“Ne biçim insanlar, ne biçim hayat!” [1] Kimsenin unutması mümkün değil; yakın geçmişte “demokrasi”ye örnek gösterilirdi Avrupa Birl...
“Ne biçim insanlar,
ne biçim hayat!”[1]
Kimsenin unutması mümkün değil; yakın geçmişte “demokrasi”ye örnek gösterilirdi Avrupa Birliği (AB); “evrensel insanlık projesi”, “ulus-devletin sonu”, “kardeşleşme”, “farklılığa saygı”, “hoşgörü”, “yan yana yaşamanın ve çokkültürcüğün zaferi” olarak sunulurdu…
Bir çok eski solcu da “Devrim olmadı AB verelim,” dercesine “Emeğin Avrupası’nı savunuyoruz” diye emperyalist projeye “Havet” derdi…
Bunların unutulmuş olması ya da unutturulması mümkün mü?
Ey AB aşıkları, neredesiniz? AB’de olanlara ne diyorsunuz? Neden suskunsunuz? Söyleyecek bir sözünüz yoksa da, “Yanlış yaptık/ dedik” diyemeyecek kadar basiretsiz misiniz yoksa?!
Konuya ilişkin tutumu öncesi ve sonrasıyla “aynı” ve dedikleri de ortada olan[2] insanlar olarak bunu sormaya hakkımız var; bundan da vazgeçmek gibi bir lüksümüz yol, olmayacak da!
AB’nin emperyalist yüzünü kavranamaz kılarak, “estetize” eden AB muhiplerinden Ahmet Altan, vazgeçmeyen bir ısrarla, “Hâlâ AB’ye ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. Neden Avrupa’ya ihtiyacımız var?
Çok basit bir nedenden... Biz ekonomide, siyasette, yargıda, Kürt meselesinde önemli adımlar atabiliyoruz ama bunları bir ‘sistem ve disiplin’ içinde yapmıyoruz. Öyle bir sistemimiz ve disiplinimiz yok…
AB üyesi olduğumuzda, Kürt meselesi de, Alevi meselesi de, hukuk sorunları da, askerin duruşu da, başörtüsü anlaşmazlığı da, basın özgürlüğü de ‘insan hakları çerçevesinde’ bir çözüme ulaşacak. Bu çözümü, bir siyasetçi değil, kabul ettiğimiz ‘uluslararası’ ölçülerden oluşmuş bir sistem belirleyecek.
Ben o ‘sistemin’ Türkiye’ye yerleşmesini isteyenlerdenim,” diyor!
Dikkat edin; AB’ye atfedilen özelliklerin birçoğu AB’de yok; AB’den olmayanı isteyen liberal mantık(sızlık)ın, “demokrasi”yi iflah olmaz bir Oryantalizm ile AB’nin (dış) dinamiğine havale etmesiyse; içeriden ve dinamiklerinden umut kesen sömürgeleştirilmiş bir akıl(sızlık)tır!
Benzer bir şecereden malûl Ahmet İnsel ise, Ahmet Altan gibi değil; kaygılarını şöyle dillendiriyor: “Avrupa’da yükselen aşırı sağ hareketler sadece Türkiye’nin üyeliğini değil, ulusötesi AB projesini de ciddi biçimde tehdit ediyor… Avrupa aşırı sağlarının halkın korkularını tetiklemeye dayalı ‘yurtsever’ temaları eski üye ülkelerde işçi kesiminde, yeni üye ülkelerde ise kentli gençler arasında yankı buluyor…”
“Ulusötesi AB projesi tehdit altında”ymış!
AB’nin “Ulusötesi”liği tabii bir hayli tartışma götürür bir konu, zaten bu yazıda da bunu tartışmak niyetindeyiz. Ama “AB projesinin tehdit altında” olduğu bir gerçektir!
Pekiala, Ahmet İnsel, önceleri, işin bu noktaya varacağını hiç mi öngöremedi, nafile bir liberal iyimserliğin propagandasını yaparken? …
Yok öyle yağma!
I.1) “ÇOKKÜLTÜRCÜLÜK”ÜN SONU
AB’nin “çokkültürlülük politika(sızlık)ları”; Bhagwan Shree Rajneesh’in, “Anlamaya çalışacağına baskı kurar, ilişki kuracağına manipüle eder,” diye betimlediği asimilasyon politikalarına rücu etti…
Çokkültürlü toplum anlayışının tamamen başarısız olduğunu açıklayan Almanya Başbakanı Angela Merkel, Almanya’da göçmenlerle birlikte var olma politikasının “tam bir fiyaskoyla sonuçlandığını” altını özenle çiziyor önünde.
Bu bir “son”un ilanıdır!
İyi de bu “son”la başlayan neydi (mi)?
“Merkel, Almanya da çokkültürlülüğün başarısız olduğunu ilan etti. Peki şimdi Almanya da yaşayan yabancılar ne yapacak? 82 milyon nüfuslu Almanya’da 16 milyon yabancı kökenli var. Bunların 7 milyonu Almanya yurttaşı. Ülkedeki Müslüman nüfus ise 4 milyon civarında,”[3] diyenlere verilen AB yanıtı nasıldı (mı)
Öncelikle ‘The Independent’ın yorumuna dikkat: “Alman liderler çokkültürlülük ve Türk azınlık konusunda daima dikkatli olmuştur. Ama Merkel şaşırtıcı derecede açık konuştu. Almanya’da çokkültürlü bir toplum inşa etme çabalarının ‘tam bir başarısızlık’ olduğunu söyledi. Göçmenler entegrasyon için daha fazlasını yapmalı, işe Almanca öğrenerek başlamalıydı… Merkel’in konuşması, göç ve çokkültürlülük tartışmasının, tabu olduğu Almanya’da bile açıldığının en açık işaretiydi.”[4]
Almanya’nın tavrı bir işaret fişeği…
Örneğin ‘The Financial Times’ın, “Avrupa’da çokkültürcücük iflas mı ediyor,”[5] diye sorduğu koordinatlarda ‘The Daily Telegraph’ yanıtlıyor: “… ‘Çokkültürcülük’ ırksal ayrışma yarattı”![6]
“Almanya’da ‘Multikulti’ Öldü Yaşasın Entegrasyon!” gerçeğine dikkat çeken Roger Boyes ekliyor: “Almanya’da kültürler karnavalı yaratması beklenen çokkültürcülük öleli çok oldu. Almanların da göçmen Türklerin de huzursuzluğu artıyor.”[7]
Görülmesi gerek, çokkültürcülük, netameli bir konuydu; müphemdi; zaten Milena Doytcheva, çokkültürlülüğü incelediği kitabını,[8] salt siyasal iradecilik ve hukuki pozitivizm yoluyla, çokkültürlülüğün kalbini oluşturan eşitlikle farklılığın pek mümkün olmayan sentezini başarmanın zor olacağını belirterek noktalıyordu…
Onca yaygaranın ardından ulaşılan nokta, eski(meyen) bir tekrardır: “Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in ‘entegrasyon’ vurgusuna ağırlık vermesinin temel nedeni... Küresel krizle birlikte muhafazakâr eğilimlerin güçlenmesiyle, toplumsal yapıdaki farklılığın artık ‘çokkültürlülük’ çerçevesindeki bir hoşgörü ile değil de zorunluluk içeren ‘entegrasyon’ ile tanımlanması… Merkel, ‘Der Spiegel’e ‘entegrasyon ülkesi’ olmayı da şöyle tanımlıyor: ‘Bir entegrasyon ülkesinde, toplumsal değerlere ve yasalara uygun olarak yaşamaya hazırlıklı tüm yabancı uyruklu kişiler makbuldür, Alman yurttaşlığına girseler dahi’...”[9]
Asimilasyonist politikalar, kapitalizm için eski(meyen) tekrardır; çünkü tekelci kapitalizm demokrasi ve çeşitliliği yadsıyan bir tekelci sermaye birikiminin oligarşik iktidarıdır.
AB bundan “bağışık” değildir; olmaz da…
Şahin Alpay, her zamanki “bilgiç”liğiyle bu gerçeği inkâr ederek, “İkinci Dünya Savaşı sonrasında özgürlük ve insan hakları fikirlerinin gelişmesine paralel olarak, demokratik rejimlere sahip olan ülkelerde asimilasyonist politikalar esasta devam etse de, kültürel farklılıklar bireysel düzeyde kabul görür oldu; kültür gruplarının, devletten herhangi bir destek görmeksizin, kendi kaynak ve imkânlarıyla kültürlerini koruyucu faaliyetlerine göz yumuldu. 1970’lerden itibaren, globalleşmeye paralel olarak girilen üçüncü dönemde ise, (göçle gelen ya da otokton olan) farklı kültür gruplarının zenginlik olarak kabul edilmesi ve grup haklarıyla korunmalarına yönelindi; bireylere temel haklar yanında, grup hakları tanınmasını öngören uluslararası sözleşmeler imzalandı… Çokkültürcülüğün bu son dönemde benimsenmeye başlayan politikaları ifade ettiği söylenebilir. Ne var ki, grup hakları uygulaması açısından demokrasiler arasında büyük farklar görülüyor. Anglo-Amerikan aleminin (başlıca Britanya, ABD, Kanada, Avustralya, Hindistan, vs.) bu yolda hayli ilerlediği, kıta Avrupası’nın ise çok geri kaldığı söylenebilir,” der.
Dikkat edin; “Britanya, ABD, Kanada, Avustralya, Hindistan, vs.” bu yolda ilerliyorken “kıta Avrupa’sı” geriliyormuş!
I.1.1) ABD (Mİ? DEDİNİZ!)
“Hurafeler”i bir kenara bırakırsak; H.D.S Greenway’ın, Şehir devletinin ayakta kalmak için ötekilere ihtiyaç duyduğu antik Yunan’da, Atinalı bir memura İskitli deseniz vatandaşlık hakkınızı kaybedebilirdiniz. Bugün bir göçmen toplumu Amerika, Müslümanlara İskitli gibi davranıyor,”[10] diye betimlediği ABD’de “çokkültürcülük” mü?
‘The Washington Post’da yıllarca muhabirlik ve köşe yazarlığı yapmış, şimdiler de ‘Fox News Channel’ için çalışan haber yorumcusu Juan Williams’ın, ‘The O’Reilly Factor’ programda sunucu Bill O’Reilly ile 11 Eylül terör saldırılarını konuşurken, “Bir uçağa bindiğimde, İslâmi kıyafet giymiş yolcuları görünce kaygılanıyorum, geriliyorum,” demesinden; New York’ta bir benzin istasyonunda çalışan iki Türk kökenli Amerika’lının, aralarında 11 Eylül saldırısından kurtulan emekli bir polisin de bulunduğu bir grubun ırkçı saldırısına uğramasına dek…
Ya da “tehlikeli” göçmenleri bulup mümkün olduğu yerde sınırdışı etmek için devreye konulan S-Comm programının suiistimal edildiği Amerika’da, sınırdışı edilen göçmenlerin yüzde 80’inin suça karışmamış kişilerden oluştuğunun ortaya çıkmasından; Florida eyaleti başsavcısının ülke tarihinde bugüne kadar görülen en sert göçmen karşıtı düzenlemeleri uygulayacaklarını açıklayıp, polisin “kaçak” olduğunu düşündüğü göçmenleri gözaltına almasına cevaz ve yargıçlara da daha fazla cezai yetki verilmesine dek…
Veya ABD’nin yüzde 46’sının İslâm’ın kendinden olmayanlara şiddeti diğer dinlerden daha fazla teşvik ettiğine inanıp, yüzde 61’inin de cami projesine karşı olmasından; Kiliseye ‘İslâm şeytandır’ tabelası asan bir papazın 11 Eylül’de Kur’an yakmaya kalkışmasına dek uzanan örnekleri çoğaltabiliriz…
Konuyu en iyi ‘The Time’ın, ABD’de Müslüman karşıtlığına ilişkin olarak “Müslümanlar zorluk yaşıyor” yorumu özetliyor!
Unutulmasın: ABD’de 11 Eylül’ü anma törenleri İslâm kavgasının gölgesinde geçti!
11 Eylül saldırılarıyla yıkılan İkiz Kulelerin enkazı “Sıfır Noktası” yakınında cami yapılması şiddetli tartışmalara neden oldu!
New York’ta bir taksi şoförü, Müslüman olduğu için bıçaklandı; Manhattan semtinde taksiye binen 21 yaşındaki Michael Enright, 43 yaşındaki taksi şoförü Ahmet Şerif’i yüzünden yaraladı!
Bir şey daha: ABD Başkanı Barack Obama’nın, 29 Temmuz 2010 günü Amerikan yerlilerine yönelik suçların cezalandırılmasına ilişkin yasadaki iyileştirmeleri imzaladığı Beyaz Saray’daki törende, Lisa Marie Iyotte isimli yerli kadın dövüldüğünü ve tecavüze uğradığını gözyaşları içinde anlattı. Obama, yerli kadını ona sarılarak teselli etse de bu, Amerikan yerlisi her üç kadından birinin tecavüze uğradığı gerçeğini değiştirmiyor!
Langston Hughes’in, “Karaların yeri neresi/ Bu atlıkarıncada;/ Binmek istiyorum, söyleyin bana/ Güneyde bir kasabada/ Beyazlarla karalar/ Oturamaz yan yana/ Güneyde trenlerde/ Zenci vagonu ayrı/ Otobüste yerimiz en arkada/ Ama atlıkarıncada/ Yok ki arka sıra/ Hangi ata bineyim/ Benim derim kara/ /
Köleydim her zaman/ Saray basamaklarını temizledim eski Roma’da/ Washington’da ayakkabı boyamaktayım şimdi…/ Kurbandım her zaman/ Kongo’da kırbaçla dövdüler beni/ Ve şimdi linç edilmekteyim Teksas’ta.//
Zenciyim ben/ Gece gibi/ Afrika’nın derinlikleri gibi kara,” dizeleri belleklerimizdeyken; ABD’nin “çokkültürcülüğü”nü anlatmayın biz(ler)e!
Toni Morrison’un deyişiyle “Bu ülkede (ABD’de) Amerikalı demek Beyaz demektir. Bütün ötekiler araya tire koymak zorundadır”!
Ya İngiltere mi?
Bir gazete haberine: “Aşırı sağcılığın kol gezdiği İngiltere’de yabancı düşmanı politikalar yüzünden 2007-2010 yılları kesitindeki 4 yılda 77 sığınmacı öldü…”
Burada duruyoruz; çünkü Şahin Alpay’ın “hurafesi”ne bu kadarı yeter de artar bile…
I.2) AB’DE N’OLUYOR?
“AB’de n’oluyor?” sorusunun yanıtı; “Aslına rücu ediyor”dur.
Anımsayın; önce “Hayır” dedi İrlanda; ardından “Evet” derdirtilip, rahat bir nefes alınacağı düşünüldü. Ardından da, AB’yi sabote eden görüşleriyle tanınan Polonya Cumhurbaşkanı Lech Kaczynski’ye, 18 aylık diretmeden sonra 10 Ekim 2009’da Lizbon Anlaşması’nı onaylaması kabul ettirilebildi.
Ancak Lizbon Anlaşması, İrlanda referandumunda kabul görüp önemli bir badireyi atlattıktan, Cumhurbaşkanı Lech Kaczynski tarafından da imzalandıktan sonra, Çekya’da Cumhurbaşkanı Vaclav Klaus anlaşmayı sabote etmeyi sürdürdü.
İş bununla da sınırlı değil; AB’ye üye 8 ülkenin muhafazakâr ve milliyetçi partilerinden 55 üye bir araya gelerek Avrupa Parlamentosu’nda (AP) AB ve federalizm karşıtı bir grup oluşturdu. “Avrupa Reformcular ve Muhafazakârlar” grubu olarak adlandırılan grubun, muhafazakârlar, sosyalistler ve liberallerden sonra 736 sandalyeli parlamentoda en büyük 4. grup olacağı, Yeşiller’in önünde yer alacağı ifade edildi.
Grup kendini, neo-liberal ekonomi politikalarına taraf ve AB federalizmine karşıt olarak tanımlıyor. Aileyi sosyal yaşamın temelinde sayan grup, devlet egemenliğinin önemine de atıfta bulunuyor. Grup ayrıca yasadışı göçle ilgili sert önlemler alacağını belirtirken güvenlik konusunda ABD ile olan ilişkilerin devam ettirilmesi gerektiğini vurguluyor.
Avrupa Halk Partisi’ni fazla “AB dostu” buldukları için bu gruptan ayrılan İngiltere Muhafazakâr Partisi’nden 26 parlamenterin öncülüğünde oluşturulan yeni grupta 15 Polonyalı, 9 Çek ile Letonya, Hollanda, Macaristan, Finlandiya ve Belçika’daki sağ partilerden birer parlamenter bulunuyor.
‘The Financial Times’ın, “AP seçiminde solun iktidar hırsının kalmadığı görülürken, gelecekte kıtayı Avrupa sağının daha fazla regülasyona karşı çıkmayan kesimi yönetecek… Avrupa’yı sağ yönetecek,”[11] dediği tabloda ‘The Economist de ekliyordu: “Avrupa Parlamentosu seçimleri AB adına hiç de umut verici olmayan sonuçları yansıttı. Halkın kayıtsızlığı, merkez solun içler acısı hâli ve aşırı sağcı, AB karşıtı veya düpedüz çılgın partilere verilen destek alarm sebebi. Bu partiler sadece AB’yi değil, sivil özgürlükleri de tehdit ediyor…”[12]
Evet krizi derinden yaşayan Avrupa’da, Almanya, Avusturya, Fransa, İsviçre, Hollanda, Belçika, Danimarka, Norveç, İtalya, Portekiz, Macaristan, Slovakya ve Bulgaristan’da, son olarak da İsveç’te çoğu yabancı ve Müslüman düşmanı aşırı sağcı partiler, seçimlerde güçlendiler.
İsveç seçimleri de gösterdi ki, Avrupalı seçmende sağa, hatta yer yer faşist partilere yöneliş var. Küresel kriz ve artan işsizlik, bozulan bütçe dengeleri karşısında izlenen kemer sıkıcı politikalar, iktidar ya da iktidar ortağı sosyal demokrat partilere karşı tepkilere yol açtı, radikal sağdaki partilere de gün doğdu. Artan işsizlik ve azalan sosyal harcamalar, yabancı düşmanlığını, “İslâmofobi”yi de azdırdı.
Radikal sağın yükselişine hız veren esas etken, krizle gelen kayıplar.
AVRO BÖLGESİNİN EKONOMİK GÖSTERGELERİ
| ||||
2006
|
2007
|
2008
|
2009
| |
BÜYÜME (yüzde)
|
3.0
|
2.8
|
0.4
|
-4.1
|
ENFLASYON (yüzde)
|
1.9
|
3.1
|
1.6
|
0.9
|
İŞSİZLİK (yüzde)
|
7.8
|
7.3
|
8.2
|
9.8
|
DIŞ TİCARET DENGESİ (milyar Avro)
|
-17.7
|
13.3
|
-48.8
|
15.3
|
-İHRACAT (milyar Avro)
|
1.386
|
1.505
|
1.561
|
1.275
|
-İTHALAT (milyar Avro)
|
1.403
|
1.491
|
1.610
|
1.259
|
CAR DENGE (milyar Avro)
|
-10.2
|
13.5
|
-153.8
|
-55.9
|
BÜTÇE AÇIĞI (milyar Avro)
|
-113
|
-57
|
-180
|
-565
|
-HARCAMALAR (milyar Avro)
|
3.953
|
4.114
|
4.317
|
4.552
|
-GELİRLER (milyar Avro)
|
3.841
|
4.060
|
4.136
|
3.988
|
BÜTÇE AÇIĞI/GSYH (yüzde)
|
-1.4
|
-0.6
|
-2.0
|
-6.4
|
Avro bölgesinde 2006 ve 2007 döneminde yüzde 3’ü bulan büyüme 2008’de yüzde 0.4’e düştükten sonra 2009’da yerini, yüzde 4’ün üstünde küçülmeye bıraktı. Bu, AB için derin bir daralma demek. 2010’un ilk çeyreğinde yüzde 0.8, ikinci çeyreğinde yüzde 1.9 büyüme yaşansa da kriz aşılmış sayılmıyor, ikinci bir dip endişesi yaygın. Durgunlukla beraber 2009’da yüzde 1’in altına düşen enflasyon, 2010 Ağustos’unda ise yüzde 1.6’ya çıktı.
AB’yi tehdit eden esas sorun işsizlik ve sosyal hakların budanması. Kriz öncesinde yüzde 7-8 bandında seyreden işsizlik oranı 2009’da yüzde 10’a yerleşti ve 2010’un ilk yarısında da azalmadı.
Avrupalı seçmeni yakından ilgilendiren bir gösterge de, bütçe açıkları. Zincirleme banka iflaslarını önlemek ve mali sektörü rehabilite etmek için kullanılan bütçe kaynakları, devasa açıklara yol açtı. Avro alanı bütçe açığı, 2009’da müthiş büyüdü, yüzde 213 artarak 565 milyar Avro’ya çıktı ve milli gelire oranı da bir yılda yüzde 2’den yüzde 6.4’e fırladı.
Açığı eski düzeyine çekmek üzere alınan ve birçok Avrupalının sosyal haklarını budayan, vergi yükünü arttıran kemer sıkıcı maliye politikaları, seçmende büyük tepkilere yol açmış görünüyor.
Kriz, artan işsizlik yüzünden resmî veya kaçak yollardan gelen yabancılara karşı düşmanlığı da körüklemiş durumda. Irkçı hareketler, İslâmofobi, giderek rağbet görüyor. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin Roman göçmenleri sınır dışı etmesine verilen onay ürkütücü...
En son, sosyal demokrasinin beşiği sayılan İsveç’te bile, yabancı düşmanı, ırkçı bir partinin parlamentoya girmesi, 19 Eylül 2010 seçimlerinin en şaşırtıcı ve endişelendiren sonucu oldu. İsveç’i 60 yıldır yöneten ve sosyal refah ülkesi örneği hâline getiren Sosyal Demokratlar kan kaybetti.
“Ilımlı Parti”nin başını çektiği merkez sağ grubun ise hükümeti kuracak çoğunluktan 3 sandalye eksiği var...
İsveç’teki seçimlerde yabancılara ve özellikle Müslümanlara karşı yoğun bir kampanya yürüten faşizan “İsveç Demokratları” partisi, kazandığı 20 sandalye ile seçimlerden en kazançlı siyasi grup olarak çıktı ve neredeyse anahtar parti oldu.
Radikal sağ, faşist partilerin seçimlerde başarılı olmaları ve çoğunun ülke parlamentolarında olduğu kadar Avrupa Parlamentosu’nda boy göstermeleri, faşizmin ayak sesleri olarak kabul ediliyor. Radikal sağcı hareketin yükselişi, Avrupa’daki birçok göçmen topluluğu için de iyi haber değil.
I.3) AB “DEMOKRASİ”Sİ (Mİ?)!
Bu tablo “demokrasi” denen şeyin AB’de nasıl da koca bir yalan olduğunu ortaya çıkarıyor.
İşte birkaç örnek (belki çok sonraları “özür” dilerler)!
i) Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’un hazırladığı gizli bir belgeden bahseden ‘The Daily Telegraph’ın haberine göre, AB, üye devletler adına uluslararası anlaşmalara imza atacak bir “tüzel kişilik” yaratmaya çalışıyor!
ii) ‘The Telegraph’ın 21 Ekim 2010 tarihli nüshasında yer alan haberine göre, İngiltere’de ‘Big Brother’ planı devrede… Hükümet her türlü iletişimin kaydedilmesi planı için düğmeye bastı; her e-mail, her telefon konuşması ve ziyaret edilen her web sitesi kayıt altına alınacak!
iii) Peter Preston’un, “Avrupa ülkeleri özgürlük konusunda gerilerken, AB durup izliyor! İtalya baskıcı yasalar kabul ederken, Macaristan da, tüm telekomünikasyon kurumlarını hükümetin atayacağı birinin yöneteceği bir kuruma bağlamaya hazırlanıyor,”[13] dediği tabloda, evet, AB susuyor! Sessiz bir onayla…
iv) Bu arada ekonomik krizin iflasın eşiğine getirdiği Belçika, askerî bütçede tasarrufa gitme kararı alınca ülke tarihinde ilk kez ordu ve hükümet karşı karşıya kaldı. AB’nin kalbinde Genelkurmay Başkanı Delcourt, “Hükümet yeni askerî misyon kararı alırsa veto ederim,” tehdidi savurdu!
v) Federal Almanya’da insansız “mini” uçaklar kullanılarak gerçekleştirilen yeni bir izleme yöntemi, “Big Brother”ın görev başında olduğunu ortaya çıkardı. Gorleben’e nükleer atık taşınmasını protesto eden insanların demokratik tepkilerini ifade ederken, teknolojinin yeni olanaklarından yararlanılarak görüntülenmesinin, Batı demokrasisi ve temel haklar için tehlikeli sonuçlar doğurabileceği ileri sürüldü…
vi) “Aşırı akımlarla mücadele” konusunda çalışmalar yapan düşünce kuruluşu Quilliam Foundation, İngiltere İçişleri Bakanlığı için “gizli” rapor hazırladı.
İngiliz hükümetinin “terörle” mücadele stratejisine yönelik tavsiyelerin yer aldığı Raporda devletin “antiterör” stratejisinin şiddet yanlısı olmayan İslâmcılıkla da baş etmesi gereği savunuluyor. Raporu ‘The Guardian’ ele geçirdi ve yayınladı.
“Siyasi İslâm sorunu, terörizmin ötesinde, daha genel olarak İslâmcı ideolojiyi içeren bir sorundur” iddiası ortaya atıldı. Raporda İslâmcılığın, aşırılık ve “terörist” şiddet eylemlerinin ikisini birden meşru göstermeyi sağlayan bir ideoloji olduğu iddia edildi…
Sahi, nerede bu AB “normları”?
I.4) “HAK(SIZLA)R”IN, “ÖZGÜR(SÜZ)LÜK”LERİN AB’Sİ (Mİ?)!
“Almanya, polis şiddetinin şokunda”[14] ya da “İtalya, İran mı oluyor?”[15] türünden haberler gazetelere manşet olurken; “hak(sızla)r”ın, “özgür(süz)lük”lerin AB’sinin ne olduğu daha net karelerle dikiliyor karşımıza!
İşte bu konuda da birkaç anımsatma…
i) Uluslararası Af Örgütü, AB üyelerini, yasaklanan işkence aletleri ticaretini yasal boşluklardan faydalanarak devam ettirmekle suçladı. Örgütün raporunda, 2006 yılında çıkardığı yönetmelikle işkence ve kötü muamelede kullanılan güvenlik ve polis ekipmanının ve işkencede kullanılan aletlerin ticaretini yasaklayan AB’nin hâlen metal parmak kelepçeleri, elektroşoklar, ayak zincirleri ve duvara sabitleme aletleri gibi ekipmanı işkencenin yaygın olduğu ülkelere ihraç ettiği belirtildi.
İşkence aletleri ticaretine birçok AB üyesi dahil olurken parmak ya da cinsel organdan 50 bin volt elektrik şoku veren cihazlar İtalya ve İspanya tarafından ihraç edildi. Çek Cumhuriyeti elektroşok, kimyasal sprey ve kelepçeler satarken Almanya güvenlik güçlerinin daha önce bu tür aletlerle işkence ve kötü muamele yaptığı tespit edilen 9 ülkeye ayak prangası ve kimyasal spreyler sattı!
ii) Napoli’ye bağlı Castellammare di Stabia Belediyesi’nin Özgürlükler Partisi’nden seçilen başkanı Luigi Bobbio’nun belediye sınırları içinde mini etek, dekolte giysiler ve düşük belli kotlarla gezilmesini; kasaba merkezindeki lokallerde gece 22.00’den sonra alkollü içecek satışının da yasaklanacağı duyuruldu!
iii) 50 kentte yapılan eylemlerde binlerce öğretmen işsiz kalırken din dersi öğretmenlerinin 2 katına çıkarılması eleştirildi… İtalya’da Eğitim Bakanı Maria Stella Gelmini’nin mimarı olduğu yeni eğitim paketi ve bakanlığın eğitim bütçesinde yaptığı kesintiler 8 Ekim 2010 tarihinde 50 kentte binlerce lise ve üniversite öğrencisinin yanı sıra, geçici sözleşmeyle çalıştırılan öğretmenler, öğrenci velileri ve üniversite araştırmacılarınca protesto edildi!
iv) Avrupa İnsan Haklar Mahkemesi (AİHM), 2001 yılında İtalya’nın Cenova kentinde düzenlenen G8 zirvesinde, küreselleşme karşıtı gençler ile güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmalarda başından vurularak öldürülen Carlo Giuliani’ye ateş eden jandarma Mario Planica’nın savunma hakkını kullandığına, İtalya’nın ise olayı gerektiği gibi soruşturamadığı gerekçesiyle Giuliani’nin ailesine tazminat ödemesine karar verdi.
AİHM, Jandarma Mario Planica’nın, bir grup göstericinin aracına doğru yönelmesi üzerine savunma amacıyla kalabalığa ateş açtığını ve olayda bir kasıt olmadığı sonucuna vardı. Öte yandan, olayın soruşturulmasında İtalya’nın ihmali olduğu gerekçesiyle Giuliani ailesinin talebiyle açılan davaya bakan 7 hâkimden 4’ü, İtalya’nın mahkûm edilmesinden yana oy kullanırken 3 hâkim karşı oy kullandı. Aleyhte oy veren hâkimlerden Vladimiro Zagrebelsky’nin İtalyan kökenli olduğu ifade edildi!
v) Meryem Salim, “Bazı Avrupa ülkelerindeki peçe yasağı, kıtanın sahip olmakla övündüğü dini hoşgörüyü boş bir söylemden ibaret kıldı”;[16] Abdulvehhab El Efendi, “Avrupa’da yayılan ‘peçefobi’, kıtanın kökleşmiş yabancı düşmanlığının son tezahürü. Peçe yasağını, anti-Semitizm veya Güney Afrika’daki ırkçı yönetimden ayrı düşünmek zor. Bu hastalık Avrupa’yı içeriden yıkabilir,”[17] derken; ‘The Daily Star’ da ekliyor: “Bugün peçeyi yasaklayan Avrupa ülkeleri, eski sömürgelerinde yolsuzluğa yardım etmeseydi ‘Avrupa’da İslâm’ fenomeni bu noktaya gelmezdi.”[18]
vi) Ayrıca “Başkalarına hoşgörü dersi vermeye kalkışan Batı’da ifade özgürlüğü gerilerken Müslüman düşmanlığı yayılıyor. ABD’de İsrail’i eleştiren gazeteciler işten kovuluyor. Avrupa’ysa Müslüman göçmenlere savaş açıyor.”[19]
vii) İmzacılar arasında Yasmin Alibhai-Brown, Michel Agier, Etienne Balibar, Peter Claussen, Costas Douzinas, Paolo Flores d’Arcais, Jerzy Hausner, Ivan Krastev, Evelin Lindner, Lord Bhikhu Parekh, Juan de Dios Ramirez-Heredia, Josep Ramoneda, Ziauddin Sardar, Saskia Sassen, Richard Sennett, Tzvetan Todorov, Françoise Verges, Tana de Zulueta, Ash Emin (Durham), Albena Azmanova (Brüksel), Les Back (Londra), Laura Balbo (Milan), Iain Chambers (Napoli), Nefise Özkal Lorentzen (Oslo), Bashkim Shehu (Barcelona), Pep Subirus (Barcelona), Teun A van Dijk (Barcelona), Ruth Wodak (Lancaster)’ın yer aldığı ‘Endişeli Avrupa Vatandaşları Forumu’nun (Forum of Concerned European Citizens) kaleme aldığı manifesto/ açık mektupta, “Bugünün Avrupa’sında ‘içerideki iyilerle kötüler oyunu’nu oynamanın ve saflığı savunmanın mantığı yok. Korku siyaseti yerini umut siyasetine bırakmalı. Aksi takdirde Avrupa yine nefretin damgasını vurduğu karanlık bir döneme sürüklenebilir. Geri dönüşsüz noktaya çok yakınız,”[20] denirken; Vatikan’ın üst düzey yetkililerinden İtalyan rahip Piero Gheddo, Avrupalı Hıristiyanları “Çocuk yapın, yoksa İslâm Avrupa kıtasını ele geçirecek!” diye uyarmakla imzacıların kaygılarını haklı çıkartıyordu!
viii) Ünlü İspanyol yargıç Baltasar Garzon telefon dinleme soruşturmasına takıldı!
Tam da bu tabloda “Yeni bir çağ başlatacağına inanılan uluslararası hukuk yanılsamadan ibaret kaldı. Uluslararası mahkemeler Batı için, Batı tarafından kuruldu,” diyen Tara Mccormack ekliyor:
“Uluslararası Af Örgütü gibi kuruluşlar 1990’larda, yeni bir hesap verme çağının ortaya çıktığını ve dokunulmazlığa son vereceğini, bu çağın nerede yaşıyor olurlarsa olsunlar, herkes için barış ve adalet getireceğini savunuyordu.
Oysa böyle olmadı, zayıfları iyice güçsüzleştirdi.
Sözümona uluslararası adalet, yeni bir barış ve hesap verme çağını getirmek yerine, ihtilafları uzatıyor ve zayıf devletlerin halklarını güçsüzleştiriyor.
Batı’dan hesap sorabilen yok
Peki uluslararası adalet savunucuları yeni bir hesap verme çağından ve dokunulmazlığın sonundan dem vurduğunda, tam olarak neyi kastediyorlar?
Adaletsizlikler hakkında ne hissederseniz hissedin, uluslararası hukukun barış veya adalet getirebileceği yanılsamasına kapılmayın.”[21]
I.5) “NE”YİN AB’Sİ?
Böylesine keyfi ve de emperyalist bir güç AB!
“AB bir fikirdir,” diyen Mevlüt Uyanık “ancak” kaydıyla ekler: “Avrupalılık da bir fikri vatandaşlık. Dini yapılar ve kimlikler açısından çoğulcu, pazar ekonomisi ve demokrasi yanlısı bir küreselleşmeyi yerli/dini/milli katkılarla okuyabilirsek, bu fikri birlikteliğini sağlayabiliriz…”
Özetle “AB” birçok “Ama”, “Fakat”, “Ancak”lara bağlanmışlığıyla, tekelci sermaye dışında hemen her şeyin “müphem” olduğu bir yapıdır.
Örneğin “Büyük güçler AB’yi dinlemiyor,” diyen Avrupa Parlamentosu Liberal Grup Başkanı ve eski Belçika Başbakanı Guy Verhofstadt, AB’nin etkinlik yitirdiğini, önemli müzakerelerin yapıldığı masalardan dışlandığını, bu gidişle ekonomik ve siyasi çöküşün hızlanacağını belirterek, AB projesinden vazgeçmenin belki de “Gerçekçi bir seçenek olacağını” ifade ederken; ‘Lizbon Anlaşması Karşıtı Girişim’in direktörü İrlanda İşçi Partisi üyesi Padraig Mannion, “Genişleme şirketlerin çıkarlarına göre düzenleniyor,” uyarısıyla, birliğin güçlü ülkelerinin, sömürgeci geçmişleri ve büyük ekonomileriyle geniş bir AB içinde kendi güçlerinin azalmasını istemediklerini söyleyip, ekliyor: “Bu nedenle eşit haklara sahip ortaklardan oluşan bir birlik onların istediği bir şey değil. Bu güçlü ülkeler, açık ve demokratik ilkelere dayanan ‘halkın Avrupa’sı’ fikrine de karşı. Bu nedenle AB’nin kuralları ve yapısı, bir grup güçlü ülkenin birliğin karar sürecine hâkim olmasını sağlayacak şekilde düzenleniyor.”
I.6) SORU(N)LARI YERLİ YERİNDE!
“Ulusötesi” olduğu “iddia” edilse de; AB, bal gibi “ulusal” konfigürasyonların, soru(n)ların ürünüdür ve öyle de kalacağa benzemektedir; çünkü Yıldız Silier’in ifadesiyle, “Kapitalizmin içsel mantığının uygulanabilmesi için ulus devletlere ihtiyaç vardır.”[22]
Hemen hatırlatalım: Fransa-Bask, Fransa-Korsika, İspanya-Bask, İspanya-Katalonya, İtalya’da Kuzey-Güney sorunu, İngiltere-İrlanda, İngiltere-İskoçya, İngiltere-Galler, İsveç-Samiler(Laplar), Yunan-Makedon, Yunan-Arnavut, Sırp-Arnavut, Belçika’da Valonlar-Flamanlar gibi uzatılması mümkün soru(n)lar bugün AB bünyesine dahil değil midir?
Bunlar ulusal soru(n)lar değil ise nedir?!
Stewart Motha’nın, “Avrupa’daki neo-milliyetçiler AB içinde ayrı temsil hakkı isterken, bazıları şunu sorabilir: AB’nin tabanındaki unsurları sözgelimi Britanya yerine İskoçya, İngiltere ve Galler diye saymaktan ne çıkar? Fakat ulus devlet nötr bir ayrımdan ibaret değildir ve bu yaklaşım AB’ye son verebilir,”[23] uyarısını anımsatarak hızla sıralayalım!
i) Fransızca konuşan Valonlarla, Flamanca konuşan Flamanlar arasındaki ayrılıkçılık kavgasının eksik olmadığı, Avrupa’nın yüreğindeki, federal yapılı Belçika’da bir de bayrak krizi çıktı. Yabancı ülkelerdeki elçilik ve temsilciliklerde Valonya ve Brüksel bayraklarının asılıp Flaman bayrağının dışlandığı haberleri üzerine Flaman cephesi patladı.
Flaman Senatör Louis Ide, “Bazı ülkelere giden Belçikalılar, büyükelçiliklere asılı Valon horozunu görüyor ama Flaman aslanını göremiyor” diyerek Dışişleri Bakanı Yves Leterme’e “Bayrak kışkırtmasına son verilmesi için gereken önlemi alın” diye seslendi. Dışişleri Bakanlığının ‘Fransızca konuşanların hâkimiyetinde kalmasından’ da yakınan Ide, 11 Temmuz’da Letonya’nın başkenti Riga’daki büyükelçilik binasında Flaman bayramı kutlanırken Valon bayrağının dalgalandırıldığı örneğini verdi. Dışişleri kaynakları ise, bu tür olayların kasıtlı olmadığı ve bayrakların karıştırıldığı iddiasında…
Avrupalı egemen devletlerin 1830’da tampon bölge olsun diye kurduğu suni bir devlet olan bugünün AB merkezi Belçika’da fakir Valonlarla zengin Flamanlar arasındaki gerilim yüzünden 2007’deki seçimin ardından uzun süre hükümet kurulamamıştı. “Kahrolsun Belçika” sloganına sarılan Flamanlar arasında ayrılıkçılık giderek artarken, Hollanda’ya bağlanma fikri de taraftar topluyor.
Bu durumda nüfusun çoğunluğunu oluşturan Flamanlarla Frankofon Valonlar arasında bölünmenin eşiğindeki Belçika 13 Haziran 2010’da yine erken seçime gitti. Flaman bölgesinde ayrılıkçı Yeni Flaman İttifakı (NVA) oylarını ikiye katlayıp 150 sandalyeli parlamentoya 31 vekil soktu. Böylece ilk kez ayrılıkçı bir parti seçimlerde birinci oldu.
Belçika seçimlerinde zaferin, ülkenin bölünmesini hedefleyen Yeni Flaman İttifakı’nın (N-VA) olması tarihi bir olay olarak nitelendirilirken; seçimlerden ikinci çıkan parti ise Fransızca konuşulan bölgedeki Sosyalist Parti (PS) oldu.
Milliyetçi Bart de Wever’in yönetimindeki N-VA, Flaman seçim bölgesindeki oyların yüzde 32’sini alarak mecliste birinci parti olmanın yanı sıra, 40 üyeli senatoya da 9 üye sokmayı başardı. Bart De Wever, “Bu, ülkenin sonu değil. Ülke evrim geçirerek iki tam demokrasiye bölündü” diye konuştu. PS’nin lideri Elio di Rupo ise Fransızca konuşan Valonları büyük ölçüde birleştirmeyi başararak, partisine 26 sandalye kazandırdı. PS, senatoda 7 üye tarafından temsil edilecek.
İki partinin tamamen zıt söylemlere sahip olması, yeni koalisyon hükümetinin karşılaşacağı büyük sorunlara işaret ediyor. Her iki parti liderinin de “kırmızı çizgileri” olduğuna işaret edilirken, diğer koalisyon ortaklarının etkileri ile söylemlerin yumuşayacağı tahmin ediliyor.
‘Le Soir’, seçim sonuçlarını “Bir devlete iki adam” başlığıyla duyurdu. ‘Le Libre’ ise “Flaman bölgesinde sağ, Valon bölgesinde sol” sözlerini başlığına taşıdı.
Söz konusu dizaynda bölünme tartışmalarının bitmediği Belçika’da gerilim vatandaşların milletvekillerine saldırmasına kadar vardı. bir Flaman liderin pazar günü Valonlardan dayak yediği ortaya çıktı. Eşiyle ülkenin Valon bölgesini ziyareti sırasında yediği dayağı parlamentoda anlatan Jan Peumans, “Hayatımda siyasi fikirlerim için dayak yiyeceğimi asla düşünmezdim” dedi.
Flamanca’nın konuşulduğu Valonya’nın Vise kasabasında yaşanan olayda 30 yaşlarındaki saldırgan Peumans’ı itip kakarak yere düşürürken, “Valonya’da işin yok” diye çıkışmış. Valonya hükümeti lideri Rudy Demotte, salıdırıyı sert bir dille kınayan açıklamasında “Siyasi anlaşmazlıklar asla şiddete dökülmemeli” ikazı yaptı yapmasına ama…
Belçika’da Valonlarla Flamanlar arasında bölünmüşlük okul sıralarına yansıdı. Lokeren kentinde bir okulda Flaman öğrenciler diğer öğrencilerden ayrı sınıfa yerleştirildi.
Federal Belçika’da nüfusun çoğunluğunu oluşturan Flamanlarla azınlıktaki Frankofon Valonların uzlaşarak hükümet kuramaması kronik bir krize dönüşmüşken, geleceğin başbakanı olarak görülen bir kadın siyasetçi “Parçalanmaya hazır olun” ikazı yaptı. Haziran 2007 seçiminden beri hükümet kurulamayan, kurulanlar kısa sürede bozulan ve geçici hükümetlerle idare edilen Belçika’da Haziran 2010 seçimi de aynı akıbete yol açarken, Valon Sosyalist miletvekili Laurette Onkelinx şunları söyledi:
“Umalım ki, iş o noktaya gelmesin, çünkü bölünürsek, en ağır bedeli en zayıflar ödeyecek. Diğer yandan Flaman nüfusunun çok büyük bölümünün arzusunun bölünme olduğunu da artık görmezden gelemeyiz. Dolayısıyla, evet, Belçika’nın parçalanmasına hazır olmalıyız. Aksi takdirde kendimizi aldatmış oluruz.” Hâlen federal hükümette sosyal işler ve kamu sağlığı bakanlığını yürüten kadın vekil, “Bana gelen mektuplarda pek çok kişi bunun olanaklı olduğunu düşünüyor. Siyasilerimiz hazırlıklı olmalı” diye ekledi.
Bu noktada TÜSİAD temsilcisi Bahadır Kaleağası’nın, “AB içinde Belçika’nın bölünmesi çok vahim bir siyasal istikrarsızlık senaryosu değil. Valonya ve Flamanya, 3.5 ve 6.1 milyonluk nüfuslarıyla bağımsız olmaları hâlinde bile Baltık ülkeleri gibi birçok AB ülkesinden defalarca büyükler,” demesine bakmayın;Belçika’nın bölünmesi Avrupa’da (yerli yerinde duran!) yeni ulusal soru(n)ları depreşmesini devreye sokar…
ii) Mesela bunlardan birisi de İsveçli Samilerin (Laplar) durumudur.
Bilindiği üzere “Samiler” Asya kökenli bir halk, Ural-Altay dilini konuşurlar. İskandinavya’ya, Rusya’nın Kola yarımadasına Asya’dan gelmişlerdir. Onlara yerleşik de denilemez, göçebedirler, başta geyik ve diğer hayvanları avlayarak geçinirler. XVII. yüzyıldan başlayarak Norveç ve İsveç, “Samiler”i Hıristiyan yaparak asimile etmeye çalıştılar, kültürel ve sosyal asimilasyonla bu topluluk yok edilmeye başlandı, kendi dilleri unutturuluyor, okullarda İsveç ve Norveç dili öğretiliyordu.
1900’lü yılların başlarında Sami bölgelerinin İsveçliler tarafından sömürgeleştirilmesiyle birlikte, buralarda yaşayan Samilerin yüzyıllardır yaşam tarzları ve geçim kaynakları olan yaylalar, geyik sürülerini otlatma alanları, ormanlık alanlar ve ekilebilir alanların büyük bir kısmı, İsveç Krallığı tarafından, Samilerin ellerinden alındı ve hareket olanakları kısıtlandı.
Kısıtlanmadan önceki Sami yerleşim ve yaşam alanlarına İsveçli ailelerin yerleştirilmeye başlanmasıyla birlikte, aynen Norveç’te olduğu gibi ekilebilir alanları Krallık yeni gelen İsveçlilerin kullanımına verdi. En verimli ve en iyi alanları ellerinden alınan Samiler, Krallığın gösterdiği kısıtlı, verimsiz ya da az verimli alanlara yerleşmeye zorlandı. Bu durum Samilere karşı planlı bir etnik temizliğin adımlarını ve devletin asimilasyon politikasına uygun olan bir tehciri oluşturmaktaydı.
1960’lı yıllarda başlayan asimilasyon, 1996’da bir mahkeme kararıyla tescil edildi.
Sveg bölgesindeki İsveç mahkemesinde, devlet tarafından bölgede yaşayan dört Sami topluluğu hakkında, Samilerin en önemli yaşam kaynağı olan hayvancılık, geyik yetiştirme ve kışlık yerleşim bölgeleri olan ormanlık bölgelerde, geyik sürülerini toplama ve otlatma konusunda sorun oluşturdukları gerekçesiyle dava açıldı. Mahkeme Şubat 1996’da, Samilerin ormanlık alanı kışlık olarak kullanamayacağı konusunda karar aldı.
“Samiler”in lideri Olav Jahanson bu kararı şöyle yorumlayacaktı:
“Biz, bu bölgenin yerlileri için, bu karar beklenilmeyen bir karar değildi. İsveç adaleti hiçbir şekilde yerlilerin insan hakkını korumamaktadır. Bizim varlığımıza karşı alınan bu karar, İsveç’in diğer sömürgeci iktidarlardan hiçbir farkı olmadığını göstermektedir. Bize, bu durumda ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılmaktadır. Sanki yüzyıllardır buralarda var olan yaşam tarzımız ve kültürümüz bilinmiyormuş gibi bize karşı tavır alınmaktadır.”
iii) Nihayet Slovakya’da, sadece Slovakça’nın kullanımını öngören yeni dil kanunu ve mağduru Macar azınlık…
Doğu Avrupa’nın Çekoslavya’dan kopmuş ülkesi Slovakya, sadece Slovakça’nın kullanımını öngören yeni dil kanunu çıkarınca ülkede yaşayan Macar azınlık ile komşusu Macaristan’ı isyan ettirdi. Slovakya parlamentosundaki 136 vekilin 76’sının desteğiyle kanunlaşan yeni tasarı, azınlıkların dil haklarının ellerinden alınması, yerleşim birimlerinin isimlerinin sadece Slovakça olması, başka bir dil kullananlara 5 bin avroya kadar para cezası öngörüyor.
5 milyonluk ülke nüfusunun onda birini oluşturan Macar kökenlilerin temsilcisi Macaristan Koalisyon Partisi kanuna sert tepki gösterdi. Macaristan Başbakanı Gordon Bajnai de özellikle yerleşim birimlerinin isimlerinin de Slovakça olmasının “büyük haksızlık” olduğunu söylerken, yeni kanunun iki ülke ilişkilerine “ağır hasar vereceği” vereceği uyarısı yaptı. Macaristan’daki ana muhalefet partisi Fidesz vekili Kinga Gal da Slovakya’ya tepki korosuna eşlik ederken, “Yeni dil kanunu Avrupa Konseyi’nin azınlık haklarının korunmasına yönelik kararını ihlâl ediyor” tepkisi verdi.
Bu durumda AB üyesi Slovakya’da, Slovak Milliyetçi Partisi’nin 2006’da koalisyon ortağa olması sonrası çıkarılan yeni dil yasası “Slovakça kullanılacak” diyerek, 5.4 milyonluk nüfusun yüzde 10’unu oluşturan Macar azınlığın diline kısıtlama getirirken, Macarlar bu dayatmaya karşı çıktılar.
Çünkü yasa çerçevesinde Slovak halkı, kamuya açık yerlerde Slovakçanın dışında başka bir dil konuşamayacak. Onaylanmış programlar dışında televizyon ve radyolarda bu dilleri kullananlara ceza verilebilecek. Ayrıca bir yerleşim biriminde azınlığın oranı yüzde 20’nin altındaysa, resmî dairelerde azınlık dili kullanılamayacak…
II. AYRIM: IRKÇILIĞIN AVRUPA’SI
Tüm bu ve benzeri veriler AB (yalanının) gerçeğini yeterince net biçimde ortaya koyarken; bir yerde de Susan Sontag’ın, “Beyaz ırk, insanlık tarihinin kanseridir; bağımsız uygarlıkları ortaya çıktıkları yerde yok eden, gezegenimizin ekolojik dengesini bozan ve bugün hayatın ta kendisini tehdit eden, yalnızca beyaz ırktır, onun ideolojileri ve buluşlarıdır”; Pearl S. Buck’un, “Irkçı önyargı, yalnızca Beyaz olmayanların değil, hepimizin tepesinde karanlık bir gölgedir. Ama bu gölgenin en karanlığı, bu önyargıyı en az hissedip de kötü etkilerinin sürüp gitmesine ses çıkarmayanların üstündedir,” saptamalarını da doğruluyor …
II.1) GENEL VERİLER YA DA VAZİYET-İ UMUMİYE
Maltepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nden Prof. Dr. Betül Çotuksöken’in işaret ettiği gibi, “Ayırımcılık günümüzde daha çok öne çıkan ‘sözde özgürlükçü, liberal’ tutumlarla ve tam karşı kutbu olan totaliter tutumlarla neredeyse keyfilik içinde daha da pekişmektedir. Varolduğu sanılan değişmez öze göre kişiler ve gruplar değerlendirilmekte, aslında kişilere ve gruplara değer yüklenmekte; kişiler ve gruplar ‘ötekileştirilmekte’dir.”
Kimse inkâra kalkışmasın; AB’de olup-bit(mey)en tam da budur; bu durumda da Özgür Katip Kaya gibi, “Siyasiler, ayrımcılık, nefret suçları ve nefret söylemi konusunda ülkenin taraf olduğu sözleşmelerden doğan yükümlülüklerini tam olarak yerine getirmeli. Nefret suçlarının önlenmesi için, idari ve adli tedbirler alınmalı. Kamu ve sivil toplum, mağdurlara destek, danışma ve yardım hizmeti vermeli,” demenin ya da bu tür beklentileri ifade etmenin hiçbir karşılığı yoktur!
Slavoj Zizek’in işaret ettiği üzere görülmesi, kavranması gerek: “Komünizm sonrası siyaset, çoğunluğun yapay bir korkuyla manipülasyonuna dayanıyor. Göçmen karşıtlığının merkeze oturmasının nedeni bu... İlerici liberaller de ötekileri ‘kabul ediyor’ ama araya mesafe koyuyor. ‘Kafeinsiz öteki’ vizyonu, doğrudan barbarlıktan insanî barbarlığa açık bir geçiştir…”[24]
Yani “Zor durumda kalmış hükümetler, kendi başarısızlıklarının suçunu yabancılara yüklüyor. İşsizliğin artmasıyla kendilerini kendi toplumlarında mahrum kalmış hisseden gençler, aradıkları suçluyu zaten açık hedef olan yabancılar olarak görüyorlar.”[25] Olup-bit(mey)en budur!
İçinden geçtiğimiz süreçte Avrupa’da birbirine paralel iki önemli gelişme yaşanıyor. Bir taraftan aşırı sağcı, ırkçı ve yabancı düşmanı parti ve akımlar daha fazla ülkede parlamentoya girerken, diğer taraftan ekonomik krizin yarattığı tahribata, yoksulluğa, işsizliğe karşı işçi sınıfı saflarında yeniden bir hareketlenme...
Birbiriyle zıt gibi görünen farklı dünyaların iki hareketi arasında doğrudan bir bağlantının, ilişkinin oluğu açıktır. Ekonomik ve sosyal sorunlar büyüdükçe, bu sorunlara karşı yükselen işçi sınıfı hareketini bastırmak için burjuvazinin bilinçli olarak ırkçı-faşist hareketleri desteklediği, hükümete getirdiği, bu yolla kendi iktidarını korumaya devam ettiği biliniyor.
Geçmişten tanıdığımız bu insanlık düşmanı siyaset, bir kez daha sinsice yürürlüğe konulmuş bulunuyor. Çünkü son bir kaç yıldır Avrupa’nın en hoşgörülü ülkelerinde bile İslâm’ı, Müslümanları, göçmenleri ve yoksulları hedef göstererek güç toplayan “yeni tip” ırkçı örgütlerin adeta domino etkisiyle bir çok ülkede meclise girmesi, hükümet ortağı olması tesadüfi bir durum değildir. Eldeki verilere göreşu an Avrupa’nın 16 ülkesinde ırkçı partiler parlamentolarda temsil ediliyor.
En son “sosyal demokrasinin” kalesi olarak bilinen İsveç’te İsveç Demokratları adlı ırkçı örgüt mecliste grup kurdu. Yine bu hafta içinde Hollanda’da aynı çizginin temsilcisi Özgürlük Partisi, muhafazakâr-liberal koalisyonun ortağı yapıldı. Irkçı örgütlerin parlamentoya girmesi, hükümet ortağı olması Avrupa kamuoyunda artık sıradan bir durum olarak görülüyor, bu yüzden de rutin bir haber olarak geçiliyor. Hâlbuki; 2000 yılında Jörg Haider’in liderliğini yaptığı Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ), Hıristiyan Demokrat Halk Partisi (ÖVP) ile koalisyon hükümeti kurduğunda lafta da olsa adeta yer yerinden oynamıştı. Avrupa Birliği yöneticileri ve ülke liderleri durumu protesto etmiş, ilişkilerin dondurulabileceği tehdidi savurmuş, ancak bir süre sonra Haider ve arkadaşlarına “normal” bakılmaya başlanmıştı.
Haider’in çizgisi, Avrupa’nın diğer ülkelerinde aynı yolda yürümek isteyen “Özgürlük Partileri”nin de önünü açtı. Hollanda’da koalisyonun ortağı yapılan Özgürlük Partisi ve Lideri Geert Wilders, bu yüzden sistemin, tıpkı Haider’e dokunmadığı gibi, kendisine de dokunmayacağından emin. Bütün cesaretini buradan alıyor. Çünkü kısa bir süre öncesine kadar “büyük tehlike” olarak gösterilen Wilders, bugün Hollanda’da sermayenin işçilerin haklarını budama, göçmenlere karşı amansız saldırılar düzenlemede önemli ve vazgeçilmez bir dayanak hâline gelmiş bulunuyor.
Bu durum diğer Avrupa ülkelerindeki ırkçı partiler için de geçerli. 11 Eylül saldırısından sonra egemenler tarafından ekilen korku tohumlarının meyvesini toplayan bu “yeni tip” ırkçılığın şimdiki hedefi, “anavatan” olarak görülen Almanya’da da benzer bir gücün oluşturulmasıdır. İlham kaynağı Hitler faşizminin yaptıklarında olan bu ırkçı güruh, bu nedenle geçen hafta Berlin’de bir toplantı düzenleyerek zemin yoklamaya başladı. Aslına bakarsanız zemin yoklamaya da gerek yok. Çünkü son bir kaç haftadır Merkez Bankası Yönetim Kurulu Üyesi Thilo Sarrazin üzerinden oluşturulan hava böylesine bir merkezi örgütlenmemin Almanya’da da hayat bulmasının önünü açma çabasından başka bir şey değildir.
Bütün bunlar Avrupa sermayesinin “İslâm/göçmen karşıtlığı/yoksul” düşmanlığı üzerinden ırkçılığı yeniden gündeme getirdiği, siyasal gericiliği artırma çabasına hız verdiğini gösteriyor.
Burada iki genel başlığın altını çizmek “olmazsa olmaz”dır!
İlki Thomas Seibert’in, “Batı’da İslâm genelde şiddete hazır, Batı karşıtı ve umutsuzca reformlara direnen bir blok olarak görünüyor,”[26] dediği İslâmofobi…
“İslâmofobi bugün yaygın anlayışın aksine İslâm’ın veya Müslümanların yanlış anlaşılmasından kaynaklanan bir önyargı değil, ırkçılığın günümüz koşullarında geldiği kültür temelli yeni bir boyutudur…
İslâmofobiye karşı etkili bir mücadele için öncelikle hoşgörü, karşılıklı anlayış ve saygı gibi söylemlerin bir yana bırakılıp, konuyu ırkçılığın önlenmesi olarak ele almak gerekmektedir. Bu ise ancak anti-emperyalist bir mücadele ile yapılabilir. Nasıl ki, siyahlara karşı ırkçılık Avrupa sömürgeciliğinin, anti-Semitizm Nazi emperyalizminin bir eseriyse, İslâmofobi de Soğuk Savaş dönemi sonrası emperyalizmin ırkçılığıdır.”[27]
Halil El Enani’nin, “Bazı Avrupa ülkelerindeki peçe yasağı ve ABD’deki cami tartışması, Batı’nın liberal değerlerini kaybetmeye başladığının kanıtıdır,”[28] dediği koordinatlarda bunun görülüp, kavranması gerekiyor!
İkincisi de Romanlar…
Adriano Sofri’nin ifadesiyle, “Romanlar arasında çeşitli kültürler, dinler ve dillerden gelen gruplar, aileler, bireyler mevcut. Nazizm, yaklaşık 500 bin ‘Çingeneyi’ yok etti. Yahudi soykırımına oranla Çingene soykırımı hakkında daha az bilgiye sahibiz.
İtalya’da 120 ila 150 bin ‘Çingene’ yaşıyor. Bunların çoğunluğu da İtalyan vatandaşı. Büyük bir bölümü evlerde oturuyor. İtalya’daki ‘Çingene’ nüfusunun yüzde 40’ını 14 yaşın altındakiler oluşturuyor. Ortalama yaşam süresi uzun yıllardır başka grupların yaşam ortalamalarının çok altında.
Tüm Avrupa’da sayıları 10-12 milyona varan Romanlar Avrupa Birliği’nin en büyük ve yoksul azınlık grubunu oluşturuyor. Romanya’da, Bulgaristan’da 1 milyonun üzerinde, İspanya ve Macaristan’da 700-800 bin, Slovakya’da 500 bin, Fransa’da 400 bin, Yunanistan’da 350 binin üzerinde ‘Çingene’ yaşıyor.
Roma Belediye Başkanı Gianni Alemanno başkentte 20 bin dolayında kaçak ‘Çingene’ olduğunu açıklamış ve suç duyurusunda bulunmuştu. Ancak Kızılhaç’ın yaptığı taramada Roma’da 2200 ‘Çingenenin’ yaşadığı ortaya çıktı, Milano’nun Belediye Başkanı Letizia Moratti de kentte 25 bin ‘Çingenenin’ yaşadığını öne sürmüştü. Milano’da yapılan sayımda ise toplam 2 bin ‘Çingenenin’ yaşadığı anlaşıldı gerçekte... Napoli’de de 10 bin ‘Çingenenin’ yaşadığı iddia edildi, orada da gerçekte 1200 ‘Çingenenin’ bulunduğu görüldü. Belki kaçmak zorunda kaldılar!”[29]
BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Navi Pillay’ın dediği gibi, “Roman karşıtı görüşler Avrupa’da hâlâ güçlü bir şekilde varlığını sürdürüyor. Bu durum, ekonomik durgunluğun Romanları daha iyi iş imkânları bulmak için yaşadıkları toplulukların dışına çıkmaya zorlamasıyla daha da artış gösteriyor.”
Fransa’nın 300 Roman kampını kapatmak için aldığı kararın ardından Almanya da harekete geçti. ‘Der Freitag’ gazetesine göre Almanya gelecek yıllarda 12 bin Roman ve Aşkali’yi Kosova, Arnavutluk, Karadağ ve Sırbistan’a sınırdışı edecek!
Aslı sorulursa ister Fransa’da olsun, ister Belçika’da olsun, isterse Macaristan’da olsun, her bir Roman’ın uğradığı ayrımcılığa dayalı acı hikâyesi, hepimizin hikâyesidir.
Küresel bir hastalık olarak ayrımcılık, Avrupa’da kol geziyor. Fransa hükümetinin Sinti-Roman’lara ve gezginlere yönelik ayrımcılık uygulamaları, sınır dışı etmesi bir insanlık suçudur. Ayrımcılık bir iç mesele değil, küresel sorundur.
Sinti ve Roman azınlığına yapılan baskılar ve ayrımcılık, önyargı ve dışlanma politikaları bir AB sorunudur. Fransa ve Belçika’nın bir “iç sorunu” olarak gösterilemez. Ayrımcılık küresel bir sorundur.
Ayrımcılık bulaşıcı bir hastalık gibi bir AB ülkesinden diğerine sıçrıyor. Örneğin, Belçika ve Fransa sınırındaki Dour’daki 700 Sinti ve Roman da ayrımcılığa maruz kalmakta. AB ise, dünya kamuoyunun bilgisi dahilinde olan, Fransa ve Belçika hükümetlerinin ayrımcılığına güçlü bir karşı koyuş sergileyemiyor…
2010 yılı, Fransa’da mülteci ve göçmenler açısından en zorlu yıllardan biri oldu. Irkçı kampanya, Fransa’da bizzat Elysee sarayı tarafından Sarkozy’nin liderliğinde örgütlenmektedir. Irkçı kampanyanın farklı ideolojik boyutları ve pratik uygulamaları mevcut: Tümünün hedefi ise, Fransa’da milliyetçilik ve ırkçılık ile güçlendirilmiş yeni bir ideolojik hegemonya oluşturmak...
Fransa hükümeti, sadece 2010 yılı içerisinde 8000 Roman’ı yurtdışı etti. Kısmen geceleri düzenlenen polis operasyonları ile çocuk, kadın demeden insanlar, uçaklara bindirilip topluca baskınvari yöntemlerle “ülkelerine” gönderildiler. Avrupa’da insan ve mülteci hakları çevrelerince sert tepkiler gören bu yöntemler, Fransız devletinin iç genelgelerde faşizmi ansıtan tarzda bütün bir halkı suçlu gösteren yaklaşımının dışavurumuydu.
Faşist ‘Front National/ Milliyetçi Cephe’ ise, Sarkozy hükümetine ve bu ve benzeri uygulamalarına alkış tutmakta, ancak fikir babalığının kendilerine ait olduğunu vurgulamaktadır!
Özetle Thomas Hammerberg, “Romanların bugün içinde bulundukları durumdan Avrupalı siyasetçilerin de sorumlu olduğu göz ardı edilemez. Onları sınırdışı etmek hiçbir sorunu çözmez,”[30]uyarısını dillendirirken; ‘The Economist’ de haklı olarak ekliyor: “AB üyelerinin Romanlarla ilgili endişelere sınırdışı yoluyla son vermeye kalkışması ahlâkdışı. Romanlar sadece yoksul değil, eziyet de görüyorlar”![31]
Konuya ilişkin çok önemli bir şey daha: “Avrupa’nın en büyük azınlık meselesi Romanlar, Paris’teki göçmen zirvesinin gündeminde yoktu. Romanların sınırdışı edilmesine karşı çıkan AB Komisyonu ise davet bile edilmedi”![32]
Alın size “çokkültürcü”, “demokrat” AB!
II.2) “AVRUPA” DEYİNCE…
Tony Barber’ın, “Yüksek yaşam standartlarını korumak isterken kültürlerinin göç nedeniyle zarar gördüğünü düşünen Avrupalılar çelişki içinde. Avrupa’da nüfus giderek azalırken, göçmenler kıtada refaha katkıda bulunuyor,”[33] diye betimlediği koordinatlarda Avrupa’daki “durumu”, “iklimi” en iyi “Kendisini demokrasi ve hoşgörü kalesi ilan etmiş olan Avrupa, artık övgüyle bahsettikleri bu özellikleriyle değil, son dönemde artan bir biçimde farklılıklara yönelik ayrımcı muameleleri yüzünden anılır oldu. Avrupa kısa süre öncesine kadar farklı etnik gruplarla bütünleşik bir tablo çizerken bugün farklılıklar üzerinden tanımlanan bir kimlik savaşına sahne oluyor,” diyor ‘Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği’nden Recep Korkut.
“Kaba” bir bakış dahi, AB’nin hangi vahim güzergâhta ilerlediğini ortaya koyuyorken; şimdi, Avusturya, Bulgaristan, İtalya, Macaristan’da olduğu gibi aşırı sağ bir hareket, sosyal demokrasinin kalesi İsveç’te de parlamentoda…
Aşırı sağcı parti Sverigedemokraterna (gayet de ironik şekilde “İsveç Demokratları”) bu “refah ülkesinde” de, 349 kişilik parlamentoda, 20 sandalye kazanmayı başardı.
Daha önce, Danimarka ve Hollanda’da yaşandığı gibi, aşırı sağ İsveç’te de, kilit parti olarak, aldığı oy oranının çok ötesinde bir siyasi güce ve role ulaştı.
Belçika, İsviçre, Fransa, Norveç, Portekiz; bu ülkelerin hepsinde aşırı sağ oy potansiyeli, yüzde 10 ila 20 arasında oynuyor.
İspanya’da da, aşırı sağ parlamentoya giremese de, siyaset genelini yavaş yavaş etkilemeye başlayan bir yabancı düşmanlığını, milliyetçiliği pompalıyor.
Ayrıca Almanya ve İtalya’da aşırı sağın örgütlenmesi korkutucu boyutlara ulaşıyor. Almanya’da yapılan kamuoyu araştırmaları iktidarı oluşturan sağ partilerin (CDU/CSU ve FDP) büyük bir hızla gerilediğini ortaya çıkarırken, aşırı sağın hareketlendiğini saptadı.
Almanya’da neo-Nazi parti aşırı sağcı partiyle birleşti... İtalya’da faşistler “kültürel” faaliyetteler!
İtalya’da neo-Naziler artık sempatizan toplamak için kültürel faaliyetler organize etme yoluna gidiyorlar. Neo-Nazi hareketi ‘Lealtà Azione’ de bu bağlamda 3 Kasım 2010’da Milano şehrinde Belçikalı bir SS generalini konu alan konferans düzenledi!
‘Avrupa Konseyi Irkçılık ve Hoşgörüsüzlükle Mücadele Komisyonu’nun (ECRI) yıllık raporunda, Avrupa’da ırkçı şiddetin yükselişe geçtiği uyarısı dillendiriliyor!
1 Ocak-31 Aralık 2009 tarihleri arasında Avrupa’daki ırkçılık, ırk ayrımcılığı, yabancı düşmanlığı, anti-semitizm ve hoşgörüsüzlük alanlarındaki akımları tespit etmeye çalışan raporun ulaştığı sonuçlar yetkilileri endişelendirirken; ECRI Başkanı Nils Muiznieks, Avrupa’daki olayların “alarm” verdiğini belirtip, 2009’da göç tartışmalarının yoğunlaştığına, yabancı düşmanı tavırların arttığına işaret ederek, sözlü tacizlerin ve şiddet içeren saldırıların arttığını vurgularken; yine ‘Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği’nden Recep Korkut da, “Hoşgörü ve demokrasi kalesi olarak görülen AB’den gelen göçmenler ve mülteci hakları konusundaki sesler ürkütmeye devam ediyor,” diye ekliyor!
Ya “Müslümanlık korkusu”; ya “İslâmofobi”!
Siz bakmayın “made in USA” patentli ‘The Wall Sreet Journal’ın, “Batı’nın Müslüman nüfuslarına yönelik hoşgörüsü, Müslüman dünyanın kendi dini azınlıklarına karşı sergilediği bağnazlık ve yaptığı zulümle keskin bir tezat içinde,”[34] tezviratına; “Batılının Müslüman’dan korkması, Batı insanının ırk ve kültür merkezli bakışından mı yoksa İslâmın kendisinden mi?” sorusunun altını çizen Yasin Ceylan’ın ifadesindeki üzere: “İslâm veya Müslüman’dan korkma anlamında kullanılan ‘İslâmofobia’, son yıllarda yerli ve yabancı medyada sıkça kullanıldı. Bu olgunun bir sebebi de, 11 Eylül terör hadisesidir. Gerçi bu tarihten önce de gerek Avrupa’da gerek Amerika’da Müslüman azınlığa karşı ırkçı ve dışlayıcı tavırlar mevcuttu. Ancak 11 Eylül olayı bu tavrı hem daha keskin hem de daha belirgin hâle getirdi. İslâm’dan ve Müslüman’dan korkmanın asıl nedeni, İslâm dininin ve Müslüman’ın kendisi mi, yoksa Batı insanının ırk ve kültür merkezli bakışı mı söz konusu, bir hayli tartışmalı…”
‘İslâm Konferansı Teşkilâtı’ (İKT) Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, İslâmofobinin 1930’lu yıllardaki anti-Semitizme benzemeye başladığının altını çizip, Müslüman göçmenlere karşı yabancı düşmanlığının özellikle Avrupa’da yükselişte olduğunu, konunun siyasi gündemin bir parçası hâline geldiğini söylediği gibidir “durum”!
Örneğin bu “durum”da ‘The Telegraph’, çeşitli araştırmalara dayanarak 2050’de Avrupalıların beşte birinin Müslüman olacağını iddia ediyor!
2008 yılında Avrupa nüfusunun sadece yüzde 5’inin Müslüman olduğunu belirten gazete, ABD’nin ‘Göç Politikası Enstitüsü’nün 2050 yılında Avrupa nüfusunun yüzde 20’sinin, yani her beş Avrupalıdan birinin Müslüman olacağını öngördüğünü aktarıyor!
“Sebep” ise, “Avrupa’nın yerlileri arasında doğum oranları düşerken Müslüman ülkelerden göçün artması” olarak gösteriliyor!
Hatta İngiltere, İspanya ve Hollanda’da Müslümanların daha kısa sürede daha yüksek orana ulaşması beklenirken, bazı kentlerde Müslüman nüfusun oranı şimdiden şaşırtıcı boyutlarda olduğuna gönderme yapılıp, AP için araştırma yapan Macar ekonomist Karoly Lorant’ın Marsilya ve Rotterdam’da nüfusun yüzde 25’i, Malmö’de yüzde 20’si, Brüksel ve Birmingham’da yüzde 15’i ve Londra, Paris, Kopenhag’da yüzde 10’unun Müslüman olduğu sonucuna varmasına gönderme yapılıyor!
Görüyor musunuz? “Çokkültürcü”, “demokrat” AB nelerle uğraşıyormuş!
Evet, orta yerde ırkçı bir endişenin demografik bir mühendisliği söz konusudur!
Bu da David Cronin’in işaret ettiği gibi, “Sarkozy ve Merkel’in Türkiye’nin AB üyeliğine muhalefeti Avrupa’yı bir Hıristiyan kulübü olarak görmelerinden kaynaklanıyor. Türkiye karşıtı bu önyargı ırkçılıkla eşdeğer”ken;[35] “Avrupa’da yükselişe geçen yabancı düşmanlığı AB’nin Türkiye ile arasındaki resmî anlaşmaların gözden geçirilmesini talep edecek güce ulaştı. Hollanda’da yeni hükümetin protokolünde ‘Türkiye-AB Ortaklık Anlaşması’nın değiştirilmesi için çaba harcanması’ hedefinin yer aldığı ortaya çıktı.”[36]
Bu “durum”da Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davudoğlu, “Türkiye’nin ‘Avrupa kültüründe yeri yok’ diyenlerin Bosna’yı bombalayan ırkçılardan pek farkı olmadığı’nın altını çizerken, pek de haksız sayılmaz!
Evet AB’nin demografik “endişe”lerinden kaynaklanan mühendisliği ırkçıdır; ırkçılıktan malûldür!
Son bir şey daha: Avrupa’nın tüm ülkelerinde seçmenlerin giderek “yükselen değer” olarak bağırlarına bastıkları “yeni ırkçıların” -gerçekte hiçbir mazareti olamayan- “ırkçılığa”, “bahane üretmek”/ “kılıf geçirmek” adına öne sürdükleri bir yaygın söylem var:
“Gerçekte biz yabancılara, ‘yabancı oldukları’ için karşı değiliz!” diyorlar…
“Avrupa yasaları ile Avrupa halklarının yaşam tarzına ayak uydurmayı beceren, uyum sağlayan ‘yabancılarla’ bizim hiçbir meselemiz, derdimiz olmaz ki!
Dolayısıyla sorun bizde değil. Onlarda... Bize uyum sağlayamayan yabancılardadır”![37]
Yok böyle bir şey; ya da kocaman bir yalan bu!
II.2.1) ALMANYA…
İkinci Dünya Savaşı’ndan beri ilk kez büyük çapta bir Hitler sergisinin 15 Ekim 2010 tarihinde -tepkilere rağmen!- Berlin’de açıldığı Almanya’da “Merkel’in ‘çokkültürcülüğün iflasını’ ilan edişiyle, ‘ırkçı popülizmler’ Avrupa’da bir çıta daha atladığını ve kıta için kaygı verici bir dönüm noktasına ulaşıldı.”
Hayır; bu durum “Almanya’da, bu tür bir sağ popülizmin merkez partileri eliyle yürütülmesi olasılığı var,” diyen ‘Taraf’çı Cem Sey’in dile getirdiği gibi bir “ihtimal” değil; reel bir tehdittir; acildir; günceldir!
Çünkü ‘Almanya Anayasayı Koruma Dairesi’ başkanı Heinz Fromm’un, ‘Der Spiegel’le söyleşisinde, “Yahudilere düşmanlıkları nedeniyle Neo-Naziler ile İslâmcılar arasında ideolojik bir yakınlaşma gözlemlediğini” söyleyip, “Müslümanları Neo-Nazilere benzettiği” koordinatlarda hâlâ “Göçmenler ve çocuklarının eğitim sistemi ve işgücü piyasasındaki dezavantajlı konumları sürüyorken; işsizlerin oranı Almanların iki katıdır”[38] Daniel Bax’ın işaret ettiği gibi…
Bu durumda ırkçı saldırılar yoğunlaşıp, yaygınlaşırken; örneğin, Aachen kentinde Ağustos 2010’da inşaatına başlanan Yunus Emre Camisi, bir ay sonra yeniden ırkçıların hedefi olabiliyor!
Evet ‘Die Welt’in haberine göre, Alman hükümeti, AB ülkesi olmayan ülkelerden gelen yabancılar için, kredi kartı boyutunda, üzerinde bulunan çipin içinde, kart sahibinin parmak izi ve fotoğrafının yer alacağı bir elektronik “oturum kartının” hazırlıklarını sürdürürken; Almanya’da bir anket halkın çoğununun ‘ülkedeki Müslümanları yük olarak gördüğünü’ ortaya koyuyor.
‘The Financial Times Deutschland’ın anketine göre Almanların yüzde 55’i “Müslüman göçmenlerin ülkeye ekonomik kazanç sağlamaktan çok sosyal ve maddi zarara neden olduğuna” inanıyor. Bunun aksine inananların oranıysa sadece yüzde 20.
Özellikle ekonomik olarak geri kalmış doğu eyaletlerinde Müslümanlarla ilgili olumsuz düşünenlerin oranı yüzde 74; Thilo Sarrazin’in “Almanya’nın eğitimsiz göçmenlerden dolayı aptallaştığı” görüşüne katılanların oranı yüzde 60!
Ayrıca ‘Freidrich Ebert Vakfı’ Elmar Braehler ve Oliver Decker’in gerçekleştirdiği araştırmanın sonuç raporuna göre de, 2010 yılında Almanya’da anti-demokratik ve ırkçı görüşler belirgin bir artış göstermekte… Aşırı sağa desteğin artması, küresel ekonomik krizin ülkedeki etkisinin bir türlü dinmemesine yorulurken; her üç Alman’dan birinin ülkenin “fazlaca yabancılaştığına” inandığı, her 10 Alman’dan birinin de ülkede diktatörlük istediği ortaya çıktı...
Bu öyle bir iklim ki Almanya’da iktidarın büyük ortağı CDU’nun Berlin eyalet teşkilâtından Peter Trapp, göçmenlere zekâ testi isteyip; “Göçmenlere zekâ testinden yanayım. Konuyu tabulaştırmamak lazım” derken; CSU’nun Avrupa politikaları uzmanı Markus Ferber de, Kanada’nın göçmen çocuklarından Kanadalı çocuklara göre daha yüksek zekâ düzeyi istemesi örneğini verebiliyor!
Bunlar böyle olunca da; Thilo Sarrazin’de, “tezleri” de “şaşırtıcı” olmuyor; malum burası AB’nin Almanya’sı değil mi?
Hatırlanacağı üzere “Türklere işe yaramaz” diyen Alman Merkez Bankası eski yöneticisi Sarrazin, bu kez de Hitler’i aratmayacak tezleri dile getirdi. Sarrazin, Yahudilerin “farklı genlere” sahip olduğunu söyleyip, Türklerin Almanya’nın gelişmesini aksattığını savundu.
Almanya’da Türkler’e hakaret edince bazı yetkilerini kaybeden Merkez Bankası Yönetim Kurulu Üyesi Thilo Sarrazin bu kez Nazi lideri Adolf Hitler’in ‘Kavgam’ kitabındakilere benzer “ırkçı” tezleri çağrıştıran bir söyleşiyle ortaya çıktı.
Sarrazin, Müslüman göçünün ülkeyi yok edeceğini savunduğu ‘Deutschland Schafft Sich Ab/ Almanya Kendisini Ortadan Kaldırıyor’ başlıklı kitabıyla ilgili söyleşilerinde Müslüman, Bask, Yahudi ve birçok halkın “farklı genlere sahip” olduğunu dile getirdi.
“Zekâ irsi bir şey”[39] diyen Sarrazin’in kitabından bölümler Avrupa’nın en yüksek tirajlı gazetesi Bild’de yayımlanırken; O, başını Türklerin çektiği Müslüman göçmenlerin “Alman devletine getirdiğinden çok daha fazla bir paraya mal olduğu” görüşünü yineledi. “Türk geleneklerine uyanların Almanya’da yeri olmadığını” savundu.
Ayrıca Sarrazin, yine İslâm karşıtı açıklamalar yapıp, Arapların hızla çoğaldığını, toplumu aptallaştırdığını da söyledi.
Nihayet tüm bunlar karşısında Merkel de, istatistiklere göre Müslüman gençler arasında şiddete eğilimin diğer kesimlere oranla daha yüksek olduğunu, sorunun göçmenler arasında eğitim seviyesinin düşük olmasından kaynaklandığını söyleyerek, sorumluluğun ailelerde olduğunu belirtti!
“İyi” mi? Şaka değil; aynen böyle!
II.2.2) FRANSA…
“Her akılsıza hayran olacak, başka bir akılsız bulunur” diyen Fransız atasözündeki üzere Fransa Cumhurbaşkanı seçilen Nicolas Sarkozy’nin, “Irkçılığa kayarak Cumhuriyetin temellerini sarsmakla” suçlandığı kesitte; Davud El Şeryan da, “Fransa artık ılımlılığın merkezi değil,”[40] derken; Emmanuel Todd ‘Apres la Democratie / Demokrasiden Sonra’ başlıklı yapıtında “Sarkozy ırkçılığı”nı, dilimize “Sinsi/gömülü mesaj” olarak çevirebileceğimiz “subliminal mesaj” nitelemesiyle yorumluyor.
Gerçekten de Dominique Moisi’nin, “Cumhurbaşkanının ‘Fransa’nın kendisinden sorulduğunu’ tekrarlayıp durmasına ve iktidarın sürdürülemez biçimde merkezileşmesine”[41] dikkat çektiği Fransa’da ırkçılık hızla tırmanıyor.
BM ‘Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Komitesi’nin hazırladığı 12 Ağustos 2010 tarihli raporda, ülkede ırkçılık ve zenofobinin (yabancı düşmanlığı-nefreti) yükselişe geçtiğinin altı çizildi.
Bu sürpriz değil; iktidara gelirken yabancı düşmanlığına kayan söylemlerden kaçınmayan ve bu sayede aşırı sağdan da oy toplayan Nicolas Sarkozy’nin Cumhurbaşkanı seçilmesi, ülkede yükselen yabancı düşmanlığının siyasi hayata bir yansıması!
Fransız BVA enstitüsü tarafından 2010 Mayıs ayında yürütülen bir ankete göre Fransızların yüzde 15’i “En azından biraz” ırkçı olduğunu kabul ediyor. Bu oran bir önceki ankete göre yüzde bir puan daha yüksek… Sarkozy’nin cumhurbaşkanı seçildiği 2007 yılında yürütülen bir başka ankete göre ise ülkede yaşayan siyahlardan yüzde 56’sı ayrımcılığa uğradığını düşünüyordu.
Tam da bu koordinatlarda Sarkozy “ulusal kimlik”i tartışmaya açtı.
Fransız hükümeti, “ulusal onuru yeniden inşa etmek” ve aşırı İslâmcılığa karşı savaşmak için bir kampanya başlatıyor. Kampanya kapsamında yetişkinlere vatandaşlık dersleri verilmesi ve okullarda öğrencilerin ulusal marş söylemeye teşvik edilmesi planlanıyor.
‘The Times’ ile ‘The Telegraph’a göre kampanya çerçevesinde ülkede, “XXI. Yüzyılda Fransız Olmak” teması da tartışmaya açılıyor. Göçten sorumlu Devlet Bakanı Eric Besson, bu bağlamda 2 ay boyunca siyasi partiler, sendikalar, işadamları ve derneklerle bir araya gelecek. Ocak ayında düzenlenecek sempozyumda da temel değerler listesi çıkarılacak.
Eric Besson konuyla ilgili yaptığı açıklamada, ülkedeki “yabancılar”ın Fransızcayı daha iyi öğrenmelerinin zorunlu kılınmasını da önerdi.
Eski Fransız sömürgesi Fas’ta doğan Bakan Besson, Fransız gençlerine de tavsiyede bulunarak “Bence yılda en az bir kere Marseillaise’i (Fransız ulusal marşı) söylemeleri iyi olur” diye konuştu.
Besson, öte yandan göçmen karşıtı politikalarıyla bilinen Jean Marie Le Pen liderliğindeki Ulusal Cephe Partisi’nin Fransız kimliği hakkındaki tartışmaları sabote etmesine izin verilmemesi gerektiğini de söyleyerek, “Ulusal Cephe Partisi’nin siyaset sahnesinden çekilmesi hepimiz için en iyisi olur” dedi.
Besson ülkedeki “Çarşaf yasaklanmalı mı yasaklanmamalı mı” tartışmasına da atıfta bulunarak, çarşafın kesinlikle yasaklanması gerektiğini sözlerine ekledi. Besson, “Kadınların haklarını ve eşitliğini hiçe sayan çarşaf ulusal değerlerimizle çelişiyor” ifadesini kullandı.
“Ulusal kimlik, değerler” retoriği Sarko’yu “burka/ peçe” ve Romanlar konusundaki ırkçı-saldırganlığa mahkûm etti.
Örneğin “burka/ peçe” meselesi…
Madeleine Bunting’in, “Fransa’daki peçe yasağını özellikle rahatsız edici kılan şey, Avrupa’da görülen belirli bir paranoya şablonuna uyması. ‘Yaşam tarzımızı korumak’ adına kimliğimizi dayatarak ‘ya sev ya terk et’ demek ırkçılıktır. Kadınların, cinselliği her yere yayan Batı kültüründen uzak durma hakkı korunmalı,”[42] diye betimlediği tabloda; Agnes Poirier’in, “Fransa’yı bölen peçe yasağı tasarısı kabul edilirse nasıl etkin kılınacağı bilinmiyor. Aşırı sağcı Ulusal Cephe’nin bile karşı çıktığı tasarı Fransa’yla ABD veya Britanya arasındaki gelenek farkını da ayyuka çıkardı,”[43] uyarısı dikkate alınmadı. Sarkozy öncelikle “burka/ peçe”yi kamusal alanlarda yasaklamak için düğmeye basarken, parlamento da yüzü tamamen örten giysileri kınayan bir kararı kabul etti.
Ardından da “yüzü de örten giysinin kamuya açık yerlerde yasaklanması”nı öngören yasa tasarısı Senato Genel Kurulu’nda yapılan oylamada, 246 “evet”, 1 “hayır” oyuyla kabul edildi.
Bu durumu; Rande Takuyiddin, “Fransa’nın ekonomik sorunlarının büyüklüğüne kıyasla, peçe yasağı tartışması anlamsız kalıyor. Sarkozy oy kaygısıyla ne yapacağını şaşırdı,”[44] diye yorumlarken; Fransa’nın gündemindeki peçeli çarşafın kamuya açık alanlarda yasaklanması uygulamasına ilk geçecek Avrupa ülkesi Belçika oldu.
Belçika’da yüzü kapatan kıyafetlerin kamusal alanda yasaklanmasını öngören tasarı, 31 Mart 2010’da parlamentonun içişleri komisyonundan geçti, 22 Nisan 2010’da da genel kurulda oylandı. Yasak kamu hizmeti verilen yerlerin yanısıra sokak, park, spor sahalarını da kapsıyor. Güvenlik zaafı yarattığı gerekçesiyle gündeme gelen yasağa, asıl, kadınların aşağılandığı ve toplumsal yaşamdan dışlandığı savıyla destek veriliyordu.
Sonunda Fransa, burka ya da nikaba yasak getirmekte Belçika’yla yarışa girdi. Hazırlanan yasa taslağında böyle giyinen kadınlara 150 avro para cezası, onları buna zorlayanlara ise 15 bin avro ceza ile bir yıl hapis öngörüldü!
“Burka/ peçe” meselesine Romanlara yönelik saldırı eşlik etti…
Resmî kaynaklara göre Fransa’da büyük çoğunluğu Fransız vatandaşı, 165 bini resmen göçer izinli 400-500 bin arasında göçebe bir nüfus yaşıyorken; bu nüfusun içinde sayıları 20 bini aşmayan Romanya veya Bulgaristan, hatta Yunanistan kökenli Roman bulunuyor.
Hepsi “bu” ve bu kadar”ken; Ahmet İnsel’in ifadesiyle, “Güvenlik temasını işleyerek siyasette kendine alan açan Sarkozy, Fransa’da yabancı düşmanlığı veya korkusunun ‘vur abalısı’ olan Mağriplileri bir kenara bırakıp Çingeneleri hedef tahtasına yerleştirdi.”
Özetle Romanları sürerek şimşekleri üzerine çeken Fransa’da ırkçılığı konu alan ‘İtalyan’ adlı komedi filmle ülkenin göçmen sorunu üzerindeki şal bir kez daha kalktı. Vizyona giren filmde Kuzey Afrika kökenli Fransız vatandaşlarının bir işe girmek için isim değiştirmek zorunda kaldığı anlatılırken BBC, filmde geçenlerin doğru olduğunu anlatan göçmenleri ekrana taşıdı.
Film Murad Ben Saoud isimli Cezayir kökenli Fransız vatandaşının İtalyan kimliğiyle otomobil satıcısı olarak çalışmasını anlatıyor. Filmde Dino rolünü oynayan Kad Merad adlı aktör de filmlerde daha fazla rol alabilmek için adını Kaddour’dan Kad’a çevirmiş. BBC, üçüncü kuşak Cezayir asıllı Fransız vatandaşı Naima Mili’nin hikâyesine dikkat çekti. Naima, dört dil bilen üniversite mezunu bir genç kadın. Geçmişte Credit Agricole, Total ve France Telecom gibi şirketlerde çalışmış. Ama daha 30’lu yaşların ortasında olmasına rağmen hep duvarlar çıkmış karşısına. Yüzden fazla şirkete başvurduğu hâlde bir tanesinden bile mülakat için çağırı gelmemiş. Şimdi adını Naomi olarak değiştiren Naima “Tek bir şirket mülakat için çağırsın yeter” diyor.
Habere göre Seine-Saint-Denis bölgesinde, yani posta koduyla ‘93’ diye bilinen bölgede oturuyorsanız, özgeçmişinizi içeren başvuru mektubuna bakmaları bile şanslı olduğunuz anlamına geliyor. Naima Mili’nin kuzeni şimdi başvuru mektuplarını ‘92’ posta koduyla gönderiyor. Bu adres, işverenlerin gözünde daha makbul…
“Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik” Fransa’sı “böyle” artık…
Yani Fransız yetkililer 40 Roman göçmen kampını yıkarak, kamplarda yaşayan 700 kişiyi sınır dışı ediyor… Sarkozy’nin Roman kamplarının “güvenlik sorunları” oluşturduğunu iddia etmesiyle birlikte İçişleri Bakanı Brice Hortefeux de 300’den fazla Roman kampını yıkma sözü veriyor…
Romanları süren Fransa’da Roman sirkindeki müzisyenlerin çalışma izinlerinin uzatılmaması, dünyaca ünlü ‘Cirque Romanes’e de sürgün bileti çıkarılacağını gösteriyor…
Hızını alamayan Fransız hükümeti, şimdi de hırsızlık yaparken ya da dilenirken yakalanan yabancıları sınır dışı etmeye hazırlanıyor... Fransa Göç Bakanı Eric Besson ve İçişleri Bakanı Brice Hortefeux 30 Ağustos 2010 günü düzenledikleri basın toplantısında, suça bulaşmış yabancıları sınır dışı etmeye ilişkin yasaları kolaylaştırmayı planladıklarını açıkladı. Hükümetin yeni planı da Fransa’da yaşayan Romanları hedef alıyor. İçişleri Bakanı Hortefeux, söz konusu uygulamayı, “Paris’teki 5 hırsızlık olayından 1’i Romanya vatandaşları tarafından gerçekleştiriliyor” sözleriyle savunuyor…
Romanları sınır dışı eden Fransa vatandaşlık hakkı isteyenleri 10 yıllık bir “deneme süresine” tabi tutmayı planlıyor… ‘The Financial Times’a konuşan Fransa Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Claude Gueant, “Vatandaşlık isteyen göçmenlerin kendilerini kanıtlaması için bir deneme süresi koyulabilir. Bu sürede bir polise saldırırsanız topluma uyum sağlamadığınızı kanıtlamış olursunuz” diyebiliyor…
Bu tablo karşısında ‘The Independent’, “Fransa’nın Romanları sınır dışı etmesi, ekonomik zorluk dönemlerinde yabancıların günah keçisi durumuna düşmesinin son kanıtı. Ailesi de göçmen olan Sarkozy’nin veya göçmenler üzerine yükselen Amerika’nın politikaları moral bozucu,”[45] derken; Avrupa Komisyonu Adalet ve Temel Haklar Komiseri Viviane Reding 14 Eylül 2010 günü “II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın bu tür durumlara bir daha tanık olacağını düşünemezdim,” vurgusunu yapıyor.
Ayrıca Romanya’daki Roman ‘krallarından’ Yulian Radulescu da, “Bize Avrupa yurttaşlarından farklı yasalar uygulanıyor. Bu AB’nin çifte standardının ürünü… Fransa lideri Naziler gibi hareket ediyor,” deyip, Sarkozy’yi II. Dünya Savaşı’nda 11 bin Roman’ı katleden Romanya diktatörü Ion Antonescu’ya benzetti.
Aynı konuda bir başka Roman ‘kral’ı Florin Cioaba da “Avrupa yasaları bize farklı çalışıyor” dedi.
Fidel Castro da, 8 binden fazla Roman’ı süren Fransa’daki Sarkozy hükümetine Yahudi soykırımına atıfla “ırksal Holokost” suçlaması getirip, “Romanlar Fransa’daki aşırı sağcı kanadın insafsızlığının, yani ırksal bir Holokost’un benzerinin kurbanı olmuştur” derken; felsefeci Etienne Balibar, antrolopolog Jean-Loup Amselle, dilbilimci Cecile Canut, sosyolog Eric Fassin, yönetmen Tony Gatlif, yönetmen Thomas Lacoste, yazar Christopher Mileschi, tarihçi Sophie Wahnich de, “Paris insan haklarına aykırı ve yasadışı Roman politikasına son vermeli… Sarkozy gerçeği çarpıtıyor ve adaletle dalga geçiyor,”[46]diye haykırdılar!
Ama aldıran kim?
II.2.3) İSVEÇ…
İsveç seçimlerinde çıkış yapan ‘İsveç Demokratları’ göçmen ve kriz korkusunu kullanarak oy alıp, “önemli bir başarı”ya imza attı.
Yabancı karşıtı partinin parlamentoya girdiği seçimlerde ise, sosyal demokratlar tarihinin en düşük oyunu aldı.
1980’li yıllarda gamalı haç işaretli kıyafetler giyen, şiddet hareketlerine karışan, yabancı düşmanlığı yapan, Avrupa’daki radikal sağ partilerle bağlantısı olan ‘İsveç Demokratları’ seçimin galibi olarak görülüyor. Bütün göçmen alan ülkelerde olduğu gibi İsveç’te de işsizliğin ve ekonomik krizlerin nedeni olarak göçmenler gösterildi. İsveç Demokratları yürüttükleri düzenli kampanyalarla Müslümanları ve özellikle Türkleri İsveç’teki işsizliğin, huzursuzlukların sebebi olarak gösterdi.
Yabancı ve İslâm karşıtı ‘İsveç Demokratları’nın yükselişe geçtiği İsveç’te 2006’da yüzde 6.5 olan işsizliği dillerine dolayıp sosyal demokratları sıkıştıran sağcılar dört yılda işsizliğe çözüm bulamadılar. İşsizlik oranı şimdi yüzde 8.5. Gizli işsizlerle bu oranın yüzde 17 olduğunu gösteren araştırmalar da var.
Bu zeminde İslâm ve yabancı karşıtı propagandayla taraftar toplayan, üye sayısını giderek katlayıp, 28 bin kişiye günlük gazete dağıtır hâle gelen ‘İsveç Demokratları Partisi’, tecavüz ve diğer suç olaylarındaki artışı, refah düzeyindeki düşüşü yabancılara bağlıyor, yabancıların İsveç’e gelmesine sınırlama istiyor.
‘İsveç Demokratları’nın yükselişi bir “tesadüf” ya da “arızi” bir durum değil! Hüseyin Baş’ın ifadesiyle, “İsveç aşırı sağının köklerinin yeni-Nazi’lere kadar uzandığı kimse için sır değil. Bunlar zaman içinde üzerlerindeki gamalı haçları atarak halkın pek yüz vermediği konumdan uzaklaşmak istemişler, ancak yabancı düşmanlığı ve İslâm karşıtlığı ile ilgili söylem ve tavırlarından vazgeçmemişlerdir.”
Dünden bugüne uzanan dinamikler ‘İsveç Demokratları’nı yükseltirken; “Keskin nişancı”ların göçmen avına çıktığı İsveç gerçeğini karşımıza dikiyor…
Şimdi yakalanmış olsa da İsveç uzun süre keskin nişancı korkusunu yaşadı.
Anımsanacağı üzere Malmö kentinde bir apartmanın giriş katında oturan 26 ile 34 yaşlarındaki iki kadın, 22 Ekim 2010 akşamı dairelerinin camlarına açılan ateş sonucunda keskin nişancı tarafından yaralandı.
Malmö’de bir yılda yaşanan silahlı saldırılarda, otobüs durağında bekleyenlere ateş açılması sonucunda 50 kişinin yaralandığı açıklanmıştı. Saldırganın göçmen kökenlileri hedef aldığı ve saldırılarda aynı silahın kullanıldığı yapılan araştırmalarda anlaşılmıştı.
Malmö polisi, özellikle göçmenleri, akşam ve gece saatlerinde dışarı çıktıklarında dikkatli olmaları konusunda uyarmasına karşın, iki haftada biri 47 yaşındaki Somalili Basi Hassan olmak üzere üç kişi, gece saatlerinde otobüs durağında beklerken, açılan ateş sonunda yaralanmıştı.
Bu kadar da değil; İsveç’te sık sık ırkçı saldırılar yaşanıyor. Örneğin Göteborg kentinde iki Türk öğrenci iki kişinin saldırısına uğradı. İsminin açıklanmasını istemeyen D.D.’nin burnu ve elmacık kemiği kırılırken arkadaşı T.B. yara almadan kurtulmayı başardı.
Arkadaşı T.B. ile şehir merkezindeki Valand bölgesine doğru yürürken, biri saçları ‘Mohawk’ biçiminde kazınmış 25 yaşlarında iki kişi adres sorma bahanesiyle yanlarına yaklaştı ve önlerini kesti. D.D., saçları kazınmış diğer saldırganın yumruk ve tekmeli saldırısına maruz kaldı ve saldırganlar kaçtı.
Bir kebapçıya sığınan gençler polis arabasıyla hastaneye götürülürken D.D. kanını arabaya damlatmaması konusunda uyarıldı. D.D., çevresinde saldırıya uğrayan başkaları da olduğunu vurguladı.
İsveç günümüzde Avrupa’nın en ırkçı ülkelerinden biri olarak biliniyor. Özellikle 90’lı yıllarda gamalı haç, Nazi selamı gibi ırkçılık sembollerine sokaklarda sıkça rastlanıyordu. Son günlerde olayların tırmanmasında ise sağcı ve ırkçı ‘İsveç Demokratları Partisi’nin yüzde 5,7 oy alarak İsveç Parlamentosu’na girmesinin rolü var.
İsterseniz gelin İsveç konusunu Joost Lagendijk’in saptamalarıyla bağlayalım:
“Göçmen ve İslâm karşıtı bir partiyi ulusal parlamentoda görme sırası İsveç’teydi. İsveç Demokratları (SD) oyların yüzde 6’sını aldı ve 349 sandalyenin 20’sinde onlar oturacak...
Danimarka’da, SD ile güçlü bağları olan Danimarka Halk Partisi hükümette yer almıyor, fakat art arda ikinci kez muhafazakâr-liberal bir azınlık koalisyonunu destekliyor. Hollanda’da Geert Wilders’ın Özgürlük Partisi Haziran seçimlerinde oyların yüzde 15’ini aldı ve Danimarka modelini (parlamento çoğunluğu için aşırı sağa sırtını dayayan merkez-sağ bir azınlık hükümeti) Hollanda siyasetine taşımak için muhafazakâr Liberaller ve Hıristiyan Demokratlarla hâlâ pazarlık yapıyor. Esasen Hıristiyan Demokratlar içinde böyle bir yapıya yönelik güçlü muhalefet nedeniyle henüz anlaşma sağlanmış değil, fakat sürecin sonunda, yakın zamana dek içte ve dışta demokrasi ve insan hakları şampiyonları olarak görülen üç Avrupa ülkesinde devlet politikalarının göçü durdurmak veya büyük ölçüde azaltmak isteyen ve İslâm’ı, SD liderinin sözleriyle, ‘İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’ya yönelik en büyük tehdit’ sayan partilerin güçlü etkisi altında kaldığına tanık olabiliriz. Avrupa’da neler oluyor?
Korkarım ki bu göçmen ve İslâm karşıtı partiler yakın zamanda ortadan kaybolmayacak. Avrupa nüfusunun bir kısmında hüküm süren korkuyu ve öfkeyi yansıtıyorlar...”
II.2.4) HOLLANDA…
“Ya Hollanda?” mı? Buyurun… “Hollanda’da genel seçimler yapıldı. Seçimin bugüne kadar Türkiye ve dünyada en fazla yankı bulan sonucu, popülist siyasetçi Geert Wilders liderliğindeki aşırı sağcı Özgürlük Partisi’nin kazandığı başarı oldu.
Yaklaşık 1.5 milyon Hollanda vatandaşı, kuvvetli anti-İslâmizm’i, milliyetçi ve Avrupa karşıtı söylemiyle, yanı sıra bütün yerleşik siyasi partilere muhalefetiyle bilinen bir partinin cazibesine kapıldı,” diyor AB’nin “önemli sima ve ateşli savunucuları”ndan Joost Lagendijk…
Evet Hollanda’da yapılan genel seçimlerde merkez sağda yer alan Liberal Parti (VVD) birinci oldu. Seçimlerde hiçbir parti tek başına hükümeti kurabilecek çoğunluğu yakalayamadı. Temsilciler Meclisi’nin 150 üyesini belirleyen seçimlerde VVD 31 milletvekili çıkardı.
İslâm’a karşı çektiği ‘Fitne’ filmiyle uluslararası şöhret edinmesi yanında, İslâm ve yabancı karşıtı tutumuyla tanınan Wilders’in aşırı sağcı Özgürlük Partisi (PVV) oylarını ikiye katlayarak üçüncülüğe yerleşti. “Hollanda’nın İslâmlaşmasını önleyin” sloganı altında birleşen Özgürlük Partisi kurulacak koalisyon hükümeti çalışmalarında önemli rol oynayacak. Özgürlük Partisi seçimlerde milletvekili sayısını 9’dan 24’e çıkardı.
Hollanda’da 9 Haziran 2010’da düzenlenen genel seçiminde aşırı sağın yükselişini getiren siyasi tablodan göçmen Türkiyeliler toplumu kaygılı.
Nasıl “kaygılı” olmasınlar ki?!
Hollanda da aşırı sağcı bir web sitesinin forumuna Müslümanlar arasındaki yüksek doğum oranlarını dengelemek için kendi “ari tohumlarını” bağışladığını yazan Patrick de Bruin adlı Neo-Nazi, tüp bebek merkezlerinden, spermlerini sadece beyaz ırktan insanlara vermelerini talep ediyor ve forumuna da “Mümkün olduğu kadar çok sarışın, mavi gözlü çocuğun doğmasını istiyorum” diye yazıyor!
Ayrıca Hollanda’da İslâm karşıtlığıyla üçüncü büyük siyasi güç hâline gelen ve hükümetin kurulması bile dışardan desteğine bağlı olan sağcı siyasetçi Geert Wilders, Müslümanlara karşı toplumda kin ve ırkçı nefretin oluşmasına yol açma suçlamasıyla hakkında açılan kamu davasında ilk duruşmaya 4 Ekim 2010 tarihinde huzuruna çıktığı mahkeme heyetine “Benimle birlikte bana oy veren Hollanda vatandaşlarının ifade özgürlüğünü de yargılıyorsunuz,” diye çıkıştı.
Bunlarla birlikte Hollanda’daki iktidar partisi Hıristiyan Demokratlar Birliği (CDA) milletvekili Mirjam Sterk’ın, “İşsiz ve toplum huzurunu bozan Romanların” sınır dışı edilmesine ilişkin teklifinden sonra Nieuwegein şehri Belediye Başkanı Cor de Vos da, Romanların etnik kayıtlarının tutulma önerisini dile getirdi!
Hollanda konusunu Abdelkader Benali’ın, nostaljik bir anıdan çıkartılan öğretici derslerle noktalayalım:
“1970’lerde göç ettiğimiz Hollanda’da el üstünde tutulduğumu hatırlarım. Fakat Avrupa solunun çokkültürcülük totemi gibi gördüğü göçmenleri eleştirmemesi entegrasyonu önlemişken, bugün bu totem günah keçisine dönüştürülüyor. Yeni bir Avrupa tanımına ihtiyacımız var…
Avrupa’nın sürekli büyüyen ve Batılı olmayan bir nüfus tarafından rehin alındığı fikri korku yaratıyor ve popülist partiler kazanıyor. Fakat göçü durdurmak imkânsız. Avrupalı nüfus yaşlanıyor, işgücü daralıyor. Ancak göçü savunmak da artık kutsala hakaret anlamına geliyor.
Çokkültürcülükte bir şeylerin çürük olduğu kesin, fakat klişeleşmiş kurbanı klişeleşmiş günah keçisine çevirmek bayağı bir davranış ve gerçeği yansıtmıyor. Çocukluğumun Hollandası’nın geri gelmeyeceğini biliyorum. Karanlık bir döneme giriyoruz. Bir nesil yabancı düşmanlığıyla büyüyor ve İslâm korkusu revaçta.
Thomas Mann ve Bertolt Brecht gibi yazarların savunduğu insanî Avrupa’ya dayanarak, Avrupa’nın ne olduğuna dair yeni bir fikir geliştirmenin vakti geldi. Yeni gelenlerin cehennem değil, sığınak olarak gördükleri bir Avrupa... Bu yapılmazsa, Avrupa göçmensizlikten değil, ışıksızlıktan hayatını kaybedecektir.”[47]
II.2.5) İTALYA…
Ben Fox’un, “AB’nin en büyük ülkelerinden birinin başbakanlık koltuğunda oturması bir yana, Berlusconi gibi bir adamın hapiste olmamasını garipseyebilirsiniz. Fakat İtalyan sağındaki liderlik mücadelesinde Berlusconi ehveni şer konumunda. En güçlü halefi, geçmişte iflah olmaz bir faşist olan Fini,”[48] diye tarif ettiği İtalya tablosu ne söylesek, neyin altını çizsek azdır!
Örneğin Roma Belediye Başkanı Gianni Alemanno başkentte Romanların yaşadığı tüm kampların söküleceğini ve 6 bin Roman’ın kent dışında kurulacak yeni birimlere yerleştirileceğini açıkladığı günlerde; 7 bin 200 Roman vatandaşının ise sınır dışı edilmesi gündemdeydi…
Bu çerçevede Kuzey Birliği Avrupa Parlamenteri Matteo Salvini, Türkiye’ye özel bir bölüm ayrılan Milano&Torino Festivali çerçevesinde 11 Eylül 2010 günü Milano’da San Babila Meydanı ile Scala Meydanı arasında yapılması planlanan Mehteran Birliği gösterisinin iptal edilmesi gerektiğini savunup, “Osmanlı sultanının yeniçeri birliğindeki askerlerinin çoğu Müslüman değil Hıristiyandı. Osmanlı yönetimi özellikle yetenekli Hıristiyan gençleri seçerek eğitiyordu,” diyordu…
Nihayet İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi Paris’te katıldığı AGİT Zirvesi ardından düzenlediği basın toplantısında ‘Benito Mussolini’nin Günlükleri’nden alıntı yapabiliyordu!
Konuya ilişkin olarak, bir başbakan olarak kendini hiç iktidar sahibi görmediğini, gerçek demokratik sistemde herkesin hizmetinde olduğunu ancak 50 bin kişinin kendisine bağlı çalıştığı ve yatırımcı olduğu dönemde iktidar sahibi olma duygusu taşıdığını söyleyen Berlusconi; daha sonra Benito Mussolini’nin Günlükleri’ne değinerek, “Büyük bir diktatör kabul edilen Duçe’nin bir sözünden alıntı yapmak istiyorum. Mussolini, ‘Herkes iktidar sahibi olduğumu söylüyor ama ben değilim, belki yardımcılarım iktidar sahibi olabilir. Ben bir tek atımı sağa mı sola mı doğru hareket ettirip ettiremeyeceğime karar verebilirim’ demişti. Aynı şey benim için de geçerli… Birçok kişi beni eleştirmek ya da hakaret etmek hakkına sahip. Ama İtalya’da halkın yüzde 62’si beni tercih ediyor,” diyordu!
II.2.6) YUNANİSTAN; MACARİSTAN; “GÜNEY” KIBRIS; BELÇİKA; DANİMARKA…
Berk Çoker’in ifadesiyle, “Danimarka Halk Partisi ya da Avrupa genelinde yükselme trendine giren aşırı sağcı eğilim, Avrupa’da 11 Eylül sonrası kıtasal muhafazakârlaşma ile birlikte ortaya çıkan Neo-Nasyonal Sosyalist (Çağdaş Nazizm olarak görebiliriz) yaklaşımların, o ülkelerde yaşayan Müslümanları değil, siyasi görüşü ya da inancı ne olursa olsun Avrupa’da yaşayan “Ötekiler”i de hedef alıyor”ken; Danimarka Müslümanlara kapıları kapatmayı tartışıyor.
Danimarka’da hükümet ortağı Halk Partisi’nden ise çok radikal bir öneri geldi. Müslüman göçmenlere kapıların kapatılmasını isteyen Danimarka Halk Partisi Başkanı Pia Kjaersgaard bu görüşünü “En büyük sorun da Batılı olmayan ülkelerden gelen göçmenler. Hesaplamalar gösteriyor ki, bu göçmenler, diğer Batılı ülkelerden gelen göçmenlere oranla üç kat daha fazla masraflı. Vasıflı işgücüne gelince de öncelikle Danimarkalılara maaş ve ekmek vermeliyiz. Daha fazla işgücüne ihtiyaç olursa, AB içinde, ülkeye daha kolay uyum sağlayacak toplam 23 milyon işsiz insan var zaten…” sözleriyle savunurken, aslında “meselenin özü”nü de ortaya koyuyor: AB ülkelerinde ırkçılık, tırmanışa geçen işsizlik ve iktisadî/malî krizin yol açtığı diğer sorunların sırtında yükselmekte…
Belçika ve Fransa hemen her yerde peçe ve burkaya yasak yoluna saparken, Avrupa Parlamentosu Başkan Yardımcısı da Avrupa çapında yasak çağrısı yaptı. Belçikalı Müslümanlar arasında kendilerini kovma kampanyası yürütüldüğü kanısının yaygınlaştığı bir dönemde, Semih İdiz de uyararak, ekliyor: “Aynen İsviçre’de referandumla getirilen minare yasağı gibi. Bu tür yasakların önümüzdeki dönemde Avrupa’da başka ülkelere de yayılacağı kesin. Gelişmeler bunu açıkça gösteriyor.”
Macaristan Başbakanı Viktor Orban, 22 Nisan 2010’daki seçim zaferini ilan ettiği konuşmasında, ülke dışındaki Macarları da Macaristanlı yapacağını açıkladı…
Güney Kıbrıs’ın Larnaka kentinde bir müzik festivaline katılan barış yanlısı iki Kıbrıslı Türk, sopalı ve bıçaklı saldırıya uğradı…
Sonra Lavrion mülteci kampını kapatan, göçmenleri Ege’de botlarını batırarak ölüme mahkûm eden Yunanistan…
Bir grup fanatik Yunanlı Atina’da 40 Bangladeşli göçmeni cami olarak kullandıkları bir eve kapatarak yakma girişiminde bulundu.
‘Elefterotipiya’ gazetesi, ‘Altın Şafak’ örgütü üyesi olan bir grubun, Amerikis meydanındaki bir apartmanın bodrum katındaki, 40 göçmenin bulunduğu evin kapı ve pencerelerini kapatarak, içeri yanıcı madde attığını duyurdu.
Ayrıca Atina’da, bir grup da, Bangladeşli göçmenlere saldırıp, 2 göçmeni yaralandı.
18 Kasım 2010 akşamı, kent merkezindeki Aristomenus caddesinde, semt halkının, Bangladeşli 2 göçmene ibadet çıkışında saldırdığı kaydedildi.
Bölgeye ulaşan polis aracı, saldırıya uğrayan iki göçmen ile Yunanistan Müslümanlar Birliği Başkanı Naim Elghadour’u semt karakoluna götürdü.
Yaralı göçmenlerin karakoldan hastaneye sevk edildikleri, Elghadour’un ise karakol önünde öfkeli kalabalığın toplanmış olması nedeniyle polis eşliğinde evine götürülebildiği bildirildi.
Elghadour, “Saldırının planlanmış olduğu” görüşünü dile getirip, “Böyle giderse, saldırganlar an gelip bir göçmeni öldürecekler, sonra da çevresinde dans edecekler,” diye ekledi…
Evet “çokkültürcü”, “demokrat” AB’nin hâl-i pür melali bu merkezde…
Geriye Woody Allen’in, “Bence onların (Ku Klux Klan’ların) yürüyüş yapma hakkını sonuna kadar savunmalı, yürüyüş yaparlarken de beyzbol sopalarınızla karşılarına dikilmelisiniz,” uyarısındaki üzere; “Aşırı olana aşırı davranmak gerekir; özgürce, büyük ve etkili,”[49] diyen W. Goethe gibi davranmak gerekiyor…
Irkçılığa karşı, ezilenler yeni değerlerini ve geleceklerini ancak böyle yaratabilirler…
III. AYRIM: VAZİYET-İ UMUMİYE: “SON”
“İyi de bunlar neden böyle” mi?
Çok boyutlu insanî, ekonomik, kültürel, toplumsal, siyasal krizde somutlanan sürdürülemez kapitalizmin devreye soktuğu yabancılaşma ve çürümeden!
Upton Sinclair’ın, “Faşizm, kapitalizm artı caniliktir,” uyarısını; liberalizmin özüne indirgenmiş -sıradan- faşizm olduğunu göz ardı etmeden; karşımıza dikilen “genel görünüm”e ilişkin, “Geleceğin düşlerini geçmişin öykülerine yeğlerim,” diyen Thomas Jefferson’un uyarısına kulak verilmelidir!
III.1) GENEL GÖRÜNÜM…
Çünkü W. Goethe’nin, “Bütün geçişler krizdir, kriz de bir hastalık değil midir?”[50] diye tasvir ettiği yaşananlar bir geçiş, ne olacağı meseleye taraf olanların mücadele kapasitelerince biçimlendirilecek bir soru(n)dur…
Kriz, güzel sözlerin, hoş, latif “temenni”lerin yaldızlarının dökülürken insanların yaşam koşullarını güçleştiren, onları işsizlik, yoksullaşma tehdidiyle bırakan çıplak gerçekleri açığa çıkartır. Bu koşullarda orta-alt sınıfın ilk tepkisi, göreli refah dönemlerinin “belagatı”ndan (itiraf etmeli, çokkültürcülük” tam da böyle, tehlike anında gemiden ilk atılacak “belagat”lardan biriydi) otoriter/dışlayıcı demogojilere savrulmak olur.
“Çokkültürcülüğün” uygulama alanı bulduğunda dahi, farklı kültürel gruplar arasında, birbirine değmeyen “gettolar” oluşturmakla yetinmesi bir yana -bu duruma yukarıda da ifade ettiğimiz üzere daha önce de sıkça değinmiştik; ama bugün o “cezb edici” misyonunu da tamamlamış gözüküyor. Artık Avrupa sokaklarında (ve kapitalizmin diğer burçlarında) “farklı” olana, “yoksul” olana, “karakafalı” olana karşı açık, saldırgan, dışlayıcı ve kendini gizlemeye gerek duymayan bir nefret dolaşıyor, elini kolunu sallaya sallaya. 1930’ların sonlarına doğru ilerlediğimiz tehdidini gözümüze sokarak…
Küresel çaplı kriz birçok ülkede siyasi eğilimleri, dengeleri de değiştiriyor. Tarih gösteriyor ki, kriz dönemlerinde siyasi tercihler merkezden uçlara yönelir, radikalleşir. Böyle dönemlerde sosyalizme yöneliş kadar, otoriter-dinci siyasete, faşizme savruluş da mümkündür...
Bugün yaşanan küresel krizde ibrenin ne yazık ki ikinciden yana olduğu görülürken; bunun ne kadarının hayat bulacağı, ne kadarının bulmayacağını asıl olarak ilericilerin, emek güçlerinin, antifaşist mücadelenin bileşenlerinin, özellikle de radikal sosyalistlerin mücadelelerince belirlenecektir. Irkçılığın palazlandırılmasına karşı sosyal temeli ve talepleri güçlü, söylemi ve çözümleri net bir kitlesel hareket bütün hesapları altüst edebilir ve etmek zorundadır…
Evet Honore de Balzac’ın, “Eşitlik bir hak olabilir, ama yeryüzünde hiçbir güç onu bir gerçeğe dönüştüremez,” imkânsızlığıyla ele alınmaması gereken soru(n)da Solon gibi, “Adalet ve eşitlik herkesi buyruğu altına aldığında yaşam bize mutluluk verecek,” deyip, biraz da düş görmek gerekiyor…
Malum ya Joseph Joubert’in ifadesiyle, “Düş gücü, ruhun gözüdür.”
Kolay mı? Raoul Vaneigem’in ifadesiyle, “Finans kapitalizminin çöküşüne tanıklık ediyoruz. Bu, kolaylıkla öngörülebilirdi. Siyasi hareket içindekilerden bile çok salağın rastlandığı ekonomi çevrelerinde bile on yıldan uzun süredir alarm zilleri çalanlar vardı. Bir paradoks yaşıyoruz. Avrupa tarihinde baskıcı güçlerin bu kadar zayıfladığı, ama ezilen kitlelerin de bu kadar pasifleştiği bir dönem olmamıştır. Yine de isyan bilinci hep tek gözü açık uyur. Hükmeden sınıfların kibri, yetersizliği ve zaafları sonunda onu uyandıracaktır. 1968 Mayıs’ının yüreklerde ve akıllarda yer eden en radikal yanlarıyla birlikte…”
Görülmesi gerek; tam da Ergin Yıldızoğlu’nun işaret ettiği üzere:
“Mali krizle birlikte güçlenen kimi eğilimlerin toplumsal açıdan ‘kusursuz fırtına’ kavramını düşündürecek biçimde su yüzüne çıkmaya başladıkları görülüyor. Örneğin emperyalist eğilimler ve hegemonya rekabeti sertleşiyor. Büyük işçi eylemleri tüm Avrupa’yı sarsıyor. Üçüncü olarak Avrupa siyasi coğrafyasında bir yabancı (özellikle Müslüman) düşmanlığı artık iyice belirginleşiyor.
Bu mali krizle birlikte güçlenen bu eğilimlerin arasında, henüz birbirini besleyen bir döngü oluşmadı, ama böyle bir döngünün oluşarak adeta bir ‘kusursuz fırtına’ya yol açma olasılığı artıyor.
Gerçekten de çok sert ekonomik, kültürel ve siyasi çalkantılara gebe bir döneme giriyoruz. Kriz 1980’lerden bu yana geçerli, bir ölçüde sorunları ötelemeyi başaran kriz yönetim modeli, neo-liberal küreselleşmenin (finansallaşma) tüm enerjisinin tükendiğini gösteriyor. Artık sermayenin önünde, üçlü bir süreç var:
Birincisi, kârların restorasyonu açısından, üretkenliğin arttırılmasından, emek maliyetlerinin düşürülmesinden başka seçenek kalmadı. Emek disiplininin arttırılması, ücretlerin düşürülmesi gerekiyor.
İkincisi, ulus devletin, temsil ettiği sermaye gruplarının (ekonominin) hammadde ve enerji tedarikinin güven altına alması, talep yetersizliği, sermaye fazlası sorunlarını hafifletmek için yeni piyasaların bulunması (‘açılması’) gerekiyor. Hammadde ve enerji kaynaklarının denetiminden elde edilen rantların, bu denetimin getireceği siyasi jeopolitik avantajların önemi adeta geometrik bir hızla artıyor.Kantçı küresel yönetişim fantezileri, yerini Hobbes’çu ‘itin iti yediği’ bir dünyaya bırakmaya başlıyor.
Üçüncüsü, hem emekçi sınıfların mücadele kapasitesini sabote edecek borç balonu sönerken krizin yükünün halkın sırtına yıkılmasına itiraz edebilecek sesleri, özellikle komünistleri susturacak, hem de enerji ve pazar rekabetinde, gündeme gelecek çatışmalarda kullanılacak bireyleri üretecek bir ideolojik-kültürel ortamın oluşması gerekiyor.
AB ülkelerinde, hükümetlerin gündeme getirdiği ‘kemer sıkma’ önlemlerini protesto etmek için geçen hafta, tüm Avrupa çapında 13 başkentte gerçekleşen görkemli protesto eylemleri işçi sınıfının sessiz kalmayacağını gösteriyor. İspanya’daki genel greve 10 milyon işçi katıldı, Fransa’da yaklaşık 18 kentte toplam bir milyon kişinin katıldığı eylemler gerçekleşti. Almanya’dan, Polonya’dan gelen tersane işçilerinin de katılımıyla Brüksel’de yaklaşık 100 bin kişilik bir eylem yapıldı. Yunanistan’da doktorlar, Slovenya’da kamu işçileri greve çıktı. Londra’da metro istasyonları görevlilerinin grevi vardı.
Ancak bu krizde de yoksulluk derinleşir, sınıf mücadelesi sertleşirken aşağı orta sınıfların (küçük burjuvazi) korkuları, kendilerine günah keçisi arama refleksleri güçleniyor. Irkçı, yabancı düşmanı sağ popülist partiler, gruplar, entelektüeller, sosyal demokratların kimi işsizlikle, emeklilerle ilgili politikalarını da benimseyerek,[51] Hollanda’da, Danimarka’da, İsveç’te, İtalya’da, Fransa’da, Polonya’da bu reflekslere cevap veriyor, hızla büyümeye, ülkelerin siyasi iklimini etkilemeye başlıyorlar. Bu süreçte merkez sağ partiler de konumlarını koruyabilmek için daha da sağa kaymaya başlıyorlar. Fransa’da Sarkozy göçmen işçi düşmanlığını, Romanların sınır dışı edilmesine kadar vardırıyor; İsviçre’de minareler, Belçika’da çarşaf yasaklanıyor. Almanya da saygın bir banka müdürü Thilo Sarrazin, Türklerin ekonomi üzerinde yük oluşturduğunu ileri sürüyor.
Bir önceki büyük kriz de Yahudiler üzerinde odaklanan günah keçisi arama çabaları, şimdi göçmen işçileri, özellikle Müslümanları hedef alıyor. Bu sırada, sosyal demokrat partilerin, herhangi bir reform önerisi üretemez hâle geldiği, sağa giden trene atlayarak çöplükten enerji elde etmeye çalıştıkları görülüyor.
Mali sermayenin sağda Wolf, solda Krugman gibi etkili entelektüellerinin, pazartesi yazımda aktardığım, emperyalist politikalara açılan önerileri, bu resmi tamamlıyor. Merkez ülkelerin basınının da uluslararası alanda kendine günah keçisi olarak Çin’i seçerek bu zeminde bir hegemonya söylemi oluşturmaya çabaladığı görülüyor.
Özetle, sınıf mücadeleleri keskinleşirken, çalışanları yerli ve göçmen olarak bölen, küçük burjuvazinin korkularından enerji alan faşist ideoloji, siyasi akımlar güçleniyor. Afganistan, Ortadoğu ve Afrika’da yaşanan kaynak savaşlarının formatına kolaylıkla uyabilecek bir kültürel iklim ile emperyalist savaşlara yatkın, bireylerin üretimi, kültür endüstrisinin de yardımıyla hızlanıyor. Böylece geçmişteki bir karanlığı anımsatan bir geleceğe açılma potansiyelleri çok yüksek bir ‘kusursuz fırtına’ ortamı oluşuyor.”[52]
Nihayetinde “Emeğin Avrupa’sı” böylesi bir “kusursuz fırtına”nın emperyalist AB’yi yerle yeksan etmesiyle oluşabilirse; olur ve imkân dâhilindedir…
Evet mümkündür! Çünkü “Karar verebilen, acıyı yener,” vurgusuyla ekler W. Goethe: “Özgürlüğü ve hayatı hak edenler/ Onu her gün fethetmek zorunda olanlardır...”[53]
20 Kasım 2010 11:08:20, Ankara.
SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER
N O T L A R
[*] Newroz, Yıl:4, No:157, 29 Aralık 2010; Newroz, Yıl:4, No:158, 5 Aralık 2010…
[1] Tolstoy.
[2] Dediklerimiz konusunda bkz: Sibel Özbudun- Temel Demirer, Avrupa Birliği ve “Çokkültürcülük Yalanı, Ütopya Yayınevi, 2006… Yüksel Akaya-İlker Aktükün-Tuncay Atmaca-Fikret Başkaya-S. Çiftyürek-Metin Çulhaoğlu-Engin Erkiner-Aydemir Güler-Adnan Kimyon-Ertuğrul Kürkçü-Özgür Orhangazi-Şadi Ozansü-Seyfi Öngider-Gökçer Özgür-M. Erdem Sakınç-Cahide Sarı-Nail Satılgan-. Kamil Turan-Mustafa Yalçıner-Merdan Yanardağ, Avrupa Birliği ve Sosyalistler: Akıntıya Karşı, Derleyenler: Sibel Özbudun- Temel Demirer, Ütopya Yayınevi, 2000… Temel Demirer-Koray İ. Serpen, Yeni Dünya Düzeni Avrupa Birliği ve Türkiye, Dev. Maden-Sen Yay., 1996… Temel Demirer, Terör Ne? Terörist Kim? (Avrupa Asya ve Ortadoğu), Cilt:2, Ütopya Yayınevi, 2000… Sibel Özbudun, “Avrupa Birliği: Çokkültürcülüğün ‘Krizi’…”, Kaldıraç, No:108, Mart 2010… Temel Demirer, “Irkçılık ‘Küreselleşirken’!”, Odak, No:2007-06 (SN:06), 18 Haziran 2007; Odak, No:2007-07 (SN:07), 19 Temmuz 2007… Temel Demirer, “Neo-Liberal Muhafazakârlık Örneği ya da Ufak Tefek Bir Arrivist: Sarkozy!”, Çoban Ateşi, Yıl:1, No:38, 3 Ocak 2008; Çoban Ateşi, Yıl:2, No:39, 10 Ocak 2008… Temel Demirer, “Derinleşen Kriz=Yükselen Irkçılık”, Sosyalist Mezopotamya, No:22, Temmuz 2008; Sibel Özbudun, “ ‘Çokkültürcülük’e Ne(ler) Oluyor?”, Uzun Yürüyüş, No:69, Temmuz-Ağustos 2005… Sibel Özbudun, “… ‘Her Parlayan Altın Değildir’, ya da Çokkültürcülük Üzerine Sesli Düşünceler”, Uzun Yürüyüş Dergisi, No:72, Kasım 2005…
[3] Ahmet İnsel, “Çokkültürlülük Dışarı mı?”, Radikal İki, 24 Ekim 2010, s.7.
[4] “Almanlar da Türklere Entegre Olmalı!”, The Independent, 18 Ekim 2010.
[5] “Avrupa’da Çokkültürlülük İflas mı Ediyor”, The Financial Times, 20 Ekim 2010.
[6] “… ‘Çokkültürlülük’ Irksal Ayrışma Yarattı”, The Daily Telegraph, 18 Ekim 2010.
[7] Roger Boyes, “Almanya’da ‘Multikulti’ Öldü Yaşasın Entegrasyon!”, Foreign Policy, 22 Ekim 2010.
[8] çevirisi: İletişim Yayınları 2009.
[9] Uğur Gürses, “Almanya, Göçmenler ve Entegrasyon”, Radikal, 3 Kasım 2010, s.25.
[10] H. D. S Greenway, “Müslümanları İskitler Gibi Hissettirmeyelim”, The Boston Globe, 5 Ekim 2010.
[11] “Sağın Yönettiği Bir Avrupa’ya Hazırlıklı Olun”, The Financial Times, 8 Haziran 2009.
[12] “Avrupa’nın Birliği Çatırdıyor”, The Economist, 11 Haziran 2009.
[13] Peter Preston, “Avrupa’nın Özgürlük Mabetleri Sarsılıyor”, The Guardian, 11 Temmuz 2010.
[14] “Almanya, Polis Şiddetinin Şokunda”, Radikal, 3 Ekim 2010, s.16.
[15] “İtalya, İran mı Oluyor?”, Taraf, 23 Ekim 2010, s.2.
[16] Meryem Salim, “Avrupa’da Özgürlük Peçeye Kadarmış”, Beyan, 20 Temmuz 2010.
[17] Abdulvehhab El Efendi, “… ‘Fobi’yi Avrupa Kadar Seven Kıta Yok”, Kuds ül Arabi, 7 Mayıs 2010.
[18] “Fransa Yanlış Peçeyi Kaldırdı”, The Daily Star, 15 Temmuz 2010.
[19] Fehmi Hüveydi, “Batı’nın Müslüman Karşıtlığı Korkutuyor”, Şuruk, 19 Temmuz 2010.
[20] “Avrupa’ya Korku Değil Umut Yakışır”, The Guardian, 14 Temmuz 2010.
[21] Tara Mccormack, “Uluslararası Adalet Batı’ya İşlemiyor”, The Independent, 26 Ekim 2010.
[22] Yıldız Silier, Oburluk Çağı, Yordam Kitap, 2010, s.79.
[23] Stewart Motha, “AB Neo-Milliyetçilik Tehdidi Altında”, The Guardian, 7 Eylül 2010.
[24] Slavoj Zizek, “İnsan Maskeli Barbarlar Çağı”, The Guardian, 3 Ekim 2010.
[25] Recep Korkut, “Açık Hedef Olarak Yabancılar”, Radikal, 23 Eylül 2010, s.15.
[26] Thomas Seibert, “Berlin ile Ankara, Avrupa İslâmının Gelişmesine Katkıda Bulunabilir”, Der Tagesspiegel, 7 Ekim 2010.
[27] Hürriyet Emin, “İslâmofobi’yi Doğru Anlamak...”, Radikal, 7 Eylül 2010, s.13.
[28] Halil El Enani, “Batı Liberal Değerleri Unuttu”, Vatan, 25 Ağustos 2010.
[29] Adriano Sofri, “Farklı Olan, Hep Günah Keçisi”, La Republica , 26 Ağustos 2010.
[30] Thomas Hammerberg, “Avrupalı Romanlara Karşı Nefret Söylemine Son”, Le Monde, 16 Eylül 2010.
[31] “Avrupa’nın Roman Sorununun Anahtarı Eğitim”, The Economist, 16 Eylül 2010.
[32] Sezin Öney, “Paris’te Roman’ın Adı Yok”, Taraf, 8 Eylül 2010, s.2.
[33] Tony Barber, “Göçmensiz Bir Avrupa Yoksullaşır”, Financial Times, 3 Eylül 2010.
[34] “İslâm Dünyasında ‘Hıristiyanofobi’ Yükseliyor”, The Wall Sreet Journal, 7 Ocak 2010.
[35] David Cronin, “AB’nin Türkiye Önyargısının Irkçılıktan Farkı Yok”, The Guardian, 6 Ocak 2010.
[36] Utku Çakırözer, “Hollanda’dan Kritik Adım”, Cumhuriyet, 11 Ekim 2010, s.4.
[37] Nilgün Cerrahoğlu, “Avrupa’nın ‘Karanlık Yüreğinde’ Irkçı Saldırı”, Cumhuriyet, 23 Eylül 2010, s.11.
[38] Daniel Bax, “Almanya’da Göçmen Hâlâ Mağdur”, Tageszeitung, 8 Temmuz 2010.
[39] “Sarrazin: Zekâ İrsi Bir Şey”, Die Zeit, 26 Ağustos 2010.
[40] Davud El Şeryan, “Fransa Terörle Savaşın ‘Kültür Cephesi’ni Açtı”, Hayat, 19 Temmuz 2010.
[41] Dominique Moisi, “Sarkozy Seine’de Boğulmak Üzere”, Financial Times, 28 Eylül 2010.
[42] Madeleine Bunting, “Avrupa Irkçılığa Özgürlük Peçesi Giydiriyor”, The Guardian, 15 Temmuz 2010.
[43] Agnes Poirier, “Sarkozy’nin Peçe Yasağı Hukuki Bir Kâbus”, The Guardian, 28 Nisan 2010.
[44] Rande Takuyiddin, “Peçeye Değil İşsizliğe Bakın...”, Hayat, 28 Nisan 2010.
[45] “Yükselen Yabancı Düşmanlığı Dalgası Acilen Kırılmalı”, The Independent, 20 Ağustos 2010.
[46] “AB, Fransa’dan Derhâl Hesap Sormalı”, Libération, 28 Eylül 2010.
[47] Abdelkader Benali, “Avrupa’nın Masal Dünyası Karardı”, The Observer, 3 Ekim 2010.
[48] Ben Fox, “Berlusconi’yi Mumla Arayabiliriz”, Newstatesman, 29 Ağustos 2010.
[49] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.60.
[50] W. Goethe, yage, s.399.
[51] Spiegel online, 28 Eylül 2010.
[52] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Kusursuz Fırtına’nın Öncü Rüzgârları mı?”, Cumhuriyet, 6 Ekim 2010, s.4.
[53] W. Goethe, yage, s. 115-453.
Yorumlar