“Eşitlik olmayan bir yerde, özgürlük bir yalandır.” [1] Soru : IŞİD’in uluslararası güçlerce Ortadoğu’ya müdahalede kullan...
“Eşitlik olmayan bir yerde,
özgürlük bir yalandır.”[1]
Soru: IŞİD’in uluslararası güçlerce Ortadoğu’ya müdahalede kullanıldığı
belirtiliyor. IŞİD’in arkasındaki temel güçler kimler ve nasıl bir strateji
yürütülüyor?
Öncelikle şu
“kullanılma” saptamasına mündemiç yüzeyselliği tashihte yarar var. Her
“kullanılma”, bir yerden sonra kullanmadır da.
Doğru ABD
emperyalizmi “yeşil kuşak” için El Kaide’yi, Taliban’ı kullandı. Ya sonra? El
Kaide 11 Eylül yaşatmadı mı? Taliban’ın Afganistan’daki icraatları da herkesin
bilgisi dahilinde değil mi?
Evet, IŞİD’i
kullananlar olabilir; olasıdır ki var da…
Ama önemli
olan kimin kimi kullanırken, kullanıldığı veya tam tersi değil.
Şimdi önemli
olan “Ne oldu, ne oluyor?” sorularına verilen yanıt(lar)dır…
Ortadoğu’da
“Ne oluyor”un ilk yanıtı: Vaziyetin neredeyse Birinci Dünya Savaşı sonrası
Sykes-Picot koşullarından farksız olduğudur.
Evet,
Sykes-Picot’un nihayetine doğru ilerliyor Ortadoğu…
Bu çerçevede
Irak haritasını yeniden çiziliyor; çatışmaların doğası iyiden iyiye dolambaçlı
bir hâle geliyor.
Irak’ta tam
bir kilitlenmişlik hâli yaşanırken; Irak Şam İslâm Devleti’nin (IŞİD) 10
Haziran 2014’de Musul’u ele geçirmesiyle başlayan “yeni durum”, işgalle mağlup
olmuş yüzde 18’lik Sünnî azınlığın eski Baasçı kadrolar eşliğinde isyana
eklemlenmesi durumu ortaya çıktı…
Maliki’nin
siyasi birliği sağlamadaki sekiz yıllık başarısızlığı, ABD’nin 2011’de
çekilmesiyle oluşan güvenlik boşluğu, Suriye çatışmasının yansımaları, başta
Körfez monarşileri olmak üzere Sünnî komşuların Iraklı Şiîlerin kazanımlarından
hazzetmeyip radikallere sağladıkları destek “yeni durum”u tetikledi…
Yani mevcut
gelişmeleri IŞİD’ten önce Irak’ın politik ve toplumsal dinamiklerden hareketle
değerlendirmekte yarar var.
ABD
emperyalizminin 2003’deki Irak müdahalesinin “entegre olmamış” bir toplumsal
yapıyı patlatıp, iç çelişkileri ortaya çıkardığı herkesin malumu. Yüzde 66’lık
bir nüfusa sahip Şiîlerin siyasi egemenlik alanı, Kürt egemenlik alanı, Sünnî
Arapların varlığı arasında yaşanan keskin gerilimler Irak’ı uzun süredir siyasi
cehenneme çevirmiş durumdaydı…
Söz konusu
cehennem sadece etnik ve mezhebi toplumsal grupların farklılaşması ve
çatışmasından ibaret değil. Bu çerçevede kâh Irak topraklarında üreyen, kâh
dışarıdan beslenen örgütler ve örgütlenmeler Irak’ta belirleyici bir rol
oynuyor. İran’ın bir Şiî bölgesi yaratma politikaları, El Kaide tipi Selefî
örgütlenmelerin bulduğu hareket alanı, hem ABD’yle hem diğer yerel örgütlerle
giriştiği kanlı egemenlik savaşı Irak’ın son 10 yıllık öyküsünde çok önemli bir
yer tuttu.
Bunun böyle
olmasında şaşırtıcı hiçbir şey yoktu!
Çünkü ABD’nin
Irak işgali ardından izlediği politikalar devleti çökertirken; parçalanmış
toplumsal doku nedeniyle devletin yeniden kurulması çok zordu; bu zorluğun
yerine mezhepsel iktidar tercihleri devreye girdi…
Suriye
açısından da benzer bir durum söz konusu. Ne var ki Şam yönetimi İran ve Rusya
desteği sayesinde kendi kontrolü altındaki bölgede devlet işlevlerini iyi kötü yerine
getirebiliyor. Ülkenin gerisi ise bir harabe hâlinde, şiddeti en insafsızca
kullanabilenlerin insafına bağlı koşullara mahkûm.
Bu noktada
Irak’ta IŞİD’in şimşek hızıyla gerçekleştirdiği harekâtların ardından kısa
dönem için şu değerlendirmeler yapabilir: Suriye’de Esad rejimi yerini
“sağlamlaştırdı”... Kürdistan Bölgesel Yönetimi Kerkük’ü de alarak genişlettiği
sınırları içinde konsolide olmaya başladı... Obama yönetimi Irak’a müdahale
etmeyecek. Bu durumda da Bağdat’ın düşmesini önlemek, Şiî iktidarının sürmesini
sağlamak İran’a düşecek. Tahran, bu durumda Irak üzerindeki hâkimiyetini
artıracağı bir konuma geldi...
IŞİD rüzgârı, Şiîlerin
hâkim olduğu alanlarda İran’ın Bağdat üzerindeki etkisini perçinlerken;
Tahran’ın da Ortadoğu’daki ağırlığını ciddi şekilde artırır.
Bu hâl
Türkiye’yi, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne yakınlaştırırken; ‘Başur’a (Güney)
göz kırpan T.“C”, ‘Rojava’yı (Batı) karşısına alıyor…
Soru: Bir anda ortaya çıkan IŞİD nasıl bu
kadar geniş bir alanda hareket edebiliyor. Ortadoğu’nun dengeleri açısından bu
ne gibi sıkıntılara yol açabilir?
IŞİD’in
“aniden” Ortadoğu gündeminin baş maddesi olmasını, askeri başarılarını Irak Sünnîlerinin
isyanına bağlamak yanında İslâm dünyasını kapsayıp, Avrupa’ya kadar uzanan
bir “durumun” ürünü ya da semptomun (hastalık belirtisinin) olarak
algılamalıyız.
Buradan tekrar
Selefî IŞİD’e dönersek önemle altı çizilmesi gereken ilk şey: “Selefî” düşünce
yahut “Selefîye” kısaca “önde olanların”, “önce gelenlerin” yani Hazreti
Muhammed’in zamanında yaşamış olan nesil ile onları takip eden iki neslin
yolundan gitmek, itikadî konularda Kur’an’ın hükümlerinin ve sünnetin dışına
çıkmamak, dinî bahislerde akla dayanan yorumlara yer vermemektir.
Selefî görüşü
diğer mezheplerden ve yollardan ayıran çok daha başka farklar da mevcuttur ama
temelde Kur’anı ve sünneti esas almışlardır, hattâ hadislerin kaynaklarının
değerlendirilmesi ve kabul edilmesi konusunda da değişik görüşleri vardır,
Kur’an’ın açıkça ifade etmediği hususlarda yorum yapmak ve kıyasta bulunmak
bile Selefîler için “bid’at”, yani dinden çıkmaktır!
IŞİD, sadece
bir İslâm devleti kurma peşinde değil, o da içinde olmak üzere halifelik
kurumunu yeniden oluşturma amacı güden, politikasını cihat üzerine kuran bir
örgüt. Yarı enternasyonal bir yanı da var. Sınırları tanımıyor, İslâmın tek
bayrak altında toplanmasını savunuyor. Bu nedenle mensuplarının Bosna’da,
Çeçenistan’da, Suriye’de cihat adına savaşıyor olmalarında şaşılacak bir şey
yok. Savaşçıları arasında adı geçen bu ülkelerin yanı sıra Endonezya’dan da
katılımcılar var.
Her ne kadar
2013’te kuruldu sanılsa da bu da doğru değil. Suriye’de özellikle söz konusu
yıl adını bir hayli duyuracak eylemlere imza attığı için öyle sanılıyor. Mart
2013’te Suriye’nin Rakka kentini ele geçirdi örneğin ki bu Suriye’de
isyancıların kontrolünü ele aldıkları ilk kentti. Ağustos 2013’te Bağdat başta
olmak üzere birçok kentteki çok ölümlü saldırıları gerçekleştirmiş, 18 Eylül
2013’te ÖSO’nun elinden Azaz kentini de almıştı. Aynı yılın kasım ayında da
İslâmcı Ahrar el Şam örgütünün en etkili mensuplarından birini öldürmekle
suçlanmıştı. Günümüzde Suriye’de Esad yönetimine karşı mücadele veren El
Nusra’nın daha Irak Savaşı sırasında, 2006 yılında ikiye bölünmesinden, Cemaat
el-Tevhid vel-Cihad adını alan kanatlardan birinin El Kaide ile işbirliğine
gitmesinden doğdu.
Cemaat
el-Tevhid vel-Cihad’ın, sonradan El Kaide’nin en önemli “komutanlarından” biri
olacak olan Ürdünlü Ebu Musab el Zerkavi tarafından kurulduğu biliniyor. Yani
çok yeni bir örgütten söz ediyor değiliz. IŞİD adını alışı daha sonradır.
Mücahidler Şûrası, Ceyş el Fatihin, Cündul Şahaba, Ceyş el Taife el Mansur gibi
örgütleri de barındırıyor bünyesinde. Ancak artık El Kaide ile bir bağı
kalmadı, çünkü El Kaide lideri Eymen el Zevahiri, El Nusra ile IŞİD
birlikteliğinin sona erdiğini duyurdu iki ay önce. O gerçekten bir birlik
olduğuna inanıyordu anlaşılan, oysa hem de uzun zamandan beri IŞİD, El
Kaide’den bağımsız davranıyor.
Bir süre
öncesine kadar El Kaide’nin Irak ile Suriye’deki “temsilcisi” durumunda olan
IŞİD, şimdi El Kaide ile kanlı bıçaklı. Bunun El Kaide içerisinde uzun zamandan
beri var olan “görüş ayrılığı” ile ilgisi var. Eyman el Zevahiri aslında El
Nusra’nın lideri Ebu Muhammed Gülani’yi (ki kendisine Nisan 2013’e kadar biat
edeceğini açıklamamıştı) Irak’ta temsilci olarak görüyor. El Nusra’nın El Kaide
içinde “yenilikçi grup” olarak adlandırıldığını da ekleyeyim. Ama Irak El
Kaidesi, Zevahiri gibi düşünmüyor ve IŞİD lideri Ebu Bekir El Bağdadi’yi El
Kaide temsilcisi olarak görüp emirleri ondan alıyorlar. Bu Irak’taki gücünü
artırıyor hâliyle.
Irak’taki
görüş ayrılığının yanı sıra IŞİD ile El Nusra arasında 2014 yılında Suriye’de
kanlı çatışmalar olunca Mayıs ayında Zevahiri çatışmaların durdurulması
konusunda mesaj yayımlamıştı ama fayda etmedi. Nusra, IŞİD’in tutumunu Zevahiri’ye
saygısızlık kabul edip savaşı sürdüreceğini duyurdu. El Kaide içinde IŞİD
kaynaklı bölünme Ürdün ve Kuzey Afrika Arap toplulukları içinde de görüldü.
Ürdün’de Ebu Muhammed Makdisi, Ebu Katade başta olmak üzere Filistinli Selefî
örgütler Nusra Cephesi’nden yana tutum aldılar. El Kaide 2004 yılından beri
“bölünme” yaşayan bir örgüt aslında. Bu yıl, diğer İslâmi örgütlerle çatışmayı
da mücadelenin bir parçası olarak gören Ürdünlü Ebu Musab Zerkavi’nin El
Kaide’ye katıldığı yıl. Bin Ladin’in bile aşırılıklarından rahatsızlık duyduğu
bir isimdi Zerkavi. Zerkavi 2006 yılında öldürüldü ama geride kötü bir miras
ile takipçilerini bıraktı. Hatta hâlâ bugün de “yeni Zerkavicilik” adını
taşıyan bir oluşum var. Ama en büyük takipçisi ise IŞİD.
El Kaide, faaliyet
gösterdiği ülkelerde yerel halkla çatışmıyor. Kolay kolay kimseyi “İslâm dışı”
ilan etmiyor. ABD ile işbirliği yapan Arap ülkelerini, liderlerini hedef
alıyor. Genellikle mezhep ayrılıklarını öne çıkarmıyor. Örgütlenme tarzı 11
Eylül 2001 saldırısından sonra değişti. Piramit örgütlenmeden yatay
örgütlenmeye geçti. Merkezi bir yapı olmaktan çıkıp, başkalarınca yapılan
eylemlerin adına üstlenildiği bir yapıya dönüştü zamanla. Yani amaca uygun
olması koşuluyla kim tarafından yapılırsa yapılsın, her eylemi kendi adını
vererek üstlenmeye başladı. Kimi yararlarına rağmen bu örgütü zayıflattı.
IŞİD ise
İslâmcı diğer örgütlere bile yaşam hakkı tanımıyor. Mezhep farklılığına vurgu
yapması (Sünnî bir örgüt) siyasi çizgisinin en belirgin özelliği. Mensuplarının
çoğu Iraklı, Suriyeli Sünnîlerden oluşuyor. İran’la, Şiî gruplarla çatışmasının
nedeni bu. Irak’ta Felluce’nin kontrolünü ele aldığı saldırılarda en büyük
desteği buralardaki bazı Sünnî aşiretlerden aldı. Anbar vilayetine bağlı Ramadi
kentinde ise durum biraz farklı. Buradaki Sünnî aşiretlerin desteğini henüz tam
olarak alamadı. Ama bölgede kurulacak bir Sünnî yapının IŞİD eliyle
oluşturulacağı bu nedenle sürpriz sayılmamalı. Bir de El Kaide’nin yapmadığı
bir şeyi yapıyor. Çocukları cephenin ön saflarında kullanıyor. Bunu özellikle
Halep’te yaptı.
Devam edersek,
taşların yerinden oynadığı Ortadoğu’da, “yeni durumu” biçimlendiren beş
unsurun altını şöyle çizebiliriz: i) Kapitalizmin krizi ile biçimlenen etkiler…
ii) ABD emperyalizmin Irak’a girmesiyle sınırların geçirgenleşip,
geçersizleşmesi... iii) Şiî-Sünnî çatışmasının tetiklenmesi… iv) “Ilımlı
İslâm” projesinin iflası… v) Kürt ve Filistin soru(n)larının
merkezileşmesi…
Hızla
sıralayalım: Nihai kertede IŞİD Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da yükselen cihatçı
hareketin en etkin parçası. Bu hareketin yükselmesi için gereken insan
enerjisinin, kaynağını, yerel ekonomilerin, ataerkil yapıların, metalaşmayı
hızlandıran neo-liberal politikaların basıncıyla sarsılmasına, eğitimli genç
işsizler nüfusuna, bu ikisinin etkisiyle seçkinlerle halk arasındaki
postkolonyal mutabakatın çökmesine bağlayabiliriz.
ABD
emperyalizminin Irak’ı işgaliyle üç şey oldu: İlki Sykes- Picot anlaşmasının
çizdiği sınırlar geçersizleşti. İkincisi Kürtler otonomi kazanırken, bu da tüm
parçaları etkiledi. Nihayet El Kaide ve benzeri cihatçı örgütler Irak’ta, ABD
işgaline karşı direniş içinde kendilerine verimli bir büyüme ortamı buldular.
ABD işgali
Irak’ı stabilize edemedi, Şiî-Sünnî çatışmasını, tarihin bu canavarını
uyandırdı. Sonrası da malum!
Bölgesel
“denge(sizlik)ler” açısından İran’ı dengeleyen Saddam rejimi
yıkılınca, Şiî-Sünnî çatışması canlanınca, Suudi Arabistan, Körfez devletleri
ve İran’ın bölge üzerindeki etkisi artmaya başladı. Sünnî rejimler de İran’ı
dengeleme telaşına kapıldılar. Şiî-Sünnî çatışması, devletlerarası bir
rekabete, Irak ve Suriye’de olduğu gibi “vekâleten” yürütülen
savaş(lar)a yol açtı. Söz konusu Sünnî ülkeler Suriye’de, Irak’ta IŞİD, El
Nusra gibi cihatçı örgütleri desteklemeye başladılar.
Ilımlı İslâm
projesi Türkiye, Mısır, Tunus deneyimlerinin gösterdiği gibi karaya oturup, 2007 yılında Halis Çelebi’nin,
“Müslümanlar İslâm devleti kurmak adına insanları öldürüyor, İslâm’ın adını
kirletiyor. Özeleştiri yapma vakti geldi,”[2] diye işaret ettiği gibi İslâmi
radikalliği besledi… Totaliter eğilimleri ortaya çıkardı. Cihatçı akımlara
ters düşmeye niyetli olmadığını ortaya koydu.
Şunu görmek ve
kavramak gerek: “Ilımlı İslâm”, liberal entelijansiyanın, kimi İslâmcı
entelektüellerin tüm çabalarına karşın iflas etti.
Hatırlayın bir
keresinde Başbakan Erdoğan, “İslâmın ılımlısı olmaz” demişti. Bu
saptama hem teorik-teolojik olarak doğrudur hem de o günden bu yana pratikte
doğrulanmıştır.
Çünkü, “Ilımlı
İslâm” projesi, bir “üçünü taraf” olabilmesi için gerekli teorik
ve teolojik gerekçeleri oluşturmayı başarması mümkün olmayan bir
söylencedir.
Soru: Sünnîler arasında IŞİD’in örgütlenme
zemini var mı?
Elbette var,
sadece Irak’ta da değil!
IŞİD, Irak’ta
işgal sonrasında, El-Kaide’nin uluslararası katılımla ve acımasız/ sansasyonel
eylemlerle büyürken; “Ilımlı İslâm” söylencelerini yerle yeksan edip,
“üçünü taraf” olmaktan çıkardı.
“Ilımlı
İslâm”, bir “üçünü taraf” olabilmesi için gerekli teorik ve
teolojik gerekçeleri oluşturmayı başaramazken; İslâma mündemiç radikallik
ortaya çıkar.
“Nasıl” mı?
“Özgür Suriye
Ordusu” ile IŞİD arasında geçen bir telsiz konuşmasındaki üzere:
IŞİD: “Sizi
dönek ilan ettik. Siz Allah’ı, peygamberini inkâr ediyorsunuz.”
ÖSO: “Niye
buraya geldin kardeşim, git İsrail’le savaş.”
IŞİD:
“Döneklerle savaşmak Yahudilerle, Hıristiyanlarla savaşmaktan önce gelir.
Bütün imamlar bunu bilir.”[3]
IŞİD,
Müslümanlığı ‘Kutsal’a, Tanrının mesajına ilişkin radikal bir teorik-teolojik
çaba/ duruş olarak algılıyorken; sadece teoride değil, esas olarak pratikte kazanılması
gereken savaş olarak Ortadoğu’nun gündemine getirdi.
Bunun önemi
büyük! Tıpkı Prof. Dr. Hamit Bozarslan’ın, mezhebi aidiyetlerin etkin hâle
gelmesi ve “yoksullaşmaya dayanan muhafazakârlık” olguları ele alınmadan
Ortadoğu’da mevcut durumun anlaşılmayacağına dikkat çekmesindeki üzere!
Mathias
Enard’ın, Ortadoğu’nun bir “kurban” olduğu, geçmişte olduğu gibi bugün de başka
ülkelerin çıkarları uğruna “kurban edildiği” kanısı yersiz değil.
Ortadoğu’da
aslında sınır yoktur; sunidir çünkü…
Bu bağlamda IŞİD,
Ortadoğu’da lokal bir soru(n) olamaz!
Çünkü IŞİD’in
Irak, Suriye, kısmen Lübnan’la sınırlı, en kötü olasılıkta Ürdün ve Türkiye’de
istikrarsızlık yaratabilecek bir “sorun” olduğu düşünülebilirdi. Ancak, IŞİD’in
halifelik ilan etmesinden sonra ortaya çok farklı bir şekillenme çıkmaya
başlıyor.
IŞİD, Sünnî
kabilelerin de desteğini alarak Suriye’den, Bağdat’ın 40 km. yakınına kadar
uzanan bir bölgede “yarı-devlet” sayılabilecek bir egemenlik alanı oluşturmaya
başladıktan sonra, gereken koşulları yerine getirdiğini iddia ederek liderini
İbrahim Halife ilan etti. Aynı günlerde, yakın zamana kadar IŞİD ile savaşmakta
olan El Nusra IŞİD’e katıldığını açıkladı. 1 Temmuz 2014 günü ‘The Times’,
Kuzey Afrika ve Mağrip El Kaidesi (KAMEK) adlı örgütün, Yemen’de etkin El Kaide
(YEK) grubunun, İbrahim Halife’yi selamladıklarını, Boko Haram’ın IŞİD bayrağı
göstermeye başladığını aktarıyordu. ‘The Times’, KAMEK’in Avrupa’da en yaygın
örgütlenme ağına sahip olan YEK’in uluslararası eylemler düzenleyebilen yapılar
olduğunu da anımsatıyordu.
IŞİD’in
halifelik ilanı, tüm Müslümanları halifeye biat etmeye çağırıyor, etmeyenleri
halifenin iradesine karşı çıkan dönekler (mürted) ilan ediyor. Böylece IŞİD
Müslüman dünyasının iktidar ilişkilerine karşı savaş ilan etmiş oluyor. IŞİD’in
uluslararası insan kaynakları, KAMEK ve YEK’nin katılımı, IŞİD’in savaş
alanının Ortadoğu’nun ve Müslüman dünyasının çok dışına taşacağını gösteriyor.
IŞİD’in
halifelik ilan etmesi birçok yorumcuya göre, uluslararası cihat hareketinde
yeni bir sayfa açıyor. Cihat hareketinin, “halife”nin çağrısına uluslararası
planda olumlu cevap vermeye başlaması, gerek Körfez emirliklerinin ve Suudi
krallığının, gerekse Türkiye’deki İslâmcı hareketin, AKP liderliğinin
hesaplarının nasıl altüst olduğunu, nasıl bir gerçekle karşılaşacaklarını
(IŞİD’in bunları adeta mürted olarak gördüğünü düşününce...) görmek çok zor
olmasa gerek. Diğer taraftan, büyük olasılıkla IŞİD çok yönlü bir saldırı
altına girmeyi göze alarak bir hesap hatası yapmış kendi sonunu hazırlamış da olabilir.
O durumda “bir halifelik kuruldu, Batı ve bölgedeki uşakları onu yıktı”
algısının nerede, nasıl sonuçlar yaratabileceğini bilmek çok zor.
Kim ne derse
desin Ortadoğu’da sınırları tanımadığını açıklayan bir İslâm Devleti ve
halifelik iddiasıyla karşı karşıyayız. Bu İslâm Devleti’ni kuran, liderini
halife olarak ilan eden IŞİD adlı hareket, kanlı eylemlerini sosyal medyada
sergileyerek şok etkisi yaratıyor, bu yolla taraftar topluyor. Amerika’dan
Avrupa’ya, Rusya’dan Uzakdoğu’ya, birçok ülkeden ihmal edilemeyecek sayıda genç
bu örgüte katıldı, katılmaya devam ediyor. Bu örgüt, kendi İslâm anlayışına
uymayanlara karşı acımasız bir şiddet uyguluyor. Halife dünyanın her yerindeki
Müslümanlara İslâm Devleti’ni (İD) tanımaya, halifenin iradesini kabul etmeye,
uğrunda ölümüne savaşmaya çağırıyor.
IŞİD, yense de
yenilse de sonuç “aynı” kapıya çıkıyor.
Birincisi: Ya
kurulan “İslâm Devleti”, elindeki maddi olanaklara, kadrolara, yerel Sünnî
iktidar ilişkilerine dayanarak yönetmeye, kalıcılık kazanmaya başlarsa;
dünyanın çeşitli yerlerinden gelen militanlar için, cihat savaşını kendi
ülkelerine taşımalarına olanak sağlayacak eğitimi alacakları, kaynaklara
ulaşacakları bir çekim merkezi olur.
Daha sonra da
dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş savaşçılar, benzer bir yapıyı kurmak ve
İD’ye katmak için çalışmak üzere geldikleri ülkelere döner, savaşmaya
başlarlar.
İkincisi IŞİD
yenilirse, İD ilk kurulurken militanlarda oluşan beklentiler boşa çıkmaya
başlar. Hayal kırıklığı, ihanete uğramışlık duygusu hâkim olur. Bu durumda da
militanlar hem hayatta kalabilmek hem de savaşa yeniden başlayabilmek için
etrafa saçılıp, ülkelerine geri dönmeye başlarlar ki bu sorunu büyütür.
Soru: Esad’a karış ortaya çıkan gruplar
arasında bulunan IŞİD’in şu anda Esad güçleri ile çatışmadığı belirtiliyor.
IŞİD, neden Rojava’da Kürtleri temel hedef olarak aldı?
IŞİD’in,
Esad’la “çatışmaması” konjonktüreldir. IŞİD’in, öncelik sıralaması ve
yönelimleri söz konusudur. Kaldı ki çatışmalar, farklı dozajlarda yer yer
sürmektedir.
IŞİD’in,
Rojava’da Kürtleri hedef olarak alması, T.“C” politikalarından ayrı ele
alınmaz.
Soru: Türkiye’nin IŞİD’e desteğinden söz
ediliyor. Silahların gönderildiği ve büyüme aşamasında Türkiye’nin rol aldığı
belirtiliyor. Türkiye’nin Rojava politikasını da göz önüne aldığımızda böylesi
bir destek sizin için mümkün mü?
“Türkiye’nin
IŞİD’e desteğinden söz ediliyor” mu? Hayır “söz edilme”nin ötesinde T.“C” aktif
olarak IŞİD’i ve radikal İslâmcı grupları destekledi, kolladı…
Bu T.“C”nin,
Rojava ve Suriye politikasının “olmaz olmaz”ıdır!
‘Ortadoğu
Stratejik Araştırmalar Merkezi’ Başkanı Hasan Kanbolat’ın, “Suriye’nin kaosa
sürüklenmesi Türkiye’nin güvenliğini sarsmaya başladı. Türkiye’nin iç ve dış
politikasını kökten etkilemeye başladı. Bununla da kalacak gibi görünmüyor”
deyip, “Türkiye’nin savaş lobilerinin kurgusundan kurtulması gerektiğine”
işaret ettiği; Ali Bulaç’ın, “Türkiye’nin Suriye’ye askerî müdahalesinin
konuşulduğu günlerdeyiz. “Müdahale” demek savaş demektir,” diye betimlediği
tabloda Rusya’nın Sesi radyosu, Resulayn kentinin silahlı muhaliflerin eline
geçmesinde, “en radikal Selefî grupların kilit rol oynadığını” ve Selefî
liderlerin Türkiye’de lüks otellerde kaldığına işaret etmesi, TIR’lar vb’leri
her şeyi yeterince anlatmıyor mu?
Soru: Kobanê’de büyük bir direnişten söz
ediliyor. Bunun diğer parçalara yansıması Kürtler açısından nasıl olur?
Dert varsa,
derman da vardır…
IŞİD, T.“C”,
bölge gericiliği Kobanê’ye/ Rojava’ya saldırıyorsa, Kobanê’de de/ Rojava’da da
direniş olacaktır.
Kobanê/
Rojava direnişi, dört parçaya bölünmüş Kürdistan, “suni sınırlar”a
(“hendek”lere ve “tel örgü”ler) aldırmayan varoluş sorunudur.
Tabiri caiz
ise, Kobanê/ Rojava’da savunulan, dört parçaya bölünmüş Kürdistan’ın XXI.
yüzyıldaki geleceğidir.
İş bu nedenle
de Diyarbakır’ı da, Erbil’i de, Mahabad’ı da doğrudan etkilemesi kaçınılmazdır.
Soru: Kürtler açısından bize Rojava’nın
önemini anlatabilir misiniz?
Gerek dünya dengeleri, gerek Ortadoğu
koşulları, gerekse de Kürtlerin bugünkü konumları ve hırsla verdikleri mücadele
onların şanslarını her zamankinden daha fazla artırmıştır.
Söz konusu güzergâhta Rovava faktörü de,
kritik bir eşik olarak öne çıkıyor çıkmasına da, aynı zamanda da görmezden
geliniyor; bir “susuş kumkumalığı”na mahkûm ediliyor… Evet, evet Rojava’ya
yöneltilmiş bilinçli ya da bilinçsiz ilgisizlik dikkat çekici!
Bir halk uyanışı/ ve ayaklanması olarak
Rojava, ötekisiz bir ulusal inşa girişimidir. Buna halk demokrasisi de
diyebilirsiniz!
Ancak kurtarılmış bölgedeki “öz yönetim deneyimi”
denilen şey, sadece bir geçiştir; yani “kararsız denge” hâlidir; uzun süre
böyle kalmaz; ya bağımsızlığa doğru ilerleyecek veya gerileyecektir!
Rojava, radikal sosyalistler tarafından
(Ulusların Kaderini Tayin Hakkı ekseninde) sonuna kadar desteklenmesi gereken
bir özgürlük hamlesidir…
Rojava Halk Meclisi Eşbaşkanı Abdulselam
Ahmed’in ifadesiyle, “Cihatçılarla Esad güçleri arasında 3. yolu denedikleri”ni
söyleyen onları; Ortadoğu’daki büyük altüst oluşla varlıkları ortaya çıkan,
toplumsal ve bölgesel bir gerçeklik olarak tanımak, kabullenmek “olmazsa
olmaz”dır…
Bir belirsizlikler ve riskler coğrafyası
olarak Ortadoğu dengelerinin altüst olduğu güzergâhta Rojava’daki gelişmeler,
Ortadoğu’da XX. yüzyıl statükosunun artık devam ettirilemeyeceğini göstermektedir;
bunun kanıtıdır.
Bu çerçevede Ortadoğu’da Kürt sorunu
bölgesel ve uluslararası bir realiteye dönüşürken Rojava’nın yeni bir aktör
olarak ortaya çıktığını söylemek mümkündür.
Nihayet Rojava’daki gelişmeyi, BAAS
rejiminin vatandaş olarak bile kabul etmediği, mallarını ve hürriyetlerini gasp
ettiği bir toplumun onurunu, hak ve özgürlüklerini korumak için duyurmaya
çalıştığı bir yaşam çığlığı ve mücadelesinin ulusal inşası olarak okumak
gerekmektedir.
Soru: IŞİD’in Musul’u almasının ardından
PKK ve PYD yaptığı çağrılarda Kürdistan’ı birlikte savunma vurgusu yapmış ve
kimi yerlerde YPG’liler ile Peşmerge IŞİD’e karşı birlikte savaşmıştı. Tüm
bunları göz önünde bulundurduğumuzda Kobanê’de yaşananlara karşı KDP’nin
sessizliğini ve tutumunu nasıl değerlendirmeliyiz.
IŞİD ve bölge
gericiliğinin tezgâhları karşısında PKK ve PYD’nin Kürdistan’ı birlikte
savunmasında şaşırtıcı olan bir şey yoktur. Şaşırtıcı olan IKDP’nin sessizliği
ve “hendek”leridir!
Sessizlik de,
“hendek”ler de kabul edilmemesi/ reddedilmesi gereken politika(sızlık)lardır.
Bu durumda
IKDP elbette sonuna dek eleştirilip, uyarılmalı. Ancak bir Brakuji (“Kardeşin
Kardeşi Öldürmesi”) yanlışına
da kesinlikle geçit verilmemelidir.
Soru: Yaşanan çatışmalar Kürtler açısından
Ulusal Kongre’yi kaçınılmaz kılıyor mu?
Dört parçaya
bölünmüş Kürdistan’ın XXI. yüzyıldaki geleceği, sömürgeci güçler karşısındaki
ulusal birliğinden geçmektedir. Bunun ilk adımı Ulusal Kongre’dir.
Kürtler için
bu, acil/ vazgeçilemez bir “olmaz olmaz”dır.
Yunan
mitolojisindeki Yedi başlı canavar Hydra’nın hikayesi anımsanmalıdır.
Hydra,
başlarından biri kesildiğinde yerine hemen yenisinin bittiği yedi başlı
ejderhanın adıdır. Canavarın öldürülmesi yedi başının da birden kesilmesiyle
mümkündür…
Hydra’yı, akıl
ve zekâ tanrıçası Athena’nın yardımıyla Herakles öldürmüştü. Zekâyla gücün
temsil ettiği Athena ile Herakles işbirliğinde…
Kürdistan’ın
dört parçadaki emekçileri/ ezilenleri kendi (sömürgeci) Hydra’larının bir
başını koparmak için mücadele ediyorken; ancak bu ortak (sömürgeci) canavardan
kurtulmak için mücadelelerini parça parça sürdürürlerken; birbiriyle dayanışma
bağı kuramayan mücadeleler yetmiyor/ yetmez de…
Şimdi Kürdistan’daki
yedi (siz dört okuyun!) başın yedisinden (yani dördünden!) de nasıl kurtulacağı
sorusuna, Emma Goldman’ın, “Darlık ayırır, genişlik birleştirir. Geniş ve büyük
olalım,” ilkesiyle Ulusal Kongre şahsında yanıt bulma zamanıdır!
Soru: Ortadoğu’nun hassas dengeleri
açısından Kürtleri nasıl bir tehlike bekliyor? Bu tehlikede bağımsız bir
Kürdistan’ın kurulması Kürtler açısından mutlak çözüm müdür?
Hiçbir zaman
mutlak çözüm olmaz; çözümler olur; Kürtler için söz konusu çözümlerden birisi
de bağımsız Kürdistan’dir…
Ezen ulus
sosyalistlerinin egemenlerine karşı, her koşulda Kürdistan’ın bağımsızlığını
savunmaları vazgeçilemez temel görevidir.
Tabii ki,
belirleyici son sözü Kürtler söylemelidir/ söyleyecektirler elbette…
Kürtlerin bir
tehlike ile yüz yüze olduğu saptaması, aynı zamanda da bir imkânla da iç içe
olduğunu görmeli ve kavramalıdır.
Tehlikesiz imkân,
imkânsız tehlike olmaz…
Yeri
geldi belirteyim: Jean Paul Sartre’ın, “İnsan özgürlüğe mahkûmdur,”
saptamasını müthiş önemli bulurum…
Hayal
gücünün bilgiden daha önemli olduğundan; aşılmasına imkânsız
hiçbir duvarın olmadığından; imkânsızlığın yalnızca tembellerin
sözcüğünde yer alan bir kelime olduğundan; hiçbir şeyi riske atmamanın,
aslında her şeyi riske atmak anlamı taşıdığından şüphe duymam…
Bir şey daha: Bir
gerçeği savunurken ona, öncelikle kendimizi inandırmalıyız. Bunu başarırsak, William Shakespeare’in, “Bazı yıkılışlar, daha parlak kalkınışların
teşvikçisidir”; Chuck Palahniuk’un, “Hiçbir şey durağan değil. Her şey eskiyip dağılıyor,” sözlerini
terennüm ederek başkalarını da inandırabiliriz…
Soru: Tüm bu savaş ablukasında İsrail’in
Gazze’ye müdahalesi gerçekleştirildi. Bu müdahale de Ortadoğu’nun yeni
dizaynına yönelik bir hamle olarak değerlendirilebilir mi?
2010’da
Tunus’la başlayan Ortadoğu halk ayaklanmaları, çok kısa bir zamanda Libya’ya,
ardından domino etkisiyle Mısır’a, Bahreyn’e, Yemen’e ve sıçramasıyla “isyan”ın
artık bir yerle sınırlı kalmayacağını ve giderek de bölgeselleşeceği yönündeki
tezleri güçlendirmiş, Ortadoğu’da sınırların bir kez daha değişebileceğinin
ipuçlarını göstermişti.
Tüm Arap
coğrafyasını sarsan isyan dalgası hemen herkeste “Ne oluyor acaba? Yeni bir
devrim ve isyan dalgasıyla mı karşı karşıyayız?” sorusunu beraberinde getirmiş,
ayaklanmaların devam edip etmeyeceği hususunda tüm dünyanın dikkatini bir anda
Ortadoğu’ya çevirmişti.
“Arap Baharı”
söyleminin en çok tartışıldığı, baharın kışa evrildiği söylenen iki ülkeden
Suriye ve Mısır’da, dünyanın gözü önünde kimyasal silahlardan idamlara
varıncaya değin insanlık suçları işlendi ve işlenmeye de devam ediyor. Şunu
unutmamak gerekiyor, her iki ülkede de eylemlere sıradan insanların katılması;
daha fazla özgürlük, daha fazla aş, ekmek ve daha demokratik bir ülke
taleplerini pekiştiren bir unsur oldu.
Ramzy
Baroud’un, “Arap isyanları yoksulların ve bastırılmış insanların haklı
talepleriyle tetiklendi ve geliştirildi. Dünya medyasıysa bu hikâyeyi neredeyse
ıska geçti diyebiliriz. Geçtiğimiz üç senede Arap devrimleri her ne yöne gitmiş
ya da gidecek olursa olsun, tartışılamayan bazı gerçekler vardır. Arap
isyanları yoksul ve çaresiz olan Arap kentlerinde tetiklendi ve Araplar çok
kötü bir yola giren gidişata isyan etme konusunda kesinlikle haklılar,”
saptamasını unutmadan ekleyelim: Yıllardır uğradıkları baskılar, aşağılanma,
devletin buyruğundakileri insan yerine koymaması sonucu biriken tepkiler,
meydanlarda ölüm olduğunu bile bile insanları meydanlarda toplanmaya devam
etti. Sonuç ortada!
“Neden” mi?
Öndersizlikten!
Tam da bundan
ötürü Fransız yazar Mathias Énard’ın kaleme aldığı ‘Hırsızlar Sokağı’nın
başkarakteri, “Arap Baharıymış, kıçımın kenarı, bu işin sonu Allah’la otoriter
bir rejim arasında kıstırılmış olarak bitecek,”[4]
der…
“Arap
Baharı”nın başlamasından üç yıl sonra, Kuzey Afrika’dan Basra Körfezi’ne kadar
uzanan coğrafyada “hazan”a dönmesiyle çatışma ve kaos hâkim oldu…
Gerçekten de
“savaşıyla, barışıyla çok garip bir yer” diye anılmayı hak eden Ortadoğu’ya,
ABD’nin Irak rejimini yıkarken hediye ettiği Şiî-Sünnî savaşları tüm şiddetiyle
sürüyor. Sınırları aşarak yayılan bu “yangın” ‘The Financial Times’dan David
Gardner’in vurguladığı gibi, “Sykes- Picot sınırlarını silmeye başlıyor ama
ortaya daha beter, belirsizliklerle dolu bir durum çıkıyor.”[5]
Sınırlar,
jeopolitik dengeler hızla değişirken sürdürülmesi olanaksız, -Seumas Milne’in
deyimiyle- “tuhaf ittifaklar” oluşuyor: İran’a karşı, Siyonist İsrail ile
Vahabi Suudiler yakınlaşırken Suriye rejimini devirmeye çalışan Suudiler, Arap
Emirlikleri, Mısır’daki askeri rejimi destekliyor; askeri rejim Suriye’nin koruyucusu
Rusya’dan silah almaya başlıyor. Bu sırada, Suriye muhalefetini destekleyen
“İslâmcı Türkiye”(!) Suriye rejimini destekleyen İran’la yakınlaşmaya
çalışıyor.[6]
Ortadoğu’dan
çıkmaya başladığı rivayet edilen ABD ise aslında, çıkmak bir yana, uzaktan dengelemeye
çok uygun, bu çok parçalı zeminde, az masraflı bir kalışın olanaklarını elde
etmeye çalışıyor.
Tam da bunun
için Noam Chomsky’nin, “Ortadoğu’ya etki eden tehlikeli haydut devletleri, ABD
ile İsrail” diye tarif ettiği çılgınlık öne çıkıyor.
Bundan ilk
elden ve öncelikle yaşayanların yüzde 44’ünün mülteci olduğu Filistin
“nasibini” alıyor.
BBC’ye konuşan
UNICEF’in (BM Çocuklara Yardım Fonu) Gazze yetkilisi Pernille Ironside,
“Gazze’de saatte bir çocuk ölüyor,” derken Gazze, 1 gecede 160 saldırıya maruz
kalıyor!
İsrail’in
2008-2009’da Gazze’de yürüttüğü kara harekatı sırasında evi isabet alan ve üç
kızı ile yeğeni parçalanarak ölen Nobel Barış Ödülü adayı Filistinli doktor
İzzeldin Ebuleyş, “Ölen her çocukta ölen kızlarımı görüyorum. Bu, İsrail’in iddia
ettiği gibi nefsi müdafaa mı yoksa 3. Dünya Savaşı mı çıktı?” diye sordu.
Ancak her şeye
karşın Filistin, akıllarda da gönüllerde de meşru olan bir güçtür. Orada 54
yıldır süren bir işgal söz konusu. Bu işgale karşı mücadelede ise Filistin,
haklı ve mağdur konumdadır. Dünyanın tüm Yahudilerini Filistin topraklarında
bir araya getirme fikri olan Siyonizm; işgali, yayılmayı, soykırımı
koşulluyor. Filistin halkı, tüm kayıplarına rağmen İsrail’in belirli
ölçülerde kalan varlığına razı olmuşken; dağdan gelip bağdakini kovan, kendi
durumuna razı değil, Filistinlileri bütünüyle yok etmek istiyor. Ancak tarih,
yediden yetmişe bütünüyle direnen bir halkın yenilmezliğine tanıklık ediyorken;
İsrail Siyonizminin ölüm, nefret ve ırkçılık kusan niteliğine bir kez daha
tanık oluyoruz. Bugüne dek Filistinlilere saldırmak, tutsak almak ve
öldürmek gerektiğinde bahane arama ihtiyacı duymayan, işkenceyi bile meşru/ yasal
gören, niteliğinde ırkçılıkla faşizmi harmanlayan, emperyalizmin işbirlikçisi
bir yapılanmayla karşı karşıyayız.
İsrail
Parlamentosu’nda ‘Evimiz Yahudi Partisi’ üyesi Ayelet Şaked’ın, Facebook’ta
Filistin halkını düşman ilan edip “Filistinli anneler de oğulları gibi
ölmeliler” dediği koordinatlarda; Siyonizm Nazizmin “ikiz kardeşi gibidir.”[7] Ve şunu vurgulamalı: İsrail’in
bugün Filistinliler üzerinde yürüttüğü yıkım ve ölüm siyasası, sonuna dek
soykırım olarak tanımlanmayı hak ediyor…
Bu zeminde 2014
Temmuz’unun başından beri devam eden vahşet topyekûn saldırganlıktır…
İsrail’in
hiçbir zaman barış yapmak gibi bir niyeti olmadı. Çünkü onlar “barış”tan,
teslim olmuş, kimliğini yitirmiş bir Filistin anlıyor. Filistin’in
kadın direnişçilerinden Rula Abu Duhou, bu durumu şöyle özetliyor:
“Barış dedikleri daha fazla zorluk, ekonomik zorluk, sosyal zorluk, toplumsal
hareketin önündeki zorluklar, duvar, yerleşimler, ambargolar, hepsi.”
Filistin
sorunu (Kürt meselesi gibi) Ortadoğu’daki bütün sorunların merkezindedir. Bu
sorun(lar) çözülmedikçe bu bölgeye huzur gelmez.
Siyonist
İsrail Devleti de var oldukça da bu sorun çözülemez. Çözülemez, çünkü İsrail
Devleti bizatihi terör üzerine kurulmuştur; varlığı da savaşa bağlıdır.
Filistin’den tüm Filistinlileri sürmeyi amaçlıyor. Sınırlarını sürekli
genişletiyor. Filistin’in tüm altyapısını tekrar be tekrar; sistematik olarak
yıkmaktadır. Siyonizm ve emperyalizm, Filistin’i tümüyle imha etmeden, bölgede
mutlak bir hâkimiyet kuramayacağını düşünmektedir.
Ancak bunu
yapamayacaktır; başaramayacaktır!
26 Temmuz 2014 14:18:25, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[*] Newroz,
Yıl:8, No: 256, 1 Eylül 2014…
[1] Louis
Blanc.
[2] Halis Çelebi, “...
‘İslâm Devleti’ Bir Hurafe”, İttihat, 27 Haziran 2007.
[3]
Spectator, 17 Haziran 2014.
[4]
Mathias Énard, Hırsızlar Sokağı, çev: Aysel Bora, Can Yay., 2013.
[5]
David Gardner, The Financial Times, 26 Aralık 2013.
[6] The
Guardian 27 Aralık 2013.
[7]
Serdar Koç, “Siyonist Terör”, Deliler Teknesi Edebiyat-Sanat Dergisi, No:14,
Mart Nisan 2009.
Yorumlar