, s.11.
[106] Seçil Türkan, “Muhammed Cihad Ebrari: IŞİD’de Batı Düşmanlığından Çok Şiî ve Alevî Düşmanlığı Var”, Birgün, 24 Ekim 2014, s.8.
[107] Alastair Crooke, “Ortadoğu’nun Saatli Bombası: IŞİD’in Gerçek Amacı Suud Ailesinin Yerine Arabistan’ın Yeni Emirleri Olmak”, 9 Eylül 2014… http://www.sendika.org/2014/09/ortadogunun-saatli-bombasi-isidin-gercek-amaci-suud-ailesinin-yerine-arabistanin-yeni-emirleri-olmak-alastair-crooke/
[108] ABD Hazine Bakanlığı Terörizm ve Mali İstihbarat Müsteşarı David Cohen, IŞİD’in tahminlere göre petrolden günde 1 milyon dolar civarında gelir elde ettiğinin altını çizerek, IŞİD tarafından satılan petrol ve petrol ürünlerini kimlerin aldığı konusunda şunları kaydetti: “Bize gelen bilgilere göre, IŞİD Eylül 2014 itibariyle petrolü çok düşük fiyatlarla aralarında Türkiye’den de kişilerin bulunduğu çeşitli aracılara satıyor, bunlar da petrolü yeniden satılmak üzere naklediyordu. Ayrıca, öyle görünüyor ki, IŞİD’in kontrolünde olan bölgelerden çıkarılan petrolün bir kısmı önce Irak’taki Kürtlere, sonra da Türkiye’ye satıldı. Esad rejiminin de ahlâksızlıklarının bir başka göstergesi olarak IŞİD’le petrol alımına yönelik anlaşma yaptığı sanılıyor.”
Örgütün bir başka gelir kaynağının masum insanların kaçırılmasıyla elde edilen fidyeler olduğunu belirterek, IŞİD’e yakaladığı gazeteciler ve Avrupalı rehineler için milyonlarca dolarlık ödemeler yapıldığının bilgisini veren Cohen, “Sonuçta, IŞİD bu yıl fidyelerden en az 20 milyon dolar aldı” dedi. (“IŞİD’e 1 Milyon Dolar”, Cumhuriyet, 24 Ekim 2014, s.12.)
[109] “İslâm Devleti’nin Milyar Dolarlık Ordusu”, Milliyet, 27 Ağustos 2014, s.24.
[110] Levent Kara, “Eski Ortadoğu’nun Ölüm Tellalı IŞİD”, Halkın Devrimci Yolu, No:11, Eylül-Kasım 2014, s.14-23.
[111] Kerem Soylu, “Demokratik İslâm Kongresi’nden Notlar”, Gündem, 23 Mayıs 2014, s.14.
[112] “Türkiye’de siyaset tıkanırken Kürt sorunu Irak ve Suriye’deki gelişmelerle Türkiye’nin bir sorunu olmaktan çıkıyor, bir bölge gerçekliği hâline geliyor.” (Ahmet Buğdaycı, “Kürtler Türkiye ve Ortadoğu’yu Şekillendiriyor”, Taraf, 8 Temmuz 2014, s.10.)
[113] Özcan Tikit, “Demokratik İslâm Kongresi”, Haber Türk, 12 Mayıs 2014, s.17.
[114] Hüseyin Ali, “Demokratik İslâm!”, Gündem, 29 Mayıs 2015, s.14.
[115] Kemal İnal, “Kapitalizme Edi Bese”, Radikal İki, 18 Mayıs 2014, s.6.
[116] Michael Walzer, “İslâmcılık ve Sol”, Birgün, 26 Ocak 2015, s.11.
[117] Ergin Yıldızoğlu, “Radikal Türkler”, Cumhuriyet, 17 Kasım 2014, s.11.
[118] Sergen Çirkin, “Ortadoğu’da Savaşın Son 500 Yılı”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1449, 26 Aralık 2014, s.10-11.
[119] Chuck Palahniuk, Tıkanma, Çev: Funda Uncu, Ayrıntı Yay., 12. baskı, 2014, s.162.
[120] Nilgün Cerrahoğlu, “Suriye ve Irak Tarih Olurken”, Cumhuriyet, 24 Mayıs 2015, s.17.
[121] Nihat Ali Özcan, “Ortadoğu’da Boşluğu Kim Dolduracak?”, Milliyet, 15 Mayıs 2015, s.20.
[122] H. Kissinger, Spengler, Asia Times, 4 Mart 2015.
[123] Soli Özel, “Sykes-Picot Kalıcı Galiba”, Haber Türk, 27 Şubat 2015, s.18.
[124] 2014 verilerine göre dünya konvansiyonel silah pazarından ABD yüzde 28, Rusya yüzde 27 pay alıyor. Anlaşma sonrası, Rusya’nın İran’a 11-13 milyar dolarlık silah satışı yapabileceği öngörülüyor. Savunma harcamaları 81 milyar dolar olan Suudi Arabistan’ın (aynı kaynaklara göre Türkiye’nin 21 milyar dolar), 2014 yılında ithal ettiği silah tutarı 2013 yılına göre yüzde 54 artarak 6.5 milyar doları bulmuş durumda. ABD ise bölgeye 8.4 milyar dolarlık silah satarak tüm zamanların rekorunu kırmış bulunuyor. (Nihat Ali Özcan, “Körfez’de Kriz ve Silahlanma Yarışı”, Milliyet, 19 Mayıs 2015, s.16.)
[125] Gilbert Achcar, Halk İstiyor - Arap İsyanı Üzerine Radikal Bir İnceleme, Çev:Sanem Öztürk, Ayrıntı Yay., 2014.
[126] Can Ertuna, Arap İsyanları Güncesi, Ayrıntı Yay., 2014.
[127] Michel Rogalski, “Tüpünden Çıkan Macun Geri Girmez”, Evrensel, 17 Mart 2013, s.8.
[128] Gülsin Harman, “Tarık Ali: ‘Sistemle Asla Barışmayacağım’…”, Milliyet, 7 Nisan 2013, s.25.
[129] Murat Belge, “Ortadoğu Düğümleri”, Taraf, 23 Eylül 2014, s.9.
[130] “Arapların Ayaklanmaları İslâmcılık Tuzağına Düştü”, Birgün, 11 Şubat 2013, s.11.
[131] “Arap Sonbaharı”, Milliyet, 2 Ağustos 2013, s.23.
[132] Süleyman Seyfi Öğün, “IŞİD Terörünün Getirdikleri”, Yeni Şafak, 15 Eylül 2014, s.6.
[133] Süleyman Gündüz, “Orta Doğu’da Yeni Bir Süreç Başlıyor”, Yeni Şafak, 15 Kasım 2013, s.12.
[134] “Ortadoğu’yu kana bulayanların başında gelen IŞİD de Sykes-Picot’u tarihe gömdüğünü iddia ederken, 1916 öncesi statüye geri dönmeyi ya da modern ulus-devletler kurmayı hedeflemiyor. Onun amacı da yepyeni bir statü oluşturmak. Bu statünün Müslüman olmayanları kapsamadığı açık ama tüm Müslümanları da kapsamadığı, hatta tüm Sünnîleri de kapsamadığı ortada.” (Ayşe Hür, “1916 Sykes-Picot Anlaşması ‘Suçlu’ mu, ‘Günah Keçisi’ mi?”, http://www.ozgurmedya.org/1916-sykes-picot-anlasmasi-suclu-mu-gunah-kecisi-mi---ayse-hur-9851.html)
[135] Kevin Ovenden, “İslâm Devleti’ni (IŞİD) Durdurabilecek Güçler”, 21 Ağustos 2014… http://www.sendika.org/2014/08/İslâm-devletini-isid-durdurabilecek-gucler-kevin-ovenden/
[136] Glen Carey, Bloomberg, 2 Ekim 2014.
[137] Ergin Yıldızoğlu, “Sykes- Picot’dan Sonra”, Cumhuriyet, 8 Ekim 2014, s.4.
[138] “Diktatörler demir yumruklarla yönettiği, İsrail ve ABD savaşları bir silsile şeklinde sürdüğü için Ortadoğu’da insan hayatının pek bir kutsallığı kalmamıştır. Ancak son zamanlarda yaşanan savaş ve ayaklanmalar insan yaşamını daha da değersiz kılmıştır; çünkü katliam YouTube ve sosyal medyada paylaşılıyor, bunlara üstünkörü yorum ve benzetmeler yapılıyor, çoğu zaman da mevcut kayıtsızlık dile getiriliyor. En kötüsü de, kimileri başkalarının çektiği acılardan açıkça mutluluk duyuyor.” (Ramzy Baroud, “Ölüm Politikası: Ortadoğu’da İnsan Yaşamının Değersizliği”, Gündem, 9 Eylül 2013, s.11.)
[139] “Ortadoğu’nun En Güçlü Orduları”, http://fotogaleri.hurriyet.com.tr/galeridetay/88389/2/1/ortadogunun-en-guclu-ordulari
[140] S. Çiftyürek, “Kürdistan Petrolü, Sünnîlerin İsyanı ve Musul…”, 12 Haziran 2014… http://www.rojnameyanewroz.com/k%C3%BCrdistan_petrol%C3%BC,_s%C3%BCnnilerin_isyan%C4%B1_ve_musul%E2%80%A6_s._%C3%A7ifty%C3%BCrek-haberi-TR-482-4.html#.VFc31jSsUac
[141] Haluk Yurtsever, “Ortadoğu’ya Giren Ortadoğu’yu İçine Alır”, Birgün Pazar, Yıl:11, No:398, 26 Ekim 2014, s.16-17.
[142] Kasım Engin, “Hedef Devrim”, Gündem, 3 Temmuz 2014, s.11.
[143] Hasan Ozan, “… “Yaratıcı Kaos”, Obama Planı ve IŞİD…”, http://hasanozan62.blogspot.com
[144] S. Çiftyürek, “Irak-Suriye-Ürdün’ün… Geleceği ve Test Edilen Kürdistan Bağımsızlığı!”, 19 Ağustos 2014… http://www.kovarabir.com/s-ciftyurek-irak-suriye-urdunun-gelecegi-ve-test-edilen-kurdistan-bagimsizligi/
[145] Leyla Tavşanoğlu, “Henri Barkey: Türkiye Çalkantılara Gebe”, Cumhuriyet, 19 Ağustos 2014, s.9.
[146] BM, Libya’da asilerin elindeki silahların Suriye başta olmak üzere Ortadoğu ve Afrika’da çatışma bölgelerine yasadışı yollarla taşındığını rapor etti… NATO müdahalesi ve asilerin silahlandırılmasıyla Kaddafi rejiminin devrildiği Libya’da kullanılan silahlar bölgeye yayılıyor, Mali ve Libya gibi yerlerde çatışmaları kızıştırıyor. Uyarı BM’den geldi. 5 uzmandan oluşan BM özel komisyonu, Libya’daki silahların, artan oranda Suriye, Mısır’ın Sina bölgesi, Cezayir, Nijer, Mali, Gazze gibi çatışmaların yaşandığı bölgelere yasadışı olarak transfer edildiğini belirtti. Komisyonun BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğu rapora göre Libya’dan 12’den fazla ülkeye taşınabilir hava savunma sistemi, patlayıcı, mayın gibi ağır ve hafif silahlar ile askeri teçhizat kaçırıldı.
Kaddafi’nin 2011’de devrilmesinden bu yana Libya, bölgede önemli ve cazip bir silah kaynağı hâline geldi. Libya’nın özellikle Misrata ve Bingazi kentlerinden Suriye’ye yapılan sevkıyat Türkiye ve Lübnan üzerinden gerçekleşiyorken, raporda şu bilgiler de yer aldı: “12 ayda Libya’daki silahlar endişe verici oranda yayılmaya devam ediyor ve Batı Afrika, Doğu Akdeniz Bölgesi, hatta Afrika Boynuzu’na transfer ediliyor. Silah kaçakçılığı, Afrika ve Doğu Akdeniz’deki mevcut çatışmaları alevlendirirken terörist gruplar gibi devlet dışı aktörlerin cephanelerini besliyor. Siyasi istikrarsızlık, güvenlik zafiyeti ve depoların yetkililer tarafından kontrol edilmemesi, silahsızlanma ve silahları toplamanın ertelenmesi silah kaçakçılığını teşvik etmiş ve kaçakçılara maddi anlamda büyük fırsat doğurmuştur. Yerel yetkililer transfere doğrudan dahil olmasa da haberdar olabilirler.” (“Libya’nın Silahları Her Yerde”, Radikal, 11 Nisan 2013, s.16.)
[147] Vladimir İlyiç Lenin, Emperyalizm, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 253, Nisan 2009.
[148] Vladimir İlyiç Lenin, Yenilgicilik ve Enternasyonalizm, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 246, Nisan 2009.
[149] Ellen Meiksins Wood, Sermaye İmparatorluğu, Çev: Sami Oğuz, Epos Yay, 2006.
[150] Sami Ramadani, “ABD Müdahalesi ne İnsanidir ne de Irak Halkını Koruyacaktır”, 19 Ağustos 2014… http://www.sendika.org/2014/08/abd-mudahalesi-ne-insanidir-ne-de-irak-halkini-koruyacaktir-sami-ramadani/
[151] Verda Özer, “ABD Strateji Değiştiriyor”, Hürriyet, 19 Ağustos 2014, s.19.
[152] Fehim Taştekin, “Savaşı Bitirmek İşimize Gelmez”, Hürriyet, 17 Temmuz 2014, s.15.
[153] Yıllardır siyasal İslâm üzerine yazıp çizen ‘The Wall Street Journal’ muhabiri, Pulitzer ödüllü ABD’li gazeteci Ian Johnson, dört yıllık bir araştırma sonucunda ‘Münih’teki Cami-Dördüncü Cami’ diye tercüme edilebilecek bir kitabı 2010’da yayınladı. Kitabında, siyasal İslâm’ın Afganistan savaşında ortaya çıkmadığını, çok daha önceleri, CIA ve Nazilerin başka bir çalışmasının “yan ürünü” olarak doğduğunu kanıtlıyor. En azından CIA ve Nazilerin siyasal İslâm’a “katkı”sının çok önce başladığını anlatıyor.
Johnson, siyasal İslâm’ın ilk önce bir “anti-komünizm” olarak, İkinci Dünya Savaşı’nda Naziler tarafından, savaştan sonra da Naziler ve CIA işbirliği ile örgütlendiğini, Hitler orduları içindeki Müslüman birliklerden başlayarak anlatıyor… Kitapta, Mehdi Akif ve Said Ramazan gibi Müslüman Kardeşler’e de rastlıyoruz. (Selami İnce, “Komünizmle Mücadele Aracı Olarak İslâm”, Birgün, 22 Mayıs 2011.)
[154] Asıl olarak ABD ve Suudi servislerinin işbirliği ama Fransızları da unutmamak lazım.
[155] Siyasi İslâm ile olmasa da dinin siyasette yükselişine dair önemli gelişme Ekim 1978’de o zamanki Varşova Paktı’na ev sahipliği yapan Polonyalı Karol Josef Wojtyla’nın John Paul II adıyla Katolik dünyasının başına papa seçilmesidir. İleride Sovyetler’in yıkılışına gidilecek yol böyle açılmıştır. Aynı çerçevede 1977 Mayısı’ndaki seçimlerde İsrail’de din siyaseti güden Likud partisinin ilk kez iktidar olması da sayılmalıdır.
[156] Aynı gün İstanbul’da Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürü Abdi İpekçi işinden evine giderken öldürüldü. Bu olay Türkiye’de çatışmaların 12 Eylül 1980 darbesine doğru önü alınamaz bir boyuta tırmanmasının başlangıcı sayıldı. Bir ay kadar önce, 24 Aralık 1978’de Sünnî-Alevî karşıtlığı görüntüsünde müthiş bir katliam sonrası sıkıyönetim ilan edilmişti.
[157] Murat Yetkin, “Siyasi İslâm’ın Yükselişi ve Düşüşü”, Radikal, 7 Eylül 2013, s.12.
[158] Müslüman Kardeşler 1928’de İmam Hasan el-Benna tarafından Mısır’da kuruldu. Batı’nın etkisi yüzünden çağdaş Müslüman toplumlarda İslâm’ın etkisinin kaybolduğunu düşünen el-Benna, Şeriat’ın yeniden hayatın tüm alanlarına hâkim kılınması Müslüman Kardeşler’in hedefi olarak belirledi. 1938’e gelindiğinde, Mısır’da geniş bir toplumsal örgütlenmeye erişen Müslüman Kardeşler modeli diğer Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde de uygulanmaya başlandı. 1940’ta oluşan örgütün silahlı kanadının düzenlediği siyasi suikastlar, İhvan Hareketi’nin İslâm coğrafyasına yayılışını hızlandırdı. Müslüman Kardeşler, 1981’de Mısır Arap Cumhuriyeti Başkanı Enver Sedat’a düzenledikleri suikastla öldürmeyi başardılar ancak Sedat yerine gelen Mübarek döneminde Müslüman Kardeşler’e Mısır’daki baskı arttı. Diğer ülkelerdeki Müslüman Kardeşler örgütleri, daha aktif siyaset yürütürken Mısır kanadı 2011’e dek yasal bir siyasal hareket hâline gelemedi. (Doğu Eroğlu, “Kardeşler’in Sonbaharı”, Birgün, 5 Kasım 2013, s.10.)
[159] Ergin Yıldızoğlu, “Siyasal İslâmın Sonbaharı - II”, Cumhuriyet, 10 Temmuz 2013, s.4.
[160] Ergin Yıldızoğlu, “Yarın 11 Eylül”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2014, s.4.
[161] Terörün konusu insandır, o yüzden hem hedefi hem de tanımı özneldir. Kaynağı devletin ta kendisidir. Güçlülerin terörüne “savaş” denir, güçsüzlerin savaşına ise “terör”… “Terör”, TDK’ya göre, “Yıldırma, cana kıyma ve malı yakıp yıkma, korkutma, tedhiş”tir. Kökünü Latince “terrere” sözcüğünden almıştır: “Korkudan sarsıntı geçirme” anlamlarına gelmektedir. Fransızca ‘Petit Robert’ sözlüğünde “Bir toplumda bir grubun halkın direnişini kırmak için meydana getirdiği ortak korku” anlamında yer alır…
[162] Ergin Yıldızoğlu, “On Yıl Sonra ‘11 Eylül’…”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2011, s.11.
[163] Muhammed Hüseyin Fadlallah, “İslâm Dünyası Başkalarının Savaş Alanı”, Vasat, 7 Mart 2008.
[164] Lui Kadumi, “Kaide, İslâm’ı Ölüm Kültürüne Dönüştürüyor”, Vifak, 22 Nisan 2008.
[165] “Arap isyanlarını ‘El Cezire Baharı’ ve ‘İhvan’ın zamanı’ olarak çerçevelemek o kadar efsunluydu ki birileri AKP’yi de yeni İhvan kuşağına model olarak sunmaktan keyif alıyordu. Ama iş model olmaktan İhvan’la özdeşleşmeye doğru evrildi.” (Fehim Taştekin, “Katar’la Çarpıp İhvan’ı Sıfırlamak!”, Radikal, 13 Mart 2014, s.21.)
[166] Ergin Yıldızoğlu, “Siyasal İslâm Yönetemiyor”, Cumhuriyet, 15 Ocak 2014, s.4.
[167] “Radikal İslâm İslâm Değil”, Hürriyet, 26 Ocak 2013, s.26.
[168] Thomas L. Friedman, “İslâm’ın Aşırılıkçılığa Karşı İç Savaşa İhtiyacı Var”, The New York Times, 16 Aralık 2009.
[169] Esma Semsur, “Kültürel İslâm Demokratiktir”, Gündem, 22 Mayıs 2014, s.2.
[170] Emrah Çelik, “Dinsiz Müslümanlık”, Taraf, 6 Kasım 2014, s.10.
[171] Müfit Yüksel, “İdeoloji, Yezîdilik ve İslâm”, Yeni Şafak, 16 Ağustos 2014, s.10.
[172] “Ortadoğu’da İslâm’ı kendine maske edinen IŞİD faşizmi yaşanıyor. Tüm faşistler aynı zamanda dincidir. Dincilik dindarlık değildir. Dincilik, bir dini yaşamak, o dinin değerlerini savunmak değildir. Dincilik; siyasi, sosyal, ekonomik çıkarlar için dini kullanmaktır. IŞİD de her türlü çirkinliği, kötülüğü, caniliği, acımasızlığı dini kullanarak yapıyor. Dini kullanan diktatörler kadar zalimler görülmemiştir. Dinlere, dini kullanan diktatörler kadar zarar verenler de olmamıştır. İslâm’a IŞİD kadar zarar veren başka hiçbir güç olmamıştır. Vahşice öldürmeleri görüntüleyip propaganda amaçlı yayınlamak kadar alçakça bir şey olamaz.” (Hüseyin Ali, “IŞİD Faşizmi”, Gündem, 16 Eylül 2014, s.10.)
[173] “İslâm ciddi bir imaj sorunu yaşıyor. İngiltere’de, bu sorun daha da ağırlaştı. Müslümanları hedef alan ırkçılık, yabancı düşmanlığı artıyor. ‘Sol’ bu alanda gereken mücadeleyi veriyor. Ama Müslüman topluluğa da önemli bir görev düşüyor. (…) Bugün birileri, ‘kafa kesen, kalp yiyenlerin’ İslâmı temsil etmediğini kanıtlamak istiyorlarsa, seslerini çok daha fazla yükseltmek, pratik düzeyde mücadele etmek, hatta bunları ‘susturmak’, özgürlükleri kısıtlayan uygulamalara karşı solun yanında yer almak zorundadırlar. Yoksa ‘kafa kesen, kalp yiyenlerin’ etkisi artacak, İslâmı temsil eden, ‘yerine-geçen-şey’ olma konumuna yükselmesi hızlanarak devam edecektir.” (Ergin Yıldızoğlu, “Yerine-Geçen-Şey”, Cumhuriyet, 29 Mayıs 2013, s.4.)
[174] V. İ. Lenin, “RSDİP Merkez Komitesi Tarafından İkinci Sosyalist Konferansa Sunulan Öneriler”, Toplu Eserler, cilt: 22.
[175] V. İ. Lenin, “Barış Programı”, Toplu Eserler, cilt: 22.
[176] Vladimir İlyiç Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 455, 2014.
[177] Vladimir İlyiç Lenin, Emperyalist Ekonomizm-Marksizmin Bir Karikatürü, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 444, Nisan 2014.
[178] Vladimir İlyiç Lenin, Bolşevikler ve Proletarya Diktatörlüğü, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 270, Nisan 2010.
[179] Vladimir İlyiç Lenin, Ulusların Kaderlerini Kendilerinin Tayin Hakkı, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 351, Nisan 2012.
[180] Vladimir İlyiç Lenin, Yenilgicilik ve Enternasyonalizm, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 246, Nisan 2009.
[181] “En önemli Avrupa ülkelerinde sosyalist partilerin bu görevlerini yerine getirmediklerini ve bu partilerin önderlerinin tavrının (özellikle Almanya’da) sosyalizme ihanet sınırına vardığını büyük bir hayal kırıklığı içinde ortaya koymak gerekir. Bu ülkelerin işçi partileri aldıkları tutum sonucunda, hükümetlerinin caniyane uygulamalarına karşı çıkmak yerine, işçi sınıfını emperyalist hükümetlerle yan yana saf tutmaya çağırmışlardır.” (Vladimir İlyiç Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 455, 2014.) “Savaş zamanında bile içerideki sınıf mücadelesi, dış düşmana karşı mücadeleden çok daha önemlidir. Küçük ve büyük burjuvazi bu gerçeği kabul ettikleri için, Bolşeviklere nasıl da ağza alınmayacak küfürler yağdırdılar!” (Vladimir İlyiç Lenin, Bolşevikler Devrime Gidiyor, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 431, Nisan 2013.)
[182] V. İ. Lenin, Toplu Eserler, Cilt:6, s.108.
[183] Vladimir İlyiç Lenin, Ulusların Kaderlerini Kendilerinin Tayin Hakkı, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 351, Nisan 2012.
[184] Ahmet Yaşaroğlu, “Devletler ve Halklar”, Evrensel, 31 Ekim 2014, s.9.
[185] Anouk Guine, “Var Olmak İçin Direniyoruz, Direnmek İçin Var Oluyoruz”, Birgün, 23 Nisan 2015, s.12.
[186] Fehim Taştekin, “Velev ki Filistin Devlet Olsun!”, Radikal, 22 Eylül 2011, s.21.
[187] “Filistin’i Gandi Yöntemi Kurtarır”, Ahbar El Arap, 18 Ekim 2010
[188] Temel Demirer, “Ortadoğu ve Rojava ya da Tehditler ile İmkânlar”, Kaldıraç, No:159, Eylül 2014.
[189] Temel Demirer, “Ortadoğu’da Durum ve Olanak(lar)”, Newroz, Yıl:8, No: 256, 1 Eylül 2014.
[190] Çiğdem Toker, “Kobanê”, Cumhuriyet, 8 Ekim 2014, s.10.
[191] Melkulangara Bhadrakumar, “Türkiye’nin Arka Bahçesinde Kürt Baharı”, Evrensel, 1 Ağustos 2013, s.11.
[192] ‘The Times’ da, “Kürtler, yeni bir devlet kurmak için uzlaşıyor,” (‘The Times: Kürtler, Yeni Bir Devlet Kurmak İçin Uzlaşıyor”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2014, s.8.) diyor.
[193] “FT: Kobanê, Kürtlerin Milliyetçi Heveslerini Diriltti”, Cumhuriyet, 25 Ekim 2014, s.14.
[194] Aydın Engin, “Bir Kürt Devletine Doğru (mu?)”, Cumhuriyet, 22 Ekim 2014, s.5.
[195] Ömer Ağın, “… ‘Üçüncü Yol’ Mümkün: Kanıt Rojava”, Gündem, 11 Aralık 2014, s.6.
[196] “Kobanê Hayal Gücünün İktidarıdır”, Atılım, Yıl:2, No:144, 24 Ekim 2014, s.1.
[197] “Rojava Anayasası ‘Toplumsal Sözleşmesi’ Halkların Devrimine Doğru…”, http://yalansz.wordpress.com/2014/10/28/rojava-anayasasi-toplumsal-sozlesmesi-halklarin-devrimine-dogru/
[198] Nazan Üstündağ, “Kobanê’de Tarih Yazmaya Devam”, Gündem, 31 Ekim 2014, s.6.
[199] Fevzi Kızılkoyun, “Türkiye’den YPG’ye 8 Bin 500 Militan”, Hürriyet, 25 Haziran 2015… http://www.hurriyet.com.tr/dunya/29372989.asp
[200] Fuat Kav, “Ortadoğu Devrimini Kürt Kadınları Yapacaktır”, Gündem, 17 Aralık 2014, s.11.
[201] Erol Katırcıoğlu, “Çok-Kimlikli Demokrasi Artı Özerklik: Çözümün Anahtarı Bu”, Gündem, 16 Eylül 2014, s.5.
[202] Mustafa Karasu, “Kobanê Direnişi, Özgürlük, Demokrasi ve Sosyalizm Mücadelesinde Yeni Bir Dönem Başlatmıştır”, Özgür Halk, Yıl:1, No:3, Ekim 2014, s.6.
[203] Geçerken hatırlatalım: Suudi monarşisinin önde gelen danışmanı Enver Macid Eşki, Ortadoğu’da Türkiye, Irak, Suriye ve İran için bölünme ve “bağımsız Kürt devleti kurulacağı” öngörüsünde bulundu. (“Suudi Öngörüsü: Kürt Devleti Olur”, Cumhuriyet, 20 Haziran 2015, s.17.)
[204] “Müslim: Türkiye Kirli Hesaplar Peşinde”, Evrensel, 7 Kasım 2014, s.8.
[205] Fehim Taştekin, “Rojava Suriye İçinde Kalacak”, Hürriyet, 16 Temmuz 2014, s.26.
[206] “Müslim: Barzani IŞİD’in Karakterini İyi Kavramamış”, Taraf, 19 Temmuz 2014, s.7.
[207] “Müslim: Bağımsızlık Fikri İyi Bir Fikir Değil”, Taraf, 4 Temmuz 2014, s.8.
[208] “Salih Müslim: Irak Bölünmesin”, Hürriyet, 4 Temmuz 2014, s.15.
[209] Hatice İkinci, “Salih Müslim: Tarih Beraber Yaşayın Diyor”, Birgün, 22 Haziran 2015, s.11.
[210] Verda Özer, “Salih Müslim: Dostluk Dilimiz Havada Kalmasın”, Hürriyet, 8 Aralık 2014, s.24.
[211] Mustafa Karasu, “Kobanê Direnişi, Özgürlük, Demokrasi ve Sosyalizm Mücadelesinde Yeni Bir Dönem Başlatmıştır”, Özgür Halk, Yıl:1, No:3, Ekim 2014, s.8.
[212] Abdullah Öcalan, aktaran: Jinekoloji Akademisi, “Kobanê Direnişi: Kürt Kadınının Celladına Karşı İntikam Direnişidir”, Özgür Halk, Yıl:1, No:3, Ekim 2014, s.31.
[213] Amberin Zaman, “Biji Serok Obama!”, Taraf, 31 Ekim 2014… http://www.taraf.com.tr/yazilar/amberin-zaman/biji-serok-obama/31204/
[214] “Barzani: Türkiye’nin Yardımı Olmasaydı Kobanê’nin Geri Alınması Mümkün Olmazdı”, Hürriyet, 9 Mayıs 2015… http://www.hurriyet.com.tr/dunya/28957496.asp
[215] Mahmut Oral, “Dohuk’ta ABD ile PYD Arasında Gizli Zirve”, Cumhuriyet, 18 Ekim 2014, s.8.
[216] ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Marie Harf’in PYD ile istihbarat paylaşımında bulunduklarını açıklamasının, ardından zirve sırasında PYD Eşbaşkanı Salih Müslim, PYD ile değil Kobanê’nin savunmasını sağlayan PYD’nin silahlı kanadı YPG ile istihbarat paylaşımı yapıldığı vurgusuyla ekledi: “Bu konular askeri konular olduğundan paylaşılan istihbaratın neleri içerdiğini bilmiyorum ama doğrudur, istihbarat paylaşımı YPG üzerinden yapılıyor.” (Mahmut Oral, “Dohuk’ta ‘Ordu’ Krizi”, Cumhuriyet, 19 Ekim 2014, s.7.)
[217] “ABD’den Flaş PYD Açıklaması”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2014, s.6.
[218] “AKP’ye Yok, PYD’ye Var”, Cumhuriyet, 7 Mart 2015, s.10.
[219] M. Ali Çelebi, “Muslim ABD’ye Gidiyor”, Gündem, 6 Mart 2015, s.13.
[220] İlhan Tanır, “Rojava’dan İkazlar”, Cumhuriyet, 4 Nisan 2015, s.16.
[221] Verda Özer, “Türkiye Kürdistan Birlikteliği”, Hürriyet, 12 Ağustos 2014, s.19.
[222] “PYD’ye Amerikan Silahı Vermiyoruz”, Hürriyet, 10 Aralık 2014… http://www.hurriyet.com.tr/dunya/27742958.asp
[223] “Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in IŞİD’in saf dışı bırakılması için PKK’ya silah verilmesi seçeneğine sıcak baktığı ifade edildi.” (“Merkel, PKK’ya Silah Verilmesinden Yana”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2014, s.6.)
[224] Kemal Erdem, “Batı Emperyalistlerinin IŞİD Aracılığıyla Kürt Politikası”, 13 Kasım 2014… http://www.sendika.org/2014/11/bati-emperyalistlerinin-isid-araciligiyla-kurt-politikasi-kemal-erdem/
[225] İbrahim Varlı, “Kobanê’de Bir Savaş Baronu: Akidi”, Birgün, 4 Kasım 2014, s.11.
[226] “PYD Terör Örgütüdür”, Cumhuriyet, 24 Şubat 2015, s.9.
[227] “Erdoğan Kobanê İçin Neler Demişti? Unutulmaz Beş Konuşma!”, Taraf, 26 Ocak 2015... http://www.taraf.com.tr/politika/erdogan-Kobanê-icin-neler-demisti-unutulmaz-bes-konusma/
[228] Yusuf Karataş, “ABD Stratejisi ve YPG - ÖSO Anlaşması”, Evrensel, 15 Eylül 2014, s.8.
[229] Kemal Erdem, “Rojava Devrimi ve Tarihsel Anlamı”, 4 Eylül 2014… http://www.sendika.org/2014/09/rojava-devrimi-ve-tarihsel-anlami-kemal-erdem/
[230] Murat Karadeniz, “Kobanê ile Açığa Çıkan Hakikât ve Dil”, 24 Ekim 2014… http://www.sendika.org/2014/10/Kobanê-ile-aciga-cikan-hakikât-ve-dil-murat-karadeniz/
[231] Yücel Özdemir, “Kobanê, Guernica ve Enternasyonal Dayanışma”, Evrensel, 31 Ekim 2014, s.11.
[232] Nilgün Cerrahoğlu, “IŞİD Halifeliğin İlk Yılını Terörle Kutluyor”, Cumhuriyet, 28 Haziran 2015, s.16.
[233] Oktar Türel, “Uzun” XIX. Yüzyılda Orta Avrupa, Yordam Kitap, 2015, s.311.
[234] “Arap Baharı diye başlatılan trajedi, işte bu ilkelerin Ortadoğu’ya yansıması olarak ‘Ilımlı İslâm’ modeli biçiminde ortaya çıkmış, ‘Müslüman Kardeşleri’ ve öteki İslâmcıları iktidara getirmiş ve bugün vardığı noktada tam bir felakete dönüşmüştür. Irak, Libya, Mısır, Yemen ve Suriye, ‘Ilımlı İslâm’ modelinin tek tek iflas ettiği, çöktüğü ülkelerdir. Sonuç olarak elimizde IŞİD denilen terörist bir canavar ve istikrarsız bir Ortadoğu-Kuzey Afrika bölgesi kalmıştır.” (Emre Kongar, “Sonuçlar ve Ortadoğu”, Cumhuriyet, 13 Haziran 2015, s.2.)
[235] Ergin Yıldızoğlu, “Kaos Korkusu ve Emperyalizm - II”, Cumhuriyet, 23 Haziran 2015, s.8.
Yorumlar