“Doğa bir aynadır, hem de aynaların en parlağı.” [2] “Doğaya ancak boyun eğilerek hükmedilebilir,” diyen Francis Bacon’ın uyarısı gö...
“Doğa bir aynadır, hem de
aynaların en parlağı.”[2]
“Doğaya ancak boyun eğilerek hükmedilebilir,” diyen Francis Bacon’ın uyarısı göz ardı edildi kirletip, yok eden kapitalizm tarafından…
Ama genç Seneca’nın ifadesiyle, “Açgözlüye tekmil doğa az gelir”ken; bugün bir ekolojik felaket eşiğine ulaştık…
Oysa çok önceleri uyarmıştı; “Doğa yasaları yok edilemez. Çeşitli tarihsel koşullara bağımlı olarak, bu yasaların sadece biçimleri değişir… “İnsan doğaya ne kadar yabancılaşırsa o kadar toplumsallaşır, ne kadar toplumsallaşırsa da o kadar kendine yabancılaşır,” diye Marx…
Ya da “Doğada her şey, önü sonu, metafizik süreçle değil, diyalektik süreçle oluşur; doğa, aynı çevre etrafında tek düzen, süresiz bir dönüş değildir, gerçek bir tarih yaratıcılığıdır,” diye haykırmıştı Engels…
Veya “Doğaya başkaldırmak, kendi kendimize başkaldırmakla birdir. Başını duvarlara vurmaktır,” notunu düşmüştü Albert Camus…
Kolay mı?
Doğa zamanını beklemeyi bilir.
Doğa bıkmaz; yarıda bırakmaz.
Doğa sırtını dönmez; bekler ama vazgeçmez.
Doğayı aldatamazsınız; aldatmaya kalkan kendini aldatır.
Çünkü doğada hiçbir şey amaçsız ya da boşuna değildir; ve her ne kadar doğa, insan(lık) olmadan varlığını sürdürme yetisine sahip ise, insan doğa yok olduktan sonra varlığını idame ettiremeyecektir…
Çevrenize, dünyaya bakın; sürdürülemez kapitalizmin insan(lık) ile çevresini ne hâle koyduğu gerçeğine göz yummayın…
Hem de Slavoj Zizek, “Özgürlüğümüzün sınırları kendi yarattığımız ekolojik düzensizliklerle aşikâr hâle gelirken, ekolojik felaket tehdidine karşı… önlem almalıyız,”[3]uyarısının altını çizerek…
Kirleten, yok eden sürdürülemez kapitalizm koşullarında anımsayın: Dünyadaki tüm insanların ortalama bir ABD’li gibi yaşaması durumunda 5 gezegene daha ihtiyaç var…
Alışverişlerde ve de içine çöp koymak için kullanılan plastik torbaların atıkları karada en az 800 yıl, denizde en az 400 yıl yaşıyor. Ve de bu artıklar zamanla kimyasal değişime uğrayarak doğayı kirletiyor. Dolaylı olarak canlıları zehirliyor. Dünyada her yıl değişik boyutta 1 trilyonu aşkın plastik torba kullanıldığı, bu torbalar için yaklaşık 250 milyon ton plastik kullanıldığı tahmin ediliyor. Sadece ABD’de yıllık plastik torba tüketimi 400 milyar adet. Türkiye’de ise yılda 5 milyar adet kullanılıyor…
‘Dünya Doğal Yaşamı Koruma Vakfı/ World Wildlife Fund’nın (WWF), ‘Yaşayan Gezegen 2010 Yılı Raporu’na göre, insanlar dünyanın sağlayabileceğinden yüzde 50 daha fazlasını tüketmesi yanında, dünya üzerindeki bitki ve hayvan türlerinin üçte biri yok ediliyor…
Dünyadaki her beş bitki türünden biri yok olma riski altında…
BM’nin, ‘Küresel Biyolojik Çeşitlilik Görünümü’ başlıklı raporuna göre biyolojik çeşitlilik, bugüne kadar görülmemiş hızla yok oluyor…
Uluslararası Doğayı Koruma Birliği, “Değişim Geçiren Dünyada Yabani Türler” başlıklı raporunda, nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan 44 bin 838 türü irdeledi.
2010 hedefine kesin olarak ulaşılamayacağını gösteren raporda, dünya genelinde, en az 16 bin 928 hayvan ve bitki türünün yok olma tehlikesiyle karşı olduğu belirtildi…
‘Brezilya Ulusal Uzay Araştırmaları Enstitüsü’ (INPE) Başkanı Gilberto Camara, düzenlediği basın toplantısında, dünyanın akciğeri sayılan Amazon ormanlarındaki tahribatın artan bir hızla sürdüğü bildirildi…
Nihayet dünyayı bizimle paylaşan adını bildiğimiz-bilmediğimiz, gördüğümüz-farkına varmadığımız birçok canlı büyük bir hızla yok oluyor.
Her gün 100 milyon ton sera gazı atmosfere salınıyor ve 60 bin hektar yağmur ormanı yok edilerek 2 milyon ton zehirli atık deniz ve nehirlere bırakılıyor.
Bütün bunların bir sonucu olarak da her 13 dakikada bir tür yok oluyor. Bir başka deyişle gezegenimizde her 13 dakikada bir, bir canlı için kıyamet yaşanıyor…
Evet, evet artık, “Hayatta kalacak mıyız kalmayacak mıyız noktasındayız,” Moğollar grubundan Taner Öngür’ün deyişiyle…
Görünen odur ki ‘Rio de Janeiro Devlet Üniversitesi’nden Profesör Leonardo Boff’un ifadesiyle, “Piyasa ekonomisi, çevre krizine bir çözüm getirmeyecek. Bu kez Nuh’un Gemisi olmayacak. Eğer var olan durumu değiştirmezsek, en kötüsüyle karşı karşıya kalacağız. Gelecek beş ya da yedi yıl içinde küresel iklim değişikliği nedeniyle 100 milyon insan, mülteci durumuna düşecek ve bu da siyasi sorunlar yaratacak. Ya kendimizi koruyacağız ya da hep birlikte yok olacağız.”
Yine ‘İklim Değişikliği ve Yeryüzü Ana Hakları Dünya Konferansı’na ev sahipliği yapan Bolivya’nın lideri Evo Morales, “Sanayileşmiş ülkelerin sözlerini tutmadıkları için burada bulunuyoruz” vurgusuyla eklediği üzere: “Ya kapitalizm ölecek ya da Yeryüzü Ana”!
DÜNYA’DAN ÇİZGİLER
Margaret Mead’ın, “Har vurup harman savuruyoruz. Öyle bir yaşam biçimi geliştirdik ki, çocuklarımızın ve bu dünyada yaşayan tüm insanların geleceğini umursamadan yeryüzünün paha biçilmez ve yenilenmez kaynaklarını kurutuyoruz,” diye betimlediği yerkürede olup-bit(mey)en bunun kanıtı…
Mesela BM’nin, dünyanın önde gelen şirketlerinin çevreye verdikleri zararı sergilediği raporda, dünyanın en büyük 3 bin şirketinin 2008 yılında 2.2 trilyon dolar değerinde zarar verdikleri açıklandı…
BM’nin, Fildişi Sahili’ne 400 ton zehir dökülmesinden dev şirket Trafigura’yı sorumlu bulmasına karşın şirketin sorumluluk kabul etmemesi… Ya da dev batı şirketlerinin Afrika’yı zehirli atık çöplüğüne çevirmesi…
İtalya’da bazı sanayicilerin, tasarruf sağlamak adına yapı sektöründeki atık malzemeleri toplum sağlığını tehdit edecek koşullarda gömmek için mafya ile işbirliği yapması…
Yine çevre örgütü ‘Legambiente’nin girişimiyle 2004’de sunulan “Zehirli Gemiler” başlıklı bir raporun gündeme gelmesi ile açılan soruşturmada, mafyanın 30 yıl boyunca Akdeniz’de onlarca gemiyi batırdığı, zehirli ve radyoaktif madde taşıyan şüpheli gemilerin Akdeniz’de doğal çevreyi ve insan sağlığını tehdit edecek boyutta kirliliğe neden olduğunu belirlendiği Paola Savcılığı’nın soruşturmasında, zehirli madde içeren en az 40, en çok 100 geminin Akdeniz’in tabanında yattığını ve çevreyi zehirlediğini duyurulduğu üzere…
Alaska yerlilerinin, bölgede petrol arama çalışmaları yürüten petrol şirketi Shell’in baskılarına maruz kalmaları ve petrol arama çalışmalarının geleneksel yaşam tarzlarını tehdit etmesi...
Nijerya’da çevre aktivisti ozan Ken Saro-Wiwa’nın asılmasında İngiliz-Hollanda petrol şirketi Shell’in parmağı olması ve Saro-Wiva dahil 9 kişinin idamında rol almakla suçlanan şirketin, “uzlaşma sağlamak amacıyla” 24 milyon lira tazminat ödemeyi kabul etmesi…
Brezilya’da Amazon bölgesinin korunması için mücadele eden tanınmış aktivist Joao Claudio Ribeiro da Silva ve kendisi gibi çevreci eşi Maria do Espirito Santo’nun katledilmeleri…
Yine Brezilya’da yasadışı kereste ticaretine karşı mücadele veren aktivist Obede Loyla Souza’nın, 2011’in Haziran ayında cinayete kurban giden 6. aktivist olması gibi…
Bunlar yeni ve şaşırtıcı değil!
BHOPAL’DAN MACARİSTAN’A, MEKSİKA KÖRFEZİ’NDEN FUKUŞİMA’YA
Örneğin ABD’deki çevre koruma yasalarından kaçmak için fabrikasını Hindistan’a kuran böcek ilacı şirketi gibi…
Sızıntıdan etkilenen insanların hâlâ acı çektiği, toksik atıkların toprağı ve havayı kirletmeyi sürdürdüğü büyük çevre felaketinden söz ediyorum…
Bhopal’da, Union Carbide fabrikasındaki gaz sızıntısı sonucu ilk iki gün içinde 10 bin, geçen zaman içinde de toplam 20 bin kişi ölmüş, 150 bin insan sakat kalmıştı.
Yıllar sonra bile insanlar acı çekmeye devam ediyor. Toksik atık, toprağı ve havayı kirletmeye devam ediyor.
Üstelik dünyanın en büyük üç kimya şirketlerinden biri Dow hâlâ sorumluluğunu kabul etmiyor!
Ya Macaristan’da alüminyum üretilen fabrikanın atıklarının depolandığı havzadaki zehirli çamurun baraj setini aşarak 8 kişinin ölümü ile devasa çevre felaketine yol açmasıyla ortaya çıkan facia?
Macaristan’ın Ajka kentinde bir alüminyum fabrikasındaki iki setin yıkılması sonucu çevreye yayılmaya başlayan ve 6 Ekim 2010 günü insanların ölümüne neden olan zehirli kızıl çamur, Tuna Nehri’ne ulaştı. Zehirli çamur tüm ekosistemini etkiledi. Küçük bir nehir olan Marcal’daki tüm ekosistem tamamen kirlendi.
Felaket Tuna Nehri’ni besleyen Marcal Nehri’nde yaşamı bitirdi. Atık çamuru, Tuna’ya ulaştı.
1 milyon metreküp kimyasal çamurun çevreye yayılmasıyla 2.5 metreye dek yükselen kızıl çamur dalgaları köyleri basmasıyla kirlilik, Orta Avrupa’dan Karadeniz’e ulaştı. Türkiye dahil pek çok ülke yeni çevre felaketinden etkilendi.
Karadeniz sahilleri yıllar önce zehirli varillerin istilasına uğramıştı.
Eski Doğu Avrupa’nın ağır sanayi tesisleri Karadeniz için önemli bir kirleticiydi.
Çernobil nükleer santralındaki kaza, ölümcül bulutları Türkiye üzerine de taşıdı. Trakya ve Doğu Karadeniz’in Çernobil’den tahminlerin ötesinde etkilendiği, kansere yakalanma oranlarındaki artışla sabitlendi.
Dönemin bakanları facianın olası sonuçları konusunda halkı uyarmak yerine, televizyon kameraları önünde çay içmeyi tercih etmişlerdi.
Tuna nehrini tehdit eden kimyasal çamurun yayıldığı alan 40 km2olarak açıklandı.
Karadeniz’deki balık ve tüm canlı sistemleri, Tuna’ya karışan zehirli atıklardan etkilendi.
AB sözcüleri zehirli atığın Tuna’nın geçtiği Avrupa ülkeleri için ekolojik felakete dönüşme riski konusunda alarm verdiler.
Meksika?
‘The Guardian’ın, “Deepwater petrol platformundaki patlama 2010 nisan ayında 11 kişiyi öldürmüş, 17 kişiyi yaralamış, Meksika Körfezi’ne 5 milyon varil petrol sızmasına neden olmuş, muazzam bir çevre kirliliği yaratmıştı,”[4]diye anımsattığı yıkım ile ‘British Petrol’ün (BP) Meksika körfezinde 20 Nisan 2010’da petrol platformunun çökmensin yol açtığı petrol sızıntısı, su kuşlarının yüzde 70’ini ve okyanuslardaki kıyı ekosistemini yok olma tehlikesi ile karşı karşıya bıraktı...
Petrol sızıntısıyla Meksika Körfezi’nde çevre felaketine yol açan BP iç raporunda, şirketin rolünü küçülterek, suç daha ziyade müteahhit şirketlere ve onların çalışma ekiplerine atmaya kalkışsa da; çevre felaketine yol açan petrol platformunda çalışan bir işçi, acil önlem cihazının iki kontrol tankından birinde haftalar önce sızıntı tespit ettiğini ve amirlerin de sorunu o hafta BP’ye bildirdiği ortaya çıkardı…
Yani soru(n), maliyet giderlerini kısan şirkettin kâr kaygılarından kaynaklanıyordu…
Büyük çevre felaketlerinden biri olarak anılan BP’nin ‘Deepwater Horizon’ petrol platformundaki kazanın ardından, en iyi senaryoya göre okyanusa karışan petrolün ancak yüzde 20’sinin temizlenebileceği tahmin ediliyor…
‘Deepwater Horizon’ın çevreye verdiği zararın etkilerinin çok uzun süreceği düşünülürken facianın boyutları da şöyleydi…
* Sızan petrol miktarı: Yaklaşık 549 milyon litre…
* BP’nin kazanın hemen ardından açıkladığı, okyanusa sızan günlük petrol miktarı: 5 bin varil (795 bin litre)…
* BP’nin günlük petrol miktarıyla ilgili son açıklaması: 15 bin varil (2 milyon 385 bin litre)…
* Araştırmacıların tahminine göre okyanusa sızan günlük petrol miktarı: 60 bin varil (Yaklaşık 9 milyon 540 bin litre)…
* Kazadan ötürü ölen kuş sayısı: 783…
* Petrole bulandıktan sonra uzun süre yaşamaya devam eden kuşların oranı: Yüzde 1…
* Ölen deniz kaplumbağası sayısı: 353…
* Ölen yunus ve diğer deniz memelilerinin sayısı: 41…
* BP’ye göre temizleme çalışmalarına katıldıktan sonra hastalanan işçi sayısı: 86…
* Devlet kayıtlarına göre hastalanan işçi sayısı:109…
* Temizlik çabalarının tahmini maliyeti: 1 milyar dolar (1.562 milyar TL)…
Nihayetinde BP, sızıntıyı önlemek ve çevreye verdiği zararı karşılamak için 20 milyar dolarlık fon oluşturmayı kabul etti.
BP yöneticilerinin, Obama ile anlaşması sonrasında ise şirketin hisseleri yükselmeye başladı; yani parayı bastıran BP kurtuldu!
Ya Çernobil’den Fukuşima örneğine uzanan nükleer facia!
11 Mart 2011’de depremin ardından Fukuşima Nükleer Reaktörü’ndeki radyoaktif sızıntıyla yayılan radyasyonun tahmin edilenden iki kat fazla olduğu açıklandı. Bu Çernobil’in yüzde 15’ine dek düşüyor…
Tokyo, Fukuşima nükleer santralının felaketten sonraki ilk hafta yaydığı radyasyonun tahmin edilenin iki katı olduğunu açıkladı. Japonya Nükleer ve Endüstriyel Güvenlik Ajansı (NISA), felaketin 770 bin terabekerelin, yani tahmin edilenin iki katı radyasyonun atmosfere yayıldığını açıkladı.
BBC’nin Tokyo muhabiri Roland Buerk Fukuşima nükleer tesisinden yayılan radyasyonun Çernobil’de açığa çıkan miktarın yüzde 15’i olmasına rağmen bölgedeki radyoaktif kirlenmenin düşünülenden daha endişe verici boyutta olduğuna dikkat çekti.
Sonuç ise orta yerdeyken; “TÜSİAD’dan Ümit Boyner, nükleerin toplumu huzurlu kılacak biçimde tartışılmasına ve Türkiye’nin enerji açığına dikkat çeker”ken;[5]Sabancı Holding’den Güler Sabancı da ekliyordu: “Nükleerden vazgeçme lüksümüz yok”![6]
Türk(iye) burjuvalarının tutumu bu merkezdeyken; Fukuşima Nükleer Reaktörü’ndeki radyoaktif sızıntının ardından Japonya 54 nükleer tesisini gözden geçirme kararı aldı.
Almanya’da Başbakan Angela Merkel de Fukuşima faciasından sonra nükleerden çıkıp ülkenin enerji ihtiyacının kömürden sağlanması kararı aldı.
Ancak bunlar da sorunu çözecek gibi durmuyor.
Çünkü ‘Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’ (SIPRI), dünyada nükleer silahların azalması olasılığının düşük olduğunu açıklarken; 2010 sonu itibarıyla 8 ülkede 20 bin 500’den fazla nükleer silah bulunduğuna dikkat çekip, bunların 5 bininin kullanıma hazır olduğunu vurguladı.
Ayrıca SIPRI Direktör Yardımcısı Daniel Nord, ABD’nin gelecek 10 yılda nükleer silah altyapısına 92 milyar dolar yatırmayı planladığına işaret etti.
İngiltere de nükleer silah kapasitesini korumakta kararlıyken; Çin füzelerini modernize ediyor, Fransa benzer bir modernizasyon işlemini yeni tamamladı.
SIPRI raporunda, 2010’da 11 bin savaş başlığıyla Rusya’nın en büyük nükleer silah sahibi ülke olduğu, ABD’nin de 8500 savaş başlığıyla Rusya’yı izlediği kaydedildi.
Alın size gezegenin yüz yüze olduğu tehdidin boyutu…
TÜRKİYE’DE ÇEVRE KIYIMI: HES, 2-B, ORMANLAR
Bu kısa değiniler ardından Türkiye’ye geçersek…
Çevreci ‘Büyük Anadolu Yürüyüşü’nün başkente sokulmadığı, Dilovası’ndaki çevre felaketinin yarattığı tehlikeleri dile getiren öğretim üyesine soruşturma açıldığı Türkiye’deki kapitalist çevre kıyımı-yıkımı tüm çarpıcılığıyla gözler önündedir…
Türkiye’nin çevre politikası var mı? Elbette “Yok”, olması da mümkün değil!
Mesela; tüm dünya yeni enerji kaynaklarının peşindeyken Türkiye var olan alternatiflerin en “sorunlu”suna, kömüre yöneldi: 46 yeni kömürlü termik santrali yolda! Oysa dünyadaki karbon salımının yüzde 41’inden tek başına termik santrallar sorumlu…
Mesela; Trabzon’da sahil kesiminde deniz dolgusu üzerine kurulması amaçlanan Akyazı Spor Kompleksi Projesi için yapılan dolgu çalışması, Danıştay 6. Dairesi’nin durdurma kararına karşın 24 saat 3 vardiya hâlinde sürdürüldü…
Mesela; Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Allianoi konusunda abartılı bir kamuoyu duyarlılığı geliştirildiğini söyledi…
Mesela;Güllük Körfezi Pina Yarımadası’nda otel inşa eden MNG Holding’e 8 kata kadar imar izni verilmesi ve bazı yolların kamuya kapatılması yöredeki sivil toplum kuruluşlarını isyan ettirdi. “Burayı beton yığınına çevirecekler” diyen örgütler plana itiraz etti…
Sonra da Pina Yarımadası’nda “Ek süre yok. 10-15 gün içinde kaldırılır,” denilen izinsiz dolgu iki bakanlığın oluruyla kaldı.
Güllük Körfezi’ndeki ormanda 49 yıllığına kiraladığı arazinin kıyısını dolduran holdinge, Milas bürokrasisi “toplu hâlde” teşekkürlerini sundu.
Yani Türkiye Cumhuriyeti, Bodrum’un Güllük Körfezi Pina Yarımadası’nda izinsiz olarak denizi dolduran şirkete bir de plaket verdi. ‘Turizme yaptığı katkılardan ötürü’ MNG Holding’e verilen plaketi, “Denizi doldurduk, cezamızı bekliyoruz. 30 yıllık, büyük bir şirketiz. İzni nasılsa alırız,” sözleriyle şimşekleri üzerine çeken firma yetkilisi Sinan Karaağaçlı aldı…
Orhan Özkaya’ın, “Ülkenin yağmalanmadık, talan edilmedik, bitirilmedik doğal cennet köşesi kalmadı; dünyada eşi benzeri olmayan bu güzelim vadi ormanlarıyla, canlı türleriyle, endemik bitki örtüsüyle ortadan kaldırılıyor,” diye betimlediği tabloda çevrenin kapitalist yağması hedefiyle altın madenleri Ege’de, Hidroelektrik Santrallarla (HES) Doğu Karadeniz ve Batı Akdeniz’de, termik santraller ise Batı Karadeniz ve Doğu Akdeniz’de kümelendirilirken; 2-B’lerden ormanlara yönelen saldırı da bunun artısıydı…
Yıldız Teknik Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Beyza Üstün’ün, Karadeniz ve Doğu Anadolu’daki nehirler üzerinde süren binlerce HES projesinin hayata geçmesi hâlinde “2010’un sonunda derelerimizi göremeyebiliriz” uyarısında bulunup; “Denizlerimiz sadece serinleyeceğimiz kimliksiz su birikintilerine dönüşecek. Eğer Yeşilırmak, Kızılırmak HES’lere gömülürse Karadeniz ‘çöl’ olacak. İçinde hiçbir canlı yaşamayacak. Yakında suya ulaşanlarla ulaşamayanlar arasında sınıf savaşı çıkacak,” dediği tablo tam bir çevre kırımı-kıyımıdır…
Oysa Koray Çalışkan’ın, “Memleketin her yeri Küçük Ölçekli Hidroelektrik Santralı olsa, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu enerjinin yüzde 5’i sağlanacak. Karşılığında neredeyse bütün akarsular borulara sokulacak,” sözleriyle betimlediğiHES’lerin doğayı katlettiğini DSİ de sonunda itiraf etti.
Kurumun Trabzon 22. Bölge Müdürü Çıtır, halkın şikâyetçi olmakta haklı olduğunu belirterek “Firmalar dereleri hoyratça kullandı”dedi.
Rize İkizdere’nin AKP’li Belediye Başkanı Hasan Kösoğlu da, bölgenin SİT alanı ilan edilmesini ve HES’lere izin verilmemesi kararını destekleyip, “HES’ler İkizdereyi öldürür,” diye ekledi.
Munzur, Çoruh ve Doğu Karadeniz’de ciddi toplumsal tepkilere yol açan HES projelerini yerinde inceleyen TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Başkanı Cengiz Göltaş da, HES’lerin enerji ihtiyacını karşılamayacağı gibi çevreyi de tahrip ettiğini ifade etti.
Bir de üstüne üstlük; Doğu Karadeniz’de yapımı planlanan Hidroelektrik Santralarla ilgili konuşan İkizdere Derneği Başkanı, santrallere imkân veren ve Çevre Bakanlığı’ndan onay alan birçok Çevre Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporunun sahte olduğunu açıkladı.
Tepkiler böylesine yaygın ve sahiciyken; Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, “HES’lere karşı çıkanları lobiler yönlendiriyor. HES’lerden yılda 8 milyar dolar kazanacağız,” derken; Enerji Bakanı Taner Yıldız da, çevreci aktivistlerden 90’lık ninelere, akademisyenlerden hukukçulara geniş bir kesimini barındıran HES karşıtı yelpazenin “kökünün dışarıda”olduğu imasıyla ekledi: “HES karşıtları Avrupa’dan finanse ediliyor”!
İşte AKP’nin kapitalist aklı buydu…
Tıpkı 2-B talanı örneğindeki üzere…
Bilindiği gibi Türkiye’de 473 bin hektar 2-B arazi var…
En fazla 2-B arazi 45 bin 548 hektar ile Antalya’da buluyor. Antalya’yı 39 bin 287 hektar ile Mersin, 34 bin 887 hektar ile de Balıkesir izliyor. Ankara’daki 2-B arazi miktarı 31 bin 706 hektarı, Adapazarı’nda ise 29 bin 643 hektarı buluyor…
İstanbul’da 18 bin 233 hektar 2-B alanı bulunuyor…
Yerleşim yeri dışında kalan 2-B’lerin yüzde 0.5’i sera, yüzde 1.7’si narenciye alanı, yüzde 23.5’i zeytinlik, fındıklık, meyvelik, bahçelik, yüzde 62.2’si ekili alan ve yüzde 7.4’ü otlak ve yaylak olarak kullanılıyor...
Orman özelliğini yitirmiş arazilerin 22 bin 233 hektarlık bölümü üzerinde yerleşim yerleri bulunuyor. Bunların arasında İstanbul’daki Sultanbeyli, Çavuşbaşı, Beykoz, Sarıyer ve Ümraniye de bulunuyorken; İstanbul’da 77 bin dönüm yeni 2-B arazileri daha talana açıldı
Orman özelliğini yitirmiş alanlar olarak tanımlanan 2-B arazilerinin satışını öngören tasarısının TBMM gündemine gelmesi beklenirken yaratılan rantın boyutları da soru işaretleri yarattı. Türkiye genelindeki 4 milyon 730 bin dönümlük 2-B alanının 182 bin 330 dönümünün, yani yüzde 3.9’unun İstanbul’da bulunduğu biliniyordu. Ancak tamamlanan 2-B kadastrosu rakamlarına göre yaklaşık 77 bin dönüm arazi üzerinde 59 bin parsel daha üretildi!
2-B’lerin gelir kaynağı olarak görülmesini eleştiren ‘3. Köprü Yerine Yaşam Platformu’ sözcüsü ve orman mühendisi Besim Sertok, “2-B orman işgalcilerine af getirmek için yaratılmış bir kavramdır,” derken; “CHP ve AKP 2-B’de ruh ikizi” olduklarını kanıtladılar!
12 Haziran 1011 seçimleri öncesinde CHP 2-B arazilerine el attı. CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi, “2-B arazilerindeki mülkiyet sorununu çözeceğiz” dedi. Hamzaçebi’nin ağzından CHP’nin 2-B önerisinin AK Parti’nin 2-B tasarısından “eksiği” yok, fazlası vardı...
Ya ormanlar?
Örneğin AKP’nin ‘Tabiatı Koruma’ adı altında getirdiği talan tasarısı ormanları da yakacak…
Şehir Plancıları Odası Yönetim Kurulu Üyesi Doç. Dr. Tarık Şengül, hükümetin “Tabiatı Koruma Kanunu Tasarısı” adı altında Meclis’e gönderdiği düzenlemelerin öncelikle İstanbul, Muğla ve Antalya başta olmak üzere Aydın ve İzmir gibi illerdeki doğal sit alanlarının yapılaşmaya açılmasını hedefleyeceğini söyledi.
Öte yandan ise Orman Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Besim Sertok, 2. Boğaz Köprüsü’nün çevre yollarının geçtiği güzergâh üzerinde yaklaşık 25 bin hektarlık ormanlık ve yeşil alanın tahrip olduğunu tahmin ettiklerini belirterek, “TEM yolunun yaklaşık yüzde 20-25’i ormanlık alan üzerindeydi. Üçüncü köprünün yüzde 48’i ormanlık alandan geçiyor. En iyimser tahminle 50 bin hektarlık ormanlık alan, tahrip olma ve yerleşime açılma tehdidiyle karşı karşıya. Bu da 100 bin futbol sahasına denk geliyor”diye ekledi.
Tüm bunların yanında Türkiye’de 1937’den 2007’ye kadar geçen 70 yıllık sürede toplam 1.5 milyon hektar ormanlık alan yangınlarla kül oldu (Türkiye’deki toplam ormanlık arazi 21 milyon hektar). Yılda ortalama 4000 yangında 10 bin hektar orman alanı zarar gördü.
Avrupa’da 2008 yılında orman yangınlarından en çok zarar gören ülke, Türkiye. Avrupa Komisyonu Ortak Araştırma Merkezi’nin ‘Avrupa’da Orman Yangınları 2008’ raporu yayımlandı. Belgeye göre, en ağır hasar gören ülke Türkiye... Uydu görüntülerinden yararlanarak yapılan tahminlere göre 2008’de Türkiye’de 27 bin 848 hektar alan yandı…”
Raporun Türkiye’ye ayrılan bölümünde yer alan bilgilere göre: Türkiye’de 2008’de 2 bin 135 orman yangını meydana geldi. Bunlardan beşi 500 (1000 futbol sahası) hektardan fazla, 12 yangın 100-500 hektar arası tahribat yarattı.
İşte Türkiye’nin çevresinden kareler! Ancak soru(n) bununla da sınırlı değil!
TÜRK(İYE) KİRLİLİĞİ: ATIKLAR, SU, DENİZ, HAVA
Kâsım Cemal Güven’in deyişiyle, “Çevre konusunda hava, toprak ve denizlerin kirliliği ön planda ele alınır. Bunlardan birinin kirlenmesi diğeri ile derin bağlantıdadır. Aralarında bir döngü vardır.” Bu bağlamda da “kirlilik”, çevre soru(n)ları için kilit önemde bir kavramdır…
‘Çevre ve Tüketiciyi Koruma Derneği’nin, “Kentleri ve Çevreyi Kim Kirletiyor?” konulu araştırmasında, “Devlet, en büyük çevre kirleticidir,” denilirken; Türkiye’deki endüstri kuruluşlarının yüzde 98’inde arıtma tesisi kullanılmıyor. Arıtma tesisi olanların da bir kısmı ya yetersiz ya da çalışamaz durumda. Çevre Bakanlığı’nın internet sitesindeki “Yer Üstü Suları ve Kirliliği” başlıklı araştırmaya göre sanayinin çevre üzerindeki olumsuz etkisi diğer faktörlerden çok daha fazla…
Örneğin Türkiye’deki organize sanayi bölgelerinden sadece yüzde 14’ünde arıtma tesisi var. Bu oran turistik tesislerde yüzde 81’e çıkıyor. Türkiye’deki 3 bin 215 belediyeden 141’inde kanalizasyon sistemi bulunuyor. Bu belediyelerden sadece 43’ünde arıtma tesisi hizmet veriyor. Kanalizasyon sularının yüzde 98.67’si hiç arıtılmadan ırmak, göl ve denizlere boşaltılıyor. Yılda 930 milyon metreküp endüstriyel atık suyun yüzde 22’si arıtılıyor, yüzde 78’i doğrudan göl, ırmak ve denizlere deşarj ediliyor.
Yeri gelmişken çarpıcı bir örneği aktaralım: İstanbul’un göbeğinde yaşanan atık skandalı: Konutların, AVM’lerin ve en kalabalık kavşakların ortasında, Ayamama Deresi’ne kimyasal atık boca ediliyor.
İstanbul’un en meşhur derelerinden biri olan Ayamama’dan denize zehir akıyor. Nedeni Ayamama’nın geçtiği Çobançeşme mevkiine dökülen kimyasal atıklar.
Kimyasal ve plastik atık taşıyan vidanjörleri E-5 karayolunun hemen dibindeki dere yatağına ‘tehlikeli’ atık dökerken 7 Haziran 2011 tarihinde saat 18.00’de suçüstü yapıldı.
Vidanjörlerin boşaltma işlemi bittikten sonra E-5’in dibindeki dere yatağının 6 noktasından atık numuneleri alındı. Bunlar daha sonra İÜ Adli Tıp Enstitüsü’ne gönderildi. Enstitünün 10 gün süren detaylı incelemesinden sonra açıklanan sonuçlar uzmanları dehşete düşürdü.
Uzmanlar önce bu numunelerin enerji santralı, demir-çelik sanayi ya da çöp imha tesisinden alınmış olabileceğini; çünkü civa, alüminyum, arsenik ve krom gibi değerlerin çok yüksek olduğunu söyledi.[7]
Bu örnekten sonra daha fazla söze gerek var mı? Olmasa da devam edelim!
Ülkemizde ortalama günlük kişi başı 1.38 kg. katı atık üretilmektedir, yani yılda kişi başı ortalama 500 kg. atık ortaya çıkmaktadır. Bu da ortalama yılda 36 milyon ton katı atık üretildiğini göstermektedir. Bunun da yaklaşık 20 milyon tonunun evsel atık olduğu tahmin edilmekteyken; 2011 Türkiye’sinde tehlikeli atık üreten firmaların yüzde 25’i hâlâ kayıtsız. Atıklarını nerede, ne yaptıkları meçhuldür…
Bu durumda her şey, “Türkiye’nin en önemli sulak alanlarından Kızılırmak Deltası, tuzlanma ve evsel atıkların tehdidi altında,”[8]haberindeki üzeredir…
Öte yandan “Tekirdağ İlinin Arıtma Çamurlarının Değerlendirilmesi Çalıştayı”nda konuşan Çevre ve Orman Bakanlığı Çevre Genel Müdürü Prof. Dr. Cumali Kınacı Ergene Nehri ve kollarındaki kirliliğe dikkat çekerek, “Kirlilik değerleri 4. sınıf kirli sudur (zehirli su). Tarım ve hayvancılık bu su ile yapılamaz” der!
Gökova Körfezi’nden Akdeniz’e kadar pek çok bölgede incelemeler yapan ‘Sualtı Araştırma Derneği’ üyeleri, ürkütücü bir manzarayla karşılaştı: Ege ve Akdeniz’de bitki örtüsü yok olmanın eşiğinde. Sualtı bitkilerinin yok olması bunlarla beslenen balıkların da ortadan kalkması demekken; Deniz Temiz Derneği’nin (TURMEPA) Karadeniz Bölge Koordinatörü Tuncer Üçüncüoğlu, Akdeniz’de ortaya çıkan çöp ve atık suların yüzde 80’inin arıtılmadan denize boşaltıldığını açıkladı.
Ayrıca ‘Türkiye Doğa ve Çevreyi Koruma Derneği’ Başkanı Murat Demir, Marmara Bölgesi’nde nüfus ve sanayi yoğunluğundan kaynaklanan evsel atıkların Marmara Denizi’ni “fosseptik çukuru” hâline getirdiğini belirterek denize sıfır fabrikaların bulunduğunu ancak bunların atık denetimine ilişkin veriler bulunmadığına dikkat çekerken; etrafı sanayi tesisleriyle çevrili Marmara Denizi, özellikle de büyük kirletici İstanbul tam bir arıtma sistemine kavuşana kadar bu sularda yüzülmemesi gerektiğini savunan TURMEPA yetkilileri, “Marmara Denizi’ndeki ağır metal kirliliği”nin altını çizdi.
Yeri geldi soralım: “Bir şeyin önemini vurgulamak isterken, “Hava kadar, su kadar önemli” deriz. Peki soluduğumuz havanın kalitesinden haberdar mıyız? Ne kadar kükürtdioksit, ne kadar duman çekiyoruz ciğerlerimize? Eskilerde, bir yerden söz ederken, “Havası, suyu çok güzel” diye başlanırdı söze. Ya şimdi? Güzel hava, hele ki güzel su kaldı mı? Paragöz büyüme çılgınlığı, ne güzel havalar bıraktı ne güzel sular. Soluduğumuz hava, sağlığımızı etkileyen, evlerden, bürolardan, fabrikalardan, taşıtlardan çıkan atık maddeler, petrol yanmalarından çıkan zehirli gazlar, polen gibi parçacıklar ile çeşitli zararlı gazlarla dolu. Her yıl hastaneye 6-7 milyon hasta yatıyor ve 100 bine yakını hastane yatağında gözünü yumuyor. Hastalıkların da ölümlerin de ağırlıklı kısmı solunumla, akciğer ile ilgili. 2008 Sağlık araştırması sonuçlarına göre 0-6 yaş grubundaki çocukların hastalıklarının yüzde 50’sine yakını solunum rahatsızlığı ile ilgili.
TÜİK, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın 81 ilde yaptığı havadaki kükürtdioksit ve duman (partiküler madde) ölçümlerinin sonuçlarını, aylık bülten biçiminde yayımlıyor. Havadaki kükürtdioksit ve duman ölçümlerinin 2010 ortalamalarını alıp bileşik endekse dönüştürdüğümüzde görülüyor ki, havası görece iyi merkezler Eskişehir, Samsun (Merkez), Giresun, Adana ve İstanbul. Buna karşılık havası en berbat kentlerin çoğu, Şırnak, Van, Bitlis, Siirt, Iğdır, Hakkâri, Muş gibi Doğu ve Güney Doğu’da... Bolu kent merkezi, Tekirdağ, Afyon, hava kalitesi en düşük Batı illeri...”
Bu arada sadece İstanbul’daki hava kirliliğinin yüzde 40’ı araç egzozlarından kaynaklanıyor. Araçların egzozlarından çıkan gazlar; karbon monoksit, nitrojen oksit ve kurşun gibi kirleticileri yüksek oranda içeriyor. Gerekli donanımları olmayan bir taşıt, günde yaklaşık 2 kilogramı geçen kirletici gaz salıyor. İstanbul’da araçların toplam yıllık emisyon salgısı 3 milyon tonu buluyor.
Belirtmeden geçmeyelim: Hava kirliliğinin en büyük nedenlerinden birisi motorlu araçlardır. Araçlardan çevreye verilen kirleticiler genellikle, hidrokarbonlar, azotoksitler ve karbonmonoksitler olarak gruplandırılmaktadır. Motorlu araçlar ayrıca kükürtdioksit emisyonları da oluşturmaktadır çünkü benzin ve dizel yakıtı az miktarda kükürt içermektedir.
Kükürtoksit ve nitrikoksit, atmosferdeki gün ışığının artması ile su buharı ve diğer kimyasallarla tepkimeye girerek sülfürikasit ve nitrikasit oluşturur. Oluşan asit çözülmeden bulut ve sis içerisindeki su damlalarına asılı olarak kalır. Limon suyu gibi asitli olan asit yüklü bu damlalar gökyüzünden yağmur ve kar ile toprağa düşer. Bu olay asit yağmurunu oluşturur.
Karbondioksit, su buharı, metan ve azotoksit gibi gazların artması ve atmosferde birikmesi sera etkisini oluşturmaktadır. Atmosferde biriken bu gazlar, dünya yüzeyinden yansıyan ışınların atmosfer dışına çıkmasını büyük oranda engeller ve dünya sıcaklığının artmasına neden olurlar. Bu da küresel ısınma ve iklim değişikliği olarak karşımıza çıkar.
Hava kirliliğine neden olan kirleticilerden etkilenenlerin başında çocuklar gelmektedir. Çocuklar çok daha hareketli oldukları için daha hızlı solunum yaparlar ve kirleticilere karşı çok daha korumasızdırlar. Astım gibi akciğer ve kalp rahatsızlıkları olan insanların da havayı kirleten maddelerden çok daha fazla şekilde etkilendiği bilinmektedir.
Yani otomobil kullanımı hem çevreyi hem de insan sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir.
İSTANBUL’DAN ELBİSTAN’A GÜRÜLTÜ, ELEKTROMANYETİK KİRLİLİK, KANSER
Bunlara bir de gürültü kirliliği ile elektromanyetik kirlilik ile baz istasyonları sorunu da eklemek gerek.
Uzmanlar gürültü kirliliğinin çok çeşitli sağlık bozukluklarına yol açtığında birleşiyorlar. Birkaçını sayalım: Kaygı, depresyon, edilgenlik, saldırganlık, grup etkileşiminde bozukluklar, yardımlaşmada isteksizlik, sinir bozukluğu, korku, baş dönmesi, tedirginlik, yorgunluk, zihinsel işlevlerde bozulma. Uykusuzluk ise nabız ve kan basıncında artışa, stres hormonlarının salgılanmasına, solunum değişikliklerine, uyku kalitesinde düşüşe, yorgunluğa, performans azalmasına ve uyku ilaçları ile sakinleştirici tüketimine, giderek bağımlılığa neden oluyorken; elektromanyetik kirliliğin yarattığı yıkım da “es” geçilmemeli…
Biyologlar Birliği Derneği, elektronik eşyaların yaydığı elektromanyetik dalgalara karşı uyardı. Araştırmalara göre, cep telefonlarından yayılan mikrodalgalar sperm sayısının yarı yarıya düşmesine, genetik yapının bozulmasına, lenfoma kanserine, kadınlarda düşük riskinin artmasına, kalp rahatsızlıklarına, beyin tümörü riskine embriyo gelişiminin zarar görmesine, cilt kanserine neden oluyor.
Ayrıca cep telefonunun tehlikelerine dikkati çekmek amacıyla bir araya gelen 20 uzman, Fransız gazetesine verdikleri ilanda uyarılarda bulundu.
Pittsburgh Üniversitesi Profesörü David Servan-Schreiber’in çağrısına farklı ülkelerden 20 kanser uzmanı, ‘Journal du Dimanche’a verilen ilanda, “Cep telefonunun zararına ilişkin resmi kanıt olmadığı, ancak cep telefonuna uzun süre maruz kalma durumunda, bazı kanserlerin oluşumuna zemin hazırlama riski taşıdığı” konusunda uzlaştını açıkladılar.
Bunlar böyleyken; Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çok sayıda caminin minaresine kurulan baz istasyonları için yıllık 2 bin 500 ile 5 bin dolar arasında kira bedeli aldığı, söz konusu paranın da Hazine, müftülükler, cami dernekleri ile Dini ve Sosyal Hizmet Vakfı arasında paylaşıldığı ortaya çıktı…[9]Ama kimin umurunda!
Burada İstanbul için bir parantez açalım.
İstanbul kendi yarattığı problemlerle uğraşırken çevresindeki bölgelerde de sorun üretiyorken; bir yandan ormansızlaşma, dere yataklarının ve su havzalarının yapılaşmaya açılması, deniz kirliliği, tehlikeli atıkların depolanması gibi bir dizi sorunla uğraşırken diğer yandan başta Trakya olmak üzere yakın çevresindeki kirliliğin de ana kaynağını oluşturuyor…
İstanbul’da kayıtlı 12 bin, kayıtsızlarla birlikte 30 bin sanayi tesisi olduğu ve bunların 1-2 milyon ton tehlikeli atık ürettiği resmi makamlarca biliniyor. Ancak bu atıkların nerede ve nasıl depolandığı veya bertaraf edildiği ise bilinmiyor.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2006 yılı verilerine göre İstanbul’da toplam 4.7 milyon ton belediye atığı üretiliyor. Geri dönüştürülen atık miktarı gelişmiş ülkelerin çok altında kalarak yüzde 3 civarında kaldı.
Marmara Denizi, evsel atıklar, endüstriyel deşarjlar ve ulaşımdan kaynaklanan kirlenme nedeniyle can çekişiyor. İstanbul’un çevresindeki 4500-5000 kadar endüstri kuruluşu her yıl 0.3 milyon metreküp civarında atıksuyu Marmara’ya deşarj ediyor.
Çevre ve Orman Bakanlığı’nın yaptığı sınıflandırmada İstanbul, bütün ilçeleri ile birlikte “I. Grup Kirli İlçeler” statüsünde yer alıyor. Kirliliğin en önemli kaynağı ise kömürle ısınma. 2008 yılında 120 bin ton kömür dağıtımı yapan İstanbul Valiliği, bu yıl da 130 bin ton kömür dağıtımı yapılmasını kararlaştırdı. Gelişen teknoloji ile birlikte kentteki baz istasyonlarında da ciddi oranda artış yaşandı. Ancak İstanbul’un “elektromanyetik kirlilik haritası” henüz çıkarılmadı.
İnsan için gürültüde tehlike sınırı 65 desibelden başlıyor. 90 desibelden sonra vücut dengeleri bozuluyor ve baş ağrıları hissediliyor. Yapılan ölçümlere göre en gürültülü yerler Mecidiyeköy, Beşiktaş ve Bağdat Caddesi çıktı. Buralardaki gürültü seviyesi 90 desibele kadar yükselebiliyor.
Düzce’deki Melen Çayı’ndan İstanbul’un ihtiyacını karşılamak için aşırı su çekilmesi çayın doğal dengesini bozdu. Eskisine oranla avlanan balık sayısı düştü. 170 km. uzaklıktaki Melen’den İstanbul’a su getirme projesi yüzünden civardaki ormanlık alan da tahrip edildi. İstanbul’dan Trakya’ya kaydırılan sanayi tesisleri bölgenin can damarı olan Ergene Havzası’nı neredeyse tamamen yok etti. Türkiye’nin en verimli tarım arazilerinin bulunduğu havzada düşen verim, çiftçiyi de zor durumda bıraktı. Üretici, 80 bin dekarlık çeltik ekim alanını 2008 yılında 30 bin dekara düşürmek zorunda kaldı.
Bu İstanbul’u (çevresinde yarattığı yıkımla) kapitalist sanayileşme çılgınlığı yarattı…
Tıpkı bir öteki örneği oluşturan Elbistan gibi…
Bilindiği gibi K. Maraş’ın Elbistan ilçesinde 25 yıldır elektrik üreten santral, baca gazı arıtma tesisi olmadan çalışıyor. Kül tutucu filtreleri işlevini yitirdi. Çevre zehirleniyor.
Tepesine kül yağdıran bir santralın altında tarım yapmaya çalışan Mehmet Yağcı, “Sekiz dokuz yıldır fasulye ve ayçiçeği ekemiyoruz. Fasulye ektiğimiz dönemlerde çiçek açma aşamasında bitki kuruyordu. Ayçiçeğini denedik aynı sonucu aldık. Sonra mecburen buğdaya döndük. Eskiden buğdaydan dönem başına ortalama 280 kilogram hasat ürün alırken şimdi 80-90 kilogram alsak öpüp başımıza koyuyoruz. Filtresiz Afşin Elbistan A santralından adeta kül yağıyor. Beyaz karın rengini unuttuk. Ayrıca çok ağır koku da oluyor,” derken; Afşin Elbistan B Santralında filtre var. A Santralında ise yok.
Dünya ortalamasına göre atmosferdeki kükürtdioksit miktarı 150 mg/m3olması gerekirken, bu değer yörede 1500 mg/m3olarak ölçüldü. Bu, kanser riskinin 10 kat artması demekken; yine Mehmet Yağcı, “Babaannem kanserden öldü. Komşularımız kanser tedavisi görüyor,” diyor![10]
DEVLET HUKUK(SUZLUK)U
“İyi de bu koşullarda devlet ne yapıyor” mu?
Yapması gerekeni! “O da ne” mi? Hiç!
Sözünü ettiği devlet hukuk(suzluk)u…
Mesela çevreciler, mahkeme dur deyince hükümet izniyle çalışan Kışladağ Altın Madeni için “Bu hukuksuzluğu kim durduracak?” diye sorarken…
Yani yenilenebilir, temiz enerjiye devlet teşviki getiren kanunda, bir ek maddeyle milli parklarda HES kurulması yasal hâle getirilirken…
Ya da Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın, Marmaris’te çam ormanlarının olduğu bölgede arama ruhsatı verdiği 42 maden şirketi, “ilk kazmayı” vururken…
Veya Jandarma, Bodrum Yalıkavak’taki Küdür Yarımadası’na fosseptik döken vidanjörleri suçüstünde yakaladığında şoförün, “Belediye dökün dedi, döktük. Zaten fosseptik için en uygun yer burası” dediği mekânın; 1. derece doğal ve arkeolojik sit alanı ile Akdeniz foklarının üreme alanının “en uygun yer” ilan edilmiş olması üzere…
Çevre konusunda da devlet hukuk(suzluk)u yoğun ve yaygın biçimde yaşanır Türkiye’de…
İşte devletin yaptığına iki örnek!
i) Bursa’da verimli tarım arazisi üzerine kaçak fabrika kuran ABD’li tatlandırıcı firması Cargill, “çıkarlarını korumak” adına, ABD başkanlarını bile devreye sokacak kadar etkili bir şirket. Türkiye serüveni 1998’de başlayan Cargill, 10 yılda -ki büyük bölümü AKP dönemine tesadüf eder- işbaşına gelen bütün hükümetlerle arasını iyi tutup, yargı kararıyla faaliyetleri defalarca engellenen fabrikasını yeniden faaliyete geçirmek için tam 4 kez af çıkarabilmeyi başardı. Her keresinde yargıdan dönen bu aflara karşın, belli ki Cargill, fabrikasını başka yere taşımayı ya da faaliyetine son vermeyi aklından bile geçirmemiş. Çünkü AKP, 5. Cargill affı düzenlemesini Meclis’e taşır…
ii) Osmaniye’yi kalkındıracak çimento fabrikası için Kadirli ilçesinde öyle bir yer seçildi ki, fabrika kalkınmadan önce tartışma getirdi. Fabrika kurulmak istenen arazinin bir yanında ‘Akdeniz’in Efesi’ diye anılan Kastabala Antik Kenti, diğer yanında 131 kuş türünü ağırlayan Kırmıtlı Kuş Cenneti, hemen ötesinde Türkiye’nin ilk açık hava müzesi Karatepe var. Fabrika arazisi Kastabala Antik Tiyatrosu’na 400 metre, kuş cennetine 5 ve açık araziye yayılmış görkemli Hitit heykelleriyle nefes kesen Kartepe’ye 15 kilometre uzakta...
“İyi de bu hukuk(suzluk)a karşı çıkanların durumu” mı?
Mesela Niğde’nin Ulukışla ilçesi yakınlarında işletilmek istenen altın madenine karşı direnen köylülere hapis cezası verildi. Topraklarını, sularını, yaşam alanlarını koruyabilmek ve seslerini duyurabilmek için aylardır direnen köylülere, Ankara-Adana karayolunu trafiğe kapatmaktan 10’ar ay hapis cezası verildi.
Ayrıca 16 Eylül 2009’da bir araya gelen bin Niğdeli, bir kez daha altın madeni istemediklerini haykırdı. Polis ise barikat kurarak yürüyüşü engellemeye çalıştı. Polisin tavrını barikatları yararak yanıtlayan halka, polis biber gazıyla saldırdı. 50 kişi yaralanarak hastanelere kaldırıldı!
Çevre platformu, açtığı davalarla ‘Çelik Enerji Tersane ve Ulaşım Tersane AŞ’ye ait santralın aldığı CED’in iptalini sağlayan Çanakkale Çevre Platformu Dönem Sözcüsü Hicri Nalbant, Lapseki’deki evinin önünde yaklaşık 200 kişilik grup tarafından linç edilmek istendi!
Giresun’un Çanakçı Vadisi üzerindeki Düzköy ve Deregözü köylerinde kurulması planlanan Deregözü Regülatörü ve Düzköy HES projesindeki inşaat çalışmalarını protesto eden köylüler, HES firması ve şantiye çalışanlarının saldırısına uğradı, 3 köylü yaralandı!
Ulukışla’da siyanürlü altın madenciliği faaliyetleri yürüterek toprağın altını üstüne getirmeye çalışan maden şirketi, kendisini köylülerden korumak için 60’a yakın güvenlikçiyi işe aldı. Güvenlikçilerin ilk işi, 22 Nisan 2010 günü sabahı itibariyle maden sahasına gelen köylülere saldırmak oldu. Sabah çıkan çatışmada, aralarında kadınların da olduğu 7-8 köylü yaralandı!
AKP MARİFETLERİNDEN BİRİ: ALTIN ARAMA RUHSAT(LAR)I
Gelelim nükleer santrallar, 3. köprü, Gebze-İzmir otobanı, Ilısu Barajı gibi dev projelere Çevresel Etki Değerlendirmesi muafiyeti getiren AKP’nin marifetlerine…
15 Nisan 2011 tarihli Resmî Gazete’de Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Yönetmeliği’ndeki, ÇED muafiyetini kapsayan Geçici 3. Madde’yle ilgili bir değişiklik yayımlandı. Buna göre 3. köprü, Gebze-İzmir otoban yolu, Sinop ve Akkuyu nükleer santralları, Hasankeyf gibi uygulamalara ÇED muafiyeti yeniden getirilirken;yine AKP, orman talanı ve maden rantına yol açacak madencilik yasasını gece yarısı çıkardı.
Böylelikle ormanlar ile yaban hayatını koruma ve geliştirme sahaları maden arama faaliyetlerine açılıyor. İçme suları madencilik faaliyetlerinin olumsuz etkilerine maruz kalıyor.
Yenilenen Maden Yasası’nın kabul edilmesiyle birlikte, orman alanlarının madencilik çalışmalarına açılması konusunda hiçbir engel kalmayıp; Kaz Dağları, Kozak Yaylası ve Turgutlu Çal Dağı madencilere bırakılıyorken[11]eklemeden geçmeyeyim: AKP’nin Kayseri İl Başkanı Mahmut Cabat, 254 maden arama ruhsatının sahibi![12]
Evet, AKP döneminde verilen maden ruhsatı sayısı 1500’den 45 bine çıktı. Türkiye’nin üçte biri özel sektöre tahsis edildi. İstanbul’un yarıdan fazlası, Ankara’nın yüzde 38’i ruhsatlı olup; yabancılara doğrudan veya dolaylı tahsis edilen alan Akdeniz Bölgesi’nin yüzölçümüne yaklaşıyorken verilen ruhsat sayısı patladı: 1923-2004 yılları arası verilmiş yaklaşık 1500 ruhsat varken Mayıs 2004’te AKP’nin yaptığı kanuni düzenlemenin yürürlüğe girmesiyle 4 yılda 43 bin 500 ruhsat verildi…
Böylelikle Türkiye’nin üçte biri kapatıldı: Yani 780.917 kilometrekare (km2) olan yüzölçümünün 282.898 km2’si bu yolla tahsis edildi…
Bu yolla da Ankara’nın yüzde 38’i, İstanbul’un yüzde 54’ü, İzmir’in yüzde 41’i, Balıkesir’in yüzde 66’sı, Kütahya’nın yüzde 81’i, Sivas’ın yüzde 54’ü kapatıldı. 20 ilde yüzde 50’den fazla, 17 ilde yüzde 40-50 arası alan kapatılmış durumda…
Ayrıca yabancılara direkt olarak 30 bin kilometrekarelik bir alan tahsis edildi. Bu alan 25 bin 615 kilometrekarelik Ankara’dan daha büyük bir alanı oluşturuyor. Bunun için yabancılar 5 yıllığına sadece 10 milyon dolar ödedi…
Yabancılarla irtibatlı olan yerlilerle birlikte yaklaşık 100 bin kilometrekarelik bir alandaki yeraltı zenginlikleri, yabancıların ticari kullanımına tahsis edildi ki, bu alan da 114 bin kilometrekarelik Akdeniz Bölgesi’nin yüzölçümüne yaklaşıyordu!
Bilmeyen yoktur: Bergama köylü hareketi ile başlayan ve “siyanür liçi” yöntemiyle işletilen altın madenlerine karşı yürütülen mücadelelerin, ülkemizdeki ekoloji hareketlerinde önemli bir yeri var. Yaşananlar, Türkiye’nin 20 yıllık siyasi iktidarlarının ekoloji politikalarının değerlendirilmesi konusunda da önemli ipuçları verir. Canlı yaşamının korunmasına öncelik verildi mi, ekolojik taşıma kapasitesi ve toplumsal yarar dikkate alındı mı? Yoksa, yalnızca madenci şirketlerin çıkarı mı göz önüne alındı, kalkınma masalıyla yıkıma giden yolda ısrar mı edildi?
Altın madeni üzerine yapılan tartışmaların ana ekseni, yaratacağı çevresel riskler oldu ve konu mahkemelere taşındı. 1982 Anayasası’nın yüz akı “sağlıklı çevrede yaşama hakkı”nı düzenleyen 56. maddesi de yaşam savunucularının işini kolaylaştırdı. Ovacık ile başlayan süreçte önemli hukuksal kazanımlar elde edildi. Bunun üzerine yerin altındaki madenlerden büyük kazançlar elde etmeyi hedefleyen küresel şirketler, “bu yasalarla Türkiye’de madencilik yapılmaz, yabancı sermaye gelmez” itirazlarını yükseltti. Ardından, gündeme gelen yasa değişikliği çok tartışıldı, yaşam savunucuları, “bu yasa değişiklikleri yaşamı korumaz, yeraltı kaynaklarının talanına yol açar” diye haykırdı ama dinleyen olmadı.
Maden Yasası ile birlikte toplam 11 yasada önemli değişiklikler yapan “5177 Sayılı, Maden Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun”, 2004’ün 5 Haziran’ında yani Dünya Çevre Günü’nde yürürlüğe girdi. Değişiklikle orman alanları, milli parklar, su havzaları, sit alanları dahil olmak üzere bütün hassas alanlar madenciliğe açıldı, çevresel etki değerlendirme (ÇED) ve gayrisıhhi müessese izin süreçleri de Bakanlar Kurulu’nun çıkartacağı yönetmeliğe bağlandı. Tartışmalar, yasanın çıkmasından sonra da sürdü, aslında yasanın kimin yararına olacağı, ta baştan belliydi. Newmont’un yöneticilerinden Gordon Nixon, “Maden Yasası’nın Ankara’daki Newmont yetkilileri ile eşgüdüm içerisinde hazırlandığını” söylemişti. Eldorado Gold Şirketi temsilcilerinin kaygılarını, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Maden Kanunu Meclis’te, yabancı yatırımın önünü açan yasa da çıkarıldı sorunlarınız çözülecek” sözleriyle gidermeye çalışmıştı.
SİYANÜRLÜ ALTIN FASLI VE ŞİRKETLER
Maden Kanunu Tasarısı ile AKP hükümeti, Kaz Dağları’nda arama izni alan, ancak Zeytin Yasası ve ÇED’e takılan aralarında Kanada, ABD, Hollanda sermayesi ile kurulmuş uluslararası şirketlerin yanı sıra, Koza gibi yerli firmaların da yer aldığı 80 şirketin önündeki engelleri kaldırmak için kolları sıvayıp; çevrecilere karşı madencilerin hep ezik kaldığını söyleyen ‘Türkiye Madenciler Derneği’ ikinci Başkanı Atılgan Sökmen de, “Çevrecilerin sesi daha çok çıkıyor. Biz de artık televizyon reklamlarıyla ‘madenden korkma’ mesajı vereceğiz,” diye haykırıyorken bunun getirisi de şöyle oluyordu:
Koza altın madenini ziyaret eden milletvekilleri, siyanürcü şirketin yöneticileri tarafından hakarete uğradı. Milletvekillerinin Bergama’daki Koza Madeni’ni ziyaretinde olay çıktı. Şirket müdürünün madene karşı mücadele edenleri küçümsemesi, CHP Milletvekili Halil Ünlütepe tarafından eleştirildi. Ünlütepe’yi destekleyen BDP Milletvekili Hasip Kaplan’a hakaret eden madenci şirketin müdür yardımcısı gerilim yarattı.
Ovacık Altın Madeni’nde komisyon üyesi milletvekillerinin soru sormasının bizzat şirketin Başkanı Akın İpek tarafından engellenmesi, olayları başlattı. Bunun yanı sıra gerek CHP Milletvekili Halil Ünlütepe, gerekse BDP Milletvekili Hasip Kaplan’a fiili boyuta kadar varan saldırı ve hakaretler yaşandı.
Özellikle Koza Şirketi Genel Müdür Yardımcısı Hayri Öğüt’ün, Kaplan’a dönük “Vekilseniz vekilliğinizi bilin. Siz bizim vekilimiz değilsiniz” sözleri ve Kaplan’a eliyle müdahalede bulunmaya çalışması, bardağı taşırdı.
Bir anda şirket korumalarının arasında kalan Kaplan, kapı önünde durarak çıkışı engellemeye çalışan bir korumayı güçlükle yol üzerinden çekebildi. Yaşananların ardından maden alanında duramayacaklarını söyleyen iki milletvekili, geldikleri otobüsü de alarak maden alanının dışına çıktılar.
“Kapitalizmin şirketlerini bu denli saldırgan kılan ne” mi?
Gayet basit…
Lukianos’un, “İnsanlığın başına gelen tüm yıkımlar, tekmil kavgalar ve savaşlar, ihanetler ve cinayetler altın sahibi olma tutkusundan doğar”; Thomas Dekker’in, “Altın maske tüm çirkinlikleri örter”; Honore de Balzac’ın, “Zincirin en ağırı altın zincirdir,” dedikleri kapitalist “değer ölçütü” konusunda William Shakespeare, “Azıcık altın karayı ak kılar, çirkini güzel,/ Haktanımaz haksever olur, soysuz soylu,/ Yaşlıysan genç olursun, korkaksan kahraman,” gerçeğinin altını çizerken; Thomas More da ekler:
“Kendi başına beş para etmez bir şey olan altının önünde herkesin yerlere kadar eğildiğini işitince kendilerinden geçiyorlar. Altın insanlar için, altını değerli kılan insanlar, ama insanın altın kadar değeri yoktur…”
YASAK SİYANÜR VE BALYA ÖRNEĞİ
Oysa, oysa siyanür yasaktır… Hikmet Çetinkaya’nın işaret ettiği üzere:
“5 Mayıs 2010 tarihli Avrupa Parlamentosu’nun ‘siyanürlü madenlerin yasaklanması’ konusunda yaptığı önemli açıklama, medyada nedense yer almadı...Parlamento’nun 488 oyla kabul edilen (48 ret, 57 çekimser) kararında, yasağın ‘su kaynaklarının ve eko sistemin siyanür zehirlenmesine korunmasında karşı tek yol olduğu’ ayrıca vurgulandı.
Avrupa Parlamentosu üyeleri, komisyon ve üye ülkelerin ‘yasak yürürlüğe girinceye dek’, doğrudan ve dolaylı olarak AB ülkelerinde (başka ülkeler de kapsama giriyor) siyanür teknolojisi kullanan hiçbir madencilik projesini desteklememeleri isteniyor…”
Aynı konuda Metalurji Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Cemalettin Küçük’ün de, hem çevresel hem ekonomik açıdan siyanürlü altın işletmelerine Türkiye’de yasak getirecek yasalara ihtiyaç duyulduğunu belirtip, “Karadeniz’de Fatsa Bahçelerköy’de siyanürle altın işletmesi projesi yolda. Giresun Bulancak, Trabzon Tonya, Maçka, Yomra ve Sürmene’de, Rize Çayeli ve Artvin Cerattepe’de de hâlen işletme kurulması planlanıyor” notunu düştüğü Anadolu’da Tunceli’nin Ovacık ilçesi de altın işletmelerinin gözdesi…
Yine “Eşme Ovacık ve Bergama Ovacık köyleri boşaltıldı. Şimdi sıra Tunceli Ovacık’ta” diyen Küçük, siyanürle çalışan maden işletmelerinin tamamen kapatılması, çok büyük maliyetlere mal olsa da, alttan sızma olmayan teknolojiler üretilerek, atık havuzlarının da üstten kapatılarak atıkların yıllarca kontrol altında tutulması gerektiğinin altını çizerken; Macaristan’daki fabrika atık barajının yıkılmasıyla ortaya çıkan “kızıl çamur”a atfen -Türkiye’nin de “kızıl çamurlarının” olduğunu vurgulayıp, “Balıkesir -Balya, Kütahya-Gümüşköy, İzmir Bergama-Ovacık, Uşak Eşme Kışladağ-Ovacık Köyü, Gümüşhane altın işletmesi ve Erzincan’ın İliç çöpler bölgesi tehlike saçmaya devam ediyor,” diye ekledi…
Geçerken belirtelim: Hâlen, 1 gram altına ulaşmak içinse 10 ton toprak yerinden ediliyorken; Türkiye’de tespit edilmiş önemli altın yatakları Kastamonu, Trabzon, Artvin, Balıkesir, İzmir, Ordu, Kırklareli, Çanakkale, Gümüşhane, Niğde, Hatay, Kars, Elazığ ve Manisa’da bulunuyorken; Balya örneği asla unutulmamalı, unutturulmamalıdır!
Evet Balya’daki kurşun madeni kapandıktan 75 yıl sonra hâlâ ölüm kusuyor. Maden yakınında otlayan 70 koyun öldü, 85’i kısırlaştı. Rapor: Ölüm nedeni, aşırı kurşun…
Vahşi madencilik, 75 yıl sonra bile canlı hayatını tehdit ediyor… Fransızlar Balıkesir’in Balya ilçesinde 1920’lerin başında Simli Kurşun Madenleri’ni işletmeye başladı. Binlerce ton simli kurşun çıkardıktan sonra 1935 yılında geride 4 milyon ton cüruf bırakarak ülkeyi terk etti. Fransızlar elektrik getirip hastane yapınca nüfusu 30 binin üstüne çıkan Balya’da nüfus madenin kapanmasından sonra eridi, 2 bine indi…
Sonra da yıl 2010: Besicilikle uğraşan Ali Akgün ocak ayında hayvanlarını 75 yıl önce terk edilen madenin yakınında, Maden Deresi’nin yanındaki merada otlattı. Koyunlarından 70’i telef oldu, 85’i de kısırlaştı. Akgün, veteriner çağırıp durumu Balya İlçe Tarım Müdürlüğü’ne bildirdi. İlçe Tarım Müdürlüğü yetkilileri, meradan ot ve yakınındaki dereden su örnekleri ile telef olan dört koyundan doku örneği aldı.
Alınan numune ve doku örnekleri 11 Şubat’ta Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Pendik Veteriner Kontrol ve Araştırma Enstitüsü’ne gönderildi. Analizlerde, hayvanlarda virolojik ve bakteriyel bir hastalığa rastlanmadı. Ancak incelenen numune ve doku örneklerinde kurşun kalıntısı olduğu saptandı. Özellikle ottaki kurşun kalıntısının yüksek düzeyde (5 miligram/kg -PPM) olduğu belirlendi. Karaciğerden alınan doku örneğinde ise kurşun kalıntısının 17.5 mikrogram/kg (PPM) olduğu anlaşıldı. Hazırlanan raporda ölümlerin kurşun zehirlenmesinden kaynaklandığı kaydedildi.
Enstitüden gelen rapor üzerine, Balıkesir Valiliği İl Tarım Müdürlüğü Vali Yardımcısı Ali Osman İşsen imzasıyla, geçen 3 Mart’ta, kaymakamlık ve ilçe tarım müdürlüğüne yazı gönderip, bölgedeki meralarda hayvan otlatılmasının yasaklanmasını ve ilgili kurumlara bilgi verilmesini istedi.
Koyunlarının telef olmasına neden olan sorumluların bulunması için İvrindi Adliyesi’nde dava açtığını belirten Akgün, endişeli: “Meranın yanından geçen derede balık ölümleri oluyor. Dere, Manyas Barajı’na dökülüyor. Derenin altında avladıkları balıkları yiyenler, satanlar var. Bu kişiler tehlikenin farkında değil. Bu meranın yakınındaki dere boyunca Fransızlardan kalan kurşun madenin cürufları var. Rüzgâr veya deredeki taşkınlar nedeniyle bu cüruflar bölgeye dağılmış olabilir.”
Balıkesir Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yardımcı Doç. Dr. Dilek Türker Çakır, koyunlarla ilgili raporu değerlendirirken ciddi tehlikeye dikkat çekerek şunları diyor:
“Bahsedilen koyunlarda belirlenen rakam yüksek bir orandır. İnsan sağlığı için ne kadar zararlıdır araştırmak gerekir. Pişirilme şekilleriyle orantılı olarak insan vücuduna geçmesinde de değişiklikler arz edebilir. Bu nedenle uzun süre takip etmek gerekir. Her ağır metalin insan vücudunda ayrı ayrı yerlerde birikmesi mümkündür. Bazıları beyin zarında, bazıları karaciğerde, böbrek dokusunda birikir. Canlılar âlemi bir bütündür. Canlıların bir tek türüne zarar gelmesi diğerlerini de etkileyeceğinden, yapılacak araştırmalar besin zincirindeki tüm canlı gurubuna yönelik olmalıdır. Zincirin en üstündeki insanların en az zarar görmesi ekip çalışması gerektiren iştir. İnsanların dokularında ağır metal bulunan besinlerden uzak durması gerekir…”
SİYANÜRLÜ ALTIN TİCARETİ!
Balya örneği ya da Koza Altın İşletmesi, Gümüşhane işletmesinde 1 ton cevherden 13 gram altın elde ederken devreye soktuğu devasa doğa tahribatı karşımızda dururken borsa çok memnudur!
Fethullahçı ‘Zaman’ gazetesindeki bir habere göre, “Koza Altın hisseleri için yurtiçi ve yurtdışından toplam 689 milyon 784 bin 315 TL talep toplanırken, şirketin halka açıklık oranı yüzde 30 oldu. Koza Altın İşletmeleri AŞ’den yapılan açıklamada, Türkiye’deki altın madenlerini aramak ve işletmek üzere yüzde 100 Türk sermayesinden oluşan Koza Altın İşletmeleri AŞ’nin halka arz sonuçlarına göre şirketin piyasa değeri 2.2 milyar TL’ye yaklaştı…”
Ya doğa? Kimin umurunda?!
Yine ‘Zaman’ gazetesinden Ercan Baysal “övünerek” aktarıyor:
“Bundan 11 yıl önce (2000 yılında) altın üretiminin sıfır tonlarda olduğu Türkiye’de 2011 yılında topraktan 30 ton altın çıkarılması ve dünyada ilk 20 üretici arasına girilmesi bekleniyor. Türkiye’nin 2010 yılındaki üretim miktarı 17 ton altın oldu. Bu yıl Sivrihisar Kaymaz ve İzmir Efemçukuru sahaları devreye girerken, İliç ve Kışla Dağ madenlerinde de kayda değer bir üretim artışı yaşanacak.
Altın fiyatlarındaki önlenemeyen yükseliş, üretici firmaların iştahını kabarttı. Altının onsunun 1.500 doların üzerine çıkmasının da etkisiyle yerli şirketler üretimde bu yıl rekor bekliyor. 2010 yılında Türkiye’de 17 ton altın üretildiğini belirten Altın Madencileri Derneği Başkanı Ümit Akdur, 2011 sonuna kadar 30 tonluk üretim yapılabileceğini kaydetti. Yıllık 7 milyar lirayı bulan altın ithalatını yerli kaynaklardan karşılamayı hedeflediklerini vurgulayan Akdur, 2000’de bir gramlık altın üretilmediğine dikkat çekti.”
YILLARA GÖRE ALTIN ÜRETİMİ
| |||
YIL
|
ÜRETİM (Ton)
|
YIL
|
ÜRETİM (Ton)
|
2001
|
1.4
|
2007
|
10
|
2002
|
4.3
|
2008
|
11
|
2003
|
5.4
|
2009
|
14.5
|
2004
|
5.0
|
2010
|
17
|
2005
|
5.0
|
2011
|
30 (tahmini)
|
2006
|
8.0
|
Tekrarlıyorum ya doğa? Kimin umurunda?!
Kimsenin! Ne kapitalist sistemin ne de patronlarının!
Örnek mi?
Mersin Ticaret ve Sanayi Odası, İstanbul Sanayi Odası ve İspanya’nın Valencia Ticaret Odası’nın ortaklaşa yürüttüğü proje kapsamında İstanbul’da 45, Mersin’de 25 kimya firmasıyla yapılan anket, Türkiye kimya sanayicilerinin çevreyi korumak için bütçe ayırmadığını ortaya koydu!
DİLOVASI (VE ONUR’LU) ÖRNEĞİ
Dilovası…
Tuzla’daki tersaneler ile İstanbul ve Gebze’deki sanayi kuruluşlarının zehirlediği Dilovası, kimyasal maddelerin boşaltıldığı çöplüğe dönüştü.
Kocaeli’nin Gebze ilçesine bağlı Dilovası’nda kamyoncuların geceleri boşalttığı atıklar arasında Tuzla’da sökülen gemilerden çıkan kanserojen madde asbest de olduğu bildirildi.
Örneğin Dilovası Belediyesi Çevre Koruma ve Kontrol ekiplerinin yaptığı denetimlerde, Tavşancıl-Çerkeşli köyleri arasında boş bir araziye 1000 ton endüstriyel nitelikli ve zehirli arıtma çamuru döküldüğü belirlendi. Atık çamurunun içinde kozmetik tüpleri, firmalara ait birçok etiket, kantar ve sipariş fişleri de tespit edildi.
Evet alüminyum, kadmiyum, çinko, kurşun ve demir... Bu metaller Kocaeli’nin Dilovası ilçesinde yaşayan annelerin sütlerinde bulunuyor.
Dilovası’nda yapılan araştırmada, çocukların vücutlarında ağır metallerle doğdukları, anne sütünde bile ağır metaller görüldüğü belirlendi. Araştırmacılar, bu metallerin çocuklarda kanser riskini yükselttiğini ifade etti.
Bölgede ölen her 100 kişiden 33’ünün kanserden öldüğünü tespit ettiklerini vurguladı.
Nihayet Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) İstanbul Şubesi Başkanı Eylem Tuncaelli ifadesiyle, “Bir sanayi yerleşimi olan Dilovası’nda havadaki zehir oranı, AB standartlarının 30 katı. Orada insanlar, sigara içmeseler de kansere yakalanıyorlar. 170 fabrikanın olduğu organize sanayi bölgesindeki fabrikalarda yaklaşık 15 bin işçi çalışıyor. Bölgede 1995-2004 arasındaki 495 ölüm vakasından yüzde 32’sinin kanserden olduğu tespit edilmiş. Dilovası’nda herkes aynı anda sigara içse, oradaki fabrikaların havaya verdiği emisyonla oluşturduğu kanser riski kadar risk oluşturmaz…”
İşte kapitalist endüstriyalizm budur; böyledir; Dilovası’ndaki gibidir…
Ancak!
Dilovası Belediye Başkanı tarafından, “Kan ve dışkıları bırakın, doğum yapıp çocuk emziren annelerin sütünde bile çinko, demir, alüminyum, kurşun, kadmiyum tespit ettik, tehlike büyük” dediği, basın yoluyla bu bilgileri açıkladığı ve bu vesileyle “haberin geniş halk kitlelerine ulaşmasını sağladığı, araştırma sonuçlarını halk arasında panik yaratmak amacıyla kullandığı” iddiasıyla yargılanması için Kocaeli Cumhuriyet Savcılığı’na şikayet edildi.
Savcılık da hazırladığı dosyayı, söz konusu fiilin incelenmesi amacıyla Kocaeli Üniversitesi Rektörlüğü’ne gönderdi. Üniversite izin verdiği takdirde Prof. Dr. Hamzaoğlu, TCK’nin 213. maddesi uyarınca 2 ila 4 yıl arasında hapis istemiyle yargılanacaktı.
İyi de nedir Prof. Onur Hamzaoğlu’nun ekibiyle birlikte ulaştığı Dilovası bulguları?
Araştırmada bulunan şu: annelerin ilk sütünde ve bebeklerin ilk kakalarında bazı ağır metaller ve eser elementler saptanmıştır. Sorumluluk sahibi bir bilim insanı ne yapar? Bu bulguları kamuoyu ile paylaşır, yetkililerden gereğinin yapılmasını ister. Ve bunu yapar Onur Hoca... “Kan ve dışkıları bırakın, doğum yapıp çocuk emziren annelerin sütünde bile çinko, demir, alüminyum, kurşun, kadmiyum tespit ettik, tehlike büyük” der.
Hamzaoğlu, TBMM’nin isteği üzerine TÜBİTAK ve bazı bilim kuruluşlarıyla birlikte Dilovası’nda kirlilikle ilgili olarak “Endüstri Yoğun Bölgelerde Yaşayanlarda Ölüm Nedenleri: Dilovası Örneği” isimli bir çalışma yapmıştı. Araştırmaya göre; dünyada ve Türkiye’de 100 ölümden 13’ü kanser nedeniyle olurken, Dilovası’nda 100 ölümden 33’ünün sebebinin kanser olduğu belirtildi. 2005’te yapılan araştırmada, bölgede 10 yıl ve üzerinde yaşayanlarda ölme riskinin 10 yıldan daha az yaşayanlara göre 4.5 kat fazla olduğu hesaplanmıştı. Araştırma sonuçları 2006’da Meclis’e sunulan TBMM Dilovası Meclis Araştırma Raporu’nda da yer almıştı.
Ancak sen misin bunu yapan!.. AKP’li Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı ve Dilovası Belediye Başkanı, hemen durumdan vazife çıkarıp Kocaeli Cumhuriyet Savcılığı’na şikâyet dilekçesi verirler ve “haberin geniş halk kitlelerine ulaşmasını sağladığı, araştırma sonuçlarını halk arasında panik yaratmak amacıyla kullandığı” iddiasıyla yargılanmasını isterler.
Yargılanan ve susturulmak istenen Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, Dilovası’nın ürkütücü bulgularını kamuoyuna açıkladı ve tüm dünyada dürüst, sorumlu, cesur bilim insanlarının başına gelen onun da başına geldi: Taciz!
Aslında bilim insanlarına yapılan bu tacizleri çok iyi bilinir...
Dr. Irving Selikoff, 1964’te asbestoz insan sağlığına zararlıdır dediğinde aynı tacize maruz kaldı.
Dr. Herbert Needleman1970’de kurşunun çocuk sağlığına zararlarını açıkladığında aynı tacize maruz kaldı.
Dr. Takeshi Nirayama 1981’de pasif sigara içiciliğinin akciğer kanserine neden olduğunu açıkladığında aynı tacize maruz kaldı.
Dr. Benjamin Santer, 1996’da iklim değişikliği ile ilgili bulgularını raporladığında aynı tacize maruz kaldı.
Dr. Ignacio Chapela, 2000 yılında genetiği ile oynanmış Meksika mısırının tehlikesini açıkladığında aynı tacize maruz kaldı.
Şimdi de sıra Onur Hamzaoğlu’ndadır…
Çünkü kapitalizm, ona gerçekten söz edenleri affetmez…
BERGAMA İLE KAZ DAĞI’NDAN KÜTAHYAFACİASINA
Bergama’nın direnişi hâlâ belleklerde kayıtlıdır; onlar yolu açanlardır…
Homeros ‘İlyada Destanı’nda Kaz Dağı’ndan, zengin su kaynakları nedeniyle “bin pınarlı” diye söz eder.
Milyonlarca dönüm ormanıyla Alpler’den sonra dünyanın en fazla oksijen üreten dağıdır. Çok sayıda bitki ve hayvan türüne ev sahipliği yapar.
Bu yeryüzü cenneti, mitolojide efsaneler dağı olarak anılan İda, yani Kaz Dağları Türkiye’nin diğer doğal güzellikleri gibi eşsiz ve korunmaya muhtaçtır.
Kaz Dağları’nda 250-300 ton altın rezervi olduğu tahmin ediliyor. İktidarın ve altın arayan maden şirketlerinin iştahını kabartan bu rezerve ulaşabilmek için geniş bir alanda yürütülen altın arama çalışmalarının durdurulması için bölge halkı ve çevreciler yoğun çaba harcıyor.
34 altın arama ve çıkartma izni verilen Kaz Dağları’nda Teck Madencilik başta olmak üzere 3 firma altın arama faaliyetlerine devam ederken; Çanakkaleliler altının çıkarma aşamasında suyu, havayı, toprağı kirletecek malum siyanürden son derece rahatsız.
‘Çanakkale Çevre Platformu’ ve Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Hicri Nalbant, “Kaz Dağları, bütün Çanakkale, Bandırma, Ayvalık ve Gökçeaada’ya kadar bölgedeki 2.5 milyon insanın su kaynağıdır. Bunu kirletecekler. Şirketler bize şimdiye kadar “siyanür” dışında, doğaya zarar vermeyecek bir yöntem kullanacaklarını söylemediler. Siyanürle çıkarılacak altına muhtaç değiliz,” diye haykırıyor…
Öte yandan Kütahya’ya bağlı Gümüşköy yakınındaki Eti Gümüş İşletmesi’nde siyanür barajının setlerinden birinin çökmesi endişe yarattı. 25 milyon ton siyanürlü atığın doğaya karışmasından kaygı duyulurken yaşananlar benzer tehdidi içeren diğer maden sahalarını gündeme getirdi.
Yılda 120 ton gümüş elde edilen Kütahya’daki işletme, saatte bin ton siyanürlü suyu açığa çıkarıyor. 110 hektarlık bir alanı kaplayan işletmenin bulunduğu yakın çevrede yaklaşık 8 bin yurttaş yaşamakta.
Güven Eken’in deyişiyle, “Büyük bir çevre felaketi yaşanıyor. Kütahya’daki gümüş madenindeki devasa siyanür havuzunun üç setinden ikisi yıkıldı. Üçüncü ve son setin ise her iki saate bir santim kaydığı belirtiliyor.
Yaşanan bu felaket karşısında Çevre ve Orman Bakanı Eroğlu her zamanki tavrını korudu: ‘Telaşa gerek yok’.
Kütahya Valisi’nin açıklaması ise dünya çevre literatürüne girecek cinstendi. ‘Herşey kontrol altında. Her türlü önlem alındı. Endişelenmeyin.’ Üç setin ikisi çoktan patlamış... Vali ise önlemden bahsediyor.”
Ayrıca siyanürlü atık havuzunda meydana gelen sızıntı Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da gündemindeydi. AKP’nın 10 Mayıs 2011 tarihli Kütahya mitinginde konuşan Erdoğan, sızıntı ve sonrasındaki gelişmeleri çok yakından takip ettiklerini söyledi.
Endişelenmeyi gerektirecek bir durum olmadığını öne süren Erdoğan, “Başbakan Yardımcımız Cemil Çiçek, Çevre ve Orman Bakanımız Veysel Eroğlu, Kütahya Valiliğimiz, Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığımız meseleyi anbe an izliyor” dedi ve ekledi: “Gerekli tedbirler alınmıştır. Şu an itibariyle endişeyi gerektirecek hiçbir durum yok. Kütahyalı kardeşlerim, köylülerimiz hiç endişelenmesinler, mesele takibimiz ve kontrol altındadır. Hiç endişe etmeyin”!
Alın size devlet! Ne denilebilir ki?
Devamla: Kütahya’da çöken siyanürlü atık su barajından sızan siyanürün içme suyuna karıştığı iddiası kesinleşiyordu. Kütahya Valiliği, 20 Mayıs 2011’e kadar düzenli olarak yayınladığı “Su analiz raporu”nu 28 gündür yayınlamıyordu.
Çöken barajdan siyanür sızdığı iddiasının ortaya atıldığı ilk zamanlarda Valilik bölgedeki içme sularından numuneler almıştı. Buna rağmen analiz raporunun hâlen yayınlanmaması, “Siyanür sızıntısı bilindiği hâlde gizlendi mi”sorusuna yol açarken;[13]TMMOB Çevre Mühendisleri Odası, Kütahya’daki yeraltı suyunda siyanür sızıntısı olup olmadığıyla ilgili analiz raporunu açıkladı: “Siyanür yeraltı sularına ulaştı.”
Çamur barajında meydana gelen kazanın ardından, 12 Mayıs 2011 tarihinde Greenpeace tarafından alınan numuneler, siyanür ölçmeyle ilgili akredite olmuş bir laboratuarda analiz ettirildi. Analiz sonucuna göre kazanın 5. gününde siyanür sızıntısı 4.5 km ötedeki Köprüören Köyü su kaynaklarına ulaştı. Ayrıca, içme suyunda hiç bulunmaması gereken ancak en fazla 0.050 ppm düzeyinde olmasına müsaade edilen siyanür miktarının 0.071 ppm olduğu tespit edildi.
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası, müsaade edilen limit değerinin yüzde 40 daha üzerine çıkan siyanürün halk sağlığını tehdit ettiğini bir kez daha yineledi.[14]
Yine Çevre Mühendisleri Odası Başkanı Murat Taşdemir, Gümüş Eti AŞ’ye ait siyanürlü atık barajının yıkılmasıyla siyanürden daha tehlikeli olan ağır metal tehdidinin göz ardı edildiğini belirterek, insan hayatıyla kumar oynandığını vurguladı.
Ardından da Eti Gümüş’ün siyanür havuzundaki çökme nedeniyle çevre felaketi yaşanan Kütahya’nın Tavşanlı ilçesinde sudan zehirlenenlerin sayısı 7’ye yükseldi.
Siyanürle gümüş üretilip işlenen ve geçen ay atık su barajında çökme oluşan Eti Gümüş A.Ş’ye ait tesislere 3 kilometre uzaklıktaki köyde yaşayan aynı aileden Mehmet (36), Emeti (28) ve Emine Sözer (28) ile Leyla Sert (30) şebeke suyu içmelerinden bir süre sonra rahatsızlandı.
Aslı sorulursa 800 yıllık Dulkadir Köyü’nün suyunda, Eti Gümüş açıldıktan hemen sonra arsenik çıktı. Kanser vakaları patladı. Maden şirketinin su taşıdığı köy, ağır ağır boşaldı. Dulkadir artık 10 haneli bir hayalet köy, kalanlar da maden şirketi işçisi.
Dulkadir’de nüfusun hızla azalması, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı’ndan Prof. Dr. Necla Özdemir’in de dikkatini çekmişti. Özdemir, 1985-1993 arasında 200 nüfuslu köyde 56 kişinin öldüğünü belirledi. Hastane belgeleri ve yakınlarına göre bu kişilerin 22’si kanser türleri, 22 kişi belirlenemeyen neden ve 12 kişi kanser dışı nedenlerle öldü. Kanserlerin 10’u akciğer. 4’ü cilt, 1’i yemek borusu, 2’si mesane, 1’i beyin tümörü,1’i prostat ve 2’si yeri belirsiz kanser vakalarıydı.
Tüm bunların nedeni kapitalist yağma ve özelleştirme politikalardır!
Nihayet topraklarının siyanürle zehirlenmesinden endişe duyan köylüler, Kütahya’daki Eti Gümüş tesislerinin kapanmasını istiyorlar…
SONUÇ YERİNE: MARKSİZM VE EKOLOJİ
Çok ama çok önceleri, “Ormanlar yok oluyor, ırmaklar kuruyor, yabanıl yaşam ölüp gidiyor, iklimin şirazesi bozuluyor, yeryüzü her geçen biraz daha yoksullaşıp çirkinleşiyor,” uyarısını dillendiren Anton Çehov’un “kehaneti” gerçekleşirken; görünen odur ki, ekolojik kriz, ağırlaştıkça herkesin gündeminde daha fazla yer almaya başladı.
Ekolojik mücadeleler, sınıf mücadelesinin bir parçası hâline gelmeye başladı. Yetmişli yıllarda ekolojik duyarlılıklar, zengin kuzey ülkelerinde ve daha ziyade kentli orta sınıflar arasında görülmesine rağmen, bugün ekolojik felaketlerin mağdurları büyük oranda dünyanın güneyinde yaşayan yoksullar ve ekolojik mücadelelerin sesi buralardan daha gür duyuluyor.
İklim değişikliği ve diğer ekolojik sorunlar, daha önceki yapısal krizlerinde olduğu gibi kapitalist sisteme içkin mantığın sonucu ve tesadüfen ortaya çıkmadı. Kapitalizm, en başından beri doğayı ve emeği ayrı ayrı ekonominin elementleri hâline getirerek sömürdü. Sermaye, emeğe nasıl muamele ediyorsa, doğaya da aynı araçsallıkla hammadde kaynağı olarak ve azami kâr mantığı ile yaklaşıyor.
Ekolojik sorunların temelli çözümü kapitalizm ve piyasa mekanizması içinde mümkün değildir. Sermayenin tarihsel gelişiminin bugün geldiği aşamada, emeğin kendi varoluş koşullarından koparılması, bunların ayrı ayrı sermayenin öğelerine dönüşmesi karşısında, emeğin ve insanlığın kurtuluşu mücadelesi, bu varlık koşullarına yeniden kavuşulması için verilen sınıfsal bir mücadele niteliği kazanıyor.
Ekolojik kriz derinleştikçe ekolojik hareketin çeşitli kollarında karşı karşıya kaldığımız kapitalizmin tarihsel krizini ekolojik krize indirgemek baskın bir eğilim hâline geliyor. Bugün sadece ekolojik bir kriz yaşanmıyor. Krizin farklı veçheleri olarak ekonomik kriz ile ekolojik kriz arasında bir neden sonuç ilişkisi ya da art sıralılıktan ziyade bir koşutluk var. Ekolojik kriz, tezahür biçimlerinden birine indirgenemeyeceği gibi, ekolojik sorunlar da ertelemecilikle, toptancılıkla yada reformlar uğruna nihai çözümden vazgeçilerek hâlledilemez.
Ekolojik mücadeleler, cinsel, kültürel, etnik ve diğer toplumsal eşitsizliklere karşı mücadelelerle birleşerek küresel kapitalist sisteme başkaldırıya dönüşüyor. Neo-liberal politikalar ve onun kurumları olan IMF ve Dünya Bankası, dünyadaki açlık ve yoksullukla birlikte ekolojik sorunların da kaynağı.
Hangi ekolojik sorunu ele alırsak alalım, sorunun kaynağında kapitalist sistemin “üretmek için üretmek ve tüketmek için tüketmek” mantığı kendini hemen ele veriyor. Kâr için üretim ile insanî ihtiyaçlar için üretim arasındaki çelişki aşılamadıkça dünyada bir yanda aşırı üretim diğer yandan sefalet ve açlık yaşanmaya devam ediyor. Dünyada milyonlarca çocuk süt bulamadığı için ölürken, Hollanda ve Çek Cumhuriyeti’nde çiftçilerin ürettikleri süt ellerinde kalıyor ve çiftçiler sütlerini, IMF’yi protesto ederek tankerlerle tarlalara ve yollara döküyor.
Kapitalizmde üretim ve teknolojideki gelişmeler, insanlık için daha fazla refah ve mutluluğa yol açmıyor. Kapitalizmin önceki krizlerinden farklı olarak bu seferki kriz, gezegen düzeyinde bir yok oluş tehlikesini de barındırıyor.
Ekolojik krizin nedeni doğadaki “insan” eylemi olmakla birlikte; insanın doğayla ilişkisi toplum dolayımıyla gerçekleştiğinden, aynı anda hem insan-insan hem de insan-doğa ilişkilerini dönüştürmeden ekolojik sorunlara çözüm bulamaz. Aksi hâlde ekolojik sorunlara evrensellik atfederek ekolojik sorunları içinde bulunduğu tarihsel ve toplumsal somut koşullardan arındırmış olur.
Dilaver Demirağ’ın, “Yeşiller Partisi, ekolojik bir eksenden yola çıkıp modernleşmeye itiraz ederek, farklı bir medeniyet tasavvuru öneriyor,”[15]zırvaları veya Marksizm’e ekolojik aşı yapma ya da ekoloji ile Marksizm’i melezleme yerine; Marksizm’e zaten içkin ve işlenmemiş bir boyutunun Marksizm’in bütünlüğü içinde, günümüzün ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde açığa çıkarılması mümkündür.
Şimdi yeniden “Unutmayın sakın, satın alınca toprağımızı, akarsuların kardeşlerimiz olduğunu, kardeşlerimiz olduklarını sizin de.
Satacak olursak toprağımızı, unutmayın değerlidir gökyüzü bizim için, ve hayvanlarımız ve ağaçlarımız.
Beyaz adam aldırmaz kirli havayı solumaya nasıl alınır satılır gökyüzü, toprağın sıcaklığı, sonra hızlı koşusu antilopların?
Nasıl satarız ki biz bunları size, ya da siz, nasıl satın alırsınız onları?
Sizin mi bu yeryüzü işlemek için bildiğinizce, al adam beyaz adama verdi diye yalnızca bir imza atma karşılığı? Havanın serinliği, suyun ışıltısı bu elle tutulmayan değerleri nasıl satın alırsınız, bilmem ki!” diyen yerli şefi Seattle’ın, 1854 yılında ABD Başkanı’na mektupta bir kez daha anımsanmalıdır:
“Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. Çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu; halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır. Ormandaki ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımızın anılarını taşır; biz buna inanırız.
Beyaz adamın ölüleri yıldızlar arasında yürümeye gittiklerinde, doğdukları ülkeyi unuturlar. Bizim ölülerimiz bu güzel dünyayı asla unutmazlar. Çünkü o Kızılderili’nin anasıdır. Biz dünyanın parçasıyız ve o da bizim parçamız. Güzel kokan çiçekler bizim kız kardeşlerimizdir; geyik, at, büyük kartal, bunlarsa bizim erkek kardeşlerimiz, kayalık tepeler, çayırlardaki ıslaklık, tayın vücut ısısı ve adam, hepsi aynı aileye aittir...
Suyun mırıltısı babamın babasının sesidir. Nehirler erkek kardeşlerimizdir, susuzluğumuzu giderirler, nehirler kanolarımızı taşırlar ve çocuklarımızı beslerler. Eğer size toprağımızı satarsak hatırlamalısınız ve çocuklarınıza öğretmelisiniz ki nehirler bizim kardeşlerimizdir ve sizin de bundan dolayı nehirlere herhangi bir kardeşe göstereceğiniz sevgiyi göstermelisiniz.
Biliyorum, beyaz adam bizim gibi düşünmez. Beyazlar için bir parça toprağın diğerinden farkı yoktur. Beyaz adam topraktan istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder. Çünkü toprak beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır. Beyaz adam topraktan istediğini alınca başka serüvenlere atılır.
Beyaz adam annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. O’nun bu ihtirasıdır ki toprakları çölleştirecek ve her şeyi yok edecektir.
Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamayız biz Kızılderililer. Bu kentlerde huzur ve barış yoktur. Baharda yaprakların açılışını ya da böceklerin kanat vuruşlarını duyacak yer yoktur. Belki bir vahşi olduğum için anlayamıyorum ama benim ve halkım için önemli olan şeyler oldukça başka. İnsan bir su birikintisinin etrafına toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymadıkça yaşamın ne değeri olur?
Bir yerliyim ve anlamıyorum. Biz yerliler, bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgârın sesini ve kokusunu severiz. Hava önemlidir bizim için. Ağaçlar, hayvanlar ve insanlar aynı havayı koklar. Beyaz adam için bunun da önemi yoktur. Ancak size bu toprakları satacak olursak havanın temizliğine önem vermeyi de öğrenmeniz gerekir. Çocuklarınıza havanın kutsal olduğunu öğretmeniz gerekir. Hem nasıl kutsal olmasın ki hava? Atalarımız doğduktan gün ilk nefeslerini onun sayesinde almışlardır. Ölmeden önce son nefeslerini de gene bu havadan almazlar mı?
Toprak satmamız için yaptığınız öneriyi inceleyeceğiz. Eğer önerinizi kabul edecek olursak, bizim de bir koşulumuz var; beyaz adam bu topraklar üzerinde yaşayan bütün canlılara saygı gösterecek. Ben bir vahşiyim ve başka türlü düşünemiyorum. “Yaylalarda cesetleri kokan binlerce Buffalo gördüm. Beyaz adam trenle geçerken vurup öldürüyor bu hayvanları sadece eğlenmek için. Dumanlar püskürten bu demir atın bir Buffalodan daha değerli olduğuna aklım ermiyor. Biz sadece yaşayabilmek için avlarız Buffaloları. Bütün hayvanları öldürecek olursanız nasıl yaşayabilirsiniz? Canlıların yok edildiği bir dünyada insan ruhu yalnızlık duygusundan ölmez mi?
Unutmayın bugün diğer canlıların başına gelen yarın insanın başına gelir. Çünkü bütün hepsinin arasında bir bağ vardır.
Şu gerçeği iyi biliyoruz: Toprak insana değil, insan toprağa aittir. Ve bu dünyadaki her şey, bir ailenin fertlerini birbirine bağlayan kan gibi ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanlığın da başına gelmiş sayılır.”
22 Haziran 2011 20:29:21, Ankara.
N O T L A R
[1]25 Haziran 2011 tarihinde Ankara’da Kazım Koyuncu anısına düzenlenen “6. Sokağa Şarkı Söylüyoruz - 2011” etkinliğinde yapılan konuşma… Newroz, Yıl:5, No:180, 13 Temmuz 2011; Newroz, Yıl:5, No:181, 20 Temmuz 2011; Newroz, Yıl:5, No: 182’de 28 Temmuz 2011…
[2]F. Dostoyevski.
[3]Slavoj Zizek, “Sıradan İnsan Volkana Karşı”, NewStatesman, 29 Nisan 2010.
[4]“BP’nin Raporu Kimseyi Kandıramaz”, The Guardian, 9 Eylül 2010.
[5]“Nükleerin Herkesin İçine Sinmesi Şart”, Radikal, 8 Haziran 2011, s.23.
[6]“Güler Sabancı: Nükleerden Vazgeçme Lüksümüz Yok”, Radikal, 29 Mayıs 2011, s.33.
[7]Abdullah Kılıç, “Ayamama’da Zehire Suçüstü!”, Radikal, 21 Haziran 2011, s.6-7.
[8]“Karadeniz ‘Kızılırmak’ı Yutuyor”, Radikal, 7 Temmuz 2008, s.3.
[9]Tarık Işık, “Minarelerdeki Baz İstasyonları 2017 Yılında Sökülecek”, Radikal, 17 Mayıs 2010, s.8.
[10]Serkan Ocak, “Kar Renkli ve Pis Kokulu Yağıyor”, Radikal, 12 Ocak 2010, s.3.
[11]Ozan Yayman, “Ormanlar Sahipsiz Kaldı”, Cumhuriyet, 12 Haziran 2010, s.6.
[12]Murat Kışlalı, “Lastikçi AKP’liye 254 Maden”, Cumhuriyet, 13 Haziran 2010, s.7.
[13]Mustafa Ünlü, “Su Analiz Raporları Gizleniyor”, Taraf, 17 Haziran 2011, s.5.
[14]“İşte Sudaki Siyanür Raporu”, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/17808265.asp?gid=381, 17 Mayıs 2011.
[15]Dilaver Demirağ, “Üçüncü Yol Olarak Yeşiller”, Radikal İki, 6 Temmuz 2008, s.8.
Yorumlar