I. AYRIM: ORTADOĞU’DA JEOPOLİTİK DEPREM I.1) EMPERYALİST MÜDAHALE I.2) ORTADOĞU’NUN “SİYASAL” DENİLEN İSLÂMI I.2.1) I...
I. AYRIM:
ORTADOĞU’DA JEOPOLİTİK DEPREM
I.1)
EMPERYALİST MÜDAHALE
I.2)
ORTADOĞU’NUN “SİYASAL” DENİLEN İSLÂMI
I.2.1)
IŞİD
I.3)
T.“C”NİN POZİSYONU
I.4)
BAĞIMSIZLIK EŞİĞİNDEKİ KÜRTLER
I.4.1)
HÂL VE GİDİŞ
II. AYRIM: ROJAVA DEYİNCE
II.1)
VERİLİ SİYASAL TABLO
II.2)
ROJAVA GERÇEĞİ
II.2.1)
ROJAVA’NIN ÖYKÜSÜ
II.2.2)
SALİH MÜSLİM DİYOR Kİ
II.3)
BARZANİ VE HENDEK SİYASASI
II.4)
T.“C”NİN POZİSYONU VE İSLÂMCI ŞİDDET
II.5)
ABD VE LİBERALLER
III.
AYRIM: TARİHSEL BİR EVREDEN GEÇİLİRKEN
III.1) NİHAYET!
ORTADOĞU VE
ROJAVA YA DA TEHDİTLER İLE İMKÂNLAR[*]
TEMEL
DEMİRER
“Gerçek her zaman güzel değildir.
Ama gerçeğe duyulan açlık güzeldir.”[1]
Ortadoğu ve
Rojava’dan söz etmeden önce bir şeyin altını özenle çizmeliyim:
Reel politiker değilim, “Reel Politika”
denilen şeyden anlamam ve medet de ummam.
Jean
Paul Sartre’ın, “İnsan özgürlüğe mahkûmdur,”
saptamasını müthiş önemli bulurum…
Hayal
gücünün bilgiden daha önemli olduğundan; aşılmasına imkânsız
hiçbir duvarın olmadığından; imkânsızlığın yalnızca tembellerin
sözcüğünde yer alan bir kelime olduğundan; hiçbir şeyi riske atmamanın,
aslında her şeyi riske atmak anlamı taşıdığından şüphe duymam…
Karl Marx’ın, “Toplumun kalabalıkları ve
onlar gibi düşünenler benim kitabımı okumasınlar; hem ben, ona hiç el
sürmemelerini alışkanlıklarına uyarak eserimi yanlış anlamalarına yeğ tutarım,”
sözlerinin altını defalarca çizip, imkânsızı
isteyen bir gerçekçilikle, “son söz” saplantısından uzakta,[2]
hep olmayacak şeyler düşünürüm: “Gülünç, çocuksu ve acemi...”
Sonra da Nâzım Hikmet’in, “En güzel deniz/
henüz gidilmemiş olandır,// en güzel çocuk/ henüz büyümedi,// en güzel
günlerimiz/ henüz yaşamadıklarımız// ve sana söylemek istediğim en güzel söz//
henüz söylememiş olduğum sözdür,” dizeleri
kulaklarımda çınlarken; ilerleyen yaşıma karşın, “Ya savaş devrime yol açacak
veya devrim savaşı önleyecek,” derim hep…
Çünkü Ortadoğu yangınının orta yerinde
bunların altı çizilmeden yol alınamaz…
Hele
Rojava’dan, yani sömürge Kürdistan’dan ve dolayısıyla da öteki parçalarından
söz edilirken…
Nihayet Sykes-Picot’un “sonu”na doğru
ilerlenirken!
İş bu
neden(ler)le; Ortadoğu’nun verili hâlinden hareketle yapılacak bir
değerlendirme yanlıştan yola çıkmaktan başka anlam taşımaz...
Konuşmamız
gereken; verili durumun yol açtığı/ açacağı çatışmalar ile biçimlendireceği
gelecek imkânı olmalıdır.
Kolay mı?
Irak-Şam İslâm Devleti’nin (IŞİD) zıplamalı gelişimi ile Ortadoğu ateşinin
tazelenmesi… Irak, Suriye ve İsrail-Hamas-Filistin çatışmalarıyla yangının bir
alev topuna dönüşmesi... Bölgedeki etnisiteler, mezhepler çatışmaları…
“Siyasal” denilen İslâm’ın yükselişi… Emperyal güçlerin bölgeyi yeniden
biçimlendirme çabaları… Ve savaşlar, boğazlaşmalar!
Bunların tümü,
büyük bir alt üst oluşun tehdit ve imkânlarını betimleyen verileridir.
Sakın ola
unutmayın/ unutturmayın; bu tablonun yaratılmasındaki başat faktör, Ortadoğu’ya
emperyalist müdahaledir…
Irak işgaline,
emperyal çıkarlar adına onay verme suçunu işleyenlerin, Ortadoğu’yu
“demokratlaştırma” projelerinin çuvallamasını nasıl yok sayabiliriz?
I. AYRIM: ORTADOĞU’DA JEOPOLİTİK DEPREM
Mete Yarar’ın,
“Ortadoğu’da diplomasi değil; silahlar konuşmaktadır”; Ergin Yıldızoğlu’nun,
“Ortadoğu’nun, artık herkesin herkesle savaştığı, ‘Hobbesian’ bir kâbusa
dönüştüğünü, insani trajedilerin önümüzdeki dönemde, daha da yaygınlaşacağını
düşünüyorum,” diye betimledikleri coğrafyada IŞİD’in Musul ve diğer Irak
kentlerini ele geçirmesinden sonra yaşanan gelişmeler nedeniyle bugünkü
sınırların belirlenmesini sağlayan Sykes Picot anlaşması sorgulanmaya başlandı.
‘Şark Al
Awsat’tan Ali İbrahim, Birinci Dünya Savaşının başlamasının yüzüncü yılında
Batı basınında bu sorunun sıkça sorulduğuna dikkat çekip; “Sykes Picot’a bu ani
ilgi, bu anlaşmanın Levant’ın bugünkü sınırlarının ilk çizildiği anlaşma
olmasından dolayıdır. Sınırları bu anlaşma ile çizilen Suriye ve Irak bir iç
savaş yaşamakta, merkezi iktidarın kontrolünün dışında geniş bölgede ve
sınırlarda kırılganlık oluşmaktadır,” dedi.
Aynı konuda
‘The Time’ dergisi de kapağına yanan bir Irak haritası ile birlikte “Irak’ın
Sonu” başlığını attı. Irak’ta yayımlanan ‘Al Sabah’ gazetesinden Muhammed
Abdulcabbar Şabbut de, ‘The Time’ın kapağını “gerçekten acı bir durum” olarak
niteleyerek ekledi: “Sykes-Picot haritasının değiştirilmesinde istenen durum
budur; Irak, Suriye, Ürdün, Kuveyt ve diğer devletlerin ortadan kaybolmasıdır”!
‘Al Kuds al
Arabi’ ise bölgede ortaya çıkan durumu “jeopolitik deprem” olarak nitelendirdi.
Kolay mı? ‘The
New York Times’ ın, Ortadoğu haritasının yeniden
çizilebileceğini ve 5 devletten 14 yeni devlet çıkabileceğini iddia eden
haritalı bir analize yer verdiği Robin Wright’ın analizine göre,
gelecekte en büyük parçalanmayı ise
Suudi Arabistan yaşayacakken; parçalanma potansiyeli taşıyan devletler Irak, Suriye,
Suudi Arabistan, Yemen ve Libya olarak belirtildi!
Verili hâli “Tabanda
tektonik bir değişim var” vurgusuyla betimleyen Verda Özer ekliyor:
“Çok şeyi
değiştirecek. Denklemleri sıfırlayan bir etki yapacak. Irak’ın üçe bölünmesi,
en kötü senaryo gerçekleşiyor… Sünnîler ve Şiîler arasında çok kanlı bir iç
savaş yaşanabilir. Kürtler dışında kazanan olacağını sanmıyorum. Zaten şu an
IŞİD’e karşı savaşan tek taraf Kürtler. Durum bölgesel olarak bu denklemden
güçlü çıkabilir.”
Büyük acıların
içinde tarih Kürtlere, -elbette tehditleriyle- büyük bir imkân sunmaktadır!
Bu saptamayla
birlikte söylenebilecek olan, Ortadoğu’daki güç mücadelesinin Sünnî-Şiî
çatışması üzerinden artarak devam edeceğidir…
Kaos
sarmalında 2013 sonu itibarıyla çatışmalarda ölenlerin sayısının Irak’ta 6.650,
Mısır’da ordunun yönetime el koyduğu altı ay içinde 3.553, Suriye’de ise
2011’den 2013’e 100 binin üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Bu tablo yaralanan
yüzbinler, göç etmek zorunda kalan milyonlarla birlikte her geçen gün daha da
ağırlaşıyor. İşin daha da vahimi, bu gidişe son verecek bir girişim ya da
gelişme henüz ufukta görünmüyor!
IŞİD’in
Musul’u alması ve Bağdat’a doğru ilerlemeye devam etmesiyle birlikte
Ortadoğu’da tarihin akışının birden hızlandığı; şiddetin her geçen gün
genişleyip daha yıkıcı hâle geldiği, ayrılıkların ise kesifleştiği bir
Ortadoğu’ya şahit olunuyorken görünen köyün kılavuz istemediğini şöyle formüle
ediyor Mete Çubukçu:
“IŞİD ile
Ortadoğu’da yeni bir dönem başlıyor… Tıpkı Vahşi Moğol savaşçılarının Bağdat
kapılarına dayanması gibi bir şey! IŞID bu işin öncüsü. Ama üzerine oturduğu
bir zemin olmasa birkaç bin cihatçının yapabileceği bir şey değil. IŞID bir
yanda korku, ve terör bir yanda dönemsel çıkarların çakıştığı, tıpkı Irak’taki
bazı Sünnî yapılanmalar gibi (hepsi değil), gruplarla birlikte hareket ediyor. Sünnî
tepkiselliği de önemli burada ama baştan söyleyeyim bu tür sosyolojik analizler
doğru olsa bile IŞID’ın yaptıklarına kılıf olamaz. Çünkü IŞID vahşetini farklı
gerekçelerle örtmeye çalışanlar var ki bu bir tuzak. Diğer yandan IŞİD’in, Sünnî
aşiretler ve Sünnî yapının da desteğiyle Musul’u kontrol altına alması, hatta
genişlemeye başlaması, hâkimiyet kurması eskiye dönüşün artık gittikçe
zorlaşması demek. Irak’ta fiili güçlü bir yapı var. Resmi olarak ikili bir yapı
var. Arap Federasyonu ve Kürt Bölgesel Yönetimi; onun üçe bölüneceğini, Sünnî
bölgedeki durumun eskiye döneceğini düşünmüyorum. Irak’ın bölünmüşlüğü
resmiyete de geçti gibi görünüyor.”
Aynı konuya
ilişkin olarak ‘Irak İki Başlı İç Savaşa Doğru’ başlıklı makalesinde Abdulbari
Atwan, “Irak, sadece Irak’ı değil, bütün Arap bölgesini içine alacak olan iki
boyutu olan bir savaşın kenarında. Birinci savaş; Sünnîlerle Şiîler arasında
yaşanacak olan mezhepsel iç savaş. Suriye’de de yaşandığı gibi bu savaş İran
ile Suudi Arabistan arasında bir vekalet savaşı olacak. İkinci savaş; Kürtlerle
Araplar arasında yaşanacak olan etnik savaş. Ön belirtileri, IŞİD’in
müttefikleri ile Kerkük’e gerçekleştirdiği ve onu koruyan peşmergelerle
çatıştıkları hücumda başladı,” derken; ‘Şark al Awsat’taki ‘Irak… Merhaba!
Cehennem Mevcut’ başlıklı yazısında Irak’ta yaşanan durumu tam bir cinnet hâli
olarak tanımlayan Abdurrahman Raşid de, “Kesinlikle abartmıyorum. Başka yeni
bir durumla karşı karşıyayız. Suriye, Libya ve Yemen’den daha tehlikeli bir
durum... Irak’ta yaşanan her şey cinnet durumları,” diyerek durumun vahametine
dikkat çekti.
Kim ne derse
desin: Bütün bu kanlı manzaraların asıl nedeni, 2003 yılında ABD’nin Irak’ı
işgal etmesiydi…
I.1) EMPERYALİST MÜDAHALE
Hans Blix’in,
“Savaşın hemen öncesinde BM Güvenlik Konseyi’ne Saddam’ın işbirliğini
artıracağı yönünde sinyaller verdiğini anlatmıştım. Hatta bizzat Blair’e, 250
bin askerin Irak’ı işgal edip pek az silah bulmasının çelişkili ve absürd
olacağını söylemiştim. Bu savaş kesinlikle meşru değildi,”[3]
dediği; ‘El Pais’in, Irak savaşının X. yılında bir grup İspanyol askerinin
Iraklı bir mahkûma işkence yaptığı görüntüleri yayınladığı; “İşgalinin yol
açtığı insan kaybı 1 milyonu geçen Irak’taki yetim, öksüz ve dul sayısı çok
fazla olduğu”[4] işgal coğrafyasında
Ramzy Baroud’un ifadesiyle, “Abu-Garip’te işkence kültürü 2003 Mart’ından beri
aralıksız devam etmekte”yken; “ABD askerleri çekilirken tehlikeli bir siyasi
boşluk yarattı,”[5] der ‘The Financial Times!
Haksız da
değildir!
Ancak bunun
faturası; ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel, “ABD’nin düşüşüne dair yanlış
algılara kapılmamalıyız. Dünyanın tek lideri olmaya devam ediyoruz,” dese de;
bir gerileme, hegemonya ve mevzi kaybıdır ki bu durumda da, “İmparatorluk
gerilerken barışçı bir uyum değil, daha çok kan ve gözyaşı beklemek gerekiyor”![6]
Evet, evet ABD gerilerken; Ortadoğu’nun
önünde barışçı bir uyum değil, daha çok kan ve gözyaşı vardır!
Özetle
Ortadoğu’daki emperyalist müdahalenin, “Arap Baharı” diye anılan ayaklanmalar
ardından, bölgesel çatışma ve kamplaşmaları yeni bir boyuta taşıması ile
Ortadoğu yangını devasa boyutlara ulaştı…
Suriye
rejimini devirme girişimlerinin görünür kıldığı bu çatışma ve kamplaşmanın bir
tarafında ABD-Fransa’nın başını çektiği emperyalist güçler ile Türkiye, Katar
ve Suudi Arabistan gibi bölge gericilikleri vardı.
Suriye
rejiminin tarafında ise en baştan tutumunu açıktan ilan eden İran’la birlikte
Irak’ın Şiî Maliki yönetimi, Lübnan Hizbullahı ve onların arkasında ise Rusya
ve Çin yer alıyordu.
Ancak, ABD’nin
Suriye muhalefetini birleştirme girişimlerinin bir türlü istenen sonucu
vermemesi, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın giderek daha fazla inisiyatif aldığı
mezhepçi bir politikanın öne çıkmasına yol açtı. AKP Hükümeti, Suriye’de Alevî
Esad’ın devrilmesini İslâm dünyasının liderliği için olmazsa olmaz görüyordu.
Mezhepçi politika, Esad rejimine karşı dünyanın dört bir tarafından savaşçı
devşirilmesini kolaylaştırıyordu.
Fakat bu
politikanın kaçınılmaz sonucu, muhalifler arasında denetimin giderek Suriye’ye
cihad için savaşmaya gelen grupların eline geçmesiydi. Dışarıdan gelen el Kaide
militanlarının kurduğu IŞİD’in, “siyasal” denilen İslâmın kısa sürede diğer
bütün grupları karşısına alacak kadar güçlenmesinin nedeni buydu.
I.2) ORTADOĞU’NUN “SİYASAL” DENİLEN İSLÂMI
Belki
dikkatinizi çekti: “Siyasal” denilen İslâm… dedim!
Çünkü İslâm,
hep “siyasal”dır; “Siyaseti
İslâmdan ayırmak, siyasileşmeyecek bir İslâm düşünmek, Hıristiyan dinini taklit
etmeye çabalamaktan başka bir anlama gelmez.”[7]
Her ne kadar
‘Birikim’ci Ali Murat İrat,
“Kısacası İslâm tarihseldir ve tarihin her döneminde yeniden inşa edilerek
üretilmektedir. Bu da modern dönem için farklı bir anlayışın inşasını
getirmiştir. Siyasal İslâm yoktur. Siyasal Müslümanlar vardır. Ve Siyasal İslâm
tanımlaması dünya genelindeki İslâmi konjonktürel durumu doğru ve kesin
çizgilerle tasvir eder nitelikte değildir. Aynı zamanda da böylesine bir
tanımlama eksiklikler içermektedir. Bu nedenle İslâmın Müslümanlar tarafından
yapılan siyasal yorumlarının ‘Yeni Dinsel Hareketler’ gibi daha kapsamlı ve
esnek bir ifadenin içerisinde barındırılması ve siyasallığın bir inşa faaliyeti
olduğu gerçeğinin gözonünde tutulması gerekmektedir.
Böylelikle dünya üzerinde son
yıllarda yükselişe geçen ve İslâmı siyasal bütüncül bir referans olarak
kullanan anlayışların tanımlanmasında yaşanılan sıkıntılar bir ölçüde
giderilmiş olacak ve İslâm yalnızca politik bir unsura indirgenmeyecektir.
Çünkü yalnızca politik bir bağlam içinde ele alınmaya başlanan İslâm kurgusu
ancak kendisini ve kendi karşıtlarını gitgide totaliter hâle getirmekten başka
sonuçlara yol açmaz,”[8] türünden muğalatalarına gelince
(dikkat edin, bu mantığa göre İslâm’ı totaliterleştiren, onun ele alınış
tarzıdır! Yani biz günde 100 kere “İslâm çoğulcudur, demokrattır,” dersek,
sorun kalmaz!?); Yasin
Ceylan’ın, “İslâm
dini, hem Ortadoğu’daki baskıcı totaliter rejimlerin hem de bunlara karşı
mücadele veren ezilen kitlelerin başvurduğu bir kurtarıcıdır. Her türlü zulüm
için İslâm’dan icazet alınabildiği gibi, her türlü haksızlığa karşı
başkaldırının fetvası da bu dinden alınabilir,” itirafı ile Abdullah El
Eyyubi’nin, “İslâmcılar iktidara gelene dek özgürlük ve demokrasi vurgusu
yapıyor, güç sahibi olduklarındaysa bu ilkeleri çöpe atıyorlar,”[9] uyarısını hatırlayıp, bunun böyle
olmasının da “siyasal” denilen İslâmın doğasına mündemiç olduğunun altını
çizmekle yetinelim!
Bunun içindir ki, “ılımlı” falan da olamaz
yerküredeki İslâm! Bunu bizzat Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in ‘Dünya
İslâm Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi Toplantısı’ndaki
“itiraf”ında da görmek, mümkün! Şöyle
diyordu Söylemez, bu toplantıda: “Yapılan bazı araştırmalara göre son
yıllarda günde ortalama bin Müslüman katlediliyor. Bunun yüzde 90’u Müslüman tarafından,
kardeşi tarafından katlediliyor. Sadece Suriye’de, Irak’ta değil. Libya’da, Pakistan’da,
Afrika’da,
Myanmar’da...
Buralarda ortaya çıkan hareketler var. Şebaplar, İŞİD’ler, Boka Haram’lar var,”
demişti…[10]
Çünkü, “Bütün
dinler ‘mutlak’a ilişkindir, ister istemez. Şiddet, baskı öğelerini, içine
doğdukları dönemin bugün garip, hatta korkutucu gelecek özelliklerini
yansıtırlar. Bunların yanı sıra dinler, insan yaşamına bir anlam veren, ‘yaşam
dünyasını’ düzenlemeye, ahlâka, adalete ilişkin öğeler de içerirler.”[11]
Bu noktada Nuray Pekdemir’in, “Dondurmanın
sıcağı, İslâm’ın ılımlısı olmaz”; Mehmet Dülger’in, “İslâmın ılımlısı
ılımsızı olmaz. Kur’an belli,” saptamalarının “es” geçilmesi mümkün değildir.
Hayır, hayır,
bin kere hayır! İslâm konusunda Kemalist Türkkaya Ataöv gibi, “Günümüzdeki
siyasal İslâm temelde uluslararası tekelci sermayenin ve uzantısı emperyalizmin
dostudur; onun ayrıntıda kalan çelişkisine karşın, emperyalizm-karşıtı
değildir. Kapitalist üretimin gereksinimleriyle, bu arada çığ gibi büyüyen
eşitsizlikle uyuşur. Onun ağır bastığı ülkelerde İslâmcı akımlar güçlüyü daha
güçlü kılan gerici yasalara karşı çıkmazlar. Örneğin Mısır’da Müslüman
Kardeşler yoksul kiracı köylülere karşı büyük toprak ağalarından yanadırlar. Bu
yasalar yerli İslâmcıların girişimleri ve emperyalizmin onayıyla gerçekleşir,”
türünden mekanizmden hareket ediyor değilim!
Benim için İslâm,
tam da Edward Said’in şöylesine tarif ettiğidir:
“İslâm, çoğunluğun dinidir; aykırılık ve
farklılıkları yok sayarak sadece ‘doğru yol, İslâm’dır’ demek entelektüelin
tavrı değildir. İslâm nihayet bir din ve bir kültürdür, her iki yönüyle de
çeşitli unsurlardan oluşur ve tektip olmaktan çok uzaktır. Entelektüelin görevi
sürekli olarak İslâm’ı övmek değil, öncelikle onun karmaşık, heterodoks
niteliğini vurgulayan bir yorumunu vurgulamak (Suriyeli şair ve entelektüel
Adonis, yöneticilerin İslâm’ı mı, yoksa muhalif şairlerin ve mezheplerin İslâmı
mı diye sorar); ikinci olarak da dogmatik ya da popülist teranelerle değil,
insancıl bir dikkat ve dürüst bir değerlendirmeyle, İslâm otoritelerini
Müslüman olmayan azınlıkların ve kadınların haklarının, bizzat modernliğin
icaplarıyla yüz yüze gelmeye çağırmaktır. Entelektüel açısından bunun
İslâm’daki özü, siyasal ihtiraslar güden ulemaya ya da karizmatik demogoglara
koyun gibi boyun eğme değil, içtihadın, kişisel yorumun canlandırılmasıdır.”[12]
O hâlde Edward
Said’in uyarısını asla “es” geçmeden; İslâma övgüler düzmeden, İslâmcılar
yerine “gerçek(miş)” gibi İslâmcılık yapmaya kalkışmadan; Arap ülkelerindeki
muhalif hareket önemli ölçüde siyasal İslâm’a yaslandığını unutmadan Sezar’ın
hakkını Sezar’a verebilmeliyiz!
Bunu böyle
yapmazsak, hepimize Erica Jong’un,
“Tanrı adına işlenen cinayetlerin sayısı şeytan adına işlenenlerden çok daha
fazladır,” uyarısını anımsatan IŞİD gerçeğini yerli yerine oturtamayız!
I.2.1) IŞİD
Selahattin
Erdem’in, “Ortadoğu’da El Kaide’nin versiyonu” olarak tanımladığı IŞİD, El
Kaide, CIA ilişkisinden ve Irak’ı işgaliyle ABD’nin, bölgeyi bir bataklığa
çevirmesinden doğdu.
Irak’tan
“çekilirken” paramparça bir ülke, kan gölüne dönmüş bir Ortadoğu bırakan ABD
tablosunda IŞİD’in “İslâm devleti”ne dönüşmesi; aynı zamanda Batı ve
Ortadoğu’nun bütün laik ve Şiî unsurlarına pratikte “cihad” ilan etmesi demek
olması yanında; Sykes-Picot’nun sonu yani verili statükonun ezcümle iflası
anlamına gelmektedir.
Batı
istihbarat çevrelerindeki genel algı, Suriye ve Irak’ta aynı anda etkinlik
gösteren IŞİD’in etkisi ve gücünün, El Kaide’nin etkisini ve gücünü aştığı
yönündeyken; Fatih Çekirge’nin, “IŞİD, Taliban bozması bir kukladır... Petrol
için matruşkadır,” türünden “ucuz” tespitiyle sınırlanmamakta büyük yarar var…
Öncelikle
“IŞİD, Ladinizm’in en güncel ve zinde unsuru. Bin Ladin öncülüğünde ‘Yeni
Milenyum’un girişinde küresel-kapitalizm karşıtı bir küresel-İslâm hareketi
olarak varlığını tüm dünyaya (patlattığı ‘İkiz Kuleler’ eşliğinde) duyurmuş El
Kaide’yi var eden İslâmi tarihsel anlayış ise ‘Vahhabîlik’...
XVIII.
yüzyılda Muhammed ibn Abdülvahhab’la birlikte Arap Yarımadası’nda ortaya çıkan,
‘Selefî’ temellerini XIV. yüzyıl âlimi İbn Teymiyye’ye borçlu olan Vahhabîliğin
dinamizmini sağlayan iki temel karşıtlık (düşmanlık) odağı neydi, hatırlatalım:
Biri Osmanlı, diğeri de tasavvuf-tarikat İslâm’ı!
Vahhabî İslâm,
Müslümanların İslâm’ın özünden ayrılmasından Osmanlı’yı mesul tutar ve Osmanlı
topraklarında hayli yaygın etkiye sahip olan tarikatları suçlar. O yüzden tıpkı
bugün Musul’da IŞİD militanlarınca yapıldığı gibi türbeler, tekkeler,
‘ziyaret’ler yerle bir edilmiş, Peygamber’e yönelik olan da dâhil, her türlü
‘tazim’, dua, şefaat dileme ‘şirk’ sayılmıştır.”[13]
Evet IŞİD,
kökü Pakistan ve Afganistan’a dayanan Sünnî/ Selefî bir örgüt. Örgütün
kurucuları, 1991 yılındaki Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra Irak’a yerleşerek
adım adım örgütlendiler. ABD’nin BAAS’sız Irak projesinde kendini sahipsiz
bulan Sünnî aşiretlerin desteğini arkalarına aldılar. IŞİD, henüz Kaide’ye biat
etmediği ilk yıllarında Irak’taki istikrarsızlık ortamında ele geçirdiği
bölgelerde kurduğu küçük emirlikler aracılığı ile büyüdü. Benzer örgütlenmeler
Irak Kürdistanı bölgesinde de vardır.
“Suriye’nin Rakka kentinde devlet pratiği yapan”[14]
IŞİD, devletleşme amacıyla hareket eden bir örgüttü ve sonrası da Musul ve
ötesiyle geldi…
Çeşitli
pratiklerinde de görüldüğü gibi IŞİD, alan tutmakta, hâkimiyet kurduğu yerlerde
emirlik ilan etmekte, vergi toplayıp elektrik, petrol vb satışı yapmaktadır.
Yani işbirliği içinde olduğu güçlerle beraber onların çıkarını gözeterek
hareket etse de, kendine ait amaçları olan ve ona göre yol haritası
çizen bir yapılanmadır.
IŞİD’in önceli
olan yapının ilk örgütlendiği yer, Irak’ın kuzeybatı bölgesidir. Bu bölgede
yaklaşık 10 yıldır varlık göstermesi, aşiretler arasında da organik anlamda
ilişki oluşturmasına dayanıyor. Irak koşullarında böyle bir örgütün yapılanıp
kökleşmesi için 10 yıl, hafife alınmayacak önemli bir süredir. Buna, Suriye
müdahalesiyle beraber sağlanan avantajlar da eklenerek düşünülürse, ortaya
nasıl bir örgütün çıktığı tahmin edilebilir.
Cihatçı
niteliği ve buna uygun savaşçı kadro yapısı gereği her türlü vahşete başvuran
IŞİD, bu niteliğiyle yarattığı korku üzerinden de istediği yeri boşalttırıp
ilerleme güçlüğü çekmiyor. Musul’un işgaline dair çeşitli yorum ve
değerlendirmeler söz konusu. İddialardan biri, Meclis Başkanı Usame Nuceyfi’nin
kardeşi olan Musul Valisi Esil Nuceyfi’nin Musul’daki
Merkezi ordu askerlerinin kenti boşaltmasını sağlamış olduğudur. Bu, yabana
atılacak bir iddia değil. Ancak, sonradan yapılandırılan Irak ordusunun
Musul’daki askerlerinin yıllardır tatbikat bile yapmadığı, maaş almakla
yetindiği düşünülürse, IŞİD gibi profesyonel bir örgüt karşısında savaşmadan dağılması
da şaşırtıcı olmaz.
IŞİD’in güç ve
imkânlarını büyüten olgulardan biri de, Saddam döneminden kalma özel eğitimli
Baas kadrolarının bir kısmının bu örgütlenme içinde yer almasıdır. Ayrıca, eski
Irak ordusundan kalma cephane (patlayıcı, silah vb) imkânlarına da sahip.
IŞİD kimi
konularda bir turnusol etkisi yaparken; Musul da, IŞİD saldırısından önce,
halkların aralarındaki etnik, mezhepsel vb farkları bir zenginliğe çevirerek
yaşayabildiği bir kentti. IŞİD’in saldırısı ve katliamlarından sonra bir daha
eski Musul’a dönmek olanaksız görünüyor. Bu gelişme, özgürlüğün etnik, dinsel
vb nitelikler yerine, tüm farkları kapsayan sınıf kardeşliğinde aranması
gerektiğini ortaya çıkaran öğretici bir örnek olmuştur.
IŞİD’in
Rojava’ya saldırıları, sürecin bütünü içinde değerlendirilebilirse,
çeşitli açılardan öğretici sonuçlara varılır. Birincisi IŞİD, “kim olduğu
önemli değil yeter ki günlük çıkarlarıma denk gelsin” pragmatizmiyle kurulan
işbirliklerinin ortaya çıkardığı bir güçtür. Farklı bağlamlarda da olsa Kürt
ulusal hareketinin de bu türden ortaklaşmalara girdiği biliniyor. Örneğin,
Türkiye egemenlerinin bir taraftan PKK’yle “barış süreci” bağlamında diyalog
içinde olması, diğer taraftan örgütlediği IŞİD’i Rojava’ya saldırtması,
ortaklaşmaların da uzlaşma arayışlarının da ilkeli ve
bütünlüklü olması gerektiğini gösteriyor; süreç ortaya bu türden öğretici
sonuçlar çıkarıyor.
Taha Akyol’un
da, “IŞİD adlı kanlı terör örgütü geleneksel “köylü” veya “mahalleli” tipleri
değiller. Aile, meslek, sosyal çevre gibi bütün sosyal aidiyetlerinden ve
sorumluluklarından kopmuş, lümpenlerdir. Başarısız diktatörlüklerin ve
başarısız ekonomilerin ürünleridir. İslâm tarihine baktıklarında medeniyet
örnekleriyle değil, en çatışmacı örneklerle coşuyorlar,” diye resmettiği “IŞİD,
Egemenler arası savaşın gayri nizami gücü”dür!
IŞİD’in
güçlenmesinde ABD’nin payı olduğunu belirten Mardin Artuklu Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Naif Bezwan’a göre, AKP’nin IŞİD’le
ilişkisini 90’lı yıllarda devletin Hizbullah’la kurduğu ilişkiye benziyor.
Günlerdir
Kürtlerin kurtarılmış bölgesi Rojava’ya saldıran IŞİD’in bölgeyi ele geçirmeye
çalışması, bir yanıyla Arap hâkim ulusunun reflekslerini temsil ederken;
“siyasal” denilen İslâmın da ne olduğunu ortaya koyar.
IŞİD, toplumsal
gericiliği ve siyasi olarak Ortadoğu çapında bir mezhep savaşını kışkırtan bir
örgüt olarak bütün Ortadoğu işçi sınıfının ve emekçi halkının düşmanıyken;
Rojava’ya saldırısı da daha önce giriştiği askeri faaliyetlerde olduğu gibi,
Ortadoğu’nun gerici güçlerinden aldığı desteğe dayanmaktadır.
IŞİD,
günümüzde Ortadoğu gericiliğiyle bu örgüt arasındaki ilişkiler ne durumda
olursa olsun, bugün geldiği yere başta Suudi Arabistan ve Katar olmak üzere
Körfez’in rantiye devletlerinin ve Türkiye’de AKP hükümetinin desteği ile
ulaşmıştır.
Bu örgütün
Irak’ın Musul, Tikrit, Telafer, Diyala gibi son derecede büyük önem taşıyan
şehir ve eyaletlerini bir yıldırım savaşı ile ele geçirmesi; daha önce
Suriye’de birtakım üsler elde etmesi, Rakka üzerinde hâkimiyet kurması,
Halep’te dahi gücünü hissettirmesi sayesinde olmuştur.
IŞİD
Suriye’deki bu başarıya ise, Tayyip Erdoğan hükümetinin Türkiye-Suriye sınırını
kevgire çevirmesi, IŞİD’in (ve öteki gerici örgütlerin) gündüz Suriye’ye
savaşmak için geçtikten sonra akşam geri dönerek Türkiye’de korunaklı alanda
konaklaması, kamplar oluşturması, yaralılarını Türkiye’deki hastanelerde tedavi
etmesi, Suudi ve Katar parasını ve silahlarını Türkiye aracılığıyla alması,
dünyanın birçok ülkesinden gelen savaşçılarını Türkiye’de askere alması ve
eğitmesi sayesinde ulaşmıştır. Kısacası, Türkiye’nin Suriye vesilesiyle IŞİD’e
verdiği destek belirleyici önemdedir.
Bu desteğin
çeşitli nedenleri ve yönleri vardır. Biri AKP hükümetinin, Rojava’ya düşman
olmasıdır. IŞİD’den beklediği en önemli hizmetlerden biri Rojava’yı askeri
saldırılarıyla yıpratması, başarabilirse varlığına darbe vurmasıdır. Irak
Kürdistan’ının petrollerinden yararlanmak için Barzani’yi himayesine almaya
yönelirken, Türkiye’deki Kürt halkını sözde “çözüm süreci” ile oyalıyor, onun
örgütlerini tasfiye için planlar yapıyor, ama Suriye Kürtlerinin özerkliğini
hiçbir biçimde hazmedemiyor.
AKP’nin
“IŞİD’e verdiği destek”ten söz ettim; sakın ola abarttığımı sanmayın!
Mesela AKP
kalemşörlerinden Akif Emre, “IŞİD’e şaşı bakmamaktan yana”dır!
Sinem
Köseoğlu’na göre, “IŞİD, Şiî hilaline Sünnî kalkanıdır”!
Merve Şebnem
Oruç için de, “Bugünkü IŞİD’in isminin sonundaki ‘Devlet’ ifadesinin realiteden
uzak değerlendirilmesi aslında yapılan temel hata... Devlet IŞİD’in yegâne
amacıdır”!
İş
bu kadarla da sınırlı değil elbet…
IŞİD’in
Suriye’de terör estirirken; Rojava’da ve çevresindeki bölgelerde kan dökerken
Suudi Arabistan-Katar-Türkiye tarafından güvenceye alınan lojistiği ile eline
tutuşturulan silahlar sayesinde neredeyse yoktan var olduğunu bilmeyen mi var?
El Kaide’den
doğan IŞİD’in finansman kaynakları suç gelirlerine dayanırken; ‘Brookings
Enstitüsü’nce 2013 Aralık’ında yayımlanan ‘Ateşle Oynamak: Suriye’deki Mezhep
Savaşlarında Aşırı Gruplara Özel Körfez Finansmanı’ başlıklı rapor, Şam
rejimine karşı savaşan İslâmi muhalefete sağlanan mali destekleri irdeleyen çok
çarpıcı bir analiz sunuyor.
Kuveyt’te 2011
ortalarından itibaren biraraya gelmeye başlayan “bağışçılar”ın organizasyonuyla
Suriyeli muhaliflere sağlanan “yüz milyonlarca dolara” ulaşan finansman,
raporda olgulara dayalı olarak sunuluyor.
Abu
Dabi’de yayımlanan ‘The National’ muhabiri Elizabeth Dickinson’un imzasını
taşıyan bu raporun pek çok yerinde, Türkiye’nin adı geçiyor. Muhabirin gerek
Kuveyt’te gerek Kuveyt dışında görüştüğü ve isimlerini tek tek sıraladığı
kaynaklar, Suriye’deki cihatçılara giden para trafiğinin Türkiye üzerinden
geçtiğini vurguluyor.
Sözgelimi,
Kuveyt Parlamentosu’nun eski üyesi Hamid al Matar, 2013 yılı ramazan ayında
“Allah için cihat çağrısı” yaptığını ve sadece birkaç gün içinde 350 bin dolar
para toplandığını anlatırken şöyle diyor: “Dürüst olmam gerekirse bu paranın
nereye gittiğini bilmiyorum. Sadece yardım ediyorum. Ama çoğu Ürdün ve Türkiye
üzerinden gidiyor”![15]
Kimse
inkâr edemez: IŞID de El Kaide gibi ABD ve diğer batılı devletlerin kanatları
altında büyüyüp bugünlere geldi. Irak’ta Saddam’ı deviren, Suriye’de Esad’ı
devirmek isteyenler işe önce bu türden örgütleri silahlandırarak, iç
huzursuzluk çıkararak başladılar, sonra da kendi planlarını hayata geçirdiler.
‘Der
Spiegel’in internet sitesinde Christoph Sydow’un 12 Haziran 2014 tarihli, ‘Bir
Devletin Çöküşü’ başlıklı analizine bakılırsa IŞİD bir kaç yıl içinde hem silah
hem de maddi güç açısından oldukça palazlanmış. Zaten, milyonluk kentleri işgal
ederken militanların ellerinde görülen modern silahlar da bunu gösteriyor.
Peki dünya
gündeminin bir numaralı konusu olan bu örgütün kullandığı silahlar nereden
gidiyor?
Birincisi;
Sydow’un da anlattığı gibi ABD’nin kabilelere ve Irak ordusuna verdiği silahlar
şimdi bu terör örgütünün elinde.
İkincisi de
Katar ve Suudi Arabistan üzerinden verilen silahlar...
Peki Katar ve
Suudi Arabistan’a hangi ülke en çok silah satıyor?
Almanya’nın
2013 yılında Katar ve Suudi Arabistan’a sattığı silahların IŞİD ve el Nusra
gibi radikal dinci örgütlere verilip verilmediği sorusu gündeme geliyor.
Yine rapora
göre 2013 yılında Suudi Arabistan ve Uman, Almanya’dan 21 bin 400 adet uzun
namlulu silah satın almış.
Kemal
Kılıçdaroğlu’nun, “IŞİD’in silahını gönderen kim?” diye haykırdığı
koordinatlarda “IŞİD’in güçlenip palazlanmasında AKP hükümetinin payı olduğu”[16] bir “sır” değilken; ‘The New York
Times’ da, “AKP’nin Suriye’deki radikal unsurların gelişmesine göz yumarak
bugün Irak’ta yaşanan kaosun bedelini ödediğini” kaydediyor.
Özetle
AKP’nin “Yeni Osmanlıcılık hayalleri IŞİD’e toslar”ken;[17]
iktidara yönelik eleştiriler aynı noktada birleşiyor: “Türkiye beslediği
canavarın kurbanı oldu.”[18]
İş bu
merkezdeyken; “Acı ama gerçek: Korkulan oldu! IŞİD artık her anlamda
Türkiye’nin güney komşusu! ‘Türkiye’nin güneyinde Afganistan yaratıyoruz’
uyarısı yapanlar maalesef haklı çıktı,” diyor Eyüp Can ve ekliyor Sedat Ergin:
“IŞİD Türkiye’nin yeni komşusudur”!
I.3) T.“C”NİN POZİSYONU
Evet, Musul’un
IŞİD’in kontrolüne geçmesini değerlendiren Abdullah Gül, “11 Haziran 2012’de,
‘Afganistan Akdeniz’in kıyısına gelebilir demiştim. Müttefikleri uyarmıştım,’
demişti” demesine de “Neo-Osmanlı”cı yönelimlerin buna kapı açacağını
düşünmemiydi acaba?
Her ne kadar
Ali Saydam, “AKP’nin Türkiye’nin 10 yılına vurduğu damgayı, Türkiye’den değil
ABD’den bakarak yorumlamaya çalışanların çözüm sürecini de direkt olarak
Amerikan politikasına bağlamalarında şaşılacak bir şey yok,” diye buyursa da;
AKP Türkiye’sinin, ABD ilişkisinden güç alarak, Sünnî- Müslüman Arap dünyasının
lideri olma, Osmanlı nüfus alanını restore etme hayali, iflas etmekle kalmadı,
kendi sınırlarında Suriye kaosunun oluşmasına (ve IŞİD’e) yol açtı.
Yani
AKP Türkiye’si, “bölge lideri”, “dünya gücü” derken “onurlu
yalnızlık” gibi açıklamalara sığınmaya çalışsa da Mısır ve Suriye
İran sorunları üzerinden rakip kamplara ayrışmaya başlayan Ortadoğu’da
ortada kalırken; Taha Akyol’un, “Irak etnik ve dinsel bölünme sürecinde,
Suriye karışık, İran tansiyonu yükseltiyor. Bu siyasi depremlerin tsunamileri
Türkiye’yi nasıl etkiler?!” sorusu (ve IŞİD ile) yüz yüze kaldı…
Tam da
böylesi bir tabloda Yusuf Kaplan’ın, “İngilizlerin yüzyıllık stratejisi:
İslâm’ı İslâm’la vurmak!
Sonunda
söyleyeceklerimi başında söylemem gerekiyor...
Önce şu: IŞİD,
diye bir ‘şey’ yok. İngiltere diye sinsi bir güç var.
IŞİD, adım
adım Irak’a ve Suriye’ye yerleştiriliyor. Irak’a ve Suriye’ye yerleşen aktör,
IŞİD değil, gerçekte, İngiltere’dir.
İkinci olarak:
El-Kaide’den türeyen IŞİD gibi örgütler maşa’dır.
El-Kaide,
Amerikalıların maşasıydı. Şimdi El-Kaide’nin yerini, IŞİD gibi türevleri aldı.
IŞİD gibi örgütlerse, İngilizlerin kuklasıdır.
Bu şu anlama
gelir: İngilizler, iki yüzyıl önce Vehhabiler üzerinden sahneledikleri oyunu,
bu kez IŞİD gibi örgütler, İran’ın önünün açılması ve Selefî hareketler
üzerinden sahneye koyuyorlar.
Üç hedef:
Erdoğan’ın tasfiyesi, çözüm süreci’nin bitirilmesi ve İslâm’ın İslâm’la
vurulması süreci,” türünden zırvalara yaslanmak da bir işe yaramıyor!
Kim ne derse
desin: Ortadoğu coğrafyasının karakteristik bir özelliği yeniden tecelli etti.
Dün Kürt Özgürlük Hareketi’nin eşitlik ve özgürlük amaçlı mücadelesini
yenilgiye uğratması için desteklenen IŞİD, bugün bizzat onu destekleyenlere
tehlike hâline dönüşmüş gibi görünmektedir. IŞİD’i destekleyen ülke ve gruplar,
rüzgâr eken fırtına biçer misali, güçlü bir kasırga karşısındadırlar.
Çünkü IŞİD’in
Musul’a saldırısıyla yoğunlaşan tartışmalar, yaşanan gelişmelerin Suriye’de
olup bitenden koparılarak ele alınamayacağı genel kabul gören bir yaklaşımdır.
Bugüne kadar
ki politikalar, “iyi cihatçı”, “kötü cihatçı” ayrımının pek de anlamlı
olmadığını, desteklerin direkt veya dolaylı devam ettiğini gösteriyor.
IŞİD, emirlik kurmaya yönelmiş durumda. Ele geçirdiği bölgelerde
vergi toplayarak, elektrik satarak, vb devlet gibi hareket etmektedir.
Örneğin IŞİD, ele geçirdiği Suriye’nin Deyr el Zor bölgesinde ilkel
yöntemlerle rafine ettiği petrolü Türkiye’de satıyor.
Bugüne kadar,
“Suriye’nin Afganistanlaşması”ndan, dolayısıyla “Türkiye’nin Pakistanlaşması”ndan
söz edenler oldu. Suriye’de Esad’a ve Rojava’da Kürtlere karşı savaştığı için
desteklenen IŞİD, emirlik ilan edecek noktaya geldi. Her ne kadar IŞİD’in
sorunu salt Suriye değilse de Musul’u anlamak, Suriye’de olup biteni
anlamaktan geçiyor. Kaldı ki IŞİD’in Musul’daki varlığı yeni değil.
Musul’da yerleşip Güney’deki Sünnî Anbar bölgesine, oradan da Suriye’ye geçip
Fırat boyunca Türkiye’ye uzanan bir hat izlediği biliniyor.
Desteklenen
bir yapının bir süre sonra bumeranga dönüşmesi de yeni bir olgu
değildir; özellikle ABD buna alışkındır. Ancak, yürütülen politikaların
niteliği/kirliliği, bu türden sonuçları kaçınılmaz kılıyor.
100’e yakın
ülkenin müdahalede rol aldığı, sayıları 1500’ü bulan örgütlerin türediği; yeter
ki Baas rejimi yıkılsın, Şiî hilalinde bir halka kopsun diye her yola
başvurulduğu Suriye’de, özel gayretlerle oluşturulan bu savaş ve
fırsat iklimini IŞİD kendi lehine değerlendirdi. Ve an geldi, ufukta
beliren tasfiye ihtimalini boşa çıkarmak için karşı hamleler geliştirmeye başladı.
IŞİD,
Türkiye’yle öylesine iç içeydi ki, Suriye’nin Türkiye’ye sınır kasabalarını ve
kapıları ele geçirdi. Hatta toplantıları Türkiye’de yapıp alınan kararları
Suriye’de uygular noktaya geldi. Güçlendiği oranda, cihatçı militanlar için
çekim merkezi oldu. Suriye’de kontrol altına aldığı Rakka, Haseke ve Türkiye
sınır bölgelerine ek olarak, Irak’ta da kimi kasaba ve şehirleri ele geçirmesi,
palazlanmasında rol alan güçleri düşündürmeye başladı.
IŞİD’in petrol
kenti Musul’u ele geçirmiş olması, sorunu Maliki meselesinden çıkarıp daha
kapsamlı bir hâle getirdi. Bu durumda Maliki’nin yetersizlikle malul
ordusu, peşmergelerle ittifak yaparak sorunu aşmaya çalışabilir. Kürt yönetimi
de bu durumu, Irak Merkezi Hükümeti’yle ihtilaflı oldukları konuları kendi lehine
aşmak üzere değerlendirebilir.
Irak Türkmen
Cephesi Başkanı Erşad el Salihi’nin, Türkiye’nin Irak politikasını sert bir
dille eleştirdiği; “Kuzey Irak’ta Kürtlerin gündemi İmralı ile başlatılan
görüşmeler. İşadamından siyasetçisine, taksicisinden gazetecisine hemen
herkesin, ‘Türkiye Kürt sorununu çözerse Kürtlerin yüzü Türkiye’ye döner,’
dediği,” girift bütünsellikte tehdit ve olasılıklar, Bölgesel Kürt Yönetimi’yle
Bağdat arasındaki ihtilaflı (Kerkük referandumu, petrol gelirlerinin paylaşımı,
vb) konuları da gündemin baş maddesi kılabilir.
Ve Kürtleri, gelişmelerin odağına koyabilir…
I.4) BAĞIMSIZLIK EŞİĞİNDEKİ KÜRTLER
ABD Dışişleri
Bakanlığı sözcüsü Jen Psaki, Irak’taki Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesud
Barzani’nin “Kürdistan ile merkezi yönetim arasındaki ilişki konfederalizme
doğru gidiyor, bir sonraki adım bağımsız Kürt devleti. Bağımsız Kürt devletinin
kuruluşunun yaklaştığından eminim,” sözlerini değerlendirirken, Irak’ın toprak
bütünlüğünün korunması çağrısında bulunsa da; Musul’un İslâmcılara geçmesinden
sonra Barzani’nin deyişiyle “Kürtlerin Kudüsü” Kerkük de Kürtlerin eline geçti.
BBC’ye konuşan
Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başbakanı Neçirvan Barzani, “Irak’ın
bir bütün kalması imkânsız,” diyerek, bir niyet deklarasyonu da yapmış oldu.
Nasıl yorumlanıp, hangi biçimde sunulursa
sunulsun; Ortadoğu’da Kürtler için bağımsızlık (dikkat özgürlük değil!) olanağı
ile eğilimi öne çıkıyor…
Şimdi bu
koordinatlarda durmadan anımsanması gereken James Connoly’nin sözleri:
“Benim, ülkemiz halkının ideal olarak
karşılarına koymalarını dilediğim cumhuriyet öyle bir cumhuriyet olmalıdır ki,
yalnızca adından söz edilmesi bile, her çağda, her ülkenin ezilenleri için bir
işaret ateşi oluşturmalı, uğruna harcanan çabaların ödülü olarak her çağda özgürlük
ve bereket vaat etmelidir… İngiliz Ordusunu yarın ülkeden çıkartıp yeşil
bayrağı Dublin kalesine çekseniz bile, sosyalist cumhuriyetin kurulmasına
yönelmiş değilseniz tüm çabalarınız boşa gidecektir… İngiltere gene mahvınıza
dek size hükmedecektir - davasına ihanet ettiğiniz o özgürlük tapınağında
dudaklarınız riyakâr bir saygı sunarken bile.”
Bu sözleri, yaklaşık yüz yıl önce, İrlanda
ulusal kurtuluş mücadelesinin İngilizler tarafından idam edilen önderlerinden
büyük devrimci sosyalist James Connoly söylemiş. O günlerden bugünlere,
doğruluğu, sadece İrlanda’da değil, hemen hemen dünyanın her bucağında
defalarca kanıtlanmış bir söz. Bilindiği veya kolayca anlaşılacağı üzere
Connoly, kendi halkının ulusal kurtuluş mücadelesi bağlamında konuşuyor. Yani
bunlar ucu günümüze, mesela Kürt ulusal özgürlük mücadelesini de değen sözler…
İrlandalı büyük devrimci, ülkesi ve halkının
gerçek kurtuluş ve özgürleşmesini, mücadelenin bir “sosyalist cumhuriyete”
yönelmesine bağlıyor. Tabii buradan çıkarak bir ulusal özgürlük mücadelesine
dışarıdan “sosyalizm” şartını dayatmak, aksi hâlde “desteklemem” demek kimsenin
haddi değil. Elbette ezen ulus sosyalistlerinin ezilen ulusun siyasi
önderliklerine hangi şart ve durumlarda destek verip vermeyeceğinin birtakım
kuralları vardır; ancak bunların içinde “sosyalizm” şartı yoktur. Aksi hâlde,
ezen ulusa ulusal kurtuluş mücadelesini, ezilen ulusa da proleter
enternasyonalizmini uygun gören, uygun görme ne kelime adeta dayatan Türkiye
sosyalist hareketinin bazı “yurtsever” kesimlerinin durumuna düşeriz.
Ancak
Kürt halkına “sosyalizm şartını” dayatmamak bu halkın bir takım sosyal
sınıflardan oluştuğu gerçeğini görmemek anlamına da gelmiyor. Bu dünyamızın bir gerçeği! Eğer kafamızın içinde, sınıflı toplumlarda
tarihin itici gücünün “sınıf mücadelesi” olduğuna dair bir düşünce varsa,
ulusal mesele de dahil bütün dünyevi meselelere bu açıdan bakmak durumundayız.
Bu, bizim “düşünsel keyfimizin” ötesinde, doğrudan maddi-toplumsal gerçekle
ilgili bir durumdur.[19]
I.4.1) HÂL VE GİDİŞ
Hâl ve gidiş böyleyken; varsın Nazan
Üstündağ, “İslâm kelime anlamı itibarıyla barış yapan demekmiş. Bakalım
Ortadoğu barışı görebilecek mi? Ve nasıl bir barış görecek?” diye sorsun…
Bu sorunun karşılığı yok… Çünkü Ortadoğu’da ya savaş devrime yol açacak ya da devrim
savaşı önleyecektir.
Cengiz Çandar’ın, “Sınırlar değişmeden
ülkeler parçalanabilir” realitesinin altını çizdiği tabloda bölgede bugünkü
eğilimler ve yapılanma sürerse Ortadoğu’nun geleceği demokratik beklentiler
açısından çok karanlıkken; Murat Yetkin’in, “Irak sınırları değişiyor, sırada
Suriye var. Ya sonra?” sorusu gündemin acil maddesidir…
Uzun lafın kısası, Ortadoğu biz(ler)e,
“Barış ve demokratikleşme perspektifi” sunmakta ısrar edenlerin bildiklerini
zannettiği gibi bir yer değil. Arzulanan demokrasi, eşitlik, adalet ve insan
haklarına kavuşmak için bile devrime ihtiyaç var.
Özetle
unutulmamalıdır ki, genelde Ortadoğu’da, özelde Suriye ile Irak’ta
emperyalizmin açık yara hâline getirdiği süreç devam edip, yangın
büyüyorken; yarayı açanın kapatması, yangını çıkaranın söndürmesi
beklenmemelidir. Çıkarlara bağlı olarak tercih ve yönelimler değişebilir; ama sınıf ilişki ve çelişmelerinin, dolayısıyla
da sınıflar mücadelesinin özü değişmiyor; birlik, dostluk ve
dayanışma ilişkileri halklar arasında olur; emperyalist güçlerden ve
işbirlikçilerden dost olmaz.
Bölgedeki
gelişmeler, sınıf eksenli perspektifin gerekliliğine işaret edip,
doğruluyorken; bu gerçek, reel politikerliğin pragmatizminden malûl günü
kurtarma atraksiyonlarına feda edilmemelidir.
II. AYRIM: ROJAVA
DEYİNCE
Sünnî Şiî
çatışması sertleşiyor. Irak parçalanıyor. Suriye’de rejim, kendine güvenlikli
bir bölge kurarak bölünmeye zemin hazırlıyor. Kürtler kendi devletlerini
kuruyor. Cihatçı hareket, geniş topraklar, kritik enerji kaynakları üzerinde,
İslâm Devleti adıyla bir halifelik ilan ediyor, bölgedeki ülkelerin sınırlarını
tanımadığını açıklıyor. Lübnan’da Hizbullah, gittikçe güçlenen bir Sünnî,
cihatçı hareketle karşı karşıya kalıyor.
Tam bu sırada
Gazze’de Hamas’la İsrail arasında, iki yıldır süregelen göreli çatışmasızlık
durumu bozuldu. İsrail uçakları Gazze’yi bombalıyor. 12 Temmuz 2014 sabahı
medya, Gazze’de ölü sayısının, önemli bir kısmı kadınlar ve çocuklar olmak
üzere, 114’e ulaştığını bildiriyordu. Buna karşılık Hamas ve Gazze’deki diğer
gruplar İsrail’e erişimi 130 km’ye kadar uzanabilen füzelerle saldırıyorlar.
Füzelerin nükleer santralın bulunduğu kente ulaşmaya başlaması, İsrail halkı
arasında yayılmakta olan paniği derinleştiriyor. Ancak, ne İsrail ne de Hamas
açısından çatışmaların yeniden alevlenmesinin nedenini, zamanlamasını anlamak
kolay... diye resmedebileceğimiz tabloda Kürtler başat bir gerçekliğe
dönüşüyorken; Mezopotamya denkleminde Kürtlere karşılık gelen hep “Kürt kartı”
idi. Ancak bu ifade artık “Kürt oyunu”na terfi ediyor. Başkalarının denkleminde
unsur olmaktan kendi evinde aktör olmaya evrilen bir süreçte Kürtler…
“Gerek dünya dengeleri, gerek Ortadoğu
koşulları, gerekse de Kürtlerin bugünkü konumları ve hırsla verdikleri mücadele
onların şanslarını her zamankinden daha fazla artırmıştır.”[20]
Söz konusu güzergâhta Rovava faktörü de,
kritik bir eşik olarak öne çıkıyor çıkmasına da, aynı zamanda da görmezden
geliniyor; bir “susuş kumkumalığı”na mahkûm ediliyor… Evet, evet Rojava’ya
yöneltilmiş bilinçli ya da bilinçsiz ilgisizlik dikkat çekici!
Bu koşullarda
“Rojava, Kürtlerin hem Suriye’nin geleceğinde kritik önemde olduğunu hem de
uluslararası dengeler açısından ileride belirleyici olacağını göstermiş”ken;[21] Ayşe Günaysu’nun, “Rojava gerçeği,
dünyanın gözleri önünde PYD’nin (Partiya Yekitiya Demokrat) önderliğinde bir öz
yönetim deneyimi yaşıyor”; Metin Yeğin’in, “Dünyanın sıfır noktası Rojava’da
bugün, başka bir domino etkisi, ya bütün Ortadoğu’yu ve hatta dünyayı
değiştirecek bir devrim, ‘Kapitalist Modernite’ye karşı ‘Demokratik Modernite’
inşa edilecek ya da bütün dünyanın ipleri, kukla sahiplerinin ellerine geri
verilecektir”; Ceyda Karan’ın, “Rojava bölgeye model çıkarıyor”; Nazan
Üstündağ’ın, “Rojava’nın bir Kürt özerklik deneyimi kadar, bir feminist,
sosyalist deneyim olduğunu dünyaya anlatmak ve bu bağlamda çok çeşitli
ittifaklar geliştirmek gerek. Rojava hepimiz için bir devrim onuru ve hayali
meselesidir”; Erdal Er’in, “Rojava’da bir rüya gerçekleşmiş; ‘Halkların
devrimi!’ Devrimin merkezinde insan, doğa, hak, hukuk, özgürlük, adalet ve
eşitlik var. Devrimin felsefesi, ideolojisi, ruhu sokaktaki herkese ilham
veriyor,” türünden saptamalarında gerçekler ile abartı içi içedir ve
ayıklanmalıdır…
Rojava, ötekisiz bir ulusal inşa
girişimidir. Buna halk demokrasisi de diyebilirsiniz!
Ancak kurtarılmış bölgedeki “öz yönetim
deneyimi” denilen şey, sadece bir geçiştir; yani “kararsız denge” hâlidir; uzun
süre böyle kalmaz; ya bağımsızlığa doğru ilerleyecek veya gerileyecektir!
Rojava’ya ilişkin, “Bütün Ortadoğu’yu ve
hatta dünyayı değiştirecek bir devrim” veya “Dünyanın sıfır noktası” benzeri
sözlerin Zapatistalar için de kullanıldığını ve aradan geçen zaman ardından ne
olduğu hepimizin malumudur…
Nihayet “Rojava’nın özerklik deneyimi kadar,
bir feminist, sosyalist deneyim olduğu” varsayımı sadece öznel bir görüştür;
bir süre de propaganda malzemesi olarak böylece kalacaktır!
Rojava, radikal sosyalistler tarafından
(Ulusların Kaderini Tayin Hakkı ekseninde) sonuna kadar desteklenmesi gereken
bir özgürlük hamlesidir…
Rojava Halk Meclisi Eşbaşkanı Abdulselam
Ahmed’in ifadesiyle, “Cihatçılarla Esad güçleri arasında 3. yolu denedikleri”ni
söyleyen Rojava Kürtlerini; Ortadoğu’daki büyük altüst oluşla varlıkları ortaya
çıkan, toplumsal ve bölgesel bir gerçeklik olarak tanımak, kabullenmek “olmazsa
olmaz”dır…
Bir belirsizlikler ve riskler coğrafyası
olarak Ortadoğu dengelerinin altüst olduğu güzergâhta Rojava’daki gelişmeler,
Ortadoğu’da XX. yüzyıl statükosunun artık devam ettirilemeyeceğini
göstermektedir; bunun kanıtıdır.
Bu çerçevede Ortadoğu’da Kürt sorunu
bölgesel ve uluslararası bir realiteye dönüşürken Rojava’nın yeni bir aktör
olarak ortaya çıktığını söylemek mümkündür.
Nihayet Rojava’daki gelişmeyi, BAAS
rejiminin vatandaş olarak bile kabul etmediği, mallarını ve hürriyetlerini gasp
ettiği bir toplumun onurunu, hak ve özgürlüklerini korumak için duyurmaya
çalıştığı bir yaşam çığlığı ve mücadelesinin ulusal inşası olarak okumak
gerekmektedir.
Ancak bir kez daha vurgulayalım: Rojova inşa
hâlindeki bir süreçtir. Mevcut durumu “nihaî olarak” kabul etmek, “kararsız
denge”yi sabitlemeye çalışmanın yol açacağı çürümeyi kabullenmek anlamına
gelir.
II.1) VERİLİ SİYASAL TABLO
IŞİD’in
Musul’a girmesi ile birlikte Irak’ta yeni bir dönem başladı. Kürtler, Kerkük’ü
kontrolleri altına aldılar. Irak fiili olarak, Kuzey’de Kürtlerin, ortada Sünnîlerin
ve Güney’de de Şiîlerin hâkim olduğu üç parçaya bölündü. Bu gelişmelerden sonra
Barzani ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi yöneticileri, ısrarla Irak’ın eskisi
gibi kalmasının mümkün olmadığını vurgulamaya başladılar.
Kürtler artık
birliktelik tahayyülü geliştirmenin çok güç olduğunu belirtiyorlar. Bağımsız
devlet taleplerini daha yüksek sesle dillendiriyorlar. Barzani, Kürdistan
Parlamentosu’nda milletvekillerine bağımsızlık referandum için hazırlık
yapmaları çağrısında bulunuyor. Kürt yönetimi Avrupa ve ABD’de bağımsız bir
devlet için yoğun bir lobi faaliyeti yürütüyor.
Avrupa’da
Kürdistan’ın bağımsızlığı düşüncesi daha bir olgunlaşmış durumdayken; Kürtlerin
kendi devletlerini kurmaları fikri daha her geçen gün daha fazla taraftar
topluyor.
Buna karşılık
Amerika, yeşil ışık yakmış değil. ABD yönetimi, Irak’ın toprak bütünlüğünden
yana olduğunu belirtiyor ve bağımsız Kürdistan’a sıcak bakmıyor. Ancak
Barzani ‘Die Welt’e verdiği demeçte, ABD’nin Kürdistan’ın bağımsızlığına
aktif destek vermeyeceğini ama tamamen bunun karşısında duracağını da
sanmadığına dikkat çekti.
Bu hâlin Rojava’yı, şöyle ya da böyle
etkilememesi mümkün ve muhtemel değildir!
II.2) ROJAVA GERÇEĞİ
Göktürk
Tüysüzoğlu’nun, “Suriye’nin kuzeyinde ‘de facto’ olarak kurulan Kürt Yönetimi”
diye betimlediği Rojava hakkında Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) Eşbaşkanı
Salih Müslim, “Biz Suriye’nin bir parçasıyız. Ayrı bir devlet ilan etmek bizim
programımızda yok,” derken; Paris’te dış müdahale ve silahlı direnişi reddeden
Suriyeli muhaliflerin toplantısında Irak’ta Kürtlerin bağımsızlık ilanını da
zamansız bulduklarını söyledi.
Aynı konuda
PYD Genel Sekreter Yardımcısı ve Suriye Kürt Ulusal Konseyi (SKUK) üyesi
Mustafa Meşayih de, “Suriye’de Kürtler ne devlet kurma ne de Suriye’yi bölme
çabasındalar. Yalnızca rejim düşene ve Arap’ıyla, Kürt’üyle, Türkmeniyle tüm
Suriyelilerin temsil edileceği bir devlet kurulana kadar geçici yönetim
istiyor,” demektedir.
Bunlar, PYD’nin resmi tavrıdır. Ancak Cuma
Çiçek’in, “Kürtler demokratik bir Suriye’nin parçası olarak özyönetimlerini
kurabilecekler mi?” sorusuna hâlâ yanıt bulamayan bu tavırken; Suriyeli Kürt
parlamenter ve ‘Suriye Kürt İnisiyatifi’ Başkanı Ömer Osê de ekliyor:
“Kürt kardeşlerimizin Cizîre, Kobanê ve
Afrîn’de üç kantonda geçici bir yönetim kurmuş olmalarını olumlu buluyorum. Bu
de facto yönetimin hem Kürtlerin hem Suriye’nin yararına olacağı kanısındayım.
Biliyorsunuz ordu, Kürtlerin yaşadığı birçok bölgeden çekildi. 1.5 yılı
aşkındır Dirbesîyê, Afrîn ve Kobanê, Amûdê, Çilaxa, Remelan, Dêrik gibi
yerlerdeki yönetim boşluğunu YPG ve PYD doldurmuş oldu. Bölge halkına hem
lojistik hem de temel gıda maddelerinin sağlanması yönünde yardım ettiklerini
görüyoruz. Ayrıca Nusra Cephesi, Irak Şam İslâm Devleti ve Özgür Suriye Ordusu
gibi gruplara karşı bölgenin savunmasını da yapıyorlar. Bu de facto yönetim
sonra seçime gidilecek. Seçim, idari, insani ve bölgedeki tüm halkların temsili
açısından önemli…”
Osê’nin, “hem Kürtlerin hem Suriye’nin
yararına” bulduğu verili hâle ilişkin olarak Rojava Halk Meclisi Eş Başkanı
Sinem Muhammed, demokratik özerkliğin ilan edildiği üç kantonun değişik etnik
köken ve inançlardan halkların barış içinde kardeşçe ve eşit bir şekilde
yaşadıkları, tüm Ortadoğu halklarına örnek olacak bir model olduğunu söyledi.
250 bin
kişinin katılımıyla oluşturulan yerel meclislerden sonra 350 kişinin yer aldığı
Rojava Halk Meclisinin kurulduğunu söyleyen Muhammed, meclislerin yönetiminde
yüzde 40 kadın kotası bulunduğunu ve bazı yerlerde bu kotanın bu oranı aşarak
yüzde 60’a yükseldi vurgusuyla, “Halkın temel ihtiyaçlarını karşılamak ve var
olan sorunları çözmek amacıyla Halk Meclisine bağlı 18 komisyon kurduk… Bu
komisyonlar kadın, gençlik, ekonomi, kültür, ekoloji, siyaset, dil, eğitim,
örgütlenme, asayiş, şehit aileleri ve yabancılar dalındadır,” diyorken; Mete
Çubukçu da ekliyor:
“Rojava,
Türkiye’deki çözüm süreciyle çok bağlantılı. Kabul etmek gerekir ki; Suriye’de
Kürtler ya özerk bölge, ya federatif yapı, ya da farklı bir yapıda Suriyeli
taraflarla yan yana yaşayacaklar. Kürtlerin kazanımlarını geri çevirmek mümkün
değil. Rojava’nın artık bir realite olduğunu herkes kabul etmeli. El Kaide ile
savaşacak belki de onlara karşı çıkacak tek güç Kürtler ve PYD’dir. Suriyeli
Kürtler çok farklı bir Suriye tahayyülü ile hareket ediyor. Neredeyse tek laik
grup. Daha demokratik, daha özgürlükçü bir bakışları var. Orada bir PKK
yapılanması var. İki bin PKK’linin oraya geçtiğini biliyorum savaşmak için.
Abdullah Öcalan’ın Suriye’deki Kürtler üzerinde etkisi olduğu biliniyor.”
Bu da demektir ki Rojava Güney Kürdistan
kadar ve hatta ondan da öte Kuzey Batı Kürdistan’la yani T.“C”nin “kırmızı
çizgileri”yle ilişkilidir.
Bu çerçevede,
“Batı Kürdistan’da (Rojava’da) Afrîn, Kobanê ve Cizîre Kantonlarında Kürtler
fiilen özerkliği elde edip, kendi özyönetimlerini kurunca, Güney Kürdistan’ın
Barzani ve Ankara’nın Erdoğan rejimi işbirliği yapıp IŞİD ve El Nusra
katillerini Kürtlere karşı desteklemişlerdir. Saldıranlar arasında Kuzey’den
gitmiş Kürt ve Türk köktendincileri de bulunmaktadır.
Oysa bugün
özerk bölgelerdeki değişik etnik ve dinsel gruplar yönetime katılmaktadırlar.
Tarihin hiçbir döneminde rastlanmadık eşitlikçi, adil bir düzen inşa
edilmektedir. İç savaşın getirdiği kan ve gözyaşı arasında Rojava Ermeni ve
diğer Hıristiyanlar için de, Alevî ya da laik Sünnî Araplar için de güvenli bir
liman olmaya başlamıştır. Bu saptamayı ben değil Alman haftalık ‘Die Zeit’
Gazetesi[22] yapıyor,” diyor
Yalçın Yusufoğlu…
II.2.1) ROJAVA’NIN ÖYKÜSÜ
Rojava’daki
halk uyanışının öyküsüne gelince…
Birinci Dünya
Savaşı sonrasında emperyalist güçlerin müdahalesiyle Kürt halkının yaşadığı
topraklar dört ayrı parçaya bölündü. Batı Kürdistan (Rojava), Fransa’nın
mandası altında olan Suriye’ye bırakıldı. Buradaki Kürtler, nüfusun yüzde
10’unu meydana getirmekteydiler. Sınırlar o denli keyfi çizilmişti ki, aynı
ailenin fertleri akşamdan sabaha farklı ülkelerin sınırlarında, birbirlerine
“yabancı” olarak dünyaya gözlerini açmışlardı. Özellikle Suriye ile Türkiye’nin
uzun sınır hattının yalnızca demiryoluyla ayrılması ve bu yolun her iki
tarafında da Kürtlerin yaşıyor olması oldukça çarpıcıdır.
1930’larda
Fransız sömürgeciliğine karşı yürütülen mücadelede Kürtler önemli bir rol
oynamıştır. Meselâ 1937’de Haseki’de başlayan grev, birçok Kürt kentine
yayılmış ve Kürtler sokaklara dökülmüştü. Bu dönemde Arap egemenler
“sömürgeciler kovulduktan sonra Kürtlerin ulusal hakları tanınacak” vaadinde
bulunmalarına rağmen, daha sonra, tıpkı T.“C”nin egemenleri gibi, bu sözlerinde
durmamışlardır. Nitekim 1939’da Afrîn bölgesinde başlayan Kürt isyanı
acımasızca bastırılmıştır. Suriye’deki manda yönetimine karşı ulusal mücadele
geliştikçe Fransa, Suriye’deki nüfuzunu korumak maksadıyla Araplara karşı
Kürtleri yanına çekmek için Kürtlerin birtakım haklarını tanımıştır. Ne var ki,
Kürtler ilerleyen dönemde, Arap milliyetçiliği temelinde uygulanan baskı ve
zorbalık sonucunda bu olanakları da kaybetmişlerdir.
50’li yıllarda
Kürt halkı üzerindeki baskı bir nebze de olsa gevşetildi. Özellikle 1958’de
Mısır ve Suriye’nin bir araya gelerek oluşturduğu Birleşik Arap Cumhuriyeti
(BAC), Kürtlerin çoğunluğu oluşturduğu bölgelerde Kürt okullarının açılmasını,
kitap ve dergi yayınlanmasını, anadilde radyo yayını yapılmasını kabul etti. Ne
var ki kısa bir süre sonra BAC’ın dağılması ve bilhassa Irak Kürdistanı’nda
özerklik temelinde bir isyan başlaması üzerine, Suriyeli egemenler Kürt ulusal
hareketinin gelişip güçlenmemesi için yoğun bir baskı uygulamaya başladılar.
1962’de yürürlüğe konan bir yasayla Cizîre bölgesinde yaşayan 120 bin Kürt
vatandaşlıktan çıkarıldı ve topraklarından sürüldü. Bunların yerine Araplar
yerleştirildi. İşte bu dönem uygulanmaya sokulan “Arap Kuşağı” politikasıyla
Rojava’daki Kürtler birbirlerinden yalıtıldılar. Sürülen Kürtlerin yerine
Araplar yerleştirildiği için, bugün kanton ilan edilen Cizîre, Kobanê ve Afrîn
bölgelerinin tam bir toprak sürekliliği bulunmamaktadır.
Hafız Esad’ın
iktidara gelmesiyle de Kürtlere karşı izlenen ezme politikası değişmedi. Kürtlerin
ulusal demokratik hakları tanınmadı. Ancak Hafız Esad incelikli bir asimilasyon
politikası izledi. Irak ve Türkiye’de Kürt hareketini destekleyerek içerideki
Kürt sorununu unutturma yoluna gitti.
Suriye’nin
diğer kentleri bir yana, yalnızca Rojava’da 2 milyondan fazla Kürt
yaşamaktadır. Suriye’de iç savaş başlamadan ve Kürtler Rojava’yı kendi
denetimlerine almadan önce, yaklaşık 300 bin Kürt vatandaş olarak dahi kabul
edilmiyor ve yabancı muamelesi görüyordu. Bunların oy verme, işyeri kurma ve
işletme hakları yoktu, devlet dairelerinde çalışmaları yasaktı. Kimlikleri
olmayan yüz binlerce insan ülke içinde özgürce dolaşamıyor ve yurtdışına
seyahat edemiyordu. Evli olanlara resmi nikâh işlemleri yapılmadığından dolayı,
dünyaya gözlerini açan binlerce çocuk, daha doğar doğmaz ayrımcılıkla,
ezilmeyle, kimliksizlikle karşı karşıya kalıyordu. Kimlikleri ellerinden alınıp
vatandaşlıktan çıkarılanların büyük bölümünün 1920’li yıllarda Türkiye’de çıkan
isyanlardan sonra Suriye’ye göç etmek zorunda kalan Kürtlerden oluştuğunu da
belirtelim.
Nihayetinde
yıllarca süren baskı ve zorbalığın biriktirdiği öfke, 2004’te büyük bir isyanın
patlamasıyla kendini dışa vurdu. 12 Mart’ta, Arap ve Kürt futbol takımlarının
karşı karşıya geldiği bir maçta çıkan kavga sonrasında, Haseki’ye bağlı
Qamışlo’da başlayan isyan tüm Rojava’ya yayıldı. 150 kişi yaşamını yitirirken,
yüzlerce insan yaralandı. Devlet dairelerine saldıran yoksul yığınlar, baskı ve
zulümle özdeşleşmiş olan devlet kurumlarını yakıp tahrip ettiler.
Bu isyan
sonrasında Rojava’da Kürt hareketinin daha da güçlendiğini, yeni ve kapsamlı
örgütlenmelere gidildiğini söylemek mümkündür. Bilhassa PKK çizgisindeki PYD ve
onun oluşturduğu kurumlar, Rojava’daki Kürtler arasında önemli bir örgütlenme
gerçekleştirmişlerdir. İşte bu örgütlenme sayesinde, 19 Temmuz 2012’de, iç
savaşın yarattığı boşluktan da yararlanarak Rojava’da kontrolü ele
geçirmişlerdir.
2011 Mart’ında
Suriye’de başlayan halk hareketi, kısa bir süre sonra yerini silahlı mücadeleye
bıraktı. Silahlı mücadelenin devreye sokulması ve iç savaşın kızışmasıyla
sıkışan Esad rejiminin Rojava’daki kontrolü bir hayli zayıfladı. Bu durumdan
yararlanan Kürt halkı, 19 Temmuz 2012’de Kobanê’den başlayarak tüm Rojava’da
denetimi ele geçirmiştir. Hiç kuşkusuz muhalefeti bölmek ve aynı zamanda
Türkiye’nin Suriye’ye dönük müdahalelerini zayıflatmak isteyen Esad rejiminin
Rojava’dan çıkması da Kürtlerin bölgede denetim kurmasında etkili olmuştur.
Rojava’da Kürt
hareketinin yarattığı fiili durum, Ortadoğu’da siyasal dengeleri değiştirmiştir.
Geçen süre zarfında Suriye’deki Kürtler çok yol almış, kendi silahlı güçlerini
büyüterek tahkim etmiş ve uluslararası alanda dikkate alınan politik bir özne hâline
gelmişlerdir. Çok açık ki, PKK çizgisindeki Rojavalı Kürtlerin elde ettiği bu
kazanım, Kürt sorununun çözümü konusunda bir adım ileri iki adım
geri politikası izleyen Türkiye’yi bir hayli sarsmış ve sıkıştırmıştır.
Bilhassa içeride Kürt hareketinin elini zayıflatmak isteyen AKP, 2013 yazında
radikal İslâmcı grupları destekleyerek Rojava’yı kontrol altına almayı
denemiştir. Lakin aynı günlerde özerklik ilan edeceğini açıklayan PYD,
kalabalık silahlı bir güçle harekete geçerek Serêkaniyê’yi (Resulayn)
El-Nusra’dan temizlemiş ve tüm Kürt bölgesinde denetim kurmuştur.
Aslında
Rojava’da denetim kuran Kürtler, uzun bir süredir özerklik ilanı için
çalışmalar yapmaktaydılar. Fakat bilhassa Barzani çizgisindeki partilerin
PYD’nin tek başına hareket ettiği, kendisini tüm Kürt halkına dayattığı
yönündeki açıklamaları ve Türkiye’nin tepkisi sonucunda, 2013 yazında ilan
edileceği açıklanan özerklik ertelendi. Barzani, gerek kendi denetimindeki
partilerin yeterince güçlü olmamasından, gerek PKK çizgisinde özerk bir
Kürdistan’ın tarih sahnesine çıkmasının kendi otoritesini sarsacak olmasından,
gerekse Türkiye ile girdiği angajmandan dolayı PYD’ye karşı negatif bir tutum
içindedir. Nitekim Rojavalı Kürtlere ve PYD yetkililerine kapıları kapatan
Barzani, Kürt hareketinin “Rojava’da devrim oluyor” açıklamalarına, “devrim
yok, Esad rejimiyle işbirliği var” yanıtını vermiştir. Kürtler arasındaki bu
ayrışma kendisini “Cenevre-II” görüşmeleri öncesinde de göstermiştir.
Barzani’nin denetimindeki partiler Suriye muhalefetine dâhil olurken, PYD,
Kürtlerin bağımsız bir güç olarak “Cenevre-II” görüşmelerine çağrılmaması
üzerine, özerklik çalışmalarını hızlandırmıştır.
19 Temmuz
2012’den sonra, Rojava’da çeşitli örgütlenme biçimleri ortaya çıktı. Birçok
partinin de içinde yer aldığı halk meclisleri adı verilen örgütlenmeler, 12
Kasımda yaklaşık 100 temsilciden oluşan Geçici Demokratik Özerk Yönetim Kurucu
Meclisi’ni ilan ettiler. Kürt, Arap, Süryani, Çeçen ve Türkmen temsilcilerin
yer aldığı bu Kurucu Meclis, aslında geçici hükümet işlevi gören 15 kişilik bir
Yürütme Konseyi seçti. Bu konseyin görevi Geçici Yönetim Projesini devreye
sokmak, Demokratik Özerk Yönetim Sözleşmesi’ni ve seçim sistemini hazırlamaktı.
6-7 Ocak’ta toplanan Kurucu Meclis, Rojava’nın Cizîre, Kobanê ve Efrîn olmak
üzere üç ayrı kantona ayrılacağını ve bu kantonların Demokratik Özerk Yönetim
çatısı altında bir araya geleceğini açıkladı. Buna göre her kanton bir meclis
ve 22 bakanlıktan oluşuyor. Kürt hareketi, Rojava’da yaşayan Kürtlerin “Arap
Kuşağı” politikasıyla birbirinden kopartıldığını ve bölgeler arasında toprak
sürekliliği olmadığından dolayı kantonlar biçimindeki bir örgütlenmeye
gidildiğini ifade ediyor.
“Cenevre-II”
görüşmelerine bir gün kala, 21 Ocak 2014’de Rojava’nın en büyük parçasını
oluşturan Cizîre’de, Cizîre Kantonu Demokratik Özerk Yönetimi ilan edildi.
Birer hafta arayla ise Kobanê ve Afrîn kantonlarının özerkliği duyuruldu.
Özerklik ilanından sonra toplanan kanton meclisleri, Demokratik Özerk
Yönetim’in anayasasını kabul ettiler. Suriye’nin parlamenter rejimle yönetilen
demokratik bir devlet olarak şekillenmesi gerektiğinin vurgulandığı bu
anayasanın bazı maddeleri şu hususlardan oluşmaktadır:
“Demokratik
Özerk Yönetim, merkezî olmayan sisteme dayalı kurulacak gelecekteki Suriye’nin
bir parçasıdır. Demokratik Özerk Yönetim üç kantondan (Cizîre, Kobanê, Afrîn)
oluşur ve Suriye topraklarının bir parçasıdır. Qamişlo, Demokratik Özerk
Yönetimi Cizîre Kantonu’nun merkezidir. Bu kanton Kürt, Süryani, Ermeni, Çeçen,
Müslüman, Hıristiyan ve Ezidîlerin ortak yönetimidir. Kantonda yaşayan halklar
ve inançlar arasındaki ilişkiler halkların kardeşliği, ortak yaşam ve dayanışma
temellidir. Hiçbir halk bunlardan ayırt edilemez. Cizîre kantonunun resmi dili
Kürtçe, Arapça ve Süryanicedir. Bunların yanı sıra diğer diller de güvence
altına alınır. Kanton yönetimleri ve merkezleri arası ilişkiler, demokratik
özerklik esaslarına göre gerçekleşir ve savunma gücü YPG’dir.”
Baskı ve
zorbalıkla kontrol altına alınan, ulusal demokratik hakları tanınmayan, kendi
dilinde eğitim almasına izin verilmeyen Rojava’nın Kürt halkı, on yıllar sonra
kendi denetimindeki topraklarda rahat bir nefes almaya çalışıyor. Suriye
egemenlerinin boyunduruğundan kurtulan Rojava’da bir halk uyanışı
yaşanmaktadır. Özellikle de Kürt hareketinin ön açmasıyla kadınlar mücadelede
öne çıkıyor ve toplumun örgütlenmesinde inisiyatif alıyorlar. Kurulan birçok
örgütlenmeyle toplumsal alan yeniden şekillendirilmeye çalışılıyor. Kürtçe
kitaplar basılıyor, okullar açılıyor, anadilde eğitim veriliyor ve kültürel
alan canlandırılıyor.
Hiç kuşku yok
ki Rojava’da ortaya çıkan özerk yapı, Türkiye’deki Kürtleri derinden
etkileyerek heyecanlandırırken, aynı zamanda T.“C” egemenlerini
sıkıştırmaktadır. Rojava’da özerk bir yapının ortaya çıkmasını engelleyemeyen
Türk devleti, sınıra duvarlar çekerek her iki taraftaki Kürtlerin birleşmesinin
önüne geçmeye çalışıyor. Fakat bu çaba tarihin akışını durdurmaya çalışmaktan
başka bir anlama gelmiyor.
Ancak Ortadoğu’nun karmaşık ve belirsiz
siyasal ortamında, Kürt halkının kaderinin nasıl şekilleneceği de belli
değildir.[23]
Volkan
Yaraşır’ın, “Heterodoks Bir Devrim” olarak nitelediği Rojava bıçağın
sırtındayken; yine yazara göre, “Rojava Devrimi heterodoks bir karakterde
gerçekleşti. Benzer örnekleri Meksika’da EZLN pratiğinde, İspanya 1936’da ve
Ukrayna’da Mahno hareketinde görebiliriz.
Batı
Kürdistan’dan Esad rejiminin güçlerinin çekilmek zorunda kalması, PKK’nin
kuruluş döneminden başlayan 30 yıllık mayalanmayı harekete geçirdi. Devrim ve
devrimci süreç, 30 yıllık bir arka plan ve Kuzey Kürdistan’daki muazzam
birikimler ve Kandil’in alternatif bir iktidar odağı olarak varlığı üzerinden
şekillendi.
Rojava
Devrimi, devrimde eşitsiz gelişim yasasının somut bir yansıması olarak doğdu.
Kürt özgürlük hareketinin en gelişkin olduğu topraklardan öte, uzun bir
biriktirme ve olağanüstü bir şekilde küresel, bölgesel, yerel konjonktürün
kesişmesi, devrimin önünü açtı.
Küresel
jeo-politiğin son derece keskinleştiği ve yoğunlaştığı coğrafya olarak
Suriye’nin öne çıkması, Suriye’nin bir nevi küçük Ortadoğu hâline gelmesi, bu
çelişki sarmalından muazzam olanakların ve diyalektiğin doğmasına yol açtı.
Uzun yılların birikimi ve kitle mobilizasyonu bu olanağı realite hâline
getirdi…
Rojava Devrimi
bu manada 100 yıllık emperyal politikalara ve şoven ulus devlet politikalarına
karşı bir hamle ve duruştur. Hem de hiç beklenmeyen bir yerde gerçekleşmiş bir
deneyimdir. Kürt uyanışının manifestosudur.”[24]
II.2.2) SALİH MÜSLİM DİYOR Kİ
Küçük oğlu
Şervan’ı öldüren merminin Türkiye’den geldiğini söyleyen PYD Eşbaşkanı Salih
Müslim, Telabyad’daki çatışmalarda öldürülen oğlu için “Oğlum Şervan’ın
şehadeti bizim için sürpriz değildi. Çünkü, en ön saflarda çarpışıyordu;
şehadet haberini bekliyorduk,” dedi.
Yine Salih
Müslim, Rojava’da elde edilecek kazancın Türk ve Kürtlerin ortak kazancı
olacağı vurgusuyla, “Türkiye kendi Kürtleriyle barışırsa bütün Kürtlerle de
barışmış olur. Rojava’nın da kaderi değişir. Biz kazanırsak Türk ve Kürt halkı
kazanmış olur,” mesajını da vermekten geri durmadı.
Bunların
yanında Suriye’de Devlet Başkanı Beşşar Esad’sız çözümün artık mümkün
olmadığını söyleyen Salim Müslim, “Esad’sız çözüm demek 2 milyon Alevî’nin
öldürülmesi anlamına geliyor,” diye ekledi.
Oysa 13-14
Kasım 2013 tarihinde Fransa Uluslararası İlişkiler Enstitüsü ve Arap Dünyası
Enstitüsü’nün düzenlediği ‘Yeni Kürt Dinamiği’ başlıklı konferanstaki
konuşmasında Salih Müslim, 2004’ten itibaren BAAS rejimine karşı ayaklanma
başlattıklarını, 2011 ayaklanmasında en ön saflarda yer aldıklarını, Kürt
kentlerinde başka kentlerdekinden çok daha fazla insanın sokağa döküldüğünü
hatırlatıp, “Kendi devrimimizi kendimizin yapması konusunda kararlıydık”
diyordu!
Londra
Üniversitesi’ndeki panelde, Rojava ve bölgedeki sorunları anlatıp, çetelere, Selefîlere
ve cihatçılara kimlerin destek olduğunu bildiklerini belirterek, “Rojava’yı Selefî
ve cihatçılara terk etmeyeceğiz” diyen Salih Müslim, “Çetelerin ve onlara
desteklerin Türkiye’den geldiğini biliyoruz. Bu konuda elimizde bilgiler var,”
iddiasını yüksek sesle telaffuz ederken; 16 Eylül 2013’de Stockholm’da
düzenlenen ‘XVII. İskandinavya Kürt Kültür Festival’inde Başbakan Erdoğan ve
AKP iktidarına yönelik çok sert ithamlarda bulunup, “Bir yandan bizimle
görüşmeler yapacaksın, öte yandan da kendi köpeklerini, çakallarını ve
tilkilerini üzerimize salacaksın. Biz kendi savunmamızı özgür irademizle,
halkımızla yapacağız ve zafere ulaşacağız,” demişti…
Yine,
Türkiye’nin Suriye’ye silah gönderdiğini ve silahların Selefîlere gittiğini
söyleyip, Türkiye’den Suriye’ye giren militanların yemeklerinin bile
Ceylanpınar’dan geldiğini belirten; Salih Müslim, ‘Taraf’ yazarı Amberin
Zaman’la röportajında da, “Türkiye’ye geldiğimizde Türk yetkililerine çetelerin
Türkiye üzerinden yürüttükleri kirli savaş hakkında dosya sunmuştuk. Türkiye’de
yardım kuruluşu, sivil toplum örgütü tabelası altında bunlara yardım edenleri
de ifşa etmiştik. Türk tarafı da ‘Bizim bilgimiz dışında oluyor’ demişti. Biz
de ‘Yeni bir sayfa açıldı’ diyerek samimi olduklarını umut etmiştik. Ama
değillermiş,” demişti…
Ayrıca, Ankara
ile yakın ilişkiler kuran Kürt yönetiminin kendisini Irak’a almama kararının
Cenevre’yle ilgili olduğunu söyleyen Salih Müslim, Türkiye’nin Kürt grupları
Suriye Ulusal Konseyi çatısına çekme çabası içinde olduğunu belirterek “Ancak o
partiler Kürtlerin çoğunun birliğini temsil etmiyor,” diyordu.
Suriye’den
Irak’ın Kürt bölgesine geçişine izin verilmeyen Salih Müslim, bu kararın
arkasında KDP’nin bulunduğunu belirterek, “Kimseyle meşgul olmak istemiyoruz,
başımızın çaresine bakarız. Rojava’ya hapsetmek istiyorlar bizi” diye eklerken;
ÖSO Komutanı Başkanı Selim İdris de, “PYD, PKK’nın kopyası. Rasulayn sınır
kapısının ele geçirilmesi karşısında sessiz kalamayacağız. Rasulayn’da ve bütün
bölgelerde savaşacağız. PYD ile savaşmak zorunda kalsak bile hiçbir sınır
kapısından ödün vermeyeceğiz,” diye gözdağı veriyordu.
Yani Rojava
T.“C”, ÖSO, Barzani üçgeninde kuşatılırken; Salih Müslim de şunları diyordu:
“Biz halkların birliği için kendimizi feda etmeye hazırız. Samimiyiz. Barzani
ise kapıyı kapatıyor. Olanlar bir birikimin sonucu. 3 aydır Rojava’ya
gönderilen trafoları Zaho’da tutuyorsun. İlaçları bekletiyorsun. 5 aydır
kimseyi geçirmiyorsun. İstiyorlar ki halk YPG’ye isyan etsin. Kendileri fazla
özgür değiller. ‘Türk Özel Harp Dairesi’ ile ilişkileri var ve onların emriyle
oluyor. Tamamen Türkiye yönetimini suçlamıyorum. Türkiye’ye iyi niyetlerimizi
bildirdik, kapıların insani yardıma açılmasını istedik. Genelkurmay ise
‘Gelenler PYD’li, Şenyurt’u kapatın’ diye bildiri yayımlıyor. Sınırdan geçen
kişi sizinle görüşmeye gelen PYD Eşbaşkanı Asya Abdullah. Dostluk için geliyor.
Hükümetin böyle olmasını istemediğini biliyoruz. Bu yüzden dostluğumuzu
engelleyenleri Türkiye halkına şikâyet ediyorum.”
II.3) BARZANİ VE HENDEK SİYASASI
Irak Kürt
Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı Mesut Barzani, “PYD, Rojava’da devrim
yaptığını iddia ediyor. Kime karşı kazanılmış bir devrim bu? Tek yaptıkları
şey, rejimin onlara teslim ettiği yerlerde söz sahibi olmak,” deyip; Salih
Müslim’in Irak Kürdistanı’na girişini yasaklarken; yine DTK Eş Genel Başkanı ve
Van Bağımsız Milletvekili Aysel Tuğluk’un başkanlığındaki BDP heyetinin Irak’taki
Peşhabur Sınır Kapısı’ndan Suriye’ye geçmelerine IKYB tarafından izin
verilmedi.
Buna “gerekçe”
olarak ise, Irak Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) Başkanlık Meclisi üyesi Ali
Avni, Suriye’de Beşar Esad gibi bir diktatörün yerine Salih Müslim gibi bir diktatörü
istemediklerini ifade etti.
Ortadoğu’daki
mevcut durumun Kürtler’e önemli bir fırsat sunduğunu, Osmanlı İmparatorluğu’nun
parçalanması ve bölünmesi gibi bir dönemden geçtiklerini, siyasi, ekonomik ve
coğrafik olarak Ortadoğu’nun şekillendiğini söyleyen Avni, sözlerine şöyle
devam etti:
“Böyle bir
durumu 5-7 yıl sonra göremeyiz. Bizim derdimiz Rojava değil, 4 parça
Kürdistan’dır. Bunların sorunları birbirine bağlantılıdır. Biz Rojava’da
federasyon kurulmasını ve Irak Kürt bölgesindeki gibi tarih sahnesinde yerin
almasını istiyoruz. Ama, Rojava’da yanlış siyaset yapılırsa ve işler kötüye
giderse bundan Irak Kürdistan’ı da etkilenecektir.”
Yine Başbakan
Erdoğan’ın davetiyle Diyarbakır’a gelen IKBY Başkanı Mesud Barzani, Diyarbakır
Belediyesi’ni ziyaretinde Rojava Kürtlerine “Erbil mutabakatına uyun” çağrısı
yaparak, PYD’nin Esad rejimiyle arasına mesafe koymasını beklediklerini
söyledi.
Tüm bunlarla
birlikte Zilar Stêrk’in, “KDP’nin Rojava’daki Kürt halkına karşı yürüttüğü
saldırı konsepti kabul edilmez. Aslında Rojava’daki Kürtlerin ilan ettiği
Demokratik Özerklik statüsünü, başından beri reddettiğini Barzani, daha sürecin
başında açıklamıştı,” saptamasının muhatabı olan Barzani’nin, “PYD Rojava’da
diğer Kürt gruplarını dışlıyor,” eleştirilerini de, “Bir savaşanlar, bir de
Erbil’de oturanlar var,” diye yanıtlıyordu KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık…
Nihayet bu
tartışmalar, Vedat Türkali’nin “Bugün Barzani, Talabani, bir devlet
kurduklarını iddia ediyorlar. Ben Kürtlerin devlet kurmasına karşı değilim ama
adamın sözüne bakıyorum. ‘Amerika bizden üs isterse vermekten onur duyarız’
diyor. Böyle bir Kürt devletinin kurulması halklara ne kazandırır, söyler
misiniz? Biz daha İncirlik’i tasfiye edemedik; başımızda bela: Orada nükleer
silahlar var, Amerika’nın insafına kalmış. ‘Alın gidin bu bombaları,
istemiyoruz’ diyecek güç yok. Türk’ün de başına bela, Kürt’ün de,”[25] diye betimlediği Barzani KDP’sinin
hendek siyasına dek uzandı!
Ya da Fehim
Taştekin’in ifadesiyle, “Tam da ‘Kürt baharı’ derken, dört parçalı Kürdistan’da
federasyon-konfederasyon tartışmaları pupa yelken giderken ‘Rojava’ (Batı) ile
‘Başur’ (Güney) arasına hendek girdi.”
KDP’nin AKP
ile birlikte Rojava sınırına kazdığı hendeklere ilişkin konuşan ‘Rojava
Demokratik Halk Hareketi’ (TEV-DEM) Yürütme Kurulu Üyesi Aldar Xelîl, KDP’nin
bu tavrından dolayı Kürt halkına düşmanlık güttüğünü belirtip; Suriye’deki iç
savaşın başladığı günden bu yana uluslararası ve bölgesel güçlerin Rojava’da
alan kapmaya çalıştığını kaydederek, “KDP’de bölge üzerinde kendi sistemini
geliştirmeye çalışanlardan biri oldu. KDP, ilkel milliyetçi bir yapı ile
bölgeye hâkim olmaya ve bu sistemi kurmaya çalıştı,” diye konuştu.
Bilgi
Üniversitesi ‘Kürdoloji Çalışma Birimi’, ‘Kültür ve Düşünce Topluluğu’ ve
‘Toplum ve Kuram’ dergisinin düzenlediği ‘90’lı Yıllarda Kürtler ve Kürdistan
Konferansı’na katılan Ziwar al Omar da, Türkiye hükümetinin Türkiye’de yaptığı
barış süreci tecrübesine karşın, Rojava’yı boğmak istediğini kaydedip, Irak
Federal Kürdistan Bölgesel yönetiminin Rojava sınırına yaptığı hendeklerde
Türkiye’nin parmağı olduğunu açıkladı.
Ayrıca da
Türkiye-Rojava sınırında örülmeye başlanan duvara tepki gösteren İHD Mardin
Şube Yöneticisi Hüseyin Cangir, duvar kararının siyasi olduğunu kaydedip;
Türkiye’nin Qamişlo’yu tecrit etmek amacıyla bu duvarı inşa ettiğine dikkat
çekerken; “Nusaybin’e örülen duvar, hem ‘Birlik, beraberlik, kardeşlik’
laflarını tekzip ediyor hem mayınlı sınırın yol açtığı kötülükleri çoğaltma
potansiyeli taşıyor.
Duvar böler.
Bir duvar örülüyor Nusaybin’de. Sınırda. Sınır çizmek, bir bölme işlemidir
zaten. Siyasal bölücülük. Siyasal sınır haritada kesintisiz bir çizgi gibi
görünse de fizikte durum pek öyle değildir, onu ‘belli’ etmek, ‘korumak’
gerekir. Bu yüzden mayın döşendi Türkiye-Suriye sınırına. Şimdi de duvar
örülüyor,” tarihi notunu düşüyordu Ali Topuz da…
II.4) T.“C”NİN POZİSYONU VE İSLÂMCI ŞİDDET
Mete
Çubukçu’nun, “Türkiye ve IKBY başından beri Rojava konusunda aynı cephede.
Türkiye ve Barzani’nin Rojava’daki gelişmeleri engelleme, sınırları kapama değil,
bizzat Rojava’yla birlikte yeni bir oluşuma gitme üzerinden planlaması
gerekiyor”; Oral Çalışlar’ın, “Bölgede istikrar ve Türkiye’de huzur isteniyorsa
‘Kürtler arası ayrılıklardan medet ummak’ yanlış”; Yusuf Nazım’ın, “Bir bakanın
ağzından duydum… Özgürlük gelecekmiş güya Suriye’ye. Bütün Suriye artık özgür
olacakmış ama adı ‘Kürt’ olmayacakmış,” saptamalarıyla karakterize olan
T.“C”nin pozisyonu çok net ve düşmancadır…
Başbakan
Erdoğan’ın IKBY Başkanı Barzani’yle buluşmasında, PYD güçlerinin Esad rejimiyle
hareketinin kabul edilemez olduğu konusunda mutabık kalındı. PYD dahil tüm
tarafların ortak hareketinin önemli olduğu vurgulanması[26]
bile söz konusu düşmanlığın kanıtıdır!
Çünkü
“Başbakanlık kaynaklarının aktardığına göre Erdoğan ile Barzani şunda anlaştı:
‘Suriye’nin kuzeyinde PYD’nin kurmak istediği ‘de facto’ yönetime müsaade
edilmeyecek’ti!”[27]
Gerçekten de
buna uygun davranıldı! Örneğin dönemin BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ve DTK
Eşbaşkanı Aysel Tuğluk öncülüğünde Ceylanpınar’a gelen kalabalık 4 Ağustos
2013’de Valiliğin aldığı yasak kararı nedeniyle yürüyüş yapamadı. Urfa’nın
Ceylanpınar ilçesinde BDP ve Demokratik Toplum Kongresi (DTK) tarafından
düzenlenen “Rojava ile dayanışma yürüyüşü” için toplanan kalabalığa polis
tazyikli su ve biber gazıyla müdahale etti. Müdahaleden BDP’li vekiller de
etkilendi. Ceylanpınar’da kurulan nöbet çadırı da zırhlı araçlarla yıkıldı.
Yusuf
Karataş’ın işaret ettiği üzere: “Ceylanpınar sınırındaki Serêkaniyê’de
denetimin tamamen PYD’nin eline geçmesinin ardından Ankara’da adeta bir ‘savaş hâli’
var. Sınır karakolu el Kaidecilerin elindeyken asayiş berkemaldi! Ama bu
karakol ‘Türkiye ile çatışmaya girmeyiz’ diyen PYD’nin eline geçince sınırımız
büyük bir tehdidin altına girdi. Bölgeye askeri birlikler sevk edildi.
Başbakan’ın Başdanışman’ı Yalçın Akdoğan’a göre PYD ateşle oynuyor! Dışişleri
Bakanı Davutoğlu da ‘PKK bir köyde bile hâkim olursa bunu risk unsuru olarak
görürüz. Sınırımızda bir terör yapılanmasına izin vermeyiz’ buyurmuştu!”[28]
Oysa
“Cihatçıların denetimindeki yerlerde duvar yok” diyor Zuhat Kubani ve
Türkiye’nin Rojava’da vekâleten savaş yürüttüğüne dikkat çeken PYD Dış
İlişkiler Sözcüsü ve Kürt Yüksek Konseyi Dış İlişkiler Komitesi üyesi Zuhat
Kubani’ye göre “Ankara hataya devam ediyor”ken; yine Zuhat Kubani, Suriye’nin
Türkiye sınırı yakınlarındaki Kürt köyü Susik’te 19 Eylül 2013 gecesi çok
şiddetli çatışmalar yaşandığını, Türkiye’den 700’e yakın silahlı muhalifin
İslâmcı gruplara destek için ülkeye girdiğini açıklıyordu.
İş bununla da
sınırlı değildi! Türkiye’nin El Kaide bağlantılı El Nusra Cephesi’ne kimyasal
silah desteğinde bulunduğunu açıklayan PYD’nin resmi yayın organı ‘Pydrojava’ya
göre, Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi, El Nusra ile MİT’in işbirliği
yaptığına ilişkin bir belge yayımladı…[29]
Kim ne derse
desin; “Türkiye’nin bir hedefi de bölgede Kürtlerin kendi yönetimlerini
ellerine almak için attığı adımlardır. Türkiye’nin hedefi Suriye’deki Kürt
bölgesinde oluşan bu durumu ortadan kaldırmaktır. Radikal dinci isyancılar
sürekli Kürtlere karşı desteklendi, silahlandırdı.”[30]
İslâmcı şiddetin
destekçilerinin kim olduğu ayan beyan ortadayken; Salih Müslim’in, “IŞİD,
Musul’da Irak ordusundan ele geçirdiği silahların bir kısmını Kobanê’ye taşıdı.
Ve şu an o silahları bize karşı kullanıyor. Bunlar zırhlı tank, havan topu ve
diğer ağır silahlardır. Özellikle zırhlı tankları durdurmakta sıkıntı
yaşıyoruz. Çünkü normal kurşun bu tankları etkilemiyor. Kara borsada anti tank
patlayıcıları ve diğer ağır silahlar arıyoruz,” haykırışları boşuna değildir.
Çünkü Zuhat
Kubani, Suriye’nin Türkiye sınırında İslâmcı örgütlerle diğer muhaliflerin
“ganimet için savaştığı” vurgusuyla, bu grupların devrim gibi bir amacının
bulunmadığını, Türkiye sınırının olduğu bölgeyi denetim altına almaya
çalıştığını belirtip, “Sınır kapısını tutanlar vergi alıyor. Bu kapıda ganimet
var, bu kapılar onların yaşam damarı,” diyerek, milyonlarca dolarlık bir
gelirden söz edildiğini anımsatıyor!
II.5) ABD VE LİBERALLER
Nihayet ABD ve
liberallere gelince…
ABD adına
Suriye muhalefeti yönlendiren kilit isim eski Şam Büyükelçisi Robert Ford,
Salih Müslim’e, “Cenevre’ye davet edilseniz bile Kürt meselesini
açmayacaksınız” şartını koşmuşken; ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Jen Psaki,
“Suriye’de bağımsız bir Kürt bölgesi ilan etme çabalarına dair haberlerden
elbette kaygı duymaktayız. Özel bir Kürt bölgesi oluşturmak, bölgedeki birçok
topluluğu kapsayacak, daha geniş bir kararın parçası olmalı. Bizim görüşümüz,
Suriye’nin birleşik olması gerektiği yönünde,” diyordu…
Ya liberaller mi?
Bakın AKP
borazanı bir beyaz Kürt, Orhan Miroğlu ne diyor?
“BDP/PKK’nin
gündeminde bugün çözüm süreci değil, Rojava baş sırada yer alıyor.
Rojava’ya
yüklenen ulusal anlam ve misyon her şeyin üstünde…
Rojava Kürtler
için elbette önemlidir, ama Güney Kürdistan kadar, siyasi, ekonomik ve
jeopolitik bir önceliğe sahip olduğu söylenemez. Dünya’nın ‘Kürtlere
Ortadoğu’da yeni bir rol verilmesi adına, Güney Kürdistan yönetimiyle kavgalı
bir siyasete yüzünü dönmesini beklemek, havanda su dövmekten farksızdır.”[31]
“Özerklik
dediğiniz andan itibaren, işin özü gereği, merkezi bir muhatabınızın olması ve
talep ettiğiniz özerkliği bu muhatabınızla belli bir anlaşmaya bağlamanız
gerekir.
Irak’ta
Kürdistan Özerk Yönetiminin merkezi muhatabı Bağdat yönetimidir. (…)
Gelelim
Suriye’ye.
Suriye’de
değil Kürtler, kim ilan ederse etsin, herhangi bir özerklik ilanı peşinen
muhatabı belli olmayan bir ayrılık ilanı olur.. Ne dünyada ne bölgede, kimse
böyle bir özerkliğe saygı duymaz ve meşru da görmez. Merkezi iktidar-Baas
Partisi- bugün için ve sadece Kürtler’i kapsayacak bir özerkliği kabul ederse,
bu PYD ve Esad arasında var olduğu söylenen işbirliğinin tescili anlamına
gelir.
Çünkü, hem
Suriye yönetimi ve hem de yönetime karşı ayaklanan güçler, herhangi bir halk
hareketine özel statü talebini müzakere edecek bir aşamada bulunmuyor.
Başından beri
Kürtler’in Suriye’de yurttaşlık haklarından bile mahrum bırakıldığını söyleyen
ve bu hakları savunan da Türkiye’ydi.
PYD ve Kürt
özerkliği Marx’ın Komünist Manifesto’da sözünü ettiği ve Avrupa’yı korkutan
komünizm hayaletine benzemeye başladı.
İşi bu
dereceye kadar getirdiler yani, hatırlarsanız aynı şeyi Kuzey Irak’ta özerklik
ilan edilince de yapmışlardı.
O özerk
bölgenin inşasını Türkiye gerçekleştirdi ve Türkiye şimdi o korkulan özerk
bölgenin en önemli müttefiki durumunda.”[32]
Burada durup, Orhan Miroğlu’na verilecek en
iyi yanıtın, ona hiçbir şey hiçbir şey dememek olduğunu vurgulamalı… Çünkü,
değmez!
III. AYRIM: TARİHSEL
BİR EVREDEN GEÇİLİRKEN
Toparlarsak:
İmparatorluklar tarihin çöp tenekeleri gibidir. Egemen oldukları bölgelerdeki
dini, etnik, sınıfsal çelişkileri ve nefretleri, şiddet, korku, rüşvet yoluyla
baskı altında tutarak muhafaza eder, birbirine karşı kullanır, hatta bu amaçla
yenilerini üretirler. Bir imparatorluk yıkıldığında çöp tenekesi devrilir,
kapağı açılır ve pislik ortalığa saçılır.
Etnik, dini
gruplar, sınıflar, imparatorluk sonrası ortamda yeni bir yaşam dünyası inşa
etmeye çalışırken önce birbirlerinin boğazına sarılırlar. Bu etnik dini
ayrımları aşanlar bir araya gelerek yeni yapılar oluşturmaya başlarlar. Roma
İmparatorluğu çöktüğünde, bir yeniden şekillenme yaklaşık bin yıl sürdü.
Sonraki 500 yıl içinde, giderek bir ulus devletler, bunun üzerinde de bir
“kapitalist imparatorluk” düzeni şekillendi. Bu öncekilerden farklı, esas
olarak hegemonya ilişkilerine dayanan ama savaşları, sömürgeciliği dışlamayan
bir yapılanmaydı. Bu yüzden, imparatorluk değil daha çok emperyalizm kavramını
kullanıyoruz. Son tahlilde, bu da bir “imparatorluktu” çünkü kıtasal çapta, hatta
denizaşırı coğrafyaların, ekonomik, siyasi, kültürel ağlarla (dünya pazarı,
giderek ekonomisi), bir ülkenin hegemonyası altında stabilize edilerek
düzenlenmesi, yönetilmesi anlamına geliyordu.
Osmanlı
çöktüğünde de çöp tenekesi devrildi, yüzyıllardır biriktirilen, muhafaza
edilen, üretilen pislikler ortalığa saçıldı. Ama Osmanlı İmparatorluğu
çöktüğünde, kapitalist “imparatorluk” da artık çoktan şekillenmişti, hatta bir
devresini kapatmak üzereydi (bu şekillenme, Osmanlı İmparatorluğu’nun artık iç
çelişkilerini, bastırarak muhafaza edilemez bir noktaya gelmesini
hızlandırmıştı da denebilir). Bu yeni “imparatorluğun” iki lider ulus devleti,
İngiltere ve Fransa devreye girdiler. Osmanlı çökünce serbest kalan halklar,
sınıflar kendi yollarını bulmaya fırsat bulamadan, bu yeni imparatorluğun
eliyle şekillendirildiler. I. Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Sykes-Picot
Anlaşması Ortadoğu halklarını, aralarındaki sorunları çözmelerine, kendi
yollarını bulmalarına olanak vermeden, kapitalist imparatorluğun coğrafi çıkarları
(emperyalizm) doğrultusunda, yerel bölünmüşlükleri birbirine karşı kullanarak
kendi egemenliğini sürdürecek biçimde muhafaza ederek yapay devletlere böldü.
Böylece büyük çöp tenekesinin yerini, bir sürü küçük çöp tenekesi almaya
başladı. Tenekelerin kapaklarının üzerine de birer yerel despot konuldu.
ABD
hegemonyası altında düzenlenen kapitalist “imparatorluk” (emperyalizm) düzeni
çökmeye başlayınca Ortadoğu’nun küçük çöp tenekelerinin üzerindeki despotları
yerinde tutan basınç düşmeye, toplumsal muhalefet despotları devirerek çöpleri
yeniden ortaya dökmeye başladı.
Ortadoğu’nun
düzensizliği işte bu durumun bir sonucu… Bu
kez, ortada çöpleri yeniden tenekelere dolduracak, kapaklarını kapatacak bir
imparatorluk düzeni, ABD hegemonyasını devralacak, emperyalist sistemi
stabilize edecek bir lider de yok.
Ya bu etnik
dini çelişkiler, çatışmaların, emperyalist devletlerin, müdahalesiyle Irak,
Libya, Suriye gibi savaşlarla, yıkımlarla yıllarca hatta on yıllarca devam
edecek ya da halklar bu bölünmüşlükleri kendi yöntemleriyle, iradeleriyle,
büyük fedakârlıklara ve acılara katlanmak pahasına aşarak yeni bir “yaşam
dünyası” kurmaya başlayacaklar. Ya
“barbarlık” ya da emperyalizmden, kapitalizmden ve çöplerden arınmış yeni bir
uygarlık kurulacak…
III.1) NİHAYET!
Tam da bu
bağlamda tarihsel bir evreden geçiliyor. Gidişatı belirleyen en temel etken
krizin yarattığı olağanüstü koşullardır. Söz konusu koşulları, küresel düzeyde
sınıfsal ve toplumsal antagonizmayı şiddetlendirip yoğunlaştırıyor.
Derinleştirip, radikalleştiriyor. Büyük toplumsal patlamaların, ayaklanmaların
ve isyanların doğup, yaygınlaştığı zemini var ediyor.
Çünkü kriz,
sınıfsal ve toplumsal antagonizmayı şiddetlendirip, yoğunlaştırırken;
mücadeleyi de sertleşir ki, bu zeminde de iki olasılık doğar: Tarihsel imkânlar
ve tehditler…
Sürecin ruhuna
bu diyalektik egemen olur ki, Ortadoğu’da olup da bitmeyen, yani süren tam da
budur!
Kimse inkâr
edemez Ortadoğu sürekli savaşın gerçekleştiği bir kapışma zeminine dönüşürken;
bu da kaçınılmaz olarak sarsıcı etkilere yol açtı. Bu bağlamda Ortadoğu ve
Kürdistan’da yeni bir evrenin başındayız
Eski olan
yürümüyor yeni olan ise sahnede yerini alabilmiş değil,” belirlemesi, bugün
küremizin yanı sıra esas Ortadoğu için geçerli. Dünyada öne çıkan çelişki ve
çatışmaların, dahası bölgesel ve küresel güçlerin doğrudan veya dolaylı taraf
oldukları gerilim ve savaşların sıcak yaşandığı alan Ortadoğu’dur: Irak,
Suriye, Filistin başta olmak üzere Ortadoğu; yaşanan savaşlarla,
diplomasiyle, anlık değişen güç
dengeleriyle dünyanın -önemli- odaklarındandır.
Ortadoğu’da
süren savaş ve gerilimi yoğun yaşayan coğrafyaların başında Güney ve Batı
parçalarıyla Kürdistan ile Filistin geliyor. Ortadoğu’nun Dünya’daki konumu
neyse Kürdistan’ın da bölgedeki konumu benzer. Nasıl ki küresel güçler Ortadoğu
olmadan bugün siyaset denklemini kurmakta zorlanıyorsa, Ortadoğu’da da, sadece
Irak, Suriye’de değil bölge düzeyinde siyaset denklemi bugün Kürtsüz ve
Filistinsiz kurulamıyor. Yani hangi taşı kaldırırsan altından bir biçimiyle
Kürdistan ile Filistin meselesi karşına çıkıyor.
Böyle bir
jeopolitikte Kürdistan’ın bağımsızlığı tartışılıyor. Kürdistan; coğrafik
konumuyla, işgalci dört devletin doğrudan taraf olmasıyla, enerji kaynaklarıyla
ve nüfusuyla, Ortadoğu güç dengelerini sarsacak potansiyeli barındırıyor. Yani
Kürdistan jeopolitiği, Kürt siyaseti için büyük imkânların yanı sıra büyük
tehlikeler de yaratıyor. Genel kuraldır; güçlü jeopolitiğini lehine
kullanamazsan onu sana karşı kullanırlar. Kürtlerin yüzleştiği tehlike buduyken;
içine girdiğimiz tarihsel momentte devrimin imkânları güçlüdür. Yaşanan
konjonktürde küresel düzeyde sınıfsal ve toplumsal antagonizma şiddetlenmiş ve
yoğunlaşmıştır. Ne var ki ortaya çıkan hareketler ve dinamikler şekilsiz bir
karakter arz ediyor.
Yön, program
ve hedeflerinde netlik yok. En ağır kriz anlarında bile nesnel şartların
olgunluğuna rağmen, öznel koşullar; önderlik, ideolojik olgunluk, örgütlenme
problemleri aşılmazsa, büyük geri çekilişler ve yenilgiler yaşanabilir.
Önemli olan
devrimci duruştur. Unutulmasın Ortadoğu’da da her politik duruş, ya
emperyalizme karşıdır ya da hiç…
Çünkü
emperyalizmin oluşturduğu imparatorluk hukuk(suzluğ)unun “demokrasi
ihraç(lar)ı”, Jürgen Habermas’ın deyişiyle “ateş ve kılıçla” var olan
zorbalıktan başka bir şey değildir.
Bu durumda
“Ius contra bellum/ Savaşa karşı hukuku” canlandırıp, orman kanunları yerine,
eşitlik ve özgürlükçü paradigmayı ikame etmenin yolu/ yöntemi sadece ve sadece
devrimdir.
Çünkü Ortadoğu’daki devasa kriz, zorbaların
“tahakkümcü barış” dayatmalarıyla aşılamaz!
Örneğin
The Times’a göre, “Esad rejimi IŞİD’e karşı Batı’nın en önemli
müttefiki olacak”ken;[33]
ABD gibi hegemonik bir güç için vazgeçilmez müttefik veya değiştirilemez
taktikler yoktur. İsmet İnönü’nün meşhur bir lafı vardır: “Büyük devletlerle
ilişki ayıyla yatağa girmek gibidir. Ayının ne zaman ne yapacağı belli olmaz.
Severken bile pençesiyle yaralar.” ABD gibi büyük emperyalist güçlerin
“dostluğu”nun ne getireceği belli olmaz, avdan küçük parçalar kopartmak
isterken zarar görebilir, hatta bir anda av oluverirsiniz.
Ayrıca yine
emperyalistler için Ortadoğu gibi yüzlerce yıldır paylaşım kavgalarına konu
olmuş bir bölgede tahliller konjonktürel olmak zorundadır. Çünkü çıkarlar
sürekli değişmektedir ve çok fazla aktör mevcuttur. Emperyalist-kapitalist
güçlerin yerel unsurlarla birlikte, birbirlerine karşı düzenledikleri
komplolar, tezgâhlar birbirini kovalar.
Bölgede
yaşanan yangın büyürken; kimse hayal kurmasın: Ortadoğu için ufukta
“barış ve huzur” görünmüyor
Görünen odur
ki Ortadoğu, “kartların yeniden karıldığı”, yani kozların yeniden paylaşılacağı
ve pozisyonların yeniden belirleneceği bir süreçten geçmektedir. Bu sürece
işçi-emekçi sınıflar ve ezilen halklar açısından baktığımızda ufukta
“barış ve huzur” görünmüyor
Jean Paul Sartre’ın, “Savaşı zenginler çıkarır, yoksullar ölür”; Franz
Fanon’un, “Avrupalının refahı ve kalkınması; Siyahların, Arapların, Hintlilerin
ve Asyalıların terleri
ve cesetleri üzerine inşa edilmiştir,” sözleriyle betimlenen emperyalist
politikanın özü hâlen “böl ve yönet” olarak devam etmekteyken; emperyalistler
ulusal-etnik-mezhepsel ayrılıkları bu çerçevede kullanmaya devam etmektedirler.
Bu da çatışmaların ve savaşların devam etmesi anlamına gelir.
Bu durumda
Ortadoğu’da halkları, etnisteleri, emekçileri birbirine kırdıran devasa bir
insanlık krizi yaşanmaktayken; söz konusu krizini ekonomik, sosyal, siyasi,
kültürel, dinî ve tarihsel boyutlarını göz ardı etmemek kadar “abartmamak”da
kilit önemdedir.
Örneğin Suriye’deki iç savaşın sona ermesi,
erse bile olağan bir burjuva rejimin kurulması hiç de kolay değildir. Her gün
en az 30’a yakın insanın bombalı saldırılarda öldüğü Irak’taki fiili iç savaş
tablosu, bu gerçeği gözler önüne sermektedir.
Önümüzdeki dönemde, başta Ortadoğu olmak
üzere dünyanın pek çok bölgesinin daha fazla cehenneme dönmesi, Suriye ve
Irak’taki durumun yaygınlaşması kuvvetle muhtemeldir.
İşte bu konjonktür, Rojava’daki Kürtlerin
durumunu belirsizleştirerek mevcut kazanımlarını tehlikeye atmaktadır. Bugün
Kürt sorunu, Ortadoğu’nun en temel sorunlarından biridir. Kürtler, aynı zamanda
Ortadoğu’daki siyasal tablonun şekillenmesinde dikkate alınması gereken bir güç
konumundadır.
Sonuç olarak,
tüm olgular ve gelişmeler Ortadoğu’da devrimlere duyulan ihtiyacın son derece
yakıcı hâle geldiğini göstermektedir. Köklü tarihsel, sosyal, ekonomik ve
siyasal sorunların başka türlü kalıcı olarak ve işçi-emekçi sınıflar yararına
çözülmesi mümkün değildir. Sadece birbiri ardına patlak verecek başarılı
devrimler, yüz yıl önce emperyalistlerin attığı kördüğümü çözerek halklara
barış ve huzur getirebilir.
Bu kördüğümün
çözülmesi, yani bir önceki emperyalist paylaşım savaşının neticesine göre
oluşturulmuş Ortadoğu düzeninin yeniden dizaynı, değişen küresel dengelerden
kaynaklı olarak, aslında Batılı emperyalistlerin arzusuydu.
Oysa
emperyalist arzular ayağa kalkmış kitleler açısından tatmin edici seçenekler
oluşturmamaktadır. Arap halklarının ve daha pek çok halkın bir arada yaşadığı
geniş Ortadoğu coğrafyasının tamamında emekçi halk kitleleri derin bir huzursuzluk
ve bıkkınlık içindedirler. Bir yandan olumsuz sosyal ve ekonomik koşulların
ağırlığı, diğer yandan bitip tükenmek bilmeyen çatışmalar ve savaşlar, emekçi
halkları adeta canından bezdirmiştir. Çözülmeyi bekleyen ulusal sorunlar orta
yerde durmaktadır. Ayaklanan kitleler istediklerinin azını bile almış
değillerdir, bu yüzden de önlerine konulanla yetinmeyeceklerdir.
Ortadoğu
devrimi geciktikçe, ekonomik ve siyasi istikrarsızlığın körükleyeceği toplumsal
çelişkiler ya emperyalist kapışmalarla iç içe geçmiş içsavaşlara ya da başka
türden yıkımlara yol açacaktır. Ve bu yıkım sürecinin onyıllarca sürmesi
mümkündür. Çünkü devrimci iradenin
sahnede olmadığı koşullarda tarihin akışını emperyalistlerin ve burjuva
güçlerin kapışması belirleyecektir.
İşte bu yüzden
Ortadoğu devrimlere ihtiyaç duymaktadır. Emperyalistlerin ve burjuva
iktidarların, kendi yarattıkları sorunlara işçi-emekçi halkların yararına
çözümler bulmaları zaten beklenemeyeceğinden, Ortadoğu’nun onyıllardır
katmerlenerek ağırlarmış sorunlarına kalıcı çözümü ancak ve ancak devrimlerin
getirebileceği çok açıktır.
Bu tabloda Karl
Marx’ın, “İşçilere, sadece toplumu değiştirmek için değil, aynı zamanda
kendilerini de dönüştürmek, siyasi iktidara hazırlanmak için 15, 20, 50 yıl
boyunca sürecek iç savaşlar ve ulusal mücadelelerden geçmek zorunda
kalacaklarını söylüyoruz,” uyarısını “es” geçmeden -ve de Veysi Sarısözen’in
önerdiği yol,[34] “yol” değilken!-
devrimci sorumluluk: Rojova’yı yaşatmak ve Filistin halkının mücadelesini
desteklemek, enternasyonalist dayanışma sancağını yükselmektir.
Halkların
kendi kaderlerini kendi özgür iradeleriyle belirlemeleri, özgür iradeleriyle
birlikte yaşamalarının önü ancak enternasyonal dayanışma ruhunun hayata
geçirilmesiyle sağlanabilir. Bu dayanışma, Ortadoğu halkları arasında
emperyalizme/ kapitalizme ve her türlü diktatörlüğe karşı “Ortadoğu Devrimci
Çemberi”nin yolunu açacaktır. Bu yol aynı zamanda emek ve özgürlük güzergâhı
olacaktır.
Bunun başka
yolu da yoktur!
Ortadoğu bir
cadı kazanına çevrilip; bir tarafta emperyalist-kapitalizmin kendi yaşamsal
çıkarları için, dün coğrafi gerçeklikleri görmezden gelerek çıkarlarına uygun
“cetvelle çizdiği” sınırı bugün parça parça olurken tehditler kadar imkânlar da
görülmeli ve en önemlisi: “Mevcut gelişmelere bakarak bir ‘Orta Doğu Devrimci
çemberi’ beklentisi içinde olmak yanıltıcı olacaktır,”[35]
ekonomist determinizmden vazgeçilmelidir…
Çünkü “Marx’ın materyalizmi, kendiliğinden
(otomatik) bir determinizm (gerekircilik) değil, sınırsız, ayrıntılı ve
öngörülmez olasılıklar içeren bir yeniden belirlemedir,”[36] der J. D. Bernal…
Yolumuzu
irade ve cüret açacaktır.
Çünkü
Michael Josephson, “Önemli olan, şartlar değil,
seçimlerinizdir,” derken; ekler Albert Camus de: “Özgürlük,
tarihin kaybolmayan tek değeridir…”
O hâlde iki, üç daha fazla Rojava!
O hâlde Filistin’e özgürlük!
O hâlde yaşasın Ortadoğu devrimci çemberi!
23 Temmuz 2014 22:25:08, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[*] 1
Ağustos 2014 tarihinde 14. Munzur Kültür ve Doğa Festivali’nin Ovacık’taki
‘Ortadoğu’da Devrimci Dinamikler ve Görevlerimiz’ başlıklı panelinde yapılan
konuşma… 2 Ağustos 2014 tarihinde 14. Munzur Kültür ve Doğa Festivali’nin
Dersim’deki ‘Rojava Devrimi ve Ortadoğu’daki Son Gelişmeler’ başlıklı panelinde
yapılan konuşma… 14 Eylül 2014 tarihinde İstanbul IX. Sarıgazi Halk
Festivali’ndeki “Ortadoğu’da Durum ve Görevlerimiz Paneli”nde yapılan konuşma… Kaldıraç,
No:159, Eylül 2014…
[1] Nadine
Gordimer.
[2]
“Ağız kavgasında her karşıt ‘son sözü’ söylemeyi düşler. En son kendisi
konuşmak ‘sonuca bağlamak’, söylenmiş olan her şeye bir yazgı vermek, anlama
egemen olmak, onu elinde tutmak, yumruk gibi indirmektir; sözün uzamında son
gelen, alışılmış bir ayrıcalıkla, profesörlerin, başkanların, yargıçların,
günah çıkarıcıların tuttuğu yüce yere yerleşir.” (Roland Barthes.)
[3] Hans
Blix, “Blair Irak Savaşını Kafaya Koymuştu”, The Guardian, 28 Ocak 2010.
[4]
Mustafa K. Erdemkol, “Kimsesizler Ülkesi”, Cumhuriyet, 2 Mart 2013, s.9.
[5]
“Irak Siyaseti Yine Arapsaçına Döndü”, The Financial Times, 30 Ağustos 2009.
[6]
Ergin Yıldızoğlu, “‘İmparatorluk’, Kan, Gözyaşı”, Cumhuriyet, 7 Mayıs 2014,
s.4.
[7] Ergin Yıldızoğlu,
“... ‘Türk İslâmı’ ve Siyaset”, Cumhuriyet, 7 Kasım 2007, s.4.
[8] Ali Murat İrat,
“İslâm Politik Olabilir mi?”, Birikim Dergisi, No:226, Şubat 2008, s.88.
[9]
Abdullah El Eyyubi, “İslâmcı Hareketlerden Özgürlüklere Saygı Beklemek
İmkânsız”, Ahbar El Haliç, 29 Temmuz 2009.
[10] “Ürküten Rakamı Diyanet İşleri Başkanı Açıkladı”, DHA,
19 Temmuz 2014…
http://www.haberler.com/urkuten-rakami-diyanet-isleri-baskani-acikladi-6279868-haberi/
[11]
Ergin Yıldızoğlu, “İslâm Dünyasında Büyük Paradox”, Cumhuriyet, 7 Temmuz 2014,
s.11.
[12]
Edward Said, Representations of the Intellectual, 1994, s.29-30.
[13]
Tayfun Atay, “İslâmlar Savaşı ve Laikliğin Âhı”, Radikal, 15 Haziran 2014, s.25.
[14]
Fehim Taştekin, “Mezhebi Kırım!”, Radikal, 4 Kasım 2013, s.21.
[15]
Çiğdem Toker, “IŞİD’in Para Kaynakları ve Türkiye”, Cumhuriyet, 16 Haziran
2014, s.10.
[16]
Olgu Kundakçı, “AKP Eseriyle Övünebilir!”, Birgün, 12 Haziran 2014, s.8.
[17]
Mehmet Y. Yılmaz, “Yeni Osmanlıcılık Hayalleri IŞİD’e Tosladı”, Hürriyet, 12
Haziran 2014, s.13.
[18]
Amberin Zaman, “IŞİD’e Destek ‘Hâlâ Sürüyor’…”, Taraf, 14 Haziran 2014, s.9.
[19]
Hakkı Yükselen, “Connoly’nin Dediği… İngiliz Ordusunu Yarın Ülkeden Çıkartıp Yeşil
Bayrağı Dublin Kalesine Çekseniz Bile…”,
http://yalansz.wordpress.com/2013/12/12/connolynin-dedigi-ingiliz-ordusunu-yarin-ulkeden-cikartip-yesil-bayragi-dublin-kalesine-cekseniz-bile/#more-1331
[20] A.
Hadi Akmugan, “Zorlu Bir Mücadele: Rojava”, Taraf, 31 Aralık 2013, s.12.
[21]
Mutlu Çiviroğlu, “Geçici Yönetim PYD Dayatması mı?”, Radikal, 15 Aralık 2013,
s.18-19.
[22] Die
Zeit, 22 Mart 2014.
[23]
Utku Kızılok, “Suriye Açmazı ve Rojava’da Halk Uyanışı”, Marksist Tutum, No:
108, Mart 2014… http://marksist.net/utku-kizilok/suriye-acmazi-ve-rojavada-halk-uyanisi.htm
[24]
Volkan Yaraşır, “… ‘Ortadoğu Devrimci Çemberi’ Akdeniz İsyan ve Devrim
Coğrafyasına Dönüşüyor”, 22 Ocak 2014…
http://www.atik-online.net/2014/01/22/ortadogu-devrimci-cemberi-akdeniz-isyan-ve-devrim-cografyasina-donusuyor/#.U893NuN_sac
[25]
Tolga Korkut, “Türkali: Türkiye’yi Korku Yönetiyor”, Cumhuriyet Pazar, No:1468,
11 Mayıs 2014, s.3.
[26]
Cansu Çamlıbel, “PYD’ye Ortak Tavır”, Hürriyet, 18 Kasım 2013, s.17.
[27]
Fehim Taştekin, “Türk-Kürt Barışının Bedeli Kürt Kavgası mı?”, Radikal, 18
Kasım 2013, s.23.
[28]
Yusuf Karataş, “Kaide Emirlikleri ve Kürtlerin Özerkliği”, Evrensel, 22 Temmuz
2013, s.8.
[29]
“Türkiye, El Nusra’ya Kimyasal Verdi”, Cumhuriyet, 14 Eylül 2013, s.12.
[30]
Yücel Özdemir, “Van Aken: Almanya’nın Kimyasalları Kullanılmış Olabilir”,
Evrensel, 28 Eylül 2013, s.11.
[31]
Orhan Miroğlu, “Rojava ve Kürtler”,
http://haber.stargazete.com/yazar/rojava-ve-kurtler/yazi-806212
[32]
Orhan Miroğlu, “Muhatapsız Özerklik Olmaz”, http://haber.stargazete.com/yazar/muhatapsiz-ozerklik-olmaz/yazi-775558’Ateşkes
bozulur’a sert cevap
[33]
Ergin Yıldızoğlu, “Bu Gidiş Nereye?”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2014, s.11.
[34]
“Yalnız Türkiye sosyalist hareketi değil, dünya ölçeğinde sosyalist hareket
‘ideale giden yolunu kaybetti.’ Kriz bu yüzden… Gezi direnişinin öznesi olan
yeni kuşak insanların arayışı da, ‘eşitlik’ idealine giden yol arayışıdır.
Elimizdeki eski şablonlar onları ikna etmiyor. Ne ‘Ekim Devrimi’, ne ‘Çin
Devrimi’ ve ne de ‘Küba Devrimi’, onlara ikna edici yanıtlar sunmuyor… Yeni
kuşak coşku ve öfkesini Gezi direnişinde olanca gücüyle ortaya koyuyor ama, biz
sosyalistlerin sunduğu ‘yolların’ hiçbirine itibar etmiyor.” (Veysi Sarısözen,
“Gezi’yi Rojava’yla Birleştirmek Devrimin Programında Birleşmek”, 16 Eylül
2013…
http://www.ozgur-gundem.com/index.php?haberID=83715&action=haber_detay&module=nuce
)
[35]
Engin Erkiner, “Ortadoğu Devrimci Çemberi”,
http://enginerkiner.org/index.php?option=com_content&view=article&id=1140yüzde
3Aortadou-devrimci-cemberi&catid=36yüzde 3Akonuk-yazlar&Itemid=1
[36] J.
D. Bernal, Marksizm ve Bilim, çev: Tonguç Ok, Evrensel Yay., 2000.
Yorumlar