“Lal be, nebe derewker.”[1] ‘Adilmedya’ haber sitesinin bana yönelttiği soruları okuduktan sonra, kıyamet eşiğine doğru doludizgin ilerleyen...
“Lal be, nebe derewker.”[1]
‘Adilmedya’ haber sitesinin bana yönelttiği soruları okuduktan sonra, kıyamet eşiğine doğru doludizgin ilerleyen coğrafyamızdaki aldırmazlıkları, aymazlıkları anımsadım bir an!
Tam o esnada, “Milyonlarca insan elmanın düşüşünü gördü, görüyor. Ancak sadece Newton, ‘Neden?’ diye sordu,” diye fısıldadı kulağıma Bernard Baruch…
Duyuyor musunuz “Neden”in altını çizen Onu?
Veya Henry Bergson’un, “Gözler sadece zihnin algılamaya hazır olduğu şeyleri görür”; Aryeh Frimer’in, “İyi bir soruyla yaşamayı, kötü bir cevapla yaşamaya tercih ederim,” Robert Bresson’un, “Gördüğünü senin gördüğün gibi gören ilk insan sen ol,” uyarılarını?
Ya da “Canavarlıklar hep haklı bir davanın görüntüsü altında işlenir,” gerçeğinin altını özenle çizen Kiran Desai’yi…
Bunların tümü bir kavramsal çerçeve sunar biz(ler)e; L. Feuerbach’ın, “Sarayda başka türlü, kulübede başka türlü düşünülür,” uyarısı eşliğinde Ortadoğu’yu anlayabilmek, anlamlandırabilmek için…
Soru: 1-) Tarih boyunca batı ve doğu arasında sürekli savaşlar olmuştur. Bu savaşmalar ister dini isterse ekonomik sebepler olsun. Son dönemde Ortadoğu ve elini Ortadoğu’dan çekmeyen batı siyasetini baz alırsak güncel siyasette Ortadoğu’da olup bitenlerin ana aktörlerine ilişkin neler söylemek istersiniz?
Öncelikle “galat-ı meşhur”u tashih edelim: “Savaşın dini sebebi olmaz”; “din savaşları” bir örtü, perdelemedir…
Haçlılar Ortadoğu’ya “dini değil, ekonomik sebepler” ile saldırdı; tıpkı Kanuni’nin Viyana’ya kadar gitmesinin ekonomik zaruretlerin eseri olduğu üzere!
Önce “Harp, ciddi bir amacın ciddi bir aracıdır. (...) Savaş, daima o; bir durumdan doğar ve ancak politik bir mucip sebeple başlatılır. O hâlde politik bir eylemdir. (...) Harbin yalın bir politik eylem olmayıp gercek bir politik araç, politik ilişkinin bir devamı, politikanın başka araçlarla uygulanması olduğunu görüyoruz. Harbin kendine özgü özelliği, sadece araçlarının özelliğinden ibarettir. (...) Politik niyet amaç, harp ise araçtır ve araç, hiçbir zaman amaçsız düşünülemez,”[2] diyen Carl von Clausewitz’in; sonra da“Savaş ilanlarının gerisinde ekonomik nedenler yatar,” vurgusuyla Pierre Proudhon’un sözlerinin altını çizmek dahi meseleyi aydınlatmaya yeter kanaatindeyim…
Buna bir de kapitalizmin savaşsız yapamayacağı eklenmeli; Rosa Luxemburg’un, ‘Sermaye Birikimi[3]başlıklı yapıtında işaret ettiği üzere kapitalizmi ihya eden militarist birikim dalıdır ki, kapitalizm de bunsuz yapamaz…
Hızla birkaç veri aktarayım:
‘Amerikan Kongresi Araştırma Merkezi’ tarafından hazırlanan rapor üzerinde çalışan uluslararası güvenlik uzmanı Richard F. Grimmett, “2010 yılında dünya çapında 40.4 milyar dolar değerinde silah anlaşması yapıldı. ABD de, dünyadaki tüm silah satış anlaşmalarının yüzde 52.7’sini (21.3 milyar dolar) imzaladı. Silah satışlarının yüzde 76.2’si gelişmekte olan ülkelere gerçekleştirildi. Hindistan (5.8 milyar dolar), Tayvan ve Suudi Arabistan en çok silah alan ülkeler oldu. Gelişmekte olan ülkelere gerçekleştirilen silah satışlarının yüzde 48.6’sını ABD yaptı,” diyor.
‘Stockholm Uluslararası Barış Enstitüsü’nün (SIPRI) raporuna göre, dünyada etkisini sürdüren ekonomik kriz silah satışını ve alımını etkilemedi. 2007-2011 arasında uluslararası silah piyasasının hacmi yüzde 24 büyüdü.
ABD, Kuzey Afrika’daki çalkantılı dönemin ardından Mısır ve Tunus’a en çok silah satan ülke konumunu koruyor. 2011 yılında ABD’den 45 adet M-1A1 tankı alan Mısır, önümüzdeki dönem için de aynı tank modelinden 125 adet sipariş verdi. Kuzey Afrika ülkelerinin beş yıldaki konvansiyonel silah alımı 2002-2006’ya göre yüzde 273 artış gösterdi. Aynı dönemde Fas’ın silah alımı ise yüzde 443 arttı.
Suriye 2007-2011 arasındaki silah alımının yüzde 78’ini Rusya’dan karşıladı. 2011 yılında, Rusya’dan Buk-M2E ve SAM füze sistemleri ile Bastion-P sahil savunma sistemlerini alan Suriye, 36 adet Yak-130 trainer savaş uçağı siparişi verdi. Suriye’nin 2007-2011 arasındaki silah alımları önceki beş yıla göre yüzde 580 artış gösterdi. 2011 yılında ABD’ye 154 adet F-15SA savaş uçağı siparişi veren Suudi Arabistan son yirmi yılın en büyük silah antlaşmasını imzalamış oldu.
Devam edelim: Uluslararası silah üreticileri 2010’da önceki 10 yılın en büyük satışını gerçekleştirdi. Kârlarını yüzde 1 artıran 100 şirket toplam 411 milyar dolarlık satış yaparak rekor kırdı.
Yine SIPRI verilerine göre 2010’da en büyük 100 firmanın satışları şöyle:
- ABD ve Avrupa ülkelerinin kriz nedeniyle savunma bütçelerinde kısıtlamaya gitmesiyle silah endüstrisinde 2009’da görülen yüzde 8’lik büyüme 2010’da yüzde 1’de kaldı, fakat sağlanan 411 milyar dolarlık kazanç bugüne kadar görülen en yüksek rakam oldu.
- Rapora göre 2010 yılında en fazla silah satan firma 2009’da olduğu gibi Amerikan Lockheed Martin oldu. 2009’da 35 milyar dolarlık satış yapan firma 2010’da 33 milyar dolarlık satış rakamı elde etti. Onu İngiliz BAE Systmens ve Amerikan Boeing takip etti.
- 100 silah üreticisi firma arasında Türkiye’den ASELSAN 87. sırada yer aldı. Rapora göre, 2009’da 760 milyon dolar satış yapan ASELSAN, 2010’da 640 milyon dolarlık satış gerçekleştirdi.
- En fazla silah satışı gerçekleştiren şirketlerin Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’da yer aldıkları görüldü.
- En büyük 100 silah satıcısı firma listesinde ABD’den 44 firma var. Toplam satışın yüzde 60’ını da bu Amerikan firmaları gerçekleştirmiş.
- Avrupa’dan listede 30 şirket yer alırken bu şirketlerin yaptığı silah satışı da toplam satışın yüzde 29’unu oluşturuyor.
- Listenin ilk 10 sırasındaki silah firmaları 230 milyar dolarlık satış ile toplam satışın yüzde 56’sını gerçekleştirmiş.
- SIPRI uzmanı Susan Jackson 2010 yılında da ekonomik krize rağmen silah satışında bugüne kadar üst sıralarda yer alan baş aktörlerin değişmediğini vurguladı.
- ASELSAN’ın 2010 yılındaki silah satış rakamı: 640 milyon dolar oldu.
Hayatın somut verileri “Dünyanın savaş alanına dönüştüğü”ne işaret ederken; mesela “çok barışçı” (!) olduğu iddia edilen İsveç, 2011’de Suudi Arabistan’a 433.5 milyon dolarlık silah satışı yaptı. Toplam silah satışı, ‘İsveçli Barış ve Tahkim Derneği’nin açıkladığına göre 13.9 milyar dolara ulaştı. Bu da, İsveç’i, kişi başına göre hesaplandığında en çok silah satan ülke yapıyor.
Bir şey daha: Ortadoğu’ya (Irak, Suriye gibi!) “barış ve demokrasi getireceği” (!) iddiasındaki ABD için Suudi Arabistan’a yapılan silah satışı, birçok açıdan önem arz ediyor. Obama’nın Hawaii’de imzaladığı anlaşma kapsamında 29.4 milyar dolar değerindeki ileri teknoloji ve 84 adet F-15 savaş uçağı, Suudi Arabistan’a 2015 yılı itibariyle teslim edilecek.
Bitmedi: Pekin yönetimi, ülkenin savunma bütçesini yüzde 11.2 artırarak 106 milyar dolar olarak açıkladı. Böylelikle ülke tarihinde ilk kez savunma bütçesi 100 milyar dolar sınırını aşmış oldu.
Tüm bu veriler ışığında anımsayın: I. Dünya Savaşı’nda 10 milyon asker 7 milyon sivil yaşamını yitirir, ama ne kaynakların, pazarların bölüşülmesi ne de hegemonya transferi sorunları çözülebilir. II. Dünya Savaşı’nda 60 milyon insan, dünya nüfusunun yüzde 2.5’i ölür; insanlık, Yahudi soykırımı gibi tarihin o zamana kadar görmediği bir manyaklıkla 6 milyon insanın, en son teknolojik, idari yöntemlerle katledilmesine şahit olur.
Ya III. mü? “III. Dünya Savaşı, doğal kaynak eksikliğinden çıkacaktır. O savaşta hangi silahların kullanılacağını bilmiyorum, ama IV. Dünya Savaşı’nda taş ve sopalar olacağını biliyorum,” der Albert Einstein…
“Bunlardan neden söz ediyorum” mu?
Gayet basit: Ortadoğu özelinden dünya geneline, yerküre lanetli egemenleriyle savaşa gidiyorken; bu savaşın aktörleri “lanetli egemenler”dir; ancak senaryonun sürdürülemez kapitalizme ait olduğunu bir an dahi unutmamak gerek!
Bunlar tam da böyleyken; “Ortadoğu ve elini Ortadoğu’dan çekmeyen batı siyasetini baz alırsak güncel siyasette Ortadoğu’da olup bitenlerin ana aktörlerine ilişkin neler söylemek istersiniz?” sorunuzun eksiksiz yanıtı şu olabilir:
“Ortadoğu batı siyaseti” denilen şey emperyalist-kapitalizmdir!
“Ortadoğu’da olup bitenlerin ana aktörleri” kapitalistlerdir!
“Ortadoğu’da olup bit(mey)en” ise, yeniden paylaşımdır…
Bunları görmeden, kavramadan Ortadoğu’daki hakikati kavrayamazsınız!
Nihayet İtalya’nın ünlü jeostrateji uzmanı Lucio Caracciolo, genel yayın yönetmenliğini yaptığı ‘Limes’ dergisinin ‘İran’ sayısının ilk sayfalarda -özetle- şunları söylüyor:
“Dünya kaygıyla çoktan başlamış olan bir savaşı bekliyor. İsrail, ABD (ve İngiltere) ve bu ülkelerin yanında muğlak biçimde saf tutan körfezin Arap krallıkları; suikastlar, siber saldırılar, sızmalar ve çok net anlaşılmayan karşıt manevralar yoluyla tüm yerküreyi kapsayan bir bahis üzerinden İran’la görünmeyen bir savaş fitillediler. Körfez’den Batı’ya ve Asya’ya yönelen enerji hatları denli, atom silahlarının kontrolü, Pasifik, Hint Okyanusu ve Akdeniz’e uzanan stratejik yolların denetimi, Büyük Ortadoğu’nun güçler dengesi ve Süveyş’ten Hindukuş Dağları’na, Afrika Boynuzu’ndan Arap Denizi’ne uzanan, ortasında da İran’ın bulunduğu büyük dengesizlik alanını içeren bahis bu.
Bahsin sonucu; XXI. yüzyılın süper gücü olmak için yarışan ABD ile Çin arasındaki yarışın kazananını da belirlemeye katkıda bulunacak. Sorun, İran’ın nükleer silah yapımını denetlemenin çok ötesine gidiyor. Meselenin özünde, İran’ın atom bombası değil, bu ülkenin büyük Ortadoğu’nun egemen gücü olmasını engellemek yatıyor. İran jeostratejik dengelerde (Irak savaşı sonuçlarından yararlanırken Arap Baharı ayaklanmalarının kaybedeni olması hasebiyle) bıçak sırtı noktada duruyor. Suriye’deki iç savaşın sonuçları; İran’ın bölgedeki kayıpları/kazançları açısından belirleyici önem taşıyacak... İran’ın nükleerde zamanla girdiği yarış, işte bu konjonktür içinde önem kazanıyor. İran nükleer kartıyla bölgesel ve küresel güçleri, emperyal oyunun merkezinde olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Jeopolitik bu çekişmenin, İran’ın nükleer kartı üzerinden girmiş olduğu bu aşağı eğimli mecrası-eğimi tersine çevirecek ivedi atılımlarla engellenmezse er geç savaşla sonlanacak…”[4]
Artık “Kemerlerinizi bağlayın”dan başka ne denebilir ki?
Soru: 2-) Batı Ortadoğu’ya hangi gözle bakıyor?
“Hangi gözle” mi?
Elbette emperyalist sömürgeciliğin/ sömürgecinin oryantalist gözlüğüyle…
Söz konusu bakış açısı ekonomik gereksinimleri (yani daha çok kâr ve sömürü) için; Ortadoğu’ya “nizam-intizam” vermek isteyen ya da “demokrasi”(?!) ihraç eden bir dayatmadır; bu dayatma gün gelir Bahreyn’e Suudi Arabistan ile “nizam-intizam”; gün gelir Suriye’ye de Irak/ Libya gibi “demokrasi”(?!) ihraç eder!
Bunu yaparlarken de kendilerinin iki gözü, dünyanın geri kalanının da kör olduğunu düşünürler!
Soru: 3-) 11 Eylül olayı ABD’nin doğuda yaptığı birçok müdahaleyi meşrulaştırdı. Bu meşrulaştırmaya karşı Türkiye’nin politikası nasıl olmuştur?
11 Eylül emperyalist-kapitalist sömürü ve terörün kaçınamadığı bir sonuç veya “vakıa”dır!
“11 Eylül’de tarih makas mı değiştirdi, yoksa yalnızca hızlandı mı?” Diğer bir deyişle 11 Eylül tarihin akışı içinde, egemen eğilimleri kırarak yeni bir yön kuran bir “olay” (event) mıydı, yoksa bu akışın içinde olağanüstü şiddetli ve trajik özelliklerine karşın yalnızca bir “vakıa” (incident) mıydı?
Sonuç olarak ben 1 Eylül 2001’de gerçekleşen “şey”in tarihin, 1970’lerden bu yana, kapitalizmin yapısal krizi (ekonomik kriz, ABD hegemonyasının gerilemesi) ile belirlenen akışının ve dönüşümlerinin içinde bir kopuş yaratamadığı, olağanüstü şiddetli ve trajik özelliklerine karşın yalnızca bir “vakıa” olduğu sonucuna ulaşıyorum.[5]
Yani ‘Los Angeles Times’ın “başyazı”sında, “Usame Bin Ladin’in ölümü, ne terörü ve Kaide’yi ortadan kaldıracak ne de 11 Eylül’den sonra başlayan küresel savaşı sona erdirecek,”[6] denirken; Hasan Cemal’in de eklediği üzere: “Bin Ladin öldü ama bitmedi!”
ABD, daha doğrusu emperyalist terör, doğası gereği ve kaçınılmaz olarak “düşman” ve itiraz üretir; Nuray Mert’in, “… ‘Büyük şeytan’ Bin Ladin de öldü. O hâlde, ‘Eski düşman öldü, yaşasın yeni düşman(lar)’!” ironik betimlemesindeki üzere…
Kolay mı?
“Terörist kelimesi, atfedildiği kişileri ya da grupları gayri insanîleştirir. İletişim kurulması imkânsız insanlar olarak gösterir”ken,[7] “öteki”leştirmeyi devreye sokan saldırganlığı meşrulaştırır!
Örneğin 11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezine (İkiz Kuleler) ve Pentagon’a yönelen saldırıların X. yıldönümü nedeniyle yapılan değerlendirmeler, 11 Eylül’ü “gerekçe” göstererek gerçekleştirilen kısıtlamaların/ katliamların ne kadar haksız ve yersiz olduğunu açık bir şekilde sergiliyor.
‘Brown Üniversitesi’nin araştırmasına göre, 11 Eylül bağlantılı olarak Afganistan, Irak ve operasyonların düzenlendiği Pakistan’da toplam 172 bini sivil olmak üzere 225 bin insan öldürüldü, 365 bin kişi de yaralandı.
Öldürülen sivillerin 125 bininin Iraklı, 56 bininin Pakistanlı ve 12 binin Afganistanlı olduğu kaydediliyor. Kimi kayıtlar ise işgaller sonucunda ölen insan sayısının bu rakamın çok daha üstünde olduğunu ifade ediyor.
Brown Üniversitesi’nin raporunda, ölen işgalci askerlerin sayısı 31 bin 741 olarak verilirken, bunların 6 bininin ABD’ye, bin 200’ünün ise diğer işgalci ülkelere ait olduğu belirtildi. Yine raporda işgalcilerin yürüttüğü savaş nedeniyle 7.8 milyon insanın yerinden olduğu vurgulanırken bunların çoğunluğunun Irak ve Afganistan’da gerçekleştiği belirtiliyor. Savaşların maliyeti ise 3.7 milyar doları buldu. Bu rakam ABD borçlarının üçte birine tekabül ettiği ifade ediliyor.
Mesela, “Demokrasi ve insan hakları, ABD’nin terörle savaşının kurbanlar listesinin başındaydı. Ve aslında Irak’ta hedef, hiçbir zaman demokrasi olmamıştı,”[8] Ureyb Elrentavi’in işaret ettiği gibi…
Suriye’de doğan Ali Ahmet Sait Eşber ya da tüm dünyanın tanıdığı ismiyle, hâlen Fransa’da yaşayan Adonis, “Her zaman Usame bin Ladin’in fikirlerine ve yaptıklarına karşı çıktım ama bu şekilde öldürülmüş olmasına da karşıyım. Unutmayalım ki karşı da olsak fikirler bu şekilde öldürülemez. Bir süre sonra Usame bin Ladin’in hayaletleri çıkacaktır”; veya İbrahim El Şeyh, “Bin Ladin’in ölümünden sonra Amerikan oyunu bitti mi? Kesinlikle hayır. Zira bugün Ladin’in mumu söndü, fakat birkaç ay sonra ABD, ülkelerin işgalini ve halkların servetlerini çalmasını meşrulaştıracak bir başka mum yakacak”;[9] ya da Mete Çubukçu, “Bin Ladin öldü ama terörle mücadele adı altında son on yılda dünyada kaç terör operasyonu yapıldığını, kaç kişinin öldüğünü, işgallerin gerekçesini, söylenen yalanları sorgulamayacak mıyız?” derlerken kilit önemde soru(n)ların altını çizerler…
“Bu meşrulaştırmaya karşı Türkiye’nin politikası nasıl olmuştur?” sorusuna gelince:
X. yılı sebebiyle Uluslararası Af Örgütü tarafından yayınlanan ‘Guantanamo: 10 Yıldır Zedelenen İnsan Hakları’ başlıklı raporda; 11 Eylül’den 4 ay sonra açılan ABD’nin Küba’daki deniz üssü (48 farklı ülkeden toplam 779 tutuklu kaldığı) Guantanamo’da ABD tarafından işkencelere maruz kalanların başına gelenlerden T.“C”nin sorumlu olduğuna işaret edilir.
CIA, tutuklu Murat Kurnaz’ın, “Sonu gelmez hücre hapisleri, dondurucu soğuklar ve dayanılmaz sıcaklar, günlerce uykusuzluk mahkûmiyeti vardı,” diye tanımladığı Guantanamo’ya El Kaide bağlantısından şüphelendiği kişileri yasa dışı yollarla transfer edip, alıkoyuyordu. İşkencelerin yapıldığı gizli hapishanelere ilişkin WikiLeaks’in sızdırdığı Amerikan Dışişleri Bakanlığı’na ait gizli belgelere göre, CIA uçakları 2002-2006 yılları arasında 24 kez Türkiye’ye uğramış ve İncirlik üssü kullanılmıştı…
“İncirlik üssü” dedim; orada bulunan ve sayısı 40 ile 90 arasında değişen nükleer bombadan haberiniz var değil mi?
ABD’nin kamu bütçesini denetleyen sivil toplum örgütü ‘Project on Government Oversight’ (POGO- Hükümetin Gözetimi Projesi) Başkanı Danielle Brian, ABD Savunma Bakanı Leon Panetta’ya hitaben yazdığı 1 Şubat 2012 tarihli mektupta, Avrupa’daki NATO üslerinde tutulan 200 kadar B61 tipi nükleer bombanın Amerikan ulusal bütçesine getirdiği 2 milyar dolarlık yükü sorgulanıyordu. Bunların arasında İncirlik de vardı.
Ayrıca ‘Atomic Scientists’ dergisinde 2011’de yayınlanan Robert S. Norris ve Hans M. Kristensen imzalı araştırmada ABD’nin Türkiye’deki nükleer silah envanteri yer alıyordu.[10] Çalışmada, ABD’nin Türkiye de dahil olmak üzere Avrupa’da Soğuk Savaş yıllarından kalan “taktiksel atom bombalarının” ayrıntılı olarak depolandığı yerler ve sayıları listelendi. Rapora göre Türkiye’deki İncirlik Üssü’nde 60-70 adet nükleer B61 tipi bomba bulunuyor. Söz konusu sayı, 2001 yılında 90’dı.
Raporda Türkiye’deki B61-12 türü nükleer bomba türlerinin 2017 yılı itibarıyla B61-3/4 tipi yeni modellerle değiştirileceği açıklanıyor. 2015’te başlayacak F-16’ların Amerikan JSF yeni nesil savaş uçaklarıyla değiştirilmesine kadar geçecek süre içinde F-16’ların modernize edilerek bu yeni bomba türlerini taşımalarına imkân verilecekmiş.
Şu anda İncirlik Üssü’nde bulunan termonükleer B61 bombalarının patlama gücü 340 kiloton kapasiteye kadar çıkabiliyor. Bu Hiroşima’ya 1945’te atılan bombanın yaklaşık 20 katı. Dünyada, Türkiye de dahil hiçbir hükümetin ve devletin halkını ve insanlığı böyle büyük bir tehditle yaşamaya zorlama hakkı yok. Ve böylesi büyük bir tehlikeyi barındırmanın güvenlik de dahil olmak üzere hiçbir haklı gerekçesi olamaz.[11]
“Olur” diyorsanız ABD işbirlikçisisiniz!
Soru: 4-) Afganistan, Mısır, Libya Irak ve Suriye de son yıllarda yaşananları aynı paydada toparlarsak Türkiye’nin konumu nerededir? Genel siyaseti hakkındaki fikriniz?
“Neo-Osmanlı” retoriğine bulaşmış ABD işbirlikçiliği…
Çarpıcı birkaç örneği hızla sıralarsak: NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen, “Füze kalkanını Ankara istedi,” dedi…
Ayrıca NATO’nun Avrupa’da konuşlandıracağı füze kalkanı sisteminin kontrol ve kumanda merkezinin Almanya’daki, ABD’nin ülke dışındaki en büyük hava üssü olan Ramstein Üssü olacağı açıklandı.
Kürecik üssü, ‘Radikal’den Ezgi Başaran’ın kanıtladığı üzere ABD kontrolündedir![12]
“İyi de Kürecik ne için” mi?
ABD ve İsrail için İran, Suriye ve tüm Ortadoğu halklarına karşı.
Bir örnek yeter: ABD, rejim karşıtı isyanın 11 aydır sürdüğü Suriye üstünde keşif ve istihbarat amaçlı uçuşlara başladı. NBC News televizyonunun ismini vermediği ABD savunma yetkililerine dayandırdığı habere göre “çok sayıda” insansız hava aracı (İHA) Suriye üzerinde uçuyor. İHA’lar ABD’nin İncirlik Üssü’nde de konuşlu!
Bu kadarı yeterli olsa da şu çok ama pek çok çarpıcı örneği de aktarmadan geçmeyelim!
ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ricciardone, ‘Suriye’nin Dostları’ toplantısı öncesi ve Erdoğan’ın İran’da temaslarını sürdürdüğü sırada yaptırım çağrılarına karşın İran’dan petrol ithalatını sürdüren Ankara’yı, “Türkiye artık karar versin!” diye uyardı!
29 Mart 2012’de Ricciardone’nin, ‘İran petrolü için artık karar verin’ demesinin ardından Enerji Bakanı Taner Yıldız, İran’dan alımın azaltılarak, Libya’dan petrol alınacağını belirtip, “İran’dan aldığımız petrolün bir kısmının Libya ile bu yıl değiştirilmesi kararı aldık,” dedi.
Böylelikle 11 ülke İran’dan petrol alımını kısıp, ABD’nin ambargo muafiyeti listesine girerken, Türkiye de 30 Mart 2012 tarihi itibariyle İran’dan alımı yüzde 20 azalttı. Bu karar Erdoğan’ın Obama ve Ahmedinejad görüşmelerinden hemen sonra geldi!
Şimdi soruyu tekrarlayalım: Bu, ABD işbirlikçiliği değilse nedir?
Hem T.“C”, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın itiraf ettiği üzere “Büyük Ortadoğu Projesi”nin (“BOP”) eşbaşkanı değil midir?
Hatırlayın: 13 Ocak 2009 tarihli grup toplantısında, “BOP” ile ilgili olarak Erdoğan, “Değerli arkadaşlar, Büyük Ortadoğu Projesi’nin amaçları bellidir ve o amaçların içerisinde Türkiye’nin üstlendiği görev de bellidir… Türkiye’ye ye de bir görev verildi ve biz bu görevi üstlendik. Bunun bizi bağlayıcı hiçbir yanı yoktur. Bu konuyla ilgili olarak bizi bağlayan, Tayyip Erdoğan’ın attığı bir imza yoktur. Bu sadece insani olarak bizim üstlendiğimiz bir görevdir,” dememiş miydi?
O hâlde?
Soru: 5-) Peki Suriye’de olanlar neyin nesidir?
Öncelikle “Suriye’deki gelişmeler büyük bir jeopolitik oyunun bir parçasıdır,” diyen Rusya Federasyonu’nun Ankara Büyükelçisi İvanovski’ye göre, “Suriye’de beş bin kişi öldürüldüğü zaman ortalık ayağa kalktı. Evet, beş bin kişinin öldürülmesi çok kötü bir olay. Kabul edilemez. Ama Irak’ta 2003’ten sonra toplam 120 bin kişi öldürüldü. Bunu kimse neden hatırlamıyor, dile getirmiyor?
Bir başka ilginç husus daha var ki Türk basınına bu yansımadı. Irak’ta ve Mısır’da yaşayan toplam 700 bin Hıristiyan ülkelerini terk etmek zorunda kaldı. Irak’tan kaçan 100 bin Hıristiyan bugün Suriye’de. Şimdi Suriye’nin başına gelebilecek olaylar yüzünden acaba onlar başka nereye kaçabilir? Suriyeli Çerkezler de sığınmak için resmen Rusya’ya başvurdu. Kuzey Kafkasya’ya dönmek istiyorlar. Suriye’de önemli bir Ermeni toplumu da yaşıyor. Onlar da ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Suriye, Alevisi, Sünnisi, Şiisi, Hıristiyanı olmak üzere çok çeşitli toplulukları barındırıyor.”
Sorular haklı ve yanıt bekliyor!
Ancak buna karşın bilmeyen, duymayan var mı? “Suriye için Libya senaryosu” konuşuluyor… Bu “Sağır Sultan”ın bile bilgisinde…
Uruguay’da yayın yapan ‘CX 36 Radio Centenario’ radyo istasyonundan Efraín Chury Iribarne’nin programında konuşan James Petras, Türkiye’nin, Suriye’de savaşan paralı askerler için operasyon üsleri oluşturduğuna dikkat çekerek ekliyor: “Körfez’in mutlak monarşilerinde ve emperyalist ülkelerde hayal kırıklığı devam etmekte. İlk aşamada ayaklanmaları teşvik ettiler, sonra silahları akıttılar ve dört bir yanından paralı askerleri taşıdılar: Afganistan’dan, Libya’dan, Sudan’dan, ya da herhangi bir yerde yakaladıkları kimi İslâmi kuvvetleri ve El Kaide’yi hükümeti düşürecekleri umudu ile rejimle çatışmaları için Suriye’ye göndermekteler. Ancak, hükümet düşme yerine çatışmakta ve muhalefeti ezmekte, binlerce silah, tüfek, roket atar, makineli tüfek ele geçirmekte. Ele geçirilen tonlarca silahı gözler önüne sermekte.”[13]
Rusya da, Batı’yı Suriye’deki şiddete “suç ortağı” olmakla suçluyor. Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Sergey Ryabkov, Batı’nın da rejim karşıtlarını silahlı çatışmaya iterek bu şiddette suç ortağı olduğunu belirtti.
Ayrıca Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim, “Türkiye, Suriye’deki yasadışı silahlı gruplara silah veriyor,” derken; “Aralarında El Kaide militanlarının da bulunduğu binlerce Libyalının, Türkiye’den giriş yaptığı öne sürülüyor” diyen Mustafa K. Erdemol ekliyor:
“Lübnan’da faaliyet gösteren UKI haber ajansının sorumlularından olan Suriyeli gazeteci Kays Ebu Zeki, Türkiye’den Suriye’ye girdiğini ileri sürdüğü ve sayılarının 3 bin olduğunu tahmin ettiği silahlı grupların arasında El Kaide militanlarının bulunduğunu, bu kişilerin Suudi Arabistan’dan destek aldıklarını söyledi.”[14]
Bunlar, tamı tamına böyle…
Dahası da var: “Gölge CIA” olarak adlandırılan ABD “düşünce kuruluşu” ‘Stratfor’dan Scott Stewart tarafından kaleme alınan 5 Aralık 2011 tarihli “Suriye’nin işgali” konulu çalışmada, “Özgür Suriye Ordusu üyelerinin Türkiye’de eğitildiğini gösteren işaretleri görüyoruz. Amerikan, Fransız, Ürdünlü ve Türk özel kuvvetlerinin, Özgür Suriye Ordusu’na eğitim verdiği söylentileri var,” deniyor!
Bunda da şaşırtıcı olan bir şey de yok:
Kolay mı?
Suriye’den kaçan 2’si general 5 subay 9 Mart 2012’de Türkiye’ye sığınırken, Hatay’daki kampta asker sayısı 250’ye çıktı!
Kampta yaşayan ve Özgür Suriye Ordusu mensubu olduğunu söyleyen Mehmed Zahhur rahatça anlatıyor: “Sınırı geçiyor, çatışıp geliyorum”…
Hatay’da 6 adet sığınmacı kampı kurulmuş. 5’i sivillere ayrılmış. Altıncı kamp ise sadece polis ve asker sığınmacılar için kurulmuş. Bu sonuncu öyle bir kamp ki, TBMM’den bir heyetin bile girmesine izin verilmemiş![15]
‘Özgür Suriye Ordusu’nun “halkla ilişkilerini” üstlenen Lama el-Atassi Fevrier, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı sevdiklerini, Erdoğan’dan daha fazla yardım beklediklerini söyledi!
Özetlersek, ‘Nükleer Güvenlik Zirvesi’ne katılmak üzere Güney Kore’nin başkenti Seul’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, ABD Başkanı Barack Obama ile görüşmelerinden sonra, “Suriye konusunda hemfikiriz,” açıklamasına dikkat edin…
T.“C”, Suriye’ye yönelik ABD müdahalesinin Honduras’ıdır ve Mete Çubukçu’nun işaret ettiği gibi, “ABD, ismini koymasa da, Suriye krizini Türkiye’ye havale etti. Hükümetin de bu konuda isteksiz olduğu söylenemez.”
Nihayetinde; ‘Türkiye ve Orta Doğu Forumu Vakfı’ adına, 17 Nisan 2012 tarihinde Ankara Özgür Üniversite’deki basın toplantısında Fikret Başkaya’nın kamuoyuna açıkladığı “Suriye’ye Dair Gerçeği Söylemek!” de ifade edildiği üzere:
“Yaklaşık bir yıldır Suriye’de ‘düşük yoğunluklu’ bir savaş devam ediyorken…
Suriye’deki Baascı rejim otokratik bir ‘muhaberat’ rejimi ama orada yapılmak istenen, iddia edildiği gibi otokratik bir rejimin yerine demokratik bir rejim kurmakla ilgili değil…
Şam’a giden kanlı yol medyatik yalanlardan ve diplomatik manevralardan geçiyor…
Suriye’deki gösterilerin arkasındakiler, içindekiler ve önündekiler, Suudi ve Mısırlı fetvacıların El Cezire televizyonundan yaptıkları çağrıya cevap veren dinci fanatiklerdir. Libya’dan, Irak’tan Afganistan’dan vb. geliyorlar...
Suriye’ye sızanlar sadece El Kaide ve Müslüman Kardeşlerin silahlı unsurlarından ve paralı askerlerden oluşmuyor. Fransız ve Türk istihbaratçıları ve subayları başta olmak üzere birçok NATO ülkesinden ve tabii ABD’den ‘uzmanlar’ da işin içinde. [49 Türk istihbarat görevlisinin, biri albay bir grup Fransız subayının ve bir kaç İngiliz askerinin Suriye rejimi tarafından yakalanması, ortada bir halk isyanı değil, apaçık dış kaynaklı bir saldırı olduğunu ortaya koyuyor.]
Asıl amaç Beşar Esad rejimini yıkıp, emperyalistlerin, Siyonist İsrail’in, bölge monarşilerinin ve Türkiye’nin çıkarlarına uygun İslâmcı bir rejim kurmaktır…
Rejimin demokratikleştirilmesi, her türlü özgürlüğün gerçekleşmesi mutlaka gerekiyor ama onu ancak orada yaşayan halk yapabilir. O hâlde üç şey: Birincisi, haklar, özgürlükler ve demokrasi ihraç veya ithal edilebilir bir şey değildir, ona ihtiyacı olanların mücadelesiyle kazanılabilir, yaşanabilir, geliştirilebilir ve korunabilir; ikincisi, emperyalistlerin asla demokrasi ve insan hakları diye bir kaygısı yoktur ve olamaz, zira böyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır; üçüncüsü de emperyalistlerin demokrasi şampiyonu kesilmelerinin asıl nedeni, başta ‘eğitilmiş kesimler’ olmak üzere, kitleleri aldatmaktır…
‘Özgür Suriye Ordusunun’ ve ‘Suriye Ulusal Konseyinin’ Suriye’yle ilgisi tartışmalıdır...
Bir kere ‘Özgür Suriye ordusu’ denilen bir tevatürden ibaret ve zaten ‘özgür’ de değil, olması da beklenemez. Paralı askerler, silahlar, propaganda aygıtı dışarıda kotarılıyor ve dışarıdan geliyor. Aslında birer ölüm mangası olan paralı askerler bu işi ABD, NATO Avrupa’sı, Siyonist İsrail, petrol monarşileri ve Türkiye adına yapıyorlar... Aynı şey ‘Suriye Ulusal Konseyi’ için de geçerli. Bu örgüt ta baştan Fransa’nın gözetimi altında Paris’te peydahlandı... Bütün bunlar yapay ve Suriye toprağında kök salamamış zorlama ‘örgütler’...
Açık olan bir şey varsa, ‘Suriye’nin düşmanları cephesi’ Esad rejimini çökertmek istiyor. Ortak amaç bu olsa da hepsinin kendine göre bir ‘gerekçesi’ var. ABD ve NATO için Esad rejimini çökertmek, İran’ın en önemli müttefikini yok etmek demek. Körfezin gerici monarşileri için seküler bir rejimi fanatik bir teokrasiyle ikâme etmek demek. El Kaide, Vahabiler ve Selefiler için başlıca amaç seküler rejimden kurtulmak demek. Siyonist İsrail için bölünmüş, parçalanmış, çökertilmiş bir Suriye, bölgedeki hegemonyasını güçlendirmek, istikrarlı bir ‘düşmana’ son vermek demek...”
Soru: 6-) Suriye’de olanların medyaya yansıyan kareleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Medya son yıllarda Suriye meselesini ısıtıp ısıtıp önümüze atıyordu. Sizce medya ne yapmak istiyor?
Egemen(lerin) medya(sı), yalanın iktidarıdır! Bunun için vardır!
Herkesin bilgisi dahilindeki bir gerçeği aktarmakla yetineyim: Katar merkezli ‘El Cezire’ televizyonunun Beyrut bürosundan 5 kişi, Suriye’deki gelişmelerin doğru yansıtılmadığı gerekçesiyle istifa etti.
Mart 2012’de istifa eden eski çalışanların anlattıklarına göre, Suriye ve Libya ile ilgili gerçekmiş gibi gösterilen haberler, El Cezire’deki editörlerin kendi fikirleri ve gerçekler, montaj yoluyla gizleniyor.
İstifa edenlerden savaş muhabiri Ali Haşim, yaklaşık 5 ay önce canlı yayında Suriye ordusunun Lübnan sınırını bombaladığına ilişkin haberi yalanlayınca kanaldan ayrılmasının istendiğini söyledi.
Yapımcı Ahmet Musa ise, El Cezire’de çalışmanın her muhabirin hayali olduğunu ama bu hayalin “depresyon”a dönüştüğünü belirtirken, istifa eden bir başka muhabir de “Gerçekleri bu kadar uzun süre gizlediğimiz için üzgünüm” dedi.
Muhabirlerden Hasan Şaban’ın da haberlerle ilgili şikâyetlerini dile getirdiği e-postaların sızdırılması üzerine kanaldan ayrıldığı öğrenildi.
Yine Suriye’nin Humus kentinde küçük bir çocuktan ağır yaralanmış gibi yapmasını istendiği, muhaliflerin öldürdüğü sivillerle ilgili görüntülerin askerler tarafından yapılan katliam gibi sunulduğu da suçlamalar arasında!
Özetle Merve Arkan’ın işaret ettiği gibi, “Bir yılı aşkın süredir muhalefet ve ordu arasında çatışmalara sahne olan Suriye’yle ilgili haberler akıllara 1997 yapımı ‘Başkan’ın Adamları’ filmini getiriyor. Dustin Hoffman ve Robert de Niro’nun başrolü paylaştıkları film, bir ABD başkanının ülkede milliyetçiliğin yükselmesini sağlayarak başkanlık seçimini kazanmak amacıyla Avrupa’da hayali bir savaş yaratma hikâyesini konu alıyor. Kuşkusuz medya propaganda aracı olarak bugüne kadar siyasilere birçok hizmet sundu. Ama Suriye’yle ilgili medya savaşı, gazetecilik alanında uzun süre tartışılacak örnekler içeriyor.
Youtube’da bir süredir çok izlenen bir video var. Görüntülerde El Cezire’nin çeşitli tarihlerde yayımladığı haberlerde askerlerin barışçıl gösterilere ateş açması sonucu öldüğü belirtilen isimler, devlet televizyonuna çıkıp “Biz yaşıyoruz” diyorlar. Bir süre önce kanalın Humus’taki çatışma haberleri için muhabir Halid Ebu Salih’in küçük bir çocuktan yaralı taklidi yapmasını istediğini gösteren ham görüntülerin ortaya çıkması olay yaratmıştı. Suriye yönetimi de, aylar önce El Cezire’nin Katar’da kurduğu stüdyolarda çektiği görüntüleri Suriye’deki çatışmalar diye gösterdiğini iddia etmişti.”
Soru: 7-) Türkiye söz konusu bir Suriye saldırısını finanse edecek güce sahip mi? Bir tarafta içte PKK ile savaşırken dışta Suriye ve İran ağır gelmez mi?
Bu tür sorular çok özel bilgiler ve ilişkiler gerektirir.
Eskiden Doğu Perinçek’in ‘Aydınlık’ı, şimdilerde de Ahmet Altan’ın (Baransu’lu!) ‘Taraf’ının bu tür özel bilgi ve ilişkileri olsa da, konumum gereği ben bunlara sahip değilim, olamam da!
Ancak şu kadarını ifade edebilirim ki, “Suriye saldırısını finanse edecek gücü” olsa da olmasa da, T.“C”nin Suriye’yi Libya’laştırma senaryosundan payına düşen, nihayetinde “yardım ve yataklık” fiilidir; finansman sorunu da kısmi olarak (Libya örneğinde gördüğümüz gibi) “örtülü ödenek”ten ayarlanabilir…
Konuya ilişkin olarak basına yansıyan iki haberi de aktarayım:
Birincisi: “Suriye’de Beşar Esad yönetimini düşürmek için ağırlıklı olarak firar eden asker ve subaylardan oluşturulan Hür Suriye Ordusu mensuplarına maaş bağlanacak. İsyancılara ödenecek para ise petrol zengini Körfez ülkelerinden gelecek. Kanada konferans sonrası Suriye’deki muhaliflere 8.5 milyon dolar yardımda bulunacaklarını açıkladı…”[16]
İkincisi: “ABD, Suriyeli muhaliflere 12 milyon dolar yardım taahhüdünde bulundu…”[17]
“Bir tarafta içte PKK ile savaşırken dışta Suriye ve İran ağır gelmez mi?” diyorsunuz…
Öncelikle Aristoteles’in, “İyi, basit; kötü ise çok yönlüdür,” sözünü anımsayın…
Kötülüğün çok yönlü bir irrasyonellikle malûl olduğunu anımsayın…
Evet, evet ABD işbirlikçisi T.“C”nin bugünkü konumunu; Jean Baudrillard’ın, “Artık ne istediğimizi bilmiyoruz, ama bir başkasının istediğini isteyebiliyoruz,” tümcesiyle betimleyebileceğimizi unutmadan yaşananın bir hesap kitap meselesi olmaktan öte, çılgınlık hâline dönüştüğünü görmeliyiz.
Rejimin gerçek(ler)e yabancılaşmış çılgınlığı, sermayenin ihtiyaçlarına müteallik saldırganlığa tahvil ediliyor. Bu, rasyonel bir bakış için bu elbet bir budalalık. Ancak sermayenin çılgınlığı, onun “doğal hâli”yken; kapitalizm soru(n)larını aşmak için her zaman, akıldışı yoldan ilerleyen bir tarihin ürünüdür.
Tarihe, suçları ve çılgınlıklarıyla kaydedilen kapitalizmde ekonomi-politik olarak insani bağlamlı rasyonel bir şey yoktur; o, akla ve insan(lığ)a zarar bir muammadır; çılgınca uğraşlarla korkunçlaşan bir saldırgan muammadır!
Bunlardan her an, her şey beklenebilir!
Soru: 8-) Olası bir Türkiye, Suriye ve İran savaşında Rusya’nın tavrı sizce ne olur?
Öncelikle Cemil Matar’ın, “Suriye’nin, şu an Rusya’nın yönetebileceği veya Batı’yla son savaşını sürdürebileceği tek saha olduğunu inkâr etmek imkânsız. Rusya ise bu sahayı, ancak Batı’nın ödemeye hazır olmadığı ağır bir fatura karşılığında verebilir”;[18] Mustafa K. Erdemol’un, “Suriye düşerse Rusya tökezler”; Margarete Klein’in, Suriye’ye askerî bir müdahale Rusya için prensip dışı kırmızı bir çizgiyi temsil ediyor,” tespitlerinin altını özenle çizmek gerek…
Hem “Suriye’de akan kanı ve şiddeti durdurmanın, sivil halkın çektiği acılara son vermenin yolu nedir?” sorusunu, “Bunun sihirli bir formülü yok” diye yanıtlayıp, “Beşşar gitmeli tezahüratları, bizi gerçek bir çözüme bir milimetre bile yaklaştırmayacak. Suriye’ye saldırı felaket olur,” diye ekleyen Rusya Federasyonu İstanbul Başkonsolosu Alexey Erkhov’un tavrı bu sorunuza açık bir cevap değil mi?
Ya da Çin’den İran’a, “Suriye’ye dış askeri müdahale kabul edilemez” diyen BRICS ülkelerinden Hizbullah ile Emel’e uzanan Suriye’ye destek cephesinde Rusya’nın yeri net değil mi?
Bir şey daha: Rusya ABD’ye, Doğu Avrupa’ya füze kalkanı projesinden vazgeçmediği için bozuk çalarken, NATO nezdindeki Büyükelçisi Dimitri Rogozin Twitter üzerinden ABD’ye küfrü basıp, “Amerikalılarla müttefikleri acaba yeniden Rus ayısının inini kuşatmaya mı çalışıyor? Bunun ne kadar tehlikeli olduğunu daha kaç kere hatırlatmak lazım? Ayı ininden çıkacak ve bu sefil avcıların kıçlarına tekmeyi basacak,” dememiş miydi?
Rogozin’in mesajından önce, Rus Genelkurmay Başkanı Nikolay Makarov, kalkana “Füze sisteminin geliştirilip konuşlandırılması Rusya’yı hedef alıyor” diye çatmamış mıydı?
Sonra da Rusya’nın, Sovyetler Birliği döneminden kalan nükleer silahlarının kullanım süresini uzatma çalışmaları çerçevesinde yaptığı kıtalararası balistik füze denemesinin başarılı sonuçlandığı; Rusya Stratejik Füze Kuvvetleri’nden 24 Aralık 2009’da yapılan açıklamada, Orenburg bölgesinden fırlatılan 22 tonluk RS-20V füzesinin 6500 kilometre uzaklıktaki Kamçatka yarımadasında bulunan hedefi başarılı şekilde vurduğu kaydedilmemiş miydi?
Tüm bunlara bir ek daha…
Mazin Hammad’ın, “Moskova, ABD’ye karşı Suriye ve İran kartına oynayacak,”[19] saptaması asla hafife alınmamalıdır; tıpkı “Batı’nın Putin nefreti,” gibi![20]
Tüm bunlar neyin işareti olarak yorumlanıyorsa; Rusya’nın tavrı da öyle olur…
Soru: 9-) Olası Suriye ve İran’a karşı savaşta İsrail, Türkiye ve diğer birlik faktörleri olacağı aşikâr. Bu durumda Mavi Marmara unutulup, İsrail ilişkileri ne olur?
İsrail’e, “İsrail” demek yetmez; önüne bir “Siyonist” sıfatı ekleyip, Siyonist İsrail demek en doğru olanı olur…
Siyonist İsrail ile T.“C”nin arasındaki soru(n)lar, asla yapısal değil, konjonktüreldir…
Söz konusu konjonktürel meselenin çözümü için ABD, Türkiye ile İsrail arasında arabuluculuk yapmaya soyundu. ABD Kongre üyesi Tom Price başkanlığında Kongre üyelerinden oluşan bir heyet 3 Nisan 2012’de TBMM Dışişleri Komisyonu üyeleri ile bir araya geldi. ABD Kongre üyeleri, Türk muhataplarına, “Yeni anayasa çalışmalarınız nedir?” ve “İsrail hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz” yönünde iki soru yönelttiler.
ABD heyetinin Türkiye’deki anayasa çalışmaları ile çok fazla ilgilenmediği, asıl ilgilendikleri konunun Türkiye-İsrail ilişkileri olduğu anlaşıldı. Dışişleri Komisyonu Başkanı Volkan Bozkır, iki ülke ilişkilerindeki sıkıntıyı anlattı. Bunun üzerine Kongre üyesi Patrick Meehan, “Biz, İsrail Başbakanı ile konuşursak kendisine ne mesaj iletelim” diye sordu…
Konjonktürel meseleler “aşılacak”tır. Bir an Zvi Bar’el’in, “İsrail’in Türkiye’ye karşı sergilemeye kalkıştığı ‘gangster diplomasisi’ şaka gibi,”[21] nitelemesini; “Türkiye’nin İsrail’in, OECD üyeliği lehinde oy vermesi”ni;[22] Alon Ben-Meir’in, “İsrail’in ideal arabulucusu Türkiye”[23] saptamasını; Me’mun Fendi’nin, “… ‘Davos filmi’ne rağmen Türkiye’yle stratejik dostluk sürüyor,”[24] deyişini anımsayın…
Sonra da “Filistin’e Hoşgeldiniz” kampanyası kapsamında İstanbul’a gelen 50 aktivistin, İsrail’in ülkeye giriş izni vermemesi nedeniyle Tel Aviv’e gidememesini; Atatürk Havalimanı’nda bilet işlemlerini yaptırmak üzere THY’nin Tel Aviv kontuvarına gelen, kadın ve çocukların da yer aldığı aktivist gruba, “İsrail’e uçamayacaksınız” denmesinin nedenine kafa yorun!
Nihayet Türkiye ile İsrail arasında uzun süreden beri “Suriye’yi hedef alan bir askeri-istihbarat anlaşmasının bulunduğu”na işaret eden ‘Pravda’ gazetesindeki, Ortadoğu uzmanı Dr. Saed Shaath imzalı ‘Suriye’de Son Türk-İsrail Tangosu’ başlıklı makalede, 1993 tarihli Mutabakat Zaptı çerçevesinde bölgesel tehditleri ele almak üzere ortak İsrail-Türk komitelerinin oluşturulduğu iddiasını ve “NATO üyesi olarak Türkiye’nin, uzun bir süreden beri İsrail ile açıkça Suriye’yi hedef alan ortak askeri- istihbarat anlaşması var” denilmesini hatırlayın!
Bu kadarı yeter değil mi?
Soru: 10-) İlk iktidar döneminde Türkiye’nin komşularıyla olan ilişkileri sorunsuzken bu gün barışık olduğumuz tek komşumuz kalmadı. Bizim komşularımızla olan ilişkilerimizde belirleyici olan unsur nedir?
Siz de mi AKP’nin Davudoğlu’nun ağzından dillendirdiği “Komşularla sıfır sorun” yalanına inan(dırılan)lardansınız!
Bir an “AKP politikaları emperyalist yapılanmadan azade olarak düşünülemez,” diyen Ahmet Bekmen’in önemli saptamasını kavramaya gayret edin…
Burak Cop’un altını çizdiği “AKP’nin milliyetçiliği”ni; AKP şahsındaki liberal muhafazakâr ittifakın anlamını;[25] Gülen’in neden ABD’ce kollandığını ve “Erdoğan ile AKP’nin dininin para, tanrısının da ABD emperyalizmi”[26] olduğunu görün…
‘The Guardian’ın, “AKP’nin iş dünyası ve uluslararası sermaye için bir rüya olduğu ‘sır’ değil” dediği koordinatlarda “AKP iktidarı vasıtasıyla ‘dönüştürülen’ devlet, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından inşa edilen yeni-sömürge devletidir,” diyen Ferda Koç ekliyor:
“AKP iktidarı, mevcut yeni sömürge devletini neo-liberal yeni sömürgecilik politikalarına ve BOP’a uyarladığı ölçüde ‘dönüştürmektedir.’ Bu bir ‘devrim’ (revolution) değil, ‘uyumlulaştırma’dır (rehabilitation)!”
Soru: 11-) Sizce Suriye bu sorunu kendi içinde çözer mi? Bu çözümde Esad mevcut durumunu korur mu?
‘Suriye Çıkmaz Sokağı’ başlıklı yazısında Immanuel Wallerstein, “Esad büyük bir olasılıkla kalacak,” diyorsa da, Esad’ın geleceği kendine ve bölgesel mücadele ile kapışmanın seyrine bağlı…
Halklarına karşı önemli haksızlıklara imza atan Esad rejimi; Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un da işaret ettiği üzere “birçok hata” yaptı.
Kimse bunu inkâra kalkışmasın! (Saint Just’un de dediği gibi, “Kimse suç işlemeden ülke yönetemez”!)
Suriye’deki ayaklanmayı ABD işbirlikçisi olarak niteliyorsak bu, söz konusu hareketin “Pax-Americana” hesabına kayıtlı olduğu içindir. Emperyalizm de onu bu nedenle desteklerken; biz de karşı çıkarız.
Yoksa Esad’ın Baas rejimi “devrimci/ halkçı” falan olduğu ve ona karşı yapıldığı için değil. Hayır, Esad’ın rejimi, radikal sosyalistler için Baas’çı olmanın ötesinde bir anlam taşımaz…
Esad Baas’çıdır ve Ingmar Karlsson’un izah ettiği üzere de, “Baas’çılık denilip geçilmemelidir:
“Suriye Baas Partisi’nin temel ilkeleri kadar sığ çok az slogan bulunabilir: Umma Arabiya wahida dhat Risala khalida (Sonsuz bir amaçla birleşmiş bir Arap ulusu) ve Wahda, hurriya, iştirakiya (birlik, özgürlük ve sosyalizm)…
Parti 1940 yılında Şam’da yaşayan iki öğretmen tarafından kuruldu: Michel Eflak ve Salah Bitar. Eflak Yunan Ortodoks Kilisesi’nden bir Hıristiyan, Bitara ise Sünni Müslüman’dı.
Baas kelimesi ise yeniden doğuş olarak çevrilebilir. İdeoloji daha ziyade metafiziksel saçmalıklar bütünü olarak görülüyor, fakat bu toplamın içinden birkaç ana iddia ayrıştırabilir.
Tek ve bölünmez bir Arap ulusu doktrini bu ideoloji içinde çok merkezî bir yere sahiptir. Bunun kökenleri de daha ziyade XIX. yüzyılın sonunda ortaya çıkan ve Hıristiyan Lübnanlıların önderlik ettiği Türklerin hâkimiyetine karşı Arap milli hareketinde yatar. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Batılı güçlerin ihanetine uğrayan, bağımsız Arap devleti kurulması sözünün gerçekleşmediğini görenler arasında Arap birliği idealleri daha somut bir biçimde yayılmaya başladı. Baas partisini kuranlar için Arap birliği Arap dünyasının sorunlarının çözümü ve eski görkemine kavuşması için elzemdi. Dolayısıyla Baas ideolojisi Osmanlı’nın yıkılmasının ardından kurulan Arap devletlerini tanımadı.
Bir diğer temel fikir de birleşik Arap ulusunun laik olması ve dinî hoşgörünün hâkim olmasıydı. Arap’ın tanımı ise Arapça konuşan, Arap topraklarında yaşayan ve ‘Arap hayatına asimile olduktan sonra kendisini Arap olarak kabul eden’ insandı.
Baş ideolog Eflak’a göre Hz. Muhammed öncelikle Arap ulusunun kurucusuydu, ikinci olarak dinî bir kişilikti. Peygamber’in kurduğu birlik tekrar kurulabilirse Araplar aralarındaki din ve sınıftan kaynaklanan tüm anlaşmazlıklardan kurtulacaklardı. Her ne kadar ebedi bir Arap ulusunun çıkarlarına tabi olacaklarsa da bireysel hak ve özgürlükler tesis edilmiş olacaktı.
Eflak, özgürlüğü siyasi ve iktisadi sömürgecilikten kurtuluş ve ‘pozitif tarafsızlık’ hakkı olarak görüyordu ki bu ‘bağlantısızlık’ anlamına gelmiyordu.
Kapitalist kamptan ziyade sosyalist kamp tercih edilmeliydi. Batı tarzı parlamenter demokrasi Arap toplumları için uygun görülmüyordu. Eflak’a göre bu siyaset tarzı burjuva iktidar araçlarının temelini oluşturuyordu. Sosyalist kamp ise daha karışık bir konuydu. Eflak bir yazısında ‘Seçilmiş, az sayıda kişilerden oluşanların iktidarına dayanan faşist görüş ile sosyalist öncü görüşü arasında sadece ince bir çizgi vardır.’ diyordu. Yazılarında ‘sosyal milliyetçilik’ kavramına da sıkça rastlanır. (…)
Eflak’ın Baas sosyalizminde sınıfsız toplum düşü bulunmuyordu. Arap ulusu zaten sınıflara bölünemeyecek bir birlikti. Amaç, aksine mümkün olan en çok kişiye özel mülkiyet verebilmekti. Sanayi, ticaret, el sanatları ve tarımda küçük işletmeler bu tip sosyalizmin temelini oluşturuyordu. Eflak, Batı tipi Marksizm ve komünizm ile Baasçılık arasında bir ayrım yapıyordu. Baasçılık sosyalizm değil, iştirak’tı. Bu kelimenin kökeninde mülkiyet vardı ve Arapça bir diğer kelime -şarika (şirket)- de aynı köke dayanıyordu.”[27]
Şimdi, bu çerçevede, “kapitalist olmayan yoldan kalkınma” gibi revizyonist yalan da etkinliğini yitirmişken kimse radikal sosyalistlerden Esad’ın Basçı Suriye’sini desteklemesini isteyemez, bekleyemez…
Radikal sosyalistler, Foti Benlisoy’un, “Emperyalizm ve ayaklanma kıskacında Suriye’de de bir yandan Esad rejimine karşı ayaklanan kitlelerin yanında olmayı savunurken diğer yandan da ayaklanmanın militarize olarak emperyalist güçlerin bir aracı hâline getirilip yozlaştırılmasına karşı durmalı, durabilmeliyiz”; Aslı Aydıntaşbaş’ın, “Şimdi soruyorum; ‘Ben devrimciyim’ diyen insanlar nasıl olup da komşudaki kanlı canlı devrime cephe alır? ‘Halk hareketiyiz’ diyenler, nasıl Suriyelinin haklı mücadelesine kayıtsız kalır?” haykırışlarına karşı Cumhuriyetçi Parti’nin 2008 ABD Başkanlık seçimlerindeki adayı John McCain’in, Suriye’ye yönelik askeri bir operasyonu “umduğu”[28] vurgusunu ve Malcolm X.’in, “Amerikan rüyası görmüyorum, Amerikan kâbusu görüyorum,” sözünü hatırlatarak; emperyalist müdahaleye karşı Suriye halklarının yanında olduklarını haykırırlar…
Suriyeli şair Adonis gibi tıpkı: “Rejime muhalifim ama askeri diktatörlükten dini diktatörlüğe geçişe de katkı vermem… Yaşananlar bahar değil, tarihsel bir gerileme... Meyveyi İslâmcılar, tüccarlar ve Amerikalılar yiyor… Muhaliflerin büyük çoğunluğu köktendinciler... Müslüman Kardeşler faşist, bildiğiniz faşist...”[29]
Hem de Peter Scholl-Latour’un, ‘Frankfurter Rundschau’a açıklamalarında, Suriye’de açıkça patlak verecek bir iç savaşın şimdiki kayıpların 10 katını beraberinde getirebileceğini hatırlatarak eklediği gerçeği unutmadan/ unutturmadan: “Şam’daki rejim iğrenç bir diktatörlük... Ama diğerlerinden daha kötü de değil. Bu yüzden zaten Batı’nın tek taraflılığını anlayamıyorum. Suudi Arabistan mı demokratik bir rejim? Her cuma kafaların uçurulduğu, kadınların taşlanarak öldürüldüğü bir ülke... Böyle şeyler Suriye’de yok. Benzerleri diğer ülkeler için de geçerlidir. Suriye’ye karşı bu erdemlilik tavırları falan baştan sona ikiyüzlülük…”
Söz konusu “ikiyüzlülüğe” ilişkin olarak da Alexander Cockburn şu notu düşer: “Çok az sayıda tiyatro oyunu üst düzey ABD yetkililerinden daha gerçeküstü olabilir - bunlar başta Amerikan Başkanı olmak üzere, ABD hükümeti sekreteri ve ABD’nin BM Büyükelçisidir-ciddiyetle Esad’a ve kuşatılmış Suriye hükümetine GCC’nin (Körfez Arap Ülkeleri) sponsoru olduğu ve niyetleri yönetimdeki Alevi azınlığın katliamı ya da denize dökülmesi olan muhalif güçlerin ülkeye yerleştirilmesi üzerine ders vermektedir.”
Evet, “para-militer” grupları destekleyerek, Suriye’ye “ABD patentli demokrasi” ihraç edeceğini “iddia” edenlere; Şükran Soner’in, “Irak, Suriye’nin aynası”; Ege Cansen’in, “Suriye’ye de demokrasi gelecek Irak gibi in-şa-al-lah!” uyarıları eşliğinde aktaralım…
BM, Irak Merkez Bankası, Irak Sağlık Bakanlığı, ABD kuvvetleri, ‘Irak Merkezi İstatistik Kurumu’ ve Iraklı yetkililerden elde ettiği veriler, 7.5 yıllık işgalin ardından bugünkü Irak’ın durumunu şöyle özetliyor:
Her ay 200 ila 300 sivil bombalı saldırılarda ya da suikastlerde yaşamını yitiriyor. Bu sayı, mezhep savaşının yaşandığı 2006-2007 yıllarında 3 bini buluyordu…
Irak İnsan Hakları Bakanlığının verilerine göre, 2009’daki şiddet olaylarında 4 bin 68 sivil öldü, 15 bin 935’i yaralandı…
Şiddet olaylarının sayısındaki düşüşe rağmen her gün 15 kadar bu tür olay meydana geliyor…
Mezhep çatışmaları nedeniyle en az 1.5 milyon Iraklı evlerini terk ederek ülke içinde başka bir bölgeye taşınmak zorunda kaldı…
BM Mülteciler Yüksek Komiserliğine kayıtlı mülteci sayısı 207 bin, ancak yurt dışında yaşayan Iraklıların toplamının 3 milyonu bulabileceği belirtiliyor…
İnfaz edilmeyi bekleyen idam mahkûmlarının sayısı, 2009 yılının sonunda yaklaşık 1200 idi…
Güvenilir bir istatistik olmamasına karşın her ay aralarında çocukların da bulunduğu onlarca kişi militanlarca fidye için kaçırılıyor…
Bankalara, altın pazarına ve devlet kurumlarının maaşlarını taşıyan görevlilere düzenlenen kanlı saldırıların sayısı artıyor. Soyguncular 5 hükümet yetkilisini öldürerek, petrol rafinerisinde çalışanlara ait 400 bin doları çalmıştı. Mayıs ayında da soyguncuların Bağdat’taki altın pazarına düzenlediği saldırıda 14 kişi ölmüştü…
Resmî verilere göre, ülkedeki işsizlik oranı yüzde 18, ancak uzmanlar gerçek rakamın yüzde 30’a yakın olduğunu düşünüyor. İşsizlik, özellikle yasal bir geçim kaynağı bulamadıklarında silahlanarak suça yönelen gençleri etkiliyor…
Irak’ta 7 milyon kişi, yani nüfusun yüzde 23’ü fakirlik sınırının altında yaşıyor. Hükümet gelirlerinin yüzde 95’inden fazlası petrol ihracatından elde ediliyor…
Irak, petrol rezervlerini geliştirmek için global petrol şirketleriyle çeşitli anlaşmalara imza attı. Bu şirketlerin büyük kısmı ise ABD ve İngiltere gibi işgalci devletlere ait…
Irak’taki evlerin büyük bölümüne günde sadece birkaç saat elektrik veriliyor. Elektriklerin kesilmesi Irak’taki en büyük şikayet konularından biri…
Ülkedeki güç kapasitesi 9 bin megavatken, sıcaklıkların 50 dereceye ulaştığı yaz aylarında talep 14 bin megavatı buluyor…
Uluslararası Kızıl Haç Komitesi’nin alıntı yaptığı hükümet istatistiklerine göre, 30 milyon nüfuslu ülkede her 4 kişiden biri güvenli içme suyuna ulaşamıyor…
10-18 yaşlarındaki Iraklı gençlerin 300 binden fazlası hiç okula gitmemiş…
BM tarafından yapılan bir anket, gençlerin yüzde 62’sinin bilgisayar kullanmadığını ortaya koydu…
Aynı ankete göre, yine gençlerin yüzde 62’si bir kız çocuğunun ailenin şerefine leke sürmesi durumunda bir akrabası tarafından öldürülebileceğini düşünüyor. Yüzde 92’si de bir kadının işe gitmeden önce izin istemesi gerektiği konusunda hem fikir…
Bu konuda resmî bir veri olmamasına karşın, yetkililere göre, ülkedeki dulların sayısı en az 1 milyon, yetimlerin sayısı ise 3 milyon…
Ya Libya mı?
İŞTE RAKAMLARLA LİBYA!
Çatışmaların başlamasından itibaren ölen Libyalı sayısı: 15 bin kişi…
Libya yönetiminin NATO operasyonlarında öldüğünü açıkladığı sivil sayısı: 700 kişi…
Libya operasyonunun İngiliz yönetimine maliyeti: 250 milyon sterlin…
Libya operasyonunu ABD’ye günlük maliyeti: Günlük dört milyon dolar Kaddafi’nin yurtdışında dondurulan hesap ve mal varlıklarının toplamı: 168 milyon dolar…
Bir Tornado jetinin Libya üzerinde yaptığı bir sortinin maliyeti 30 bin sterlin…
500 bin sterlin değerinde olan bir Cruise füzesinden fırlatılan: 500 adet…
Haksız savaş konusunda unutulmaması gereken en önemli şeyi Bertolt Brecht, ‘Savaşla Çok Şey Büyüyecek’de, “Büyüyecek/ mülk sahiplerinin mülkleri/ ve mülksüzlerin sefaleti/ yönetenlerin söylevleri/ ve yönetilenlerin suskunluğu,” dizeleriyle anlatırken; savaş konusunda söylediklerinize dikkat edin; onlar düşüncelerinizle önce değer ve davranışlarınıza dönüşür ve ardından da gelecek(sizliğ)iniz olup, çıkar…
Söz konusu gelecek(sizlik) ise, emekçileri yerle yeksan eder…
Bu yıkıma karşı çıkmak için, Sabahattin Eyüboğlu’nun “Yalanların en alçağı, halka ve çocuklara söylenendir. Çünkü her ikisi de kolay inanır,” sözlerini anımsayarak, yalanın egemenliğine ve haksız savaşına karşı halkların kardeşliği temelindeki ezilenlerin barışını savunarak, lanetli egemenlerimize karşı, Nâzım Hikmet’in “Çocuklar öldürülmesin/ şeker de yiyebilsin,” itirazını yükselmemiz gerekiyor…
22 Nisan 2012 13:15:24, Ankara.
N O T L A R
[*] http://www.adilmedya.com/kiyamet-esigine-dogru-doludizgin-h30435.haber... Gelecek Gazetesi (Kıbrıs), Yıl:2, No:42, 28 Nisan 2012…
[1] “Dilsiz ol, yalancı olma.” (Hz. Ali.)
[2] Carl von Clausewitz, Savaş Üzerine, Özne Yay., 1999, s. 34-35.
[3] Rosa Luxemburg, Sermaye Birikimi, Çev: Tayfun Ertan, Belge Yay, 2004.
[4] Lucio Caracciolo, Aktaran: Nilgün Cerrahoğlu, “Saldırı, Yaptırım Kıskacında İran (V)”, Cumhuriyet, 9 Şubat 2012, s.12.
[5] Ergin Yıldızoğlu, “On Yıl Sonra ‘11 Eylül’ - II”, Cumhuriyet, 14 Eylül 2011, s.4.
[6] “Savaş Bitmedi Ama Yılanın Başı Koparıldı”, Los Angeles Times, 1 Mayıs 2011.
[7] Tomis Kapitan, Don Quichotte, No:3, Mart 2012, s.28.
[8] Ureyb Elrentavi, “11 Eylül’e Farklı Bir Bakış”, Düstur, 11 Eylül 2011.
[9] İbrahim El Şeyh, “Amerikan Oyunu Başlıyor”, Ahbar El Haliç, 3 Mayıs 2011.
[10] http://bos.sagepub.com/content/67/1/64.full.pdf+html
[11] Arife Köse, “Ya İncirlik’teki Nükleer Bombalar?”, Radikal İki, 15 Nisan 2012, s.11.
[12] Bkz: Ezgi Başaran, “Aman Allah! Füze Kalkanı Yetkilisini Buluverdim!”, Radikal, 12 Nisan 2012, s.8.
[13] James Petras, “Türkiye Paralı Askerler İçin Operasyon Üsleri Oluşturuyor”, 12 Nisan 2012, http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=44257
[14] Mustafa K. Erdemol, “Hatay’dan Suriye’ye Geçtiler”, Cumhuriyet, 19 Mart 2012, s.12.
[15] Mustafa K. Erdemol, “Sınırı Geçiyor, Çatışıp Geliyorum”, Cumhuriyet, 15 Nisan 2012, s.11.
[16] “Muhalif Savaşçılara Maaş Bağlanacak”, Gündem, 3 Nisan 2012, s.12.
[17] “ABD 12 Milyon Dolar Vaat Etti”, Cumhuriyet, 2 Nisan 2012, s.12.
[18] Cemil Matar, “Yemen Planını Suriye’de Uygulamak”, Şuruk, 16 Şubat 2012.
[19] Mazin Hammad, “Moskova, ABD’ye Karşı Suriye ve İran Kartını da Oynayacak”, El Vatan, 21 Ağustos 2008.
[20] Ergin Yıldızoğlu, “Batı’nın Putin Nefreti...”, Cumhuriyet, 7 Mart 2012, s.4.
[21] Zvi Bar’el, “Gangster Diplomasisi Gülünç”, Ha’aretz, 17 Ocak 2010.
[22] “İsrail Kendi Kalesine Gol Attı”, Financial Times, 6 Haziran 2010.
[23] Alon Ben-Meir, “İsrail’in İdeal Arabulucusu Türkiye”, The Jerusalem Post, 14 Şubat 2010.
[24] Me’mun Fendi, “İsrail’in Barış Taleplerini Ciddiye Alması İçin Sebep Yok”, Şark ül Evsat, 28 Aralık 2009.
[25] AKP ve Liberal Muhafazakâr İttifak, Derleyen: Çağdaş Sümer-Fatih Yaşlı, Tan Yay., 2011.
[26] “Erdoğan ve AKP’nin Dini Para, Tanrısı ABD Emperyalizmidir!”, Halkın Günlüğü, Yıl:2, No:34, 10-20 Nisan 2012, s.12-13.
[27] Ingmar Karlsson, “Suriye’de Rejimin İktidar Temeli: Baas Partisi”, Zaman, 19 Şubat 2012, s.20.
[28] Mustafa Kemal Erdemol, “John McCain: Askeri Operasyon Gerekli”, Cumhuriyet, 11 Nisan 2012, s.9.
[29] Adonis, aktaran: Nihat Behram, “Arap Buharı”, Yurt Gazetesi, 19 Şubat 2012.