SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER 1) YÖNTEM, TEORİ, TUTUM 2) İNSAN(LIK) SORU(N)LARI 3) DEVLET VE DEMOKRASİ 4) BAĞINTILI ME...
SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER
1) YÖNTEM, TEORİ, TUTUM
2) İNSAN(LIK) SORU(N)LARI
3) DEVLET VE DEMOKRASİ
4) BAĞINTILI MESELELER: DİN
5) VE KADIN…
6) ÖZEL MÜLKİYET, KAPİTALİZM, SERMAYE
7) EMEK VE İŞÇİ SINIFI
8) SINIF(LAR) MÜCADELESİNDE BAŞKALDIRI VE ŞİDDET
9) ÖNCÜ PARTİ VE MÜCADELE(Sİ)
10) PARTİLİ MÜCADELE SORU(N)LARI
11) DEVRİM VE MÜCADELE
12) SAVAŞ VE BARIŞ İLE ULUSAL HAREKET
13) EMPERYALİZM VE DÜNYA DEVRİMİ
14) KARL MARX, V. İ. LENİN VE SOSYALİZM
15) EKİM DEVRİMİ
16) GEÇİŞ, KURULUŞ, PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ
17) SORU(N)LAR
18) KURTULUŞ, ÖZGÜRLÜK, KOMÜNİZM
19) NİHAYET
100. YAŞINDA EKİM DEVRİMİ’NİN ANIMSATTIKLARI[1]
SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER
“Körler onları görmese de,
yıldızlar vardır.”[2]
“İzm”(ler)in önüne, bir “post” ekleyerek çok şeyin “son”unu ilan eden post-modern tahrifatın kapitalizmin “sonsuzluğu” yalanına sarıldığı tabloda Eric Hobsbawm’un, “Dünyamız hem dışa hem de içe doğru infilak etme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Nereye doğru gittiğimizi bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, tarihin bizi bu noktaya neden getirdiğidir. Gene de açıkça görülen bir şey var. İnsanlığın anlaşılabilir bir geleceği olacaksa, bu gelecek geçmişin ya da şimdiki zamanın sürdürülmesiyle olamaz. Üçüncü binyılı bu temelde kurmaya çalışırsak, başarısızlığa uğrarız. Ve başarısızlığın bedeli, yani değişmiş bir toplumun alternatifi, karanlıktır,”[3] saptamasındaki tedirginliği, insanların pek çoğunda devasa bir korkuya dönüşmüştür.
“Reel Sosyalizm” deneyimlerinin likidasyonundan hareketle geleceğe bakanların karamsarlığa, korkuya düşmesi kolaydır.
Ancak yerküre karşı devrim dalgaları ile çalkalanırken, sürdürülemez kapitalizmin derin sularında yeni bir toplumun olanakları büyüdüğü de “es” geçilmemelidir.
Unutulmasın: Her kriz burjuvazinin kendi varlığını sonsuz hissettiği anda patlak verirken; sürdürülemezliğin öne çıkarttığı zalimliğin de[4] bir sınırı vardır ki, Ekim Devrimi de tam orada durmaktadır.
İş bu nedenle Büyük Ekim Devrimi’nin 100. yılına hepimize: i) Emperyalizm ve Proletarya Devrimleri Çağı’nın gereklerini; ii) Kesintisiz Devrim ile devrimin güncelliği fikrini; iii) Proletarya Devrimi ile ulusal sorunun “bağını”; iv) Parti, sınıf, devrim diyalektiği ile oportünizme karşı mücadeleyi; v) Dünya Devrimi ve Proletarya Enternasyonalizmini; vi) Proletarya Devrimi ve diktatörlüğü ile sosyalist demokrasi sovyetlerle bağını; vii) Mücadele biçimleriyle devrimci şiddet ve şiddete dayalı devrimi; viii) Proletarya Devrimi’nin kadın sorunu, özgürleşmeyle ilişkisini; ix) Barış ve savaş sorununun proletarya için anlamını; x) yabancılaşma ve insan(lık) sorununu komünizm davası şahsında bir kez daha anımsatmaktadır.
Ekim Devrim’ini anmak/ anımsamak, geleneksel bir “siyasal ritüel”den öte, ona yol gösteren öğretinin ışığında devrimin derslerinden öğrenmektir. İdeolojik, politik ve örgütsel açıdan bugüne yön verecek sonuçları çıkarabilmektir.
İçinden geçtiğimiz zorlu (post-modern) kimliksizleştirilme kesitinde; 100. yaşındaki Ekim Devrimi, hepimize yeniden ve bir kez daha unut(turul)an vazgeçilmezlikleri anımsatmakta, altını ısrarla çizmektedir.
Bilgiye muhtacız;[5] bunun altının, “Elveda” yaygaralarına ve liberal manipülasyonlara inat bir kez daha ve tekrar pahasına çizilmesi -ne yazıktır ki hâlâ- “olmazsa olmaz”dır.
Biz, “Omelas’ı bırakıp gidenler”den değiliz; biz asla terk edenlerden olmayacağız ve vazgeçmeyeceğiz;[6] Şükrü Erbaş’ın, “…‘Değişme’ diyen bir ses kaldı geride/ ‘sen böyle güzelsin’/ değişemezdim... değişmedim…” dizelerini terennüm ederek…
Çünkü bilmekteyiz ki, ‘Kapital’siz bir Marksizm, Marksizm-Leninizm’siz bir işçi sınıfı hareketi, işçi sınıfsız bir radikal sosyalizm, ihtilalci sosyalizmsiz bir sınıf devrimciliği mümkün değildir.
Karl Marx’ın ‘Kapital’i, kapitalist toplumun hareket yasalarını ortaya koyarken; sürdürülemez kapitalizmin yasaları, kapitalizmin şu veya bu evresinde değil, kapitalizm yıkılana (ücretli kölelik yok edilene) dek geçerlidir.
Marksizm-Leninizm, devrimci praksisten soyutlanmış entelektüel gevezelikler manzumesi değildir ve olamaz da; o işçi sınıfının eylem kılavuzudur.
İşçi sınıfının yegâne gücü birliğinden geçerken şiar(ımız): “Bütün ülkelerin işçileri birleşin”dir!
Bunların denildiği kadar kolay olmadığını biliyoruz! Ancak Antoine de Saint-Exupéry’nin, “Gerçeğin mayası gözle görülmez,”[7] notunu düştüğü koordinatlarda Cemal Süreya’nın, “Son kötü günleri yaşıyoruz belki/ İlk güzel günleri de yaşarız belki,” dizeleri terennüm edilirken; bir kez daha, “Reformcu sosyalizm ölüyor ve Fransız sosyalisti Paul Golay’ın deyimiyle, ‘Yeni doğan sosyalizm devrimci, uzlaşmaz ve isyancı’ olacaktır,”[8] uyarısını anımsıyoruz…
Yerküredeki tablonun oldukça kaotik olduğunu ve giderek de ağırlaştığını bilmemek de, görmemek de mümkün değil!
Emperyalist çılgınlık zemininde ulusların birbirine diş bilediği, çıkar ilişkilerinin hiçbir ahlâki kaygı gütmediği, kan dökücülüğün kutsandığı zamanlardayız.
Ortadoğu, Latin Amerika, Asya, Avrupa yanıyor. Uzakdoğu’da tehlikeli gelişmeler özellikle kışkırtılıyor. İç çatışmaların emperyalist planlarla bu kadar açık yürütüldüğü sömürgecilik zamanlarındayız. Saklı gizli bir şey yok. Yükselen ya da özellikle yükseltilen ırkçılık, yabancı, göçmen düşmanlığı devletlerin resmî politikasına dönüştü, “doğal” sayılır oldu.
Hemen pek çok ülkede baskıcı, olağanüstü hâl yöntemleri yasal ve sürekli hâle geldi. Son krizlerin tetikçisi neo-liberal politikalar hâlâ hükümet etmeyi sürdürüyor. İşçi sınıfı, halk tabakaları ağır baskı altında, sendikal ve siyasi hayattan zorbalıkla uzaklaştırıldı.
Siyasette toplumsal hayatta gerilemeyi kutsayan anlayışlar elbirliği ile yüceltiliyor; laikliğin geriletilmesi yerküreyi ortaçağda olduğu gibi karartıyor. Her şey kapitalizmin elinde çürüyor, çürütülüyor.
İnsan(lık) çıldır(tıl)ıyor! XX. ve XXI. yüzyılların, kapitalist vahşetin damgasını vurduğu dönemin yaygın verisinin akıl hastalığı olduğunu bilmeyen var mı?
Ruh/akıl hastalığını bu denli yaygınlaştıran, yerkürenin bir numaralı sorunu hâline getiren mekanik, ruhsuz, yabancılaştıran kapitalist uygarlıktır!
Konuya ilişkin olarak Roger Garaudy’nin, Kapitalizm, çıldırttığı milyonlarca insanı sakinleştirmek için milyar dolarlık trankilizan (anti depresif) ilaçlar kullanıyor.(…) İnsanın görevi sadece kapitalizmi, sistemi değiştirmek değil: Yeni bir uygarlık inşa etmek. Kapitalizmden farklı, kapitalizmi aşan, kapitalizmin mekanikliğini, ruhsuzluğunu, sevgisizliğini, yabancılaşmasını aşan yeni bir uygarlık. Sosyalizm, uygarlık alternatifiyle çıkmalı. İktidar alternatifi olmak, dar bir hedef. Devrimciler yeni bir hayat tarzıyla, yeni bir toplum seçeneğiyle, yeni bir uygarlık seçeneğiyle çıkmalı,” uyarısını “es” geçmeden insan(lık)a mündemiç meselelerin altında, kapitalizmin III. Büyük Bunalımı yani kapitalistlerin bunalımlarının üstesinden gelememeleri yattığı unutulmamalı!
Tam da bu ufukta ulaşılan koordinatları, olası geleceği, olasılıkları ve umutları, umudun gereklerini şöyle özetliyor Korkut Boratav:
“Emperyalizmin doğası bozuktur; gerilemeyi sessizce sineye çekemez. Ekonomik zayıflamasını, uluslararası siyaset alanında telafiye kalkışıyor; ama sadece yıkım getirerek… Karanlık olasılıklar gündemdedir: Ortadoğu trajedilerini, Latin Amerika’dan Uzakdoğu’ya kadar uzanan bir coğrafyaya taşıma senaryoları… Giderek ortaya çıkmaktadır ki kapitalizmin tarihsel misyonu son bulmuştur. Temel soru şudur: Sistem-dışı devrimci akımlar, halk sınıflarının tepkilerini örgütleyebilecek mi? Aksi hâlde, gelecek kuşakları, sadece çürüyen bir dünya beklemektedir.”[9]
Ekim Devrimi 100 yaşındayken; tam da buradayız.
Burası Ho Chi Minh’in, “Bir kum tanesi bir makinenin işlemesini engelleyebilir,” sözüyle karakterize olan bir imkânlar dünyasıdır…
Burası V. İ. Lenin’in, “İnsan gerçek dostlarını felaket anında tanır. Yenilgi yılları, iyi bir okuldur,” diye tarif ettiği zor zamanlardan ders çıkartanlar için Murathan Mungan’ın, “Yaşam boyu ne çok şeyin/ yanından geçip gitmişizdir./ Ne çok fırsatın, hayalin,/ insanın, ihtimalin,” sözlerindeki yaratıcılık eşiğidir…
Burası Tarık Tufan’ın, “Yarım kalan tüm hesapların ödeneceğine dair inancını diri tut,” dediği yerdir…[10]
Burada yeniden var olabiliriz…
Yeter ki Karl Marx’ın, “Lanetlenmeyi göze almayan bir insan hiçbir şey yapamaz”;[11] Jean Luc Godard’ın, “Gerçeğin aydınlığına doğru ilerlerken söylenecek ilk söz şudur: ‘Korkaklar ve ahmaklar geri çekilsin, işimiz var’...” uyarısından ve zorunlu pratiğinden asla vazgeçmeyelim…
1) YÖNTEM, TEORİ, TUTUM
İşaret ettiklerimizden hareketle komünizm, 100 yıl sonra bugün de, öncelikle ‘Komünist Manifesto’daki şu tutumdur:
“Komünistler görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler. Amaçlarına, ancak bütün mevcut toplumsal koşulların zorla devrilmesiyle ulaşılabileceğini açıkça ilan ederler. Bırakın, egemen sınıflar, bir komünist devrimiyle titresinler. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur. Ama kazanacakları bir dünya vardır. Dünyanın bütün işçileri, birleşiniz!”[12]
Bu öyle bir tutumdur ki, buna dair “Düşmanların darbeleri önünde eğilip bükülmek yok; birçoklarının yaptığı gibi, ‘inanınız ben zararlı hiçbir şey yapmadım’ diye ağlayıp zırlamak yok. Yumruğa yumrukla karşılık vermek, düşmanın her bir yumruğuna karşı iki üç yumruk atmak: İşte bizim taktiğimiz daima böyle olmuştur,” der Friedrich Engels.
Eğilip bükülmeyen, doğruda durmanın felsefesinden vazgeçmeyen söz konusu duruşun özeti, Alman Meclisi’ndeki konuşmasında (1924) Ernst Thaelmann’ın haykırışındaki üzeredir:
“Programımızdan, zorba tedbirlere, gerici hukuka, burjuva partilerin ve sosyal-demokrasinin bize karşı aldığı tutuma rağmen asla taviz vermeyeceğiz. Tüm düşmanlara karşı mücadele edeceğiz, ilerleyeceğiz; ama asla geriye doğru değil...
Hedefimizi hiçbir zaman inkâr etmeyeceğiz. Önümüzdeki hedef, politik iktidarın elde edilmesidir ve bu bağlamda, devrimin organizasyonunu önümüze somut görev olarak koyuyoruz. Her fırsatta, mücadelenin her koşulunda, politik sorunları görüşürken burjuva parlamentosunda dahi...
Köylülerin, işçilerin ve orta tabakaların geniş yığınlarını devrim için kazanmaya çalışacağımızı gizlemiyoruz. Sınıf mücadelesi zeminine dayanan bir parti, hedef ve taktiklerini asla inkâr etmemelidir. Burjuvazinin aleti olarak burjuva-kapitalist devlet, halkın çoğunluğuna karşı, proletaryaya karşı, bir baskı aygıtından başka bir şey değildir ve genelde de her zaman böyle olmuştur ve kim burjuva-kapitalist devlette sınıf mücadelesinden kaçınılabileceğini düşünüyorsa, o, yanılmaktadır.”
Karl Marx’ın, “Görünen, gerçek olsaydı bilime gerek kalmazdı,” uyarısını “es” geçmeyen söz konusu tutum açısından unutulmaması gereken, Bertell Ollman’ın, “İçinde yaşadığımız dünyayı nasıl kavradığımızı belirleyen üç şey vardır: Dünyanın nasıl bir yer olduğu, bizim kim olduğumuz ve dünyayı nasıl incelediğimiz,” saptamasıdır ki bu da yöntem, bilim, teori ve felsefe soru(n)larını devreye sokar.
Bu noktada Albert Einstein’ın işaret ettiği üzere, “Algılayıcı insana karşı bağımsız olan bir dış dünyanın varlığı, bütün bilimlerin temelidir.”[13]
Söz konusu temel büyük bir cüret ve eleştiri üzerinde yükselirken; “Gelecek bütün zamanlarda geçerli bir tasarı kurmak bize düşmediğine göre, şu anda yapmamız gereken, var olan her şeyin acımasız, eleştirel değerlendirilmesidir; acımasız derken, eleştirimizin kendi elde edeceği sonuçlardan da,yerleşik güçlerle çatışmaya girmekten de korkmaması gerektiğini anlatmak istiyoruz,” diyen Karl Marx ekler:
“Benim analitik yöntemim insandan değil, ekonomik olarak verili toplumsal dönemden yola çıkar.”
Tam da bunun için “Marksist öğretinin en önemli özelliği, proletaryanın sosyalist toplumun kurucusu olarak dünya tarihindeki rolünün açık seçik ortaya konmasıdır,” der V. İ. Lenin.[14]
Bu açıdan “Devrimci teori olmadan, devrimci hareket olamaz,”[15] diye altını çizdiği gerçeği asla göz ardı etmeyen Marksist-Leninistler için teori, sınıfın eylemleriyle bütünleşip, maddi bir güce dönüşmez ise, kendini geliştiremeyeceği gibi “teorisist” bir lafazanlığın da ötesine geçemez.
Karl Marx’ın işaret ettiği gibi, “Düşünce kitleleri sardığı zaman; felsefe proletaryada maddi silahını, proletarya felsefede ideolojik silahını bulur”ken; “Nesnel hakikâtin insan düşüncesine atfedilip atfedilemeyeceği sorunu bir teori sorunu değil, pratik sorunudur.”[16]
Bu bağlamda söz konusu pratik, bilimsel[17] teoriye -dünyayı değiştirme felsefesine- içkinken;[18] diyalektik yöntemin de kendisidir.
Diyalektik yöntem, metafiziğin tersine, doğadaki her şeyin ve her olayın yapısında iç çelişkilerin varlığını kabul eder. Çünkü hepsinin olumlu ve olumsuz yanları, bir geçmişi ve bir geleceği, ölen bir yanı ve gelişen bir yanı vardır. İşte bu karşıtlar arasındaki savaşım, yeniyle eski arasındaki, ölenle doğan arasındaki, yitip gidenle gelişen arasındaki savaşım, gelişme sürecinin iç kapsamını, yani nicel değişmelerin nitel değişmelere dönüşmesi biçiminde beliren iç kapsamını oluştururken; “Diyalektik, metafiziğin tersine, doğaya, rastgele toplanmış, birbirleriyle ilişkisiz, birbirlerinden bağımsız, ayrı şeyler, ayrı olaylar gözüyle değil maddelerin ve olayların birbirleriyle organik olarak ilişkili bulunduğu, birbirlerine dayandığı ve birbirleriyle belirlendiği tam ve bağımlı bir bütün gözüyle bakar,” der Karl Marx.[19]
“Diyalektik, Hegel’in açımladığı gibi, relativizmin (göreciliğin), olumsuzlamanın, skeptisizmin (şüpheciliğin) bir öğesini kapsar, ama relativizme indirgenemez. Marx ve Engels’in materyalist diyalektiği relativizmi mutlaka içerir ama ona indirgenemez, yani diyalektik materyalizm, bütün bilgilerimizin göreliliğini, nesnel doğrunun yadsınması anlamında değil, bilakis bilgilerimizin bu doğruya yaklaşmasının sınırlarının tarihsel olarak koşullandırılmış olması anlamında kabul eder.”[20]
Evet “Diyalektik felsefe karşısında hiçbir şey sonul, mutlak, kutsal değildir; bu felsefe, her şeyin geçici karakterini ve her şeydeki geçici karakteri ortaya çıkarır ve onun karşısında, kesintisiz oluş ve yok oluş sürecinden başka hiçbir şey yürürlükte kalamaz.”[21]
“Diyalektik, nesnel denilen diyalektik, tüm doğada egemendir ve öznel denilen diyalektik, diyalektik düşünce, doğanın her yerinde kendini gösteren ve karşıtların sürekli çatışması ve bunların sonul olarak, birbirlerine ya da daha yüksek biçimlere geçmeleri yoluyla doğanın yaşamını belirleyen hareketin karşıtlar aracılığıyla yansımasından ibarettir.”[22]
Karl Marx’ın, “Dünyadaki her şey hareket hâlindedir. Yaşam değişir, üretici güçler büyür, eski ilişkiler çöker”; Murray Bookchin’in, “Varlığımız oluş hâlindedir, durağan değildir,” saptamalarındaki üzere “Tüm doğa, en küçüğünden en büyüğüne dek, küçük bir kum tanesinden güneşe, canlı en ilkel hücreden insana dek, sürekli bir var oluş ve yok oluş, sürekli bir akış, sonsuz bir hareket ve değişme içindedir.”[23]
“Doğa, insanlık tarihi ya da kendi zihinsel faaliyetimiz üzerine düşünürken karşımıza çıkan ilk tablo, sonu olmayan bir ilişkiler ve etkileşimler labirentidir; burada hiçbir şey eskiden olduğu gibi ve eskiden olduğu yerde kalmaz; her şey hareket eder, değişir, vücuda gelir ve yok olup gider.”[24]
İş bu nedenle “Madde kavramının kabulü ya da reddi, insan için, duyularının tanıklığına güvenip inanma sorunudur, bilginin kaynakları sorunudur, felsefenin ta ilk günlerinden beri sorulagelen ve tartışılagelen, profesörce soytarılıklarla binbir kılığa sokulabilen ama hiçbir şekilde eskimeyen, tıpkı görme, duyma, dokunma, koku almanın insan bilgisinin kaynağı olup olmadıkları sorunu gibi eskimeyen bir sorundur. Duyumlarımızı dış dünyanın imgeleri saymak, nesnel gerçeği tanımak, materyalist bilgi teorisinden yana olmak, bunların hepsi aynı şeydir.”[25]
Evet Karl Marx’ın ifadesiyle, “Yaşamı belirleyen bilinç değil, ama bilinci belirleyen yaşam”ken; “İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine onların bilinçlerini belirleyen toplumsal varlıklarıdır.”[26]
“Bireyler nasıl yaşıyorlarsa öyledirler. Bundan ötürü, bireylerin ne olduğu onların ortaya çıkışının maddi koşullarına bağlıdır.”[27]
“Sosyal ilişkiler, üretim güçleriyle sıkı sıkıya bağlıdırlar. İnsanlar yeni üretim güçleri elde ederek üretim biçimlerini değiştirirler ve üretim biçimlerini, yaşamlarını kazanma biçimlerini değiştirerek, bütün sosyal ilişkilerini değiştirirler.”[28]
Buraya kadar değindiklerimizden hareketle Karl Marx’ın, “Düşünceyi, düşünen maddeden ayırmak olanaksızdır. Bütün değişikliklerin öznesi maddedir.” “Filozoflar dünyayı, yalnızca, çeşitli şekillerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir”; V. İ. Lenin’in, “İnsan zihni, maddi dünyayı yansıtmakla kalmaz, onu değiştirir de,” saptamalarının altını özenle çizip ekleyelim:
i) “Düşünme süreci, insan kafasında yansıyan, ve düşünce biçimlerine dönüşen madde dünyasından başka bir şey değildir.”[29]
ii) “Biz gerçek -faal- olan insandan yola çıkarak, insanların bu gerçek yaşam süreçlerinden hareketle bunları -toplumu, üretim biçimini, bilinci- açıklarız.”[30]
iii) “Materyalizm doğayı birincil etken, ruhu ikinci etken sayar; varlığı birinci plana, düşünceyi ikinci plana koyar. İdealizm bunun tam tersini yapar.”[31]
iv) “Materyalist tarih anlayışına göre tarihte belirleyici etken, son kertede yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Marx da, ben de bundan daha çoğunu hiçbir zaman ileri sürmedik. (...) Ekonomik durum temeldir, ama çeşitli üstyapı öğeleri (sınıf savaşımının politik biçimleri ve sosyal sonuçları, savaş bir kez kazanıldıktan sonra kazanan sınıf tarafından hazırlanan anayasalar vs.) hukuksal biçimler, hatta bütün bu gerçek savaşımların onlara katılanların beyinlerindeki yansımaları, siyasal, hukuksal, felsefi teoriler, dinsel görüşler ve daha sonra bunların dogmatik sistemlere gelişmeleri; hepsi de tarihsel savaşımların gidişi üzeride etki yapar ve birçok durumda özellikle onların biçimini belirlerler.”[32]
Hasılı ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, haklı-haksız, emek-sermaye çelişkisi varlığını sürdürüyorken; hiç kimse Marksist-Leninist yönteme, diyalektik materyalizme laf edemez!
Her kim felsefe,[33] ekonomi-politik, toplum, insan, evrim, devrim, devlet, emperyalizm, üretim, vb. kavramlarına dair söz edecekse, Karl Marx’ı, Friedrich Engels’i, V. İ. Lenin’i, anmadan geçemez.
Çünkü “Marksizm, doğanın ve toplumun gelişimini yöneten yasaların bilimidir: Ezilen ve sömürülen yığınların devriminin, bütün ülkelerde sosyalizmin zaferinin, yeni komünist bir toplum inşa etmenin bilimidir. Marksizm bir bilim olarak yerinde sayamaz; gelişir ve ilerler. Marksizmin, gelişimi içinde, yeni deneyim ve yeni bilgilerle kendisini zenginleştirmesi kaçınılmazdır- dolayısıyla onun çeşitli formülleri ile yargılarının zorunlu olarak değişmesi; yerlerini, yeni tarihsel görevlere uygun düşen yeni formül ve yargılara bırakması kaçınılmazdır. Marksizm tüm çağlar ve dönemler için zorunlu, değişmez yargı ve formülleri kabul etmez. Marksizm, her türlü dogmatizmin düşmanıdır.”[34]
2) İNSAN(LIK) SORU(N)LARI
Meta fetişizmiyle kutsanan (daha doğrusu lanetlenen) kapitalizm bir yabancılaşma (ve çürüme) deryasıdır.
Herkesi yoksullaştırıp/ yoksunlaştırarak etkileyen[35] -ancak küçük burjuvaziyi çılgınlaştıran![36]- “Çürüme” dedik!
Bu konuda Karl Marx, “Yoksulluğu azaltmadan zenginliği arttıran ve suç işleme bakımından, sayılardan daha hızlı artış gösteren bir toplumsal sistemin özünde çürümüş bir şeylerin olması gerekir,” derken V. İ. Lenin de ekler:
“Eğer bir toplumda, devrim ve toplumsal değişim için koşullar olgunlaşmışsa, ama bu toplumsal değişimi gerçekleştirecek bir güç yoksa, o toplum için için çürümeye başlar.”
Sürdürülemez kapitalizmin III. Büyük Bunalımı’nda çürümenin daha da yaygınlaşıp, derinleştiğine tanık oluyoruz.
Kriz ya da bunalım olarak adlandırılan hâl, rasyonalitesini yitirmiş sistem(sizlik)in tıkanarak -ne olacağının ön görülemediği-kaosu devreye soktuğu momentken; bu konuda “Yeni bir devrim, ancak yeni bir bunalımın ardından gelebilecektir. Ama biri ne kadar kesinse, öteki de o kadar kesindir,”[37] çözümlemesi hâlâ günceldir.
Söz konusu imkânın değerlendirilmesi, yabancılaşmayı aşan insan(lık)la mümkündür.
“Nasıl” mı?
Eduardo Galeano’nun, “Büyüyün ve çoğalın dedik, makineler de büyüyüp çoğaldılar. Bizim için çalışacaklarına söz vermiştiler. Şimdi biz onlar için çalışıyoruz. Gıda miktarını arttırsınlar diye icat ettiğimiz makineler açlığı çoğaltıyorlar. Kendimizi savunmak için icat ettiğimiz makineler bizi öldürüyorlar. Hareket etmek için icat ettiğimiz otomobiller bizi hareketsiz hâle getiriyorlar. Buluşmak için icat ettiğimiz şehirler bizi yalnızlaştırıyorlar. İletişim kurmak için icat ettiğimiz büyük iletişim araçları, ne bizi dinliyorlar ne de bizi görüyorlar. Biz makinelerimizin makineleriyiz. Onlar masum olduklarını iddia ediyorlar. Ve bunda haklılar,” diye betimlediği tabloya ilişkin olarak Pierre-Joseph Proudhon da, “Dinde tanrı, politikada devlet, ekonomide mülkiyet; işte, kendine yabancılaşmış insanlığın kendi elleriyle teslim olduğu ve günümüzde artık reddetmesi gereken üçlü biçim budur,” notunu düşerkenü kapitalizm patentli bir tüketme hastalığı, asalaklık, kolaycılık, zahmetsiz zengin olma tutkusu; okuma-araştırma zahmetinden, gerçeğe ulaşma tutkusundan kaçış… Kibirli ve görgüsüz bir cehalet, toplum sorunlarına duyarsızlık, siyasi konularda ikiyüzlüce ve “uyanıkça” bir suskunluk… Sürüleşmiş, emeğe ve üretim değerlerine yabancılaşmış insan gerçeğimizin bir kesiti bu. Emperyalist küreselciliğin dayattığı “Tüketim Kültürü”nün, onun reklam ve iletişim araçlarıyla biçimlendirilen, kimliğini ürettiğiyle değil, tükettiğiyle tanımlayan insan modeli…
Yeni Ortaçağ’ın ben-merkezli post-modern insanı olarak tanımlayabileceğimiz bu budala tüketici-talancı karakter, XIX. yüzyılın ortalarında Karl Marx ve Friedrich Engels’in teorileştirdiği, insanın emeğine ve kendine yabancılaşması gerçeğinin uç noktasında bir yabancılaşma olgusudur. XIX. yüzyıldaki yabancılaşmanın düzeyi, emekçinin, el konulan artı-emeğinin kapitalist sistem tarafından kendisine baskı araçları olarak dönmesi biçimindeydi. Emekçi, henüz kendi öz güçlerinden, yaratıcı yetenek ve becerilerinden tam kopmuş değildi. Bugün ise, Batı merkezli ortaçağlaşmış sistemde, mevcut yabancılaşmaya ek olarak, emekçiler ve insanlar, doğal, insani özlem, değer, tepki ve duyarlılıklarına da yabancılaştırılmıştır.
Tam da bunun için ‘Kapital’in meta fetişizmi bölümünde anlatıldığı gibi, kapitalizmde toplumu oluşturan her bir kişi bir diğeriyle meta değişimi aracılığıyla ilişki kurarken; “Metalar dünyası büyüdükçe insanlar dünyası küçülür,” der ve ekler Karl Marx: “İnsan doğaya ne kadar yabancılaşırsa o kadar toplumsallaşır, ne kadar toplumsallaşırsa da o kadar kendine yabancılaşır.”
“İnsanın kendi doğasına yabancılaşması kapitalist toplumun en temel kötülüğüdür.”
“Ölesiye çalışarak kazanma hırsı, başarı güdüsü ve sahip olma tutkusu, ekonomik etkinlikleri insan yaşamının ana hedefi ve amacı hâline getirerek, insanın doğal yaşamdan ve ahlâki değerlerden uzaklaşmasına neden olur.”
“Emek zenginler için harikalar, ama işçi için yoksunluk üretir. Saraylar ama işçiler için inler üretir. Güzellik ama işçi için solup sararma üretir. Emeğin yerine makineleri geçirir, ama işçilerin bir bölümünü de makine durumuna getirir. Us ama işçi için budalalık, aptallık üretir.”[38]
“Ne kadar az yer, içer, kitap okursan, tiyatroya, dansa, meyhaneye ne kadar az gidersen, ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı söyler, resim ve eskrim yaparsan, o kadar fazla sermaye biriktirirsin; mezar böceklerinin ve toprağın yok edemeyeceği hazinen o kadar büyür. Kendin ne kadar azalırsan o kadar çoğa sahip olursun; kendi öz hayatını dile getirmenle dışsallaşmış hayatını dile getirmen ters orantılıdır; yabancılaşmış varlığın gitgide büyür.”[39]
Tüm bunlara V. İ. Lenin de şunları ekler:
“Mülkiyet sahibi sınıfla proleter sınıf, aynı insan yabancılaşmasını ifade ederler. Ama birincisi, kendini kendi yerinde duymaktadır bu yabancılaşmanın içinde; bu yabancılaşmada kendisi için bir doğrulama bulmakta, bu yabancılaşmada kendi gücünü görmekte ve insani bir var oluşun görüntüsüne kavuşmaktadır. İkincisi ise, kendini yok edilmiş hisseder bu yabancılaşmada kendi güçsüzlüğünü ve insan dışı bir var oluşun gerçekliğini görür. Hegel’in bir deyimiyle söyleyecek olursak; alçalma içerisindedir, bu alçalmaya karşı isyan içindedir. Ve insani doğası’nı hayatta ki durumuna (bu doğanın apaçık, kesin, bütüncül, olumsuzlamasını meydana getiren o duruma) karşıt gelen kılan çelişki, onu bu isyana zorunlu olarak iter.
Öyleyse, bu çelişkinin bağrında: Özel mülkiyet sahibi, koruyup sürdürücü, tutucu taraftır; proletarya ise, yok edici, yıkıcı taraf. Çelişkiyi koruyup sürdüren etki, birincisinden; çelişkiyi yok eden etki ise ikincisinden gelmektedir.”[40]
Ve nihayet Karl Marx, “emek-sermaye” çelişkisinin emekten yana çözülmesi gerektiğini söylerken “yabancılaşma” sorununun da kökten çözümüne işaret etmiştir…
Bu nedenle Jean-Paul Sartre’ın dediği gibi; “Marksizm çağımızın ufkudur” ve sermaye emeği sömürdüğü, ücretli kölelik gündemde kaldığı müddetçe Marksizm-Leninizm tek yol olmaya devam edecek.
Ancak Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin ‘Ecinniler’indeki Kirilov karakterinin ifadesiyle, “Ruhunu yitirmiş bu çağın vebası düşünememek değil, hissedememek”ken;[41] ezilenlere “öğretilen ve anlatılan dünyanın”, egemenlerin anlatıldığı gibi olduğunu söyleyenler yalancılardır!
“Korkmamız”, “çekinmemiz”, “endişe etmemiz” gerektiğini vaaz edenler de egemen korkunun aygıtlarıdır! Ancak söz konusu olumsuzlukların hiçbirisi dünyaya geldiği hâliyle insana ait şeyler değildir; insan korkusuz doğar; korku ve egemenlik zorla “öğretilir”.
Bunların altında da kapitalist yabancılaş(tırıl)ma ile robota dönüştürülen insan(sızlık) sorunu yatarken; çözüm egemen zora başkaldıran insan(lık)tır.[42]
Dünyayı yeniden biçimlendirecek olan başkaldıran insan(lık), nihai kertede sosyalist ahlâka muhtaçtır.
Geçerken belirtelim: egemen sınıflar, kendi sınıfsal ahlâklarını, “sınıflar üstü”, “tüm insanlara özgü bir ahlâk” olarak sunmaya çalışıp; bunu da insanın insanı sömürmesini kalıcılaştırmak için yaparlar.
“Sınıflar üstü ahlâk”, diye nitelenen, gerçekte sınıfsaldır V. İ. Lenin’in işaret ettiği gibi:
“Bir komünist ahlâk var mıdır? Elbette. Çoğu kez sanki bizim kendi ahlâkımızın olmadığı varsayılır ve çoğu kez burjuvazi bize karşı biz komünistlerin her türlü ahlâkı reddettiğimiz suçlamasını yapar. Bu, kavram kargaşası yaratma, işçi ve köylüleri yanıltma yöntemidir. Biz morali, ahlâkı hangi anlamda reddediyoruz?
Bu ahlâkı tanrı buyruklarından türeten burjuvazinin vaaz ettiği anlamda reddediyoruz. Burada elbette tanrıya inanmadığımızı söylüyoruz ve bizler din adamları ve burjuvazinin sömürücü çıkarlarını korumak için tanrı adına konuştuklarını çok iyi biliyoruz. Ya da bu morali, ahlâki buyruklardan, tanrı buyruklarından değil de yine tanrı buyruklarına çok benzeyen bir takım idealist ya da yan idealist safsatalardan çıkarıyorlar.
İnsanların dışında, sınıfların dışında bir kavramdan çıkarılan her türlü ahlâkı reddediyoruz. Bunun bir aldatmaca, bir hile olduğunu, işçi ve köylülerin toprak sahipleri ve kapitalistlerin çıkarı için aptallaştırılması olduğunu açıklıyoruz.
Bizim ahlâkımızın tamamen proleter sınıf mücadelesinin çıkarlarına tabi olduğunu açıklıyoruz. Biz, kaynağı insan toplumunun dışında olan bir ahlâk tanımıyoruz; bizim için ahlâk, proleter sınıf mücadelesinin çıkarlarına tabidir.”
3) DEVLET VE DEMOKRASİ
Marksist-Leninizm’e göre devlet, ekonomik açıdan egemen olan sınıfın sınıfsal egemenlik ve baskı aracıdır. Bir başka deyişle baskı altında olan ve sömürülen sınıfları tutsak etme, var olan mülkiyet ve üretim ilişkilerini alt sınıfların saldırılarına karşı korumanın aygıtıdır devlet.
“Modern endüstri hangi hızla gelişip, genişleyip, sermaye ve emeğin sınıf antagonizmasını şiddetlendirdiyse, Devlet gücü de o hızla gelişerek sermayenin emek üzerindeki milli gücü, toplumsal esaret için örgütlenmiş bir kamu gücü ve sınıf despotizminin bir aracı hâlini aldı,”[43] diyen Karl Marx’ın işaret ettiği üzere, “Devlet bir sınıf egemenliği örgütü, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki baskı örgütüdür.”
Ayrıca “Devlet, ezelden beri mevcut değildir. İşlerini onsuz gören, devlet ve devlet gücü hakkında hiçbir fikri olmayan toplumlar var olmuştur. Toplumun sınıflara bölünmesine zorunlu olarak bağlı bulunan belirli bir iktisadi gelişme aşamasında, bu bölünmeyle devlet bir zorunluluk hâline geldi.”[44]
Devlet, özü itibariyle iktidardır.
Her sömürücü iktidar da bir tahakkümdür: Her türlü, sınıfsal, cinsel, ulusal, tahakküm ilişkilerinin temelinde, üretim biçimi ve onun zorunlu -ekonomik, siyasal ve toplumsal çelişkileri, sonucu doğan-, antagonizmaların (karşıt) ilişkiler, arasındaki çatışma yatar. Üretim biçiminden (sınıfsal) özerk bir, ezme-ezilme ilişkisi yokken; “Tımarhane ve hapishane, iktidarların sopası olmuştur tarihte… Modern toplumlarda iktidar olağanlaşmıştır,” vurgusuyla ekler Michel Foucault:
“İktidar her yerdedir. Hapishanede, tımarhanede, hastanede, okulda, bilgide, bilimde ve iş yerindedir iktidar.
İktidar, kodlamada: kapatılmada, yasaklamada, baskıda, gözetlemede, denetlemede ve yönetmededir. Okulda okuduğumuz kitapta, evde karşılaştığımız baskıda, gönderildiğimiz odamızda, kilitlendiğimiz tuvalette, sokakta gördüğümüz şiddette, yediğimiz tokatta, tekmede, coptadır. Hastanede yediğimiz sakinleştirici iğnededir, klinikte bilinçaltımıza ulaşmaya çalışılan sözcüklerdedir İktidar. Politikacıların nutukları, anne ve babanın tavsiyeleri, öğretmenin cetveli ve komutanın sana verdiği tüfektedir iktidar. Aynı giydiğimiz önlükte, üniformada, takım elbisede, tulumdadır. İş yerinde kadın yöneticinin yere vuran uzun topuğunda, askerde rütbelinin botlarının parlaklığındadır.
İktidar yönetmekte ve yönetilmektedir. İktidar yalnızca baskı uygulamaktan -bastırmaktan, engel çıkarmaktan, cezalandırmaktan- ibaret olmadığını, arzuyu yaratarak, zevki kışkırtarak, bilgiyi üreterek; bundan daha derine nüfuz ettiğini de göstermektedir. İktidar bedeni çalıştırır, davranışa nüfuz eder, arzu ve zevkle iç içe girer. İktidar her yerdedir, direniş de!”
V. İ. Lenin’in ifadesiyle, “Hindikahiyên birêxistinbûyi, hikmê xwe li girseyên birêxistin nebûyi dikin/ Organize olmuş azınlıklar, organize olmamış yığınlara hükmederler”ken; “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadır ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.”[45]
Michel Foucault’nun, “İktidar, öncelikle boyun eğdirilmiş bedenler yaratmayı amaçlar”; Erich Fromm’un, “Şimdiye kadar tarihin büyük bir bölümünde, bir azınlık çoğunluğa hükmetmiştir. Bu hâkimiyeti gerekli kılan, hayatın güzelliklerinin sadece azınlığa yetecek kadar olup, çoğunluğa kırıntıların kalmasıdır. Eğer bu azınlık güzelliklerin tadını çıkarmak ve bunun da ötesinde çoğunluğun kendine hizmet etmesini, kendisi için çalışmasını istemişse gerekli şart şuydu: Çoğunluk itaat etmeyi öğrenmeliydi,” notunu düştükleri iktidar hakkındaki kilit önermeyi de V. İ. Lenin şöyle formüle eder:
“Her devrimin temel sorunu devlet iktidarı sorunudur. Bu konuda berraklık olmadan, devrime bilinçli bir katılımdan ya da hele ona önderlik etmekten söz edilemez.”[46]
Çünkü Friedrich Engels’in, “Devlet, sınıf karşıtlıklarını frenleme gereksinmesinden doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, iktisadi bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde, siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir,” kesinliğiyle tarif ederek; A. Babel’e mektubunda eklediği üzeredir her şey:
“Devlet üzerine bu gibi gevezeliklere son vermek gerek, özellikle sözcüğün tam anlamıyla bir devlet olmamış olan Paris Komünü deneyiminden sonra.[47] Daha Marx’ın Proudhon’a karşı kitabından beri ve daha sonra da Komünist Parti Manifestosu’nda sosyalist toplumsal düzenin kurulmasıyla devletin kendiliğinden dağıldığı ve yok olduğu açıkça söylenmiş olmasına karşın, anarşistler yeteri kadar halkçı devleti kafamıza çalmış durumdalar. Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten bahsetmek saçmadır: proletaryanın devlete gereksinmesi olduğu sürece, o bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır.”
Anarşistlerin de karşı olduğu devletin[48] “sosyal”i de, “özgür”ü de olmaz, olamaz!
“Devletin özgür ve herkesin çıkarını temsil etme görevine sahip olduğu burjuva yalanını sadece bilinçli riyakârlar, bilginler ve papazlar değil, aynı zamanda eski ön yargılarını içtenlikle ve eski kapitalist toplumdan sosyalizmi kavrayamayan insan yığınları da destekleyip savunuyor. Fakat kapitalizm sürdüğü müddetçe gerçekte devletiniz, isterse demokratik cumhuriyet olsun, kapitalistlerin elinde işçileri ezmek için bir makineden başka hiç bir şey değildir.”[49]
Ya “Anayasal Devlet” mi?
Bakın ne der Karl Marx: “Anayasa öyle bir kaledir ki, yalnız onu kuşatanları korur, kuşatılmış olanları değil!”
Bakın neyin altını çizer V. İ. Lenin: “İnsanlar, gerçekte var olmamasına rağmen, normal, düzenlenmiş, yasal, kısaca: “Anayasal” bir hukuk düzenini varmış gibi[50] görmelerinden ibaret olan politik hataya anayasal hayal denir”!
Yani ne “Özgürlükçü” ne de “Sosyal Devlet” ve “Anayasal Devlet” mümkün değildir!
V. İ. Lenin’in, “Devlet varsa özgürlük yoktur. Özgürlük olduğunda devlet olmayacaktır,” diye haykırdığı tabloda “Devlet, doğası gereği toplumsal (sosyal) bir karaktere sahip değildir, olamaz. Devlet, ayrıcalıklı bir sınıfın kendi ayrıcalıklarını toplumun geri kalanına kabul ettirebilmenin ve ayrıcalıklarını sürdürebilmenin bir aracı olarak ortaya çıkmıştır. Devletin tarihi, aynı zamanda sınıfların, sınıf farlılıklarının ve bu sınıf farklılıklarının kaçınılmaz sonucu olan sınıf çatışmalarının da tarihidir. Bu da demek oluyor ki, sınıflar olduğu müddetçe, birbirine karşıt sınıfların çatışması da kaçınılmaz olacaktır.
Egemen olan ve egemenliğini sürdürmek isteyen sınıf, egemenliğini sürdürebilmenin bir aracı olarak devlete ihtiyaç duyacaktır. Eğer bir toplumda devlet var ise, sınıflar da var demektir; sınıfların olduğu bir durumda ise devlet, egemen olan sınıfın devletidir. Hâl böyle olunca da, devletin sosyal (toplumsal) bir karakterinin olabilmesi mümkün değildir…
Özcesi; bir yerde devlet var ise, sınıflar da var demektir devlet egemen olan sınıfın tahakküm aracı olarak vardır. Zira devletin orta çıkış nedeni budur. Eğer ki sınıflar yok ise, zaten devlete de gerek yok demektir. Devlet demek, sınıf egemenliği demektir; devlet sözcüğünün başına ya da sonuna çeşitli sıfatlar eklemekle devletin sınıfsal karakteri saklanabilir ama değişmez.
Yani devletin ‘sosyal’ bir karakteri olamayacağı gibi, sınıflı toplumlarda ‘sosyal devlet’ de olmaz,” Rosza Roz’un altını çizdiği üzere…
Nihayet her şey Karl Marx ile Friedrich Engels’in, “Devlet içindeki bütün savaşımlar demokrasi, aristokrasi ve monarşi arasındaki savaşım, oy hakkı uğruna vb. savaşım, çeşitli sınıfların yürüttükleri gerçek savaşımların büründükleri aldatıcı biçimlerden başka bir şey değildir”;[51] V. İ. Lenin’in, “Burjuva devletleri biçim bakımından çok çeşitlidir, ama hepsinin de özü aynıdır. Biçimi ne olursa olsun her burjuva devleti, son tahlilde, kaçınılmaz olarak burjuva diktatörlüğüdür,”[52] diye aksettirdikleri üzeredir!
Ve “demokrasi” denilen de bunun bir parçasıdır!
Malum “Hiçbir burjuva demokrasisi, ne kadar demokratik olursa olsun, işçi sınıfının sermaye tarafından bastırılmasının bir aracı, burjuvazinin diktatörlüğünün bir aracı olma dışında herhangi bir anlam taşımadı ve taşıyamaz,” diye uyarır V. İ. Lenin.[53]
Ve devam eder: “Burjuva demokrasisi sözde eşitlik ve özgürlük vaat eder. Gerçeklikte bir tek, en ileri burjuva cumhuriyet bile insan soyunun kadınsal yarısını, erkekle tam yasal eşitliğe ve erkeğin vasiliğinden ve baskısından özgürleşmeye ulaştırmadı”!
Burada bir parantez açıp, hatırlatarak ilerlemekte fayda var:
“En elverişli koşullarda gelişmiş şekliyle kapitalist toplum bize demokratik cumhuriyette az çok tam bir demokrasi sunar. Fakat bu demokrasi daima kapitalist sömürünün dayattığı dar sınırların içine sıkışıp kalmıştır ve bu yüzden aslında, her zaman yalnızca azınlık için, yalnızca mülk sahibi sınıflar için, yalnızca zenginler için bir demokrasidir. Kapitalist toplumda özgürlük, eski Yunan cumhuriyetlerindeki özgürlükten hemen hemen farksızdır, yani köle sahipleri adına özgürlüktür. Kapitalist sömürü koşullarından ötürü modern köleler yoksulluk ve sefalet altında öylesine ezilirler ki demokrasi ya da siyaset umurlarında değildir.”[54]
“Demokrasi ile kapitalizm arasındaki ilişki genellikle hiç kavranmıyor. Kapitalizmde ezilen sınıfların demokratik haklarını ‘gerçekleştirmelerini’ olanaksız kılan ilişkiler -özel durumlar olarak değil, tersine, tipik görüngüler olarak- egemendir. Kapitalizmde boşanma hakkı pek çok hâlde gerçekleştirilemez; çünkü ezilen cinse ekonomik bakımdan başeğdirilmiştir; çünkü kapitalizmde kadın, kapitalizmde demokrasinin de belirli bir doğa olduğu gibi, yatak odasına, çocuk odasına ve mutfağa kapatılmış ‘ev-kölesidir’. ‘Kendi’ halk yargıcını, memurunu, öğretmenini, jüri üyesini vb. seçme hakkı, kapitalizmde, pek çok durumda, işçinin ve köylünün ekonomik uşaklaştırılması yüzünden gerçekleşmez. Aynı şey demokratik cumhuriyet için de geçerlidir: Bütün sosyal-demokratlar kapitalizmde demokratik cumhuriyetin bile yalnızca burjuvazi aracılığıyla memurların baştan çıkarılmasına ve borsa ile hükümetin bağlaşmasına vardığını bildikleri hâlde, programımız demokrasiyi ‘halkın kendi egemenliği’ olarak ‘ilan etmektedir’, yalnız düşünmeye yeteneksiz ve Marksizmi hiç bilmeyen kişiler bundan şu sonucu çıkarırlar: cumhuriyet değersiz olduğuna göre, boşanma özgürlüğü değersizdir, demokrasi değersizdir, ulusların kaderlerini belirleme hakkı değersizdir! Ama Marksistler bilirler ki, demokrasi sınıf baskısını ortadan kaldırmaz, ama yalnızca sınıf savaşımına daha yalın, geniş, açık, kesin bir biçim verir; bizim gereksindiğimiz de budur. Boşanma özgürlüğü ne kadar tamsa, kadın için ‘ev-köleliği’nin kaynağının kapitalizm olduğu ve hak yoksunluğu olmadığı o kadar bellidir. Devlet düzeni ne kadar demokratikse, işçiler için kötülüklerin kökünün kapitalizm olduğu ve hak yoksunluğu olmadığı o kadar bellidir. Ulusal hak eşitliği ne kadar tamsa (ki, ayrılma özgürlüğü olmaksızın tam değildir) ezilen ulusların işçileri için başlıca kötülüğün kapitalizm olduğu ve hak yoksunluğu olmadığı o kadar bellidir vb.”[55]
“Genel olarak kapitalizm ve özel olarak emperyalizm, demokrasiyi bir hayal hâline getirir - ama aynı zamanda kapitalizm, yığınlarda demokratik esinler uyandırır, demokratik kurumlar yaratır, emperyalizmin demokrasiyi yadsıyışıyla demokrasi için yığınsal savaşım arasındaki çatışmayı şiddetlendirir. Kapitalizm ve emperyalizm ancak iktisadi devrimle devrilebilir; demokratik dönüşümlerle, en “ideal” demokratik dönüşümlerle bile devrilemez. Ne var ki, demokrasi savaşımı okulunda okumamış olan proletarya, iktisadi bir devrim yapma yetisine sahip değildir. Bankalara el koymaksızın, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırmaksızın kapitalizm yenik düşürülemez. Ne var ki, tüm halkı, burjuvazinin elinden alınan üretim araçlarının demokratik yönetimi için örgütlemedikçe, tüm emekçi halk yığınlarını, proleterleri, yarı-proleterleri ve küçük köylüleri, saflarını ve güçlerini demokratik bir biçimde örgütlemeleri ve devlet işlerine katılmaları için seferber etmedikçe, bu devrimci önlemler uygulanamaz.”[56]
Bir parantez daha açalım: Her şeyden önce “demokrasi” ile anlatılmak istenenin farklı yorumları olduğunu bilmeliyiz. Bunun için de hem kapitalist sistemin aygıtı olan devlet ile ilişkisine, hem de varsa başka, daha geniş, önü açık biçimlerine bakmak gerekiyor. “Parlamenter” olduğu sık sık vurgulanan demokrasi, kapitalizmin kadim ve yetkin aygıtı olan devletin biçimiydi. Yani esas olarak sömürüye dayanan sistemi koruyup kollayan, aynı zamanda toplumun bir arada tutulmasını, itirazların uygun tarzda giderilmesini sağlayan, çimento olmakla görevli aparattı. Bizim ülkemizde ve pek çok kapitalist ülkede bu görevinin ”garantisi”, sık sık söylendiği gibi yasama, yürütme, yargının birbirinden ayrı, birbirinin denetçisi olduğu iddiasıyla tanımlanan “güçler ayrılığı” klişesiydi.
Güçler ayrılığı, aslında gerçek güçlerin, sınıfların durumuna bağlı olduğu için karikatür olmaktan öteye gidememişti. Şimdi tümüyle devre dışıdır. İşin tuhafı hâlledilmesi çok kolay olmuştur. Demokrasi savunucularının işin özüne ilişkin ilgisizlikleri, hasımla işbirliğinin teslimiyet, taviz vermenin ölümcül olduğunu kavrayamamaları, “bu kadarına da şükür” demeleri işleri kolaylaştırdı. Şimdi artık sonraki aşamaya geçilebilecek, adlı adınca İslâmcı teokratik bir devlet tüm kurallarıyla hâkim olabilecektir.
Ama hâlâ bir umut vardır; demokrasi, “demokrasinin” inkârıyla kurtarılabilir.
“Temsili demokrasi” hâlledildiğine göre onu “ihya” etmek için mücadele hatanın tekrarı olur. Şimdi yapılması gereken, gerçek demokrasiyi savunmak, ona giden yolun taşlarını döşemektir. Kısacası bundan böyle savunulacak demokrasi, devletin yeni biçimi olmalıdır. Kuşkusuz güçler ayrılığı ciddiye alınmalı; yolu tıkayan kayaları temizleyebilecek gücü sağlamalı, ama şu tuhaf “temsiliyet iddiası” öncelikle gözden geçirilmelidir. Doğrudan yöntemlerin artan ölçüde devreye girmesi sağlanamazsa, kararlarda katılımın önü açılamazsa, vekillerin sık sık, gerçekten hesap vermesinin, olmadı geri çağrılmasının etkili yöntemleri bulunamazsa demokrasi demokrasi olamayacaktır.[57]
Tam da bunun için “Demokrasi sorununun Marksist çözümü, proletaryanın, burjuvazinin devrilmesini ve kendi zaferini hazırlamak üzere, bütün demokratik kurumları ve bütün özlemleri, kendi sınıf savaşımında seferber etmesidir,”[58] der V. İ. Lenin!
Gerçekten de Alan Coren’in, “Demokrasi, duymak istediğinizi sandığınız şeyi size söylemelerinin ardından diktatörlerinizi seçmenizden ibarettir,” notunu düştüğü kapitalizm tablosunda demokrasiyi kazanmak için mücadele gerekliliği hemen herkesçe kabul edilirken; herkesin demokrasiden anladığı bir ve aynı değildir.
Marksist-Leninistlerin demokrasiden anladığı; Burjuva diktatörlüğünün yönetim biçimlerinden biri değildir. Burjuvazinin sınıf egemenliğinin devrimle parçalandığı, proletarya diktatörlüğünün gerçekleştirildiği koşullarda yaşanan sosyalist demokrasidir.
Bu demokrasinin burjuva demokrasisinden temel farkı, işçiler ve emekçiler açısından en geniş demokratik hakların, yalnızca kâğıt üzerinde varlığı değil, pratikte alttan üste doğrudan yaşanır, kullanılır olmasıdır. Devlet iktidarı doğrudan halkın, işçilerin, köylülerin, emekçilerin elindedir. Bundan dolayı, siyasi iktidar ve devlet kurumları işçilerin ve emekçilerin bu hakları kullanmasının önünde engel değil, tersine bunların sonuna kadar kullanılabilmesinin şartlarını yaratan araçlar konumundadır.
Komünistlerin ve tüm devrimcilerin demokrasi mücadelesi devrim mücadelesi olarak yürütülmek zorundadır. Burjuvazinin sınıf iktidarını devirme, halkın ve proletaryanın sınıfsal iktidarını kurma mücadelesi ne kadar güçlü olursa, burjuvazinin iktidarını korumak için belli tavizler vermek zorunda kalması, burjuva demokrasisinin sınırlarının genişletilmesi de o ölçüde mümkün olur.
Marksist-Leninistlerin demokrasi mücadelesini öncelikle devrim mücadelesi, işçi sınıfının, emekçi halkın iktidar mücadelesi olarak yürütmemiz, hiçbir şekilde burjuva diktatörlüğü şartlarında burjuva demokratik hakların savunulması, bunların uygulanması ve genişletilmesi için reform talepleri için de mücadelenin engeli değildir.
4) BAĞINTILI MESELELER: DİN
Din ve kadın meseleleri devlet sorunsalıyla doğrudan ilintiliyken; dinin ve kadın(lar) üzerindeki çifte baskının sınıflı sömürücü devletin asli payandalarından olduğunun altı çizilmelidir.
Öncelikle “Din nedir?” sorusuna V. İ. Lenin’in, Maksim Gorki’ye mektuplarından, “Tanrı her şeyden önce, boğucu, gerek dışsal doğanın, gerekse de sınıfsal baskının yol açtığı insanların ezilmişliğinden kaynaklanan düşünceler-bu ezilmişliği pekiştiren, sınıf mücadelesini uyuşturan bir düşünceler kompleksidir,” pasajıyla başlamak doğru olacaktır.
Karl Marx’a göre, “Din halkın afyonudur.” “Dini ıstırap, hem gerçek ıstırabın ifadesi hem de gerçek ıstıraba karşı bir protestodur. Din, ezilenlerin iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur.”
“Zincirlerin her yanını örten imgesel çiçeklerden eleştiri, insanın süssüz ve umut kırıcı zincirler taşıması için değil, ama onları atması ve canlı çiçeği devşirmesi için zincirleri arındırdı. Dinin eleştirisi insanın yanılsamalarını, insanın kendi gerçekliğini akıl çağına erişen ve yanılsamadan kurtulmuş bir insan olarak düşünmesi, etkilemesi ve biçimlendirmesi için, kendi dininin, yani kendi gerçek güneşinin çevresinde dönmesi için ortadan kaldırır.”[59]
Burada bir parantez açalım: Karl Marx’ın din hakkında en çok bilinen sözü, “kitlelerin afyonu’ tanımlamasıdır. Ama çok daha az kişi, bu sözün tamamını bilir. Bu nedenle yineliyelim:
“Dini ıstırap, bir ve aynı zamanda, hem gerçek ıstırabın ifadesi hem de gerçek ıstıraba karşı bir protestodur. Din, ezilen yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur. Kitlelerin afyonudur.”
Konu üzerine yazıları dikkatli bir şekilde incelenirse, Onun bir yandan dini açıkça eleştirdiği görülürken, aynı zamanda dinin eleştirisini bütün diğer politik kaygılarının önünde tutup yücelten liberalleri de sertçe eleştirdiği anlaşılır.
Karl Marx, temelde, dini inancın asıl olarak daha genel anlamdaki bir baskının -nedeni değil- sonucu olarak ortaya çıktığını söylüyordu.
Buradan hareketle V. İ. Lenin’le devam edersek:[60]
“Bugün dinin en derine uzanan kolu, emekçi kitlelerin toplumsal ezikliği ve her gün her saat emekçilere en dayanılmaz acıları, savaş, deprem vb. doğal afetlerden çok daha beter kahırları çektiren kapitalizmin karanlık güçleri karşısındaki çaresizliğidir.
“Tanrıları korku yarattı. Sermayenin kör -halk kitleleri tarafından önceden sezilemediği için kör gücünün korkusu yani proletaryanın küçük-esnafın yaşamının her adımında ‘ansızın’, ‘beklenmedik’ ve ‘rastlantısal’ bir yıkıntı, yok olma, yoksulluk, fahişelik, açlıktan ölmek gibi tehlikeler yaratan gücün korkusu, modern dinin kökenidir. Maddeciler ana-okulu düzeyinde kalmak istemiyorlarsa, öncelikle bunu hatırdan çıkarmamalıdırlar. Kapitalist düzenin ağır işi altında ezilen ve kapitalizmin kör, yıkıcı güçlerinin insafına bağlı olarak yaşamını sürdüren kitleler, dinin bu kökenine karşı savaşmayı, sermaye egemenliğinin her türlüsüne karşı birlikte, örgütlü, planlı ve bilinçli bir savaş vermeyi kendi kendilerine öğrenmedikleri sürece, hiçbir eğitici kitap bu kitlelerin kafasındaki din inancını çürütemez.
Bu, dine karşı olan eğitici kitapların zararlı veya gereksiz olması mı demektir? Hayır hiç de değil. Bu demektir ki Sosyal-Demokrasinin ateist propagandası, temel ödevine yani sömürülen kitlelerin sömürücülere karşı sınıf mücadelesini geliştirmek ödevine bağlanmalıdır.”
“İşçiler üzerindeki ekonomik baskı, kaçınılmaz olarak her türden politik baskıya ve toplumsal aşağılamaya, yığınların ruhsal ve ahlâki yaşamının bayağılaşıp kararmasına yol açar. İşçiler ekonomik kurtuluşları uğruna savaşmak için daha çok ya da daha az bir politik özgürlük kazanabilirler; ama sermayenin gücü alt edilinceye kadar özgürlüğün hiçbir derecesi onları yoksulluktan, işsizlikten ve baskıdan kurtarmayacaktır. Din, her yerde, başkaları için sürekli çalışmalarıyla, yokluk ve kendi başına bırakılmışlıklarıyla çekilmez bir yük altına sokulmuş halk yığınlarının üzerine amansızca çöken ruhsal baskı araçlarından biridir. Tıpkı yabanıl insanın doğaya karşı savaşımındaki güçsüzlüğünün tanrılara, şeytanlara, mucizelere ve benzerlerine inanmaya yol açması gibi sömürülen sınıfların, sömürenlere karşı savaşımlarındaki güçsüzlüğü, kaçınılmaz olarak, ölümden sonra daha iyi bir yaşam inancına yol açar. Ömürleri boyunca didinip yokluk içinde yaşayanlara, dinle, bu dünyada bulundukları sürece itaatkâr olmaları ve tanrısal bir ödül umuduyla avunmaları öğretilir. Başkalarının emeğiyle yaşayanlara da dinle, bu dünyada bulundukları sürece iyiliksever olmaları öğretilir; böylece onlara, sömürenler olarak bütün varlıklarını haklı çıkarmanın çok ucuz bir yolu sunulur ve cennette mutluluk için uygun bir fiyata biletler satılır. Din, halk için afyondur. Din öyle bir ruhsal içkidir ki sermayenin köleleri onda insanca düşüncelerini, insana az ya da çok yaraşır bir yaşama olan isteklerini boğarlar. Ama köleliğinin bilincine varmış ve kurtuluşu için savaşıma başlamış bir köle, gerçekte köle olmaktan yarı yarıya kurtulmuştur. Büyük çaplı fabrika endüstrisinin yetiştirdiği ve kent yaşamının aydınlattığı modern sınıf-bilinçli işçi, cenneti papazlara ve burjuva bağnazlara bırakıp kendisi için bu dünyada daha iyi bir yaşam kazanmaya çalışır. Bugünün proletaryası, din sisine karşı savaşımda bilimden destek alan, işçileri yeryüzünde daha iyi bir yaşam için şimdiki savaşımda birbirleriyle kaynaştırarak ölümden sonra yaşam inançlarından kurtaran sosyalizmin yanında yer alır.”[61]
Evet Emma Golman’ın, “Din, insan aklının hâkimi; mülkiyet, insan ihtiyaçlarının hâkimi; hükümet de, insan davranışlarının hâkimi olarak, insanın köleliğinin kalesini ve onun getirdiği her tür korkuyu temsil ederler”; Sigmund Freud’ün, “Dindarlar bazı nevrotik hastalıklara karşı büyük ölçüde korunaklıdırlar; evrensel bir nevrozu kabul etmiş olmaları onları bireysel bir tane edinme külfetinden kurtarır,” notunu düştükleri din konusunda Marksist-Leninistler, herhangi bir doğaüstü varlığın olmadığını gösteren felsefi materyalizme dayanırlar. Onlar için yaşam ve evren için bu türden “ilahi” açıklamalara gerek yoktur.[62]
Çünkü “Tanrı kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor? Öyleyse o güçsüzdür.
Yoksa gücü yetiyor da kötülüğü önlemek mi istemiyor? Öyleyse o iyi niyetli değildir.
Hem güçlü, hem de iyi ise, bu kadar kötülük nasıl oldu da var oldu?” Sorusunun Epikür soralı yüzyıllar olmuşken; felsefi bakış açısından Marksizm dinle bağdaşmaz olsa da, Marksist-Leninistler dini bastıran veya yasaklayan her düşünceye karşı çıkar. Bireyin herhangi bir dinsel inanca sahip olma ya da inanmama özgürlüğünü savunur. Onların söylediği, dinle devlet arasında köklü bir ayrılık olması gerektiğidir.
Tıpkı “Vatandaşlar arasında, dini inanışlardan kaynaklanan ayrımcılığa tahammül edilemez. Vatandaşın dininin resmi belgelerdeki yalın ifadesi bile kaldırılmalıdır,” vurgusuyla V. İ. Lenin’in işaret ettikleri gibi:
“Sosyalistler, din konusundaki tavırlarını genellikle şu sözlerle belirtirler: ‘Din, kişinin özel meselesi olarak görülmelidir.’ Ancak herhangi bir yanlış anlamaya yol açmamak için, bu sözlerin anlamı kesinlikle açıklanmalıdır. Devlet söz konusu olduğunda, dinin kişisel bir sorun olarak kalmasını isteriz. Ancak, partimiz düşünüldüğünde, dini kişisel bir sorun olarak görmemiz söz konusu olamaz.”
“Proletaryanın partisi devletin dini kişisel bir sorun olarak belirlemesini ister, ancak halkın afyonu niteliğindeki dini, dinsel batıl inançlara karşı savaşı ‘kişisel sorun’ olarak görmez.”
“Marksizm maddeselciliktir, böyle olmakla dine acımasızca düşmandır, bu kuşku götürmez... Sadece durup kalmış bir maddeselcilik değildir, daha ileri gider. Der ki: dinle nasıl savaşılır bilmeliyiz, bunun içinde yığınlar arasındaki iman ve din kaynağını maddeselci bir yolla açıklamalıyız. Dinle savaş soyut ideolojik vaazla sınırlanamaz. Toplumsal din köklerini ortadan kaldırmayı amaçlayan sınıf hareketinin somut pratiği ile birleştirilmelidir...”
“Marksist materyalist olmak, yani dine düşman olmak zorundadır, fakat o diyalektik bir materyalist olmak, yani dine karşı mücadeleyi soyut olarak, soyut, tamamen teorik, her zaman aynı kalan bir propaganda temelinde değil, gerçekten cereyan eden ve kitleleri her şeyden önce ve en iyi eğiten somut bir temelde sınıf mücadelesi temelinde yürütmek zorundadır. Marksist tüm somut durumu kavrayabilmeli, anarşizmle oportünizm arasındaki sınırı daima bulmayı becerebilmeli (bu sınır izafi, hareketli, değişebilir bir sınırdır, fakat vardır), ne bir anarşistin soyut, anlamsız gerçekte boş “devrimciliği”ne, ne de dine karşı mücadeleden korkan, bu görevini unutan, tanrı inancıyla uzlaşan ve kendisine sınıf mücadelesinin çıkarlarını değil, “yaşa ve yaşat” gibi sivri akıllı bir kurala göre kimseyi kırmamak, kimseyi dışlamamak, kimseyi ürkütmemek biçimindeki dar görüşlü, küçük hesabı rehber edinen küçük-burjuvanın ya da liberal aydının dar görüşlülüğüne ve oportünizmine düşmelidir. Sosyal-demokrasinin din konusundaki tavrıyla ilgili bütün detay sorunlar bu bakış açısından hareketle belirlenmelidir.”
“Devlet, dinle ilgilenmemelidir; dinsel kurumlar devlete bağlı olmamalıdır. Herkes istediği dini izlemek ya da dinsiz, yani kural olarak bütün sosyalistler gibi ateist olmakta tamamen özgür olmalıdır. Vatandaşlar arasında dinsel inançları nedeniyle ayrım yapılmasına kesinlikle göz yumulamaz. Resmi belgelerde bir vatandaşın dininden söz edilmesine de son verilmelidir. Kiliseye ve dinsel kurumlara hiçbir devlet yardımı yapılmamalı, hiçbir ödenek verilmemelidir. Bunlar, devletten tamamen bağımsız, aynı düşüncedeki kişilerin oluşturduğu kurumlar niteliğinde olmalıdır.”[63]
“Dinsel önyargıların en derin kaynakları yoksulluk ve bilgisizliktir; bu hastalıklarla da savaşmalıyız.”[64]
5) VE KADIN…
Tıpkı çifte sömürüye maruz kalan kadın(lar)ın konumu gibi…[65]
Karl Marx’ın, “Özel mülkiyetin egemen olduğu yerde, insanların ilişkisi ve kadın erkek ilişkisi bir ticarete dönüşür,” vurgusuyla “Kadının, erkeğin egemenliğinden kurtuluş derecesi, özgürlüğün en temel göstergesidir,” diye betimlediği kadın sorununda[66] “Proleter kadınlar erkek sınıf ve kader yoldaşları ile birlikte, iki cinsin de tam ekonomik ve düşünsel bağımsızlığını uygun sosyal kurumlar aracılığıyla olanaklı kılan bir durum yaratmak için, toplumun temelden değişimi için mücadeleyle yükümlüdürler.”[67]
Yani “Kadın kitleleri ya devrime ait olacaklardır, ya da karşı-devrime!”[68]
Çünkü Friedrich Engels’in ifadesiyle, “Kadınlarla erkeklerin gerçek eşitliği, her ikisinin de sermaye tarafından sömürülmesine son verildiği ve özel ev işi toplumsal üretim dalına dönüştürüldüğü zaman gerçekleşebilir”ken; V. İ. Lenin de ekler:
“Kadınların kurtuluşu sosyalizmin zaferi ile mümkün olabilir, Sosyalizmin zaferi ise daha fazla kadının katılımı ile mümkün olabilir.” “Kadınlar politikaya katılmadan yığınlar politikaya katılamaz.”
Devamla Aleksandra Kollontay, “Kadının eve bağlanması, aile çıkarlarına öncelik tanıması, eşinin kayıtsız şartsız mülkiyeti altında kalması-tüm bunlar işçi sınıfının, arkadaşça dayanışmanın ideolojisinin temel prensiplerini bozan, sınıfsal birlik zincirini koparan oluşumlardır… Kadının kurtuluşu, ancak geleneksel davranış biçimlerinin esaslı olarak devrimcileştirilmesinden sonra gerçekleştirilebilir. Bu süreç, üretim tarzının derinden değiştirilmesini, yani bir komünist ekonominin kurulmasını ön şart koşar”;[69] August Bebel de, “İki cinsin toplumsal eşitlik ve bağımsızlığı sağlanmadıkça insanlar için kurtuluş, yoktur,”[70] diye eklerler.[71]
6) ÖZEL MÜLKİYET, KAPİTALİZM, SERMAYE
Devletin (kadının konumunun, ailenin, dinin) bir özel mülkiyet garantisi olduğunu bilmeyen yoktur.
Hannah Arendt’in “Sonu olmayan mülkiyet birikimi; sonsuz güç birikimine dayanmak zorundadır,” notunu düştüğü konuda; 24 Nisan 1793’de Konvansiyon Meclisi’ndeki konuşmasında Maximilien Robespierre, “Mülkiyetin uygulanmasında en büyük özgürlüğü sağlayacak maddeleri çoğalttıkça çoğalttınız. Ama, bu mülkiyetin meşru niteliğini belirleyecek tek bir sözcük bile söylemediniz. Öyle ki, bildiriniz, insanlar için yapılmış görünmüyor; zenginler, soyguncular, borsa simsarları ve zorbalar için yapılmış görünüyor,” diye haykırırken; meselenin özünü ilişkin olarak Thomas More şu uyarıyı dillendirir:
“Özel mülkiyet tamamıyla terk edilmedikçe, malların eşit ve adil bir yöntemle dağıtılması ya da insanların yaşamının refaha kavuşması olanaksızdır. Özel mülkiyet var olduğu sürece insanlığın en büyük ve en faydalı kesimi yoksulluğun ve çetin yaşamın getirdiği kaygıların malum yükü altında ezilecektir. Kabul, bu yük bir dereceye kadar hafifletilebilir; ama asla tamamen ortadan kaldırılamaz.”
Bunlar böyleyken Karl Marx, “Komünistlerin teorisi tek bir cümlede toplanabilir: Özel mülkiyetin lağvedilmesi,” deyişiyle tutumumuzu özetler!
“Komünizmin, özel mülkiyet dünyasına karşıtlığı en kaba hâliyle; yani bu karşıtlık tüm gerçek koşullarından arındırılıp en soyut biçimiyle tasavvur edilecek olursa, mülkiyet ve mülkiyetsizlik karşıtlığı ile yüz yüze gelinir. İşte o zaman bu karşıtlığın ortadan kaldırılmasına, karşıtlığın bir ya da diğer tarafının ortadan kaldırılması olarak bakılabilir. Ya mülkiyetin kaldırılması olarak; ki bundan genel mülkiyetsizlik ya da sefillik elde edilir ya da mülkiyetsizliğin kaldırılması olarak, ki buradan ulaşılacak sonuç hakiki mülkiyettir. Gerçekte bir tarafta gerçek özel mülkiyet sahipleri, diğerinde de mülksüz komünist proleterler durmaktadır. Bu karşıtlık günden güne keskinleşmekte ve bir krize doğru yol almaktadır. Dolayısıyla proleterlerin teorik temsilcileri, yazınsal faaliyetleri aracılığıyla herhangi bir şey başarmak istiyorlarsa, her şeyden önce bu karşıtlığın keskinliğine dair bilinci zayıflatan tüm boş söylemlerin, bu karşıtlığın üstünü örten ve hatta güven kaygısı taşıyan burjuva insansever bir coşkuyla komünistlere yanaşma fırsatı veren tüm boş söylemlerin sökülüp atılmasında ısrar etmek zorundadırlar.”[72]
Evet “Özel mülkiyete son vermek istememiz karşısında dehşete kapılıyorsunuz. Oysa sizin bugünkü toplumunuzda, özel mülkiyet halkın onda dokuzu için daha şimdiden yok edilmiş bulunuyor; özel mülkiyetin bir avuç insan için var olmasının tek nedeni, o onda dokuz için hiç var olmamasıdır.”[73]
Baran Sarkisyan’ın işaret ettiği gibi: Özel mülkiyet sınıflı sömürücü toplumlarda insanlar arası ilişkilerin omurgasını oluşturur: Çıkarcılık, fırsatçılık, fesatçılık, kıskançlık, yalancılık, aç gözlülük ve dahası hep özel mülkiyete içkindir.
Sahip olduğumuz için sevmek; Sahip olamadığı için nefret etmek; “Fazla mal göz mü çıkarır” çılgınlığı; “Mülkümü kaybedersem korkusuyla her şey mubahtır” demek; “Mal mülke doyumsuzluğu”; vb’leri gibi…
Özel mülkiyet bir ahlâk(sızlık)tır. Örnek mi? Namus, kadındır, onun vajinasıdır. Devletin ve imamın onayı dışında kadının cinsel ilişki yaşaması namussuzluktur. Namusun sahibi ve koruyucusu da erkektir. Bu erkek devlet olarak kurumsallaşmıştır, aile kurumu bunun çekirdeğidir. Burada sahip erkek, sahip olunan kadındır! Erkek kadını nesneleştirirken kendisi de diyalektik gereği nesneleşmektedir. Bir mülkiyet ilişkisidir. Mülkiyet ilişkilerinden bağımsız düşünülemez.
Başka bir örnek: İşçinin ürettiği ürün mü metadır, yoksa işçinin kendisi mi? Her ikisi de alınır, satılır; her ikisi de metadır. Kendisini satan işçi üretir, sonra gider bir başka kendini satan işçinin ürününü satın alır. Ve bu döngü alınıp satılmanın, mülkiyetçiliğin temelini oluştururken tek veya çok kefen parası ile ölür.
Özel mülkiyetin iktidarlığında her insan bir mal-mülk-nesnedir, doğallığında insanın insanla ilişkisi de buna göre biçimlenecektir. Ne yazık ki insan bunu sadece kendisine değil hayvanlara, bitkilere, doğaya da yansıtmıştır. Hayvanların sergilenmek veya satılmak üzere kafeslenmesi, bitkilerin güzel görünüyor ve kokuyor diye saksılara gömülmesi, vitrinlerde sergilenmesi, yeni beton alanları ve petrol için doğanın talan edilmesi.
Dahası politikayı, edebiyatı, felsefeyi, bilimi, teknolojiyi mülkiyet ilişkilerinden ayrı düşünemeyiz.
Tabi ki dinleri de. Mülkiyet kimin olmalıdır kavgasında sayısız tanrı doğmuş ve son metafizik tanrı, mülk benimdir demiştir. Bakınız: “Mülk Allahındır”
Adalet mülkün temelidir ile mülk adaletin temelidir arasında temel bir ayrım yoktur.[74] Bu yüzden bütün suçlar da, yasaya uyum gösterme de yine özel mülkiyete dairdir.
Özel mülkiyet, tüm sınıflı sömürücü toplumlar gibi kapitalizmin de şifresidir!
Karl Liebknecht’in, “Kapitalizmin temel kuralı sen ya da ben, sen ve ben değil”; Karl Marx’ın, “Bütün kapitalist üretim sistemi, işçinin emek gücünü meta olarak satmasına dayanır”;[75] Eduardo Galeano’nun, “Politikacılar, konuşur ama hiçbir şey söylemezler. Seçmenler, oy kullanır ama seçemezler. Bilgilendirme medyası bilgilendirmez. Okullar cahillik öğretir. Yargıçlar, kurbanları cezalandırır. Ordular, kendi vatandaşlarıyla savaşır. Polisler, suç işlemekten, suçla savaşmaya zaman bulamaz. Kârlar özelleştirilirken iflaslar kamulaştırılır. Para, insandan özgürdür. İnsanlar nesnelerin hizmetindedir”; Slavoj Zizek’in, “Kapitalizm oldukça tuhaf dinsel bir yapıya sahiptir ve kapitalizmin değişmez tek bir talebi vardır. Sermaye akışı mutlaka sağlanmalı, çoğalarak daha çok yayılmalı, kendi kendini çoğaltmalı ve bu amaç için her şey feda edilmeli. Hayatlarımızdan tutun, doğaya, çevreye kadar,” diye tanımladıkları kapitalist üretim ve bölüşüm düzeni[76] üretici/emekçi sınıfların sürekli ve şiddetli mülksüzleştirilmesini ve ücretli kölelerle onun yedeğinin, işsiz kitlelerin sürekli artmasını beraberinde getirmektedir. Bu olgu, bir kutupta artı-değer sömürüsüyle çalınmış toplumsal zenginliğin büyümesi, diğer kutupta mülksüz üreticilerin toplumsal sefaletinin büyümesidir. Bu süreç, üretici güçlerin sürekli artışı ve emeğin toplumsallaşmasıyla beraber yürür.
“Toplumsal emeklerin bütünlüğünün, o emeklerin her birini dıştalayan, onlara yabancı bir varlık olarak belirmesi bir çelişkidir. Tıpkı ücretli emeğin kendi emeğini kendisine yabancı ve dışsal bir güç olarak vazetmesi gibi, bir toplumsal yeniden üretim süreci olan sermaye de, kendisini oluşturan birimleri (emekleri), kendisine yabancı ve dışsal güçler olarak vazeder. Kapitalizmin, kendi bağrında, kendi olumsuzlanması olan proletaryayı yaratması (üretmesi, vazetmesi vb.) denilen olay bu çelişkiye dayanır”ken[77] “Bir kişinin çok zengin olabilmesi için en az beş yüz fakir gerekir” diyordu klasik iktisadın kurucularından Adam Smith.
Evet, kapitalizm açlığa ve yoksulluğa hiçbir zaman karşı olmadı. Burjuvazi bütün bir iktisadı açlığı terbiye etmeyle görevlendirdi. Çünkü sistem yoksulluğa muhtaçtı; kendini kontrollü açlık ve yoksullukla sürdürebiliyordu.[78]
Bununla eş zamanlı olarak kapitalizm, dünya pazarını, kapitalist dünya pazarına dönüştürerek var olurken; kapitalizm uzak pazarları, uluslararası pazarlara dönüştürürken; sınırlar bir cetvelin en kısa aralıklarıyla ölçülür hâle gelirken; dünya pazarında farklı üretim tarzları kapitalistleşir.
Bu durumu Karl Marx şu sözlerle betimler: “Burjuvazi, egemen olduğu yerde, bütün feodal, ataerkil, pastoral ilişkileri yok etti. İnsanı doğal üstlerine bağlayan çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı ve insan ile insan arasında, çıplak çıkardan, duygusuz “nakit ödemeden” başka hiçbir bağ bırakmadı. Sofuca bağnazlığın; şövalyece coşkunun, darkafaca hüznün kutsal ürpermelerini bencil hesabın büz gibi soğuk sularında boğdu. Kişisel vakarı değişim-değerine indirgedi ve benimsenmiş ve kazanılmış sayısız özgürlüklerin yerine vicdansız bir ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle, dinsel ve politik kuruntularla peçelenmiş sömürünün yerine açık, utanmaz, dolaysız, amansız sömürüyü koydu. Burjuvazi şimdiye kadar sayılan ve sofuca bir korkuyla bakılan bütün uğraşları kutsal görünüşlerinden soydu. Hekimi, hukukçuyu, rahibi, şairi, bilim adamını, kendi ücretli işçileri hâline getirdi. Burjuvazi aile ilişkisinin duygusal peçesini yırttı ve onu katışıksız para ilişkisine döndürdü…
Burjuvazi, dünya pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini kozmopolitleştirdi. Gericilerin çok üzülecekleri biçimde ulusal zemini sanayinin ayağının altından çekiverdi. En eski ulusal sanayiler yok edildi ve hâlâ her gün yok ediliyor. Her uygar ulusun bir yaşamsal sorun olarak ithal etmesi gereken ve artık yerli hammaddeyi değil en uzak bölgelerin hammaddelerini işleyip, mamulünün de yalnız kendi ülkesinde değil dünyanın her yerinde birden tüketildiği yeni sanayiler, o eski ulusal sanayileri bir kenara itiyor. Yerli imalatla karşılanan eski ihtiyaçların yerini de, en uzak ülke ve iklimlerin ürünleriyle ancak giderilebilecek ihtiyaçlar alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlik yerine de, ulusların her yönde hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı geçmekte. Üstelik yalnız maddi üretimde değil manevi üretimde de bu böyle. Ayrı ayrı ulusların manevi ürünleri ortak mülk oluyor. Ulusal tek yanlılık ve sınırlılık artık mümkün değil, pek çok ulusal ve yerel edebiyattan bir dünya edebiyatı oluşmakta.
Tüm üretim araçlarını hızla geliştirerek ve ulaşımı, iletişimi sonsuz kolaylaştırarak burjuvazi, en barbar ulusları da uygarlığa çekiyor. Ürettiği mallara koyduğu ucuz fiyatlar, tüm Çin Seddi’ni temelden yıkacak, barbarların en inatçı yabancı düşmanlıklarını teslime zorlayacak ağır toplardır. Burjuvazi, tüm ulusları, eğer yerle bir olmak istemiyorlarsa burjuva üretim tarzına uymaya zorluyor; uygarlık diye kendi uygarlığını ithal etmeye, yani burjuva olmaya zorluyor onları. Tek kelimeyle, kendi istediği gibi bir dünya yaratıyor kendine.
Burjuvazi, kırı kent egemenliği altına soktu. Koskoca kentler yarattı, kentli nüfusu kırsal nüfusa göre büyük oranda artırdı ve böylece nüfusun önemli bir bölümünü kırsal yaşamın bönlüğünden kopardı. Köyü kente bağımlı kıldığı gibi, barbar ve yarı barbar ülkeleri uygar ülkelere ve köylü halkları burjuva halklara, doğuyu da batıya bağımlı hâle getirdi…”[79]
Böylelikle de “Burjuvazi, kendisine ölüm getirecek silahları yapmakla kalmamış, bu silahları kullanacak insanları, yani modern işçileri, proleterleri yaratmıştır…
Büyük sanayinin gelişmesi, burjuvazinin ayakları dibindeki, üzerinde bütün burjuva üretim ve mülkiyet sisteminin kurulu olduğu zemini çökertir. Burjuvazi her şeyden önce, kendi mezar kazıcılarını yaratmaktadır. Burjuvazinin yıkılışı ve proletaryanın zaferi kaçınılmazdı.”[80]
Yani kapitalist sermaye insan(lık)ı mülksüzleştirirken; proletarya da mülksüzleştirenleri mülksüzleştirecektir. Çünkü ezilenleri mülksüzleştiren sermaye hiçbir zaman yalnızca çalışmanın bir sonucu olmayıp daima sömürü ve yağmayı gerektirir.
Kapitalizmi olanaklı kılan koşullar, ancak soygun yoluyla, savaşla, halkların kırılmasıyla ve emekçilerinin mülkiyetten yoksun bırakılmalarıyla sağlanabilirken; kapitalist sermaye de bir “kâr makinesi” olarak tek bir dürtüyle hareket eder: “Organlarıyla” yapıştığı canlı emeğin yaşamını, doğanın -gezegenin- kaynaklarını emer, tüketir. Buna karşılık, yoksulluk, doğal çevreyi kirleten atmosferi zehirleyen iklim sistemini bozan atıklar üretir; kıtlık, yıkım üretir. Dünya nüfusunun yüzde 8.4’ünün toplam servetin yüzde 86’sını edinmiş olması bu gerçeği kanıtlar.
Buna karşılık “arzulayan makine” olarak insan yaşamak, türünü yeniden üretmek, bunun için yaşam alanlarını korumak ister. Bu, üretim araçlarına sahip olmayan, sayıları hızla artan işçi sınıfı için olduğu kadar, bu araçlara sahip, sayısı hızla küçülen kapitalist sınıf için de böyledir. Bu analiz düzeyinde “kâr makinesi” olarak sermaye tüm insanlığı yok olmaya doğru sürükleyen yaşamsal bir tehdittir.
Ya “arzulayan makine” olarak insan, “kâr makinesi” olarak sermayeyi egemenliği altına alarak bu canavar “makineden” kurtulacaktır ya da bu “makinenin” hızından, parlak vaatlerinden gözleri kamaşarak, onunla birlikte kendi intiharına doğru sürüklenecektir.[81]
Çünkü sermaye egemenliği artık sürdürülemezdir. “Neden” mi? Bakın bu konuda ne der Karl Marx:
“Sermayenin genel formülü P-M-P’dür.[82] Başka bir deyişle, dolaşımdan, daha büyük bir miktar değer çekmek için, bir miktar değer dolaşıma sokulmuştur. Bu daha büyük miktarı üreten süreç, kapitalist üretimdir. Bunu gerçekleştiren süreç, sermayenin dolaşımıdır. Kapitalist, bir meta, ne sırf meta üretmiş olmak için, ne de, onu, kullanım değeri ya da kendi kişisel tüketimi için üretmez. Bu üründeki kapitalisti gerçekten ilgilendiren şey, bizzat somut ürün değil, üründeki, üretimi için tüketilen sermayenin değerini aşan değer fazlasıdır.”[83]
“Sermaye uygun kârla birlikte küstahlaşır; yüzde on (artınca) kendine güven kazanır ve her yerde kullanılabilir; yüzde 20’yle canlanır, yüzde 50’yle olumlu cüretkârlaşır, yüzde 100 ile tüm insancıl yasaları ayağı altında çiğner, yüzde 300 (oldu mu) göze alamayacağı hiçbir canilik yoktur (artık).”[84]
Bu çerçevede “Birikmiş emeği sermayeye dönüştüren tek şey, birikmiş, geçmiş, maddeleşmiş emeğin, dolaysız, canlı emek üzerindeki egemenliği”yken;[85] “Sermaye, “emeğin sıcak kanına susamış vampir”dir.
Çünkü “Toplumsal servet, işleyen sermaye, bu sermayenin büyüme ölçüsü ile hızı ve dolayısıyla, proletaryanın mutlak kitlesi ve emeğin üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Ama, bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ıstırapla ters orantılı olan toplam artı-nüfusun kitlesi de o kadar büyük olur. En sonu, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk da o kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır.”[86]
“Kapitalist üretim süreci, bir bütün olarak ele alındığında ya da bir yeniden üretim süreci olarak, sadece meta, sadece artık-değer üretmekle kalmaz, sermaye ilişkisinin bizzat kendisini, bir tarafta kapitalisti, diğer tarafta ücretli işçiyi üretir ve yeniden üretir.”[87]
Kolay mı? “Sermaye, emeği ve onun ürünlerini yönetme gücüdür. Kapitalist, kendi kişisel ya da insanal nitelikleri nedeniyle değil, ama sermaye sahibi olduğu ölçüde, bu güce sahiptir.”[88] “Sermaye... bir toplumsal üretim ilişkisidir. Bir burjuva üretim ilişkisi, burjuva toplumun üretim ilişkisidir.”[89]
Bu bağlamda “Sermayenin tarihi misyonu öncelikle üretici güçleri geliştirmek değil, üretimdeki artışın gerçekleşebilmesinin ve herhangi bir anlam taşımasının koşulu olan, bu yeni üretimlere tekabül eden yeni ihtiyaçların yaratılmasıdır. Uygarlık yeni makinelerin vb. üretilmesi değil, yeni insanların yaratılması, insan ihtiyaçlarının “bir lokma, bir hırka, bir dam” çerçevesinin süreçlerde yaratılmış ihtiyaçlar hâline getirilmesidir. Bu olmadan üretici güçler gelişemez. İhtiyaç yaratılmadıkça üretim büyüyemez”ken;[90] “Sermaye, ölü emektir ve ancak vampir gibi canlı emeği emmekle yaşayabilir ve ne kadar çok emek emerse, o kadar çok yaşar.”[91]
“Sermaye, ancak işgücü karşılığında değişilmek suretiyle, ancak ücretli emek yaratarak çoğalabilir. Ücretli işçinin işgücü, sermaye ile ancak sermayeyi artırarak, kölesi olduğu gücü kuvvetlendirerek değişilebilir. O hâlde, sermayenin artması demek, proletaryanın artması yani işçi sınıfının artması demektir.”[92]
Bu hâliyle de “Sermaye hareket hâlindeki çelişkinin ta kendisidir. Çünkü bir yandan, emek zamanını (değerin kaynağını) en aza indirmek için bastırırken, öte yandan emek zamanını zenginliğin tek ölçüsü ve kaynağı olarak vaaz eder. Sermaye emek zamanını, artı biçimi (artı-emek zamanı) çoğalsın diye gerekli biçimiyle (gerekli-emek zamanı) azaltır. Böylece artı-emeği, giderek büyüyen ölçekte, gerekli-emeğin bir koşulu (bir ölüm-kalım meselesi) hâline getirir. Bir yandan, bilimin ve doğanın bütün güçlerini, aynı zamanda, toplumsal işbirliğinin ve toplumsal ilişkilerin bütün olanaklarını, harcanan emek zamanından nispeten bağımsız bir zenginlik yaratımı için seferber eder. Öte yandan, böylece yaratılan bu dev toplumsal güçleri, emek zamanı ile ölçmeye ve onları hâlihazırda yaratılmış değerlerin değerini korumanın dar sınırları içine hapsetmeye çabalar.”[93]
O hâlde burada durup hatırlatalım: “Kapitalist üretimin en büyük engeli, sermayenin ta kendisidir,” diyen Karl Marx…
“Kapitalizmin başarısını obez Amerika’lılara değil, gidip bir de Afrika’lılara sorun,” diyen Fidel Castro…
“Kapitalizm toplumsal kanserdir. O her zaman bir toplumsal kanser oldu. O toplumun bir hastalığıdır. O toplumun tümörüdür,” diyen Murray Bookchin…
“Neo-liberal ‘bireysel özgürlük’ ve ‘hür teşebbüs’ düzeninin nihaî temeli işsizliğin, güvencesiz çalışmanın, işsiz kalma tehdidinin yapısal şiddetidir,” diyen Pierre Bourdieu bütünüyle haklıdırlar ve aksi “iddialar”(!) ise safsatadır![94]
Tam da bunun için “Cimri aklını yitirmiş bir kapitalist; kapitalist ise aklı başında bir cimridir,” uyarısı eşliğinde ekler Karl Marx:
“Kapitalist, emek-gücünü, daha üretim sürecine girmeden önce satın alır, ama karşılığını, ancak belirlenen zamanlarda, bu emek-gücü, kullanım- değerlerinin üretilmesinde harcandıktan sonra öder. Kapitalist, ürünün değerinin geri kalan kısmıyla birlikte, bir de bu değerin, emek-gücünün ödenmesinde harcanan paranın eşdeğeri olan, yani ürünün değerinin, değişen-sermayeyi temsil eden kısmına da sahip olur. Değerin bu kısmında emekçi, zaten kapitaliste, ücretlerinin bir eşdeğerini sağlamış durumdadır.”[95]
Yani “Makineler uzmanlaşmış emeğin isyanını bastırmak için kapitalistler tarafından işe koşulan silahları”yken; “Tıpkı bir dinde insanın kendi beyninin ürünü olan şeylerin yönetimine girmesi gibi, kapitalist üretimde de, insan, kendi elinden çıkma ürünler tarafından yönetilir.”[96]
“Kapitalist üretimin tüm karakteri, öndelenen sermaye değerinin değerlenmesiyle, yani en başta, mümkün olan en fazla artı değerin üretimiyle, ama ikincisi sermaye üretimiyle, yani artı değerin sermayeye dönüştürülmesiyle belirlenir.”[97]
“Son olarak, insanın vazgeçilemez olarak düşündüğü her şeyin mübadelenin alım satımın nesnesi olduğu ve vazgeçilebildiği bir zaman geldi. Bu, o zamana kadar başkasına iletilebilen ama mübadele edilmeyen, verilebilen ama satılmayan, edinilen ama satın alınmayan şeylerin (erdemin, aşkın, sadakatin, bilginin, bilincin) kısaca her şeyin ticaret içine çekildiği bir zamandır. Bu, genel yolsuzluğun, evrensel yiyiciliğin ya da ekonomi politiğin kelimeleriyle konuşacak olursak, ahlâki ya da fiziki her şeyin piyasa değerine sahip olduğu; gerçek değerinin belirlenmesi için piyasaya sürüldüğü bir zamandır.”[98]
Bunu yapanlar için Jacques Brel’in, “Domuz gibidir burjuvalar, yaşlandıkça aptallaşırlar,”[99] dediği şeye ilişkin Karl Marx da, “Burjuvazinin ürettiği, her şeyden önce, kendi mezar kazıcılarıdır. Kendisinin devrilmesi ve proletaryanın zaferi aynı ölçüde kaçınılmazdır,” diye ekler.[100]
7) EMEK VE İŞÇİ SINIFI
Öncelikle belirtelim: “Ekonomi politikçiler, emek bütün zenginliklerin kaynağıdır, der. Gerçekten de bir kaynaktır - ki bu kaynak, hemen hemen doğadan sağladığı materyali, zenginliğe çevirir. Ama bundan da sonsuz denecek kadar fazla bir şeydir. O, insanın tüm varlığının başlıca temel koşuludur ve belirli bir anlamda, bu öyle bir ölçüdedir ki, emek, insanı bizzat yarattı diyebiliriz.”[101]
Karl Marx’ın ifadesiyle, “Hakiki, gerçek insan, ancak kendi emeğinin bir sonucu olarak kavranabilir”ken;[102] “İnandığımız tek kutsal varlık emeğin gücüdür,” der V. İ. Lenin…
“Emeğin gücü” de işçi sınıfıdır; işçidir ve Friedrich Engels’in saptamasındaki üzeredir her şey:
“Günümüzün kapitalist toplumunda, işgücü bütün öteki metalar gibi bir metadır, ama gene de, tamamıyla özgün bir meta. Yani, değer yaratan bir güç, bir değer kaynağı olmak ve gerçekten de, uygun bir biçimde kullanıldığında, kendisinde olandan daha fazlasını yaratan bir değer kaynağı olmak gibi özgün bir niteliği vardır. Üretimin bugünkü durumunda, insanın işgücü, bir günde, bizzat kendisinde bulunandan ve kendisinin mal olduğundan daha büyük bir değer üretmekle kalmaz; her yeni bilimsel bulguyla, her yeni teknik buluşla, günlük üretiminin günlük maliyeti aşan bu fazlalığı artar ve dolayısıyla da işgününün, işçinin günlük ücretini karşılamak için çalıştığı bölümü azalır; öte yandan da, işgününün, işçinin karşılığını almaksızın emeğini kapitaliste armağan etmek zorunda olduğu bölümü artar. İşte bugünkü toplumumuzun tüm ekonomik yapısı budur: Bütün değerleri yaratan tek başına işçi sınıfıdır.”
“İşçi açısından onun emek gücünün üretken şekilde faaliyete geçmesi, ancak, satılması yoluyla üretim araçlarıyla bağlantısının kurulduğu andan itibaren mümkün hâle gelir. Yani, emek gücü, satılmasından önce, üretim araçlarından, faaliyetinin nesnel koşullarından ayrı durumdadır. Bu ayrılık durumunda, ne doğrudan doğruya sahibi için kullanım değerleri üretiminde, ne de satılmaları yoluyla onun geçimini sağlayabilecek olan metaların üretiminde kullanılabilir. Ama satılması yoluyla üretim araçlarıyla bağlantısı kurulur kurulmaz, tıpkı üretim araçları gibi alıcısının üretken sermayesinin bir bileşeni olur.”[103]
“Emekçi, yaşamının büyük bir kısmını üretim süreci içerisinde geçirdiği için, üretim sürecinin koşulları, geniş ölçüde, onun aktif yaşam sürecini, koşulları ya da yaşam koşullarıdır ve bu yaşam koşullarında ekonomi, kâr oranının yükseltmenin bir yöntemidir; daha önce de gördüğümüz gibi, aşırı çalıştırma, emekçiyi bir dolap beygirine çevirme, sermayeyi çoğaltmanın ya da artı-değer üretimini hızlandırmanın bir aracıdır.
Bu ekonomi, daracık ve sağlığa zararlı yerlere işçileri üst üste yığmaya, ya da kapitalistin diliyle, yerden tasarrufa; güvenlik aygıtları kullanmaksızın, tehlikeli makineleri avuç içi kadar yerlere doldurmaya; sağlığa zararlı, ya da madencilikte olduğu gibi tehlikeli, vb., üretim süreçlerinde güvenlik kurallarını ihmal etmeye kadar varır.”[104]
Örneğin iş (“kazası” denilen) cinayetlerindeki gibi![105] Kapitalizm açısından başka türlüsü mümkün değildir ve olamaz da!
Çünkü “Kapitalist üretimin amacı, her zaman, yatırılan asgari sermaye ile azami artı-değeri ya da azami artı-ürünü yaratmaktan ibarettir; eğer bu amaca, işçilerin aşırı çalıştırılmasıyla varılamıyorsa, sermaye, belirli bir ürünü elden gelen asgari masrafla üretmek, emek-gücünü ve masrafları kısmak eğilimini gösterir... Bu kavrama göre, kapitalist üretimde, işçilerin kendileri, ne kendinde bir amaç, ne de üretimin amacı değil, basit üretim araçları olarak görünürler.”[106]
“İşçi için en elverişli olan toplum durumunda bile, işçi için zorunlu sonuç, aşırı çalışma ve zamansız ölüm, makine düzeyine, kendi karşısında tehlikeli bir biçimde biriken sermayenin kölesi düzeyine düşürülme, rekabetin yeniden canlanması, işçilerden bir bölümünün açlıktan ölmesi ya da dilenciliğidir.”[107]
Nihayetinde “İş gücü... ücretli işçinin kapitaliste sattığı metadır. Ama iş gücünün uygulanması, emek, işçinin kendi yaşam faaliyetidir, kendi yaşamının tezahürüdür. Ve işte, işçinin gerekli geçim araçlarını sağlamak için bir başkasına sattığı bu yaşam faaliyetidir.”
“İşçi, kendisini kiralayan kapitalisti istediği an terkeder ve kapitalist de, artık onun sırtından kâr elde etmediği, ya da umduğu kârı elde etmediği anda kendisine yol verir. Ama yaşamının biricik kaynağı kendi işgücünün satımı olan işçi, kendi varlığını reddetmeksizin alıcılar sınıfının tümünü, yani kapitalist sınıfı terk edemez. İşçi şu ya da bu kapitaliste değil, kapitalist sınıfa aittir ve dahası, kendisini satmak, yani bu kapitalist sınıf içinden bir alıcı bulmak ona düşer.”
“Ücretli işçi, ücretli işçi oldukça, yazgısı sermayeye bağlıdır. İşçi ile kapitalist arasındaki o kadar övülen çıkar ortaklığı işte budur.”[108]
“Daha iyi giysiler ile yiyecekler, daha iyi muamele görmek ve efendinin bağışladığı daha geniş bir toprağa sahip olmak, kölenin sömürülmesini ne derece ortadan kaldırırsa, ücretli işçininkini de işte o kadar kaldırır.”[109]
Ve “Bugünün işçisi, sanki özgürmüş gibi görünür;[110] çünkü, o bir kez ilk ve son olarak satılmaz, gündelik, haftalık, yıllık olarak parça parça satılır; özgürmüş gibi görünür, çünkü onu sahibi bir başkasına satmaz; bunun yerine belli bir kişinin kölesi olmadığı, tüm mülk sahibi sınıfın kölesi olduğu için, kendisi, kendini satmaya zorlanır,” Friedrich Engels’in ifadesiyle…
Bir şey daha: Kapitalist çalışma aptallaştırır, akıl maddi refah ortamında özgürce işler, bugüne kadarki tüm medeniyet çalışma-dışı serbest zamanda serpilip gelişmiştir, ve bu medeniyetin meyvelerinin sert engelleyici dış kabuğu olan kapitalizmde çalışma, açlığın ve sefaletin koşuludur (ve tam tersi). Sömürünün iki biçiminden biri olan mutlak artı-değer sömürüsünü sürekli artırma ve cansız emek sermayenin emdiği canlı emek miktarını sürekli çoğaltma isteklerinin (daha doğrusu “iradi istek”ten bağımsız olarak “zorunlu doğa”larının) yanında, sınıf bilinci gelişmiş kimseler olarak kapitalistler, işçileri aklın yolunda uzaklaştırmak, aklın ürünlerine yabancılaştırmak, özgürce düşünmelerini engellemek ve sefalet içinde (baskısı altında) tutup daha çok çalışmaya mecbur etmek için onları daha fazla çalıştırma gereği duyarlar (daha fazla çalışma = daha fazla sefalet = daha fazla çalışma kısır döngüsüdür.)
El özet: “İşçi kapitalizmin gelişmesiyle yükseleceği yerde, gittikçe daha çok kendi sınıfının varlık koşullarının altına düşüyor. Sadakaya muhtaç bir kimse oluyor ve sadakaya muhtaçlık, nüfustan ve servetten daha hızlı gelişiyor. Ve burjuvazinin artık toplumda egemen sınıf olarak kalacak ve kendi varlık koşullarını topluma belirleyici yasa olarak dayatacak durumda olmadığı burada açıkça ortaya çıkıyor. Egemen olacak durumda değildir, çünkü kölesine, köleliği çerçevesinde bir varlık sağlayacak durumda değildir, çünkü kölesini, onun tarafından besleneceği yerde, onu beslemek zorunda kaldığı bir duruma düşürmeden edemiyor. Toplum bu burjuvazinin egemenliği altında artık yaşayamaz, bir başka deyişle, onun varlığı toplumla artık bağdaşmıyor.”[111]
Çünkü Karl Marx’ın da altını ısrarla çizdiği üzere: “İşçi, emeğiyle üretimi arttırdıkça, yarattığı malların yabancı dünyası karşısında daha güçlü olarak çıkmakta ve kendi iç dünyası ise gittikçe daha fakirleşmektedir. İş işçinin dışındadır; işçi işinde kendisini bulamamakta, kendini yadsımakta ve mutsuz olmaktadır. İşçi, kendini işin dışında, yalnız hissetmektedir; demek ki çalışması bir gereksinmesinin karşılanması olmuyor, kendi dışındaki ihtiyaçların karşılanması için bir araç durumuna giriyor...
O hâlde, işçinin faaliyeti kendi faaliyeti değil, bu faaliyet başkasının malı ve işçinin kendini yitirmesidir. Sonuç olarak, çalışan insan sadece hayvani fonksiyonlarında kendini sadece hayvan olarak görmektedir... Bu ilişki işçinin, kendisine yabancı olan kendi faaliyetiyle olan ilişkisidir.”
Bu noktada “İşçi, sermayenin ezdiğini ve mücadelenin burjuva sınıfına karşı yürütülmek zorunda olduğunu görmemezlik edemez. Ve hedefi en acil ekonomik gereksinimlerin karşılanması, maddi durumun iyileştirilmesi olan bu mücadele, işçilerden kaçınılmaz olarak bir örgüt ister, kişiye karşı değil, aksine bir sınıfa karşı, yalnızca fabrikalar da ve atölyeler de değil her yerde emekçileri ezen ve boyunduruk altında tutan bir sınıfa karşı bir savaş hâline gelir. İşte bu yüzden fabrika işçisi, tüm sömürülen halkın, ileri temsilcisidir.”[112]
İşçi sınıfı da bunun için tarihin sahnesindeki yerini alıyor!
“Bir ideali gerçekleştirme peşinde değildir; onun görevi, çökmekte olan eski burjuva toplumunun bağrında taşıdığı yeni toplum öğelerini özgürleştirmektir,”[113] notunu düştüğü işçi sınıfı konusunda, Friedrich Engels’in 30 Nisan 1891’de “Bütün değerleri yaratan tek başına işçi sınıfıdır... Ne var ki, işçiler tarafından üretilen bu değerler, işçilere ait değildir,” saptaması kilit önemdedir.
Çünkü yine Friedrich Engels’e göre, İşçi sınıfının sefil durumunun nedeni, o ufak-tefek yakınma konularında değil, ama kapitalist sistemin kendisinde aranmalıdır. Ücretli işçi, emek-gücünü, belli bir gündelik karşılığı kapitaliste satar. Bu gündeliğin karşılığı olan değeri, birkaç saatlik bir çalışmayla üretmiştir; ama sözleşmeye göre, işgününü tamamlamak için daha bir dizi saat çalışmak zorundadır; bu ek artı-emek saatlerinde ürettiği değer, kapitaliste hiçbir maliyeti olmayan, ama yine de onun cebine giren artı-değerdir.”[114]
Bu tabloda “Fabrikatör, işçiye artıktan başka bir şey vermeyecek. Dünyayı özel mülkiyet yönettiği sürece, Proletaryaya, aç kalmaktan, yaşamını sürdürmek için savaşmaktan başka bir yol kalmıyor. Ama yarın her şey daha başka olacak ve biz bunun için hazırlanmalıyız!”
“Neden” mi?
Gayet basit! Kapitalist üretim, kârın maksimizasyonu ile ücretli işçilerin sermaye sınıfı tarafından sistemli sömürülmesine dayanırken; bu üretim tarzı, hayatta kalabilmek için kendi işgücünü satmaktan başka yolu olmayan mülksüz işçi sınıfının sürekli yıkımını devreye sokar.
Bunun için toplumsal devrim, işçi sınıfının kurtuluşunun temel koşuludur. Söz konusu devrim, özel mülkiyetin, sömürünün, baskının, sefaletin, eşitsizlik, haksızlıkların zemini kapitalist sınıflı toplumun ölüm çanıdır.
Bu uğurda işçi sınıfının kapitalist sınıfa karşı mücadelesi zorunlu olarak politik bir mücadeleyken; işçi sınıfının kurtuluşu da kendi eseri olacaktır.
İşçi patrona karşı verdiği günlük küçük mücadeleyi (iş saati, izin, ücret vs.) esasında bütün burjuvazi ve devlet rejimine verdiği mücadele olduğunu kavradığı zaman; ancak onun mücadelesi gerçek ve tam manasında sınıf mücadelesi olur.
İşçi sınıfının mücadelesi, özü gereği uluslararası niteliktedir (enternasyonaldir), biçim bakımından ise ulusaldır. Bu nedenle ‘Komünist Manifesto’nun temel önermesi: “Bütün ülkelerin proletaryası birleşin”dir.
Bu zeminde komünistler işçi sınıfının parçasıdırlar; sınıfın çıkarları ötesinde başka çıkarları bulunmazken; “Proletarya, burjuvaziyle olan savaşımında, mutlaka kendini bir sınıf olarak örgütler... Devrim yoluyla egemen sınıf durumuna gelir ve egemen sınıf olarak eski üretim koşullarını zorla süpürüp atar.”[115]
Karl Marx’ın Friedrich Bolte’ye gönderdiği 23 Kasım 1871 tarihli mektubunda işaret ettiği üzere: “İşçi sınıfının siyasal hareketinin sonul amacı, kuşkusuz politik iktidarı bu sınıf için ele geçirmektir ve bu doğal olarak, işçi örgütünün, işçi sınıfının ekonomik savaşımından doğan bir örgütün, daha önce belli bir gelişme düzeyine erişmiş olmasını gerektirir.
Ama öte yandan da işçi sınıfının bir ‘sınıf’ olarak egemen sınıflara karşı karşıya geldiği ve dışarıdan baskı yaparak onları sınırlamaya çalıştığı her hareket, politik bir harekettir. Örneğin, grevler ve benzeri yollarla belli bir fabrikada ya da belli bir işkolunda tek tek kapitalistleri, işgününü azaltmaya zorlama girişimi salt bir ekonomik harekettir. Öte yandan, sekiz saatlik işgünü, vb, için bir yasa çıkmasını zorlama hareketi ‘siyasal’ bir harekettir. Ve böylelikle, işçilerin yalıtık, yani kendi çıkarlarını genel bir biçimde, toplumsal olarak zorlayıcı genel bir güce sahip olma biçiminde gerçekleştirmeyi amaçlayan bir ‘sınıf’ hareketi serpilip gelişir. Bu hareketler, belirli bir ön örgütün varlığını öngörmekle birlikte kendileri de böyle bir örgütü geliştirmenin araçlarıdırlar.
İşçi sınıfının, egemen sınıfların kolektif iktidarına, yani siyasal iktidarına karşı sonucu belirleyici bir kampanyaya girişmek, bunu sırtlamak için örgütlenmede henüz yeterince ilerlemediği yerlerde, bu iktidara karşı sürekli bir propagandayla ve egemen sınıfların politikasına karşı hasım bir tutumla mutlaka eğitilmesi gerekir.”[116]
V. İ. Lenin ekler: “Sosyal-demokrat işçiler, halkın yoksulluğuna son vermenin ancak, bütün devlette mevcut düzeni baştan aşağı değiştirmek ve sosyalist düzeni kurmak, yani büyük toprak sahiplerinin çiftlikleri, fabrika sahiplerinin fabrikaları ve işletmelerini, banka sahiplerinin para sermayelerini ellerinden almak, bunların özel mülkiyetini ortadan kaldırmak ve bunların mülkiyetini tüm devletteki çalışan halkın tümünün eline vermekle mümkün olduğunu söylüyorlar. O zaman, işçilerin emeği üzerinde başkalarının emeğiyle yaşayan zenginler değil, işçilerin kendileri ve onlar tarafından seçilen temsilcileri tasarrufta bulunacaklardır. O zaman herkesin emeğinin meyveleri ve bütün iyileştirmelerin ve makinelerin yararları bütün emekçilere, bütün işçilere yarayacaktır. O zaman zenginlik daha da hızlı artacaktır; çünkü işçiler kendileri için, olduğundan daha iyi çalışacaklardır. İşgünü kısalacak, işçilerin hayat standardı yükselecek, bütün yaşamları tamamen değişecektir.
Fakat tüm devletteki mevcut düzeni değiştirmek kolay bir iş değildir. Bunun için çok çalışmak, uzun ve yılmaz bir mücadele gereklidir. Bütün zenginler, bütün mülk sahipleri, tüm burjuvazi bütün güçleriyle servetlerini koruyacaktır. Tüm zenginleri korumak için memurlar ve ordu ayağa kalkacaktır, çünkü hükümetin kendiside zenginler sınıfının elindedir. İşçiler, başkalarının emeğiyle geçinenlere karşı tek adammış gibi birleşmelidir; işçiler kendilerini ve bütün mülksüzleri bir işçi sınıfı hâlinde, proletarya sınıfı hâlinde birleştirmelidir. Mücadele, işçi sınıfı için kolay olmayacaktır, ama bu mücadele mutlaka işçilerin zaferiyle sona erecektir, çünkü burjuvazi, ya da başkalarının emeğiyle yaşayanlar, halkın çok küçük bir bölümünü oluştururlar. İşçi sınıfı ise halkın ezici çoğunluğudur. Mülk sahiplerine karşı işçiler-bu binlere karşı milyonlar demektir.”[117]
Gerçekten de Emile Zola’nın, “İşçi ordusu, bir gün tüm toprağı çatlatacak ve köle olmaktan çıkıp efendi hâline gelecektir,” diye çok önceleri altını çizdiği gerçek konusunda; V. İ. Lenin de, “Tüm ülkelerin burjuvazisinin yalanlarını ve iftiralarını, onların açık gizli uşaklarını yenebilecek tek güç işçi sınıfıdır.” “Burjuva egemenliği ancak proletarya tarafından alaşağı edilebilir; “proletarya”, ekonomik varlık koşulları bu alaşağı etme işini hazırlayan ve ona bu işi başarma olanağını ve gücünü veren tek sınıftır,” der.
Fidel Castro’nun da, “İşçi sınıfı yaratıcı sınıftır. İşçi sınıfı bir ülkede maddi refahın gerektirdiği her şeyi üretir, iktidar işçi sınıfının elinde olmadığı sürece, işçi sınıfı, iktidarın sömürücü toprak sahiplerinin, haksız kazanç sağlayanların, tekellerin, yerli ve yabancı çıkar gruplarının elinde kalmasına izin verdikçe, silahlar işçi sınıfının değil de, çıkar gruplarına hizmet edenlerin elinde oldukça, bu çıkar gruplarının ziyafet sofralarından dökülmesine göz yumduğu kırıntılar ne denli çok olursa olsun, işçi sınıfı yoksul bir hayat sürmeye zorlanacaktır,” saptamasıyla betimlediği işçi sınıfının tarihsel işlevi Karl Marx tarafından şöyle tarif edilir:
“Bütün sınıfların çözülüşünü simgeleyen, acıları evrensel olduğu için evrensel bir nitelik taşıyan, kendisine yapılan haksızlık özel olmayıp genel bir haksızlık olduğu için yalnız kendisinin kurtuluşunu değil tüm toplumun kurtuluşunu amaçlayan bir sınıf, geleneksel bir statü değil sadece insanca bir statü isteyen, siyasal düzenin kimi sonuçlarına değil bütün sonuçlarına karşı olan ve kendisini bütün alanlardan kurtarmadıkça kurtulmasına olanak bulunmayan, kısacası insanlığın toptan yitirilmesi demek olan ve ancak insanlığın toptan kurtulması hâlinde kendisini kurtarabilecek olan bir sınıf... İşte bu özel sınıf proletaryadır.”[118]
Proletaryanın önemi özelliklerinden kaynaklanırken; “Nasıl basit yeniden üretim, bir yanda kapitalistleri öte yanda ücretli işçileri toplayan sermaye ilişkisini sürekli olarak yeniden üretirse, boyutları gittikçe büyüyen yeniden üretim ya da birikim de, daha çok sayıda ya da daha büyük kapitalistlerin bir kutupta, daha fazla ücretli işçinin öteki kutupta toplanmasını sağlayacak şekilde, sermaye ilişkisini daha büyük ölçekte yeniden üretir. Sermayenin değerlenme aracı olarak durmadan sermayenin parçası hâline gelmek zorunda bulunan, sermayeden kendisini kurtaramayan ve sermayeye kölece bağlılığı, yalnızca, kendisini sattığı bireysel kapitalistlerin değişmesiyle gözlerden saklanan emek gücünün yeniden üretimi, gerçekte, bizzat sermayenin yeniden üretiminin bir unsurudur.[119] Yani, sermaye birikimi proletaryanın çoğalması demektir.”[120]
8) SINIF(LAR) MÜCADELESİNDE BAŞKALDIRI VE ŞİDDET
V. İ. Lenin’in, “Tarihi olarak belirlenmiş bir üretim sistemi içindeki yerlerine, üretim araçları ile olan ilişkilerine, emeğin toplumsal örgütlenmesinde oynadıkları rollere ve dolayısıyla toplumsal zenginlikten aldıkları payın büyüklüğüne ve bu payı alırken kullandıkları yola göre birbirinden ayrılan insan gruplarına sınıf denir,” tanımlamasına Karl Marx’ın, “Devlet içindeki bütün savaşımlar demokrasi, aristokrasi ve monarşi arasındaki savaşım, oy hakkı uğruna vb. savaşım, çeşitli sınıfların yürüttükleri gerçek savaşımların büründükleri aldatıcı biçimlerden başka bir şey değildir,”[121] saptamasını eklersek; sınıf(lar) mücadelesinin anlam ve bağlamını yerli yerine oturtabiliriz.
Karl Marx’ın, “Komünistlerin vardıkları teorik sonuçlar, hiç bir biçimde, şu ya da bu sözde evrensel reformcu tarafından icat edilmiş ya da keşfedilmiş düşüncelere ya da ilkelere dayandırılmamıştır. Bunlar ancak, gözlerimizin önünde cereyan eden tarihsel bir hareketten, var olan sınıf mücadelesinden doğan gerçek ilişkilerin genel bir ifadesidir.” “Bütün üretim aletleri içinde en büyük üretici güç, devrimci sınıfın kendisidir”;
Friedrich Engels’in, “Modern tarihte, bütün siyasal savaşımların sınıf savaşımları oldukları ve sınıfların bütün kurtuluş savaşımlarının, zorunlu olan siyasal biçimlerine karşın -çünkü her sınıf savaşımı bir siyasal savaşımdır- son tahlilde ekonomik kurtuluşun çevresinde döndükleri tanıtlanmıştır”;[122]
V. İ. Lenin’in, “İşçilerin mücadelesi, ancak bütün ülkelerin işçi sınıfının başta gelen temsilcilerinin tek bir sınıf olarak kendilerinin bilincine vardıkları ve tek tek patronlarla değil de, tümüyle kapitalist sınıfa ve o sınıfı destekleyen hükümete karşı yönelmiş bir mücadeleye giriştikleri zaman sınıf mücadelesi hâline gelir.” “Bir Marksist, kendisini sınıf savaşımına dayandırır, toplumsal barışa değil,” uyarılarını asla “es” geçmeyen radikal sosyalistler için “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı-karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla, ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir…
Sınıf mücadelelerinin tarihi bir evrimler dizisi oluşturur ki, bu evrimler dizisi içinde bugün sömürülen ve ezilen sınıfın sömüren ve yöneten sınıfın tahakkümünden kurtuluşunu, aynı zamanda ve nihai olarak toplumun tümünü her türlü sömürüden, baskıdan, sınıf ayrımından ve sınıf mücadelelerinden kurtarmaksızın sağlayamayacağı bir aşamaya ulaşmıştır.”[123]
Ancak “Sosyalist bilinç, proletaryanın sınıf mücadelesine dışarıdan taşınan bir şeydir sınıf mücadelesinden kendi kendine çıkan bir şey değildir…
Eğer işçiler, somut ve güncel politik olaylar ve olgular temelinde diğer toplumsal sınıfların her birini entelektüel, moral ve politik yaşamlarının bütün tezahürleri içinde gözlemlemeyi öğrenmezlerse; nüfusun bütün sınıf, katman ve gruplarının yaşam ve faaliyetlerinin bütün yönlerinin materyalist tahlil ve materyalist değerlendirmesini pratikte uygulamayı öğrenmezlerse, işçi kitlelerinin bilinci gerçek bir sınıf bilinci olmaz. (…) Çünkü işçi sınıfının kendisini tanıması, onun modern toplumun bütün sınıfları arasındaki karşılıklı ilişkilere dair yalnızca teorik düşüncelerle değil, daha doğrusu teorik olmaktan çok, politik yaşamın deneyimleri temelinde edinilmiş düşüncelerle kopmaz biçimde bağlıdır.”[124]
Ve nihayet “Mücadele, insanların, başkalarınca mahvedilmiş olduklarını görmeleriyle başlar”[125] ki; bu da bir bilinç ve örgütlülükle mümkündür!
Alfred Adler’in, “Yalnızca kötü olanı görmek ve suçlamak yetmez. İnsan kendine şu soruyu sormalıdır: Bütün bunların düzelmesi için ben ne yaptım?” notunu düştüğü tabloda, elbette görmek yetmez; kavramak, isyan edip, başkaldırmak gerekir.[126]
John Holloway’in, “Bütün dünyada bir öfke kol geziyor. (…) Haklı, çok haklı bir öfke bu! Gelgelelim yanlış bir yere yöneliyor. Dahası, eğer bu öfkeyi doğru hedeflere yöneltemezsek hepimizi yok edecek. (…)
Bu öfkenin özünde umut var: Her şeyin daha iyi olabileceğine, geçmişin geri dönebileceğine, barışın yeniden sağlanabileceğine ve bir gün her şeyin yerli yerine oturabileceğine dair bir umut. Ne var ki bu umut tam aksinin şeklini alıyor: Zenginlerin gücünü katlıyor; dünyayı daha şiddet dolu, yaşamak için daha beter bir yer hâline getiriyor.
Faşistler ve köktendinciler de öfkeli, onlar da çocukları için kendilerince daha iyi bir dünya yaratmak istiyor; yine de öfkelerini boşaltma biçimleri tam aksi yönde bir etki yaratıyor. (…)
Öfkeyi sermayenin iktidarına, paranın hükümranlığına duyulan bir öfkeye dönüştürebilir miyiz yeniden?”[127] saptamasını dillendirdiği unutulmasın: “Özgürlük olgusu; insanın özgürlük bilincine oranla gelişmemiştir. Başkaldırı haklarının bilincine varmış kişinin işidir.” “Başkaldıran insan, ‘Hayır’ diyen insandır,” der Albert Camus.
“Hayır” diyen insan(lar)sız hiçbir şey olmaz/ olamaz.[128]
Bu noktada Karl Marx da, “Raperin hunereke û distûra sereke ya vi huneri bi awayek nuwaze hêwilkar û bêyi vegere bibiryar êrişkar be/ Ayaklanma bir sanattır ve bu sanatın başlıca kuralı müthiş cüretli ve dönmemecesine kararlı bir saldırıcı olmaktır,” gerçeğinin altını çizerken; Maximilien Robespierre de ekler:
“Halk baskı altındaysa, kendine kendinden başka hiçbir şey kalmamışsa, ona ‘Ayaklan’ demeyen alçaktır.”[129]
“İyi de Ekim Devrimi’nde nasıldı” mı? Yanıtı, “Moskova Ayaklanmasından Alınacak Dersler (1906)”den başlayarak V. İ. Lenin’de şöyle:
“Büyük bir kitle çarpışmasının yaklaştığını hatırlayalım. Silahlı bir ayaklanma olacak bu. Mümkün olduğu kadar bir anda olmalı bu. Kitleler silahlı, kanlı, korkunç bir çarpışmaya gireceklerini bilmeli. Ölümü hor görmeliler ve zafere güvenmeliler. Düşmana şiddetle, canla başla saldırmalılar; “savunma yok, saldır” olmalı kitlelerin sloganı; ödevleri düşmanı amansızca yok etmek olacak; çarpışmanın örgütü hareketli ve esnek olacak; askerler arasındaki kararsız öğelerin bu yana etkin olarak katılması sağlanacak. Bu büyük çarpışmada bilinçli işçi sınıfının partisi ödevini son kertesine kadar yapmalı… Gericilik, barikatları, binaları, kalabalıkları bombalamaktan ileri gidemez; ama devrim, (…) çok daha ilerlere gidebilir, enine boyuna çok daha ilerlere.”
“Ayaklanma bir komploya değil, bir partiye değil, ama öncü sınıfına dayanmalıdır…”
i) Ayaklanma ile asla oynamayınız, ama bir kere başladı mı da, sonuna kadar götürmeye kararlı olunuz.
ii) Güçlerin büyük kısmını kesin noktada ve kesin anda toplayınız, yoksa daha iyi hazırlanmış ve örgütlenme olanağına sahip olan düşman isyancıları yok edecektir.
iii) Ayaklanma bir kere başladı mı, en büyük kararlılıkla ve bütün araçlarla hareket ediniz ve hiç tereddüt etmeden saldırıya geçiniz. “Savunma her silahlı ayaklanmanın ölümüdür.”
iv) Düşmanı hiç beklemediği anda yakalamaya çalışmalısınız ve onun güçlerinin dağınık olduğu anı yakalamalısınız.
v) Küçük de olsa günlük başarılar için -eğer bir şehir söz konusuysa, saatlik de olsa- çaba harcamalısınız ve ne pahasına olursa olsun “moral gücü” koruyunuz.
İkinci olarak: Kesin darbenin indirilmesi anının, ayaklanmaya başlama anının seçilmesi krizin en üst noktaya ulaştığı, öncünün sonuna kadar savaşa hazırlandığı duruma, yedeklerin öncüyü desteklemeye hazır olduğu ve düşmanın saflarında en fazla panik olduğu anla aynı zamana rastlamalıdır.[130]
Her başkaldırı, ayaklanma devrimci şiddete mündemiç ve muhtaçtır.[131]
“Silah elde etmeye ve bunların kullanılışını öğrenmeye çalışmayan ezilen bir sınıf, köle muamelesi görmeyi hak eder!” vurgusuyla V. İ. Lenin’in ‘Sverdlov’un Anısına Konuşma’sında belirttiği gibi:
“Hiç kuşku yok ki devrimci şiddet olmasaydı, proletarya zafere ulaşamazdı; ama aynı ölçüde kesindir ki devrimci şiddet, sadece devrimin belirli anlarında, özel koşullarda gerekli ve meşru bir uygulama olmuştur. Buna karşılık proleter yığınların örgütlenmesi, emekçilerin örgütlenmesi devrimin çok daha değişmez ve çok daha derin bir özelliğiydi; başarının koşuluydu ve hâlâ da öyledir.”[132]
Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü Karl Marx’ın ifadesiyle, “Ezilenlerin ezenlerin kendilerine karşı kullandığı araçların aynısını ezenlere karşı kullanma hakkı vardır.”[133]
O hâlde V. İ. Lenin’in, “Proleter Devrimin Askeri Programı”nda işaret ettiği üzere, “Silahlar hakkında bilgi edinmek için, silah eğitimi görmeye, silahlanmaya çaba harcamayan bir ezilen sınıf, ancak ezilmeye ve köle muamelesi görmeye layıktır. Kendimizi, burjuva pasifistlere ve oportünistlere indirgememeli; sınıflı bir toplumda yaşadığımızı ve sınıf mücadelesi dışında hiç bir kurtuluşun olamayacağını ve düşünülemeyeceğini unutmamalıyız. İster kölelik, ister serflik ve bugünkü gibi ücretli kölelik üzerine kurulmuş olsun her sınıflı toplumda ezen sınıf silahlıdır. Sadece bugün var olan ordu değil, aynı zamanda, İsviçre’deki de dahil, bugünkü milis de burjuvazinin proletaryaya karşı silahlanmasıdır. Bu somut gerçeği kanıtlamama gerek olmadığını sanıyorum; bütün kapitalist devletlerde grevler sırasında askeri birliklerin kullanılıyor olmasına işaret etmek yeterlidir.”
Çünkü devrim bir başkaldırıdır, ayaklanmadır, bir sınıfın başka bir sınıfı devirdiği bir şiddet hareketedir. Aslında bu yalnızca proletaryanın önderliğindeki devrimler için değil, istisnasız tüm devrimler için geçerli olan bir tespittir. Bütün devrimlerin ilk ve temel sorunu devlet iktidarı sorunu, var olan devlet iktidarının yıkılması sorunudur. Devletin kendisi sonuçta bir sınıfın iktidarının, bu iktidarı sürdürmek için örgütlenmiş şiddetidir. Devlet iktidarda olan sınıf adına “şiddet tekeli”ni elinde tutar. Ve egemen sınıf, iktidarını tehdit eden güçlere karşı devlet şiddetini acımasızca kullanır. Devlet iktidarını elinde tutan bir sınıfın, bu iktidarı bir başka sınıfa barış içinde terk ettiği görülmemiştir. Bunun tarihte bir tek örneği yoktur. Egemen sınıf sonuçta şiddete dayalı iktidarını elinde tutmak için her şeyi yapar. O iktidarı yıkmak için şiddet -onun kullanılış biçimlerinden bağımsız olarak- tek yoldur. Şiddetsiz devrim olmaz. Bütün insanlık tarihinin bize gösterdiği yalın bir gerçektir bu.
Jean Baudrillard’ın, “Başkalarına uygulanan şiddete bakarak kendinize ne kadar şiddet uygulanacağını görebilirsiniz. Kötülüğün egemenliği böyle bir şeydir,” dediği tabloda, “Şiddet, elbette, bizim düşüncelerimize yabancıdır,” der ve konuya ilişkin görüşlerini genel biçimiyle ‘Ne Yapmalı’nın önsözü olarak da yayınlanan ‘Nereden Başlamalı?’ (Mayıs 1901) başlıklı makalesinde şöyle formüle eder V. İ. Lenin:
“İlkesel olarak terörü hiç bir zaman reddetmedik ve reddedemeyiz. Terör, çarpışmanın belli bir anında, askeri güçlerin içinde bulunduğu belli bir durumda ve belirli koşullar altında kesinlikle işe yarar ve hatta zorunlu savaş yöntemlerinden biridir. Fakat meselenin özü, bugün terörün, savaşın bir ordunun tüm savaş sistemiyle sımsıkı bağlı ve koordineli operasyonlarından biri olarak değil, kendi başına ve herhangi bir ordudan bağımsız bir münferit saldırı aracı olarak ön plana çıkarılmasıdır.”[134]
Ayrıca da “Sosyalistler burjuva yasallığını, burjuvazinin bozması üzerine terk ederler. Friedrich Engels’in, ‘Önce siz ateş edin mösyö burjuvazi,’ sözü, Marksistlerin burjuva yasallığına saygısının açık belirtisidir. Bu nedenle devrimlerin objektif şartlarını, devrimciler değil, baskı, cebir ve şiddet getirmek suretiyle burjuvazi hazırlar. Tekelci kapitalist dönemle birlikte başlayan sosyalist devrimler çağında, bütün proletarya devrimlerine baktığımızda bu gerçeği çok açık görürüz,” der Mahir Çayan…
Bir de “Şiddet daha dün başlamış bir şey olsaydı, baskı ve sömürü yeryüzünde hiç var olmamış olsaydı, belki de sergilediğiniz şiddetsizlik çatışmayı yatıştırabilirdi. Ama tüm rejim, hatta sizin şiddet karşıtı görüşleriniz bile bin yıllık bir ezme ilişkisi ile yönetiliyorsa, pasifliğiniz, sizi ezenlerin safına katılmaktan başka bir amaca hizmet etmez,” uyarısını dillendirir Jean Paul Sartre.
Sonra Lev B. Troçki, “Terörist eylemlere karşı insan yaşamının ‘kutsal değeri’ hakkında ciddi açıklamalar yapan satın alınmış ahlâkçılarla komünizmin ortak hiçbir yanı olmadığına değinmeye gerek bile yok. Onlar, başka durumlarda, başka ‘kutsal değerler’ adına (örneğin ulusun onuru veya monarşinin prestiji) milyonlarca insanı savaş cehennemine itmeye hazırdırlar. Bugün (en kutsal hak olan özel mülkiyet adına) silahsız işçiler üzerine ateş açılması emrini veren bakan, onların ulusal kahramanıdır; ve yarın, işsiz işçilerin çaresiz elleri bir yumruk hâline geldiğinde veya bir silahı kavradığında, yine aynı adamlar bu kez şiddetin hiçbir biçiminin kabul edilemeyeceğine dair bin bir türlü saçmalığı dillerine dolayacaklardır,”[135] der.
Nihayet Maximilien Robespierre’in, ‘Siyasi Ahlâkın İlkeleri Üzerine (1794)’ başlıklı yapıtındaki formülü de şöyledir: “Erdemsiz terör uğursuzdur; terörsüz erdem güçsüzdür. Acil, katı, bükülmez adaletten başka bir şey değildir terör; dolayısıyla erdemden sâdır olur.”
9) ÖNCÜ PARTİ VE MÜCADELE(Sİ)
Devrimci şiddete mündemiç/ve muhtaç her başkaldırı/ve ayaklanma örgütsüz, öncüsüz, partisiz bir hiçtir.
Bu konuda Alvaro Cunhal, “Şoreşek ne bi qêrina dirûşmên neberpirs, bi pêkanina xebatek rasti ya şoreşgeri tê çêkirin. Heger herkesê rêya yekane û rast a bigihe serfiraziyê fehm kiriba, herkes xebata rêxistinek dijwar pêk bianiya, bi armanca rêvebirina cengê her gav bi hewldana naskirina hestên girseyan bê westiyan û bi biryar li ser têkoşinên gel bisekiniya ba roja raperin û serfiraziyê, ji weki tê hizirin wê gelek nêziktir ba/ Bir devrim, sorumsuz sloganlar haykırarak değil, gerçek bir devrimci çalışma gerçekleştirerek yapılır. Eğer herkes zafere ulaşılacak tek ve gerçek yolu anlasaydı, herkes coşkulu bir örgüt çalışmasını gerçekleştirebilseydi, kavgayı yönetebilmek amacıyla her an kitlelerin duygularını tanımaya çalışarak halk mücadeleleri üzerinde yorulmadan ısrarla durulsaydı, ayaklanma ve zafer günü, genel olarak düşünüldüğünden çok daha yakın olurdu,” derken; V. İ. Lenin de uyarır:
“İşçi sınıfının politik gelişiminin ve politik örgütlenmesinin ilerletilmesi; baş görevimiz ve temel görevimiz budur. (...) Bu görevi geri plana iten, bütün kısmi görevleri ve tek tek mücadele yöntemlerini buna tabi kılmayan herkes yanlış yoldadır ve harekete ciddi zararlar vermektedir.”[136]
Böylesi bir örgüt için “Propaganda ve ajitasyonun berraklığı temel koşul”ken;[137] “Propagandacı birçok düşünceyi vermelidir, o kadar çok ki, bu düşünceler birbirleriyle bağlantılı bir bütün olarak ancak (nispeten) az sayıda kimseler tarafından anlaşılabilir olacaktır. Aynı konu üzerinde konuşan ajitatör ise en çarpıcı ve en çok bilinen bir olguyu, diyelim işsiz bir işçinin ailesinin açlıktan ölmesine, artan yoksullaşmayı, vb. örnek olarak ele alacak, ve herkesin bildiği bu olgudan yararlanarak yığınlara tek bir düşünceyi, örneğin servet artışıyla yoksulluğun artışı arasındaki çelişkinin saçmalığı düşüncesini iletme yolunda çaba harcayacaktır; ve bu çelişkinin daha tam bir açıklamasını propagandacıya bırakarak, bu göze batan haksızlığa karşı yığınlar arasında hoşnutsuzluk ve öfke yaratmaya çalışacaktır. İşte bu yüzdendir ki, propagandacı, genellikle yazı yazarak görevini yerine getirir; ajitatör ise konuşarak. Propagandacının özelliklerinin ajitatörünkinden farklı olması gerekir.”
Ayrıca bu “Devrimciler örgütü, her şeyden önce ve esas olarak, mesleği devrimci faaliyet olan kişileri kapsamalıdır. Böyle bir örgütün üyelerinin bu ortak özelliği karşısında, birinin ya da diğerinin mesleği arasındaki farklar bir yana, işçilerle aydınlar arasındaki her türlü fark tamamen ortadan kalkmalıdır. Bu örgüt çok geniş tutulmamalı ve mümkün olduğunca gizli olmalıdır.”[138]
Bu da, “Günümüzde, ancak halkın önünde gerçek teşhirler örgütleyen bir parti, devrimci güçlerin öncü müfrezesi olabilir,”[139] notu düşülen partidir.[140]
Ve “Tarihte hiçbir sınıf, hareketi örgütleme ve onu yönetme yetisine sahip siyasal liderlerini, seçkin temsilcilerini yaratmadan iktidarı ele geçirememiştir.”[141]
Ancak “Sadece öncüyle zafer kazanılamaz.[142] Bütün sınıf, geniş kitleler öncüyü ya doğrudan desteklemediği ya da ona karşı en azından hayırhah bir tarafsızlık ve öncünün düşmanlarını destekleme konusunda mutlak bir yeteneksizlik göstermediği sürece, öncüyü tek başına tayin edici savaşa sürmek sadece aptallık değil, cinayettir. Fakat gerçekten tüm sınıfın, emekçilerin ve sermaye tarafından köleleştirilenlerin geniş kitlelerinin böyle bir tutumu gerçekten benimseyebilmeleri için sadece propaganda, sadece ajitasyon yetmez. Bunun için bu kitlelerin kendi siyasi deneyimleri edinmeleri gerekir…
Uluslararası işçi hareketi içinde sınıf bilinçli öncünün, yani komünist partilerin, grupların, akımların önündeki görev (henüz uyumakta olan, hareketsiz, eski düşüncelere saplanıp kalmış, eskide ısrarlı, henüz uyanmamış) geniş kitleleri onların bu yeni pozisyonuna yaklaştırmak, ya da daha doğrusu, sadece kendi partisini değil, aynı zamanda geniş kitleleri de bu yeni pozisyona yaklaşırken, bu yeni pozisyona geçerken yönetmektir…”[143]
Yani “Politika sanatı (ve bir komünistin görevlerini doğru olarak anlaması) proletaryanın öncüsünün başarıyla iktidara gelebileceği, iktidarı alırken ve aldıktan sonra işçi sınıfının ve proleter olmayan emekçi yığınların yeteri kadar geniş tabakalarının yeterli desteğini kazanabileceği ve daha sonra gittikçe daha geniş emekçi yığınlarını öğreterek, eğiterek ve kendine çekerek egemenliğini sürdürebileceği, sağlamlaştırabileceği ve genişletebileceği koşulların ve anın doğru olarak ölçülmesinden oluşur.”[144]
Ve böyle bir parti, olsa olsa Leninist’tir.
Leninist partide ise,[145] “Bir insanın iki dini olmaz. Bir insan iki partiye ait olamaz. Ülkemizde siyasal özgürlük olmayışı yüzünden ve otokratik rejimin karanlığında, partileri birbirine karıştırmak çok kolaydır; burjuvazinin çıkarları böyle bir karışıklığı gerektirmektedir. Proletaryanın çıkarları partiler arasındaki sınır çizgilerinin belirli ve net olmasını gerektirmektedir,”[146] vurgusuyla ekler V. İ. Lenin: “Bize bir devrimciler örgütü verin, Rusya’yı alt üst edelim!”
“Güçlü örgütlenmiş bir partimiz varsa, tek bir grev siyasal bir gösteriye, hükümet üzerinde bir siyasal zafere dönüşebilir. Güçlü bir partimiz varsa, tek bir yerdeki ayaklanma zafere ulaşan bir devrime dönüşebilir. Unutmamalıyız ki, kısmi talepler için hükümete karşı yapılan mücadeleler ve bazı tavizlerin kazanılması sadece düşmanla yapılan hafif çatışmalardır, ileri karakollar arasındaki çatışmalardır, oysa tayin edici (belirleyici) savaş sonradan gelecektir. Önümüzde tüm gücü ile üstümüze kurşun ve gülle yağdıran, bizim en iyi savaşçılarımızı biçmekte olan düşman kalesi yükselmektedir. Biz bu kaleyi ele geçirmeliyiz, eğer uyanan proletaryanın tüm güçlerini, Rusya devrimcilerinin tüm güçleriyle, Rusya’da önemli ve dürüst olan ne varsa çekecek olan bir partide birleştirirsek, bu kaleyi ele geçireceğiz. Ancak o zaman, Rus devrimci işçisi Pyotr Alexeyev’in şu büyük kehaneti gerçekleşecektir: ‘Çalışan milyonların güçlü kolu kalkacak ve asker süngüleriyle korunan despotizmin boyunduruğu paramparça olacaktır’!”
“Devrimci bir partinin ancak devrimci sınıfın hareketine fiilen rehberlik ettiği zaman adına layık olabileceğini akıldan çıkarmamalıyız.”
“Sınıfların karşılıklı ilişkisini açığa çıkarmak devrimci partinin baş görevidir.”
“Bizim örgütümüz mümkün olabildiği ölçüde yaygın ve dal budak salmış legal topluluklar ağıyla çevrelemiş illegal çekirdekleri kapsar.”
“Sosyal Demokrat Parti hem ‘bir bütün olarak’ hem de her bir çekirdeğinde illegaldir. Ve en önemlisi, devrim yolunu genişletmek ve açmaktan ibaret olan çalışmasının tüm içeriğinde illegaldir. Bu yüzden Sosyal Demokrat Parti’nin en açık çekirdeğinin en açık çalışması bile ‘açık bir şekilde yürütülen parti çalışması’ olarak görülemez.”[147]
“Güçlü bir illegal Parti Merkezleri örgütü, sistemli olarak çıkan illegal yayınlar ve en önemlisi yerel hücreler, özellikle de doğrudan doğruya işçilerin arasından gelen ve kitlelerle sıkı ilişki içinde yaşayan öncü üyelerin yönettiği fabrika hücreleri: Devrimci ve Sosyal demokrat işçi hareketinin her türlü zorluğu göğüsleyebilecek sağlamlıktaki çekirdeğini işte bu temel üzerinde inşa ettik.”[148]
“Bir parti üyesi her şeye hazır olmalıdır. O, dikkat çekmeyen, göze batmayan günlük çalışma yürütmeliydi, ancak dava için gerekirse, o zaman silah elde savaşabilmeliydi.”[149]
“Marksizm, bize, kök salmış geleneklerin, siyasal entrikaların, anlaşılmaz yasaların ve muğlak öğretilerin kara örtüsü altındaki şeyi -sınıf savaşımını, her türden mülk sahibi sınıflar ile, mülksüz yığınlar, mülksüzlerin başında bulunan proletarya arasındaki savaşımı- sezmeyi öğretmiştir. Devrimci bir sosyalist partinin gerçek görevini açıklığa kavuşturmuştur: toplumu yeniden biçimlendirmek için planlar kurmak değil, işçilerin aldığı payı iyileştirmek konusunda kapitalistlere ve onların çanak yalayıcılarına öğüt vermek değil, komplo planları hazırlamak değil, ama proletaryanın sınıf savaşımını örgütlemek ve nihai amacı proletaryanın siyasal gücü ele geçirmesi ve sosyalist bir toplumun örgütlenmesi olan bu savaşıma önderlik etmek.”[150]
“Bütün ülkelerde, hatta sınıf mücadelesinin en az keskin olması anlamında en özgür, en ‘legal’ ve en ‘sakin’ olan ülkelerde bile legal ve illegal çalışmayı, legal ve illegal örgütleri sistemli bir şekilde birleştirmek, artık her komünist parti için kesinlikle zorunlu olmuştur. Burjuva demokratik sistemin en ‘istikrarlı’ olduğu, en aydın ve özgür ülkelerin hükümetleri bile yalan ve ikiyüzlü beyanlarına rağmen, sistemli ve gizli bir şekilde komünistlerin kara listelerini hazırlamakta, gizli ya da yarı gizli olarak beyaz muhafızları bütün ülkelerde komünistleri öldürmeye teşvik etmek için gizli hazırlıklar yapmakta, komünistler arasına ajan provokatörler sokmaktadırlar vb. vb. Bu gerçeği ya da bundan doğacak zorunlu sonucu, yani bütün legal komünist partilerin illegal çalışmayı sistemli bir şekilde yürütmek ve burjuvazinin sert baskılara başvuracağı dakikaya tam hazırlıklı olmaları için derhâl illegal örgütler kurmaları gerektiğini, istediği kadar ‘demokratik’ ve pasifist sözlere bürünsün, ancak en gerici bir dar kafalı inkâr edecektir.”[151]
“Partimizde en sert disiplin, gerçek demir disiplin olmadan; işçi sınıfının bütün kitlesinin; yani bu sınıfta düşünen, namuslu, fedakâr, etkili, geri tabakalara kılavuzluk etmeye ve onları peşinden sürüklemeye yetenekli ne varsa onların Parti’ye tam ve sınırsız desteği olmadan, Bolşeviklerin, 2.5 yıl demiyorum, 2.5 ay bile iktidarda kalamayacaklarını bugün hemen herkesin görebildiği muhakkaktır.”
“Biz sınıfın partisiyiz ve bu yüzden, hemen hemen tüm sınıf (savaş sırasında, içsavaş döneminde, kesinlikle tüm sınıf) partimizin yönetimi altında hareket etmelidir, partimizin çevresinde saflarını mümkün olduğu kadar sıklaştırmalıdır; ama kapitalizmin egemenliği altında tüm sınıfın ya da hemen hemen tüm sınıfın, öncü müfrezesinin, yani kendi sosyal-demokrat partisinin bilinçlilik ve eylem düzeyine çıkabileceğini düşünmek Manilovizm ve ‘kuyrukçuluk’ olur. Kapitalizm altında (daha ilkel olan, ve gelişmemiş katmanların bilincine daha kolay ulaşabildikleri) sendika örgütünün bile, işçi sınıfının tümünü ya da hemen hemen tümünü kucaklayamayacağından, aklı başında hiçbir sosyal-demokrat kuşku duymamıştır. Öncü müfreze ile, ona doğru çekilen kitleler arasındaki farkı unutmak, öncünün gittikçe daha geniş kitleleri bu ileri düzeye yükseltme görevini unutmak, yalnızca kendini aldatmak, gözlerini görevlerimizin muazzam büyüklüğüne kapamak ve bu görevlerin kapsamını daraltmak olur.”[152]
Ve nihayet ‘Bir Adım İleri, İki Adım Geri’ başlıklı yapıtında “Proletaryanın örgütten başka silahı olmadığını” vurgulayan V. İ. Lenin’in şu saptaması, sınıf ve parti arasındaki ilişkiyi özlü biçimde anlatmaktadır:[153]
“Proletarya, ancak, Marksizm’in ilkeleri üzerinde ideolojik olarak birleşerek ve bunu, milyonlarca emekçiyi bir işçi sınıfı ordusu hâlinde kaynaştıran maddi örgüt birliğiyle pekiştirerek, yenilmez bir güç hâline gelebilir ve gelecektir.”[154]
Bu elbette; V. İ. Lenin’in, “Bir örgüte karakterini veren eylemin muhtevasıdır”; Friedrich Engels’in, “Mücadeleciliğin ve devrimciliğin kalbi çeliktendir. Acıyabilir ama asla affetmez!” uyarılarını “es” geçmeyen sınıfsal bir mücadeleyle mümkündür.[155]
Tam da bunun için Karl Marx, “Toplumun, maddi üretim sürecine dayalı olan yaşam süreci, birbirleriyle özgür ilişkiler içinde bulunan insanlarca yapılan üretim olarak ele alınmadıkça ve bu insanlar tarafından belirlenmiş bir plana göre bilinçli olarak düzene sokulmadıkça, gizemli örtüsünden sıyrılamaz,” derken; V. İ. Lenin de ekler:
“İşçi sınıfı devrimci mücadelesi içinde geliştiği objektif şartlara ilgisiz olamaz ve bu şartlar arasında ulus gerçeği, toprak dil, ekonomi, kültür birliği vardır: Halk yığınlarının yönetimi, bu tarihi gerçeği bilmeyene verilmez.”
“Biz her zaman günlük çalışmamızı yapmalıyız ve her zaman her duruma hazır olmalıyız, çünkü çok sıklıkla bir patlama döneminin ne zaman yerini bir durgunluk dönemine bırakacağını önceden kestirmek hemen hemen olanaksızdır. Bu değişmeleri önceden görebildiğimiz hâllerde de, bu öngörüden örgütümüzü yeniden yapılandırmak için yararlanamayız; çünkü otokratik bir ülkede böyle değişiklikler şaşılacak bir hızla meydana gelir ve bazen çarın yeniçerilerinin bir gecelik baskınıyla olur. Ve devrimin kendisi de hiçbir biçimde (görünüşe göre Nadejdin’lerin sandığı gibi) tek bir eylem olarak değil, dizi hâlinde az çok güçlü patlamaların, hızla az çok tam durgunluk dönemlerinin yerini alması olarak düşünülmelidir.[156] Bundan ötürü, parti örgütümüzün faaliyetinin başlıca içeriği, bu faaliyetin odak noktası, en güçlü patlamalar döneminde olduğu gibi en tam durgunluk döneminde de mümkün ve mutlaka gerekli çalışma olmalıdır, yani Rusya’nın bir ucundan bir ucuna birbiriyle bağlantılı, yaşamın bütün yönlerini aydınlatan ve yığınların olabildiğince geniş katları arasında yürütülen siyasal ajitasyon çalışması olmalıdır. Ama öyle bir çalışma, bugünün Rusya’sında, sık sık yayınlanan bütün Rusya için bir gazete olmadan düşünülemez. Bu gazete çevresinde kurulacak olan örgüt, buna katkıda bulunanların (sözcüğün geniş anlamıyla, yani gazete için çalışanların tümünün) örgütü, ağır devrimci ‘çöküş’ dönemlerinde partinin onurunu, saygınlığını ve sürekliliğini korumaktan, ulus çapındaki silahlı ayaklanmayı hazırlamaya, zamanını saptamaya ve gerçekleştirmeye kadar her şeye hazır olacaktır.”[157]
“Her Marksist’in, mücadele biçimleri sorununu araştırırken koymak zorunda olduğu temel talepler nelerdir? Birinci olarak Marksizm, sosyalizmin bütün ilkel biçimlerinden, hareketi herhangi bir belirli mücadele biçimine bağlamamasıyla ayrılır. O, en çeşitli mücadele biçimlerini tanır ve bunları ‘kafadan uydurmaz’, bilakis devrimci sınıfların, hareketin seyri içinde kendiliğinden ortaya çıkan mücadele biçimlerini sadece genelleştirir, örgütler ve onlara bilinç unsurunu taşır. Marksizm her türlü soyut formüle, her türlü dogmatik reçeteye kesinlikle düşmandır ve hareketin gelişmesiyle, kitlelerin bilincinin artmasıyla, iktisadi ve siyasi buhranların keskinleşmesiyle birlikte sürekli olarak yeni ve çeşitli savunma ve saldırı yöntemleri ortaya çıkaran kitle mücadelesinin dikkatle incelenmesini talep eder. Bu yüzden Marksizm hiçbir zaman hiçbir mücadele biçimini reddetmez. Marksizm kendini asla yalnızca verili anda mümkün ve mevcut olan mücadele biçimleriyle sınırlamaz, aksine verili dönemde hiç kimsenin bilmediği yeni mücadele biçimlerinin verili toplumsal konjonktürün değişmesiyle ortaya çıkmasını kaçınılmaz addeder. Marksizm bu açıdan, eğer böyle ifade etmek gerekirse, kitle pratiğinden öğrenir ve kitlelere, meclis ‘sistemcilerinin’ keşfettiği mücadele biçimlerini öğretme iddiasından uzaktır. (...)
İkinci olarak Marksizm, mücadele biçimleri sorununun mutlaka tarihi olarak araştırılmasını talep eder. Bu sorunu, somut tarihi durumun dışında ele almak, diyalektik materyalizmin alfabesini anlamamak demektir. Ekonomik evrimin çeşitli anlarında, çeşitli siyasi, milli-kültürel, sosyal ve diğer şartlara bağlı olarak çeşitli mücadele biçimleri ön plana çıkar, mücadelenin ana biçimleri hâline gelir, ve buna bağlı olarak ikinci dereceden mücadele biçimlerinde, tali mücadele biçimlerinde de öz değişikliklerine uğrar. Belli bir mücadele aracının uygulanmasını, gelişmesinin verili aşamasında verili hareketin somut durumunu iyice incelemeden, onaylamaya veya onaylamamaya çalışmak, Marksizm’in zeminini tamamen terk etmek demektir.”
“İşçi sınıfının politik gelişiminin ve politik örgütlenmesinin ilerletilmesi - baş görevimiz ve temel görevimiz budur. (...) Bu görevi geri plana iten, bütün kısmi görevleri ve tek tek mücadele yöntemlerini buna tabi kılmayan herkes yanlış yoldadır ve harekete ciddi zararlar vermektedir.”
“İllegal mücadele biçimlerini tüm legal mücadele biçimleriyle kaynaştırmasını bilmeyen devrimciler çok kötü devrimcilerdir. Devrimin patlak verdiği ve olanca hızıyla geliştiği bir sırada, akla gelen herkesin ya heyecana kapılarak ya da moda olduğu için, hatta bazen de kariyer yapma nedenleriyle devrime katıldığı bir sırada devrimci olmak zor değildir. Zaferden sonra kendini bu sözde devrimcilerden ‘kurtarmak’, proletaryaya çok büyük güçlüklere hatta acı ağrılara mal olacaktır. Doğrudan doğruya, açık, gerçekten devrimci gerçek bir kitle mücadelesinin şartları henüz ortada yokken olmak; devrimci olmayan, hatta çoğu zaman doğrudan doğruya gerici kurumlarda, devrimci olmayan bir durumda devrimci mücadele yöntemlerinin gerekliliğini hiç vakit kaybetmeden kavrama yeteneğine sahip olmayan kitleler arasında propaganda, ajitasyon ve örgütsel çalışmalarla devrimin çıkarlarını savunmak çok daha zordur; ve çok daha değerlidir. Kitleleri gerçek, tayin edici, son büyük devrimci mücadeleye yaklaştıran somut yolu ya da olayların özel değişimini arayıp bulmak, hissetmek ve doğru bir şekilde saptamaktır.”[158]
“Bolşevikler amaçlarının sosyalizmde yeni bir yön yaratmak olmadığını, ama uluslararası devrimci gerçek Marksist sosyal-demokrasinin temel ilkelerini bizim devrimimizin yeni koşullarına uygulama olduğunu daha devrimden önce oldukça kesinlikle ilan etmişlerdir. İkincisi, Bolşevikler, kendilerine düşen görev ağır, yavaş, yavan ve usanç verici bir ömür törpüsü olsa bile, eğer tarih, savaşımın başlamasından ve devrimci eylem için her türlü olanağın tüketilmesinden sonra, bizi ‘otokratik bir anayasanın’ dolambaçlı yolu boyunca ağır aksak yürümekle suçlasa dahi, o görevi yerine getirecek olduğumuzu belirtmişizdir. (…)
Proletaryaya karşı omuzlanılan bu yükümlülüğü yerine getirmek için, sosyal-demokrasiye özgürlük günlerinin yakınlaştırdığı kişileri (hatta ‘özgürlük günlerinin sosyal-demokratı’ diye bir tip bile çıkmıştı ortaya) sosyal-demokrasiye sloganlarımızın şiddetinin, devrimci ruhunun ve canlılığının yakınlaştırdığı, devrimci tatillerde dövüşecek kadar savaşkan (militan) olduğu hâlde, karşı-devrimin sultası altında işgününün savaşımını verecek dayanıklılığı gösteremeyen kişileri sabırla ele almak ve eğitmek zorunluydu. (…)
‘Devrim sırasında ‘Fransızca konuşmayı’, yani yığınların doğrudan doğruya girişecekleri savaşımın gücünü artırmak ve çapını genişletmek üzere heyecan verici birçok slogan yaratmayı, bu sloganları harekete sokmayı öğrendik. Şimdi bu durgunluk, gericilik ve çözülme günlerinde ‘Almanca konuşmayı’, yani yavaş (işler canlanıncaya kadar yapacak başka bir şey yok), sistemli ve düzenli çalışmayı, adım adım ilerlemeyi, santim santim kazanmayı öğrenmeliyiz. Her kim bu çalışmayı sıkıcı bulur, her kim yolun bu dönemecinde şu ikinci aşamada sosyal-demokratik taktiklerin devrimci ilkelerini koruma ve geliştirme gereğini anlamazsa, Marksist adını boş yere almıştır.”[159]
Bu yolda; i) “Politik özgürlük ve sınıf mücadelesinin büyük sorunlarını son tahlilde zor çözer.”[160]
ii) “…‘Kendiliğindenci unsur’ esasen, bilinçliliğin embriyon biçiminden başka bir şey değildir. Komünistler, kendiliğindenciliği tavsiye etmezler. Komünistler, yığınları, örgütlü, amaçlı, bütünlüklü zamanında, olgun eylem için eğitirler”. Bundan dolayı veya bunun için komünistlerin görevi, “kendiliğindenciliğe karşı mücadeledir... İşçi hareketini burjuvazinin himayesine girmesini engellemek ve devrimci sosyal demokrasinin himayesi altına almaktır.”[161]
iii) “Kitlelere! Bunun anlamı şu olmalıdır: Onları sabırla ve ısrarla aydınlatmalıyız; kitlelerin, tüm sıkıntılarının sözcüsü ve tüm günlük taleplerinin öncüsü olmalıyız; onlara günlük çözüm yollarını göstermeli ve bununla bağlantılı olarak nihai çözüm yolunu göstermeliyiz; günlük sıkıntılarındaki büyük bağlantıları gözler önüne sermeyi, ‘küçük’ günlük mücadeleyi, büyük ulusal ve enternasyonal iktidar mücadelesiyle içi çeliği içinde yürütmeyi bilmeliyiz. Bu, fabrika ve sendikada en yılmaz, fedakâr, enerjik işçi dostları olmamızı ve faaliyetimizi fabrika hücreleri ve sendika fraksiyonları üzerinden bütünlüklü olarak örgütlememizi gerektirir.”[162]
iv) “Komünistlerin en büyük ve en tehlikeli hatalarından biri, devrimin sadece devrimcilerin eliyle yapılabileceğini sanmalarıdır. Tersine, her ciddi devrimci çalışmanın başarısı için, devrimcilerin ancak gerçekten hayatiyet sahibi ve önder bir sınıfın öncüsü olarak rollerini oynayabileceklerini kavramak ve bu kavrayışı hayata geçirme yeteneğine sahip olmak mutlak zorunluluktur. Bir öncü ancak, önderlik ettiği kitleden kopmamayı, tersine bütün kitleyi gerçekten ileriye götürmeyi bildiğinde öncünün görevlerini yerine getirmiş olur.”[163]
vi) “Emperyalist sistemde,… siyasal demokrasinin tüm istemleri ancak kısmen “gerçekleşebilir”, ve o da ancak çarpıtılmış bir biçimde ve istisnai durumlarda… Ama bundan çıkan sonuç, sosyal-demokrasinin bütün bu istemler için derhâl verilmesi gereken en kararlı savaşımdan vazgeçmesi gerektiği sonucu değildir (böyle bir şey, ancak burjuvazinin işine yarar), tam tersine, buradan çıkacak sonuç, bu istemlerin, burjuva legalitesinin sınırları aşılarak, bu sınırlar yerle bir edilerek, parlamentoda söylevlerle, sözde kalan protestolarla yetinmeyerek, yığınları kesin eyleme çekerek, her temel demokratik istem uğruna savaşımı yoğunlaştırıp, proletaryanın burjuvaziye saldırısına kadar, yani burjuvaziyi mülksüzleştiren sosyalist devrime kadar vardırarak, bu istemlerin, reformist değil devrimci biçimde formüle edilmesi ve eyleme geçirilmesidir.”[164]
Ve nihayet Bertolt Brecht’in, “Mücadele eden yenilgiye uğrayabilir, mücadele etmeyen zaten yenilmiştir”; Murray Bookchin’in,“Eğer biz imkânsızı yapmazsak, olanaksız ile karşı karşıya kalacağız,” uyarısı eşliğinde, “Gerçi maddi güç ancak maddi güçle yenilebilir; üstelik, maddi yaşam koşulları bilinci, düşünceyi belirler, ama kuram da, düşünce de kitlelere mal olunca maddi güç hâline gelir.” “Radikal olmak, şeyleri kökünden kavramaktır. Ama insan için kök, insanın kendisidir,”[165] der [166] Karl Marx!
10) PARTİLİ MÜCADELE SORU(N)LARI
Partili mücadelenin soru(n)larından en önemlilerinden birisi sapmalara, özel olarak da V. İ. Lenin’in, “Bir oportünist her formüle kolayca imzasını atar, ve onu aynı kolaylıkla terk eder, çünkü oportünizm demek, kesin ve sağlam ilkelere sahip olmamak demektir,”[167] diye tanımladığı oportünizme karşı mücadeledir.[168]
Gerçekten de “Burjuva toplumu sürekli ortaya kendilerine sosyalist demeye bayılan, kasten ve sistemli olarak kitleleri en süslü ve radikal sözlerle aldatan oportünistler çıkarmaktadır,”[169] vurgusuyla V. İ. Lenin’in dikkat çektiği üzere:
“Sosyal devrim çağında proletaryanın birliği, ancak Marksizmin tam devrimci partisiyle ve ancak bütün diğer partilere karşı verilen amansız bir mücadeleyle sağlanabilir.”[170]
“Bir oportünist doğası gereği, her zaman açık ve kararlı bir tutum takınmaktan kaçınacaktır, her zaman orta yolu arayacaktır, birbirini hariç tutan iki karşılıklı görüş noktası arasında her zaman bir yılan gibi kıvranacak ve her iki görüşle de birlik olmaya çalışacak, küçük değişikliklerle, kuşkularla, masum ve saygılı öğütlerle olan görüş farkını azaltacaktır.”
“Tarihin diyalektiği öyleydi ki, Marksizmin politik zaferi, onun düşmanlarını Marksist kılığına büründürdü, içten çürüyen liberalizm kendini oportünizm biçiminde canlandırma yolu denedi.”
“Oportünizm ile sosyal-şovenizmin ideolojik ve politik özü de aynıdır: sınıf savaşımı yerine sınıf işbirliği; savaşımın devrimci anlamını yadsıma; güçlüklerden bir devrim için yararlanacak yerde, zor duruma düşen ‘kendi’ hükümetlerine yardımcı olmaktır.”[171]
Özellikle V. İ. Lenin’in, “Bir liberalin genel olarak demokrasiden söz etmesi doğaldır. Bir Marksist ise, ‘Hangi sınıf için?’ diye sormaktan hiçbir zaman geri kalmayacaktır,” eleştirisiyle müsemma liberallikte somutlanan oportünizm/ revizyonizm ile sosyalizm iki ayrı dünyadır.
Çünkü V. İ. Lenin’in, “Bir liberal kendisine kötü muamele edildiği zaman, tanrıya şükür dayak atmadılar diye düşünür. Dayak yediği zaman ise, öldürülmediği için tanrıya şükreder. Ve iş ölüme gelecek olursa, bu defa ölümsüz ruhu fani vücudundan kurtarıldığı için tanrıya şükredecektir.”[172] “Liberaller işçilere ‘sizler toplumun sempatisini kazandığınızda güçlü olursunuz’ derken Marksistler işçilere farklı bir şey söylerler, onlara şöyle derler: ‘Güçlü olduğunuzda toplumun sempatisini kazanırsınız,”[173] notunu düştüğü kategori yani “Genel olarak liberal burjuvazi ve özel olarak liberal burjuva aydınları, özgürlük ve meşruiyet için mücadele ederler; çünkü bunlar olmaksızın burjuvazinin egemenliği tam, bütün ve güvenilir değildir. Ama burjuvazi gericilikten çok, yığınların hareketinden korkmaktadır. Liberallerin siyaset alanındaki çarpıcı, şaşırtıcı zayıflığı, mutlak iktidarsızlığı bu yüzdendir. Yığınların desteğini kazanabilmek için demokrasiye oynamak zorunda olan, ama aynı zamanda derinliğine anti-demokratik, yığınların hareketine, yığınların inisiyatifine, geçen yüzyılda Avrupa’da yer alan yığın hareketlerinden birini anlatırken Marx’ın söylediği gibi ‘yeri göğü sarsmalarına’ derinliğine düşman olan liberallerin bütün siyasetine egemen olan bitip tükenmez dalavereler, iki yüzlülük, yalan ve korkakça kaçamaklar bu yüzdendir.”[174]
İş bu nedenle de Anton Pannekoek’in ifadesiyle, “Burjuvazinin liberal politikalarındaki kesin, gerçek amacı; işçileri yanlış yola sevk etmek, saflarında parçalanmaya neden olmak, politikalarını kudretsiz, her zaman kudretsiz ve kısa ömürlü, sahte bir reformizmin kudretsiz bir eklentisi hâline dönüştürmektir.”[175]
Bu hâl özellikle parlamentarist yanılgılarla somutlanırken; “Sosyal-demokrat partiler her zaman ve her koşulda yığınların örgütlenmesi ve sosyalizmin yayılması için en küçük legal olanaktan yararlanmayı ihmal etmemekle birlikte, legal çalışmanın kölesi olmaktan da kendilerini kurtarmalıdırlar,”[176] notunu düşen V. İ. Lenin parlamentarizmi, “Kapitalist egemenliğin katı ve zalim koşullarını bir kez unuttuk mu, bütün seçim platformları, bütün bu cafcaflı reform vaadleri, pratikte, ya en ‘dindar istekleri’ ya da kitlelerin o ucuz burjuva politikacıları tarafından aldatılmalarına dönüşen boş sözlerden başka bir şey değildir,” diye tanımlar.[177]
Kaldı ki Friedrich Engels’in, “Öyleyse, genel oy hakkı, işçi sınıfının olgunluğunu ölçmeyi sağlayan göstergedir. Bugünkü devlet içinde bundan daha çok hiçbir şey olamaz ve hiçbir zaman da olmayacaktır,”[178] dediği konuda V. İ. Lenin de şunlara dikkat çeker:
“Genel oy, her sınıfın kendi sorunlarını kavramada ulaştığı düzeyin bir göstergesidir. Çeşitli sorunlarını çözmek için farklı sınıfların ne yöne eğilim gösterdiklerini ifade eder. Fakat bu sorunların gerçek çözümünün oy sandığında değil, sınıf mücadelesinin iç savaşı da kapsayan tüm biçimlerinde aramak gerekir.”[179]
“İşçi sınıfının partisi, legal eylemden vazgeçmeksizin, ama ona bir an bile büyük bir önem vermeksizin, 1912-1914 yılları sırasında olduğu gibi, legal çalışmayı illegal çalışmayla birleştirmelidir... Legal eylemi bir saat olsun durdurmayalım. Ama anayasa ya dayanan ve ‘barışçı’ hayallerle, gözlerimizin kamaşmasına izin vermeyelim.”[180]
“En sert, en amansız ve en uzlaşmaz eleştiriler parlamentarizme ya da parlamenter eyleme karşı değil, devrimci olarak parlamento seçimlerinden ve parlamento kürsüsünden yararlanmayı bilmeyen liderlere karşı ve hele yararlanmak istemeyen liderlere karşı yöneltilmelidir. Ancak böyle bir eleştiri, tabii yeteneksiz liderlerin uzaklaştırıldığı ve yerlerine daha yeteneklilerinin konulduğu takdirde yararlı ve verimli bir devrimci çalışma olacaktır.”[181]
“Parlamenter eylem bazı kişilere uşaklık unvanı, bazı kişilere de sürgün ve ağır hapis cezaları kazandırır.”[182]
“Parlamento burjuvazinin ahırıdır.”
“Oportünist baylar, halka Marx’ın öğretisinin bir paçavrasını ‘öğretiyorlar’: Proletarya ilk önce genel seçim hakkıyla çoğunluğu ele geçirmeli, sonra çoğunluğun bu oylamasına dayanarak devlet iktidarını kazanmalı ve ancak ondan sonra ‘tutarlı’ (bazıları ‘saf’ diyorlar) demokrasinin bu temeli üzerinde sosyalizmi kurmalıymış. Biz ise Marx’ın öğretisine ve Rus devriminin deneyimine dayanarak şunu söylüyoruz: Proletarya önce burjuvaziyi devirmeli ve devlet iktidarını bizzat kendi eline geçirmelidir, sonra da bu devlet iktidarından, yani proletarya diktatörlüğünden, emekçilerin çoğunluğunun sempatisini kazanmak için kendi sınıfının silahı olarak yararlanmalıdır.”[183]
Böyle bir parti, “Birleşmeden önce ve birleşebilmemiz için, ilkönce kesinlikle ve kararlılıkla aramızdaki ayrılıkları belirlemeliyiz,”[184] diyen ilkesel bir duruş yanında eleştiri/ özeleştiri mekanizmalarını çalıştırarak var olabilir.
“Özeleştiri” dedik:
O; “Siyasi bir partinin kendi hatalarına karşı tavrı, bu partinin ciddiyetinin ve sınıfına ve emekçi kitlelere karşı yükümlülüklerini gerçekten yerine getirmesinin en önemli ve en emin kıstaslarından biridir. Hatayı açıkça kabullenmek, nedenlerini ortaya çıkarmak, hataya yol açan koşulları tahlil etmek, hatayı ortadan kaldırmanın yollarını özenle araştırmak. İşte ciddi bir partinin belirtileri bunlardır, yükümlülüklerini yerine getirmenin, yani sınıfı ve sonra kitleyi de eğitmenin ve yetiştirmenin yolu budur,”[185] diyebilmektir.
“Eleştiri” dedik:
“Gelecek bütün zamanlarda geçerli bir tasarı kurmak bize düşmediğine göre, şu anda yapmamız gereken, var olan her şeyin acımasız, eleştirel değerlendirilmesidir; acımasız derken, eleştirimizin kendi elde edeceği sonuçlardan da, yerleşik güçlerle çatışmaya girmekten de korkmaması gerektiğini anlatmak istiyoruz.”
“Proletarya devrimleri durmadan kendilerini eleştirirler, sürekli olarak kendi akışlarını kesintiye uğratırlar, görünüşte işi bitirilmiş olana tekrar başlamak üzere geri dönerler, ilk girişimlerinin yetersizlikleri, zayıflıkları ve küçüklükleriyle zalimce bir itinayla alay ederler, hasımlarını, salt, yerden yeniden güç alabilsin ve yeniden dev gibi ayağa kalkarak önüne çıkabilsin diye yere sermiş görünürler, kendi amaçlarının belirsiz muazzamlığı karşısında zaman zaman irkilip geri çekilirler, ta ki bütün geri dönüşlerin olanaksız olduğu bir durum yaratılıncaya ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar: İşte hendek, işte deve!”[186]
11) DEVRİM VE MÜCADELE
Bir kez daha tekrarlayalım: Devrim de devrimci demokrasi mücadelesi de ancak böylesi bir parti ile mümkün olabilirken;[187] Karl Marx’ın ‘Kapital’i devrim teorisinin omurgasından başka bir şey değildir.
Çünkü, “Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar; ama gene bununla birlikte, sayıları sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizması ile eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da genişler, yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim tarzının ayakbağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşamadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler,”[188] diyen Karl Marx, “Esaslı bir devrimin gerekli olduğuna dair bilinç işçi sınıfının kendisinden doğar,” ekler:[189]
“Demokratik küçük-burjuvazinin devrimi olabildiğince çabuk ve olsa olsa yukarıdaki istemlerin gerçekleşmesiyle sonuçlandırmayı arzulamasına karşılık, az çok mülk sahibi tüm sınıflar egemen konumlarından uzaklaştırılıncaya dek, proletarya devlet gücünü ele geçirinceye ve yalnızca bir tek ülkedeki değil, dünyanın tüm önde gelen ülkelerindeki proleterlerin birliğinin, bu ülkelerin proleterleri arasındaki rekabetin ortadan kalkmış olduğu ve hiç değilse belli başlı üretici güçlerin proleterlerin ellerinde toplanmış bulunduğu noktaya ulaşıncaya dek, devrimi sürekli kılmak bizim sorunumuz ve bizim görevimizdir. Bizim için sorun özel mülkiyetin herhangi bir değişikliğe uğratılması değil, olsa olsa yok edilmesidir; sınıf karşıtlıklarının üzerinin örtülmesi değil, sınıfların ortadan kaldırılmasıdır; mevcut toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulmasıdır.”[190]
Bunun için “Ne ve Nasıl Yapmalı” konusunda V. İ. Lenin de şunlara dikkat çeker:
“Bilim ve pratik siyaset açısından bakıldığında, her gerçek devrimin başlıca belirtilerinden biri siyasal yaşama ve devlet örgütlenmesine aktif, bağımsız ve etkili bir şekilde katılmaya başlayan ‘sıradan yurttaşlar’ın sayısında eşi görülmedik derecede hızlı, ani ve keskin artıştır.”[191]
“Devrimler ezilenlerin ve sömürülenlerin bayram günleridir. Halk kitleleri hiçbir zaman devrim sırasında olduğu gibi yeni toplumsal durumların böylesine etken bir yaratıcısı olarak ortaya çıkamaz.”[192]
“Bütün devrimler tarafından, özellikle de XX. yüzyıldaki üç Rus devrimi tarafından doğrulanan devrimin temel yasası şudur: devrim olması için, sömürülen ve köleleştirilen kitlelerin, eski tarzda yaşamaya devam etmenin olanaksızlığını görüp, değişiklik talep etmeleri yetmez; devrim olması için, sömürenlerin de artık eski tarzda yaşayamamaları ve yönetememeleri gerekir. Ancak ‘alt katmanlar’ın artık eski düzeni istemedikleri, ‘üst katmanlar’ın ise eski biçimde yaşamalarının olanaksız olduğu bir durumda devrim başarıya ulaşabilir. Bu gerçek başka bir deyişle şöyle ifade edilebilir: Devrim (sömürülenler gibi sömürenleri de kapsayan) tüm ulusun bir krizi olmadan imkânsızdır. Dolayısıyla devrim için şunlar gereklidir: birincisi, işçilerin çoğunluğunun (ya da en azından sınıf bilinçli, düşünen, politik olarak aktif işçilerin çoğunluğu) devrimin gereğini tam olarak kavraması ve bu uğurda ölmeye hazır olması; ikincisi, egemen sınıfların en geri kitleleri bile politikaya çeken (her gerçek devrimin belirtisi; o zamana kadar gevşek olan emekçi ve sömürülen kitlenin siyasi mücadele konusunda yetenekli temsilcilerinin on kat, yüz kat artmasıdır), hükümeti güçten düşüren ve devrimcilere bu hükümeti hızla yıkma olanağını sağlayan bir hükümet krizi yaşıyor olmaları gerekir. (Her gerçek devrimi belirleyen şey, o zamana kadar bilinçsiz olan, ezilen emekçi yığınlar arasında siyasi mücadeleye atılmaya hazır insan sayısının hızla on misline ve belki de yüz misline yükselmesidir).”[193]
“Devrimin devletteki ‘mutat durum’dan farkı, devlet yaşamının tartışmalı sorunlarının -silahlı mücadeleye varana dek- doğrudan sınıfların mücadelesiyle ve kitlelerin mücadelesiyle karara bağlanmasıdır. Kitleler özgür ve silahlı olur olmaz başka türlüsü olamaz. Bu temel olgudan, devrimci bir dönemde, ‘çoğunluğun iradesi’ni ifade etmenin yeterli olmadığı sonucu çıkar- hayır, tayin edici anda ve tayin edici yerde daha güçlü olmak, zafer kazanmak gerekir. Almanya’da ortaçağ ‘Köylü Savaşı’yla başlayarak, tüm büyük devrimci hareketler ve çağlardan, ta 1848 ve 1871 yıllarına, 1905’e varana dek, daha iyi örgütlenmiş, daha hedef bilinçli, daha iyi silahlanmış bir azınlığın, iradesini çoğunluğa nasıl zorla kabul ettirdiğinin ve yendiğinin sayısız örneklerini görüyoruz.
Friedrich Engels, XVI. yüzyıl köylü ayaklanmasıyla 1848 Alman Devrimi’nin belli bir dereceye kadar ortak deneyimlerinden çıkan dersi özellikle vurguladı: Yani eylemlerin dağınıklığı, ezilen kitlelerde küçük-burjuva yaşam konumlarıyla bağıntılı olan merkezileşmenin eksikliği. Ve meseleye bu cepheden yaklaştığımızda aynı sonuca varıyoruz: Küçük-burjuva kitlelerin basit çoğunluğu hiç bir şeyi tayin etmez ve edemez, çünkü dağınık milyonlarca küçük çiftçi ancak ya burjuvazi ya da proletarya tarafından onlara önderlik edilirse örgütlülüğe, eylemlerin politik hedef berraklığına, (zafer için gerekli) merkezlileşmeye ulaşabilir.”[194]
“Demokratik devrimden sonra derhâl, gücümüz oranında, sınıf bilinçli proletaryanın gücü oranında sosyalist devrime geçmeye başlayacağız. Biz kesintisiz devrimden yanayız. Yarı yolda durmayacağız.”[195]
“Her büyük devrim, fakat özellikle de sosyalist bir devrim, dış savaş olmasa da, içte bir savaş, yani dış savaştan daha büyük bir yıkım anlamına gelen, binlerce ve milyonlarca yalpalama ve saf değiştirme anlamına gelen, en büyük belirsizlik, en büyük dengesizlik, kaos anlamına gelen bir iç-savaş olmadan düşünülemez.”[196]
“Devrimin tayin edici zaferi proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğüdür. Ve böyle bir zafer tam da bir diktatörlük olacaktır, yani kaçınılmaz olarak askeri zora, kitlenin silahlandırılmasına, ayaklanmaya dayanmak zorunda olacaktır, ‘yasal’, ‘barışçıl’ yoldan kurulmuş şu ya da bu kuruma değil.”[197]
“Sosyal devrim, ileri ülkelerde proletaryanın burjuvaziye karşı iç savaşını, gelişmemiş, geri ve ezilen ulusların ulusal kurtuluş hareketleri de dahil, bir dizi demokratik ve devrimci hareketleriyle birleştiren bir dönem biçiminden başka bir biçimde cereyan edemez.”[198]
Bu veriler ışığında Eric Hobsbawn’ın, “Devrim korkusu, her zaman için devrimin yaygın bir ihtimal olmasından daha yaygın bir olgudur,” notunu düştüğü konunun[199] devrimci demokrasi mücadelesiyle bağına gelince…
Bu konuda “Demokratik mücadele ile sosyalist mücadelenin koşulları niçin aynı değildir? Çünkü işçilerin elbette bütün mücadelesinin her birinde, farklı yandaşları olacaktır. İşçiler, demokratik mücadeleyi, burjuvazinin bir kesimi, özellikle küçük-burjuvazi ile yürütecektir. Öte yandan, sosyalist mücadeleyi ise burjuvazinin tümüne karşı yürütülecektir,”[200] ekler V. İ. Lenin:
“İnsan, demokrasi için mücadele ile sosyalist devrim için mücadelenin, birincisini ikincisine bağımlı kılarak, nasıl birleştirileceğini bilmelidir. Bütün güçlük burada yatıyor; meselenin bütün özü buradadır... Ben derim ki: esas şeyi (sosyalist devrimi) gözden kaçırma; birinci sıraya onu koy (...); bütün demokratik talepleri koy ama bunları sosyalist devrime bağımlı kıl, onunla uyum içinde düzenle (...), ve esas şey için mücadelenin, kısmi bir şey için mücadeleyle başlamış olsa bile alevlenebileceğini akılda tut. Kanımca, meselenin sadece bu şekilde anlaşılması doğrudur.”[201]
“İşçi sınıfının kurtuluşu, işçi sınıfının kendi eseri olacaktır; yığınların bilinci ve örgütlenmesi olmadan, yığınları açık sınıf savaşımı yoluyla burjuvazinin tümüne karşı hazırlamadan ve eğitmeden, bir sosyalist devrim söz konusu olamaz. Kim sosyalizme siyasal demokrasi dışında, başka bir yoldan varmak istiyorsa, kaçınılmaz olarak, hem ekonomik, hem de siyasal anlamda saçma ve gerici sonuçlara varır.”[202]
“Emperyalist sistemde,… siyasal demokrasinin tüm istemleri ancak kısmen “gerçekleşebilir”, ve o da ancak çarpıtılmış bir biçimde ve istisnai durumlarda… Ama bundan çıkan sonuç, sosyal-demokrasinin bütün bu istemler için derhâl verilmesi gereken en kararlı savaşımdan vazgeçmesi gerektiği sonucu değildir (böyle bir şey, ancak burjuvazinin işine yarar), tam tersine, buradan çıkacak sonuç, bu istemlerin, burjuva legalitesinin sınırları aşılarak, bu sınırlar yerle bir edilerek, parlamentoda söylevlerle, sözde kalan protestolarla yetinmeyerek, yığınları kesin eyleme çekerek, her temel demokratik istem uğruna savaşımı yoğunlaştırıp, proletaryanın burjuvaziye saldırısına kadar, yani burjuvaziyi mülksüzleştiren sosyalist devrime kadar vardırarak, bu istemlerin, reformist değil devrimci biçimde formüle edilmesi ve eyleme geçirilmesidir.”[203]
“Marksistler bilirler ki, demokrasi sınıf baskısını ortadan kaldırmaz,[204] ama yalnızca sınıf savaşımını daha yalın, geniş, açık, kesin bir biçim verir; bizim gereksindiğimiz de budur.”[205]
“Kapitalizm ve emperyalizm, ancak ekonomik devrimle yıkılabilir. Bunlar, en ‘ideali’ bile olsa demokratik dönüşümlerle yıkılamaz. Ama demokrasi mücadelesi okulundan geçmemiş bir proletarya, ekonomik devrimi yapamaz. Bankalara el konulmadan, üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmeden kapitalizm ortadan kaldırılamaz. Ancak, burjuvaziden ele geçirilen üretim araçlarının demokratik yönetimi için bütün halkı örgütlemeden, bütün emekçiler kitlesini, proleterleri, yarı-proleterleri ve küçük köylüleri, kendi saflarının, güçlerinin, devlet işlerine katılımlarının demokratik örgütlenmesine katmadan bu devrimci önlemler uygulanamaz.”[206]
12) SAVAŞ VE BARIŞ İLE ULUSAL HAREKET
Yalanlar üzerine inşa edilmiş bir labirentte; Lev Tolstoy, “Bireyin her şiddet eylemini cezalandıran kamuoyu, kendi ülkesinin gücünü arttırmak maksadıyla diğer halkın mülkiyetine yönelen her gaspıysa övüp, vatanseverlik erdemi diye yüceltir”; Mao Zedung’un, “Politika kansız savaş, savaş ise kanlı politikadır”; Jean-Paul Sartre’ın, “Zenginler savaş açınca, ölen fakirlerdir,” notunu düştükleri savaş ve barış ile ulusal hareket müthiş bir manipülasyon alanıdır.[207]
Örneğin emperyalist kapitalist dünya burjuvazisinin kendi sefil çıkarları için yarattığı cihatçı çeteler eliyle çıkardığı Suriye savaşının ilk 5 yılında 470 binden fazla insan yaşamını yitirdi, 6 milyona yakın insan yerinden yurdundan oldu. Bunlar resmi rakamlar; gerçek elbette daha da fazla…
Öte yandan Sadece 2017’nin ilk 9 ayında yine resmi verilere göre, 2 bin 550 mülteci Akdeniz’de öl(dürül)dü.
Yine emperyalizmin kendi çıkarları için Ortaçağ karanlığını temsil eden yerli işbirlikçileri aracılığıyla çıkardığı Yemen’deki iç savaşta, 17 milyon insan sefalet içinde yaşıyor; 7 milyon insan açlık çekiyor. 1800’lerde Avrupa’da görülen salgın hastalıklar, XXI. yüzyılda Yemen halkını kırıp geçiriyor.
BM’nin yayınladığı ‘Gıda Güvenliği ve Beslenme Durumu 2017 Raporu’na göre, 2016 yılında 815 milyon kişi yetersiz beslendi. Bu sayının 2015 yılına göre 38 milyon arttığı ifade edilirken, dünya genelinde beş yaş altı 155 milyon çocuk da yetersiz beslenme nedeniyle yaşlarına uygun olarak gelişim gösteremedi. Dünya nüfusunun yüzde 11’i açlık çekiyor.
Dünya halkları salgın hastalıkların, sefaletin, açlığın ve savaşların koynunda can çekişirken, dünyanın iki büyük silah tekeli Boeing ve Lockheed Martin açıkladıkları rakamlar ile kârlarına kâr kattıklarını dünya kamuoyu ile paylaştılar. Boeing’den yapılan açıklamaya göre, 2016 yılının dördüncü çeyreğindeki net kâr, bir önceki senenin aynı dönemine göre yüzde 58 yükselerek 1.63 milyar dolara ulaştı.
Bu tablonun mimarı emperyalistlerin savaş ve barış ile ulusal hareket meselelerindeki yalanlarının altını defalarca çizerek V. İ. Lenin’den aktaralım:
“Emperyalizm çağı bugünkü savaşı emperyalist bir savaş yapmıştır, (sosyalizm gelmediği sürece) kaçınılmaz olarak yeni emperyalist savaşlar üretecektir.”[208]
“Emperyalist savaşlar, yani dünya egemenliği uğruna, banka sermayesi için pazarlar uğruna, küçük ve zayıf milliyetlerin boğazlanması uğruna savaşlar kaçınılmazdır.”
“Avrupa ve bütün dünyayı saran savaş açıkça bir burjuva, emperyalist, hanedanlık çıkarları savaşı niteliğini taşımaktadır: Pazarlar için ve yabancı ülkelerin talanı için mücadele, kendi ülkelerinde proletaryanın devrimci hareketini ve demokrasiyi bastırma çabası...”[209]
“Pazarlar uğruna, yabancı ülkeleri yağmalama özgürlüğü uğruna mücadele; ayrı ayrı ülkelerde devrimci proletaryanın devrimci hareketine ve demokrasiye son verme eğilimi; burjuvazinin yararına, ücretli köleleri birbirine karşı kışkırtarak bütün ülkelerin proleterlerini aldatma, bölme ve katletme eğilimi: işte savaşın biricik gerçek anlamı budur.”
“Savaş, özel mülkiyet ilkeleriyle çelişmez-tersine, bu ilkelerin doğrudan ve kaçınılmaz bir sonucudur. Kapitalizmin koşullarında tek tek girişimlerin, ya da tek tek devletlerin eşit ekonomik büyümesi olanak dışıdır. Kapitalizm koşullarında dönemsel olarak bozulan dengenin yeniden kurulmasında, sanayide bunalımdan ve siyasette de savaştan başka bir araç yoktur.”
“Biz Marksistler, her türlü savaşın gözü kapalı karşıtı olanların sınıfına dahil değiliz. Diyoruz ki: bizim amacımız, sosyalist bir toplum sistemine ulaşmaktır; bu sistem, insanlığın sınıflara ayrılmasını, insanın insan, ulusun ulus tarafından sömürülmesini yok ederek, eninde sonunda savaş olanağını ve olasılığını da ortadan kaldıracaktır. Ama bu sosyalist toplum sistemini kurma savaşında, her ulusun içinde sınıf savaşımının sürdürüldüğü koşulların, çeşitli uluslar arasında bir savaşın çıkmasına neden olabilecek ortamı hazırladığını görürüz. Bu nedenle de devrimci savaş olasılıklarını, yani sınıf savaşımından doğan savaşları, devrimci sınıfların verdikleri savaşları, doğrudan ve yakın devrimci özellikleri olan savaşları reddedemeyiz ve yadsımayız.”[210]
“Emekçiler, kapitalistlerin çıkarı, hanedanların gururu, ya da gizli anlaşmalar kombinezonları için birbirlerine kurşun sıkmayı, cinayet olarak kabul eder.”
“Sosyalistler, halklar arasındaki savaşları daima barbarca ve canavarca bulmuşlar ve kötülemişlerdir. Bizim savaşa karşı tutumumuz gene de aslında burjuva pasifistleri ile anarşistlerden farklıdır. Her şeyden önce, biz, bir yanda savaşlar ile öte yanda bir ülke içindeki sınıf savaşımları arasındaki ayrılmaz bağlılığı; sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların ortadan kaldırılmasının olanaksızlığını ve iç savaşların, örneğin, ezilen sınıfın ezene, kölenin köle sahiplerine, serflerin toprak beylerine, ücretli işçilerin burjuvaziye karşı verdikleri savaşların haklılığını, ilerici niteliğini ve gerekliliğini tamamen kabul ederiz. Biz Marksistler, hem pasifistlerden, hem anarşistlerden, her savaşın ayrı ayrı, Marx’ın diyalektik materyalizmi görüş açısından, tarihsel bir incelenmesi yapılması gereğini kabul ederiz.”
“Yığınların barıştan yana duyguları, çoğu zaman, bir protestonun başlangıcını, savaşın gerici niteliğine karşı kızgınlığı ve yığınların bu niteliğin bilincine vardıklarını ifade eder. Bu duygudan yararlanmak, sosyal-demokratların görevidir. Bu anlamdaki her harekete, her gösteriye bütün güçleriyle katılacaklar, ama devrimci bir harekete geçilmeden, toprak ilhakları olmadan, uluslara tahakküm edilmeksizin, yağmasız, şimdiki hükümetler ile egemen sınıflar arasında yeni yeni savaşların tohumları atılmaksızın barışın mümkün olabileceğini söyleyecek, halkı kandırmayacaktır. Halkın bu şekilde aldatılması hasım hükümetlerin gizli politikalarına hizmet etmek ve bunların karşı-devrimci planlarını kolaylaştırmak demektir. Sürekli ve demokratik barış isteyen herkes, hükümetler ile burjuvaziye karşı, bir iç savaştan yana olmak zorundadır.”
“Savaşın zararını çeken halka doğruyu söylemeliyiz; doğru şudur ki, savaşan ülkelerin burjuvazisi ve hükümetleri devrilmedikçe, savaşın getirdiği acılar hiçbir biçimde savunulamaz.”[211]
“Sosyalistler, ikiyüzlü laf cambazlarının, demokratik bir barış olasılığı üzerine söz ve vaatlerle halkı aldatmalarına fırsat vermemeli, her ülkede o ülke hükümetine karşı devrimci bir savaşımlar dizisi verilmedikçe, demokratik barışa uzaktan-yakından benzer bir sonuca varma olasılığı bulunmadığını yığınlara anlatmalıdırlar.”
“Gerici bir savaşta, devrimci bir sınıf, hükümetinin yenilmesini istemekten başka bir şey yapamayacağı gibi, hükümetin askeri başarısızlıkları ile onu devirme olanaklarının arttığını görmemezlik de edemez. Devrimci sınıf, gerici bir savaşta kendi hükümetinin yenilgisini istemek zorundadır. Bu görev ancak şu slogan ile doğru olarak ifade edilir: Emperyalist savaşları iç savaş durumuna çeviriniz.”[212]
“Savaşı önlemenin tek yolu devrimdir.”
“Silahsızlanma, sosyalizmin amacıdır.”
“Sosyalistler, sosyalist olmaktan çıkmaksızın, her türlü savaşa karşı olduklarını ileri sürmezler.”
O hâlde denilebilir ki, savaş ve barışın emperyalizm gerçeğinden muaf ele alınmasının mümkün olmadığı yerkürede, ulusal hareket/ve meselenin de bu kapsam dışında değerlendirilmesi mümkün değildir.
Karl Marx’ın, “Başka bir ulusu ezen ulus, özgür olamaz,” vurgusunu ve V. İ. Lenin’in, “Ki wekheviya netewan û zimanan nasneke û neparêze, li hember her cûre zordesti an ji newekheviya netewi şer neke, ew ne Marksist e/ Kim ulusların ve dillerin eşitliğini tanımıyor ve savunmuyorsa, kim her türlü ulusal baskı ya da eşitsizliğe karşı savaşmıyorsa o Marksist değildir.” “Ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı, sosyalizmin geleceği ana kadar ertelenemez!”[213] uyarısını hiçbir koşulda inkâr edip, yadsıyamayız!
Evet, evet “Marksizm milliyetçilikle uzlaştırılamaz, isterse söz konusu olan milliyetçiliğin ‘en haklı’, ‘en saf’, en rafine ve medeni türü olsun,” diyen V. İ. Lenin’in işaret ettiği üzere, “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı başkalarının egemenliği altındaki ulusların öncelikli olarak ayrı devlet kurma hakkıdır. Baskının, zulmün ve zorun olduğu koşullarda ezilen ulusların, bu hak için yürüttükleri mücadele her zaman meşrudur.”[214]
“Bugünkü emperyalist çağda dünyadaki sosyalistlerin çoğu, başka ulusları ezen ve bu durumu geliştirmek için çaba gösteren ulusların üyesidir. Bu nedenledir ki, gerek barış, gerek savaş zamanında, ezilen ulusların ayrılma özgürlüğünden yana propaganda yapmayan bir sosyalistin, gerçekte sosyalist ya da enternasyonalist olmadığını, yalnızca şövenist olduğunu ilan etmediğimiz sürece, ‘toprak ilhaklarına karşı savaşımımız’[215] anlamsız kalacak ve sosyal-şöven bağnazları hiç ürkütmeyecektir. Hükümet yasaklarına karşı meydan okuyarak, yani özgür, yani yasadışı basında böyle bir propaganda yapmaya yanaşmayan ezen ülke sosyalisti, uluslar için eşit hakların ikiyüzlü savunucusundan başka bir şey değildir.”[216]
“Bunu, sosyalizm için devrimci savaşımımızdan ayrı bir şey olarak istiyor değiliz; eğer bu savaşım, ulusal sorun dahil, demokrasinin bütün sorunlarına devrimci bir yaklaşımla ilişkilendirilmezse boş bir sözden öteye gitmeyeceği için istiyoruz. Kendi kaderini tayin etme özgürlüğü, yani bağımsızlık, yani ezen uluslardan ayrılma özgürlüğü istiyoruz. Bunu, ülkeyi ekonomik bakımdan bölmeyi, ya da küçük devletler idealini düşlediğimiz için değil, tam tersine, yalnızca gerçekten demokratik, gerçekten enternasyonalist bir temel üzerinde, geniş büyük devletten ve ulusların yakın birliği, hatta kaynaşmasından yana olduğumuz için istiyoruz. Ancak ayrılma özgürlüğü olmaksızın böyle bir temel düşünülemez. Nasıl ki, Marx 1869’da, İrlanda’nın ayrılmasını, İrlanda’yla Britanya, arasında bir bölünme olsun diye değil, ama onun ardından gelecek özgür bir birlik için istediyse, ‘İrlanda için adalet’i sağlamak üzere değil, ama Britanya proletaryasının devrimci savaşı için istediyse, biz de aynı biçimde, Rus sosyalistlerinin, ulusların kendi kaderlerini tayin özgürlüğünü istemeyi reddetmelerini, demokrasiye, enternasyonalizme ve sosyalizme doğrudan doğruya ihanet sayıyoruz.”
“Biz asla zorunlu bağlara değil, yalnız gönüllü bağlara değer veriyoruz, her ulusun ayrılması konusunda ısrar etmiyor olsak da, nerede uluslar arasında zorunlu bağlar görürsek, orda her halkın kendi kaderini tayin hakkı, yani ayrılma hakkı konusunda mutlaka ve kararlı olarak ısrar ediyoruz, bu hakta ısrar etmek, savunmak ve bu hakkı tanımak, ulusların eşitliğine ısrarlı olmak demektir, zorunlu bağları tanımayı reddetmek demektir, hangi ulus olursa olsun her hangi bir ulusun tüm devlet ayrıcalıklarına karşı çıkmak demektir ve farklı uluslardan işçiler arasında tam sınıf dayanışması ruhunu geliştirmek demektir.”[217]
“Proletarya ‘kendi’ ulusu tarafından ezilen sömürgelerin, ulusal politik ayrılma özgürlüğünü talep etmek zorundadır. Aksi takdirde, proletaryanın enternasyonalizmi boş bir söz olacaktır... Ezen ve ezilen ulusların işçileri arasında ne güven ne de sınıf dayanışması mümkündür.”
“Ulusallık sorunu, sınıf bilincine varmış bütün işçiler tarafından açıkça düşünülmeli ve bir çözüme bağlanmalıdır.
Burjuvazi, halkla birlikte, çalışanlarla birlikte özgürlük için savaşırken, ulusların tam özgürlüğünden ve eşit haklara sahip olmalarından yanaydı. İleri ülkeler, İsviçre, Belçika, Norveç ve başkaları, bize, gerçekten demokratik bir sistem altında özgür ulusların barış içinde nasıl bir arada yaşadıklarının ya da birbirlerinden barışçıl biçimde nasıl ayrıldıklarının örneğini verdiler.
Bugün burjuvazi işçilerden korkuyor, Purişkeviç’lerle, gericilerle bir ittifak içine girmeye çalışıyor, demokrasiye ihanet ediyor, baskıyı ya da ulusların eşit haklara sahip olmamasını savunuyor ve ulusalcı sloganlarla işçileri baştan çıkarıyor.
Zamanımızda, ulusların gerçek özgürlüğünü ve bütün ulusların işçileri arasında birliği yüce tutan, yalnızca proletaryadır.
Ulusların barış ve özgürlük içinde bir arada yaşayabilmeleri ya da (eğer daha uygun düşüyorsa) birbirlerinden ayrılıp ayrı devletler kurabilmeleri için, işçi sınıfının yüce bildiği tam demokrasi, mutlaka gereklidir. Herhangi bir ulusa ya da dile ayrıcalık yok! Ulusal bir azınlığa karşı en ufak ölçüde baskıya ya da haksızlığa yer yok! İşçi sınıfı demokrasisinin ilkeleri bunlardır.”
“Teorik olarak, burjuva-demokratik devrimin verili bir ulusun diğerinden ayrılmasıyla mı yoksa eşitliğin sağlanmasıyla mı sonlanacağı önceden söylenemez; her iki durumda da proletarya için aslolan kendi sınıfının gelişimini güvence altına almaktır.[218] Burjuvazi için ise aslolan proletaryanın amaçlarının önüne ‘kendi’ ulusunun amaçlarını çıkararak bu gelişimi engellemektir. Tam da bu nedenle proletarya kendisini, deyim yerindeyse, olumsuz bir talep olan ulusların kaderlerini kendilerinin tayin hakkının kabulü ile sınırlar, hiçbir ulusa açık çekle gitmez ve başka bir ulustan çalıp diğerine bir şeyler verme yükümlülüğüne girmez… Bu görev çoğunlukla olumsuz bir görevdir. Ama proletarya milliyetçiliği desteklerken bu sınırın ötesine geçemez, zira bunun ötesinde burjuvazinin milliyetçiliği güçlendirme çabaları şeklindeki ‘olumlu’ faaliyeti başlar.”[219]
“Biz sosyal-demokratlar her türlü milliyetçiliğe karşıyız ve demokratik merkeziyetçilikten yanayız. Biz, aynı zamanda, yerel özelciliğe, bölge milliyetçiliğine de karşıyız; biz, bütün öteki etkenler eşit olduğu takdirde, büyük devletlerin, iktisadi ilerlemenin doğurduğu sorunları ve proletaryanın burjuvaziye karşı savaşımının getirdiği sorunları, küçük devletlerden çok daha başarılı olarak çözüme bağlayabilecekleri inancındayız. Ama biz, ancak serbest rızaya dayanan ve zorla kabul ettirilmeyen ilişkileri kabul ediyoruz. Her nerede, uluslararasında zora dayanan bağlar görürsek, biz, her ulusun ayrılma gereğini va’zetmeye asla kalkışmadan, her ulus için, kendi siyasal kaderini serbestçe tayin etme hakkını, yani ayrılma hakkını azimle ve kayıtsız şartsız savunuruz.
Bu hakkı savunmak, tanımak ve ondan yana olmak, ulusların hak eşitliğini savunmaktır, zora dayanan bağlara karşı çıkmaktır, hangi ulus olursa olsun, onun siyasal ayrıcalıklarına karşı savaşım vermektir ve bu yüzden de ayrı ayrı ulusların işçileri arasında tam bir sınıf dayanışmasını geliştirmektir.
Zora dayanan feodal, askeri bağların yerine, serbest rızaya dayanan ilişkiler kurulduğunda, bundan, ayrı ayrı ulusların işçilerinin sınıf dayanışması kazançlı çıkar.
Biz, halkın özgürlüğü ye sosyalizm uğruna savaşım konusunda ulusların hak eşitliğine özel bir değer vermekteyiz.”[220]
“Kendi burjuvazisiyle siyasal birliği, tüm ulusların proletaryasıyla birliğin üstünde tutan işçiler, kendi çıkarlarına, sosyalizmin isterlerine ve demokrasinin isterlerine karşıt davranıyorlar demektir.”[221]
Örneğin “PSP (Polonya Sosyalist Partisi), ulusal sorunun, ‘biz’ (Polonyalılar) ve ‘onlar’ (Ruslar, Almanlar, vb.) karşıtlığına öncelik verirler. Oysa sosyal-demokrat, ‘biz’ proleterler ve ‘onlar’ burjuvazi karşıtlığına öncelik verir.”[222]
“Bize deniyor ki: ayrılma hakkını destekleyerek, ezilen ulusların burjuva milliyetçiliğini destekliyorsunuz. Şöyle yanıt veriyoruz: Hayır. Burada tam da burjuvazi için ‘pratik’ çözüm önemlidir, oysa işçiler iki eğilimin ilkesel olarak birbirinden ayrı tutulmasına önem verir. Ezilen ulusun burjuvazisi ezenlere karşı mücadele ettiği ölçüde, biz her zaman ve her durumda herkesten daha kesin bundan yana olacağız, çünkü biz baskının en güçlü ve en tutarlı düşmanlarıyız. Ezilen ulusun burjuvazisi kendi burjuva milliyetçiliğini temsil ettiği sürece, biz ona karşı dururuz. Ezen ulusun ayrıcalıklarına ve diktatörlüğüne karşı mücadele ederiz ve ezilen ulusun ayrıcalıklar elde etmeye yönelik herhangi bir çabasına hoşgörü göstermeyiz.”[223]
“Ezilmiş, eşit olmayan uluslar için, ayrım yapmaksızın, ayrılma özgürlüğü istiyorsak, bunu ayrılmadan yana olduğumuz için değil, ama zoraki birlikten farklı olarak, yalnızca özgür, gönüllü birlikten ve kaynaşmadan yana olduğumuz için istiyoruz.”[224]
13) EMPERYALİZM VE DÜNYA DEVRİMİ
Tüm bu veriler insan(lık)ı, Antonio Gramsci’nin, “Eskinin çürüyüp yok olduğu, yeninin ise bir türlü ortaya çıkamadığı bir değersizleşme, bir çürüme, bir nihilizm dönemi yaşıyoruz,” diye tarif ettiği -emperyalizm ile enternasyonalizm düalitesinin- ekseninde dünyayı değiştirmek fiiline mahkûm ediyor.
Hem de yıllar öncesinden V. İ. Lenin’in, “Pirgirêkên jiyani yên gelan tenê bi hêzê tê çareserkirin. Û serfirazi, tenê bi hêza çekdar ya girseyan û bi raperinê tê bidestxistin. Lê ne bi rêyên zagoni û aştixwaz/ Halkların hayati sorunları ancak kuvvetle çözülebilir. Ve zafer, ancak kitlelerin silahlı gücüyle ve ayaklanma ile kazanılır. Yoksa şu ya da bu yasal ve barışçıl yolla değil,”[225] haykırışındaki üzere…
Malum; Walter Raleigh’in “Dünya, bazılarının her gün idama götürüldüğü koskoca bir hapishane” olarak nitelediği koordinatlarda bile “İnsan... dışındaki dünyayı değiştirerek, o aynı zamanda kendi doğasını da değiştirir,” Karl Marx’ın ifadesindeki gibi…[226]
Bunun için güncel açıdan emperyalizme karşı mücadeleyi öne çıkarmak gerekiyor. Çünkü “Emperyalizm, proletarya toplumsal devriminin hemen öncesidir.”[227]
“Kapitalizmin olanaklı en kısa tanımını yapmak gerekseydi, emperyalizmin kapitalizmin tekelci aşaması olduğunu söylerdik.”
Yani “Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.”[228]
V. İ. Lenin’in ifadesiyle, “Emperyalizmin neden can çekişen kapitalizm olduğu ve sosyalizme geçişi oluşturduğu anlaşılırdır: Kapitalizmden doğup gelişen tekel zaten kapitalizmin can çekişmesidir, onun sosyalizme geçişinin başlangıcıdır. Emeğin emperyalizm tarafından muazzam toplumsallaştırılması (emperyalizmin savunucularının, burjuva ekonomistlerinin ‘giriftleşme’ dedikleri şey) da aynı anlama gelir”ken; “1) Sermayenin ve üretimin yoğunlaşması öyle bir dereceye vardı ki bu durum ekonomik yaşamda belirleyici rol oynayan tekelleri yarattı,
2) Banka sermayesi ile endüstriyel sermayenin birleşmesi ve bu “finansal sermaye” temeli üzerinde, bir finansal oligarşinin yaratılması,
3) Metaların ihracından farklı olarak sermaye ihracının çok ayrık bir önem kazanması,
4) Dünyayı kendi aralarında bölüşen Uluslararası tekelci kapitalist kartellerin oluşması,
5) Bütün dünyanın bölgesel olarak en büyük kapitalist güçlerce bölüşülmesi süreçleri tamamlanmıştır.”[229]
Bu hâl küresel bir çürüme, kaosta ifadesini bulurken; proletarya enternasyonalizmiyle dünya devrimine büyük imkânlar da sunar.
Friedrich Engels’in ifadesiyle “Komünist devrim, bu yüzden, hiç de salt ulusal bir devrim olmayacaktır; bu, bütün uygar ülkelerde, yani en azından İngiltere, Amerika, Fransa ve Almanya’da, aynı zamanda yer alan bir devrim olacaktır. Bu ülkelerin her birinde devrim, o ülkenin daha gelişkin bir sanayiye, daha çok zenginliğe, ve daha hatırı sayılır bir üretici güçler kitlesine sahip olup olmayışına bağlı olarak, daha çabuk ya da daha yavaş gelişecektir,”[230] ki, bu hâlde de V. İ. Lenin, “Ve benim ödevim, devrimci proletarya (işçi) sınıfının ödevi de, dünya insan kırımı iğrençliklerine karşı, tek kurtuluş yolu olan; Dünya proleter devrimini hazırlamaktır,” derken; Karl Marx da ekler: “Devrim hiçbir şekilde ulusal sınırlar içinde tamamlanamaz.”
Bu bağlamda V. İ. Lenin de hiçbir zaman ulusal bir devlet içinde sosyalizmi düşlemeyip, şunları dedi:
“Proleter devrim, yalnız Avrupa’da değil, tüm dünyada gözler önünde olgunlaşıyor ve onu kamçılayan, hızlandıran ve destekleyen de, proletaryanın Rusya’daki zaferidir. Bütün bunlar sosyalizmin tam zaferi için yeterli midir? Elbette hayır. Bir tek ülke daha çoğunu yapamaz.”[231]
“Devrim, en zengin ve en yüksek uygarlık düzeyine erişmiş olanlar dahil bütün ülkelerde gerçekleşene kadar, zaferimiz yalnızca bir yarı-zafer, belki daha azdır.”[232]
“Uluslararası devrimin desteği olmaksızın Proletarya Devrimi’nin tam zafere ulaşmasının olanaksızlığını iyice görebiliyorduk. Devrimden sonra olduğu kadar, devrimden önce de kendi kendimize şöyle diyorduk: ya gelişmiş kapitalist ülkelerde de devrim derhâl olmasa bile en kısa zamanda patlak verecektir, ya da yok olup gideceğiz.”[233]
14) KARL MARX, V. İ. LENİN VE SOSYALİZM
Ekim Devrimi açısından sosyalizmin irdelenmesine; öncelikle Karl Marx’la başlamak gerekir.
Eylül 1843’de Ruge’ye mektubunda, “Dünyanın karşısına yeni bir ilkeye sahip bir doktriner (kuramcı) olarak çıkmıyoruz ve ona ‘alın size hakikât, karşısında diz çökün’ demiyoruz. Biz dünyevî ilkeleri mevcut dünyaya ait ilkelerden çıkarsıyoruz. Dönüp dünyaya, ‘mücadelelerinize son verin, bunlar aptalca mücadeleler. Biz size mücadelenin doğru şiarını takdim ediyoruz’ demiyoruz. Sadece dünyaya gerçekte ne için mücadele edildiğini, bilincin, dünya bunu istemese de, onun edinilmesi gereken bir şey olduğunu gösteriyoruz.
Bilincin maruz kalacağı reform, yalnızca dünyayı kendi bilincinin farkında kılmaktan, onu kendisi ile alâkâlı rüyalardan uyandırmaktan ve kendi eylemlerinin anlamını izah etmekten müteşekkildir. Dolayısıyla eleştirimizin amacı sadece, Feuerbach’ın din eleştirisine dair tespitlerimizde gösterdiğimiz üzere, dinî ve felsefî sorulara, kendisinin bilincinde olan insana denk düşen formu kazandırmaktır,” diyen Karl Marx için “Komünistlerin vardıkları teorik sonuçlar, hiç bir biçimde, şu ya da bu sözde evrensel reformcu tarafından icat edilmiş ya da keşfedilmiş düşüncelere ya da ilkelere dayandırılmamıştır. Bunlar ancak, gözlerimizin önünde cereyan eden tarihsel bir hareketten, var olan sınıf mücadelesinden doğan gerçek ilişkilerin genel bir ifadesidir.”
Onun “dünyayı değiştirmeyi” hedefleyen düşünce ve önerileri hâlâ etkili ve canlıdır. Dünyanın dört köşesinde savaşlar çıkarıp, insanları birbirine kırdıran kapitalizm var oldukça, Karl Marx’ın çözümleri güncelliğinden bir şey kaybetmeyecektir. Çünkü Rosa Luxemburg’un, “Marksizm; donmuş bir sonuç değil, yaşayan bir araştırma yöntemidir,” notunu düştüğü gerçeğe ilişkin olarak; “Marx ve Engels’in işçi sınıfına yapmış oldukları hizmetler, birkaç sözcük içinde şöyle ifade edilebilir: Onlar, işçi sınıfına kendini bilmeyi, kendi bilincine ulaşmayı öğrettiler, ve boş hayallerin yerine bilimi koydular,” der V. İ. Lenin…
Karl Marx, ‘Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde insanların bilinçlerini belirleyen şeyin onların toplumsal varlıkları olduğunu, varlıklarını toplumsal olarak üreten insanların da aralarında kendi iradelerinden bağımsız, zorunlu, ilişkiler kurduğunu ve bu ilişkilerin de toplumun üretici güçlerinin belirli bir gelişmişlik düzeyiyle örtüştüğü söylerken; üretim tarzının, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam sürecini koşullandırdığının da altını çiziyordu.[234]
Karl Marx’ın mezarı başında yaptığı konuşmada Friedrich Engels’in işaret ettiği gibi, “Marx, her şeyden önce bir devrimciydi. Kapitalist toplum ile onun yaratmış bulunduğu devlet kurumlarının yıkılmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunmak, kendi öz durumunun ve gereksinmelerinin bilincini, kendi kurtuluş koşullarının bilincini kendisine ilk onun vermiş bulunduğu modern proletaryanın kurtuluşuna yardımda bulunmak, onun gerçek yönelimi işte buydu. Savaşım onun en sevdiği alandı. Ender görülür bir tutku, bir direngenlik ve bir başarı ile savaştı o.”
“Marx Manifesto’da ileri sürülen fikirlerin nihai zafere ulaşması için, sadece ve ancak, işçi sınıfının birlikte eylem ve tartışma sonunda mutlaka gerçekleşecek olan zihni gelişmesine güveniyordu. Sermayeye karşı mücadelede karşılaşılan olaylar ve durumlar, hatta kazanılan zaferlerden çok uğranılan yenilgiler, her derde deva gördükleri evrensel formüllerin o güne kadarki yetersizliğini savaşçılara göstermekten geri kalmayacak, işçi sınıfının kurtuluşunun gerçek koşullarını adamakıllı anlamaya kafalarını daha yatkın kılacaktı. Marx haklı çıktı.”[235]
Yani “Materyalist tarih anlayışı ve artı-değer üzerinden kapitalist üretimin sırrının ortaya çıkarılması; bu iki büyük keşfi Marx’a borçluyuz. Bu keşiflerle sosyalizm, bir bilim hâline geldi.”[236]
“Marx, kapitalizmin temel çelişkisini üretimin kolektif yapısıyla üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişki olarak görüyordu.”[237]
“Nasıl ki Darwin, hayvan ve bitki türlerinin bağlantısız, raslantısal, “Tanrı tarafından yaratılmış”, ve değişmez olduğu görüşüne bir son verdiyse ve türlerin değişebilirliği ve ardıllığını yerleştirerek biyolojiyi ilk kez kesinlikle bilimsel bir temele oturttuysa,[238] Marx da, toplumun, yetkilerinin isteği ile (ya da isterseniz, toplumun ve hükümetin isteği ile) her türlü değişikliğe izin veren ve gelişigüzel doğan ve gelişen, mekanik bir bireyler toplamı olduğu görüşüne son verdi ve belli üretim ilişkilerinin toplamı olarak toplumun ekonomik biçimlenişi kavramını yerleştirerek, böyle biçimlenişlerin, doğal tarihin bir süreci olduğu gerçeğini yerleştirerek, toplumbilimi ilk kez bilimsel bir temel üzerine oturttu.”[239]
“Marx’ın dehası, tamamen, insanlığın en önde gelen beyinlerinin getirdiği sorulara yanıtlar sağlamış olmasındadır. Onun öğretisi, felsefenin, ekonomi politiğin ve sosyalizmin en büyük temsilcilerinin öğretilerinin, doğrudan ve dolaysız bir devamı olarak doğmuştur. Marksist öğreti güçlüdür, çünkü doğrudur. Kapsamlı ve uyumludur ve insana kör inancın, gericiliğin ve burjuva baskısını savunmanın hiç bir biçimiyle bağdaşmayan, eksiksiz bir dünya görüşü sağlar. Alman felsefesi, İngiliz ekonomi politiği ve Fransız sosyalizminin temsil ettiği, insanlığın XIX. yüzyılda yarattığı en iyi ürünlerin, meşru mirasçısıdır. İşte, kısaca özetleyeceğimiz, Marksizmin üç kaynağı ve aynı zamanda üç öğesi bunlardır.
Marksizmin felsefesi materyalizmdir… Marx’ın felsefesi, insanlığa ve özellikle işçi sınıfına, güçlü bilgi araçları veren, tam bir felsefi materyalizmdir.
Ekonomik sistemin, siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği temel olduğunu kavrayan Marx, bütün dikkatini bu ekonomik sistemin incelenmesine verdi. Marx’ın temel yapıtı Kapital, modern, yani kapitalist toplumun ekonomik sisteminin incelenmesine ayrılmıştır…
Kapitalist sistem, işçilerin sermayeye bağımlılığını artırarak, birleşmiş emeğin büyük gücünü yaratır. Marx, kapitalizmin gelişmesini, rüşeym hâlindeki meta ekonomisinden, basit değişimden başlayarak, en yüksek biçimlerine, büyük üretime kadar adım adım incelemiştir. Ve eski, yeni, bütün kapitalist ülkelerin deneyimi, her geçen yıl, biraz daha çok sayıda işçiye, Marx’ın bu öğretisinin doğruluğunu, açıkça sergilemektedir. Kapitalizm, bütün dünyada zafer kazanmıştır, ama bu zafer, emeğin sermayeye karşı kazanacağı zaferin başlangıcından başka bir şey değildir.”[240]
Bu çerçevede, “Aydınlanma ve İslâm’ın sentezi ve mirasçısı olarak Marksizm”[241] söylencelerini ciddiye almak mümkün değilken; 100. yılında da Ekim’den öğrenmek, Karl Marx’ın öğrencisi “Leninê Mezin/ Büyük Lenin”den öğrenmektir![242]
Siz bakmayın, “Yakın tarihin en tartışmalı ve hakkında en çok yazılıp çizilmiş siyasi figürlerinden biri V. İ. Lenin’dir,”[243] demelerine; meyve veren ağacı taşlarlar…[244]
Kaldı ki “İnsanların aklına Lenin dendiğinde, Rusya Devrimi dendiğinde çoğu basmakalıp birçok düşünce geliyor olabilir; gayet de normal. XX. yüzyılın ikinci yarısında münhasıran bu işe ayrılmış, merkezi ABD olan ciddi bir dezenformasyon birimi vardı. Bu merkezle sınırlı kalmayan Soğuk Savaş ideolojisi sadece Lenin biyografisi alanında 2 binden fazla çerçöp üretmeyi başardı.”[245]
Bu elbette boşuna değildi!
“İktidar durumuna gelmek için, bilinçli işçiler çoğunluğu kazanmalıdırlar, yığınlar üzerinde hiç bir zor uygulanmadığı sürece, iktidara geçmenin başka yolu yoktur. Biz Blankici, yani iktidarın bir azınlık tarafından alınması yandaşları değiliz. Biz Marksist, yani proleter sınıf savaşı yandaşlarıyız; küçük-burjuva coşkunluklara karşıyız, sonuna değin şovenizme, söz ebeliğine, burjuvazi kuyrukçuluğuna karşıyız.”
“Biz hatalarımızdan korkmuyoruz. Devrimin patlamasıyla insanlar azizlere dönüşmüyor. Yüzyıllardır ezilmiş, korkutulmuş, sefalet ve cehalet içinde tutulmuş, vahşileştirilmiş olarak yaşamış olan emekçi sınıflar devrimi, hatalar da yapmadan gerçekleştiremezler,” vurgusuyla V. İ. Lenin’in ifadesindeki üzereydi olup-bit(mey)en:
“Egemen sınıflar, sağlıklarında büyük devrimcileri ardı arkası gelmez kıyıcılıklarla ödüllendirirler; öğretilerini, en vahşi düşmanlık, en koyu kin, en taşkın yalan ve kara çalma kampanyalarıyla karşılarlar. Ölümlerinden sonra, büyük devrimcileri zararsız ikonlar durumuna getirmeye, söz uygun düşerse, azizleştirmeye, ezilen sınıfları ‘teselli etmek’ ve onları aldatmak için adlarını bir hâle ile süslemeye çalışırlar. Böylelikle, devrimci öğretileri içeriğinden yoksunlaştırılır, değerden düşürülür ve devrimci keskinliği giderilir”![246]
Ancak bunlar da, liberal/veya post-modern tahrifatlar gibi tutmadı. Çünkü Nadejda Krupskaya’nın, “Bizim işçi hareketimiz Marksizm’in bayrağı altında gelişti; bu gelişim ağır aksak ve kör adımlar biçiminde değildi, hedef belli, yol belliydi. Lenin, Rus proletaryasının mücadele yolunu Marksizm’in meşalesiyle aydınlatmak için olağanüstü çaba gösterdi… Leninizm, Marksizm’in yalnızca bir geliştirilmesi, derinleştirilmesidir”;[247] Pierre Broue’nin, “Bolşevik Partinin ne olduğunun tarifi, onu kuran ve ölene kadar ona liderlik eden adamı tarife girişmeden eksik kalır. Muhakkak ki Lenin bir ölçüde kendisini partiyle özdeşleştirmişti,”[248] saptamalarındaki gibiydi her şey…
Evet Bolşevizm, Karl Marx ile V. İ. Lenin’in görüşleriyle özdeşleşip, eyleme geçmiş politik hâliydi…
Rosa Luxemburg’un tespitlerindeki gibi: “Bolşevikler, gerçek bir devrimci bir partinin tarihsel olanakların sunduğu sınırlar içinde yapabileceği katkıyı her şeyiyle yapabileceklerini gösterdiler. Onlardan mucizeler yaratmaları beklenmiyor. Savaş tarafından tüketilmiş, emperyalizm tarafından boğazlanmış, uluslararası proletarya tarafından ihanete uğramış, yalıtılmış bir ülkede, örnek ve kusursuz bir proleter devrimi bir mucize olurdu.
Önemli olan, Bolşeviklerin politikalarında temel olanla olmayanı, özsel olanla kazara ortaya çıkan sivrilikleri ayırt edebilmektir. Bütün dünyada belirleyici nihai mücadelelerle yüz yüze olduğumuz bu dönemde, sosyalizmin en büyük sorunu zamanımızın en yakıcı sorunu hâline geldi ve hâlâ da öyle olmaya devam ediyor. Bu sorun, şu ya da bu ikincil taktik sorunlardan biri değil, fakat proletaryanın eyleme geçme kapasitesiyle, eylem gücüyle, sosyalist iktidarı gerçekleştirme iradesiyle ilgilidir. Bu bakımdan, Lenin ve arkadaşları dünya proletaryasına bir örnek oluşturarak ilk olarak öne çıkanlar oldular; onlar şu ana kadar hâlâ Hutten’le birlikte şu şekilde haykırabilecek olan biricik örnek olmaya devam ediyorlar: ‘Ben buna cüret ettim!’
Bolşevik siyasette temel ve kalıcı olan budur. Bu anlamda Bolşevikler siyasal iktidarı feth etmek, sosyalizmin gerçekleştirilmesini pratik bir sorun olarak koymak ve bütün dünyada emekle sermaye arasındaki hesabın görülmesi davasını ilerletmek yoluyla uluslararası proletaryanın başını çekerek ölümsüz bir tarihsel hizmette bulundular. Rusya’da sorun sadece ortaya konabilirdi. Rusya’da çözülemezdi. Ve bu anlamda gelecek her yerde ‘Bolşevizme’ aittir.”[249]
Burada durup belirtelim: Komünizmin alt evresi olarak sosyalizm; Karl Marx ile V. İ. Lenin’in görüşleriyle özdeşleşip, eyleme geçmiş bir politik hareket olarak Bolşevik Partisiz mümkün değildir.
Burada durup belirtelim: Komünizmin alt evresi olarak sosyalizm; Karl Marx ile V. İ. Lenin’in görüşleriyle özdeşleşip, eyleme geçmiş bir politik hareket olarak Bolşevik Partisiz mümkün değildir.
Çünkü Friedrich Engels’in, “Proletarya devlet iktidarını ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyeti durumuna dönüştürür. Ama, bunu yapmakla, proletarya olarak kendi kendini ortadan kaldırır, bütün sınıf ayrımları ile sınıf karşıtlıklarını, ve aynı biçimde, devlet olarak devleti de ortadan kaldırır...
Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak göründüğü ilk eylem -üretim araçlarına toplum adına elkonması-, aynı zamanda onun devlete özgü son eylemidir de. Devlet iktidarının toplumsal ilişkilere karışması, bir alandan sonra bir başkasında gereksiz duruma gelir ve sonra kendiliğinden uykuya dalar. Kişilerin hükümeti yerini, şeylerin idaresi ve üretim işlemlerinin yönetimine bırakır. Devlet ‘ilga’ edilmez, söner”…[250]
“Sosyalizm bilindiği gibi, meta ekonomisinin ortadan kaldırılmasıdır”…[251]
“Üretim araçları artık tek tek kişilerin özel mülkiyeti değildir. Üretim araçları tüm topluma aittir. Toplumun her üyesi, toplumsal olarak gerekli emeğin belli bir bölümünü yapar ve toplumdan şu kadar emek sunmuş olduğunu gösteren bir belge alır. Bu belge karşılığında, tüketim maddelerinin toplumsal stokundan uygun düşen miktarda ürün elde eder. Yani, toplumsal fon için ayrılan emek miktarı çıkarıldıktan sonra, her işçi toplumdan, ona verdiği kadarını geri alır…
Böylece (genellikle sosyalizm diye adlandırılan) komünist toplumun ilk aşamasında ‘burjuva hukuk’ tamamen ortadan kaldırılmaz, bilakis sadece kısmen, sadece erişilmiş ekonomik devrime uygun olarak, yani sadece üretim araçlarıyla bağıntılı kaldırılır. ‘Burjuva hukuku’ üretim araçlarını tek tek bireylerin özel mülkiyeti olarak kabul eder. Sosyalizm ise toplumsal mülkiyet hâline getirir. Bu ölçüde (ve sadece bu ölçüde) ‘burjuva hukuk’ ortadan kalkar...
Ancak onun bir başka parçası varlığını sürdürür, toplumun üyeleri arasında ürünlerin ve emeğin dağıtımında regülatör (düzenleyici) olarak kalır. ‘Çalışmayan, yememelidir de’ bu sosyalist ilke artık gerçekleştirilmiştir; ‘aynı miktarda emek için aynı miktarda ürün’; bu sosyalist ilke de artık gerçekleştirilmiştir. Ancak bu henüz komünizm değildir, ve bu, eşit olmayan insanlara eşit olmayan (fiilen eşit olmayan) emek karşılığında eşit miktarda ürün veren ‘burjuva hukuku’nu henüz ortadan kaldırmaz”…[252]
Che Guevara’nın, “Her şey çocuklara daha mutlu bir dünya bırakabilmek için,” diye tarif ettikleri şeydir sosyalizm…
15) EKİM DEVRİMİ
Ekim Devrimi ; işaret fişeği V. İ. Lenin’in satırlarıydı:
“Yoldaşlar, Bu satırları 24 Ekim (6 Kasım) akşamı yazıyorum. Durum son derece kritik. Şimdi ayaklanmayı herhangi bir şekilde geciktirmenin gerçekten ölüm anlamına geleceği gün gibi ortada. Tüm gücümüzle yoldaşları, şimdi her şeyin pamuk ipliğine bağlı olduğuna, gündemde konferansların, kongrelerin (hatta Sovyetler Kongresi’nin bile) değil, halkların, kitlelerin, silahlı kitlelerin mücadelesinin karara bağlayacağı sorunlar olduğuna ikna etmeye çalışıyorum. Kornilovcuların burjuva saldırısı, Verhovski’nin uzaklaştırılması, beklenemeyeceğini gösteriyor. Koşullar ne olursa olsun bu akşam, bu gece Junkerleri silahsızlandırdıktan sonra (eğer direnirlerse, yenilgiye uğrattıktan sonra) hükümet tutuklanmalıdır. Beklenmemelidir! Her şey yitirilebilir! Hükümet yalpalıyor. Son darbe indirilmelidir! Eylemin gecikmesi ölümdür.”[253]
Tam da böyle oldu: “25 Ekim günü (Batı takvimine göre 7 Kasım/ 25 Ekim bir kaç ay sonra değiştirilen eski takvime göredir) çoğunluğunu fabrika işçilerinin oluşturduğu Kızıl Muhafızlar kentteki kilit noktaları tutarak Kışlık Saray’a yürüdüler. Bu, kansız bir hükümet darbesiydi. Geçici hükümet direnmeden devrildi. Bazı bakanlar tutuklandı, Başbakan Kerenski yurtdışına kaçtı.
Darbesinin zamanlanması, ertesi akşam açılan Tüm Rusya İsçi ve Asker Temsilcileri Sovyetleri İkinci Kongresine denk gelecek şekilde yapılmıştı. Artık Bolşevikler çoğunluktaydı (649 delegeden 399’u) ve gündemi onlar belirliyordu. Kongre, Geçici Hükümet’in düştüğünü ve iktidarın Sovyetlere geçtiğini ilan ederek oy birliğiyle üç önemli karar aldı. Kararların ilk ikisi Lenin tarafından önerilmişti. Bunlardan ilki, ‘İşçi ve Köylü Hükümeti’ adına, ilhaksız, tazminatsız, ‘adil ve demokratik bir barış’ için savaş hâlindeki tüm halklara ve devletlere, müzakerelere başlama önerisi yapan bir bildirgeydi. Özellikle de ‘insanlığın en gelişmiş üç ülkesinin (Almanya, Fransa ve İngiltere) sınıf bilinçli işçilerine’ çağrıda bulunan karar, savaşın sona erdirilmesi için onların yardımını istiyordu. SD’ler (Sosyalist Devrimciler) tarafından kaleme alınmış bir tasarı metniyle birleştirilmiş olan ikinci karar önergesi, toprak üzerineydi.
Karar, Bolşeviklerin uzun vadede tarımın toplumsallaştırılmasına yönelik teorilerinden çok, köylülüğün küçük burjuva taleplerine cevap veriyordu. Toprak ağalarının toprak mülkiyeti tazminatsız olarak kaldırılıyor, zorla el koymalardan sadece ‘sıradan köylüler ve sıradan Kazaklar’ muaf tutuluyordu. Toprağın özel mülkiyeti ebediyen lağvediliyordu. ‘Toprağı kendi emeği ile işlemek isteyen tüm Rus devleti vatandaşlarına’ (cinsiyet ayırımı yapılmaksızın) toprağı kullanma hakkı tanınıyordu. Madenler ve madenlerden kaynaklana diğer haklar devlete aitti. Toprağın alınıp satılması, kiralanması ve ücretli işçi çalıştırılması yasaktı. Bunlar, kendi tarlasında ailesiyle birlikte çalışan ve esas olarak kendi ihtiyaçları için üretim yapan küçük ve bağımsız köylülerin talepleriydi.”[254]
Bunun üzerine “Bırakın can çekişen burjuvazinin ve onun ardından yalpalayan küçük-burjuva demokratizminin köpekleri ve domuzları Sovyet düzeninin kuruluşundaki yanılgı ve hatalar yüzünden üstümüze küfür, beddua ve alay yağdırsınlar. Bir an için bile gerçekten birçok başarısızlığımızın olduğunu ve hatalar yaptığımızı unutuyor değiliz. Sanki böylesine, tüm dünya için yeni bir tip devlet düzeninin yaratılması gibi bir eser yanılgısız ve hatasız ortaya konulabilirmiş gibi!” vurgusuyla haykırıyordu V. İ. Lenin:
“Biz başlangıcı yaptık. Ne kadar zamanda, ne zaman, hangi ulusun proleterleri bu eseri sonuna vardırırlar, bunun önemi yok. Önemli olan buzun kırılmış, yolun açılmış ve gösterilmiş olmasıdır.”
EKİM’İN ÇAĞRISI[255]
|
“Bütün ülkelerin sosyalistlerine
Yoldaşlar!
Rus Devrimi, dünya savaşının alevlerinden doğdu. Bu savaş, bütün ülkelerin emperyalistlerince işlenen iğrenç bir suçtur. Bu fetih hırsları ve delice silahlanma yarışları dünya çapında yangını hazırlıyor ve bunu kaçınılmaz hâle getiriyor.
Askeri anlamda kimin kazandığının önemi yok, bütün ülkelerin emperyalistleri canavarca onların yararına olan bu savaştaki zaferi paylaşıyor. Ellerinde, fertlerin yaşamları ve emek üzerinde emsalsiz bir güce sebep olmalarının sebebi olan muazzam sermaye topluyorlar.
Fakat tam da aynı sebeple, bütün ülkelerin işçileri bu savaşın kaybedenleridir. Sayısız insan, yaşamlarını, sağlıklarını, geleceklerini ve özgürlüklerini kaybettikleri yer olan emperyalizmin sunağında kurban edildi. Kelimelerle anlatılamaz mahrumiyetin yükünü taşıyorlar.
Emekçi halkın, işçilerin ve askerlerin devrimi olan Rus Devrimi, sadece çarlığa karşı değil, aynı zamanda dünya genelindeki kıyımın dehşetine karşı da bir başkaldırıdır. Bu, emekçilerin uluslararası ordusunun müfrezesi tarafından uluslararası emperyalizmin suçlarına karşı ilk öfkeli haykırıştır. Bu sadece ulusal bir devrim değil, savaşın rezilliğini sona erdirecek ve insanlığa barışı getirecek uluslararası devrimin ilk evresidir.
Doğduğu andan itibaren Rus Devrimi, yüz yüze olduğu enternasyonal görevi açık bir şekilde kabul etmiştir. Devrimin yetkili kurulu -Petrograd İşçi ve Asker Vekilleri Sovyeti- 27 Mart’taki çağrısında, dünyanın bütün halklarını barış mücadelesinde birleşmeye davet etmişti.
Rusya’nın devrimci demokrat güçleri, Avusturya-Almanya ittifakının elini rahatlatacak müstakil bir barış istemiyorlar. Ayrı, müstakili bir barışın tüm ülkelerdeki işçi demokrasisi davasını arkadan vuracağını biliyorlar. İşçi demokrasisi güçleri, muzaffer emperyalizm dünyası önünde el ve ayaklarından bağlanacaktır. Müstakil bir barışın, tüm ülkelerin yenilgisine neden olabileceğini biliyorlar. Bu sonuç, 1870 Fransa-Prusya Savaşı sonrasında olduğu gibi silahlı bir karargâh olarak kalacak Avrupa’da uzun yıllar boyunca şovenizm ve kinin zaferini güçlendirecektir. Kısa süre içinde yeni bir kanlı savaş kaçınılmaz olacaktır.
Rusya’nın devrimci demokrat güçleri, bütün ülkelerin işçileri tarafından kabul edilebilir koşullarda bir evrensel barış istemektedir. İlhak ya da yağma için çaba göstermemektedir. Bunun yerine, bütün insanların arzularını özgürce ifade etmelerini ve uluslararası emperyalizmin gücünü azaltmayı istemektedirler. Gizli saikler olmaksızın ve proleter akıl ve coşkuyla hareket ederek, ilhak ve tazminatlar olmadan halkların kendi kaderlerini tayini temelinde barışın formülünü benimsemişlerdir. Bu, bütün ülkelerin -savaşan ya da tarafsız ülkelerin- emekçilerinin, kalıcı bir barışı tesis etmek ve kanlı savaşın yaralarını iyileştirmek için bir araya gelebilecekleri bir ortak platform sağlamaktadır.
Devrimci Rusya’nın Geçici Hükümeti bu platformu kabul etmiştir ve Rusya’nın devrimci demokrat güçleri ilk olarak size, müttefik güçlerin sosyalistlerine çağrıda bulunmaktadır. Rusya Geçici Hükümetinin sesinin, müttefik güçler arasında yalnız kalmasına izin vermemelisiniz. Hükümetlerinizi, kati ve kesin bir şekilde ilhak ve tazminatlar olmaksızın, halkların kendi kaderlerini tayini temelinde barış platformunu paylaştıklarını açıklamaya zorlamalısınız. Böylece, Rus hükümetinin hareketine uygun baskı ve gücü ekleyeceksiniz.
Sancaklarında, “halklar arası barış” sloganını taşıyan devrimci ordumuzun yaralı ve düşmüş olanları kötü niyetle kullanmayacağına emin olacaksınız. Savaş görevlerinin ona tahsis edilen payının tamamını bütün devrimci coşkusuyla yerine getirmesini sağlayacaksınız. Bütün devrimci ilerlemeleri ve özgürlüğümüzü savunarak onun inancını güçlendireceksiniz, bu ordu aynı zamanda bütün uluslararası demokratik güçlerin çıkarları için mücadele eder ve arzulanan barışını daha çabuk gelmesini sağlar. Savaşan ülkelerin hükümetleriyle de fetih, yağma ve şiddet politikasını kesin ve geri dönülmez biçimde reddetme ya da suçlarını açıkça kabullendirme ve böylece kendi halklarının haklı öfkesini onların başlarına yağdırma ihtiyacıyla karşı karşıya geleceksiniz.
Rusya devrimci demokrat güçleri, Siz Avusturya-Almanya ittifakının sosyalistlerine, ülkelerinizin askeri güçlerine Rusların özgürlüğünün celladı olarak hareket etme izni vermeme çağrısında bulunuyor. Devrimci Rus ordusu, özgürlük ve kardeşliğin neşeli ruh hâliyle kuşatılmış durumda. Devletlerinizin, Fransa’yı harap etmek, daha sonrasında Rusya’ya saldırmak ve son olarak da sizi ve emperyalizmin küresel anlamda boynunu sıktığı uluslararası işçi sınıfını boğmak üzere Batı cephesine birlikleri transfer etmesine izin vermemelisiniz.
Rusya’nın devrimci demokrat güçleri, savaşan ve tarafsız kalan ülkelerin sosyalistlerine, emperyalizmin zaferini engelleme çağrısında bulunuyor. Uluslararası işçi sınıfın çabaları, Rus Devrimi’nin başlattığı barış mücadelesini başarılı bir sonuca erdirsin.
Bu çabaları birleştirmek üzere, Petrograd İşçi ve Asker Vekilleri Sovyeti bütün ülkelerin sosyalist parti ve akımlarının katılacağı bir uluslararası konferansı toplamak doğrultusunda inisiyatif üstlenme kararı aldı. Üç yıllık savaş sürecinde sosyalizmi hangi anlaşmazlıkların böldüğünün bir önemi olmaksızın, proletaryanın hiçbir akımı Rusya Devrimi’nin gündemine konulmuş olan ortak barış mücadelesine katılmayı reddetmemelidir.
Yoldaşlar; topladığımız konferansta bütün sosyalist grupların temsilcilerini göreceğimizden eminiz.
Proletarya enternasyonaline dair oybirliğiyle alınmış bir karar, emekçilerin, emperyalizmin enternasyonaline karşı kazandığı ilk zafer olacak.
Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!
|
Daha sonra yine V. İ. Lenin’in, “Eşitsiz ekonomik ve siyasal gelişme, kapitalizmin mutlak yasasıdır. Böylece, sosyalizmin zaferi, önce birkaç, ya da hatta yalnızca bir tek kapitalist ülkede olanaklıdır. Bu ülkenin başarılı proletaryası, kendi ülkesinde kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve sosyalist üretimini örgütledikten sonra, dünyanın geri kalanının, kapitalist dünyanın karşısına çıkacak ve öteki ülkelerin ezilen sınıflarını kendi tarafına çekerek, bu ülkelerde kapitalistlere karşı ayaklanmalara yol açacak ve sömürücü sınıflara ve onların devleti üzerine, gerektiğinde silahlı şiddete yürüyecektir,”[256] notunu düştüğü iç savaş günleri ve devrim süreci yaşandı.
Evet, “Her büyük devrim, fakat özellikle de sosyalist bir devrim, dış savaş olmasa da, içte bir savaş, yani dış savaştan daha büyük bir yıkım anlamına gelen, binlerce ve milyonlarca yalpalama ve saf değiştirme anlamına gelen, en büyük belirsizlik, en büyük dengesizlik, kaos anlamına gelen bir iç-savaş olmadan düşünülemez”ken;[257] “İç savaş, sınıf savaşının en keskin ve en can alıcı biçimi”ydi.[258]
Ve V. İ. Lenin’in ifadesyle de, “Rusya, sosyalizmi gerçekleştirmenin doğru yolunu tuttu. (…)
Bize eserimizin zorluğu anlatıldığında, sosyalizmin zaferinin ancak uluslararası ölçekte mümkün olduğu söylendiğinde, bunda sadece, burjuvazinin ve onun gönüllü ve gönülsüz yandaşlarının sarsılmaz bir gerçeği umutsuzca tahrif etme çabasını görüyoruz. Elbette sosyalizmin tek ülkede nihai zaferi olanaksızdır. Sovyet iktidarını destekleyen işçi ve köylülerimiz, şimdi dünya savaşının parçaladığı, fakat birleşmeye çabalayan o uluslararası ordunun bir parçasıdır ve devrimimiz üzerine her haber, her küçük rapor, her ad, proletaryanın alkış tufanıyla selamlanıyor, çünkü Rusya’da ortak davanın, proletaryanın ayaklanması davasının, uluslararası sosyalist devrim davasının yürütüldüğünü biliyor. (…)
Şimdi uluslararası sosyalizmin başka bir güçler kombinasyonunu görüyoruz. Hareketin en kolay bir şekilde, kolayca yağmalayan ve işçilerin üst tabakasını rüşvetle satın alabilecek durumda olan sömürücü ülkelere dahil olmayan ülkelerde başlayabileceğini söylüyoruz. (…)
Sovyet Cumhuriyeti onlar için uzun süre örnek olacaktır. Sosyalist Sovyet Cumhuriyetimiz, uluslararası sosyalizmin meşalesi ve tüm emekçiler için örnek olarak sarsılmaz biçimde var olacaktır. Orada çatışmalar, savaşlar, akan kan, milyonlarca kurban, sermayenin sömürüsünü görüyoruz, burada ise gerçek bir barış politikası ve bir Sosyalist Sovyet Cumhuriyeti görüyoruz. Olaylar Marx ve Engels’in beklediğinden farklı gelişti. Biz Rus emekçilerine ve sömürülen sınıflarına uluslararası sosyalist devrimin öncüsü olma rolü düştü ve biz şimdi devrimin nereye kadar gideceğini çok açık görüyoruz. Başlangıcı Rus yaptı, eseri Alman, Fransız, İngiliz sonuçlandıracaktır ve zafer sosyalizmin olacaktır.”[259]
Ekim Devrimi, öncü (Bolşevik) parti ile Sovyetlerin bütünlüğünde işçi sınıfı ve emekçilerin eseridir.
Sovyet, konsey ya da şura tipi örgütlenmeler, o güne değin mevcut örgütsel araçların kitlelere yetmediği toplumsal altüst oluş dönemlerinde, sömürülen ve ezilen sınıfların yığın örgütleri olarak ortaya çıkarlar.
Yani sovyetler, yığınların zora dayalı iktidarını meşrulaştırma, merkezileştirme ve süreklilik kazandırma sürecinde, sınıf mücadelesinin geldiği aşama açısından tarihsel bir zorunluluk olarak kendini dayatır. Bu anlamıyla sovyetler, sömürülen yığınların kendi güçlerini ortaya koyduğu devrim dönemlerinde, önceden tasarlanmadan, programlanmadan ortaya çıkarlar.
Ancak sovyetler hiçbir şekilde, sınıf mücadelesinin geriye çekildiği, toplumsal muhalefetin başını kaldıramadığı, toplumun demoralize olduğu dönemlerde yaratılabilecek iradi örgütlenmelere indirgenemez.
Bu çerçevede sovyetler, proletaryanın en geniş kitle örgütleridir.
Sovyetler, istisnasız bütün işçileri kucaklayan örgütlerdir.
Sovyetler, kitlelerin devrimci savaşımının, siyasal faaliyetinin, kitleleri, ayaklandırmanın en güçlü organları, mali sermayenin ve siyasal uzantılarının sonsuz erkini kıracak en güçlü organlardır.
Sovyetler, kitleleri doğrudan doğruya örgütlendirirler.
Sovyet iktidarı, enternasyonalisttir.
“Tarihin hayalgücü bizimkinden geniştir,” vurgusuyla Karl Marx’ın, “Komün, devletin kendisine karşı, toplumun bu doğa ‘üstü’ düşüğüne karşı bir devrimdi; halk tarafından ve toplumsal yaşamın kendisi tarafından gerçekleşen bir yeniden yaşama dönüştü. [Komün] devlet erkini egemen sınıfların bir fraksiyonundan diğerine verilmesi için gerçekleşen bir devrim değil, sınıf egemenliğinin bu iğrenç makinesinin kendisini yıkmak için gerçekleşen bir devrimdi… Komün, o devlet erkinin kararlı reddi ve bu nedenle de XIX. Yüzyıl’ın sosyal devriminin başlangıcıydı. Bu nedenle Paris’teki yazgısı ne olursa olsun, o dünyayı dolaşacaktır.”[260]
“Fransa’daki gelecek devrim girişiminin, şimdiye değin olduğu gibi, artık bürokratik ve askeri makineyi başka ellere geçirtmeye değil, ama onu yıkmaya dayanacağını belirtiyorum. Kıta üzerindeki gerçekten halkçı her devrimin ilk koşuludur bu”…
August Bebel’e 1875 tarihli mektubunda Friedrich Engels’in, “Biz devlet sözcüğünün yerine, her yerde topluluk (gemeinwesen) gibi, Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel eski bir Almanca sözcüğünün kullanılmasını önermekteyiz,” diye tanımladığı Paris Komünü’nden ne Abdullah Öcalan’ın, “Paris Komünü iyi bir başlangıçtı, ancak iyi anlaşılamadı. Başarılı olsaydı, Marx’ın istediği sosyalizm oluşabilirdi. Ancak sonraları, sosyalizmin ancak devletin yardımıyla kurulabileceğini savunan bir sosyalizm anlayışı oluştu. Ama devlet sosyalist olamaz, sadece toplum sosyalist olabilir,”[261] sonucu, ne de Muzaffer Oruçoğlu’nun şu iddiaları üretilemez:
“Geleceğin sosyalist devrimlerini, devletsiz devletler şeklinde düşünebilir miyiz? Bence düşünebiliriz. Sınıflı toplumun geçmişi en az yedi bin yıldır? Bu yedi bin yıllık geçmişin, her alanda, pratik hayatta, kafada ve ruhta, tek bir devrimle ortadan kalkacağını söyleyemeyiz. Bu bakımdan, geleceğin sosyalist devrimleri, sınıflı toplumlar olarak ortaya çıkacaktır. Devletsiz bir sınıflı toplum akıl dışı gibi görünmektedir. O zaman durum tıpkı Paris Komünü’nde olduğu gibi, görünen resmi devletin görevlerini yığın örgütlerine devretmek şeklinde bir sisteme, devletsiz bir devlete (eş güdüm organları) indirgenebilir mi? Toplumda mülke doymuş bir sınıf olmadığına göre, zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan mülksüz sınıf, mülksüzlük sistemini kurabilecek en uygun sınıftır. Öte yandan bu sınıf, mülkü özleyen, ele geçiremeyen, mülke doymamış olan bir sınıftır. Devlet iktidarını ele geçiren ve tüm toplumun mülkünü devlet mülkü hâline getiren bu mülksüz sınıf, kendisini devlet mülkünün biricik sahibi, toplumun ilelebet yöneticisi ve kurtarıcısı olarak hisseder. İster mülkün tüm devlete ait olduğu klasik sosyalist sistemde -ki bu özünde bir devlet kapitalizmidir,- isterse, özel mülkün altın çağını yaşadığı kapitalist sistemde olsun, sahiplik veya mülk duygusu özünde aynıdır…
Paris Komünü hariç, şimdiye kadarki devrimler mülksüzleri devlet mülkiyetiyle sınıfsız topluma doğru taşımaya kalkıştı. Merkezileşmiş en büyük mülkiyetin, yani devletin ‘kurtarıcı’ rolünü işçi sınıfı inisiyatifi olarak hâlisane bir niyetle lanse etti. Gerçekte yapılan dev bir kızıl ordu, dev bir bürokrasi ve komünist partisinden oluşan bir cihazın tüm toplumsal zenginliği kendi mülkiyetine geçirmesi olayıdır. Devrim böylesi bir maceraya tarihin bu saatinden sonra kalkışamaz. Kalkışması hâlinde devrimi değil tekerrürü ve komediyi yaşar.”[262]
Çünkü Komün ya da onu ardılı sovyet gerçeği, V. İ. Lenin’in altını çizdiği gibidir.
“İşçi, asker ve köylü vekilleri Sovyetleri Cumhuriyeti, yalnızca demokratik kurumların daha yüksek bir biçimi değildir... Aynı zamanda, sosyalizme en ağrısız geçişi sağlayabilen biricik biçimdir.”
“İnsanlık henüz gelişmedi ve biz henüz işçilerin, tarım emekçilerinin, köylülerin, asker temsilcilerinin sovyetlerinden daha üstün ve daha iyi bir hükümet şekli bilmiyoruz.”
“Sovyetler cumhuriyeti, proletaryanın iktisadi kurtuluşunu ve sosyalizmin tam zaferini olanaklı kılan, uzun zaman aranmış ve sonunda bulunmuş siyasal biçimdir.”
“Tarihin de kanıtladığı gibi ordu, polis ve bürokrasi gibi bütün baskı araçları aynen kaldığı için, parlamenter burjuva cumhuriyetini monarşiye çevirmek oldukça kolaydır. Komün ve Sovyet ise bu araçları parçalar ve onu yok eder.
Parlamenter burjuva cumhuriyeti, kitlelerin bağımsız politik yaşamını sakatlar ve boğar, aşağıdan yukarıya devlet yaşamının demokratik örgütlenmesine doğrudan katılımını engeller. Sovyetler söz konusu olduğunda bunun tersi geçerlidir.”
“Rusya’da proleter devrimi, proletarya diktatörlüğünün temel biçimi olarak Sovyetleri geliştirmiştir...
Sovyetlerde de devrimci sendikalarda da çalışma, proletaryanın partisi, yani Komünist Parti tarafından sürekli ve sistematik olarak yönetilmelidir...
Proletarya diktatörlüğünün başlıca tarihsel biçimi olarak Sovyetlerin belirmesi Komünist Partinin proleter devrimdeki önder rolünü hiçbir biçimde küçültmemektedir...
Sovyetlerin tarihsel rollerini yerine getirebilmeleri için, Sovyetlere ‘uyum sağlamayıp’ onların burjuvazi ve resmi sosyal-demokrasiye ‘uyum sağlamalarını’ da engellemek üzere onlar üzerinde belirleyici bir etki uygulayacak kadar güçlü bir Komünist Partisinin varlığı, Sovyetleri bu komünist fraksiyon aracılığıyla yönlendirmeleri aksine gereklidir.”
Aynı konuda Antonio Gramsci de şunları söyler: “İşçiler en iyi ve bilinçli yoldaşları arasından seçilen geniş delege meclisleri toplamaya hemen girişmelidirler; bunu, ‘fabrikalardaki tüm iktidar fabrika komitelerine!’ sloganı ile bu sloganı tamamlayan ‘tüm devlet iktidarı işçi ve köylü konseylerine!’ sloganıyla gerçekleştirmelidirler.
Böylelikle, parti ve semt kulüplerinde örgütlenmiş olan komünistlere somut, devrimci propaganda için uçsuz bucaksız bir alan açılmaktadır. Partinin kentteki seksiyonlarıyla uyum içinde olarak kulüpler, kendi alanlarındaki işçi sınıfı güçlerine ilişkin bir araştırma yapmak ve işyeri delegeleri semt konseyinin merkezi, semt içindeki tüm proleter güçleri toplayan ve koordine eden merkez hâlini almak zorundadır. Seçim sistemleri, fabrikaların büyüklüğüne bağlı olarak değişiklik gösterebilir; ne olursa olsun amaç, kategorilere ayrılmış bulunan (tıpkı İngiliz fabrikalarında olduğu gibi) her onbeş işçi için bir delege seçmek ve bir dizi seçim yoluyla, emeğin her görünümünü (kol işçileri, memurlar, teknisyenler) temsil eden bir fabrika delegeleri komitesine ulaşmaktır. Mahalle komitesi işçilerin yaşadığı semtte oturan başka emekçi kategorilerinin delegelerini de içine almaya çalışmalıdır: Garsonlar, arabacılar, tramvay memurları, demiryolu işçileri, çöpçüler, hizmetçiler, satıcılar, vb.
Mahalle komitesi, aynı semtte oturan tüm emekçi sınıfın ifadesi olmalıdır. Güçle desteklenen, kendiliğinden verilmiş bir disiplini uygulayabilecek ve bütün semtte çalışmanın durması emrini hemen verebilecek yetkili ve yasal (meşru) bir ifade olmalıdır.
Mahalle komiteleri, Sosyalist Parti ile zanaat federasyonlarının denetimi ve disiplini altında bulunan kent komiserliklerine doğru gelişmelidir.
Böyle bir işçi demokrasisi sistemi (bu örgütleri karşılayan köylü örgütleri tarafından tamamlanan bir sistem), kitlelere kalıcı bir disiplin ve yapı sağlayacak, idari ve siyasal deneyin harika bir okulu olacak, en son bireyine kadar kitleleri kucaklayacak ve kitlelerin kendisini, eğer bozguna uğrayıp tutsak edilmek istemiyorsa, sağlam bir birliğe gerek duyan savaş alanındaki bir ordu gibi düşünmeye alıştıracaklar.
Her fabrika, onbaşılarıyla, haberleşme hizmetleriyle, subaylarıyla, genelkurmayıyla bu ordunun bir ya da daha çok alayını oluşturacaktır; söz konusu bu iktidarların tümü de özgür seçimlerle saptanmıştır, otoriter bir tarzda zorla kabul ettirilmemiştir. En bilinçli öğelerin sürdürdüğü aralıksız ikna ve propaganda çalışması sayesinde, fabrikayı içine alan mitinglerle, işçilerin psikolojisinde köklü bir dönüşüm gerçekleştirilecek; kitle, iktidarın uygulanmasına da iktidarı üstlenmeye de daha hazırlıklı duruma getirilecek, emekçinin ve yoldaşın hak ve ödevlerine ilişkin bir bilinç yaygınlaştırılacaktır; bu bilinç tarihsel ve canlı deneyden kendiliğinden doğduğu için etkili ve somut olacaktır.
Daha önce de söylediğimiz gibi, hızla yazılan bu satırlar düşünmeye ve eyleme itmeyi amaçlıyor yalnızca. Sorunun her yanı geniş ve derin bir açımlamayı, açıklamaları, tutarlı biçimde geliştirmeyi ve tamamlamaları gerektirir. Ama sosyalist yaşamın sorunlarının somut, eksiksiz çözümü ancak komünist pratik tarafından sağlanabilir: Bilinçleri yakınlık duygusuyla birleştirip, eylemli coşkuyla doldurup değiştiren ortak tartışma ile sağlanabilir ancak. Gerçeği dile getirmek, gerçeğe hep birlikte ulaşmak, komünist ve devrimci eylemde bulunmaktır. ‘Proletarya diktatörlüğü’ formülü yalnızca bir formül olmaktan çıkmalıdır, devrimci bir lafazanlık gösterisinde bulunma fırsatı olmaktan çıkmalıdır. Amacı isteyen, araçlarını da istemelidir. Proletarya diktatörlüğü, yeni bir devletin, proleter devletin kuruluşudur; ezilen sınıfın kurumsal deneylerinin akacağı işçi sınıfı ve köylülüğün toplumsal yaşamının örgütlenmesinin genel ve sağlam bir sistem hâlini alacağı yeni bir devletin kuruluşudur. Böyle bir devlet birdenbire yaratılamaz: Rusyalı Bolşevik komünistler ‘tüm iktidar Sovyetlere!’ sloganını yaymak ve somutlamak için (üstelik Sovyetler 1905’ten beri Rus işçileri tarafından tanınıyordu!) sekiz ay çalıştılar. İtalyan komünistler Rus deneyinden yararlanmalı ve hem zaman hem de güçten tasarruf etmelidirler. Yeniden kurma çalışması öylesine zaman ve çaba gerektirecek ki, her bir günümüz ve her bir eylemimiz bu çalışmaya ayrılabilmelidir.”[263]
16) GEÇİŞ, KURULUŞ, PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ
Ekim Devrimi’nde (geçiş, kuruluş, proletarya diktatörlüğü evresi bağlamında) iktidarın devrim yoluyla ele geçirilmesi, bir “son” değil, “başlangıç”tı.
Bu başlangıç hakkında V. İ. Lenin, “Halkın engin çoğunluğu için demokrasi ve sömürücüler için zor aracılığıyla baskı, yani demokrasinin dışına atılmak; kapitalizmden komünizme geçiş sırasında demokrasinin uğradığı değişiklik, işte böyle bir değişikliktir,”[264] vurgusuyla şunu diyordu:
“Sosyalizmle komünizm arasındaki bilimsel fark ise açıktır. Genellikle sosyalizm olarak nitelenen şeyi Marx, komünist toplumun ‘ilk’ ya da alt aşaması diye adlandırıyordu. Üretim araçları ortak mülkiyet hâline geldiği ölçüde, ‘komünizm’ sözcüğü buraya da uygun düşer, fakat bunun tam komünizm olmadığı unutulmadıkça. Marx’ın açıklamalarının büyük önemi, burada da, komünizmi kapitalizmden gelişen bir şey olarak değerlendirerek, diyalektik materyalizmi, gelişim öğretisini tutarlılıkla uygulamasında yatmaktadır. Skolastik olarak icat edilmiş, ‘uyduruk’ tanımlar ve (sosyalizmin ne olduğu, komünizmin ne olduğu üzerine) yararsız laf cambazlıkları yerine Marx, komünizmin ekonomik olgunluğunun basamakları olarak nitelenebilecek şeyin bir tahlilini yapıyor. İlk aşamasında, ilk basamağında komünizm henüz tamamen olgun olamaz, kapitalizmin geleneklerinden ya da izlerinden tamamen kurtulmuş olamaz. Komünizmin ilk aşaması sırasında ‘burjuva hukukunun dar ufkunun korunması gibi ilginç bir olgu bununla açıklanır. Tüketim maddelerinin paylaşımı alanında burjuva hukuku elbette ki burjuva devletini ön şart koşar, çünkü hukuk, hukuk normlarına uymayı zorlayacak durumda olan bir aygıt olmadan bir hiçtir. Yani, komünizm altında (sosyalizmde) yalnızca burjuva hukukun değil, burjuvazinin olmadığı burjuva devletin bile varlığını belli bir süre koruması sonucu çıkar!”[265]
Geçiş eş zamanlı bir kuruluş evresiyken; “Önemli olan, kapitalistlerin malına el koyma bile değil de, kapitalistler ve destekçileri olabilecek olanlar üzerinde ülke çapında, herkesi kucaklayan işçi denetimi olacak.”[266] diyen V. İ. Lenin ardı ardına sıralıyordu:
“Bir devlete ihtiyacımız vardır. Fakat burjuvazinin, anayasal monarşilerinden en demokratik cumhuriyetlerine kadar her yerde yaratmış olduğu gibisine değil. Ve Paris Komünü’nün öğrettiklerini, Marx ve Engels’in vermiş oldukları açımlamayı unutmuş olan, kokuşma yolundaki eski sosyalist partilerden Kautskist’lerden ve oportünistlerden bizi ayıran da budur.
Bir devlete ihtiyacımız var, fakat, burjuvaziye gereken gibisinden değil ve polis, ordu ve bürokrasi (devlet memurları) gibi iktidar organlarının halktan kopmuş, halka karşı olduğu bir devlete değil. Bütün burjuva devrimleri bu devlet makinesini mükemmeleştirmekten, onu bir partinin ellerinden diğerinin ellerine geçirmekten başka bir şey yapmadılar.
Proletarya, eğer şu anki devrimin fetihlerini koruyup savunmak ve önde gitmek, barışı, ekmeği ve özgürlüğü fethetmek istiyorsa, Marx’ın deyimiyle bu ‘tamamen bitmiş’ devlet makinesini ‘yıkmalı’ ve onun yerine, polisi, orduyu ve devlet memurlarını silahlı halkın bütünü ile kaynaştırarak, başka birini koymalıdır. 1871 Paris Komünü ve 1905 Rus devrimi deneyince gösterilen yolu izleyerek, proletarya, bizzat devlet iktidarı ve organlarını doğrudan doğruya ellerine almaları ve bu iktidarın kurumlarını bizzat kurmaları amacıyla halkın bütün yoksul ve sömürülen unsurlarını örgütleyip silahlandırmalıdır.”[267]
“Kapitalistin kapı dışarı edildiği ya da gerçek anlamda bir işçi denetimi sayesinde elinin kolunun bağlandığı her fabrika, sömürücü toprak sahibinin hakkından gelinip topraklarına el konulduğu her köy, ancak bundan sonra çalışan insanın yeteneklerini ortaya koyabileceği, göğsünü dimdik gerebileceği ve insan olduğunun farkına varacağı alanlar hâline gelecektir… ‘Alelâde insanların’, ‘alelade işçilerin’ ve yoksul köylülerin, sosyalist devrimin üzerlerine yıktığı büyük, dünya tarihi açısından gerçekten kahramanca örgütsel görevleri başarmasını olanaksız görüyorlar. Kapitalistlere ve kapitalist devlete uşaklık etmeye alışmış olanlar ‘bizsiz yapamazsınz’ diyorlar. Yalnızca ‘üst sınıflar’ın, yalnızca zenginlerin, yalnızca zengin okullarına gidenlerin devleti yönetebileceği… yolundaki o köhnemiş, saçma, vahşi ve tiksindirici önyargıyı ne pahasına olursa olsun yerle bir etmeliyiz.”[268]
“Eski devlet mekanizmasını devraldık ve bu bizim şanssızlığımızdı. Çok sık bu mekanizma bize karşı çalışıyor. 1917’de, iktidarı aldıktan sonra, hükümet görevlileri bizi sabote ettiler. Bu bizi çok korkuttu ve ‘Lütfen geri gelin’ diye yalvardık. Hepsi geri geldiler, ama bu bizim şanssızlığımızdı. Şimdi, koca bir hükümet çalışanları ordumuz var, ama onlar üzerinde gerçek denetim uygulayacak yeterince eğitimli güçlerimiz eksik. Pratikte, sıklıkla olan, siyasi iktidarı gerçekleştirdiğimiz burada, tepede, makinenin bir şekilde işlemesi; ama aşağıda hükümet çalışanlarının keyfi denetimi var ve bunu sıklıkla bizim önlemlerimizi tersine çevirecek bir biçimde kullanıyorlar. Tepede, tam olarak bilmiyorum, ama her hâlükarda sanıyorum en fazla birkaç bin, dışarıda da on binlerce kendi insanımız var. Ama aşağıda, çardan ve burjuva toplumundan aldığımız ve kısmen kasıtlı, kısmen bilmeden bize karşı çalışan yüz binlerce görevli var. Bu konuda hemen bir gecede bir şey yapılamayacağı açık. Mekanizmayı iyileştirmek, yeniden biçimlendirmek ve yeni güçleri katmak için yıllarca ağır çalışma gerekecek. Bunu bayağı hızlı, belki de aşırı hızlı yapıyoruz. Sovyet okulları ve İşçi Fakülteleri oluşturuldu; birkaç yüz bin genç insan öğrenim görüyor; belki çok hızlı eğitim görüyorlar, ama her hâlükarda, bir başlangıç yapıldı ve sanırım bu çalışma meyvesini verecek. Eğer aşırı acele çalışmazsak, birkaç yıl içinde devlet aygıtımızı bütünüyle elden geçirmeye yetenekli, büyük bir genç insanlar topluluğumuz olacak.”[269]
“Kapitalistler devrildiğinde, silahlı işçilerin demir yumruğuyla bu sömürücülerin direnişi kırıldığında, modern devletin bürokratik mekanizması parçalandığında, önümüzde ‘asalaklar’dan kurtarılmış teknik açıdan mükemmel bir mekanizma buluruz. Birleşmiş işçiler bu mekanizmayı, teknisyenleri, gözetimcileri, muhasebecileri işe alarak ve onların hepsine işlerini genelde tüm ‘devlet’ memurları gibi işçi ücreti karşılığında yaptırarak pekâlâ işletebilir.”[270]
Aynı konuda yine Antonio Gramsci de, ‘Devletin Ele Geçirilmesi (1919)’ başlıklı yazısında şunları dillendiriyordu:
“Rusya, Macaristan ve Almanya’nın devrimci deneyimlerinden sonra, sosyalist devletin kapitalist devletin kurumları içinde cisimleşemeyeceğine, ama proletaryanın tarihine oranla değilse bile, kapitalist devletin kurumlarına oranla temelde yeni bir yaratım olduğuna kesinlikle inanmış durumdayız. Kapitalist devletin kurumları serbest rekabete hizmet etmek amacıyla örgütlenmişlerdir. Öyleyse bu kurumların etkinliklerini başka bir yöne çevirmek için personellerini değiştirmek yetersizdir. Sosyalist devlet henüz komünizm, yani dayanışma temelindeki bir ekonomik görenek ve bir pratiğin yerleştirilmesi değildir. Sosyalist devlet, özel mülkiyeti, sınıfları, ulusal ekonomileri ortadan kaldırarak rekabeti de ortadan kaldırma görevine sahip olan geçiş devletidir; bu görev, parlamenter demokrasi ile yerine getirilemez. ‘Devletin ele geçirilişi formülünü işte şöyle anlamak gerekir: Proleter sınıfın birleşmeden edindiği deneyden doğan yeni tip bir devletin yaratılışı ve parlamenter demokratik devletin yerinin bu yeni devlet tarafından alınması.
Böylece başlangıç noktamıza geri dönmüş oluyoruz. Günümüzden önceki dönemin proleter ve sosyalist hareketinin kurumlarının özerk bir biçimde değil de, kapitalizmin egemen yasalarına bağımlı olan insan toplumunun genel biçimlenişinin sonuçları olarak geliştiklerini söyledik. (…) Kapitalist yoğunlaşma, dünya çapında üretim ve mübadele tekeli yaratarak, gelişmesinin hiçbir zaman ulaşamadığı en yüksek noktasına erişti. Proleter kitlelerin buna denk düşen yoğunlaşması devrimci proleter sınıfa görülmedik bir güç kazandırdı.
Hareketin geleneksel kurumları (sendikalar, ulusal parlamentolar gibi), devrimci yaşamın böylesine gelişmesini kucaklayamaz oldular. Hareketin bu geleneksel kurumları, biçimleri de, bilinçli tarihsel sürece katılan güçleri disipline sokmak gereğine uygun olmaktan çıktı. Ölmediler, serbest rekabete bağlı olarak doğdukları için, rekabetin her türlü izi ortadan kalkıncaya kadar, partiler ve sınıflar tümüyle ortadan kalkıncaya kadar, ulus çapındaki proletarya diktatörlükleri Komünist Enternasyonal bağrında kaynaşıncaya kadar varlıklarını sürdürmelidirler. Ama, bu kurumların yanında, yeni tip kurumlar da ortaya çıkıp gelişmelidir; bu devlet kurumları, parlamenter demokratik devletin özel ve kamusal kurumlarının yerini alacaktır. Bu kurumlar, yönetim işlevlerinde ve sınai iktidarın uygulanmasında kapitalistin yerini alacak ve fabrika içinde üreticinin özerkliğini yaratacaktır; bunlar bir fabrika içindeki çeşitli sektörleri birbirine bağlayıp, temel ekonomik birimi oluşturan, tarım sanayinin çeşitli etkinliklerini birbirine bağlayan karmaşık mübadele ve üretim ilişkileri sistemine içkin tüm işlevlerin yönetimini üstlenebilecek kurumlardır; bunlar hem yatay hem de dikey düzlemlerde kendilerini oluşturarak, özel mülk sahiplerinin engelleyici ve asalak zorbalığından kurtulan ulusal ve uluslararası ekonominin uyumlu yapısı hâlini alacak olan kurumlardır.
Batı Avrupa proletaryası içindeki devrimci itki ve coşku hiçbir zaman bu kadar ateşli olmamıştı. Ne var ki bizce, ulaşılacak hedefe ilişkin kesin ve açık bir bilince, günümüzde böyle bir hedefe ulaşmaya uyarlı araçlara ilişkin aynı ölçüde kesin ve açık bir bilinç eşlik etmiyor. Proleter devletin bir işçi, köylü ve asker konseyleri bütünü ile cisimlendiği inancı kitleler içinde kök salmıştır artık. Ama bu devletin yaratılışını nesnel olarak sağlayabilecek bir taktik anlayış henüz oluşmamış durumdadır. İşte bu nedenle, geniş kitlelerin bilincine kök salmış, geniş kitlelerin disiplinini ve sürekli bağlılığını elde etmiş bütün olarak işçi sınıfı ve köylülüğe çok zengin gelişme imkânları ve dinamizm kazandıracak bir proleter kurumlar ağını daha şimdiden yaratmak gerekir. Elbette, proleter örgütlerin bugünkü koşullarında, devrimci nitelikte bir kitle hareketi gelişirse, bunun yalnızca, demokratik devletin tümüyle biçimsel bir düzenlenmesini getireceği Millet Meclisinin iktidarını (bir kurucu meclis aracılığıyla) güçlendireceği ve anti-komünist sosyalistlerin iktidara gelmesi sonucunu vereceği açıktır.
Alman ve Avusturya deneyi bize bir şeyler öğretmelidir. Demokratik devletin ve kapitalist sınıfın güçleri hâlâ son derece büyüktür; kapitalizmin özellikle uşakları ve hizmetçileri sayesinde, hâlâ varlığını sürdürdüğü ve böyle bir türün tohumunun kuşkusuz ortadan kalkmadığını kendimizden saklamamalıyız.
Kısacası, proleter devletin yaratılması bir büyücünün işi değildir: Bir oluştur, bir gelişim sürecidir. Örgütlenme ve propaganda alanlarında bir hazırlık çalışmasını gerektirir. Fabrikalarda var olan proleter kurumlara daha çok güç ve daha büyük bir gelişme kazandırmak gerekir; bu kurumların benzerlerini köylerde de oluşturmak gerekir; bu kurumları oluşturan kişilerin, kurumlara yüklenilen devrimci görevin bilincine sahip komünistler olmasını sağlamak gerekir. Yoksa, tüm coşkumuz, emekçi kitlelerin tüm inancı, devrimin, yeni bir kendini beğenmişler, düzenbazlar ve sorumsuzlar parlamentosu ile sonuçlanmasını, proleter devletin doğuşu için, daha büyük, yeni fedakârlıkların gerekli hâle gelmesini engellemeye yetmeyecektir.”[271]
Evet geçiş, kuruluş evresiyle Ekim Devrimi; Karl Marx’ın, “Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz”;[272] Friedrich Engels’in de, “Proletarya devlete ihtiyaç duyduğu sürece, onu özgürlük için değil, hasımlarını baskı altında tutmak için kullanacaktır ve özgürlükten bahsedebileceği gün, devlet artık devlet olmaktan çıkacaktır,” diye tarif ettikleri proletarya diktatörlüğünün bizatihi kendisiydi.
Ulusal Konvansiyon’daki konuşmasında (1794) Maximilien Robespierre’in, “Devrim devleti, özgürlüğün tiranlığa karşı despotizmidir,” diye tarif ettiği ve hatta Emil Michel Cioran’a, “Bütün devrimler tiranlara karşı oldu ama hiçbiri tiranlığa karşı olmadı,” dedirterek kimilerine çok korkutucu gelen proletarya diktatörlüğü deyince, onun sınıflar mücadelesinin kaçınılmazlığı olması yanında, örgütleyici işlevi gözden kaçırılır.
Marksizm-Leninizm açısından diktatörlük kavramı, bir siyasal yönetim biçimini değil, sınıf egemenliğini anlatır. O hâlde proletarya diktatörlüğünde toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçi sınıflara dönük bir baskı ve zorbalık söz konusu olamazken; proletarya diktatörlüğü belirli bir “tarihsel dönem”e, devrimci geçiş dönemine aittir ki, V. İ. Lenin’de bu gerçeği şöyle açıklar:
“Karl Marx’ın öğretisinin özü, sınıflar savaşımıdır. Durmadan söylenen ve durmadan yazılan şey, budur. Ama, bu doğru değildir. Ve Marksizmin oportünist çarpıtmaları, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir duruma getirmeye yönelen çarpıtmalar, kolayca bu yanlışlıktan kaynaklanırlar. Çünkü sınıflar savaşımı öğretisi Marx tarafından değil, ama Marx’tan önce burjuvazi tarafından ortaya konmuştur; ve bu öğreti, genel olarak, burjuvazi için kabul edilebilir bir öğretidir. Yalnızca sınıflar savaşımını kabul eden biri, bunu kabul ettiği için bir Marksist değildir; henüz burjuva düşüncesinin, burjuva politikasının çerçevesinden çıkmamış biri olabilir. Marksizmi sınıflar savaşımı öğretisine indirgemek, onun kolunu kanadını kırpmak, bozmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir şeye indirgemek demektir. Aslında, sınıflar savaşımının kabulünü, proletarya diktatoryasının kabulüne dek genişleten kişi bir Marksisttir ancak.”[273]
“Proletarya diktatörlüğünü, bu Latince, bilimsel, tarihi-felsefi terimi daha basit bir dile çevirirsek, şu demektir: Sadece belirli bir sınıf, yani kent işçileri ve genelde fabrika işçileri, sanayi işçileri, tüm emekçi ve sömürülen kitleyi, kapitalist boyunduruğu alaşağı etme mücadelesinde, bizzat alaşağı etme sürecinde, zaferi koruma ve sağlamlaştırma uğruna mücadelede, yeni, sosyalist toplumsal düzeni yaratmada, sınıfları tamamen ortadan kaldırma uğruna tüm mücadelede sevk ve idare edebilecek durumdadır.”[274]
“Proletarya hem sömürücülerin direnişini bastırmak hem de toplumun ezici çoğunluğuna (köylülere, küçük burjuvaziye ve yarı-proleterlere) sosyalist ekonominin örgütlenmesi görevinde önderlik etmek için devlet iktidarına, merkeziyetçi bir zor aygıtına, bir şiddet örgütüne ihtiyaç duyar.”[275]
“Proletarya diktatörlüğü sınıflar savaşımının sonu değildir; onun yeni biçimler altında sürmesidir. Proletarya diktatörlüğü, yenilmiş, ama direnmeyi bırakmak şöyle dursun, direncini daha da yoğunlaştırmış, yokolmamış, ortadan kalkmamış burjuvaziye karşı siyasal iktidarı eline geçirmiş bulunan proletaryanın sınıf savaşımıdır. Proletarya diktatörlüğü, emekçilerin öncüsü proletarya ile, proleter olmayan birçok emekçi katmanlar (küçük-burjuvazi, küçük patronlar, köylüler, aydınlar, vb.), ya da bu katmanların çoğunluğu arasındaki, sermayeye karşı yöneltilmiş, sermayenin tamamen devrilmesini, burjuvazinin direncinin ve restorasyon girişimlerinin tamamen ezilmesini, sosyalizmin kuruluşunu ve kesin olarak pekişmesini amaçlayan özel bir sınıf ittifakı biçimidir. Özel koşullar içinde, yani amansız bir iç savaş koşullarında oluşan özel türde bir ittifaktır bu; sosyalizmin gözüpek yandaşlarının, kararsız, bazan da ‘yansız’ (o zaman ittifak savaşım için bir anlaşma olmaktan çıkar, bir yansızlık anlaşması durumuna gelir) müttefikleri ile ittifakı, iktisadi, siyasal, toplumsal ve ideolojik bakımlardan farklı sınıflar arasında bir ittifaktır bu.”
“Biz sadece bir devlette değil, aynı zamanda bir devletler sisteminde yaşıyoruz ve emperyalist devletlerin yanında Sovyet Cumhuriyeti’nin varlığı uzun vadede düşünülemezdir. Sonunda ya biri ya öteki zafer kazanacaktır. Ama bu son gelene dek, Sovyet Cumhuriyeti ile burjuva devletleri arasında bir dizi korkunç çatışmalar kaçınılmazdır. Bu demektir ki, egemen sınıf, proletarya, egemen olmak istiyorsa ve olacaksa, bunu askeri örgütüyle de kanıtlamak zorundadır. İnsanlığı kapitalist boyunduruktan, burjuva demokrasisinin, zenginler için demokrasinin yalan, düzen ve ikiyüzlülüğünden kurtarmaya ve yoksullar için demokrasiyi kurmaya, yalnızca proletarya diktatörlüğü yeteneklidir.”
“Burjuva yazarlar, kapitalistlerin ve kapitalist düzenin rekabet, özel girişimcilik ve diğer harika erdemlerine ve meziyetlerine methiye düzmek için dağlar kadar kağıt tükettiler ve hâlâ da tüketiyorlar. Sosyalistler bu erdemlerin önemini anlamamak ve ‘insanın doğasını hesaba katmayı istememekle’ suçlanıyorlar. Gerçekte ise kapitalizm, rekabetin girişimciliği, enerjiyi ve cesur inisiyatifi az çok büyük boyutlarda geliştirebildiği bağımsız küçük meta üretiminin yerine çoktan, büyük ve çok büyük çaplı fabrika üretimini, anonim şirketleri, satış kartellerini ve başka tekelleri koydu. Böyle bir kapitalizm altında rekabet, halk kitlesinin, halkın dev çoğunluğunun, emekçilerin yüzde doksan dokuzunun girişimciliğinin, enerjisinin, cesur inisiyatifinin görülmemiş bir vahşetle ezilmesi demektir, ayrıca yarışmanın yerine sosyal merdivenin üst basamaklarında mali dolandırıcılık, despotizm ve uşaklığın konması demektir.”[276]
“İleri doğru gelişim, yani komünizme doğru gelişim proletarya diktatörlüğünden geçer ve başka türlüsü de mümkün değildir, zira kapitalist direnişi başka hiç kimse tarafından ya da başka hiçbir yolla kırılamaz.”[277]
“Devlet, özel bir zor (cebir) örgütüdür: Belirli bir sınıfı bastırmak için kullanılan bir şiddet örgütüdür. Peki, proletarya hangi sınıfı bastırmak zorundadır?
Elbette yalnızca sömürücüler sınıfı, yani burjuvaziyi. Emekçilerin devlete yalnızca sömürücülerin direnişini bastırmak için ihtiyacı vardır ve ancak proletarya bu baskıyı yönlendirip hayata geçirebilir.
Zira proletarya, sonuna kadar devrimci olan ve burjuvaziyi iktidardan tamamen kovmak için girişilen mücadelede bütün emekçileri ve bütün sömürülenleri birleştirebilecek yegâne sınıftır.”[278]
“Proletarya diktatörlüğü altında, milyonlarca köylüyü ve küçük üreticiyi, yüz binlerce hizmetliyi, memuru, burjuva aydınlarını yeniden eğitmek ve onların hepsini proletarya devletine ve proletaryanın önderliğine tabi kılmak, onlardaki burjuva alışkanlık ve geleneklerin üstesinden gelmek gerekecektir.”
“Ezilen sınıfın, proletaryanın diktatörlüğü olmadıkça sınıfların ortadan kaldırılması imkânsızdır.”
“Bilimsel olarak diktatörlük kavramı, hiç bir şey ile sınırlanmamış olan, hiç bir yasayla, kesinlikle hiç bir kuralla engellenmemiş olan, doğrudan doğruya şiddete dayanan iktidardan başka bir anlama gelmez.”
“Biz burjuvaziye şöyle diyoruz: Siz sömürücüler ve ikiyüzlüler, ezilen kitlelerin politikaya atılımını önlemek için adım başı binlerce engel dikerken, aynı zamanda demokrasiden söz ediyorsunuz! Sözünüzü senet kabul ediyor ve bu kitlelerin çıkarı doğrultusunda, kitleleri devrime, siz sömürücüleri devirmeye hazırlamak için sizin burjuva demokrasinizin genişletilmesini talep ediyoruz. Ve eğer siz sömürücüler proleter devrimimize karşı çıkacak olursanız, sizi acımasızca bastıracak, haklarımızı elinizden alacağız, evet dahası var, size ekmek vermeyeceğiz.”
“Menşevikler ve Sosyalist-Devrimciler, proletarya sınıfsızlaştığı için proletarya diktatörlüğünün görevlerini terk etmemiz gerektiği bağırtılarıyla bizi sağır ettiler. Bunu 1917’den beri bağırıyorlar ve şaşırtıcı olan, 1921’e kadar bunu bağırmaktan yorulmadılar. Ama biz bu saldırıları duyduğumuz zaman, sınıfsızlaşma olmadığını, arızalar olmadığını söylemiyoruz. Söylediğimiz, Rus ve uluslararası gerçeklikler öyle ki, proletarya, sınıfsızlaştığı bir dönemden geçmek zorunda olmasına ve bu sakatlıkları çekmek zorunda olmasına rağmen, yine de siyasi iktidarı kazanma ve elinde tutma görevini yerine getirebilir.”[279]
“Sosyalizme geçişte proletarya diktatörlüğü kaçınılmaz, ama bütün sanayi işçilerini içine alan bir örgüt tarafından gerçekleştirilmez... Parti... proletaryanın öncüsünü emer ve bu öncü proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirir... Proletaryanın diktatörlüğü o sınıfın bütününü kucaklayan bir örgütle gerçekleştirilemez... Bütün proletaryayı içine alan bir örgütlenme proletarya diktatörlüğünü doğrudan gerçekleştiremez. O yalnızca sınıfın devrimci enerjisini emen bir öncü tarafından gerçekleştirilebilir... Proletarya diktatörlüğü kitlesel bir proleter örgüt tarafından gerçekleştirilemez.”[280]
17) SORU(N)LAR
Ekim Devrimi’nin dünya sahnesine çıkardığı büyük kopuş (değişim) bir hamlelik değildi; olmazdı da. Çünkü çok önceleri Karl Marx, “Yalnızca var olan ilkeleri değiştirmek için değil, ama aynı zamanda kendi kendinizi değiştirmek, siyasal iktidarı sürdürecek yeteneğe sahip olabilmek için, on beş, yirmi, elli yıl süren iç savaşlar ve uluslararası savaşlardan geçeceksiniz,”[281] diye uyarmıştı.
Sosyalizmin Birinci Büyük Dalgası geri çekildi; siz isterseniz “Yenildi” deyin!
“İdeolojiler öldü!”, “Tarihin sonu geldi!” diye haykıranlar unutulmasın:[282] Ortada ne bir “Son” ne de “Ölen”…
Sosyalizm ölmedi; Faisal Darraj’ın anlayışsızlığına karşın[283] yenilen bir uygulamaydı/ pratikti; Friedrich Engels’in 1847’de kaleme aldığı ‘Komünizmin İlkeleri’nde ifade ettiği üzere, dünya devriminin sürdürülememesiydi.
Evet XX. yüzyıldaki reel sosyalist sektörel ülkeler topluluğu deneyimi, bir zafer ile bir başarısızlığın iç içe geçtiği tarihtir. Başarı, insanlık tarihinde ilk defa ezilen sınıfların siyasi iktidarı ele geçirmesi, toplumsal yaşamın tüm alanlarını emekçilerin umut ve beklentileri yönünde topyekûn dönüştürmeye yönelmesi ile ortaya çıkan büyük tarihsel atılımdır.
Söz konusu atılımdan yalnızca devrim yapan toplumlar değil, kapitalizm altında yaşayan toplumlar da çok şey kazanmış; sosyalizmi kuran halklar eğitim, sağlık, sanat, bilim ve sporda, bugün dahi özlemi çekilen büyük kazanımları yaratırken, kapitalist toplumların emekçileri de kendini stratejik olarak bir “sosyal devlet”e dönüştürmek zorunda kalan kapitalizmden anlamlı tavizler koparmayı başarabilmiştir.
Bu açıdan, “sosyal devlet” veya “refah toplumu” gibi kavramların kapitalizmin içsel dinamiğinin bir sonucu değil, bizzat sosyalist sistemin varlığının dayattığı bir zorunluluk olduğu çöküşe doğru ve çöküşten sonra ortaya çıkmış, sosyal devletin kazanımları tüm metropollerde geri alınmaya başlamıştır.
Yaşadığımız dünyadaki tek kutupluluğun üçüncü dünyada yol açtığı yıkımı da bu resme eklersek, sosyalizmin çöküşünün yarattığı boşluğun yalnız eski sosyalist ülke halklarında değil, kapitalist metropollerde ve üçüncü dünyada da dolaylı ve dolaysız hissedildiğini söyleyebiliriz.
Dolayısıyla, sosyalizm deneyinin gerçek “başarı”sı ve insanlığa kattığı değerin gerçek boyutu, tamı tamına şu anda hissedilen ve özlenen bu “boşluk”un boyutlarıdır.
Deneyimdeki başarısızlık, öz itibariyle, sosyalizm adına kurulan iktidarların başlangıç iddialarından giderek uzaklaşması; özellikle toplumsal katılım, siyasi özgürlükler, ekonomik refah alanında mevcut olan ve giderek koşullarla açıklanabilir olmaktan çıkan yetersizliğin bu rejimlerin kitleler nezdindeki meşruiyetini kemirmesidir.[284]
Bu tabloda reel sosyalist sektörel ülkeler topluluğu deneyiminden çıkarılacak derslerle Paris Komünü’nden Ekim Devrimi’ne uzanan birikimin devrimci praksisiyle, tarihin sahnesine XXI. yüzyılda da Sosyalizmin İkinci Büyük Dalgası çıkacaktır.
Sosyalizmin Birinci Büyük Dalgası’ndan ikinci için “felaket teorileri” üretmenin bir anlamı olmasa da; kimileri (özellikle de neo-liberal solcular, post-modernler, post-Marksist iktidarsızlar) -Louis Althusser’in uyarılarına karşın![285]- böyle sonuçlar çıkartmaktan geri durmuyorlar!
Örneğin 1931 yılında “Marksizm bugün, tarihsel ve teorik bir krizin tam ortasındadır. Bu, basitçe Marksist hareketin içindeki bir kriz değil, bizzat Marksizm’in krizidir,”[286] “keramet”inde bulunan Karl Korsch; 1950 yılında daha da ileri giderek, “Marx ve Engels’in öğretisinin ne ölçüde teorik olarak makbul ve pratik olarak uygulanabilir olduğunu sormanın bugün için bir anlamı yoktur,”[287] diyebiliyordu!
Sadece bu kadar değil; o günlerden bugünlere…
Mesela “Devlet ve sosyalizm yan yana gelemeyecek iki kavramdır,”[288] diyenler; “devlet ve iktidarla karşılıklı rızaya dayanan bir uzlaşmaya varma, bu temelde devlet ve iktidarı tanıma”ya[289] dayalı olarak önerilen “demokratik konfederalizm” tahayyülü, devletin -sosyalizmle yan yana gelemeyecekken-, demokrasi ve özgürlükle yan yana gelebileceğini varsaymaktadır! Devletin, kavram olarak, neden sosyalizmle yan yana gelemediği ama demokrasi ve özgürlüklerle, üstelikte kendisinden “özerk” olarak işleyen demokrasi ve özgürlüklerle yan yana gelebildiği anlaşılmaz olarak kalmaktadır![290]
“Bu kurama (sınıf mücadelesi kuramı-y.n) göre toplumsal sorunların çözülmesi gerekirken tersi bir sonuç gerçekleşmiştir. 1917 Ekim Devrimi ve ardı sıra gelişen işçi mücadeleleri ve ulusal kurtuluş hareketleriyle yer kürenin üçte birinde sosyalizmin inşa edilmesi gerçekleşmeye başladı. Ancak 1990’lara gelindiğinde tam bir çözülme ve dağılma yaşandı. Proletarya diktatörlüğü iktidarı altında adına sosyalist devlet denen reel sosyalizm çözülüp dağıldığında açığa çıktı ki, devlet küçülüp etkisizleşmesi gerekirken; tersine hemen her şeyi yönetimi altına alan, şiştikçe şişen, aşırı obez bir devlete dönüştü. Sonuçta patlayıp infilak etti... XX. yüzyıl boyunca insanlığın umudu hâline gelen ve halkların uğruna büyük mücadeleler verdiği, büyük kahramanlıkla sergilediği sosyalist devlet tezi böylece çökmüş oluyordu.”[291]
Karl Marx’a yöneltilen “siyasal iktidarı… çözümlemeden soyut ekonomi-politik analizlerle kapitali kavramlaştırmak, sürekli bilince taşımak, bilerek veya iyi niyetle yöntem hatasına düşmek ve kapitalist paradigmaya kurban gitmek”[292] suçlamasının gereği, tabii ki onun yolundan yürümemek ve yaptığını tekrarlamayıp, devleti çözümlemek yerine politik ekonomi analizleriyle uğraşmaktan uzak durmaktır. O nedenle, kapitalizmle sosyalizm, politik ekonomi ve yasaları bakımından ister farklı olsun ister olmasınlar, önem taşımamaktadır -istedikleri gibi olabilirler! Önemli olanın devlet, temel çelişmenin de “devletli toplumla demokratik toplum arasında” olduğuna inanılarak, kapitalizmmiş ya da sosyalizmmiş, ayırt edilmelerinin önem taşımaması ve bunun doğal sayılması, kafa karışıklığına ve konuya ilişkin değişik görüşlerin bir arada savunulabilmesine yol açmaktadır. Örnek verilecek olursak; Abdullah Öcalan’ın, sosyalizm kavrayışını ya da sosyalizme dair “iddiaları” şöyledir:
ABDULLAH ÖCALAN’IN SATIRLARINDA MARKSİZM-LENİNİZM’E YAKLAŞIM
|
“Devlet ilk defa rahip-kral olarak örgütlenmektedir. Ekonomi ilk defa devlet sosyalizmi olarak devletle iç içe örgütlendirilip denetim altına alınmaktadır.”[293]
|
“Zafer elde edildi. Fakat 70 yıl sonra anlaşıldı ki, kapitalizmin en çapulcu biçimi ‘Batı Avrupa kapitalizmi onun yanında adeta yedi suyla yıkanmıştır’ kurulmuştur. Kapitalizmin en totaliter, antidemokratik biçimi söz konusudur. Bu olgunun altında devlet anlayışı yatmaktadır.”[294]
|
“Aslında reel sosyalizm, sosyal demokrasi, ulusal kurtuluş, liberalizm ve muhafazakârlığa kapitalizmin en büyük mezhepleri gözüyle bakmak daha gerçekçi bakış açısı sağlar.”[295]
|
“Marksizm gibi en iddialı ekoller bile sınırlı çözüm katkıları yanında özellikle adına hareket ettikleri ezilen ve sömürülenler dünyasını yeni bir dogma ve siyaset anlayışına bağlayıp hâkim toplumsal sistemin bir yedeği kılmaktan öteye rol oynayamamıştır.”[296]
|
“Marx’ın kapitalizmi çözmek veya ondan kurtulmak isteyen önde gelen bir kişilik olduğundan veya olmak istediğinden kuşku duyulamaz. Ama Marx’ın görüşlerinden esinlenen muazzam boyutlardaki toplumsal değişim hareketlerinin kapitalizmin hizmetçiliğini aşamadıkları genel olarak kabul gören bir görüştür. Bu anlamda aptal bir Marksist mürit olmayacağım açıktır.”[297]
|
“Kapital’in yeni bir totem hizmeti gördüğü, işçilerin pek işine yaramadığı yüz elli yıllık teorik-pratik deneyimle yüzlerce kez doğrulanmıştır.”[298]
|
“Marksizmin en önemli eksikliklerinden biri de bu çatışmaya dar sınıf eksenli bakmasıdır… Somut çatışma toplumsal gövdeler arasında olur: Devlet toplumuyla demokratik toplumlar arasında. Dar sınıf bakış açısının sonuçları bilinmektedir… Uygarlıksız sınıf mücadelesi olmaz. Tek uygarlık içinde iki sınıfın mücadelesi tezinin ne kadar vahim bir hata olduğu Sovyet deneyiminde açıkça görüldü. Avrupa devlet uygarlığının kalıpları kırılamadığı için özgün bir Sovyet uygarlığı oluşturulamadı.”[299]
|
“Avrupa uygarlığı gibi içinde çok güçlü demokratik değerleri barındıran bir uygarlığı sanki iki sınıfın (işçi-kapitalist) ortak uygarlığıymış gibi yansıtmak da içinde birçok yanlış anlamlar barındırır. Tek bir Avrupa uygarlığı yerine demokratik ve kapitalist Avrupa ayrımı daha öğretici olabilir. Günümüzdeki AB, bu iki uygarlık arasında geliştirilmeye çalışılan bir uzlaşmış uygarlıklar Avrupa’sıdır… Avrupa’nın katı devlet uygarlığını çok güçlü demokratik geleneklerle, mantık ve hukuk gibi yumuşak güçlerle dengeleme zorunluluğu, devletli uygarlığın son dönemine ilişkin tanımlamamıza uygun düşmektedir.”[300]
|
“Demokrasi devleti yıkmaz; reel sosyalizm gibi ancak daha yeni bir devletin yolunu açabilir. Demokrasinin temel işlevi böylelikle ortaya çıkar. Devleti sınırlayarak, küçülterek, toplum üzerindeki ahtapot misali kollarını kırparak ancak eşitlik ve özgürlük olanaklarını artırabilir… Demokrasili devletlerde de şüphesiz devletin biçiminde önemli değişimler ortaya çıkar. Giderek toplumun ‘genel güvelik’ ve ortak yarar alanları olarak ‘kamusal alan’ dışında tüm gereksiz kurum ve kurallarını terk etmek zorunda kalır. Özellikle AB ülkelerinde geç ve çok yavaş da olsa, farkına varılan ve uygulanan bu tarz bir devlet ve demokrasi uygulamasıdır. Bir nevi tüm insanlık adına devlet ve demokrasi konusunda özeleştiri yapmaktadır.”[301]
|
“Doğru, iyi ve güzel olanın toplumun ancak ahlâki ve politik niteliğini tam sağlayan, bunun için demokratik siyasetle yürüyen bir demokratik konfederal sistem olduğu gerçeği öngörülmemiştir. Özgür, eşit ve demokratik toplumun iktidar ve devlet aygıtlarıyla oluşturulamayacağını, tersine bu aygıtlarla çeliştiğini görememişler; her ikisinin ancak birbirlerinin varlığını kabul temeline dayanan ilkeli bir barışla bir arada yaşayabileceklerinin teori ve pratiğini geliştirememişlerdir. Temel paradigma, devrim-iktidar-sosyalizm olarak öngörülünce, sonuçta devlet kapitalizminden başka bir şey oluşmayacağına şaşırmamak gerekir.”[302]
|
“Marx, Lenin ve Mao, kapitalizmle boğuşurken samimiydiler. Hatta kapitalizme karşı sosyalizmi kurduklarına da inançları tamdı. Fakat çok geçmeden ortaya çıkan sonuç, kurdukları yapının kapitalizmden pek farklı olmadığını gösterdi.”[303]
|
“Paris Komünü iyi bir başlangıçtı, ancak iyi anlaşılmadı. Başarılı olsaydı Marx’ın istediği sosyalizm oluşabilirdi. Ancak sonraları sosyalizmin ancak devletin yardımıyla kurulabileceğini savunan bir sosyalizm anlayışı oluştu.”[304]
|
“Temel paradigma, devrim-iktidar-sosyalizm olarak öngörülünce, sonuçta devlet kapitalizminden başka bir şey oluşmayacağına şaşırmamak gerekir. Reel sosyalizmin devlet kapitalizmiyle sonuçlanmasının diğer bir anlamı sınıf temelleriyle ilgilidir.”[305]
|
“Daha Marx ve Engels döneminde işçi sınıfı için temel mücadele çerçevesinin Alman merkezi ulus devleti olarak benimsenmesi tüm yanlışlıkların anası olmuştur… Marksizm’in yüz elli yıllık öyküsü bu hatanın kurbanı olma öyküsüdür. Sovyetler deneyimi ve günümüz Çin’i bunun en kanıtlayıcı örnekleridir. Rusya’da daha 1920’ye varmadan Sovyetlerin demokratik yapısı sona erdirilmiştir. Geriye ulus-devlet modeliyle tek ülkede sosyalist inşa yolu kalmıştır… Ortaya çıkan, modern ‘Firavun Sosyalizmi’dir. Demokratik modernite akıllara gelmemiş, daha doğrusu engellenmiştir. O demokrasi de yine düşük doğum hâlinde 1990’lardan sonra gündeme gelecektir… SSCB örneği Sovyet deneyiminin sosyalist olmadığını, demokratik uygarlığı esas almayan bir sosyalizmin gerçekleşemeyeceğini en çarpıcı biçimde sunan tarihsel bir deneyimdir.”[306]
|
“Karl Marx… önerdiği teorik-pratik modelin kapitalist hegemonyacılığı beslediğinin farkında bile olmadı. Marksizm’den kaynaklanan reel sosyalizmin en son örneği olan Çin pratiğinin ABD hegemon kapitalizminin en güçlü dayanağı durumuna düşmesi bu farkında olamamayla yakından bağlantılıdır.”[307]
|
“Özellikle Bernstein’in demokrasi, Lenin ve Stalin’in devlet ve ulusal sorun konusundaki burjuva liberal yaklaşımları, bilimsel sosyalizm tarihindeki en büyük sapma ve yanlışlıkları teşkil etmiştir. Sadece sapmaya düşülmemiş, yanlışlıklar yapılmamış, temel doğruların yerine reel sosyalizm olarak inşa edilmişlerdir.”[308]
|
“Bilimsel sosyalizmin ve reel sosyalist uygulamanın sonunu getiren, daha doğrusu içten çözülmesinin temel nedenlerinden başta geleni, aşırı merkezileştirilmiş, bürokrasiye dayanan güçlü ulus-devlet modelidir.”[309]
|
Bu tür “görüşler”in ardında özellikle Murray Bookchin esinli yeni-solcu, post-Marksist yanılgılar yatmaktadır.
Neo-liberalizm, 1990’ların başlarında SSCB ile Reel Sosyalist Sektörel Ülkeler Topluluğu’nun likidasyonuyla devreye giren “küreselleşme” sloganı üzerinden ilan edilen “YDD” ile öne çık(artıl)an radikal demokrasiyle, “tarihin sonu” söylenceleri arasında bağıntı vardır.
Hatırlanır: ABD’li Francis Fukuyama tarafından gündeme getirilen “tarihin sonu” tezi, Marksizm’in ilkel dönem dışında “bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir” tezine de gönderme yapıyor, işçi sınıfını temsil eden sistem -sosyalizm- yıkıldığına göre tarihin sonunun da geldiği, dolayısıyla liberalizmin artık evrensel geçerliliği olan tek sistem hâline geldiğini iddia ediyordu.
Ancak “radikal demokrasi” kapsamında değerlendirilebilecek görüş ve akımların birbirinden farklı birçok yaklaşımı olduğu söylenebilirse de; bunların ortak paydası olan ve politik çıkmaz/açmazlarının nedenini oluşturan iki temel varsayımdan söz edilebilir.
Birincisi, emek-sermaye çelişkisinin kapitalist sistemi/ üretim biçimini belirleyen temel çelişki olduğunun reddedilmesidir. Bu reddiyenin mantıksal sonucu elbette sınıf merkezli politik mücadeleden vazgeçilmesi ve sınıfın yerine başka “özne”lerin geçirilmesidir.
Radikal demokrasi kuramcılarına göre Marksizm’in emek-sermaye çelişkisinin sistemin temel çelişkisi olduğu tezi, bugün artık geçerliliğini yitirmiş indirgemeci, ekonomik belirlenimci bir tezdir. Bu iddianın mantıksal sonucu Marksizm-Leninizm’in sınıf mücadelesini temel alan mücadele anlayışının da geçersizleşmesidir. Dolayısıyla burada karşımıza sistemin hangi özne-öznelerle ve nasıl ‘dönüştürüleceği’ sorusu/sorunu çıkmaktadır.
Radikal demokrasinin kuramcılarından Ernesto Laclau’ya göre dönüştürücü özne “söylem”, yani kişinin kendini tanımladığı “kimlik”tir ki, sınıf da bugün kimlik siyasetinin önemsiz hâle gelmiş bir türünden başka bir şey değildir.[310]
Murray Bookchin[311] ve Immanuel Wallerstein’a[312] göre de ırk, cinsiyet, etnik köken gibi çelişkilerin “ikincil” olduğu tezi geçersizleşmiş ve “sınıf mücadelesinin yerine bu özneleri de kapsayan daha incelikli ve kapsayıcı bir kavram olan ‘hiyerarşi’ almıştır.”
Antonio Negri’ye göreyse, sınıfın yerini iktidarın dışında olmasıyla tanımlanan “çokluk” almıştır.[313] Zapatista’ları XXI. yüzyılın devrimci mücadelesinin sembolü olarak gören John Holloway de, Antonio Negri’ye benzer bir biçimde, özne olarak “eyleyen (iktidara karşı çıkan) insan”ı koyar.[314]
Radikal demokrasi kuramı ile ilgili söylenebilecek ilk şey, bu kuramın sosyalizmin tarihinin en büyük saldırısı ile karşı karşıya kaldığı sınıf hareketinin yenilgi yıllarında ortaya çıkan bir kuram(-lar topluluğu) olmasıdır. Bu dönemde kimlik siyasetinin (ekolojik, ırk-etnisite, cinsel, dinsel vb) öne çıkmış olması, sınıf mücadelesine dair reddiyelerin (sınıf mücadelesinin geçersizleştiği, önemini kaybettiği iddiasının) tartışılmaz doğrular olarak sunulmasını kolaylaştırmıştır.
Kaldı ki Marksist-Leninistler; etnik, cinsel, ekolojik vb. çelişkilerin/ sorunların önemini hiçbir zaman yadsımazlar. Karşı çıktıkları bu çelişki/ sorunların sınıf çelişkisinin üstünün örtülmesinin bir dayanağı hâline getirilip; bu zeminde sınıf mücadelesine dayanan devrim ve iktidar fikrinin reddedilmesidir.
İkinci olarak, radikal demokrat yazarların/ ideologların Marksizm’in emek-sermaye çelişkisinin kapitalist sistemi belirleyen temel çelişme olduğu önermesinin reddinden çıkardıkları sonuç kapitalist sistemin proleter devrimle/ işçi sınıfı iktidarı ile yıkılabileceği fikrinin artık geçerliliğini yitirmiş bir önerme olduğudur. Başka bir deyişle eğer işçi sınıfı (proletarya) sistemin temel çelişkisini çözebilecek “özne” olmaktan çıkmışsa artık işçi sınıfı devrimi/ iktidarı da geçerliliğini yitirmiştir. O nedenle radikal demokrat ideologlar proleter devrimi, yani Murray Bookchin’in deyimiyle “devlet gücünü ele geçirmeye yönelik geleneksel sosyalist görüşü reddet”mekte[315] ve “Dünyayı iktidar olmadan değiştirme”yi[316] savunmaktadır.
Ancak V. İ. Lenin’in deyimiyle, “Her devrimin temel sorunu iktidar”ken; sistemi “dönüştürme” arayışlarının güncel pratiği ortadadır! Eğer proletarya devrimi/ iktidarını reddediyorsanız; varacağınız yer ya Zapatistalar gibi sınırları kapitalist sistemce belirlenmiş bir “otonomi” ya da SYRIZA örneğinde olduğu gibi AB burjuvazisi ile “uzlaşma” olmaktadır.
Özetle işçi sınıfı iktidarının reddine dayanan “kurtuluş” ve sistemi “dönüştürme” arayışlarının başarısızlıkları ortadayken; radikal demokratların geçmişte yaşanan sorunların nedeni olarak sosyalist iktidarı göstermeleri temel açmazlarıdır.
Ancak ne ve nasıl olursa olsun; dünden bugüne tüm bunlar; birbirinin nafile tekrarlarının ötesine geç(e)miyor(lar)!
18) KURTULUŞ, ÖZGÜRLÜK, KOMÜNİZM
“Komünizm, proletaryanın kurtuluş koşullarının öğretisidir,”[317] diyen Friedrich Engels yanında; Karl Marx da şunların altını çizer:
“Komünizm, bizce oluşturulması gereken bir durum, gerçekliğin kendisini uydurmak zorunda olduğu bir ideal değildir. Günümüzdeki durumu ortadan kaldıran gerçek hareketi komünizm olarak adlandırıyoruz. Bu hareketin koşulları, bugün mevcut öncüllerden doğmaktadır.”[318]
“İşçi sınıfı, kendi gelişim hareketi içinde, eski uygar toplumun yerine, sınıfları ve onların uzlaşmaz karşıtlıklarını dıştalayacak bir birlik koyacaktır ve bu anlamıyla, siyasal iktidar diye bir şey artık kalmayacaktır, çünkü siyasal iktidar, uygar toplumdaki uzlaşmaz karşıtlığın resmi dışavurumundan başka bir şey değildir.”[319]
“Komünistler, Stirner’in uzun uzadıya yaptığı gibi ahlâk vaazı vermezler. İnsanlara, birbirinizi sevin, egoist olmayın vb türden ahlâki talepler dayatmazlar; tersine onlar, egoizmin tıpkı fedakârlık gibi belirli koşullar altında bireylerin kendilerini başarıyla var etmesinin zorunlu bir biçimi olduğunu çok iyi bilirler. Dolayısıyla komünistlerin kesinlikle, Aziz Max’ın sandığı gibi... ‘genel’, fedakâr insan uğruna ‘özel birey’i ortadan kaldırmak gibi bir niyetleri yoktur. Komünizm bu karşıtlığın varoluş biçiminin maddi olarak yok edilmesidir. Bunun ortadan kalkmasıyla, birliği ile birlikte söz konusu çelişki de ortadan kalkacaktır.”[320]
“Komünizm kimseyi toplumun ürünlerini mülk edinme gücünden yoksun bırakmaz; yaptığı tek şey, onu, böyle bir mülk edinme aracılığıyla, başkalarının emeğini boyunduruk altına alma gücünden yoksun bırakmaktır.”[321]
Yani komünizmin özü üretim araçlarının özel mülkiyetini ortadan kaldırmak ve bütün toplumun ortak mülkiyetine dönüştürmektir.
Komünizm sınıfsal bölünmelere son verir ve ücretli emek sistemini ortadan kaldırır. Böylece pazar, metaların değişimi ve para ortadan kaybolur. Kâr için üretim yerine insanların ihtiyaçlarını karşılamak ve herkese daha çok refah getirirken; “Herkesten yeteneğine göre herkese ihtiyacı kadar,” komünizmin özeti olur.
Bu hâlde yani “Toplum ‘herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre’ kuralını benimsediğinde, devlet bütünü ile ortadan çekilebilecektir. Bir başka deyişle, insanlar, toplumsal ilişkilerin temel kurallarına iyiden iyiye uyduğu, emeğin üretkenliğinin ulaştığı düzey sonucunda insanlar yetenekleri ölçüsünde gönüllü olarak çalışmaya koştuğu zaman, bu gerçekleşecektir. İnsanları bir Shylock Katılığı ile kimin kimden daha fazla çalıştığını, birinin ötekinden daha az alıp almadığını izlemeye zorlayan ‘burjuva yasallığının dar ufku’ ancak o zaman gerilerde kalacaktır. Yine bu koşullarda, ürünlerin dağıtımını, tek tek herkesin alacağı ürün miktarını belirleyici anlamda bir topluma gereksinim kalmayacaktır; herkes serbestçe ‘ihtiyaçlarının karşılığını’ alacaktır,”[322] vurgusuyla V. İ. Lenin konuyu şöyle açar:[323]
“Son olarak, yalnızca komünizmde devlet tümüyle gereksiz hâle gelecektir, zira artık baskı altında tutulacak hiç kimse-bir sınıf anlamında, toplumun belirli bir kesimine karşı sistematik mücadele anlamında ‘hiç kimse’ yoktur.
Biz ütopyacı değiliz ve tek tek kişilerin aşırılıklar (ahlâksızlıklar vs.) yapmasının mümkün ve kaçınılmaz olduğunu, ya da bu tür aşırılıkların önüne geçmek gerektiğini hiçbir şekilde reddetmiyoruz.
Ne var ki, her şeyden önce bunun için özel bir mekanizmaya, özel bir baskı aygıtına ihtiyaç yoktur; bu görev, medeni bir grup insanın bugünkü toplumda bile kavga edenleri ayırması ya da bir kadınım taciz edilmesini engellemesi kadar basit ve kolay bir şekilde, silahlı halkın kendisi tarafından yerine getirilecektir.
İkincisi, biliyoruz ki toplumsal kuralların çiğnenmesi anlamına gelen aşırılıkların temel toplumsal sebebi halkın sömürülmesi, yokluk ve sefalet içinde olmasıdır.
Bu temel sebebin ortadan kaldırılmasıyla birlikte, aşırılıklar da kaçınılmaz olarak sönümlenmeye (yok olmaya) başlayacaktır.
Bunun ne kadar hızlı ya da hangi sırayla olacağını bilmiyoruz. Nitekim bu aşırılıklar sönümlenip gitmesiyle birlikte devlet de sönümlenip gidecektir.”[324]
Bu nedenle komünizm, insan(lık)ın özgürlüğü ve kurtuluşudur.
Eugène Varlin’in, “Bir insanın başka bir insanı çalıştırması gibi bir şey sürdükçe, özgürlük olmayacaktır”; Malcolm X.’in, “Eğer onun için ölmeye hazır değilseniz, özgürlük kelimesini lugatınızdan çıkarın,” notunu düştüğü meseleye ilişkin olarak Marksizm’in etik boyut özgürlükle doğrudan ilişkiliyken;[325] 5 Mayıs 1818’de, “Ne zaman özgül bir özgürlük sorgulanıyorsa özgürlük bir bütün olarak sorgulanıyor demektir,” diyen Karl Marx hepimize hatırlatır:
“Başkalarını özgürleştirebilmek için, önce kendimizi özgürleştirmeliyiz.”[326]
“Özgürlük mızraklarla ve baltalarla kazanılır; sümsükçe dilenmeler ve yararsız sızlanmalarla değil!”
“Hiç kimse özgürlüğe karşı savaşmaz; en fazla, başkalarının özgürlüğüne karşı savaşır.”
“Bugünkü toplum koşullarında serbest ticaret nedir? Sermayenin özgürlüğü! Sermayenin özgür gelişmesini hâlâ sınırlayan (mevcut) birkaç engeli yıkarsanız, böylece onun faaliyetini tamamen zincirlerinden kurtarmış olursunuz… Beyler, soyut kavram özgürlükten etkilenmeyin. Kimin özgürlüğü? Bu, tekil bir bireyin başka bir birey karşısındaki özgürlüğü değildir. Bu, sermayenin, işçiyi ezmesi için özgürlüktür.”
“Özgürlük; köleler için değil, köle olduğunu bilenler içindir.”[327]
“Bir kimsenin özgür olarak gelişmesi, herkesin özgür olarak gelişmesinin şartıdır.”[328]
Bunlara ek olarak: “… ‘Özgürlük’ gösterişli bir kelimedir; fakat özgür ticaret adı altında en acımasız savaşlar gerçekleşmiştir. ‘Özgür iş’ adı altında köpek gibi çalışanlar soyulmuştur. ‘Eleştiri özgürlüğü’ terimi de aynı kalıtımsal yanlışlıkla yoğrulmuştur. İleri seviyedeki bilime sahip olduklarına gerçekten inananlar, yeni fikirlerin eskiyle yan yana varlığını sürdürmesi için özgürlük talep etmezlerdi, bunun yerine yenilerin eskilerin yerini almasını talep ederlerdi,’ uyarısıyla V. İ. Lenin de aynı konuda şunları der:
‘Özgürlük, eşitlik, demokrasi üzerine genel laflar gerçekte, meta üretimi ilişkilerinin şekillendirdiği kavramların körü körüne tekrarıyla eşanlamlıdır. Bu genel lafların yardımıyla proletarya diktatörlüğünün somut görevlerini çözmek istemek, tüm çizgi boyunca burjuvazinin teorik, ilkesel pozisyonuna geçmek demektir. Proletaryanın bakış açısından sorun yalnızca şöyle konabilir:
Hangi sınıfın baskıdan kurtuluşu?
Hangi sınıfın hangi sınıfla eşitliği?
Özel mülkiyet zemininde demokrasi mi yoksa özel mülkiyeti ortadan kaldırma için mücadele temelinde demokrasi mi?”[329]
“Kapitalistlerin özgürlük tanımı her zaman zenginler için yiyecekten patlamak ve işçiler için açlıktan ölmek özgürlüğü biçiminde olmuştur.”[330]
“Ezenlere karşı savaşım, kapitalistlere karşı savaşım, vurgunculara, kulaklara karşı savaşım! Bu bizim savaşım sloganımızdır, bu bizim proleter gerçekliğimizdir, sermayeye karşı savaşımın gerçekliğidir, genel özgürlük ve eşitlikle, herkes için özgürlük ve eşitlikle ilgili yaltakçı, ikiyüzlü kulağı okşayan boş sözleri sermaye dünyasının yüzüne vurduğumuz gerçekliktir.”
“Kahrolsun çirkin yalanlar! Ezilen bir cins var oldukça, ezilen bir sınıf var oldukça, sermayede, hisse senetlerinde özel mülkiyet var oldukça, tahıl fazlalarıyla açları uşaklaştıran toklar var oldukça, herkes için özgürlükten ve eşitlikten söz eden yalancılar kahrolsun. Herkes için özgürlük değil, herkes için eşitlik değil, tersine, ezenlere ve sömürenlere karşı, ezme ve sömürme olanağının ortadan kaldırılması için savaşım. Sloganımız budur! Ezilen cins için özgürlük ve eşitlik! İşçiler için, çalışan köylüler için özgürlük ve eşitlik!”[331]
Bunun için “Ezilen sınıfın kurtuluşu, sadece şiddete dayalı devrim olmadan değil bilakis egemen sınıf tarafından yaratılan devlet iktidarı yok edilmeden de olanaksızdır,” diyen V. İ. Lenin’in uyarısına Friedrich Engels de ekler:
“Emekçi insanlığını, ancak burjuvaziye nefret ve isyanla kurtarabilir. Yaşamın tüm koşullarına karşı çıkma dışında ona insanlığın gereğini yapabileceği hiç bir alan bırakılmadığına göre, çok doğaldır ki, en insanca, en soylu, en sempatiye değer olabileceği olan bu karşı çıkıştır.”[332]
19) NİHAYET
Diyeceklerimizin özeti: İnsan(lık)a, yani kolektif proletaryaya yeni(lenmiş) Ekim’ler gerek; yoksa felaket!
“İddia”ya göre post-modernizm, hem düşünce tarzı hem de sosyal hayatı düzenleme aracı olarak ideolojinin sonunu ifade eder.[333]
Post-modernizm, her şeyin sonunun geldiği düşüncesi ifade ediyor. Francis Fukuyama, ‘Tarihin Sonu’ başlıklı yapıtında, insanlık tarihini ideolojik evriminin sonuna ulaşmış ve liberal demokrasi insanlık tarihinin son ve değişmeyecek yönetim biçimi olduğunu öne sürdü.[334]
Her şeyin “güllük gülüstanlık” olacağı “iddia”sındaki liberalizm, sınıfsal sömürüyü, eşitsizliği, baskıyı ortadan kaldırmadığı gibi, daha da ağırlaştırırken; tarih de hâlâ devam etmektedir; hem de felaket eşiğindeki ekolojik soru(n)larla…
Özetle tablo giderek ağırlaşırken; sürdürülemez kapitalizmin yarattığı “özgürlükler”(?!) tablosunun hiç de “iddia”(?!) edildiği gibi olmadığı ortaya çıkıyor!
‘BM Ticaret ve Kalkınma Konferansı’ raporlarına göre 1965’te dünyanın en zengin yüzde 20’sinin geliri, en yoksul yüzde 20’nin 30 katıydı. 2000’li yılların başında bu iki kesim arasındaki gelir uçurumu 60 kata çıktı. Dünya nüfusunun gelişmiş ülkelerde yaşayan yüzde 15’i toplam zenginliğin yüzde 80’ine sahipken, dünya nüfusunun yüzde 56’sını oluşturan düşük gelirli ülkeler bu zenginliğin sadece yüzde 5’ine sahiptir.
Dünya Bankası’nın 2000’li yılların başında yayımladığı ‘Yoksullukla Mücadele’ raporuna göre, dünyada 1.3 milyar insan günlük 1 dolar gelirin altında ve 2.8 milyar insan da 2 dolar gelirin altında bir gelirle yaşamını sürdürmeye çalışmaktadır.[335]
UNICEF’in raporuna göre 2016 yılında dünyada hergün henüz 5 yaşına girmemiş 15 bin çocuk yaşamını yitirdi.[336]
‘Uluslararası Gıda Politikaları Araştırma Enstitüsü’, çoğu Afrika ve Güney Asya’da bulunan 29 ülkede açlık düzeyinin alarm verdiğine dikkat çekti.[337]
Dünya Sağlık Örgütü açıklamalarına göre, yoksullar şişmanlıyor;[338] obezite, çocuklar ve gençler arasında 42 yılda 10 kat arttı.[339]
BM’nin açıkladığı ‘2017 Dünya Açlık Endeksi’ne göre, dünyada 815 milyon kişi aç. Eşitsizliğe bir örnek olarak Hindistan’da çok fazla sayıda milyarder bulunmasına rağmen, yaklaşık 200 milyon kişinin açlık çektiği belirtildi.[340]
‘Uluslararası Çalışma Örgütü’ (ILO) verilerine göre 2005’te dünyada 192 milyon işsiz bulunmaktaydı; öte yandan esnek, güvencesiz çalıştırma nedeniyle “yoksulluk sınırı”nın altında bir ücretle çalışanların sayısı da 550-600 milyon kişiye ulaşmıştı. Bu durumun en açık göstergesi işgücünün ürün maliyeti içindeki oranıdır. ILO verilerine göre Avrupa’da 1970’lerde ürünlerin maliyetinde işgücü yüzde 55’lik bir orana sahipken günümüzde bu oran yüzde 11-12’lere gerilemiş, yani sömürü kat be kat artmıştır.
OECD ülkelerinde 1970’lerde yüzde 35-40’larda olan sendikal örgütlülük 2000’de yüzde 20.2’ye ve 2012’de ise, yüzde 15.6’ya gerilemiştir. Bu tablonun diğer yüzünde enformel (kayıt dışı) çalışmanın yüzde 40’lara varması ve dünyada yasadışı göçmen işçi, mülteci veya sığınmacı sayısının 100 milyona (dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 2’si) ulaşması yer alıyor.[341]
Liberalizmin temel ilkesi olarak kabul edilen “serbest rekabet”, uluslararası tekellerin dünya ekonomisine hükmettiği günümüz koşullarında içi boş bir slogan olmaktan öteye geçmez. Dünyanın en büyük 200 şirketi neo-liberal dönemde dört kat büyüyerek dünya ekonomisinin dörtte birini denetimleri altına alırken bünyeleri altında çalıştırdıkları işgücü sayısını da yüzde 25 azaltmışlardır.[342]
2013 verilerine göre dünyada yaklaşık 800 milyon insanın temiz içme suyundan yoksun olması ve dünyadaki evsiz sayısının 100 milyonu aşması bu tabloyu tamamlamaktadır.[343]
28 AB ülkesi, mülteci akını karşısında çaresiz durumda. AB sınır koruma ajansı ‘Frontex’in raporuna göre, 2014 yılında AB ülkelerine gelen mülteci sayısı 282 bin.[344]
‘Deutsche Welle Türkçe’deki verilere göre, savaş ve şiddet olaylarının yaşandığı kriz bölgelerinden kaçanların sayısı 2016’da rekor seviyeye ulaştı. UNHCR, 2016 sonunda kendi ülkesi içinde ya da ülke sınırları dışına kaçan toplam 65 milyon 600 bin kişinin evini terk etmek zorunda kaldığını belirtti. Buna göre her dakika 20 kişi sığınmacı konumuna düşüyor.
UNHCR, dünya genelinde uluslararası hukuka göre ülkesini terk etmek zorunda kalmış mülteci konumundakilerin sayısını 22.5 milyon olarak veriyor. Savaş ve şiddet nedeniyle kendi ülkesi içinde başka bir yere göç etmek zorunda bırakılanların sayısıysa 40 milyon 300 bin. Başka bir ülkeye resmi iltica başvurusunda bulunanların sayısı da 2 milyon 800 bin.[345]
‘Amerikan Kanser Derneği’ tarafından yayınlanan rapora göre 2012 yılında dünya genelinde 3.5 milyonu kadın, 8 milyon kişi, kanserden yaşamını yitirdi.. ‘The Lancet’te yayınlanan diğer rapora göre ise, yıllık ortalama 1.7 milyon kadına meme kanseri teşhisi konulduğu ve bu sayının 2030’a kadar yılda 3.2 milyona ulaşacağı uyarısı yapıldı. Rapora göre, rahim kanseri teşhislerinin ise en az yüzde 25 artarak 2030’a kadar yılda 700 bini geçeceği vurgulandı. Her iki rapora göre her 10 rahim kanseri vakasından 9’u Afrika, Güney ve Orta Amerika, Güneydoğu Asya ve Doğu Avrupa ülkelerinde görülüyor. Yine meme kanserine yakalanan kadınlar arasında iyileşme oranı Almanya, Fransa ve ABD gibi ülkelerde yüzde 80 iken, Güney Afrika veya Hindistan’da bu oran yüzde 50’ye kadar düşüyor. Ayrıca kanser vakalarının yüzde 60 yoksul ülkelerde görülürken, bu ülkeler radyo terapi araçlarının ise sadece yüzde 32’sine sahip.[346]
Bu vahşet tablosunda Carl Schmitt’in sözleriyle, “… ‘-Meli/malı’ kipi kudretsizdir. Doğru olan, hükmünü de icra eder ve gerçekte var olmayan bir ‘olması gereken’ hakiki değildir.”
Artık, yapmak, gerçekleştirmek zamanıdır; 100 yaşındaki Ekim Devrimi’nin hepimize anımsattığı budur.
Çünkü “Başkası için servet üreten basit bir makine” hâline getirilmiş “bir yük hayvanından daha beter” olan işçiler, Ekim Devrimi ile iktidarı ele alarak başka bir yaşamın mümkün kanıtladılar ki, bu günümüzde de hâlâ mümkündür.
Çünkü 1917-2017’ye geçen yüzyılda sürdürülemez kapitalizm, hâlâ da içinden çıkamadığı krizle yüzleşmektedir. Ücretli kölelik sisteminin krizleri esasta aynıdır.
Bu hâl; Ekim Devrimi’nin temel ilkeleriyle müsemma çözümü, güncelliği karşımızda dikiyor.
“İyi de reel sosyalizm yıkılmadı mı?” diyenlere hatırlatalım:
İnce Memed ağayı öldürmeye gittiğinde, “Beni öldürmen neye yarar, bir ağa gider, yerine başka biri gelir,” demişti ağa.
“Olsun,” diye karşılık vermişti İnce Memed, “Benim yerime de başka bir İnce Memed gelir.”
23 Ekim 2017 09:56:22, İstanbul.
N O T L A R
[1] 28 Ekim 2017 tarihinde HDK’nın Mersin’de düzenlediği ‘Ekim Devrimi’nin 100. Yılı’ panelinde yapılan konuşma… 19 Kasım 2017 tarihinde Kaldıraç’ın Ankara’da ‘Ekim Devrimi’nin 100. Yılında Devrim Hayati Bir İhtiyaçtır!’ başlığıyla düzenlediği etkinlikte yapılan konuşma…
[2] Nâzım Hikmet, “Rubailer”.
[3] Eric Hobsbawm, Kısa Yirminci Yüzyıl, Çev: Yavuz Alogan, Everest Yay., 2006.
[4] “Zalimlik, ödlekliğin dikte ettiği yasaların karakteristik bir özelliğidir, şu nedenle ki, ödleklik ancak zalimleşebildiği zaman harekete geçebilir. Özel çıkar her zaman ödlektir, zira kalbi, ruhu, daima koparıp alınabilecek ve hasar görebilecek dışsal bir nesnedir; kalbini ve ruhunu kaybetme tehlikesi kimi ürpertmez ki?” (Karl Marx, Genç Düşünceler (1838-1845), der: Önder Kulak, NotaBene Yay., 2013, s.153.)
[5] “Bir nesil, bilginin cezalandırıldığı ve cehaletin saadet olduğunu öğrenerek yetişiyor. Bir sonraki nesil, cahil olduklarını bile bilmeyecek; çünkü bilginin ne olduğunu bilmeyecekler.” (Ursula K. Le Guin, Sesler, Çev: Çiğdem Erkal, Metis Yay., 2008.)
[6] ‘Omelas’ı Terk Edenler’ Ursula Le Guin’in, “Hatta belki de yoktur böyle bir yer. Ama nereye gittiklerini bilir gibi görünür, Omelas’ı terk edenler,” diye bitirdiği çarpıcı hikayesi (Ursula K. Le Guin, “Omelas’ı Bırakıp Gidenler”, Gülün Günlüğü, Çev: Ümit Altuğ, Ayrıntı Yay., 1992, s.9-15.) “Biz terk edenlerden olmayacağız” gerekliliğinin altını çizer sanki…
[7] Antoine de Saint-Exupéry, Küçük Prens, Çev: Tomris Uyar-Cemal Süreya, Can Yay., 2015.
[8] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu, Çev: N. Solukçu, Sol Yay., 1970.
[9] Güray Öz, “Çürüyen Dünya”, Cumhuriyet, 20 Ağustos 2017, s.6.
[10] “Biraz vicdan, biraz bahar, biraz yağmur, birkaç kitap, az geçmiş, biraz hayal, çokça umut herkese iyi gelir.” (Farid Farjad.)
[11] “Toplumun kalabalıkları ve onlar gibi düşünenler benim kitabımı okumasınlar; hem ben, ona hiç el sürmemelerini alışkanlıklarına uyarak eserimi yanlış anlamalarına yeğ tutarım.” (Karl Marx.)
[12] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.
[13] “İnsanın bilgisi, nasıl ondan bağımsız olarak var olan doğayı (yani, maddenin gelişmesini) yansıtırsa, insanın toplumsal bilgisi (yani onun çeşitli felsefi, dinsel, siyasal vb. görüş ve öğretileri) de, toplumun iktisadi sistemini yansıtır. Siyasal kuruluşlar, iktisadi temele dayanan bir üst yapıdır.” (V. İ. Lenin, Marx-Engels-Marksizm, Çev: Vahap S.Erdoğdu, Sol Yay., 1997.)
[14] “Diyalektik hareket, devrimi ve karşı devrimi aralıksız bir savaşıma sürükler; devrim, karşı devrimi her gün daha azgın, daha girişken yapar; karşı-devrim ise devrimi ilerletir ve devrimi, kendisine gerçekten devrimci bir parti edinmeye zorlar,” der Maurice Thorez…
[15] V. İ. Lenin, Marx-Engels-Marksizm, Çev: Vahap S.Erdoğdu, Sol Yay., 1997, s.139.
[16] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.
[17] “Kapitalizm bilimi olanaklı kıldı; bilim kapitalizmi gereksiz kılar.” (J. D. Bernal, Diyalektik Materyalizm, Bir Eylem Felsefesi, Çev: Tonguç Ok, Evrensel Basım Yay., 2011, s.53.)
[18] “Felsefeyi reddeden kişinin bizzat kendisi bilincinde olmadan felsefe yapar.” (Karl Jaspers.)
[19] “Somuttan soyuta ilerleyen düşünce doğru olması şartıyla ve Kant da diğer tüm filozoflar gibi doğru düşünceden bahseder hakikâtten uzaklaşmaz, bilakis ona yaklaşır. Maddenin soyutlanması, bir doğa yasasının soyutlanması, değerin soyutlanması, vb. kısaca tüm bilimsel doğru, ciddi, saçmalamayan soyutlamalar doğayı çok daha derin, doğru ve tam olarak yansıtırlar. Canlı algıdan soyut düşünceye ve buradan pratiğe: Hakikâti bilmeye, nesnel gerçekliği bilmeye giden diyalektik yol işte budur.” (V. İ. Lenin.)
[20] V. İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm: Gerici Bir Felsefe Üzerine Eleştirel Notlar, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.
[21] Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 4. baskı, s.13.
[22] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, Çev: Arif Gelen, Sol Yay., 1970.
[23] yage, 1970.
[24] Friedrich Engels, Anti-Dühring: Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1966.
[25] V. İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm: Gerici Bir Felsefe Üzerine Eleştirel Notlar, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.
[26] Karl Marx-Friedrich Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt I., Çev: A. Kardam, S.Belli, M. Ardos, K. Somer, Sol Yay., 1976, s.609.
[27] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.
[28] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, Çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.
[29] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.
[30] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.
[31] V. İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm: Gerici Bir Felsefe Üzerine Eleştirel Notlar, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976, s.100-101.
[32] Karl Marx-Friedrich Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt II., Çev: A. Kardam, S.Belli, M. Ardos, K. Somer, Sol Yay., 1977., s.235-236.
[33] “Felsefe din çevrelerini rahatsız eder, bu yüzden din çevreleri felsefeyi dinde eritmek isterler: felsefeyi de kucaklayan bir din onlar için ülküsel yani dural bir dünya için iyidir. Din adamına gözünde felsefe bozguncudur, çünkü düşünce kalıplarına yani dogmalara saldırır. Felsefe dogmacı düşünceyi kendi varlığı için de gelişen dünya için de engel görür, ya dogma ya ben demek ister. Bu yüzden gerçek felsefeler biraz da ölçüsüzlük diyebileceğimiz bir atılganlığı kendilerine uygun görürler. Varsın bazı görüşlerimiz gerçeklikle bağdaşmıyor gibi dursun: filozofluk yürekliliği gerektirir. Korkaktan filozof olmaz. Filozof da bilir birçok görüşünün gelecekte çürütülebilir özellikler taşıdığını, yarın belki de kesin bir biçimde eleştirileceğini. Zaman aşırılıkları ayıklar. Hiçbir felsefe mutlak biçimde bütün yerler ve bütün zamanlar için geçerli olamaz. Önemli olan yürekli olmaktır, görebildiği kadarını görmektir, korkmadan önermektir, bugünden yarına köprüler uzatmaktır. Felsefe yapanlar yanlışa düşmekten korkmazlar, yanlış yapma haklarını kullanırlar. Felsefe adamı yanlış yapmaktan korktuğu sürece felsefe yapamayacağını bilir.” (Afşar Timuçin.)
[34] J. D. Bernal, Marksizm ve Bilim, Çev: Tonguç Ok, Evrensel Yay., 2011.
[35] Namık Kemal’in, “Ey sefalete düşmüş insanlar, gözlerinizi mahşer sabahında mı açacaksınız?”; Ebuzer el-Gifari’nin, “Evinde ekmek olmadığı hâlde, kınından sıyrılmış kılıcıyla başkaldırmayan adama şaşarım,” dedikleri konuda “Karl Marx sefalette tüm soyut merhametlilerin ve daha soyut ütopyacıların gördüğü gibi yalnızca sefalet de görmez, sefaletteki infial etmeni onda gerçekten infiale yol açar ve infialin sebebine karşı etkin bir güce dönüşür. Böylece sefalet, kendi sebebini anladığı anda, bizzat bir devrimci kaldıraç olur,” diye ekler Ernst Bloch…
[36] “Bütün ülkelerde onlarca yıllık deneyimin gösterdiği gibi küçük burjuvazi (…) işçilerin ilk yenilgisinde ya da yarı yenilgisinde paniğe kapılır, aklını kaybeder, sağa sola atılır,” diyen V. İ. Lenin ekler:
“Küçük-burjuva demokrasisi, özellikle önderleri, burjuvazinin kuyruğuna takılır. Küçük-burjuva demokrasisi önderleri, kendi yığınlarını, büyük kapitalistler ile bir uzlaşma olanağı üzerindeki vaatler ve inançlarla avuturlar. İşler iyi gittiğinde, kapitalistlerden, çok kısa bir zaman için ve emekçi yığınların çok küçük bir yüksek katmanı yararına, ufak tefek ödünler koparırlar. Ama, bütün önemli sorunlarda, bütün kesin sorunlarda, küçük-burjuva demokrasisi, her zaman, güçsüz bir uzantısı olduğu burjuvazinin kuyruğuna takılmış ve her zaman mali kralların elleri arasında yumuşak bir alet olmuştur.” (V. İ. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1969.)
[37] Karl Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1967.
[38] “Açıklanması gereken ya da tarihi bir sürecin sonucu olan şey, canlı ve etkin insanın doğa ile metabolik alışverişinin ve dolayısıyla doğayı mülk edinişinin doğal, inorganik koşullarıyla birliği değil, etkin insanla bu insanın varoluşunun koşullarının birbirinden ayrılmasıdır ve bu ayrılış tam anlamıyla ilk kez ücretli emekle sermayenin ilişkisinde kendisini ortaya koymuştur.” (Karl Marx.)
Ayrıca “Para sayesinde benim için olan şey, ödeyebildiğim yani paranın satın alabildiği şey, ben kendimim, para sahibi olan ben. Paranın gücü ne kadar büyükse, benim gücüm de o kadar büyüktür. Paranın nitelikleri benim niteliklerim ve özsel güçlerimdir; onun sahibi olan benim. Ne olduğum ve ne olabileceğim demek ki hiç de benim bireyselliğim tarafından belirlenmemiştir. Ben çirkinim, ama en güzel kadını satın alabilirim. Demek ki ben çirkin değilim, çünkü çirkinliğin etkisi, itici gücü, para tarafından yok edilmiştir. Bireyselliğim bakımından ben kötürümüm, ama para bana yirmi dört ayak sağlar; öyleyse kötürüm değilim; ben kötü, namussuz, vicdansız, kafasız bir insanım, ama para saygındır, öyleyse sahibi de; para en yüksek iyiliktir, öyleyse sahibi de iyidir, para beni ayrıca namussuz olma güçlüğünden de kurtarır; bunun sonucu beni dürüst sayarlar; ben kafasızım ama para her şeyin gerçek tinidir, nasıl olur da sahibi kafasız olabilir? Üstelik para tinsel erk sahibi insanları satın alabilir ve kafa adamları üzerinde erklik sahibi olan kişi, kafa adamından daha tinsel erk sahibi değil midir? Para aracıyla bir insan yüreğinin özlediği her şeyi yapabilen ben, tüm insanal güçlere sahip değil miyim? Öyleyse benim param benim tüm yeteneksizliklerimi kendi karşıtlarına dönüştürmüyor mu?” (Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993, s.208.)
[39] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.
[40] V. İ. Lenin, Felsefe Defterleri, Çev: Attila Tokatlı, Sosyal Yay., 1976.
[41] Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Ecinniler, Çev: Mazlum Beyhan, İş Bankası Kültür Yay., 2012.
[42] “Kişiler hakkında nasıl mı karar vereceksin? Hayatlarına bakarak. Bir insan, yaşadığı hayatın insanıdır. Doğru bulduğumuz fikirleri öyle benimsemiş, öyle içimize sindirmiş olmalıyız ki, bunlar davranışlarımızı biz farkında olmadan dahi etkilemeli, tayin etmeli, yönetmelidir. İnsan nihayet ne kadar sosyalist olmaya devam etse de, bir gün bedeni bu fani dünyaya veda eder, ama işçi sınıfı partileri, işçi sınıfı var oldukça devam eder, gider. Sosyalist doğulmaz, sosyalist yaşanır.” (Behice Boran.)
[43] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1977.
[44] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1967, s.200.
[45] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.
[46] V. İ. Lenin, Seçme Eserler Cilt:2-Bolşevik Parti İçin Mücadele (1900-1904), Çev: İsmail Yarkın, İnter Yay., 1993, s.40.
[47] “Burjuva parlamenter cumhuriyetten krallığa dönüş çok kolaydır (tarih bunu gösterdi), çünkü tüm baskı aygıtı; ordu, polis, bürokrasi olduğu gibi kalır. Komün ve işçi, asker, köylü vekilleri Sovyetleri, bu aygıtı parçalar ve kaldırır.” (V. İ. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1969, s.30.)
[48] “Devletin her zaman tek amacı vardır: Bireyi sınırlamak, kontrol etmek, ona hakim olmak ve onu genel amaca tabi kılmak... Sansürü, denetimi ve polisiyle; devlet tüm serbest faaliyetlere engel olmaya çalışır ve bu baskıyı da kendi görevi olarak algılar, çünkü bu kendini koruma içgüdüsünün bir gereğidir. Devlet kendisininki ile aynı olmadıkça benim kendi düşüncelerimi tam anlamı ile kullanmama ve onları başka insanlara iletmeme izin vermez. Aksi her durumda da beni susturur.” (Max Stirner.)
“Yönetilmek; ne bunu yapacak hakka, ne bilgeliğe, ne de erdeme sahip yaratıklar tarafından, gözaltında tutulmak, casus gibi izlenmek, idare edilmek, yasalara bağımlı kılınmak, sayılmak, kaydedilmek, fikir aşılanmak, vaaz verilmek, denetlenmek, hesaplanmak, değer biçilmek, sansür edilmek ve emredilmektir. Yönetilmek; her türlü işlemle, her türlü hareketle not edilmek, kayda geçirilmek, sıraya alınmak, değeri belirlenmek, lisans verilmek, yetki verilmek, nasihat edilmek, yasak koyulmak, reformdan geçirilmek, düzeltilmek ve cezalandırılmaktır. Yönetilmek, kamu yararı gerekçesiyle ve genel çıkarlar adına yükümlülüğe bağlanmak, yetiştirilmek, soyulmak, sömürülmek, tekellere bağımlı kalmak, zorbalığa maruz kalmak, köşeye sıkıştırılmak, gizemlerle büyülenmek ve yağmalanmaktır; en ufak bir direniş ya da yakınma sözcüğü karşısında baskıya uğramak, ceza görmek, aşağılanmak, taciz edilmek, takip edilmek, istismara uğramak, sopayla dövülmek, hapse atılmak, yargılanmak, mahkum edilmek, kurşuna dizilmek, sürgüne gönderilmek, feda edilmek, satılmak, ihanete uğramaktır; alay edilmek, gülünç düşürülmek, öfkelendirilmek, onursuz bırakılmaktır. Devlet budur, onun adaleti budur, onun ahlâkı budur.” (Pierre-Joseph Proudhon.)
[49] V. İ. Lenin, Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar?, Çev: Vahap S.Erdoğdu, Sol Yay., 1995.
[50] “Burjuva mahkemeleri… para torbalarının çıkarlarını korumanın araçlarıdır.” (V. İ. Lenin.)
[51] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976, s.58.
[52] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989, s.36.
[53] “Kautsky’nin, burjuva demokrasinin ortaçağa göre bir ilerlemeyi gösterdiği ve burjuvaziye karşı savaşımında burjuva demokrasiden yararlanmanın proletaryanın zorunlu görevi olduğu gerçeğini “tanıtlamak” için onlarca sayfa ayırması, gerçekte işçileri aldatmaya yönelik liberal bir gevezeliğin ta kendisidir. Yalnızca uygar Almanya’da değil, ilkel Rusya’da da herkesin bildiği bir şeydir bu. Kautsky, salt güncel demokrasinin, yani kapitalist demokrasinin burjuva niteliğinden ustaca sıyrılmak ereğiyle, işçilerin gözünü ‘ustaca’ boyuyor, herkese yukarıdan bakarak, Weitling’den, Paragnay Cizvitleri’nden ve başka birçok şeyden söz ediyor.
Marksizm’den, Kautsky, liberaller için, burjuvazi için kabul edilebilir olanı (ortaçağın eleştirisi, genel olarak kapitalizm ve özel olarak kapitalist demokrasinin tarihsel bakımdan ilerici rolü) alıyor; Marksizm’de burjuvazi için kabul edilmez olanı (burjuvazinin ortadan kaldırılması için ona karşı proletaryanın devrimci zoru) atıyor, susarak geçiştiriyor, silikleştiriyor. İşte bu yüzden de, öznel inançları ne olursa olsun, nesnel konumu bakımdan, Kautsky ister istemez bir burjuvazi uşağı olarak ortaya çıkıyor...
Çağdaş devletlerin temel yasalarını alın, onların yönetimlerini alın, toplanma ya da basın özgürlüğünü alın, ‘yurttaşların yasa karşısında eşitliği’ni alın, burjuva demokrasinin her dürüst ve bilinçli işçi tarafından iyi bilinen ikiyüzlülüğünü her adımda göreceksiniz. ‘Düzenin bozulması durumunda’, ama aslında sömürülen sınıfın kendi kölelik durumunu ‘bozması’ durumunda, ve hele kölece davranmama gibi bir hevesi de varsa bu sınıfın anayasasında burjuvazinin işçilerin üzerine asker sürmesine, sıkıyönetim ilanına vb. izin veren dolambaçlı yollar ya da kısıtlamalar bulunmayan, en demokratı da içinde, hiçbir devlet yoktur. Kautsky burjuva demokrasiyi utanmadan allayıp pulluyor; örneğin en demokrat ve en cumhuriyetçi Amerika ya da İsviçre burjuvalarının, grevdeki işçilere karşı ne yaptıkları üzerine ağzından tek söz çıkmıyor.” (V. İ. Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013, s.24-25-26.)
[54] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989, s.96-97.
[55] V. İ. Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1979, s.70-73.
[56] yage, s.23-24.
[57] Güray Öz, “Demokrasi Öldü Yaşasın Demokrasi”, Cumhuriyet, 22 Ağustos 2017, s.6.
[58] V. İ. Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1979, s.23.
[59] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol Yay., Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1997, s.192.
[60] “V. İ. Lenin dinsel inancın köklerini toplumsal düzende, küçük üreticilerin küçük mülkiyete dayanan düşünce tarzında görüyordu… Dinsel inancın üstesinden gelmenin yolunu küçük köylü ekonomilerinin ortak, kolektif büyük işletmeler şeklinde birleştirilmesinde görüyordu.” (Nadejda Krupkaya.)
[61] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Din, Çev: Öner Ünalan, Evrensel Yay., 2. Baskı., 2017.
[62] “Dev-Genç’in efsane lideri Bülent Uluer’in cenaze töreniyle ilgili görselleri görünce yazmadan edemedim. Yıllarca “Din bir afyondur!” diye haykıran kalabalığın, bir hocanın arkasında el açıp dua ettiklerini görünce biraz değil epey canım sıkıldı. Alırsın cenazeni, gidersin daha geniş, binlerce kişinin arabaların arasından geçmeye çalışmadığı bir mezarlıkta, cenazeni marşlarla, şiirlerle toprağa verirsin. Ve kim nereden getirirse getirsin, farklı coğrafyalardan gelmiş toprakları tek tek mezara atarsın, çünkü sosyalistler sınır ve kural tanımazlar, bu böyle biline ve artık böyle yol alına. Bazı cenazeler ailelerin değil, onun yoldaşlarınındır.” (Işıl Özgentürk, “Din ve Sosyalistler”, Cumhuriyet, 20 Ağustos 2017, s.13.)
[63] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Din, Çev: Öner Ünalan, Evrensel Yay., 2. Baskı., 2017.
[64] Karl Marx-Friedrich Engels-V. İ. Lenin, Kadın ve Aile, Kadın ve Aile, Çev: Arif Gelen, Sol Yay., 1979, s.218.
[65] “Kutsal kitabı okumuş olsaydın bir şey dikkatini çekerdi. Tanrı önce Adem’i yarattı, sonra da cenneti, daha sonra Adem’i cennete koydu. Adem cennette olmasına şaşmıştı, bu ona doğal gelmemişti, değil mi?
Havva’nın durumu başkaydı; o Adem’den sonra yaratıldı… Cennette yaratıldı; cennetin yerlisi. Sonra ikisi de cennetten kovulduklarında, bu Adem ve Havva için aynı şey değildi; Adem ilk çıkış noktasına geri dönüyordu.
Havva ise, tersine, doğduğu ülkeden sürülmüştü. Eğer bunu unutursanız, kadınlardan yana hiçbir şey anlamazsınız. Kadınlar cennetin sürgünleridir… Tümü.” (Michel Tournier, Meteorlar, Çev: Işık Ergüden, Ayrıntı Yay., 2001.)
[66] “Şüphesiz: Marx hiçbir zaman ‘başlı başına’ ve bir ‘sorun olarak’ kadın sorunuyla uğraşmamıştır. Buna rağmen o, yeri doldurulamaz bir şey, kadının tam hakka sahip olma mücadelesinde en önemli olan şeyi yapmıştır. Materyalist tarih anlayışıyla o bize kadın sorunu hakkında hazır reçeteler değil ama çok daha iyi bir şeyi, onu incelemek ve kavramak için doğru, emin yöntemi verdi. Kadın sorununu genel tarihsel gelişmenin akışı içinde, genel toplumsal bağıntılar ışığında onun tarihsel olarak koşullanmışlığını ve haklılığını açıkça kavramayı, onun yöneldiği hedefleri, ortaya çıkan sorunların çözümünün ancak hangi koşullar altında bulunabileceğini bilmeyi ancak materyalist tarih görüşü olanaklı kılmıştır.” (Clara Zetkin, “Kadınlar Karl Marx’a Ne Borçludur?”, 1903.)
[67] August Bebel, Kadın ve Sosyalizm, Çev: Saliha Nazlı Kaya, Agora Yayınevi, 2013.
[68] Clara Zetkin, Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar, Çev: İsmail Yarkın, İnter Yay., 1996, s.93.
[69] Aleksandra Kollontay, Toplumsal Gelişmede Kadının Konumu, Çev: M. Ali İnci, İnter Yay., 2000, s.223.
[70] August Bebel, Kadın ve Sosyalizm, Çev: Saliha Nazlı Kaya, Agora Yayınevi, 2013.
[71] “Kadınların direnişiyle pekiştirilmezse sınıf mücadelesi aldatıcıdır.” (Simone de Beauvoir.)
[72] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.
[73] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.
[74] “Komünist olmaksızın, adalet isteyen, yani adaletten ne anlıyorlarsa onu isteyen pek çoktur! Ayırt edici özelliğimiz herkesin kendi adına sahip çıkabileceği genel bir adalet talebi değil, fakat mevcut toplumsal düzene ve özel mülkiyete, mülkiyet ortaklığı isteyerek saldırmamızdır.” (Karl Marx.)
[75] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.
[76] “Kapitalizm, vantuzlarından birini metropol proletaryasına, öbürünü de sömürgelerin proletaryasına yapıştırmış bir ahtapottur. Hayvanı öldürmek isteniyorsa, iki vantuzunu birden aynı anda kesmek gerek. Yalnızca biri kesilirse, öbürü proletaryanın kanını emmeyi sürdürecek, hayvan yaşamını sürdürecek ve kesilmiş vantuz dirilecektir.” (Ho Şi Minh.)
[77] Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, Çev: Sevan Nişanyan, İletişim Yay., 4. baskı, 2014.
[78] “Genel olarak kapitalizm her zaman olduğundan daha hızlı büyüyor; ancak bu büyüme genel bağlamda sadece gitgide daha eşitsiz olmakla kalmıyor, bu eşitsizlik de sermaye bakımından en zengin ülkelerin çürümesinde kendisini gösteriyor. (V. İ. Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Çev: Cemal Süreya, Sol Yay., 1969, s.64.)
[79] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.
[80] Karl Marx-Friedrich Engels, Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.
[81] Ergin Yıldızoğlu, “Uygarlığın Sonuna Doğru İki Eğilim”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2017, s.9.
[82] Sermayenin devresel süreci üç aşamadan geçer:
Birinci aşama: Kapitalist, meta piyasasında ve emek piyasasında alıcı olarak görünür; parası metalara çevrilir ya da P - M dolaşım işlemini tamamlar.
İkinci aşama: Satın alınan metaların kapitalist tarafından üretken tüketimi. Kapitalist, bir kapitalist meta üreticisi olarak hareket eder; sermayesi, üretim sürecinden geçer. Sonuç şudur: Değeri, üretiminde yer alan öğelerin değerinden fazla olan meta.
Üçüncü aşama: Kapitalist, piyasaya satıcı olarak geri döner; metası, paraya çevrilir ya da M-P dolaşım işlemini tamamlar.
Dolayısıyla, para - sermaye devresinin formülü şudur: P- M... Ü....M’ - P’. Noktalar, dolaşım sürecinin kesintiye uğradığını anlatır; M’ ve P’ ise, M ve P’nin artık değerle çoğaldığını gösterir. (Karl Marx, Kapital, Cilt II: Sermayenin Dolaşım Süreci, Çeviren: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1976.)
[83] Karl Marx, Kapital, Ekonomi Politiğin Eleştirisi, Cilt III: Bir Bütün Olarak Kapitalist Üretim Süreci, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1978, s.43.
[84] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.788.
[85] Karl Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr, Çev: Süleyman Ege, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.
[86] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.
[87] yage, s.551.
[88] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.
[89] Karl Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr, Çev: Süleyman Ege, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.
[90] Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, Çev: Sevan Nişanyan, İletişim Yay., 4. baskı, 2014, s.313.
[91] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.230.
[92] Karl Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr, Çev: Süleyman Ege, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.
[93] Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, Çev: Sevan Nişanyan, İletişim Yay., 4. baskı, 2014.
[94] “Kapitalizm, ekonomik ve dolayısıyla toplumsal eşitsizlik ile biçimsel eşitliği birleştirir. Bu, kapitalizmin burjuvazinin yandaşlarınca, liberallerce, yalanlarla gizlenmeye çalışılan ve küçük-burjuva demokratlarca anlaşılmayan temel özelliklerinden biridir.” (V. İ. Lenin.)
[95] Karl Marx, Kapital, Cilt II: Sermayenin Dolaşım Süreci, Çeviren: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1976, s.351.
[96] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.638.
[97] Karl Marx, Kapital, Cilt II: Sermayenin Dolaşım Süreci, Çeviren: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1976.
[98] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, Çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.
[99] “Burjuvazinin görevi, yüce ilkeler, daha doğrusu yüce yalanlar üzerine düşünce üretmektir. Halkın görevi ise herkese ekmek bulmak, kimsenin aç kalmamasını sağlamaktır. Burjuvazi ve burjuvalaşmış işçiler lakırdıhanelerinde, laklakhanelerinde büyük adam rollerine soyunurlarken, ‘pratik kişiler’ yönetim biçimleri üzerine bitmek tükenmez düşünceler üretirlerken, biz ‘ütopistler’ ekmek üzerine, bu olmazsa olmaz şey üzerine kafa yormalıyız.” (Pyotr Alekseyeviç Kropotkin, Ekmeğin Fethi, Çev: Mazlum Beyhan, Agora Kitaplığı, Yay., 2015.)
[100] “Büyük Fransız Devrimi ile insanlık tarihinde yeni bir çağ açılmıştır. O zamandan Paris Komünü’ne kadar, ulusal kurtuluş için verilen bazı savaşların ilerici bir burjuva niteliği vardır. Bir başka deyişle, bu savaşların başlıca içerikleri ve tarihsel anlamları, mutlakıyeti ve feodalizmi devirmek, hiç değilse bu kurumların temelini sarsmak ya da yabancı boyunduruğundan kurtulmaktı. Onun içindir ki, bu savaşlar ilerici savaşlardı ve bu gibi savaşlar verilirken bütün içten devrimci demokratlar ile sosyalistler, yabancıların baskısına karşı savaşım veren tarafa daima sevgi duymuşlardır.” (V. İ. Lenin, İki Taktik: Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1967.)
[101] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, Çev: Arif Gelen, Sol Yay., 1970, s.186.
[102] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.
[103] Karl Marx, Kapital, Cilt II: Sermayenin Dolaşım Süreci, Çeviren: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1976.
[104] Karl Marx, Kapital, Ekonomi Politiğin Eleştirisi, Cilt III: Bir Bütün Olarak Kapitalist Üretim Süreci, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1978, s.81.
[105] “Bir insan, bir başkasına ölüme yol açan bedensel bir zarar verdiği zaman buna adam öldürme diyoruz; saldırgan, vereceği zararın öldürücü olduğunu önceden biliyorsa o zaman buna cinayet diyoruz. Ama toplum, yüzlerce proleteri, çok erken yaşta doğal olmayan bir ölümle yani kılıç ya da kurşunla ölüm gibi zorba yollardan ölümle karşı karşıya geleceği bir konuma koyduğu zaman, toplumun o yaptığı bir bireyin yaptığı gibi ve aynı kesinlikle cinayettir; toplum binlerce insanı yaşamın gereklerinden yoksun bıraktığı, içinde yaşayamayacakları konumlara soktuğu -kaçınılmaz sonuç olan ölüm gelinceye dek o koşullarda kalmaya yasanın güçlü eliyle zorladığı- bu binlerce mağdurun yokolacağını bildiği ve gene de bu koşulların sürmesine izin verdiği zaman, toplumun o yaptığı, bir bireyin yaptığı gibi ve aynı kesininde cinayettir; örtülü, kasıtlı cinayettir; hiç kimsenin kendisini savunamadığı bir cinayettir; kimse katili görmediği için, mağdurun ölümü doğal göründüğü için cinayet gibi olmayan cinayettir; çünkü suç bir şeyi yapmaktan çok yapmamanın sonucudur. Ama cinayettir.
Şimdi İngiltere’de emekçi örgütlerinin tam bir isabetle toplumsal cinayet diye niteledikleri şeyi toplumun her gün, her saat yapageldiğini kanıtlamam gerekiyor; işçileri, ne sağlıklarını korumalarına ne uzun yaşamalarına elvermeyen koşullar altında tuttuğunu kanıtlamam gerekiyor; o koşulların, işçilerin yaşamsal gücünü yavaş yavaş, ucun ucun tahrip ettiğini ve zamanından önce onları mezara koşturduğunu kanıtlamam gerekiyor. Ayrıca, işçilerin sağlığı ve yaşamı açısından bu koşulların ne kadar zarar verici olduğunu toplumun bildiğini, ama o koşulları düzeltmek için hiçbir şey yapmadığını da kanıtlamam gerekiyor. Yaptığının sonuçlarını bildiğini, bu nedenle eyleminin, basitinden adam öldürme değil cinayet olduğunu, resmi belgeleri, parlamento ve hükümet raporlarını, suçlamamın belgeleri olarak ortaya koyduğum zaman kanıtlamış olacağım.” (Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, Çev: Oktay Emre, Sosyalist Yay., 1994.)
[106] Karl Marx, Kapital, Cilt II: Sermayenin Dolaşım Süreci, Çeviren: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1976.
[107] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.
[108] Karl Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr, Çev: Süleyman Ege, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.
[109] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.634.
[110] “Emeğin yoğunluğu ve üretici gücü verilmiş kabul edildiğinde, çalışma, toplumun çalışabilir durumdaki tüm üyeleri arasında ne kadar eşit dağıtılırsa ve toplumun belli bir katmanı, doğal bir zorunluluk olan çalışma zorunluluğunu kendi sırtından atıp toplumun diğer bir katmanının sırtına yüklemeyi ne kadar az başarabilirse, toplumsal işgününün maddi üretim için gerekli kısmı o kadar kısa ve dolayısıyla da bireylerin özgür, zihinsel ve toplumsal faaliyetleri için ele geçirilen zaman kısmı o kadar uzun olur. İşgününün kısaltılmasının bu yöndeki mutlak sınırı, çalışmanın genelliğidir. Kapitalist toplumda bir sınıfın serbestçe kullanabildiği zaman, kitlelerin bütün ömürlerini emek-zamana dönüştürerek üretilir.” (Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.505.)
[111] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.
[112] V. İ. Lenin, Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar?, Çev: Vahap S.Erdoğdu, Sol Yay., 1995.
[113] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1977.
[114] Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, Çev: Oktay Emre, Sosyalist Yay., 1994.
[115] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.
[116] Karl Marx-Friedrich Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt II, Çev: A. Kardam, S.Belli, M. Ardos, K. Somer, Sol Yay., 1977, s.55-56.
[117] V. İ. Lenin, Köy Yoksullarına - Sosyalistler Ne İster?, Çev: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı, 2013.
[118] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.
[119] “İşçi sınıfı için en elverişli olan koşullar, sermayenin olabilecek en hızlı büyümesi bile, işçinin maddi varlığını ne denli iyileştirirse iyileştirsin, kendi çıkarlarıyla burjuvazinin çıkarları arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı ortadan kaldırmaz.”
“İşçinin, sermayenin hızla büyümesinde çıkarı vardır demek, işçi başkalarının zenginliğini ne kadar büyük bir hızla çoğaltırsa, kendi payına düşen kırıntılar o denli bol olacak, istihdam ve var edilebilecek işçilerin sayısı o denli çok olacak, sermayeye bağımlı köleler yığını o denli artırılabilecek demektir ancak.” (Karl Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr, Çev: Süleyman Ege, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.)
[120] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.593-594.
[121] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976, s.58.
[122] Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 4. baskı, 2006, s.50.
[123] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.
[124] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı? Hareketimizin Canalıcı Sorunları, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968, s.77-7
[125] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, Çev: Dilek Hattatoğlu-Erol Özbek, Ayrıntı Yay., 13. Baskı, 2016.
[126] Bir ‘68 Duvar Afişi’nde, “Eğer hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşünüyorsam ben bir alığım… Eğer düşünmek istemiyorsam bir korkak… Ve hiçbir şeyin değişmemesinin benim çıkarlarıma olacağını düşünüyorsam bir alçak!” denir.
[127] John Holloway, Öfke Günleri, Paranın Hükümranlığına Karşı Öfke, Çev: Utku Özmakas, İletişim Yay., 2017.
[128] “İsyanın ayak sesi, alanları döv!/ Yukarı, gururlu başlar dizisi!/ Biz, ikinci Nuh tufanıyla/ Yeniden yıkayacağız dünyanın tüm kentlerini...” (Vladimir Mayakovski.)
[129] Maximilien Robespierre, Devrimin Bağrından -Derleme-, Seçmeler, Çev: Vedat Günyol, Çan Yay., 1975, s.109.
[130] V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt 6-Devrim Yılı 1917, Çev: Saliha N. Kaya- İsmail Yarkın, İnter Yay., 1995.
[131] “Zor, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesidir,” der Karl Marx.
[132] V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 29, Progress Publishers, Moscow, 1977, s.91.
[133] “Hükümetlere şunu açıklamalıyız: Biz, sizin, proleterlere karşı yöneltilmiş bir silahlı güç olduğunuzu biliyoruz; biz, size karşı, olanak bulunduğu sürece barışçıl araçlar, ve kaçınılmaz olduğu zaman da silah kullanacağız.” (Karl Marx- F. Engels, Anarşizm Üzerine, Çev:Sevim Belli, Sol Yay., 2009.)
[134] V. İ. Lenin, Seçme Eserler Cilt:2-Bolşevik Parti İçin Mücadele (1900-1904), Çev: İsmail Yarkın, İnter Yay., 1993. s.29.
[135] “Bizim gözümüzde bireysel terör kesinlikle kabul edilemez, çünkü kitlelerin rolünü onların kendi bilinçlerinde küçültür, onları güçsüzlüklerine razı eder, gözlerini ve umutlarını bir gün gelecek ve misyonunu yerine getirecek olan bir intikamcıya veya kurtarıcıya çevirmelerine yol açar...
Patlamanın dumanı dağılıp panik yok olunca, öldürülen bakanın halefi arz-ı endam eder, yaşam tekrar eski rayına oturur, kapitalist sömürü çarkı eskiden olduğu gibi döner; sadece polis baskısı daha vahşi ve arsız hâle gelir. Ve sonuç olarak, ateşlenen umutların ve yapay olarak canlandırılan heyecanın yerine hayal kırıklığı ve kayıtsızlık gelir...
Eğer bir kişinin amacına ulaşmak için bir tabanca ile silahlanması yeterliyse, sınıf mücadelesinin çabaları niye? Bir yüksük dolusu barut ve küçük bir parça kurşun düşmanı ortadan kaldırmak için yeterliyse, bir sınıf örgütüne ne gerek var? Bir üst düzey yetkiliyi patlamaların kükreyişi ile dehşete düşürmek mümkünse, partiye niçin ihtiyaç var? ...
Eğer biz terörist eylemlere karşıysak, bu sadece bireysel intikam bizi tatmin etmediği içindir. Bizim kapitalist sistemle görülecek hesabımız, bakan denen bazı görevlilerle görülecek olandan çok daha büyüktür.” (Lev B. Troçki.)
[136] V. İ. Lenin-Josef Stalin-Komintern, Parti Öğretisi Üzerine, Çev: İsmail Yarkın, İnter Yay., 1998, s.17-40.
[137] V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 30, Progress Publishers, Moscow, 1977, s.449.
[138] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı? Hareketimizin Canalıcı Sorunları, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.
[139] yage, 1968
[140] “Örgütlü azınlık nedir? Bu azınlık gerçekten sınıf bilinçliyse, kitlelere önderlik etmeyi biliyorsa, her güncel soruna yanıt verebilecek durumdaysa, o zaman o aslında bir partidir.” (V. İ. Lenin, “Komünist Enternasyonal İkinci Kongresinde Komünist Partisinin Rolü Üzerine Konuşma”, 1920.)
[141] V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 4, Progress Publishers, Moscow, 1977, s.370.
[142] “Komünistlerin en büyük ve en tehlikeli hatalarından biri, devrimin sadece devrimcilerin eliyle yapılabileceğini sanmalarıdır. Tersine, her ciddi devrimci çalışmanın başarısı için, devrimcilerin ancak gerçekten hayatiyet sahibi ve önder bir sınıfın öncüsü olarak rollerini oynayabileceklerini kavramak ve bu kavrayışı hayata geçirme yeteneğine sahip olmak mutlak zorunluluktur. Bir öncü ancak, önderlik ettiği kitleden kopmamayı, tersine bütün kitleyi gerçekten ileriye götürmeyi bildiğinde öncünün görevlerini yerine getirmiş olur.” (V. İ. Lenin, “Militan Materyalizmin Önemi Üzerine”, 26 Mayıs 1909.)
[143] V. İ. Lenin, Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı, Çev: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı, 2010, s.93-96.
[144] V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 31, Progress Publishers, Moscow, 1977, s.51.
[145] “Halkın menfaati ile partinin menfaati çeliştiği zaman Marksist-Leninistler, halkın menfaatinden yana çıkarlar. Bu hizipçilik değildir. Partinin menfaati adına, halkın menfaatlerinin karşısında yer almak, işte budur hizipçilik.” (İbrahim Kaypakkaya.)
[146] V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt: 9- Yeni Ekonomik Politika ve Sosyalist İnşa, Çev: Süheyla Kaya, İnter Yay., 1997, s.282.
[147] V. İ. Lenin, Örgütlenme, Kaynak Yay., 1977, s.138-139.
[148] yage, s.15.
[149] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı? Hareketimizin Canalıcı Sorunları, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.
[150] V. İ. Lenin, Marx-Engels-Marksizm, Çev: Vahap S.Erdoğdu, Sol Yay., 1997.
[151] V. İ. Lenin, Kitle İçinde Parti Çalışması, Çev: Cengiz Haksever, Ser Yay., 1974, s.126
[152] V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 6, Progress Publishers, Moscow, 1977, s.261-262.
[153] “Sosyal-demokrasi ‘halk’ sözcüğünün burjuva demokratça istismarına karşı savaşmıştır ve çok haklı olarak savaşmaktadır. Sosyal-demokrasi, bu sözcüğün, halk içerisindeki uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının kavranmamasını örtbas etmek için kullanılmamasını ister. Proletarya partisinin tam bir sınıfsal bağımsızlığının gereği üzerinde kesin olarak direnir. Ancak, ileri sınıfın kendi içinde kapalı kalacağı, kendisini dar sınırlar içerisinde tutacağı ve dünyanın iktisadi efendilerinin yüz çevirecekleri korkusuyla, çalışmasını iğdiş edeceği biçimde, ‘halkı’, ‘sınıflara’ bölmez; bunu, ara sınıfların yarı gönüllülüğünden, yalpalamalarından ve kararsızlarından uzak bulunan ileri sınıf, bütün halkın başında, bütün halkın davası için en büyük enerji ve çoşkuyla savaşsın diye yapar.” (V. İ. Lenin, Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar?, Çev: Vahap S.Erdoğdu, Sol Yay., 1995.)
[154] V. İ. Lenin Bir Adım İleri, İki Adım Geri, Partimizdeki Bunalım, Çev: Yurdakul Fincancı, Soıl Yay., 1969.
[155] “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar. Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker. Ve, onlar kendilerini ve maddi çevrelerini, bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar. (Karl Marx, Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1966.)
[156] “Şu anda sloganımızın ‘saldırıya geçin’ olamayacağı, ‘düşman kalesini kuşatın’ olması gerektiği açıktır. Partimizin acil görevi, hemen şimdi girişilecek bir saldırı için eldeki bütün güçleri toplamak değil, bütün güçleri birleştirebilecek ve harekete fiiliyatta rehberlik edebilecek bir devrimci örgütün kurulması için çağrıda bulunmaktır. Bu örgüt, lafta değil fiiliyatta her protesto hareketini ve her patlayışı her zaman desteklemeye hazır ve bunu, tayin edici mücadele için uygun savaş kuvvetlerinin inşasında ve sağlamlaştırılmasında kullanacak bir örgüt olmalıdır.” (V. İ. Lenin, Seçme Yazılar I, İlkeriş Yay., Çev: İlhan Erman, 2009.)
[157] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı? Hareketimizin Canalıcı Sorunları, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968, s.214.
[158] V. İ. Lenin, Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı, Çev: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı, 2010.
[159] V. İ. Lenin, Tasfiyecilik Üzerine, Çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 2. Baskı, 1977, s.44-47.
[160] V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt: 3-1905/1907 Devrimi, Çev: İsmail Yarkın, İnter Yay., 1994, s.57.
[161] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı? Hareketimizin Canalıcı Sorunları, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.
[162] Ernst Thaelmann, Die Rote Fahne-Kızıl Bayrak dergisinde çıkmış bir makalesinden, Nisan 1925.
[163] V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt:11-Marksizmin Teorik Temelleri, Çev: Süheyla Kaya-İsmail Yarkın, İnter Yay., 1997.
[164] V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968, s.151.
[165] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol Yay., Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1997, s.201.
[166] “Gerilla, tüm silahsız kardeşlerini rezillik ve yoksulluk içinde tutan toplumsal rejimi değiştirmek için dövüşür” (Che Guevara.)
[167] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı? Hareketimizin Canalıcı Sorunları, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968, s.202.
[168] “Saflarında reformistler, Menşevikler bulundukça proletarya devrimini muzaffer kılmak, bu devrimi korumak imkânsızdır. Bu ilkesel olarak açıktır. Bu hem Rusya’da hem de Macaristan’da deneyimle açıkça doğrulanmıştır. Rusya’da birçok kez öyle güç durumlar ortaya çıktı ki, eğer Menşevikler, reformistler, küçük-burjuva demokratlar partimizde kalsaydı, Sovyet rejimi muhakkak devrilirdi.” (V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 31, Progress Publishers, Moscow, 1977, s.357.)
[169] V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 21, Progress Publishers, Moscow, 1977, s.429.
[170] V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 26, Progress Publishers, Moscow, 1977, s.62.
[171] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu, Çev: N. Solukçu, Sol Yay., 1970, s.23.
[172] V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 11, Progress Publishers, Moscow, 1977, s.385.
[173] V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 18, Progress Publishers, Moscow, 1977.
[174] V. İ. Lenin, İşçi Sınıfı ve Köylülük, Sol Yay., Çev: Muzaffer Erdost, 1970, s.235-236.
[175] Anton Pannekoek, İşçi Hareketinde Taktiksel Ayrılıklar, 1909.
[176] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu, Çev: N. Solukçu, Sol Yay., 1970.
[177] “Parlamenter mücadele” konusunda kafa karışıklığının hâkim olduğu ortamda, V. İ. Lenin’in “parlamenter mücadele” konusunda görüşlerini ifade ettiği İKP Genel Sekreteri Bordiga’ya eleştirisini yeniden anımsamakta yarar var: “Bordiga yoldaş burada besbelli İtalyan Marksistlerinin bakış açısını savunmak istiyordu, fakat buna rağmen, burada başka Marksistlerin parlamenter faaliyet lehine getirdiği argümanlardan hiçbirine yanıt vermedi.
Bordiga yoldaş, tarihsel deneyimlerin yapay olarak yaratılamayacağını kabul etti. Daha demin, mücadeleyi başka bir alana taşımak gerektiğini söyledi. Her devrimci krize bir parlamento krizinin eşlik etmiş olduğunu bilmiyor mu? Elbette mücadeleyi başka bir alana, Sovyetlere kaydırmak gerektiğinden söz etti. Ancak Bordiga yoldaşın kendisi, Sovyetlerin yapay olarak yaratılamayacağını söyledi. Rusya örneği, Sovyetlerin ya devrim sırasında, ya da devrimden kısa süre önce kurulabileceğini kanıtlıyor. Kerenski zamanında Sovyetler (Menşevik Sovyetler) öyle örgütlenmişti ki, kesinlikle bir proleter devlet iktidarı olabilecek durumda değildi. Parlamento, burjuva parlamentosunu dağıtacak kadar güçlü olmadığımız sürece ortadan kaldıramayacak olduğumuz tarihsel gelişimin bir ürünüdür. Burjuva toplumla ve parlamentarizmle ancak mevcut tarihsel koşullardan hareketle, burjuva parlamentosunun üyesi olarak mücadele edilebilir. Burjuvazinin mücadelede kullandığı aracı proletarya da kullanmalıdır, elbette bambaşka amaçlarla. Bunun böyle olduğunu inkâr edemezsiniz; eğer inkâr etmek isterseniz, dünyadaki bütün devrimci olayların deneyimlerini yok saymanız gerekir.
Sendikaların da oportünist havada olduğunu, bunların da bir tehlike anlamına geldiğini söylediniz; öte yanda da sendikalar için bir istisna yapılması gerektiğini, çünkü bunların işçi örgütleri olduğunu söylediniz. Bu ama sadece bir dereceye kadar doğrudur. Sendikalar içinde de çok geri unsurlar var: proleterleşmiş küçük-burjuvazinin bir kesimi, geri işçiler ve küçük köylüler. Bütün bu unsurlar gerçekten çıkarlarının parlamentoda temsil edildiğine inanıyorlar; buna karşı parlamentoda çalışarak mücadele etmek ve olgular temelinde kitlelere gerçeği göstermek gerekir. Geri kitleler teoriyle değil, deneyimle aydınlanır. Bunu Rusya’da da gördük. Geri proletaryaya, bununla hiçbir şey elde edemeyeceğini kanıtlamak için, hem de proletaryanın zaferinden sonra, Kurucu Meclis’i toplamak zorunda kaldık. Proletaryanın ikisini karşılaştırabilmesi için Sovyetleri somut olarak Kurucu Meclis’in karşısına koymak ve tek çıkar yol olarak Sovyetleri göstermek zorunda kaldık. Devrimci bir sendikalist olan Suçi yoldaş aynı teorileri savundu, fakat mantık ondan yana değil. O Marksist olmadığını açıkladı; o nedenle onun durumu kendiliğinden anlaşılıyor. Fakat Bordiga yoldaş, eğer siz Marksist olduğunuzu iddia ediyorsanız, sizden daha fazla mantık talep edilebilir. Parlamentonun nasıl parçalanabileceğini bilmek gerekir. Bunu bütün ülkelerde silahlı ayaklanma yoluyla yapabilirseniz çok iyi. Bizim Rusya’da, burjuva parlamentosunu yıkma iradesini sadece teoride değil pratikte de kanıtladığımızı biliyorsunuz. Ancak siz, bunun oldukça uzun bir hazırlık olmadan imkânsız olduğunu ve çoğu ülkede parlamentoyu bir hamlede parçalamanın henüz mümkün olmadığnı gözardı ediyorsunuz. Parlamento içinde de parlamentoyu yıkmak için mücadele etmek zorundayız. Siz modern toplumun bütün sınıflarının politik çizgisini belirleyen koşulların yerine kendi devrimci iradenizi geçiriyorsunuz, o nedenle de bizim Rusya’da burjuva parlamentosunu yıkmak için önce Kurucu Meclisi toplamak zorunda kaldığımızı unutuyorsunuz, hem de zaferimizden soma. Şunu belirttiniz: ‘Rus Devrimi’nin, Batı Avrupa koşullarına uygun olmayan bir örnek olduğu doğrudur.’ Ancak buna kanıt olarak son derece yüzeysel bir argüman sundunuz. Biz, burjuva demokrasisi diktatörlüğü döneminden geçtik. Bu dönemi, Kurucu Meclis seçimleri için ajitasyon yapmak zorunda olduğumuz bir zamanda hızla geçtik. Ve daha somut, işçi sınıfı iktidarı ele geçirme olanağı elde ettiğinde, köylülük hâlâ bir burjuva parlamentosunun gerekliliğine inanıyordu.
Bu geri unsurları dikkate alarak seçim yapmaya ve kitlelere, genel sıkıntının çok büyük olduğu bir zamanda seçilen Kurucu Meclis’in, sömürülen sınıfların umut ve taleplerini ifade etmediğini örneklerle, olgularla göstermek zorunda kaldık. Böylece, Sovyet iktidarıyla burjuva iktidarı arasındaki çatışma sadece bizim için, işçi sınıfının öncüsü için değil, köylülüğün muazzam çoğunluğu, küçük memurlar, küçük-burjuvazi vs. için de tamamen açık hâle geldi. Parlamentoda halkın gerçekten temsil edildiğine inanan ve orada kirli yöntemler kullanıldığını görmeyen işçi sınıfının geri unsurları bütün kapitalist ülkelerde vardır. Bunun, burjuvazinin halkı kandırma aleti olduğu söyleniyor. Fakat bu argüman size ve tezlerinize karşı yöneliyor. Gerçekten geri ve burjuvazi tarafından aldatılmış kitlelerin gözünde parlamentonun gerçek niteliğini, onun içine girmeden nasıl açığa çıkaracaksınız? Parlamento dışında kalırsanız, şu ya da bu parlamenter manevrayı, şu ya da bu partinin tutumunu nasıl teşhir edeceksiniz? Eğer Marksist iseniz, kapitalist toplumda, sınıfların karşılıklı ilişkileriyle partilerin karşılıklı ilişkileri arasında sıkı bir bağ bulunduğunu kabul etmek zorundasınız. Eğer (sorumu bir kez daha yineliyorum) parlamentonun üyesi değilseniz, parlamenter faaliyeti reddediyorsanız bütün bunları nasıl göstereceksiniz? Rus Devrimi’nin tarihi, işçi sınıfının, köylülüğün ve küçük memurların geniş kitlelerinin, kendi deneyimleriyle öğrenmiyorlarsa hiçbir argümanla ikna edilemeyeceğini kanıtladı.
Burada, parlamenter mücadeleye katılmakla çok zaman yitirdiğimiz söylendi. Bütün sınıfların aynı biçimde ilgilendiği bir başka kurum düşünebiliyor musunuz? Böyle bir şey yapay olarak yaratılamaz. Eğer bütün sınıflar parlamenter mücadeleye çekiliyorlarsa, bunun nedeni, gerçekten de çıkarların ve çatışmaların parlamentoda yansımasını bulmasıdır. Eğer her yerde ve bir çırpıda ilkönce diyelim ki bir genel grev örgütleyip kapitalizmi yıkmak mümkün olsaydı, şimdiye kadar çeşitli ülkelerde devrim olmuş olurdu. Oysa gerçekleri hesaba katmak gerekir; ve şimdilik parlamento hâlâ sınıf mücadelesinin bir arenasıdır. Bordiga yoldaş ve onun bakış açısında duranlar kitlelere gerçeği söylemelidir. Parlamentoda komünist bir fraksiyonun mümkün olduğunun en iyi örneği Almanya’dır. O nedenle kitlelere açıkça şöyle söylemelidirler: ‘Sıkı bir örgüte sahip bir parti kuracak güçte değiliz.’ Söylenmesi gereken gerçek budur. Kitlelere güçsüzlüğünüzü itiraf ederseniz, sizin yandaşınız değil, hasmınız olurlar, parlamentarizmin yandaşı olurlar.
Eğer, ‘Yoldaşlar, işçiler, milletvekillerini partiye tabi olmaya zorlayacak durumda yeterince disiplinli bir parti kuracak kadar güçlü değiliz’ derseniz, işçiler sizi terkedecektir, çünkü şöyle diyeceklerdir: ‘Böyle allahlıklarla proletarya diktatörlüğünü nasıl inşa edebiliriz?’ Proletaryanın zaferiyle aynı günde aydınların, orta sınıfın, küçük-burjuvazinin komünist olacağına inanıyorsanız çok safsınız. Bu hayal içinde değilseniz, proletaryayı şimdiden saflarını gözden geçirmeye hazırlamak zorundasınız. Devlet yaşamının bütün çalışma alanlarında bu kuraldan tek bir istisna bulamazsınız. Her yerde kendine komünist diyen oportünist avukatlar, ne disiplin, ne komünist partisi, ne de proleter devlet tanıyan küçük- burjuvalar göreceksiniz. İşçileri, bütün üyelerini disipline tabi olmaya zorlayan gerçekten disiplinli bir parti yaratmaya hazırlamazsanız, proletarya diktatörlüğünü asla hazırlayamazsınız. Zannederim bu sebepten dolayı, pek çok yeni komünist partisini parlamenter faaliyeti reddetmeye sevk eden şeyin tam da güçsüzlük olduğunu kabul etmek istemiyorsunuz. Ben, gerçekten devrimci işçilerin muazzam çoğunluğunun bizimle hemfikir olacağından ve sizin parlamento karşıtı tezlerinizi reddedeceğinden eminim.” (V. İ. Lenin, Seçme Eserler Cilt: 10-Komünist Enternasyonal, Çev:İsmail Yarkın- Süheyla Kaya İnter Yay., 1997, s.269-270-271-272-273.)
[178] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1967.
[179] V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 30, Progress Publishers, Moscow, 1977, s.253.
[180] V. İ. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1969, s.86.
[181] V. İ. Lenin, Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı, Çev: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı, 2010.
[182] “Ne kitleleri aydınlatmak, ne kitleleri ayaklandırmak için ajitasyon, ne de tutarlı demokratik sloganların açıklanması - sadece korkutulmuş dar kafalıların sırtından yapılan koltuk pazarlığı - işte… bütün liberal burjuvazi partilerinin seçim kampanyaları böyledir.
İşçilerin partisinin kitlelere karşı tutumu ise bunun tam tersidir. Bizim için önemli olan uzlaşmalar yoluyla Duma’da koltuk kapmak değil; aksine bu koltuklar, kitlelerin politik bilincini geliştirmeye, onları daha yüksek bir politik seviyeye yükseltmeye, örgütlemeye, dar kafalı bir mutluluk uğruna değil, ‘sükûnet’ ‘düzen’ ve ‘barışçı (burjuva) mutluluk’ uğruna değil, fakat mücadele için, emeğin bütün sömürü ve baskılardan kurtularak tamamen özgürleştirilmesi mücadelesine yarayacağı için ve bunları gerçekleştirdiği ölçüde önemlidir. Sadece bu amaç için ve sadece bu amaca ulaşmakta yardımcı olduğu ölçüde. Duma’daki koltuklar ve bütün seçim kampanyası bizim için önemlidir. İşçilerin partisi bütün umudunu kitlelere bağlamıştır; korkmayan, pasif bir şekilde boyun eğmeyen, boyunduruklarını alçakgönüllülükle taşımayan, fakat politik bilince sahip, talepkâr ve militan kitlelere bağlamıştır. İşçilerin partisi Kara-100’ler tehlikesi umacısı ile dar kafalıları korkutma beylik liberal metodunu aşağılamalıdır. Sosyal-Demokratların bütün görevi, kitlelerin gerçek tehlikenin bilincine varmalarını sağlamak, kuvvetleri Duma’da yatmayan ve Rusya’nın geleceği sorununu Duma dışında çözecek olan bu güçlerin Duma müzakerelerinde tam ifadesini bulmayan mücadeledeki gerçek amaçlarının bilincine varmalarını sağlamaktır.” (V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 11, Progress Publishers, Moscow, 1977.)
[183] V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt 6-Devrim Yılı 1917, Çev: Saliha N. Kaya- İsmail Yarkın, İnter Yay., 1995, s.490.
[184] V. İ. Lenin, Seçme Eserler Cilt:2-Bolşevik Parti İçin Mücadele (1900-1904), Çev: İsmail Yarkın, İnter Yay., 1993, s.53.
[185] V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 10, Progress Publishers, Moscow, 1977, s.91.
[186] Karl Marx, Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1966.
[187] “Devrim bir kez başladıktan sonra, liberaller ve devrimin diğer düşmanları tarafından bile tanınır; ama çoğunlukla bunu, aldatmak ve ihanet etmek için yaparlar. Devrimciler ise devrimi, devrimden önce öngörürler, kaçınılmazlığını fark ederler ve kitlelere bunun gerekliliğini anlatırlar, yol ve yöntemlerini açıklarlar.” (V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu, Çev: N. Solukçu, Sol Yay., 1970, s.73.)
[188] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.727.
[189] “Bakunin, sermayeyi yaratanın devlet olduğunu, kapitalistin kendi sermayesine ancak devletin bir lütfû olarak sahip olduğunu iddia ediyor. Dolayısıyla baş kötülük devlettir, ortadan kaldırılması gereken şey, her şeyden çok devlettir ve o zaman kapitalizm kendiliğinden cehennem olup gidecektir. Biz ise, tersine, şunu diyoruz: Sermayeye, her türlü üretim araçlarının birkaç elde toplanmasına son verin, o zaman devlet kendiliğinden yok olacaktır. Aradaki fark özdedir: Önce bir toplumsal devrim olmadan devletin kaldırılması saçmadır; sermayenin kaldırılması işte bu toplumsal devrimdir ve tüm üretim tarzında bir değişikliği gerektirir. (Karl Marx-Friedrich Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt II., Çev: A. Kardam, S.Belli, M. Ardos, K. Somer, Sol Yay., 1977, s.65-66.)
[190] Karl Marx - Friedrich Engels, Seçme Yapıtlar 1, Çev: A. Kardam, S.Belli, M. Ardos, K. Somer, Sol Yay., 1976, s.217-218.
[191] V. İ. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1969.
[192] V. İ. Lenin, İki Taktik: Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1967, s.103.
[193] V. İ. Lenin, Seçme Eserler Cilt: 10: Komünist Enternasyonal, Çev:İsmail Yarkın- Süheyla Kaya İnter Yay., 1997, s.143-144.
[194] V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt 6, Çev: Saliha N. Kaya- İsmail Yarkın, İnter Yay., 1995, s.184-192.
[195] V. İ. Lenin, “Sosyal Demokrasinin Köylü Hareketiyle İlişkisi”, Seçme Eserler, Cilt III, İnter Yay., 1994, s.138.
[196] V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 7, Progress Publishers, Moscow, 1977, s.351.
[197] V. İ. Lenin, İki Taktik: Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1967, s.48-49.
[198] V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt 5: Emperyalizm ve Emperyalist Dünya Savaşı, Çev: Süheyla Kaya, İnter Yay., 1995, s.334.
[199] Maximilien Robespierre’in, “Ayrıcalıkların sadece eşitlikten doğduğu, vatandaşın yönetime, yönetimin halka, halkın da adalete tabi olduğu bir düzen istiyoruz!” diye tanımladığı meseleye ilişkin olarak José Martí, “Devrimde yöntemler gizli, amaçlar açık olmalıdır,” diye ekler.
[200] V. İ. Lenin, Tarımda Kapitalizm, Çev: Serpil Güvenç, Sol Yay., 1996, s.346.
[201] V. İ. Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1979, s.109.
[202] V. İ. Lenin, İki Taktik: Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1967.
[203] V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968, s.151.
[204] “Kapitalizm için olabilecek en iyi siyasal kabuk demokratik cumhuriyettir. Bundan dolayı sermaye, bu en iyi kabuğun denetimini eline geçirir geçirmez iktidarını öyle güvenli, öyle sağlam bir şekilde kurar ki, burjuva demokratik cumhuriyette hiçbir değişim, ne kişilerin ne kurumların ne de partilerin değişimi, bunu sarsamaz. (V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.)
[205] V. İ. Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1979, s.70.
[206] V. İ. Lenin, Collected Works, Volume:23, Progress Publishers, Moscow, 1977, s.25.
[207] “Viktoryen Çağ’ da evli olmayan hanımların önünde pantolonlardan bahsedemezdiniz. Bugün de kamuoyu önünde bazı şeyleri söylemek iyi karşılanmaz:
Kapitalizm sahne ismi olarak pazar ekonomisini kullanıyor;
Emperyalizme küreselleşme deniyor;
Emperyalizmin kurbanlarına gelişmekte olan ülkeler deniyor, cücelere çocuk demek gibi bir şey bu;
Oportünizm pragmatizm oldu;
İhanetin adı realizm;
Yoksullara yoksun, dar gelirli ya da kıt kaynaklı insanlar deniyor;
Yoksul çocukların eğitim sistemi tarafından dışlanması eğitimi yarıda bırakma adı altında tanıtılıyor; Patronun, işçinin tazminatsız ve açıklamasız işine son verme hakkına emek piyasası esnekliği deniyor;
Resmi dil, kadın haklarını azınlık hakları arasında tanıyor, insanlığın yarısını oluşturan erkekler çoğunlukmuş gibi;
Askeri diktatörlük yerine süreç deniyor;
İşkenceye, yasadışı baskı ya da fiziksel ve psikolojik baskı deniyor;
Hırsızlar iyi bir aileden olunca, kleptoman oluyor;
Kamu kaynaklarının çürümüş bir politika tarafından boşaltılmasının adı yasadışı servet edinme oluyor; Otomobillerin işlediği suçlara kaza deniyor;
Kör yerine görme engelli deniyor;
Zenci, renkli insan oluyor;
Uzun ve acılı hastalık dendiğinde kanser ya da AIDS olarak okunmalı;
Ani ölüm, kalp krizi anlamına geliyor;
Asla ölüm denmez, fiziksel kayıp;
Askeri operasyonlarda yok edilen insanlar da ölü değildir, çatışmada ölenler zayidir, sivillerse kayıplardır;
1995’te Fransa Güney Pasifik’te nükleer denemeler yaparken Fransız büyükelçisi Yeni Zelanda’ da açıkladı: ‘Bu bomba kelimesi hoşuma gitmiyor. Bomba değil bunlar. Bunlar patlayan mekanizmalar’;
Kolombiya’da askerin himayesi altında insanları öldüren bazı grupların adı Ortak Yaşam;
Şili diktatörlüğündeki toplama kamplarından birinin adı Haysiyet’ti, Uruguay diktatörlüğünün en büyük cezaevinin adı Özgürlük;
1997’de Chiapas’ta Acteal Köyü’nün kilisesinde dua ederken tamamı çocuk ve kadın kırk beş köylüyü arkadan makineli tüfekle tarayan yarı askeri örgütün adı Barış ve Adalet’ti.” (Eduardo Galeano, Tepetaklak/Tersine Dünya Oyunu, Çev: Bülent Kale, Çitlembik Yay., 2004.)
[208] V. İ. Lenin, Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, Çev: Süheyla Kaya-İsmail Yarkın-Saliha Kaya, İnter Yay., 1998, s.344.
[209] V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 21, Progress Publishers, Moscow, 1977, s.10.
[210] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu, Çev: N. Solukçu, Sol Yay., 1970, s.128.
[211] yage.
[212] “Militarizasyon tüm toplumsal yaşamı sarıyor. Emperyalizm büyük devletlerin dünyayı paylaşmak ve yeniden paylaşmak için giriştikleri amansız bir savaşımdır; öyleyse militarizasyonu, tarafsız ülkeler ve küçük uluslar dahil tüm ülkelere kaçınılmaz olarak yaymak zorundadır. Proletaryanın kadınları buna nasıl tepki gösterecek? Lanetlemekle mi yetinecek? Gerçekten devrimci bir sınıfın kadınları hiçbir zaman bu denli yüz kızartıcı bir rolle yetinmeyecek. Oğullarına şöyle diyecek: ‘Yakında büyüyeceksin. Silah kullanmayı gereği gibi öğren. Proleter için gerekli bir bilimdir bu; bugünkü savaşta olduğu ve sosyalizm döneklerinin sana öğütlediği gibi kardeşlerine, öteki ülkeler işçilerine, ateş etmek için değil, kendi ülkenin burjuvazisine karşı savaşmak için, sömürüye, sefalete ve savaşlara dindarca isteklere değil, burjuvaziyi yenerek ve onu silahsızlandırarak bir son vermek için gerekli bir bilim.’ Güncel savaşla ilgili olarak bu propagandayı ve bu propagandanın ta kendisini yapmak kabul edilmezse eğer, uluslararası sosyalist devrim üzerine, savaş üzerine büyük sözler etmekten tamamen vazgeçmek daha iyi olur.” (V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 23, Progress Publishers, Moscow, 1977, s.108-109.)
[213] V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968, s.20
[214] V. İ. Lenin’in Komünist Enternasyonal’in 1920’de tarihli İkinci Kongresi’ne sunduğu ‘Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Tezlerin İlk Tasarısı’ başlıklı taslağında şöyle deniyordu: “III. Enternasyonal, sömürgelerdeki ve geri kalmış ülkelerdeki burjuva demokratik ulusal hareketleri, ancak geleceğin proleter partilerinin öğelerini, bütün geri kalmış ülkelerde gruplar oluşturmaları zihniyetiyle ve kendi özel görevleri, kendi uluslarının burjuva demokratik hareketlerine karşı savaşım görevleri zihniyetiyle eğitilmeleri koşuluna bağlı olarak desteklemelidir; III. Enternasyonal, sömürgelerin ve geri kalmış ülkelerin burjuva demokratlarıyla geçici bir ittifak kurmalıdır; ama onlarla kaynaşmamalı ve en ilkel biçimde de olsa proleter hareketin bağımsızlığını bağnazlıkla korumalıdır.” (V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968, s.230.)
[215] “Eğer herhangi bir ulus zorla bir devletin sınırları içinde tutuluyorsa, bu ulusa, ifade ettiği isteklerinin tersine (bu isteğin basında, halk toplantılarında, partilerin kararlarında ve ulusal baskıya karşı isyan ve ayaklanmalarda ifadesini bulması önemli değildir) devlet olarak varoluşunun biçimi üzerine, ilhakı gerçekleştiren ya da genelde güçlü ulusun askeri birliklerinin tam olarak çekilmesinden sonra, en küçük bir baskı olmadan özgür bir seçimle karar verme hakkı verilmiyorsa, bu dahledilme bir ilhaktır, yani bir istila ve saldırıdır.” (V. İ. Lenin.)
[216] V. İ. Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 2. baskı, 1993, s.202-203.
[217] V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.
[218] “Her ulusun ayrılma hakkı için ‘evet’ ya da ‘hayır’ biçiminde bir yanıt istemek, pek ‘pratik’ bir tutum gibi görünmektedir. Gerçekte bu, saçmadır; böyle bir tutum, teoride metafizik bir anlayışı gösterir, pratikte ise, proletaryanın burjuvazinin siyasetine boyun eğmesi anlamını taşır.” (V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.)
[219] V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.
[220] yage, s.130.
[221] V. İ. Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 2. baskı, 1993.
[222] yage, s.21.
[223] V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.
[224] V. İ. Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1979.
[225] V. İ. Lenin, İki Taktik: Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1967.
[226] “Eğer insan tüm bilgiyi, duyuyu, vb. duyulur dünyadan ve bu dünya içindeki deneyden alıyorsa, demek ki önemli olan şey deneysel dünyayı, insanın orada deneyim yapıp gerçekten insanal olan şeyin alışkanlığını edineceği, kendi insan niteliğinin deneyimini yapacağı biçimde düzenlemektir. İyi kavranmış çıkar özel çıkarın insanal çıkar ile kaynaşmasıdır. Eğer insan materyalist anlamda özgür değilse, yani eğer şu ya da bu şeyden kaçınma olumsuz gücü ile değil ama kendi gerçek bireyselliğini değerlendirme olumlu gücü ile özgürse, suçu bireyde cezalandırmak değil, ama toplum düzenine aykırı suç yuvalarını yıkmak ve herkese kendi varlığının özsel gerçekleşmesi için zorunlu toplumsal alanı vermek gerekir. Eğer insan koşullar tarafından biçimlendirilmişse, koşulları insanal olarak biçimlendirmek gerekir. Eğer insan, doğa gereği toplumcul (sociable) ise, o gerçek doğasını ancak toplum içinde geliştirecek ve doğasının gücü tekil bireyin gücü ile değil ama toplumun gücü ile ölçülecektir.” (Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976, s.187-188.)
[227] V. İ. Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Çev: Cemal Süreya, Sol Yay., 1969, s.71.
[228] yage, s.95
[229] “Emperyalizm ile komünizm arasındaki savaş, halkların özgürlüğüne kadar sürecektir.” (Kim İl Sung.)
[230] Karl Marx-Friedrich Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt I., Çev: A. Kardam, S.Belli, M. Ardos, K. Somer, Sol Yay., 1976, s.111.
[231] V. İ. Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013, s.95.
[232] V. İ. Lenin, aktaran: Marcel Liebman, Lenin Döneminde Leninizm, Cilt 2, Çev: Osman Akınhay, Belge Yay., 1992, s.215.
[233] V. İ. Lenin, İşçi Sınıfı ve Köylülük, Sol Yay., Çev: Muzaffer Erdost, 1970, s.477.
[234] “İmgelem dünyasında, yaşam koşulları rastlantısal gibi göründüğünden bireyler burjuva egemenliği altında daha öncesine göre daha özgür görünürler; gerçeklikte ise, daha büyük ölçüde maddi güçler tarafından yönetilmektedirler.” (Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.)
[235] Friedrich Engels, Komünist Manifesto’nun 1890 tarihli Almanca Baskısına Önsöz, Londra, 1 Mayıs 1890.
[236] Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yay., 1970.
[237] Taner Timur, Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi, Yordam Kitap, 2. Baskı, Nisan 2014.
[238] “Das Kapital’in kavramlarının bu denli çok alana yayılması nasıl açıklanabilir? Marx’ın yaşam boyu birlikte çalıştığı, 1845 tarihli çığır açan İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu kitabının yazarı Friedrich Engels, Das Kapital’i, sekiz yıl evvel yayınlanan doğal seleksiyon yoluyla evrim teorisi ile kıyaslamıştır. Şöyle yazmıştır: ‘Tıpkı Charles Darwin’in organik doğanın gelişim yasasını keşfetmesi gibi, Marx da insan tarihinin gelişim yasasını keşfetmiştir’...” (Gareth Stedman Jones, “Marx’ın Yapıtı Robot Teknolojisinden Siyaset Bilimine Birçok Alanı Etkiledi”, Nature dergisi, No:547, s.401-402… http://www.etnokultur.com/marxin-yapiti-robot-teknolojisinden-siyaset-bilimine-bircok-alani-etkiledi-gareth-stedman-jones/)
[239] V. İ. Lenin, Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar?, Çev: Vahap S.Erdoğdu, Sol Yay., 1976, s.17
[240] V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 19, Progress Publishers, Moscow,1977, s.21-28.
[241] Demir Küçükaydın, “Aydınlanma ve İslâm’ın Sentezi ve Mirasçısı Olarak Marksizm”, 4 Ocak 2010… https://demirden-kapilar.blogspot.de/
[242] “Üniversite tüzüğüne karşı yapılan öğrenci ayaklanmaları üzerine 4 Aralık gecesi İlyiç tutuklandı. Komiser bu delikanlıya baktı baktı: ‘Önünüzde duvar var yahu. Siz duvara karşı ayaklanıyorsunuz!’ demişti. İlyiç’in karşılığı şu olmuştu: ‘Evet, duvar… Ama çürük duvar. Parmağınla dokunsan yıkılacak’...” (Aktaran: Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Aydınlık Sosyalist Dergi, No:18, Nisan 1970.)
[243] Lars T. Lih, Lenin: Farklı Bir Yol, Çev: Aslı Önal, Ayrıntı Yay.,2017.
[244] “Bugüne değin, Lenin üzerine farklı merkezlerce farklı değerlendirmeler yapılageldi. Lenin’in Marksizm içinde bir sapma olduğundan tutalım da Lenin’in gerçek Marksizmin temsili yahut Marksizmin en gerçek temsili olduğuna varana değin… Lenin’in Marksizm’le rabıtasına ilişkin daha çok Avrupa akademilerinde karşılık bulan bir eğilim ise II. Enternasyonal’cilerin Lenin üzerine eleştirilerini rahmet okutacak şekilde Lenin adı üzerinden bir devrimci dönemi mahkûm edip Marx’a dönmeyi iş edindi. Devrimlerin yenilgisinden ve ‘kirliliğinden’ Marx’a dönerek arınacaklarını düşünüyorlar olsa gerek!” (Erdem Bulduruç, “Komün’den ‘İkili İktidar’a Heterodoks Bir Marksizm Arayışı: Lenin”, 18 Haziran 2017… https://komunizminguncelligi.wordpress.com/2017/06/18/komunden-ikili-iktidara-heterodoks-bir-marksizm-arayisi-lenin-erdem-bulduruc/)
[245] Ferit Burak Aydar, “Şahin Alpay, Hasan Bülent Kahraman ve Alexander Rabinowitch”, Birgün Pazar, Yıl:14, No:485, 26 Haziran 2017, s.10.
[246] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989, s.14.
[247] Nadejda Krupskaya, Lenin Marx’ı Nasıl Çalışırdı, 1933… http://www.tkp-online.org/?q=content/lenin-marks
[248] Pierre Broue, “Bolşevikler ve Lenin”, Marksist Tutum, Şubat 2017… http://Marksist.net/diger-yazarlar/bolsevikler-ve-lenin.htm
[249] Rosa Luxemburg, Rus Devrimi, Çev: Cangül Örnek, Yazılama Yay., 2012.
[250] Friedrich Engels, Anti-Dühring: Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1966.
[251] V. İ. Lenin, Seçme Eserler: Birinci Rus Devrimi’nin Ön Koşulları 1894-1899, Cilt:1, Çev: Saliha N. Kaya, İnter Yay., 1993, s.207.
[252] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989, s.111-113.
[253] V. İ Lenin, “Merkez Komitesi Üyelerine Mektup”, Seçme Eserler, Cilt VI, İnter Yay., 1995, s.343.
[254] Edward Hallett Carr, Lenin’den Stalin’e Rus Devrimi, 1917-1929, Çev: Levent Cinemre, Yordam Kitap, 2011, s.52-53.
[255] 15 Mayıs 1917’de Petrograd İşçi ve Asker Vekilleri Sovyeti Yürütme Komitesi’nin, dünyanın bütün sosyalistlerine yayımladığı çağrı… http://www.yenidenatilim.com/ceviri/petrograd-isci-ve-asker-vekilleri-sovyeti-yurutme-komitesi/927/
[256] V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 21, Progress Publishers, Moscow, 1977, s.343-344.
[257] V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 7, Progress Publishers, Moscow, 1977,
[258] Sovyet Askeri Bilimler Enstitüsü, Marksist-Leninist Askerlik Bilimi, Cilt: I/ Savaş Üzerine, Çev: Doğan Özgüden, Güncel Yay., 1978, s.165.
[259] V. İ. Lenin, “III. Tüm Rusya Sovyetler Kongresine Rapor”, 1918, Seçme Eserler, Cilt 7, İnter Yay., 1996, s.294-297.
[260] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1977.
[261] Abdullah Öcalan, Görüşme Notları, Şubat 2010.
[262] Muzaffer Oruçoğlu, “Sivil Devlet ve Devrim”, 23 Kasım 2016… https://komunizminguncelligi.wordpress.com/2016/11/23/sivil-devlet-ve-devrim-muzaffer-orucoglu/
[263] Antonio Gramsci, İtalya’da İşçi Konseyleri Deneyimi, Çev: Yusuf Alp, Belge Yay., 1989, s.14-16.
[264] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989, s.99.
[265] yage, s.117-118.
[266] V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 26, Progress Publishers, Moscow, 1977, s.107.
[267] V. İ. Lenin, Uzaktan Mektuplar, Çev: Arif Saygı, Ürün Yay., 1975, s.51.
[268] V. İ. Lenin, Halkın Devlet Yönetimine Katılımı Üzerine, Çev: Metin Çulhaoğlu, NK Yay., 2003, s.56-57
[269] V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 33, Progress Publishers, Moscow, 1977, s.428-429.
[270] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.
[271] Antonio Gramsci, İtalya’da İşçi Konseyleri Deneyimi, Çev: Yusuf Alp, Belge Yay., 1989, s.28-31.
[272] Karl Marx-Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Çev: M. Kabagil, Sol Yay., 1969.
[273] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.
[274] V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt 9, Yeni Ekonomik Politika ve Sosyalist İnşa, Çev: Süheyla Kaya, İnter Yay., 1997, s.468-469.
[275] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989, s.26.
[276] V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt: 9, Yeni Ekonomik Politika ve Sosyalist İnşa, Çev: Süheyla Kaya, İnter Yay., 1997., s.459.
[277] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989, s.98.
[278] yage, s.24.
[279] V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 32, Progress Publishers, Moscow, 1977, s.412.
[280] V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 32, Progress Publishers, Moscow, 1977, s.20-21.
[281] Karl Marx, Köln’de Komünistlerin Yargılanması Hakkında İfşaat, Çev: Emin Karaca, Evrensel Basım Yay., 1992.
[282] “Dişe diş mücadele sonucu alınan yenilgi, kolay kazanılmış bir zafer kadar büyük bir devrimci öneme sahiptir.” (Friedrich Engels.)
[283] “Bir süredir yaşadığımız büyük karmaşıklığın içinde eski ruh hâllerini sürdürerek ‘yenilen Marksizm değil yanlış uygulamalardır’ diyen birçok ‘mutlu komünist’e rastlıyoruz. İnsanları suçlarken kitabı kollayan dinsel-gerici mantaliteden ödünç alınmış olan bu iddia, basit bir avuntu ve kendini tatminden ibarettir.” (Faisal Darraj, “Marksizm Bugün Ne Anlam İfade Ediyor”, 25 Mayıs 2015… https://komunizminguncelligi.wordpress.com/2015/05/25/marksizm-bugun-ne-anlam-ifade-ediyor-faisal-darraj/)
[284] Sinan Dervişoğlu, “Sosyalizmin Çöküşü: Yeni Bir Yorum, Yeni Bir Çözüm”, 27 Mayıs 2015…
https://komunizminguncelligi.wordpress.com/2015/05/27/sosyalizmin-cokusu-yeni-bir-yorum-yeni-bir-cozum-sinan-dervisoglu/
[285] “Bazı kavramlar, toplumsal mücadeleler tarihinde öylesine şüpheli bir rol oynarlar ki, bunları kullanmakta çekingenlik duyulur. Bir yüzyıl boyunca, ‘Marksizm’in bunalımı’ kavramı, işçi hareketinin düşmanlarınca tekrar tekrar kullanılmıştır - ama kendi amaçlan için, işçi hareketinin çöküşünü ve ölümünü kehanetle ilan etmek için. İşçi hareketinin güçlükleri, çelişkileri ve başarısızlıklarından, burjuvazinin sınıf emelleri yönünde yararlanmışlardır. Bugün de, Sovyet kamplarının dehşetini ve bunların Marksizm’e karşı yarattığı sonuçları sömürüyorlar. Gözdağcılığın da bir yeri vardır sınıf mücadelesinde. Bu göz korkutmanın meydan okuyuşunun karşısına, ‘Marksizm’in bunalımı’ kavramını alarak ama ona çöküş ve ölümden tamamıyla farklı bir anlam vererek çıkmalıyız. Terimden korkmamız için bir neden yok. Marksizm başka bunalımlar da yasadı: Örneğin, İkinci Enternasyonal’in ‘iflası’ ve sınıf işbirlikçiliğine teslim oluşu. Ama ayakta kaldı Marksizm.” (Louis Althusser ve diğerleri, Devrim-Sonrası Toplumlarda İktidar ve Muhalefet, Çev: Ayhan Özkan, Metis Yay., 1984, s.245.)
[286] Karl Korsch, “Marksizmin Krizi”, 25 Mayıs 2015… https://komunizminguncelligi.wordpress.com/2015/05/25/marksizmin-krizi-karl-korsch/
[287] Karl Korsch, “Bugün İçin Marksizm Üzerine On Tez”, 27 Mayıs 2015… https://komunizminguncelligi.wordpress.com/2015/05/27/bugun-icin-marksizm-uzerine-on-tez-karl-korsch/
[288] Halil Dağ, “Marksizm’de İktidar ve Devlet Sorunu”, “Kuramsal Marksizmin Tıkanıklıkları ve Çözüm Arayışları”, Demokratik Modernite Düşünce ve Kuram Dergisi, No:18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, s.122.
[289] Abdullah Öcalan, “Kapitalizmin Döl Yatağı: Zigurrat”, “Kuramsal Marksizmin Tıkanıklıkları ve Çözüm Arayışları”, Demokratik Modernite Düşünce ve Kuram Dergisi, No:18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, s.27.
[290] “Marksist sistemin çöküşüyle şu ortaya çıktı: Onun, kapitalist modernite sisteminden birçok yönüyle farklı olmadığının, hatta dayanaklarından biri olduğunun fark edilmesi. Büyü dağılınca ortak yaşar oldukları anlaşıldı. Marksizm bir kopuş değil, bir sürdürücü olmuştu… Reel sosyalizmle başarılan, kapitalist modernizmin sol adı altında en azından yüz elli yıllık objektif suç ortaklığıdır.” (M. Satılmış, “Marksizmin Zihniyete Yaklaşımı”, Demokratik Modernite Düşünce ve Kuram Dergisi-“Kuramsal Marksizmin Tıkanıklıkları ve Çözüm Arayışları”, No:18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, s.77.)
[291] Haydar Ergül, “Sınıf Değil, Komünalite”, “Kuramsal Marksizmin Tıkanıklıkları ve Çözüm Arayışları”, Demokratik Modernite Düşünce ve Kuram Dergisi, No:18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, s.94.
[292] Abdullah Öcalan, “Kapitalizmin Döl Yatağı: Zigurrat”, “Kuramsal Marksizmin Tıkanıklıkları ve Çözüm Arayışları”, Demokratik Modernite Düşünce ve Kuram Dergisi, No:18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, s.20.
[293] yage, s.17.
[294] Abdullah Öcalan, “Uygarlığımızın Maskesi Düşmüş, Söz Hakkı Kalmamıştır!”, Demokratik Modernite Düşünce ve Kuram Dergisi: Büyük Ekim Devrimi, Çözülüşü ve Umudun Yeniden Doğuşu, No:19, Ocak-Şubat-Mart 2017, s.13.
[295] yage, s.14.
[296] Abdullah Öcalan, “Kapitalizmin Döl Yatağı: Zigurrat”, “Kuramsal Marksizmin Tıkanıklıkları ve Çözüm Arayışları”, Demokratik Modernite Düşünce ve Kuram Dergisi, No:18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, s.6.
[297] yage, s.10.
[298] yage, s.20.
[299] yage, s.21.
[300] yage, s.21.
[301] Abdullah Öcalan, “Uygarlığımızın Maskesi Düşmüş, Söz Hakkı Kalmamıştır!”, Demokratik Modernite Düşünce ve Kuram Dergisi: Büyük Ekim Devrimi, Çözülüşü ve Umudun Yeniden Doğuşu, No:19, Ocak-Şubat-Mart 2017, s.16.
[302] Abdullah Öcalan, “Kapitalizmin Döl Yatağı: Zigurrat”, Demokratik Modernite Düşünce ve Kuram Dergisi-“Kuramsal Marksizmin Tıkanıklıkları ve Çözüm Arayışları”, No:18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, s.8.
[303] yage, s.27.
[304] yage, s.133.
[305] yage, s.8.
[306] Abdullah Öcalan, “Uygarlığımızın Maskesi Düşmüş, Söz Hakkı Kalmamıştır!”, Demokratik Modernite Düşünce ve Kuram Dergisi: Büyük Ekim Devrimi, Çözülüşü ve Umudun Yeniden Doğuşu, No:19, Ocak-Şubat-Mart 2017, s.12.
[307] Abdullah Öcalan, “Kapitalizmin Döl Yatağı: Zigurrat”, Demokratik Modernite Düşünce ve Kuram Dergisi-“Kuramsal Marksizmin Tıkanıklıkları ve Çözüm Arayışları”, No:18, Ekim-Kasım-Aralık 2016, s.10.
[308] Abdullah Öcalan, “Uygarlığımızın Maskesi Düşmüş, Söz Hakkı Kalmamıştır!”, Demokratik Modernite Düşünce ve Kuram Dergisi: Büyük Ekim Devrimi, Çözülüşü ve Umudun Yeniden Doğuşu, No:19, Ocak-Şubat-Mart 2017, s.17.
[309] yage, s.17.
[310] Ernesto Laclau-Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, Çev: Ahmet Kardam/Doğan Şahiner, Birikim Yay., 1992.
[311] Murray Bookchin, Özgürlüğün Ekolojisi, Çev: Alev Türker, Ayrıntı Yay., 1994, s.81.
[312] Immanuel Wallerstein, Liberalizmden Sonra, Çev: Erol Öz, Metis Yay., 1998, s.214-215.
[313] Michael Hardt- Antonio Negri, Çokluk, Çev: Barış Yıldırım, Ayrıntı Yay., 2004, s.12.
[314] John Holloway, İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek, Çev: Pelin Siral, İletişim Yay., 2011, s.47.
[315] yage, s.27.
[316] Murray Bookchin, Toplumu Yeniden Kurmak, Çev: İ. Kaya Şahin, Metis Yay., 1999, Türkçe basıma önsöz, s.9-19
[318] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976, s.42.
[319] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, Çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.
[320] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.
[321] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.
[322] V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 25, Progress Publishers, Moscow, 1977, s.465.
[323] “Komünizmi ancak eski toplumun bize bıraktığı bilgi, örgüt ve kurumların toplamından, insan gücü ve araçlar rezerviyle kurabiliriz. Ancak gençliğe verilecek dersleri, gençliğin örgütlenmesi ve eğitimini temelden değiştirirsek, yeni kuşağın çabalarıyla, eskisinden farklı bir toplum, yani komünist toplumu kurmayı başarabiliriz.” (V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt 9, Yeni Ekonomik Politika ve Sosyalist İnşa, Çev: Süheyla Kaya, İnter Yay., 1997.)
[324] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989, s.101.
[325] Kurtul Gülenç, Marksizmde Ahlâk Tartışmaları: Adalet, Özgürlük, Mutluluk, Tekin Yay., 2016.
[326] Karl Marx, Yahudi Sorunu, Çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yay., Ekim 1997.
[327] “Özgürlükten yana görünüp de, direnişi kötü gözle görenler, toprağı sürmeden mahsul almak istiyorlar; gök gürlemeden yıldırım düşmeden yağmur yağsın istiyorlar; okyanusu istiyorlar ama dalga olmasın, sular köpürmesin diyorlar. Oysa ağlamayan çocuğa meme vermez iktidar. İstemeyene zırnık vermemiştir, vermeyecektir de. Bir halk boynunu büktü mü abanacaklardır üstüne, bini bir paraya gidecektir uğradığı haksızlığın, tâ ki silkinsin, sözle, yumrukla ya da her ikisiyle birlikte dirensin.” (Frederick Douglass.)
[328] “Özgürlük ve zorunluluk ilişkisini doğru olarak ilk düşünen, Hegel oldu. Ona göre özgürlük, zorunluluğun kavranmasıdır. ‘Zorunluluk ancak kavranılmadığı ölçüde kördür.’ Özgürlük, doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta değil ama bu yasaların bilinmesinde ve bu bilme aracıyla bu yasaların belirli erekler için yöntemli bir biçimde kullanılma olanağındadır.
Bu, dış doğa yasaları için olduğu denli, insanın maddi ve manevi varlığını yöneten yasalar, -gerçeklikte değil, olsa olsa kafamızın içinde ayırabildiğimiz iki yasa sınıfı- içinde böyledir.
Dolayısıyla istenç özgürlüğü, ne yaptığını bile bile karar verme yetisinden başka bir anlama gelmez. Buna göre, belirli bir sorun üzerinde bir adamın yargısı ne kadar özgürse, bu yargının içeriğini belirleyen zorunluluk o denli büyüktür; oysa çok sayıda çeşitli ve çelişik karar arasında, görünüşte canının istediği gibi seçen, belirsizliğe dayanan kararsızlık, bununla özgür olmayışını, egemenliği altına alacağı şeyin egemenliği altında bulunduğunu göstermekten başka bir şey yapmaz.
Öyleyse özgürlük, kendimiz ve dış doğa üzerinde, doğal zorunlulukların bilgisi üzerine kurulu egemenliğe dayanır; böylece o, zorunlu olarak, tarihsel gelişmenin bir ürünüdür.” (Friedrich Engels, Anti-Dühring: Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1966, s.132-133.)
[329] V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt 8: Savaş Komünizmi (1918-1920), Çev: İsmail Yarkın, İnter Yay., 1996, s.28.
[330] V. İ. Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine Tezler, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1977.
[331] yage, 1977.
[332] Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, Çev: Oktay Emre, Sosyalist Yay., 1994.
[333] Andrew Heywood, Siyasi İdeolojiler: Bir Giriş, BB101 Yay., Çev: Levent Köker, 5. Baskı, 2013, s.306.
[334] Francis Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son İnsan, Çev: Zülfü Dicleli, Profil Yay., 6. Baskı, 2016.
[335] F. Sapancalı, “… ‘Yeni Dünya Düzeni’ ve Küresel Yoksulluk”, Dokuz Eylül Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 3, 2001, s.2.
[336] “5 Yaşını Görmeyen 15 Bin Çocuk”, Cumhuriyet, 21 Ekim 2017, s.18.
[337] “29 Ülkede Açlık Alarmı”, Cumhuriyet, 13 Ekim 2017, s.9.
[338] Dünya Sağlık Örgütü’nün Avrupa, Asya ve Afrika’da yaptığı araştırma 10 yılda obezite oranlarında yüzde 10- 30 arasında artış olduğunu gösteriyor. Bu veriler 2008’de 400 milyon obez ve 1.4 milyar olan fazla kilolu birey sayısı 2015 itibarıyla obez birey sayısının 700 milyona ve fazla kilolu birey sayısının da 2.3 milyara yükseldiğini gösteriyor.
Türkiye’de her 5 kişiden 1’i yani 15.8 milyon kişi obez, her 100 kişiden 34’ü yani 26.7 milyon şişi ise obez öncesi yani fazla kilolu. Bu veriler, Türkiye İstatistik Kurumu’nun ‘2016 sağlık araştırması’na ait. Kadınlarda obez sayısı erkeklere oranla daha fazla. Kadınların yüzde 23.9’u obez. Bu rakam erkeklerde yüzde 15.2. (Şehriban Kıraç, “Zayıflamaya Dev Bütçe”, Cumhuriyet, 8 Ekim 2017, s.16.)
DSÖ verileri; dünya nüfusunun yüzde 23’ünün hareketsiz yaşam sürdüğüne ve bu durumun tüm ölüm nedenleri arasında 4. sırada yer aldığına işaret ediyor. Bunun nedeni ise hareketsizliğin obezite, koroner kalp hastalığı, diyabet, hipertansiyon, metabolik sendrom, kemik erimesi, meme ile kalın bağırsak kanseri gibi hayatı tehdit eden sağlık problemlerine yol açabilmesi. Obezite dünyada “en önemli sağlık sorunları” arasında ve her yıl 3 milyonu aşkın kişinin hayatını kaybetmesine sebep oluyor. (Şehriban Kıraç, “Mönü Hafif Fiyat Ağır”, Cumhuriyet, 9 Ekim 2017, s.7.)
[339] “Yoksullar Şişmanlıyor”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2017, s.18.
[340] “Açlık ve Yoksulluğun Baş Sorumlusu Emperyalizmdir!”, 15 Ekim 2017… http://www.halkinbirligi1.net/aclik-ve-yoksullugun-bas-sorumlusu-emperyalizmdir/
[341] Yücel Uyanık, “Neo-liberal Küreselleşme Sürecinde İşgücü Piyasaları”, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, No:10/2 (2008), s.209-224.
[342] Yücel Uyanık, “Neo-liberal Küreselleşme Sürecinde İşgücü Piyasaları”, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, No:10/2 (2008), s.209-224.
[343] https://bianet.org/bianet/…/184714-unicef-su-kitligi-600-milyon-cocugu-etkileyecek
[344] “9 Ayda AB Ülkelerine 710 Bin Mülteci Gitti”, Haber Türk, 14 Ekim 2015, s.19.
[345] “Dakikada 20 Kişi Sığınmacı Oluyor”, Cumhuriyet, 20 Haziran 2017, s.18.
[346] “Kanser Asıl Diptekileri Vuruyor”, Özgürlükçü Demokrasi, 4 Kasım 2016, s.12.
Yorumlar