“Suya sabuna dokunmadan
bir mendil bile temizlenmez.”[2]
Bütün davalarda, o muhteşem tebessümüyle hep yanı başımızda olan -oturum başkanı- Şenal Sarıhan, kendisinden çok şey öğrendiğim Turgut Kazan ve Erzincan mağduru İlhan Cihaner ve diğer arkadaşlarımla “12 Mart Olağanüstü Mahkemelerinden Özel Yetkili Mahkemelere Kişi Özgürlüğü ve Güvenliği” konusunda konuşmak bana ister istemez bir tarihi anımsatıyor…
Aslı sorulursa tarihsiz hiçbir şey yok; tıpkı “Summum jus suma injuria/ Hukukta ifrata kaçmak en büyük haksızlıktır,” kapsamında irdelenmesi gereken “özel yetkili mahkemeler” gibi…
İnsan hakları savunucusu avukatlardan, muhalif basına yapay suçlamalarla birbiri peşi sıra açılan davalardan; hak ihlâllerinin sürekli hedefini oluşturan radikal sosyalistlere, militan işçilere, Kürtler’e, muhalif aydınlara, hak savunucularına, vicdanî retçilere, ÇUŞ’ların çıkarlarına taş koyan çevre eylemcilerine hepimiz hedefteyiz…
Kolay mı? Kolluk kuvvetleri, yargı sürecinin doğrudan müdahili, savcısı, hatta yargıcı konumundalar…
Ancak bu “yeni” değil…
“Devlet menfaatini koruma” söylemiyle olağanüstünü “olağanlaştıran” bir hukuk(suzluk) yorumu coğrafyamızın gündeminde oldu hep…
Bunda yapısal olarak “değişen bir şey” yok; sadece biçim yani uygulayıcılar farklılaştı…
“Özel yetkili mahkemeler” deyince İstiklal, Sıkıyönetim, Devlet Güvenlik, Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri gibi isimlerle tanımlanan siyasal nitelikli davalarla maruf bir iktidar olgusundan söz etmiş olursunuz…
Bu kapsamda dün yanlış olan bugün de yanlıştır; veya dünkü doğruysa bugünkünün yanlış olduğu iddiası abes ile iştigal olur…
“Özel yetkili mahkemeler”de rahatsız olduğumuz adı üstünde “özel yetki” değil midir?
Ancak bu da yeni değil!
Bilmeyen var mı? Davaların hazırlık süreçlerinde, emniyet sorgu, savcılık sorgu ve hâkimlik sorgu süreçlerinde insanlar, yıllarca savunman/avukat desteğinden yoksun bırakıldılar.
Yargılama sonuçlarında verilen kararlar, çoğu zaman, emniyet, savcılık ve hâkimlik sorgu süreçlerinde avukat/savunman yardımı olmadan alınan ifadelere dayandırıldı. İnsanlar, savunman olmadan, hukuki yardım alamadan (işkence, aldatma, v.b. yöntemlerle) alınan veya kendileri ile bir şekilde ilişkilendirilen ifadeler nedeni ile idam cezasına, müebbet hapis cezasına çarptırıldı.
Bunlar İstiklal, Sıkıyönetim, Devlet Güvenlik, Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’nde hep böyleydi; Cumhuriyet kurulduğundan beri…
AKP keyfiliğini kabul etmek, onaylamak mümkün değil; ama öncekileri onaylamanız mümkün müdür?
AKP bir tarihin mirasçısıdır; soru(n) ise, sadece AKP değil, mirasçısı olduğu tarihtir…
“Hukuk”u, devletin bekası/ güvenliği sorunu olarak algılayıp, sürecin aslî öznelerinin kolluk kuvvetleri olduğunu kabul etmiş olursunuz ki, “özel yetki” de budur!
Örneğin işkenceye dayalı alınmış veya kolluk kuvvetleri tarafından hazırlanıp imzalatılmış/imzalanmak zorunda bırakılmış ifadelerden, atf-ı cürüm mahiyetindeki itirafçı ifadelerine uzan “veriler”e dayanan bir “hukuk(suzluk)”, adil olabilir mi?
Bugün burada esasa müteallik olanı konuşmalı, irdelemeliyiz…
Bu da ancak tarihi göz ardı etmeden olur.
Unutmayın: “Çoğu kez ilk keşfeden biz değiliz… Sandığımızdan çok daha fazla şey keşfedilmiştir,” diyen W. Goethe ekler: “Asıl her şeyin nasıl da basit olduğunu gösterebilmekle çok iş yapmış oluruz.”[3]
I) SORU(N)LAR
“Soru(n)” kanımca şu: İstiklal, Sıkıyönetim, Devlet Güvenlik adlarıyla yaşanmışların, yapısal olarak Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’nden hiçbir farkı yoktur…
Bu bağlamda yaşanan son olaylardan hareketle Deniz Kavukçuoğlu’nun, “Hukukun araçsallaştırılması”ndan söz etmesi… “AKP hukuk devletini sona erdirmeye hazırlanıyor,”[4]denilmesi…
Veya Orhan Bursalı’nın, Kafka’nın, “Joseph K.: Neden tutukluyum?”. Yanıt: “Nedenini söylemek bize düşmez.. Soruşturma başladı. Vakti gelince her şeyi öğreneceksiniz…” repliğini anımsatması beni cidden şaşırtıyor…
Joseph K.’lar, Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali vd’leri gibi Cumhuriyet’in kuruluşundan beri tarihimizin bir parçası…
“Hukuk devleti” denen şey “AKP ile mi sona erdi”? Hadi canım sen de?!
Mesela general Muğlalı’nın kurşunlattığı 33 Kürt’ten, “Hatay’da Valilik, PKK’lı sanılarak öldürülen 2 köylünün ailesine 21 bin 650’şer lira tazminata hükmetti… Böylece 233 kurşunla öldürülen köylülere kurşun başına 93’er lira düşmüş olacak!” haberine hangi “Hukuk devleti”nden söz ediyorsunuz?
Bu mu “Hukuk devleti”?
Yani düşüncelerini ifade etmek isteyen üniversite öğrencilerinin maruz kaldığı şiddet, o eylem sırasında 19 yaşındaki bir genç kızın polisin tekmeleriyle bebeğini kaybetmesi, bu olay sırasında esas polisin şiddet gördüğüne dair açıklama, cezaevlerindeki hasta tutukluların serbest bırakılmaması, duvarların arkasında yapılan işkenceler… Bunlar mı?
Bunlardan neden mi söz ediyorum; kanım odur ki, hukuksuzluk Cumhuriyet’in yapısına mündemiç bir olgudur; ve Ergenekon benzeri davalarda yargılananlar tek “mağdur” değildirler…
I.1) HUKUKUN SORU(N)LARI
Bu neden böyle mi?
“Hukuk”un sınıfsallığından…
Özünde soru(n), sadece budur; ne bir fazla ne de bir eksik…
Biliyorum buna, “Marksist lafziyat” diyeceksiniz ama ben sizlere, ‘Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji’de, Gönenç Ünaldı imzasıyla yayınlanan “Hukukun Üstünlüğü ve Toplumdaki Yansımaları” başlıklı yazıdan,“Oligarşik düzende, hukukun üstünlüğünden söz edilemez,”[5] saptamasını aktarıp, tekelci kapitalizmin oligarşik bir dikta olduğunu anımsatmakla yetineceğim…
İşin özü bu olmasına bu da, bir de, benim de asla küçümseyip, inkâr etmediğim “formel” yan var…
“Formel” olarak “Hukuk, hissetmektir” der, hukuk filozofu A. Von Jhering…
Hukuku hissetmek, hukuk hafızlığının ve “malumatfuruş”luğun ötesinde, hukuku “hak”la, “insaf”la, “şefkat”le meczetmek, “özgür” düşünebilmek, “analitik” sorgulayabilmektir.
Hukukçu hukuku hissetmiyorsa, yaptığı işin şoförlükten, seri üretim yapan fabrika işçiliğinden farkı yoktur. Çünkü hissetmeyen, otomatikleşen bir düşünce ancak oralarda işe yarayabilir.”
Adalet” bir duygudur. Hukuktan da önce gelir. Hukuk düzeninde var olmakla birlikte, onun önünde giden, ondan da önce gelen bir “başvurma” yeri, hak, nısfet, insaf ve şefkat duyguları ile örülmüş bir değerdir.
Bu yüzden adalet, kendine özgü karakterini, meşruiyetini, taş duvarlarına yasanın soğukluğu sinmiş görkemli “adalet sarayları”ndan değil, vicdanların “iç adalet sarayı”ndan alan bir bilinç formu, bir duygu derinliğidir.
Ancak “formel” olarak; Gürsel Kasım’ın, “Devlet, bireye yönelik hak ihlâlini önleyen güç olacağına, soru soran bir güç olarak çıkar karşısına,” notunu düştüğü Cumhuriyet hukuk(suzluğu)u açısından yukarıda zikredilenler geçerli değildir; Cumhuriyet tarihi boyunca olmamıştır da…
Sadece AKP operasyonuyla değil; öncesinde de yani Cumhuriyet tarihi boyunca coğrafyamızda yargı “bağımsız” falan değildi…
“Yargı bağımsızlığı” mı dediniz?
Evet “Bu ülkede yargı bağımsızdır! Darbecileri soruşturmaz. Yargı bağımsızdır!
Darbecileri yargılamaz.
Yargı bağımsızdır!
Askerimizi el üstünde, hukuk üstünde tutar.
Yargı bağımsızdır!
Suikastçıları soruşturmaz!
Yargı bağımsızdır!
Genelkurmay ‘andıç’larına dokunmaz.
Yargı bağımsızdır!
Hükümete gündüz yazdığı muhtırayı gece yarısı sitesinde yayımlayan Genelkurmay Başkanı’nı soruşturmaz. (…)
27 Nisan muhtırasında, ‘Ne mutlu Türküm diyene’ demeyenleri düşman ilan edebilen Genelkurmay Başkanı’na bu da ne demek oluyor diye sorma gereğini duymaz.
Yargı bağımsızdır! (…)
Kara Kuvvetleri Komutanı’nın adını Şemdinli iddianamesine yazan savcı Ferhat Sarıkaya’yı meslekten men edebilir.
Yargı bağımsızdır!
12 Eylül darbecilerinin yargılanması için iddianame düzenleyen savcı Sacit Kayasu’yu meslekten men edebilir.
Yargı bağımsızdır!
Şemdinli davasında bilmem kaç yıl hapse mahkûm edilen asker kişileri önce askerî mahkemeye havale eder, sonra serbest bırakabilir.
Yargı bağımsızdır!
Faili meçhul cinayetleri soruşturmaz.
Yargı bağımsızdır! (…)
İnsan haklarından bağımsızdır.
Bireyden bağımsızdır.
Evet, yargı ‘tam bağımsızdır’ bu topraklarda...”[6]
Bu yalana inanmamızı kimse, ama hiç kimse, herhangi bir “gerekçe”yle istemesin bizlerden!
Hem de 12 Mart’ları, 12 Eylül’leri Cumhuriyet’in bekası için yaşatılmışlığımız sınıfsal “hukuk(suzluk)”la…
II) 12 EYLÜL NEDİR?
Genco Erkal oyunu ‘Nereye Gidiyoruz?’u, Meltem Yılmaz ile konuşurken, “Son yıllarda 12 Eylül’ü konu alan birçok ürün ortaya çıktı ama kaçı akılda kaldı?” sorusunu, “Aklımızda kalmadığına göre gerçek bir hesaplaşmadan söz edemeyiz herhâlde” diye yanıtlarken; işin iktidar boyutuna hiç girmek istenmemesine dikkat çeker…
Gerçekten de “12 Eylül nedir?” sorusuna; iktidar boyutuna değinmeden temelli bir yanıt bulmak mümkün değildir…
Erinç Yeldan’ın belirttiği üzere, “1980’in neo-liberal muhafazakâr dönüşümü Türkiye’de de 12 Eylül’ün anti-demokratik uygulamaları aracılığıyla sürdürüldü. 12 Eylül darbesini izleyen günlerde, bir yandan emeğin politik ve sendikal örgütleri yasaklanır ve on binlerce yurtsever, demokrat, aydın ve işçi lideri cezaevlerinde işkence görür iken; bir yandan da ekonomi Dünya Bankası ve IMF uzmanlarınca hazırlanan yapısal uyum programları uyarınca, serbestleştirme, özelleştirme ve kuralsızlaştırma yoluyla küresel kapitalizmin yasalarına tabi kılınmaktaydı. Bu süreçte en ağır darbeyi de emeği ile yaşayan sınıflar almıştı.”
Yani 12 Eylül 1980, kapitalizmin neo-liberal “24 Ocak Programı”nı hayata geçirmek için devreye sokulan ekonomi-politik saldırganlığıydı…
Eğer 12 Eylül’ün faillerini yargılayacaksanız; söz konusu ekonomi-politik sistemle hesaplaşmanız gerekir!
Tıpkı Sadi Şirazi’nin, “Kuş bakışı bakmak güzeldir, fakat kuş gibi bakmamak şartıyla,” deyişindeki gibi…
Şirazi’nin uyarısının altını bir kez daha çizerek Meral Tamer’den aktarayım:
“TÜSİAD, güçlü sendikalar ve sola karşı kurulmuştu…
Yıl 1981: TÜSİAD 10 yaşında… Rahmetli Ali Koçman TÜSİAD Başkanı ve TÜSİAD’ı ‘Büyük sermayenin çıkarlarını korumak için kurulmuş bir baskı grubu’ olarak tarif ediyor. 12 Eylül darbesinin ertesindeki Türkiye’de TÜSİAD, iş dünyasının taleplerini duyurmada açık ara öne çıkarak TOBB’u gölgede bırakıyor.”
Bu öyle bir öne çıkarmaydı ki TİSK Başkanı Halit Narin 12 Eylül’ün “anlamını” darbeden sonra şöyle açıkladı: “Şimdiye kadar biz ağladık, şimdi sıra onlarda.”
12 Eylül’le birlikte devlet sermayenin ihtiyaçları temelinde yeniden organize edildi. Dönemin önde gelen sermaye örgütleri arasında yer alan TÜSİAD, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) ve Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS) darbenin yapılması için adeta davetiye çıkarmışlardı.
Tıpkı İbrahim Bodur’un, “Demirel hükümeti serbest piyasa ekonomisi diye tanımlanan modeli hayata geçirmeye başlayan bir program hazırlamış ve bunu da 24 Ocak kararları üzerinden şekillendirmişti. Ancak bu programı fiilen uygulayacak yeteneğe ve güce sahip değildi. Bu nedenle bu programı uygulamak önce askerî rejimin tercihleri doğrultusunda şekillenecek hükümetlerin görevi olacaktı... 24 Ocak kararlarını başarıya ulaşmasında en büyük pay 12 Eylül yönetimine aittir,” sözlerinde ifade (ve itiraf) ettikleri üzere…
O hâlde 12 Eylül bir suçsa, suçluyu öven, teşvik eden sermaye ve sermayedarlar da unutulup, göz ardı edilmemelidir; 12 Eylül’ün yolunu döşeyenler gibi…
II.1) KISA BİR PARANTEZ: 12 EYLÜL’E NASIL GELİNDİ VE NE OLDU?
ABD’nin “Bizim Çocuklar” dediklerinin eseri olan 12 Eylül’e nasıl gelindiği, 12 Eylül’ün ne ve nasıl bir Gladio hikâyesi olduğunun da net anlatımıdır…
12 Eylül 1980 darbesine giden yolda çoğu kontrgerillaya mal edilen birçok suikast gerçekleştirildi. Bunlarım mimarı da bugün “derin (denilen) devlet”ti. Kaçınılmaz olarak da söz konusu suikastların çoğu “faili meçhul” kaldı ve davaları tek tek zamanaşımından düştü.
Tıpkı DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler, Doç. Dr. Bedrettin Cömert, Prof. Dr. Ümit Doğanay, gazeteci İlhan Darendelioğlu, Prof. Cavit Orhan Tütengil ve Ümit Kaftancıoğlu v.b. aydın, gazeteci ve sendikacılar gibi…
Bilindiği üzere Türkiye’de kontgerilla faaliyetleri 1952’deki NATO’ya üyeliğiyle başlarken; 6-7 Eylül olayları, Kanlı Pazar, 1 Mayıs 1977 Katliamı, Deniz’lerin idamı, Kızıldere, İbrahim Kaypakkaya’nın katli vd’leri de bu çerçevede ele alınmalıdır…
Gerçekten de Türkiye’de gerçekleştirilen darbeleri anlamak ve anlatmak için belki daha eskiye, 1950’lere kadar gitmek gerekir.
Askerî müdahaleler ile “Gladio” tarihçesinin paralellik göstermesi bir tesadüf değildir!
Anımsanacağı üzere Ankara Cumhuriyet Savcı Yardımcısı olarak görev yapan Doğan Öz, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e ilettiği bir raporda, 12 Eylül 1980 öncesi yaşanan olayların ardındaki gücün kontrgerilla olduğunu ifade etmiş, kontrgerillanın da CIA yönlendirmesiyle TSK’ye bağlı Özel Harp Dairesi ile ilintisi olduğunu dile getirmişti.
Doğan Öz, ülkücülerin çoğunlukta olduğu Ankara Cebeci’deki Site Yurdu’nun aranmasını gerçekleştirdikten hemen sonra 24 Mart 1978’de evinden çıkıp Kızılırmak Caddesi’nde arabasına bindiğinde silahlı saldırıya uğramış ve can vermişti ki, bu da “derin (denilen) devlet”in Gladiocu katliam hikâyeleri açısından “tesadüf” değil, Cumhuriyet hukuk(suzluğ)unun “raison d’état”sıdır…
Bu kabul edenlerin, bugün, Fethullah aleyhine konuşan/ yazan herkesin uydurma gerekçelerle gözaltına alınmasını eleştirmeye kalkışması, çifte standart ve ikiyüzlülükten başka nedir ki?
Bu arada 9 Ekim 1978 gecesi Ankara’nın Bahçelievler semtindeki; Ankara Balgat’ta 10 Ağustos 1978’de dört kahvehanenin taranmasını; 12 Eylül darbesine giden sürecin kilometre taşlarından biri olan 16 Mart katliamını; 16 Mayıs 1978 gecesi Ankara Etlik Piyangotepe’de Çelik Kahvehanesi’nin taranmasını; 12 Haziran 1980’de İzmir İnciraltı Öğrenci Yurdu katliamını; Çorum ve Maraş’ı unutamayız!
Bunlar ve benzerleri coğrafyamızda oldu ve hiçbiri “bağımsız” yargı tarafından doğru-dürüst soruşturulmadı, ki buda Cumhuriyet hukuk(suzluğ)unun “raison d’état”sının parçalarıdır…
Tıpkı söz konusu hukuk(suzluğ)un işkenceleri, “kayıpları” yan 12 Eylül’ün insanlık suçları gibi…
Hani Mamak’tan Metris’e oradan da Diyarbakır’ın 5 no’lu zindanına uzanan zulümdeki gibi…
Resmî olmayan rakamlara göre 1980-1984 arasında Diyarbakır 5 No’lu Askerî Cezaevi’nde 5 ile 7 bin arasında çoğu politik tutuklu kişi kalmıştı.
Nimet Tanrıkulu’nun, “Diyarbakır’da başka bir şey olmuştu. Bunu vahşetle bile açıklamak mümkün değil, onun da ötesinde,” diye tanımladığı 5 No’lu Cezaevi, 12 Eylül’ün simgesidir. İnsanlığın iki yüzünün de en rafine biçimiyle özetlenebileceği bir simgedir.
Bir yanında “Biz insanlar nasıl bu kadar alçak, bu kadar acımasız, bu kadar onursuz olabiliyoruz” sorusu. Öbür yanında ‘biz insanlar’ın, bu alçaklık, acımasızlık ve onursuzluğa, bedeli hayatla ödenen isyanı…
III) “DERİN (DENİLEN) DEVLET” MESELESİ
Bunlardan niye mi söz ettim?
Türkiye’de, bugün kimilerinin AKP’yi haklı olarak eleştirdiği gibi bir “hukuk devleti” olsa, bunlar olur muydu?
Elbette “Hayır”!
Dünün hukuk(suzluğ)unun parçası olanlar, bugün AKP’ye itiraz etseler de, inandırıcı olamazlar…
Çünkü coğrafyamızda “derin (denilen) devlet”in raison d’etat’ını, “Fiat lustitia et pereat mundus/ Adalet yerini bulsun da, isterse dünya yıkılsın,” kararlılığıyla karşısına alamayan bir “hukuk iddiası” inandırıcı olamaz…
‘Devletin Şiddet Tarihi’[7] başlıklı yapıtında, devletin katillerin üzerine örtüleri örtme başarısının altını çizen Berat Günçıkan, “Bir devlet politikası olarak cinayetler”e dikkat çekip ekliyor:
“Eğer her insan tarihin bir sayfasına aitse, o sayfada hiç boşluk bırakmamalı ve her şeyi ta başından anlatmalı…
Hayat hiç kimseyi, hiçbir şeyi durduğu yerde bırakmıyor, ölüler dışında. Bir tek Türkiye hep yeni kazılmış toprak kokuyor, genç ölülerden dün de bugün de utanmıyor…”
“Devletin asli işi sistemi korumak… Bugün için bu, kapitalizmi korumak, yani sermayenin istediği ‘istikrarlı’ bir ortam yaratmak. Toplumu sindirmek için kullandığı argüman ise içte ve dıştaki ‘düşman’lar, Kürtler, Ermeniler, sendikalar, eşcinseller, taş atan çocuklar, kendilerine biçilmiş sınırları aşan kadınlar. ‘Toplumun huzuru, vatanın ve milletin bölünmezliği’ adına toplumdan aldığı destekle de, ‘düşmanlarını’ yok etmek için, bazen yasaları kullanarak bazen yasadışı yöntemler uyguluyor. Bu fiziki ve cinsel işkence oluyor, tutuklamak oluyor, faili meçhul cinayetlere zemin hazırlamak, hatta siyasi ve ekonomik kriz yaratmak oluyor... Yani uluslararasında da sınanmış bütün yöntemlere başvuruluyor…
Unuttuğumuz ve sessiz kaldığımız sürece bu şiddete suç ortaklığı ediyoruz. Bu ülkenin tarihinde şiddet hiç eksik olmadı, suikastler, katliamlar, faili meçhul cinayetler hep yaşandı ama hep unutuldu, unutturulmaya çalışıldı. Bu da yeni baskıların, şiddetin önünü açtı. Hesaplaşma, yüzleşme isteği daha doğmadan boğuldu. Çoğunluk gündelik hayatın hızına ve hazzına kapılıp ‘güllük gülüstanlık’ hatta küresel güçlerden biri olmaya aday bir ülkede yaşadığımıza inanıyor ancak o şiddeti bire bir yaşayanlar ya da tanık olanlar için zamanın açılımı böyle değil. Onların yaraları hâlâ açıkta ve bir hesaplaşma yaşanmadan hep kanayacak. Toplumun onlara bir borcu olduğunu düşünüyorum, devletin ve toplumun onlara ‘neden?’ sorusunun yanıtını vermesi gerekiyor…
Toplumun vicdanı birkaç generali yargılamak ve cezalandırmakla aklanamaz. Katliamların, cinayetlerin, faili meçhullerin, yani 12 Eylül öncesi ve sonrası bütün cinayetlerin sorumlularının ortaya çıkarılıp yargılanması gerekiyor. Burada bütün sorumluluğu darbeden sonraki kuşağa yüklemek haksızlık olur, nasıl bir sindirme politikasıyla korku toplumu yaratıldığını, bu arada geçmişin yok sayıldığını hepimiz biliyoruz. Bu yüzden sorumluluğumuz sürekli hatırlatmak ve hesap sorma, yüzleşme isteğinden vazgeçmemek, diye düşünüyorum…”
Berat Günçıkan’ın altını çizdiği noktalar kilit önemdedir…
III.1) “HUKUK(SUZLUK)”UN SORUM(SUZ)LULUĞU
“İstanbul’da, 01 Aralık 2010 tarihinde Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) kurucu Genel Başkanı Kemal Türkler’in öldürülmesiyle ilgili olarak sanık Ünal Osmanağaoğlu’nun yargılandığı davayı, zamanaşımı gerekçesiyle ortadan kaldırdı. Böylelikle aradan geçen 30 yıl boyunca devlet, yargı organı eliyle DİSK’in eski yöneticisi Kemal Türkler cinayetinin, tetikçileri ile birlikte arkasındaki örgütlü yapıyı ortaya çıkartmamak için elinden geleni yapmış oldu.
Çıkan sonuç vicdan ve adalet kaygısı olan için bir utanç tablosu. Zaten ne zaman böyle bir cinayet işlense, katillerin bulunup yargılanması ya da bulunanın yargılanıp mahkûm olmasının çok kolay olmadığı herkesin malumudur.
Kemal Türkler cinayeti gibi A. İpekçi, Doğan Öz, Musa Anter, Uğur Mumcu, Hrant Dink, Vedat Aydın, Turan Dursun, Ahmet Taner Kışlalı, Ümit Kaftancıoğlu ve adlarını burada sayamadığımız yüzlerce kişi, Çorum, Maraş, Sivas, Malatya Zirve Yayınevi gibi katliamlar çoğu zaman adlandırıldığı gibi basit birer siyasi cinayet değildirler.
Çünkü; bütün bu cinayet ve katliamların fail veya failleri kendisine durumdan vazife ve misyon çıkartarak, homojen ideolojik yönetim erkinin muhafazasını sağlamaya çalışan o ‘devlet’ten başkası değildir. Bunun adını koymakta korkar, utanır ya da çekinirsek o zaman gerçek faillerin de ortaya çıkarılıp yargılanmayacağını söylemek lazımdır.
Çünkü neden susarız ki? Bilmeyiz mi bu katil ‘devlet’in onlarca yıllık askerî vesayet rejiminin biricik sigortası olan bu yargı ve usul yasaları ile her biri birer insanlık hazinesi olan kurbanların katillerini ortaya çıkarıp, yargılanmayacağını?
Çünkü kurbanların hiçbiri farklı düşünen veya yaşayanlar arasında çıkan siyasi, felsefi bir tartışma, çekişmeden kaynaklanan bir sebeple vurulmuş, öldürülmüş değillerdir. Katillerin hemen hemen hepsi birer ‘devlet’ organizasyonunun tetikçisidirler. Grup hâlinde linçe yöneltilen katiller de birer tetikçidirler.
Katillerin kurbanlarından farklı inanç ve siyasi kamplarda bulunuyor olmuş olması tetikçiliği gölgeleyen bir maskeden başka bir şey değildir.
O nedenledir ki bu cinayetler basit birer siyasi cinayet olarak adlandırılamaz. Tetikçilerin eğitimi, yönlendirilmeleri, kollanışları, soruşturma birimlerine teslim edilmemeleri ya da yasal dokunulmazlık zırhına sokulmalarının her biri bu organizasyonun birer parçasıdır.
Katledilen canların her birisi taşıdıkları değerleri ve farklılıkları ile insanlık ailesi içerisinde özel bir yer işgal ederler. Onların katli doğrudan toplumun, insanlık ailesinin katlidir. Yine hepimiz biliyoruz ki bu kurbanlar üzerinden verilmek istenen mesaj ve müdahalelerle çekirdek iktidarın/ statükonun devamlılığı amaçlanmaktadır. Yine o nedenledir ki tüm bu cinayetlerin hepsi tartışmasız olarak insanlığa karşı işlenmiş suçlardır.”[8]
Hızla sıralayarak bir kez daha hatırlatalım:
Doç. Orhan Yavuz, Erzurum, 15 Haziran 1977...
Doç. Bedrettin Cömert, Ankara, 11 Temmuz 1978...
Prof. Bedri Karafakioğlu, İstanbul, 20 Ekim 1978
Abdi İpekçi, İstanbul, 1 Şubat 1979...
Prof. Ümit Doğanay, İstanbul, 20 Kasım 1979...
Prof. Cavit Orhan Tütengil, İstanbul, 7 Aralık 1979...
Ümit Kaftancıoğlu, İstanbul, 11 Nisan 1980...
Sevinç Özgüner, İstanbul, 23 Mayıs 1980...
Gün Sazak, Eskişehir, 27 Mayıs, 1980...
Kemal Türkler, İstanbul, 22 Temmuz 1980...
Prof. Dr. Muammer Aksoy, Ankara, 31 Ocak 1990...
Çetin Emeç, İstanbul, 7 Mart 1990...
Turan Dursun, İstanbul, 4 Eylül 1990...
Doç. Dr. Bahriye Üçok, Ankara, 6 Ekim 1990...
Uğur Mumcu, Ankara, 24 Ocak 1993...
Baro Başkanı Ali Günday, Gümüşhane, 25 Temmuz 1995...
Özdemir Sabancı, İstanbul, 9 Ocak 1996...
Konca Kuriş, Konya(?),Temmuz 1998(?)...
Şemsi Denizer, Zonguldak, 6 Ağustos 1999...
Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, Ankara, 21 Ekim 1999...
Necip Hablemitoğlu, Ankara, 18 Aralık 2002...
Rahip Andrea Santoro, Trabzon, 5 Şubat 2006...
Danıştay Yargıcı Mustafa Yücel Özbilgin, Ankara, 17 Mayıs 2006...
Hrant Dink, İstanbul, 19 Ocak 2007...
Bu listeye Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı...
Erdal Eren’i...
Metin Göktepe’yi...
İdam edilen, kalleşçe öldürülen, daha pek çok kişiyi, özellikle de gençleri ve “faili meçhulleri” eklerseniz...
Toplumumuzdaki zulmün kaynağını çok daha iyi algılayabiliriz…
İyi de buncası ortayken “hukuk devleti”nin “hukuk”u ya da “yargı”sı neredeydi; ne yapıyordu; nelerle meşguldü?
Bunlara bir de “hukuk(suzluk)”un sorum(suz)luluğu şahsında öne çıkan dört örneği daha eklemek gerek.
Birincisi Abdullah Baştürk’ün, “Bu dava, geçmişin değil, geleceğin davasıdır. Bu nedenle de siyasi bir davadır,” dediği DİSK davası…
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 2 No’lu Askerî Mahkemesi 24 Aralık 1986’da DİSK davasını sonuçlandırdı. 264 sendikacı ve sendika uzmanı hakkında beş yıl altı ay yirmi gün ile on beş yıl sekiz ay arasında hapis cezaları verildi. Karar DİSK yöneticileri tarafından temyiz edildi. Askerî Yargıtay 3. Dairesi, 16 Temmuz 1991’de açıklanan kararıyla DİSK davası sanıkları hakkında beraat kararı verdi.
İkincisi “Hayata Dönüş” denilen saldırganlık…
Ancak önemli olan bu değil; bunun karşısında kendine hukukçu diyenlerin, “adalet(sizlik)”ten söz edenlerin, “insan hak(sızlık)ları”na gönderme yapanların, “dut yemiş bülbül”ü andıran suskunluğudur…
19 Aralık katliamında Meclis İnsan Hakları Komisyonu üyesi olarak siyasi tutuklularla Adalet Bakanlığı arasında arabuluculuk yapan Mehmet Bekaroğlu, kendileri uzlaşma çabalarını sürdürürken, “derin (denilen) devlet”in operasyon yaparak birçok tutukluyu katlettiğini söyledi.
Burada Hüseyin Edemir’i, Nevin Berktaş’ı da anımsatmadan geçmeyeyim…
Üçüncüsü Ahbarik Hrant…
Duymamış olamazsınız: Hrant Dink’in ailesinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yaptığı başvuruya hükümetin gönderdiği savunmada skandal ifadeler yer aldı. Hükümetin AİHM’e gönderdiği yazıda Dink’in ‘Türklüğe hakaret’ten yargılanması savunuldu. Dink’i hedefe koyan ve 301. maddeden ceza almasına neden olan yazıyla Agos’u tehdit eden bir kişinin eylemi bir tutuldu. Savunmada bununla da yetinilmedi ve Dink konusunda emsal gösterilen ikinci kişi bir Nazi’ydi!
Oysa Ercan Aktaş’ın ifadesiyle, “Başbakanlık Teftiş Kurulu bile devletin bu cinayeti izlediğini hazırladığı raporunda ifade etmişken AİHM’e verilen savunma vatandaşı salak yerine koymaktı.”
Şimdi soralım; “Bu ülkede hâkimler var” dedirtecek adalet nerede?
Nihayet dördüncüsü: Yanımızdan mantar gibi fışkıran toplu mezarlar…
Mesela… “Mutki’de kemikleri bulunan 15 kişinin, Mutki Belediyesi’nce ‘Kavakbaşı yolu üzerinde müsait bir yere’ gömüldüğüne dair tutanaklar var. Gömü tutanağında belediye başkanı, kepçe operatörü ve şahit imzası bulunuyor,”[9] haberindeki üzere…
İHD’nin, 1989 ila 2010’u kapsayan Kürt illerindeki toplu mezarlar raporuna göre, bölgede içinde bin 469 kişinin bulunduğu 114 toplu mezar tespit edildi. Açılan 26 toplu mezarda, 171 kişinin kemiklerine ulaşıldı; bunlar:
Sêrt (Siirt): Toplam 15 mezarda 206 kişi...
Bedlîs (Bitlis): Toplam 13 mezarda 251 kişi...
Amed (Diyarbakır): Toplam 19 mezarda 216 kişi...
Wan (Van): Toplam 9 mezarda 149 kişi...
Elîh (Batman): Toplam 8 mezarda 102 kişi...
Colemêrg (Hakkari): Toplam 6 mezarda 68 kişi...
Çewlîg (Bingöl): Toplam 5 mezarda 57 kişi...
Şirnex (Şırnak): Toplam 4 mezarda 80 kişi...
Mêrdîn (Mardin): Toplam 4 mezarda 35 kişi...
Xarpêt (Elazığ): Toplam 1 mezarda 50 kişi...
Agirî (Ağrı): Toplam 1 mezarda 41 kişi...
Dersim: Toplam 1 mezarda 19 kişi...
Îdir (Iğdır): Toplam 1 mezarda 14 kişi...
Dîlok (Antep): Toplam 1 mezarda 10 kişi...
Genel Toplam: 88 mezarda 1298 kişi...
Ayrıca yapılan kazılarda Sêrt merkezdeki Newala Qesaba, Amed Pasûr (Kulp) ilçesi Alacaköy Kepre Mezrası, Pasûr Bağcılar Köyü Düzpelit Mezrası, Şirnex Girgê Amo (Silopi) Çukurca (Kortûk) Köyü Bozamir Deresi, Amed’in Lice ilçesi Yalımlı (Xosar) Köyü, Girgê Amo ilçe mezarlığı, Riha Pirsus (Suruç) ilçesi Bilgen Köyü Akdoğan (Xeremsar) mezrası, Mêrdîn’in Stewr (Savur) ilçesi ile Midyat ilçesi arasındaki Dereiçi mevkiindeki kireç kuyusu, Êlih’ın (Batman) Gerçüş İlçesi Yayladüzü Köyü Bahavi mevkii, Elezîz kimsesizler mezarlığı, Amed’in Lice ilçesi Dibek Köyü, Amed Bismil Kefnecal (Alabal) Köyü mezarlığı, Amed Mardinkapı Mezarlığı, Çewlîg’in Dara Hênê (Genç) ilçesi, Bedlîs’in Mutki ilçesi askerî çöplük alan ile Hizbullah’ın mezar evlerinde toplamda 26 mezarda 171 kişinin cesedine ulaşıldı.
Evet tıpkı Oral Çalışlar’ın dediği gibi: “Askeriyenin çöplüğünde hâlâ açılmamış toplu mezarların bulunduğu bir ülkede yaşadığımızı unutmayalım…”
Bütün bunlar olurken, “hukuk” nerede? Neyle meşgul?!
IV) ÇİFTE STANDARTLILIK İNANDIRICI OLABİLİR Mİ?
Formel olarak dahi olsa “Hukuk”tan söz edenlerin ilk yapması gereken; çifte standartlı olmamaktır…
Bu böyle olunca da “Benim devletim” diyen “Milli Güvenlik Anlayış(sızlığ)ı”na prim vermeden; bu oyuna dahil olmadan; Emre Kongar’ın, “Bu ‘Derin Devletin’ mevkileri kimin denetiminde? Tabii ki siyasal iktidarın,” sözlerinin altını çizerek; işkenceci Hanefi Avcı’nın bile şunları söylediğini unutmamaktır:
“Susurluk, teröristlere, kanun tanımayanlara kanunsuz muamele etmek şeklindeki devleti ve devletin mücadele biçimini mücadele ettiği gruplarla aynı seviyeye indiren, inanılmaz bir anlayışın tezahürüydü.
Susurluk anlayışıyla Türkiye’de kimler neler yaptı, hangi olaylar gerçekleştirildi, hangi insanlara zarar verilip hangileri öldürüldü? Bunları anlatmak, belki birkaç ciltlik bir kitabın konusu, belki bunların tamamını değil onda birini bile anlatmaya gücüm yetmez.
Ama bir dönem bu yöntem, devlet adamlarının bilgisi ve dolaylı desteği dahilinde güvenlik kuvvetleri içinde uygulandı.”[10]
Hanefi Avcı yalan mı söylüyor?
Ya emekli Koramiral Atilla Kıyat’ın, katıldığı bir televizyon programında 1990’lı yıllarda Kürt illerinde işlenen faili meçhul cinayetlerin devlet politikası olduğunu ve 1993-1997 yılları arasındaki faili meçhul cinayetleri işleyenlerin emirlerle hareket ettiğine dikkat çekip, dönemin cumhurbaşkanları, başbakanları, genelkurmay başkanlarının çıkıp bunu açıklayamadığını söyleyerek, “O zaman maalesef ülkeyi idare edenler, faili meçhulleri terörizme önlem olarak gördüler. Bir üsteğmen, ‘Ben Hasan’la Mehmet’i bir hâlledeyim de bu terörizmi bitireyim’ diyemez. Birileri emir verdi,” demesine ne demeli?
Burada durup, tartıştığımız soru(n)lara ilişkin şunu formüle ediyorum; “Adalet mülkün temelidir” diyen AKP hukuk(suzluğ)u onaylanması mümkün olmayan sınıfsal bir keyfiliktir; tamam…
Ama yine “Adalet mülkün temelidir” diye haykırarak AKP’ye itiraz edenlerin yaptığı, savunduğu da özde farklı mı? Olabilir mi?
Zannetmiyorum; yıllardır AKP’sinden Orhan Karadeniz’ine Ankara’dan İstanbul’a, Antep’ten Adana’ya, Zonguldak’tan Bilecik’e ve nihayet Diyarbekir’e yargılanan ve savunmaları kalın kalın kitaplar tutan biri olarak[11] mümkün olmadığına dikkat çekiyorum…
Evet, evet olamaz! İşte tam da bunun için ben her koşulda, herkese karşı, “Özgürlük her zaman ve istisnasız, farklı düşünene tanındığında özgürlüktür. Sadece fanatik ‘adalet’ kavramı nedeniyle değil, siyasal özgürlükte aydınlatıcı, sağlıklı ve arıtıcı olan her şey bu temel özelliğe bağlı olduğu için ve ‘özgürlük’ özel bir ayrıcalık hâline gelince etkisi sönümleneceği için bu böyledir,”[12] diyen Rosa Luxemburg’un duruşunu anımsatırım…
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim…
8 Mart 2011 22:12:32, Ankara.
N O T L A R
[1] 11 Mart 2011 tarihinde Ankara Barosu’nun düzenlediği, Şenal Sarıhan’ın oturum başkanlığını yaptığı, Turgut Kazan, İlhan Cihaner, Mehmet Cengiz, Rahmi Yıldırım’ın katıldığı toplantıda yapılan konuşma… Halkın Günlüğü, Yıl:1, No:9, 1-10 Nisan 2011…
[2] Osman Yüksel Serdengeçti.
[3] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.54.
[4] “AKP Hukuk Devletini Sona Erdirmeye Hazırlanıyor”, Elektronik Mühendisliği Dergisi, Cilt:49, No:441, Şubat 2011, s.47-48.
[5] Gönenç Ünaldı, “Hukukun Üstünlüğü ve Toplumdaki Yansımaları”, Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, No:1250, 4 Mart 2011, s.14.
[6] Hasan Cemal, “Şimdi Hep Birlikte Avazımız Çıktığı Kadar Bağırma Zamanıdır: Yaşasın Tam Bağımsız Türk Yargısı!”, Milliyet, 29 Temmuz 2009, s.17.
[7] Berat Günçıkan, Devletin Şiddet Tarihi: Cumhuriyet’in Kuruluşundan AKP İktidarına, Agora Kitaplığı, 2010.
[8] Erdal Doğan, “Vicdan Sızlatan Kararlar: Ehil Bir Yargı Gerekli”, Radikal, 5 Ocak 2011, s.33.
[9] Ertuğrul Mavioğlu, “… ‘Müsait Bir Yere’ Gömülecek Cesetler Var”, Radikal, 22 Ocak 2011, s.16.
[10] Hanefi Avcı, Haliç’te Yaşayan Simonlar-Dün Devlet Bugün Cemaat, Angora Yay., 2010, s.221.
[11] Bu konuda bkz: Temel Demirer, Hak(sızlık), Hukuk(suzluk) mu? “Suçumuz İnsan Olmak”!, Kardelen Yay., Nisan 2009, 365 Sayfa; Temel Demirer, Hrant’ın Katil(ler)i…, Pêrî Yayınları, Şubat 2009, 336 sayfa; Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Hayır, Evet’ten Önce Gelir”! Hukuk(suzluk) Yazıları, Ütopya Yay., Mayıs 2008, 496 sayfa; Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Söylenecek Yalan Kalmadı” İnsan Hak(sızlık)ları, Ütopya Yay., Mayıs 2008, 510 sayfa…
[12] Rosa Luxemburg, Rus Devrimi, çev: Cangül Örnek, Yazılama Yay., 2009, s.54.
|
Yorumlar