“Bizler düşlerle aynı hamurdan yapılmışızdır.”[1] Bir 8 Ekim’de Che’den Adalı’ya Bizimkiler’den söz etmek kolay değil! Söz etmeye kalk...
“Bizler düşlerle aynı
hamurdan yapılmışızdır.”[1]
Bir 8 Ekim’de Che’den Adalı’ya Bizimkiler’den söz etmek kolay değil!
Söz etmeye kalkıştığımız; aşkla ve cüretle yaratılmış el emeği göz nuru, can bedeli
bizim olan tarihtir…
Hayır; bu tarih neo-liberallere alt üst ettirilemez; veya kuru bir biteviyeliğin anma
törenlerine falan da indirgenemez…
Bizim tarihimiz hayatın orta yerinde aşkla yaşayan ve savaşan canlı bir organizmadır;
Onu anlayıp, anlatabilmek değiştirilmesi gereken dünyayı kavramakla mümkündür…
İşte tam da bunu için Che’de Adalı’ya Bizimkiler’den söz etmek; bugünün kapitalist
dünyasının Onların iradesiyle aşılmasını gerektirmektedir…
Bu kavrayışla “küreselleşme” adı altında yaşa(tıl)dığımız “yeni düzen(sizlik)
dünyası”na göz atarsak…
YAŞA(TIL)DIĞIMIZ “YENİ DÜZEN(SİZLİK) DÜNYASI”
“Küreselleşme”, “serbest piyasa”, “post-kapitalizm” vb’leri nümayişlerle ayakta
alkışlayıp, “Tarihin Sonu”nu ilan ettikleri “şey”; yani “sürdürülemez kapitalizm” karaya
oturdu!
“Yeni Düzen” dedikleri bir yalanın sınırlarına vardık; sınırlarına ulaşılan yalan tarihin
tanık olduğu yıkımların en çaplılarından…
BM Gıda Hakkı Raportörü İsviçreli Jean Ziegler’in, “Küreselleşmenin her bir günü terör
demektir. Dünyada her 7 saniyede bir çocuk açlıktan ölüyor. Bu bir kader değildir, fakat
emperyal bir saldırıdır. Bu saçma ve ölümcül düzenin tek nedeni de küçük bir azınlığın sürekli
sınırsız kâr peşinde koşmasıdır ve bütün bunların bir numaralı sorumlusu ise Amerikan
imparatorluğudur” diye isyan ettiği söz konusu yıkıma ilişkin olarak hızla sıralayalım:
* Dünya Bankası’nın hazırladığı raporda, günlük yoksulluk sınırı 1.25 dolar olarak
belirlenip, dünyada yoksulluk içinde yaşayan insan sayısının 1.4 milyar olduğunu tahmininde
1bulundu…. Dünya Bankası 2004 yılında yoksulluk içinde yaşayan insan sayısının 985 milyon
olduğunu tahmin etmişti!
* Küresel kıtlık nedeniyle 37 ülkeye acil gıda yardımı yapılması gerekiyor. Bu
ülkelerden 21’i Afrika’da, 10’u Asya’da, 5’i de Orta ve Güney Amerika’da bulunuyor. Acil gıda
yardımı listesinde yer alan bir başka ülke ise Moldova oldu…
Giderek artan dünya nüfusu ile birlikte artan ölçülerde problem hâline gelen gıda
tüketimi, özellikle gelişmiş ülkelerde daha fazla artış gösteriyor. Yaşanan bu son gıda
krizlerinden mevcut olan milyonlarca aç insana 100 milyon civarında kişinin daha katılmış
olduğu tahmin ediliyor.
FAO Başkanı Jacques Diouf’un da dediği gibi “Dünya silahlanmaya 1.2 trilyon dolar
harcama konusunda ciddiyse milyonlarca insanın beslendiğinden de emin olmalıdır”!
Yeri gelmişken burada, açlığın büyüdüğü yerküredeki çılgın silahlanma konusunda bir
parantez açalım…
* Dünyada askeri harcamalar 1998-2007 kesitindeki 10 yılda yüzde 45 oranında arttı!
* İsveç düşünce kuruluşu Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) bir
araştırması, dünyanın Soğuk Savaş dönemini aratmayacak çapta bir silahlanma yarışına
tutuştuğunu gösterdi. SIPRI’nin raporuna göre dünyanın askeri harcamaları, son 10 yılda
yüzde 45 arttı. 2007’de askeri harcamalar 2006’ya nazaran yüzde 6’lık artışla 1.34 trilyon
dolara çıktı!
* Özetle Uluslararası Af Örgütü’nün verilerine göre Asya, Ortadoğu, Latin Amerika ve
Afrika ülkelerinde her yıl ortalama 22 milyar dolar silahlara harcanıyor…
İşte size kapitalist yıkımın “yeni düzen(sizlik)i”!
Ancak bu kadarla da sınırlı değil!
Açıklık, kıtlık, kırım da var!
Örnek mi? Alın size birkaç tane!
Gıda fiyatları 2002’den 2007’ye yüzde 65 oranında arttı. Gıda fiyatlarındaki artış
nedeniyle 37 ülkede ayaklanmalar çıkarken, dünya genelinde 53 günlük tahıl stoku var!
Dünya Bankası’nın hazırladığı bir ön çalışmaya göre 30 milyonu Afrika’da olmak üzere
105 milyon insan artan gıda fiyatları nedeniyle açlık sınırının altında kalabilir!
Yani küresel eşitsizlik uçurumu derinleşiyor!
Evet “küreselleşme”nin ekonomik serbestliği yoksulluğu önlemiyor, zengin-yoksul
ülkeler uçurumu açılıyor...
21998’de yayınlanan İnsani Gelişme Raporu’na göre, dünyanın azgelişmiş yerlerinde
yasayan 4.4 milyar insanın yüzde 60’ı temel temizlik koşullarından, yüzde 33’ü temiz içme
suyundan, yüzde 25’i içinde yaşanabilecek bir konuttan, yüzde 20’si gerekli besin
kaynaklarından ve sağlık servislerinden yoksundur. Aynı rapora göre dünyanın en zengin 3
kişisinin toplam varlıkları en yoksul 48 ülkenin, dünyanın en zengin 225 kişisinin toplam
varlıkları ise 2.5 milyar insanın (dünya nüfusunun yüzde 47’si) toplam yıllık gelirlerine eşittir.
UNICEF’e göre günde 30 bin (on tane 11 Eylül saldırısına eşit) çocuk açlık ve ishal gibi kolayca
tedavi edilebilecek hastalıklar nedeniyle sessiz sedasız ölmektedir.
Yüksek gelirli ülkeler 2001 yılında, yüzde 16’lık nüfuslarıyla dünya gelirinin yüzde
81’ine sahipken, geriye kalan yüzde 84’lük dünya nüfusu dünya tüketiminin sadece yüzde
19’u ile yetinmek durumundadır. Dünya Bankası verilerine göre 2001 yılında yaklaşık 1.1
milyar insan günde 1 doların ve 2.7 milyar insan günde 2 doların altında bir gelirle yaşıyor.
Günde 2 dolar üzerinden hesaplandığında, 2001 yılında yoksulluk sınırının altında
yaşayan nüfus 2 ülkede yüzde 90’ın, 14 ülkede yüzde 80’in, 23 ülkede yüzde 70’in, 26 ülkede
yüzde 60’ın ve 35 ülkede yüzde 50’nin üzerindedir.
Yapılan hesaplamalarla en zengin on ülkede kişi başına düşen ulusal gelir ortalaması
en yoksul on ülkenin ortalamasının 1960’da 92 katıyken bu oran 1970’de 113’e, 1980’de
129’a, 1990’da 151’e ve 2000’de 203’e yükselmiştir.
Dikkati çeken nokta 1990 ile 2000 arasındaki artışın diğer zaman dilimlerine oranla
daha yüksek olduğudur!
Verili “YDD”nin lanetli tablosunda kaygıları -kaçınılmaz biçimde- büyüyen
egemenlerin, aynı zamanda sömürüleri de katmerleniyor!
DÜNYANIN EN BÜYÜK ŞİRKETLERİ-2007 (milyon dolar)
ŞİRKET CİRO KÂR
WAL-MART 378.799 12.731
EXXON MOBIL 372.824 40.610
ROYAL DUTCH SHELL 355.782 31.331
BP 291.438 20.845
TOYOTA MOTOR 230.201 15.042
CHEVRON 210.783 18.688
ING GROUP 201.516 12.649
TOTAL 187.280 18.042
GENERAL MOTORS 182.347 -38.732
KARANLIKTAN “KİRAZ ZAMANI”NA VEYA
CHE’DEN ADALI’YA BİZİMKİLER[*]
Temel Demirer, www.mavidefter.org
3CONOCOPHILLIPS 178.558 11.891
DAIMLER 177.167 5.446
GENERAL ELECTRIC 176.656 22.208
FORD MOTOR 172.468 -2.723
FORTIS 164.877 5.467
AXA 162.762 7.755
SINOPEC 159.260 4.166
CITIGROUP 159.229 3.617
VOLKSWAGEN 149.054 5.639
DEXIA GROUP 147.648 3.467
HSBC HOLDINGS 146.500 19.133
Rakamlar böyleyken; bunların da artısına gelince…
* Fortune Dergisi 2007’de Exxon Mobil’in dakikada elde ettiği kâr rakamını 78 bin
dolar olarak hesapladı. 2007’de Exxon Mobil’in dakikada elde ettiği kâr rakamını 78 bin dolar
olarak hesapladı.
Fortune Global 500’ün ilk 10 şirketi içinde 6 küresel petrol şirketi ve 2 de enerji şirketi
yer aldı. Exxon Mobil 2006’nın ardından 2007 yılında da 40.6 milyar dolarlık kâr rakamı ile
dünyanın en kârlı şirketi oldu. Petrol devleri Fortune listesinde ikinci, üçüncü ve dördüncü
sırayı ele geçirirken, ilk 10 içinde yer alan petrol şirketlerinin 2007 toplam cirosu ise 1.4
trilyon doların üzerine çıktı. 2007 yılında sektörel bazda petrol şirketlerinin kâr artışı tüm
sektörler içinde yüzde 19.8 ile en yüksek artış oranını yakalarken, ilaç endüstrisinin kârlılık
oranı da yüzde 17.7 ile ikinci sırada gerçekleşti!
* Bunun yanında Merrill Lynch ve Capgemini tarafından 2008 yılında 12’ncisi
açıklanan ‘Dünya Varlık Raporu’nda yer alan bazı satırbaşları ise şöyle:
Dünyada 10 milyon zengin var: 2006 yılında “yüksek varlıklı’ların nüfusu 2007 yılında
yüzde 6 büyüyerek 10.1 milyona ulaştı…
Çin’de zengin sayısı patladı: Yüksek varlıklı nüfus artışı en fazla Hindistan, Çin ve
Brezilya’da oldu…
Zenginlerin 40.7 trilyon doları var: 2006 yılında yüzde 11.4 büyüyen toplam yüksek
varlıklıların varlıkları, 2007 yılında yüzde 9.4 büyüyerek 40.7 trilyon dolara ulaştı!
4“Küreselleşme” dedikleri şey; yani emperyalist-kapitalizm bu!
Bu ve ka-çı-nıl-maz kriz!
KAPİTALİZM KRİZDİR!
Siz bakmayın ona övgüler düzen “serbest piyasanın ruhbanları”na; kapitalizm krizdir!
“Küreselleşme” de söz konusu krizi büyüterek, içinden “çıkılmazca” giriftleştirmiştir…
John Bellamy Foster’in, “… ‘Spekülatif çılgınlık’ ile ‘çöküş ve panik’, ‘malileşmenin
krizi’ni ağırlaştırdı,”[2] formülüyle betimlediği durum da, bu giriftliğin bir göstergesidir.
Yıkıma eşitlenmiş kriziyle kapitalizmin hâl-i pür melali vahimleşirken Haluk Şahin, “Bu
krizin sıradan bir sıkışma olmadığını artık herkes kabul ediyor. Küreselleşmeyi mümkün kılan
finansal mimarinin çok ciddi bir çöküntü içinde olduğu ortada,” diyor!
TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu da dünyayı saran finansal kriz konusunda, “Bu iş
domino gibidir” diye ekliyor!
Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, dünyada büyük bir kriz yaşandığını belirterek, “Dünya
ekonomi tarihinde, 1930’lardan sonra dünyanın yaşadığı en büyük buhran dönemi olacak,”
demek zorunda kalıyor!
Mali krizden kapitalizmi sorumlu tutan Latin solcu liderlere Anglikanlar da ekleniyor.
Örneğin Anglikan Kilisesi Başkanı Williams “Marx haklı” derken, yardımcısı hisseleri ucuza
kapatanları “banka soyguncusu” diye niteliyor!
Özetle “Küresel kriz bütün ezberleri bozarak derinleşiyor. Öyle ki, muhafazakâr
görüşleri ile tanınan Financial Times’ın başekonomisti Martin Wolf, karışık duygular
içerisinde 24 Mart 2008 tarihli köşe yazısında şu satırları dile getirmişti: ‘14 Mart 2008
tarihini unutmayınız: Bu tarih bundan böyle küresel serbest piyasa kapitalizm düşünün
öldüğü gün olarak anılacaktır’...”[3]
Herkes görüyor: “Kriz, piyasaların kendi kendilerini düzenleyen kurumlar oldukları
varsayımının, buna ibadet edercesine inanılan ülkede, ABD’de tuzla buz olmasına oldu.
Çünkü yaşanan sorunun kaynağında, Chicago Boy’ların, Thatcher ve Reagan yönetimleri
döneminde uygulamaya konan, kendi kendini düzenleyen piyasa kuramı yatıyor”![4]
Gerçekten de Amerikan Federal Reserve Başkanı Ben Bernanke’nin, “krizin seyrinin
en kötümser tahminleri bile aştığını” söylediği koordinatlarda; IMF’nin icra direktörü
Dominique Strauss-Kahn da, “küresel krizin daha ortasında olduğumuzu” savunarak, “daha
da kötü günlerin yaşanabileceği” uyarısını yapıyor.
Amerikan hükümeti, serbest piyasa savunucularının bütün tezlerini ve dogmatik
inançlarını bir tarafa bırakarak, eşi benzeri görülmemiş bir müdahale paketini Kongre’ye
sunuyor. Söz konusu işlem de “serbest piyasa ideolojisinin sonuna gelindiğini” ilan ediyor!
5Bu durumda Serdar Turgut ise, “Kapitalizmin dayanma gücünü anlarız,” derken,
“Kapitalizmin sonu (mu)” demeden edememektedir!
Nihayet “hızlı bir piyasacı liberal” olan Cüneyt Ülsever bile şunları demek zorunda
kalmıştır: “Artık inanıyorum ki, müdahaleyi her koşulda gereksiz bulmak (Friedman) yerine
zaman zaman müdahaleyi kapitalizmin vazgeçilemez parçası kabul etmek (Keynes) daha
doğru!”
Tüm bunlar da neo-liberal iktisat dogmalarının geçersizliği ortaya çıkarıyor!
O hâlde denilebilir ki, “Kapitalizmin yeni bunalım devresinin sonunda değil, tam
ortasındayız”. Piyasa goygoyculuğu yapmayan tüm gözlemciler, yaşanan ve daha da
yaşanacak olanların 1929 bunalımıyla karşılaştırılması gereken çok büyük bir sarsıntı
olduğunu belirtiyorlar.
2008’in ilk dokuz ayı içinde, krizin ABD ekonomisine maliyeti 900 milyar doları buldu.
Önümüzdeki aylarda bu miktarın 1.5 trilyon dolara varması yüksek bir ihtimal.
Kriz artık sadece ABD ekonomisinin değil, “global”!
Kapitalizmin “serbest piyasa” kuramı -bir kez daha- yerle yeksan oldu; çöktü!
Boy verdiği uluslararası mali piyasalardan reel sektöre dalga dalga yayılacak olan
kriz, etkisini en çok “çevrede” gösterecek…
Bu çerçevede “Küresel kapitalizmde deprem” vurgusuyla Yakup Kepenek de ekliyor:
“Sonuç olarak kapitalizm bir niteliksel başkalaşma evresini yaşıyor.
Cennet bahçelerinde ele ele gezinirlerken, Havva’nın kendisine uzattığı elmayı ısıran
Adem, rivayet edilir ki şöyle demiş: Sevgilim, büyük bir değişimin eşiğindeyiz! Biz de
öyleyiz!”[5]
Hayır; ifadeye gayret ettiklerimizde zerrece “abartı” yok; gazete sayfalarına
yansıyandan veya olup-bitenden, yani kriz içinde debelenen kapitalizmden söz ediyoruz!
“ABD ve Avrupa’da onlarca devi yutan krizi 30 şirketi daha batıracak”!
“ABD ekonomisindeki kredi kriz ile son bir yılda batan finans devlerinin sayısı da 13’e
ulaştı”!
“Kongre kurtarma planını tekrar görüşmeye hazırlanırken piyasaların kaybı trilyon
doları aştı”!
Alman ekonomisi küçülürken, İngiltere’yi işsizlik, Avrupa’yı ekonomik durgunluk
endişesi sardı. Almanya’da iş dünyasında güven endeksi son üç yılın en düşük seviyesine
gerilerken, İngiltere’nin işsizler ordusundaki büyüme Avrupalı ekonomistlerin “Bugünler daha
iyi günlerimiz. Resesyon kapıda” yorumlarına neden oldu!
6Bir dönemin ‘üzerinde güneşin batmadığı imparatorluğu’ son dönemde ekonomik
sıkıntılar yaşıyor. Dönmeyen krediler nedeniyle bankalar batıyor, bazılarına da el konuluyor.
Ekonomik kriz rakamlara da yansımış durumda! Toparlarsak: Ifo araştırma enstitüsünün
anketine göre Batı Avrupa ve Asya ekonomilerinin görünümü kötüleşti ve dünya ekonomisi
hakkındaki beklentiler son 18 yılın en düşük seviyelerine indi. Münih merkezli ekonomi
araştırma enstitüsünün hazırladığı, şu anki piyasa koşullarını ve ilerisi için tahminleri ölçen
dünya ekonomik durum endeksi ikinci çeyrekteki 81.4’den üçüncü çeyrekte 73.4’e düştü ve
son yedi yılın da en düşük değerine indi.
Bunları getirisi ya da “ilk sonuçlar”ı da şöyle oldu:
300’e yakın şirket battı, zarar trilyon doları aştı ama küresel kriz yeni finans devlerini
de batıracak… Harvard Üniversitesi’nde ekonomi profesörü olan ve 2001-2004 arasında
IMF’de baş ekonomist olarak çalıştan IMF eski baş ekonomisti Kenneth Rogoff, “ABD henüz
rahata ermedi. Kriz daha yarı yolda. Bundan sonrasının daha da kötü olacağını
söyleyebilirim,” diyor! Haksız da değil!
PEW raporuna göre Amerikan halkı hayat pahalılığıyla baş edemiyor. Fiyat artışları ve
işsizlikten şikâyet eden Amerikan halkının büyük bölümü ekonominin durumu konusunda
kötümser.
PEW araştırma kuruluşunun ABD ekonomisiyle ilgili yayımladığı rapor, ABD halkının
sadece yüzde 10’unun ekonominin iyi durumda olduğunu düşündüğünü, diğer yandan halkın
yüzde 72’sinin, ekonominin durumunu ya resesyonda (yüzde 54) ya da depresyonda (yüzde
18) olarak nitelediğini gösteriyor!
Bunun yanında artan petrol fiyatları 70’li yılların petrol krizini hatırlatan gelişmelere
yol açıyor. ABD’nin kırsal kesimlerindeki bazı okullar haftada 5 günden 4 güne indirildi. Yeni
uygulama 16 eyaletteki 100’ü aşkın okulda yürürlüğe girdi. Her gün okullara ulaşmak için 100
kilometreden fazla yol yapılan kırsal bölgelerde benzin, ısınma ve soğutmadan tasarruf
amaçlanıyor. Sadece haftalık benzin tasarrufunun 65 bin doları bulduğu bildiriliyor.
Ve nihayet Mario Calabresi, “Amerika’da 1929 krizinden farklı olan tek şey, o
dönemde işsizlik yüzde 25 dolayında seyrediyordu, şimdi ise yüzde 6’lar düzeyinde. Ama
işsizlik gitgide büyüyecek,”[6] derken Angel Guerra Cabrera ekliyor: “ABD’nin
egemenliğindeki dünya kapitalist sistemi sömürge savaşlarıyla artan askeri harcamalar, aşırı
tüketim hırsı, doludizgin yolsuzluklar, yenilenebilir ve yenilenemeyen kaynakların savrulması
sonucu dibe doğru giderken milyonlarca insan açlığa, tüm dünya biyolojik bir yıkıma mahkûm
oluyor”![7]
Evet, evet yaşanan sadece bir Amerika’daki kriz değil; kapitalizmin küresel krizidir!
Günümüzde uygulanan ekonomik sistemlerin yarattığı krizler nedeniyle dünyanın bazı
yerlerinde insanlar açlık çekiyor. Haiti’de insanlar içine margarin ve tuz kattıkları çamuru
yiyorlar. Mevcut krizler, meta krizleri değil, emtiayı üreten toplumsal ilişkilerin krizleridir!
Bu da, tarihin sonu değil, -yeniden- başlangıcıdır!
7Evet, Fukuyama ve hempalarına inat, tarihin yeniden ve daha da güçlü bir başlangıçla
sürdüğünden söz edebiliriz…
“ABD’de krizin aynası”na ilişkin olarak Uğur Gürses’in şu itirafları da bu savımızı
güçlendirir mahiyettedir: “ABD ekonomisinin, özel olarak da finans sektörünün nasıl bir krizle
karşı karşıya olduğunun en belirgin göstergesi, şirketlerin piyasa değerindeki çöküşte
izlenebilir. Dev şirketlerin borsa değerleri birkaç yıllık bir zaman diliminde hızla eridi. Bu
sürecin devam edeceği de çok açık…”
“ABD’deki kriz devam ediyor, sermayesine oranla aldığı riskin ölçüsünü kaçıranlar
birer birer batıyorlar. Mali sistemde toptan ani bir çöküşü, ‘toplu çakılmayı’ engellemek için
son bir buçuk yılda ‘kontrollü inişe’ çabalayan ABD Merkez Bankası Fed, (…) ‘finansal
mimarinin’ çöküşünü izlemekten başka bir şey yapılamıyor…”
Aynı konuda Hugo Chávez de, ABD’deki mali krizi “serbest piyasa kapitalizminin
başarısızlığı” diye niteleyip, dünyaya “100 kasırga gücünde zarar verebilir” uyarısı yaparak
şunları dillendiriyor: “Kapitalizm ve neo-liberalizmin bu çöküşü 1929 buhranından çok daha
kötü olacak. Bu krizden sonra dünya bir daha eskisi gibi olmayacak. Yeni dünya çok kutuplu
olacaktır! Krizin sorumlusu kim mi? Emperyalizm, ABD ve ABD yönetiminin sorumsuzluğu!”
Özetle İngiltere Başbakanı Gordon Brown’un dahi, “Dünya küreselleşme çağının ilk
gerçek finansal kriziyle karşı karşıya,” diye betimlediği dizaynda sınıf mücadeleleri kaçınılmaz
olarak sertleşecek; devrim ile karşı-devrimin kapışma alanı genişleyecektir…
“Kriz varsa demokrasi tehlikededir,” diyen reformist Nabi Yağcı dahi bunun
farkındadır!
TÜRK(İYE) İNSAN(LIK)INDAN KARELER
Küresel kriz, kapitalist yabancılaşmanın kollarında çürüyen Türkiye’yi de, hem de en
şiddetli biçimde vuracaktır!
Yabancılaşma ve yoksullaşma, Türkiye’de temel ahlâki değerleri çökertti…
Örneğin İstanbul Büyükçekmece’de boş bir arazide bırakılan “kaçak göçmen cesetleri”
bulundu. Gözü dönmüş “umut tacirleri”, Avrupa ülkelerine giderek “refah içinde yaşam”
hayalleri kuran kaçak göçmenlerden, kamyon kasasında boğularak öldükleri anlaşılan
13’ünün cesedini, boş alana bıraktılar.
Vakit gazetesinin 76 yaşındaki yazarı Hüseyin Üzmez’in, yanında çalışan ailenin 14
yaşındaki kızına cinsel tacizde bulunduğu, genç kızın ihbarıyla ve “utandıran” telefon
kayıtlarıyla ortaya çıktı.
Özel televizyon kanallarındaki “Gelinim olur musun”, “Benimle evlenir misin”, “Size
anne diyebilir miyim?”, “Bir prens aranıyor” gibi adlar altında sunulan yarışma
programlarında, insanlar para uğruna, özel yaşamlarını “genelleştirmeyi” göze almaları…
8Bunun bir diğer artısı da İTO’nun araştırmasının ortaya çıkardığı: Türkiye’de her beş
kişiden biri yoksulluğun neden olduğu şiddete maruz kalıyor!
İşte iki somut örnek:
* Türkiye’de ekonomik yetersizlikler nedeniyle bir buçuk milyona yakın çocuk,
sokaklarda ve elverişsiz işyerlerinde düşük ücret ve kötü muameleye karşın çalışırken 42 bin
çocuk sokaklarda yaşıyor, 132 bin çocuk zorla tarım işçiliği yapıyor, yılda 7 bin çocuk taciz ve
tecavüze uğruyor. Türkiye’de 24 milyon 799 bin 424 çocuk yaşıyor!
* Muğla’nın Dalaman İlçesi’nde, 32 yaşında ve işsiz olan ve bir yıl önce eşinin evi
terketmesi üzerine bunalıma giren Laver Özdin 20 Haziran 2008’de çocukları 6 yaşındaki oğlu
Müslim Özdin 11 yaşındaki Selda, 10 yaşındaki Nurcan ve 4 yaşındaki Tülin Özdin’e tarım ilacı
karıştırılmış meyve suyu içirdi. Toplu intihar girişiminde bulundu![8]
Olan(lar) sadece maruz kalmak sınırlı değil; ayrıca da egemen şiddetin bir parçası
oluyorlar!
Örneğin ‘Dünya Kamuoyu’ adlı program tarafından yapılan ankete göre, Türklerin
yüzde 51’i “teröristlere belli oranda işkence yapılabileceğini” düşünüyor!
Ayrıca da “sürüleşiyor”: Mesela 12 Eylül’ün yıldönümünde sivil toplum kuruluşları,
idam, işkence ve hukuk dışı uygulamalara tepki gösterirken, Trabzonlular, fişlenme coşkusu
yaşıyor. TAYAD’lılara linç girişimi, Rahip Santoro ve Hrant Dink cinayeti gibi Türkiye’yi sarsan
olaylarla gündme gelen Trabzon’da ramazan eğlencelerinin yapıldığı alanda açılan polis
standının önünde parmak izini kaydettirmek isteyen “gönüllü vatandaşlar” kuyruk
oluşturuyor![9]
Yoksulluğun, şiddetin, yabancılaşmanın kollarında çürüyen Türkiye’de nüfusun yüzde
13’ü alkol tüketiyor. Bunların yüzde 10’u haftada 4 defadan fazla içiyor ve tüketimin yüzde
56’sını gerçekleştiriyor. Yoğun alkol tüketen bu kesimde kadınların oranı son 5 yılda yüzde
5’ten 20’ye çıktı…
Ayrıca Türkiye’de silah kullanımındaki artış da ürkütücü. Örneğin ruhsatsız silah sayısı
ruhsatlıların üç katı… 2007 yılında Türkiye’de toplam 751 bin 295 asayiş olayında 7 bin 957
kişi ölürken 2008’in ilk üç ayında meydana gelen 200 bin 896 olayda 2 bin 616 kişi yaşamını
yitirdi.
Türkiye’de polisin sorumluluk bölgesinde meydana gelen asayiş olaylarında, 2007
yılına kıyasla 2008 yılının ilk üç ayında silah kullanımında yüzde 57 oranında artış yaşandı.
Bireysel silahlanmaya karşı savaşan Umut Vakfı’nın Adli Tıp Kurumu, Emniyet ve
Bakırköy Psikiyatrik Tedavi ve Araştırma Merkezi verilerinden derlediği bilgilere göre,
Türkiye’de yaklaşık 2.5 milyonu ruhsatlı olmak üzere 8 milyon civarında ateşli silah
bulunuyor!
9Toplumsal yarı çapı genişleyerek şiddetin her yere bulaştığı gidişatı, belki de en iyi şu
somut örnekler betimliyor…
* Hamdi Kardeş , tartıştığı eşi ve altı çocuğunun kaldığı barakayı ateşe verdi. Annesi,
eşi ve 5 çocuğu alevlerden kurtulurken, 10 aylık Kadirhan bebek yanarak can verdi![10]
* Taksim-Aksaray dolmuşunda lahmacun yiyen üç kişi, “kokuyor” diye kendilerini
uyaran yolcuyu bıçaklayarak öldürdü![11]
* Başta gayrimüslimler olmak üzere kimsesiz ve yaşlı kimselerin mallarına el koyan
çetenin, iki yaşlı kadını normal yollardan öldüğü izlenimi vermek için aç ve susuz bırakarak
katlettiği ortaya çıktı![12]
Tüm bunlara ek olarak: Polisin “Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar” başlıklı raporu
çocukların korunamadığını ortaya koydu. 1997’de 705 cinsel istismar olurken, 2007’de
vakalar bin 268’e yükseldi…
Emniyet’in cinsel suçlarla ilgili raporu, dudak uçuklatan sayıları ortaya koyuyordu.
1999’da 600’lerde olan tecavüz vakaları 2007’de 1000’e yaklaşırken, sadece 2007’de bin 268
vakada bin 800 çocuk cinsel saldırıya uğradı. Bu çocuklardan, 1’i yabancı olmak üzere 4’ü
yaşamını yitirdi. “Cinsel Dokunulmazlığa Karşı İşlenen Suçlar” başlıklı rapordaki rakamlara
göre 1999’da 642 olan zorla ırza geçme (tecavüz) olayı 2007’de 920’ye yükseldi. 2008’in
sadece ilk 3 ayında ise bu rakam 209’a ulaştı. Bu olaylarda 2 kişi hayatını kaybetti. 2007 ve
2008’in ilk 3 ayında toplam 641 tecavüz girişimi yaşandı.
Endişe veren rakamlar, çocukların yalnızca dışarıdan değil, aile içi ve akrabalardan
gelen cinsel taciz ve tecavüz gibi olayların kurbanı olabildiğini gözler önüne serdi. 2007’de bu
şekilde 111 çocuk saldırıya uğrarken 11’i ciddi şekilde yaralandı. Çocuklara yönelik zorla ve
tehdit kullanılarak gerçekleştirilen cinsel saldırıların sayısı ise 128…
Gelin kapitalizmin ya da milli/manevi muhafazakârlığın yarattığı tablonun somut
örneklerinden bir kaçını zikrederek, sıralayalım…
* Topkapı Sarayı’nın Kutsal Emanetler Bölümü’nde 24 saat Kur’anı Kerim okuyan
hafızlardan S.E, internette tanıştığı yaşları 14 ile 16 arasında değişen onlarca çocukla cinsel
ilişkiye girdiği iddiasıyla tutuklandı. S.E’nin tanıştığı çocukları para vererek ya da hediye
kontör alarak cinsel ilişkiye zorladığı ileri sürülüyor![13]
* 68 yaşındaki Fatma Kuş, Kemer’deki ormanlık bir arazide tecavüzün ardından başı
taşla ezilerek öldürülmüş hâlde bulundu![14]
* Milas’ın Kırcağız Köyü’nde sekiz yaşındaki erkek çocuğun tecavüz ve şiddete maruz
kaldığı ortaya çıktı. Kızgın maşayla dağlanıp dövüldüğü ve defalarca tecavüz edildiği
belirlenen B.Ö. adlı çocuk, kaldırıldığı hastanede yaşam mücadelesi veriyor![15]
10* İnternette tanıştıkları erkek çocukları kandırıp “pazarlayan” çete, 6 aylık takiple
çökertildi. Zanlıların, 10 ilden erkek çocukları cinsel ilişkiye zorladığı, çocuklardan ikisinin
engelli ve zihinsel özürlü olduğu anlaşıldı![16]
Bir cinnet hâli yaşadığından söz edilmesi mümkün olan Türk(iye) toplumu, İslâmi ve
milliyetçi motifli bir muhafazakârlığın kollarında şizofrenik bir bilinç yarılması yaşamaktadır!
Toplumların zaman içindeki değişimini takip eden en geniş kapsamlı araştırmaya göre,
yabancılara ve “kendine” karşı güvensiz bir ülke olan Türkiye’de bu öylesine bir paradokstur
ki, Ankara Genç İşadamları Derneği’nin araştırmasına göre, gençlerin yüzde 44’ü AB’ye karşı
ama yurtdışında yaşamak istiyor. İdolleri ise Acun Ilıcalı, Rahmi Koç ve Polat Alemdar!
Türk(iye) toplumu ve insanındaki bu hâl, krizle yeni imkânlar yaratarak yeni tehlikeleri
de gündeme getirecektir! Yani insan faktörü dünyanın ve coğrafyamızın geleceğini
biçimlendirecektir…
“İNSAN OLMAK”
Evet, “olağan” dedikleri kapitalist “düzen”de “İnsan Olmak” kavramı üzerine yeniden
ve daha kapsamlı kafa yormak zorundayız; hem de tarihi kendi amaçları uğruna dövüşen
insanların yaptığını asla unutmadan!
Çünkü Maurice Cornforth’un, ‘Komünizm ve İnsanlık Değerleri’nde ifade ettiği gibi, “…
‘İnsan nedir?’ sorusu, insanların kendi kendilerine cevaplandırmak zorunda oldukları ve
hayatlarını ona göre düzenledikleri temel sorundur. Marksizm esas itibariyle bu soruya bir
cevap arama girişimdir…”
“Olağan” dedikleri kapitalist “düzen”in çaplı bir illüzyonun “gibiler” dünyasına
dönüştürüldüğü koşullarda “insan sorunu” veya “insanlık durumu” temel problemimizdir!
Çünkü “Siyasetten arınmış bir toplum ne yazık ki hâlâ ütopya”yken;[17] Prof. Dr.
Ahmet Rasim Küçükusta’nın, “Bizi bu modern zamanlar hasta etti,” saptaması da zikrettiğimiz
problemin acil çerçevesini çizmektedir.
Örneğin bilmeyen var mı? Teknoloji adı altında cep telefonu, bilgisayar, internet
hayatımıza girdikçe yalnızlaşıyor, çevremizle ilişkimizi kesecek düzeye geliyoruz.
Teknolojik gelişmelerin hızıyla yaşamsal ihtiyaçlarımız yalnızca bir tık ötede... Tıkla,
istediğin bilgiye anında ulaş, beğendiğin ayakkabıyı al, faturaları anında öde ya da cebine
kontör yükle. Gel de alışma. Peki, bunun ölçüsü ne olmalı? Dengeyi sağlayabiliyor muyuz?
“Teknoloji” faturası gün geçtikçe artan bir “sorun” hâline geldi.
Bu nedenle “nimet” olarak nitelendirilen “teknolojik imkânlar”, dozu kaçırınca “illet”e
dönüşüyor. Örneğin İstanbul Kültür Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü
Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mücella Uluğ, Maltepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi
11Prof. Dr. Bahattin Akşit, Yeditepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim
Üyesi Psikiyatrist Prof. Dr. Arif Verimli de bu yönde açıklamalar yapıyorlar.
Yani kapitalist egemenliğin kontrolündeki “teknolojik imkânlar”la insanların
yabancılaştırılarak, sürüleştirildiği düzlemde bir “gözetim ve gösteri toplumu”na
dönüştürülen ilişkiler ağında insanlar, gerçek problemlerinden uzaklaştırılarak
edilgenleştiriliyor; yalanın bir parçasına dönüştürülüyorlar…
Mesela… Uluslararası Küçük Silahlar Eylem Ağı’na göre siviller dünyadaki silahların
yüzde 74’üne sahip!
Mesela… Sadece Amerika’da yılda 12 milyona yakın estetik operasyon yapılırken bu
sayı tüm dünyada 60 milyona çıkıyor. ABD’de bu operasyonlara ödenen para 13.2 milyar
doları, tüm dünyada ise 66 milyar doları buluyor. En çok yapılan ameliyatlar burun, göğüs
büyütme ve liposuction. Türkiye’de ise estetik operasyonlara harcanan para yılda 1-1.5
milyar dolar!
Açlık içinde debelen yerkürede, “silahlanma” ve “estetik operasyonlara harcanan
para”nın ne demek olduğunu tahayyül edebiliyor musunuz?
Bu insan dışılığa uyum sağlayarak, daha da açıkçası, hep boyun eğerek yaşamanın
bedeli kapitalizmin Gregor Samsa’sı olmaktır!
Ama unutulmasın, nihayetinde hamamböceğine dönüşen Gregor Samsa’lara hiçbir
yalana benzemeyen gerçekler değil, fakat bütün gerçekleri yadsıyan yalanlar öğretilir!
Ama bize gereken Gregor Samsa’lar değil; “Üzerinde düşünülmeyen bir hayat,
yaşanmaya değer bir hayat değildir!” deyip, idamdan önceki son gecesinde de kaçması için
her şeyin hazır olduğunu, hatta Atina’nın büyüklerinin’ bile buna ses çıkartmayacaklarını
kendisine bildiren öğrencilerine: “Ne yani, hayatım pahasına bugüne kadar savunduğum ne
varsa, inkâr etmek pahasına kurtarılmış bir hayat mı? Asla! Verin şu baldıran kâsesini!” diye
haşlayan Sokrates’tir…
Konuya ilişkin bir şey daha: Goethe, ne yazık ki bitirmeden bıraktığı Akhilleus’unun
sonuna doğru, genç öleceği için ağlaşan tanrıçalara Akhilleus’un ağzından şöyle der: “Kimi
zaman vaktine bakmadan ölebilmek, gerçek ölümsüzlüğün bedeli değil midir?”
Akhilleus… dedik; onunla devam edelim: XX. yüzyıl Avrupa deneme edebiyatının en
büyüklerinden sayılan Avusturyalı Manès Sperber, deneme kitaplarının en ünlülerinden
sayılan “Akhilleus’un Topuğu”nun hemen başında “cehalet” kavramı üzerinde durmuş.
Kendisi, şöyle diyor cehalet için: “... Kendi bilgisizliğinin farkında olan ve bunu gizlemek için
ucuz bahaneler aramayan bir insan, bilinmeyen’in geceden daha esrarlı olmadığını bilir.
Gece, nesneleri renklerinden ve biçimlerinden yoksun kılmaz, onların uzam içerisindeki
yerlerini de değiştirmez; gece, sadece onların görülebilirliklerini azaltır...”
Cehaletin etkisi, bu bakımdan karanlığın etkisinden farklı değildir!
12O hâlde karanlıkların, cehaletin etkisine karşı eleştirel düşünen itirazla karşı
çıkmaktan başka çaremiz yoktur.
İtiraz ve başkaldırı, doğada insan türüne özgü en önemli özelliktir. Ünlü Fransız
filozofu Descartes’ın: “Düşünüyorum, öyleyse varım!” deyişi, düşünme eyleminin insanı
gerçek anlamda insan kılma bakımından birincil önemini en özlü biçimde dile getiren
sözlerden biridir. Yani düşünmüyorsanız, yoksunuz!
O hâlde “İnsan Olmak” gerekiyor!
Özgür insan… dedim: “Özgür insanın yalnız insan olduğu gibi bir inanç var. İnsanın
yalnız olduğu zaman, daha doğrusu bağlarından koptuğu zaman; toplumsal baskıların
üstesinden gelebildiğinde özgür olduğu düşünülür. Bu böyle değil tabii. Sebebi de gayet
basit; çünkü özü gereği, insan dediğimiz varlık, yalnız bir varlık değil. Yalnızlık, insana yakışan
bir şey değil. Bir başına olmakla yalnızlığı ayırmak lazım. İnsan, bir başına, bağımsız bir varlık
olarak, diğer insanlarla paylaşabildiği oranda özgür olabiliyor. Paylaşamayan insan özgür
olamaz.
Kendinizi soyutlayıp bir odaya kapattığınızda veya insanlardan kaçtığınızda, dağ
başında yaşamaya başladığınızda, “Ben özgürüm” diyemezsiniz. Bu, kendinizi başka türlü bir
mahkûmiyet içerisine sokmaktan başka bir şey değil. Özgürlük, birlikte gerçekleştirilebilecek
bir erdemdir, özelliktir. Onun için, kaçışlar ve kopuşlarla sağlanabilecek bir şey değil. Birtakım
insanlarda böyle bir düşünce oluşuyor, toplumdan koparak özgür olunabileceği düşünülüyor.
Bu, özgürlük değildir, kendimizi başka türlü mahkûm etmektir diye düşünüyorum…”[18]
Bu bağlamda “İnsan Olmak”taki ısrarlı davranışlarımızın söylemi ve eylemi tutarlı
olmalıdır!
Bunun biricik yolu da aşkla radikal sosyalist olmaktan ve kalmaktan geçer…
AŞK!
Aşk… dedim…
Sözünü ettiğim Epiktet’in, “Aşk tutkudur”; Goethe’nin, “Aşk, imkânsız birçok şeyi
mümkün kılar”; Halil Cibran’ın, “Aşk ve şüphe bir arada bulunmaz”; St. Exupery’nin, “İnsan
ancak yüreğiyle baktığı zaman gerçeği görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez”; Duclos’un,
“Aşk bıkılmayandır. Her şeyden bıkılabilir ama aşktan ... hayır”; Alexis Carrel’in, “Aşk,
ölümden kuvvetlidir”; Maeterline’in, “Sevmeden görmek karanlığa bakmaktır,” sözleriyle
betimlediği insani şeyden söz ediyorum size…
Bir kez daha yineleyeyim: Aragon’un, “Aşk, bize güç veren tek özgürlük yitimidir,” diye
betimlediği aşk, ölüme karşı en büyük başkaldırıdır!
Sakın ola sakın “aşk” deyip geçmeyin; bahar gibi isyancı olan aşk, şiirin ve
başkaldırının tarihi kadar da “eski(meyen)”dir…
13Aşk… “Ece Ayhan’ın ‘Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler’ dediğidir. Tekinsiz Şair’in
şiirin kendi hakikâtine söylettiğini bir önerme olarak okumak mümkün. Aşkın tanımlarından
biri. Hem de en hasından. Aşığın bir komitacı olarak yeraltının nabzında soluklandığı bir
dünya önerisi. Örgütlenme kelimesinin dilimizdeki tarihi elbette bu dizede ima edileni,
herhangi bir alanda intizamı sağlamak için biraraya gelip işbölümü yapma olarak almamıza
izin vermiyor. Direniş, hücre; velhasıl gayri meşru bir hayatı işaret ediyor bu dize. ‘Külhani’ bir
raconu dayatıyor. Aşkın kendinin nesnesi olarak, tek başına, bir çelişki olmadan mümkün
olmayacak bir kurgu olduğunu hatırlatırken hayata da okura da meydan okuyor. Aşk, ille de
her şeye rağmen yaşanan, akıldışı bir kurgu değil mi? Ne kadar çok şeyi karşısına alırsa o
kadar büyüyen bir söylence değil mi aşk denildiğinde bizi titreten o duygu vaadi? Aşk, olsa
olsa bir suç ortaklığının ülküleştirilmiş adıdır. Dünyanın onayıyla kutsanmış olan duygusal
birlikteliğin adı değil. Aşk, huzursuzluktur. Kaçınılmaz olarak muhalefettir. Aşk, resmi olanın,
meşru olanın uzağında kendimize kazdığımız bir dehlizdir. Ne kadar derin olacağı öncelikle
kendi düş gücümüze, hemen sonra da yaşamaya talip olduğumuz aşkın uğrayacağı saldırıların
şiddetine bağlıdır”![19]
Bu nedenledir ki “Bugün bizim için önemli olan; dünyayı kasıp kavuran her türlü
savaşın nesnesi durumuna düşürülen ve üzeri kapanan insanın aşktan umudunu
kesmemesini ona hatırlatmaktır. Hâlâ yaşanması mümkün olabilecek aşklara öyle çok da uzak
olunmadığını göstererek, bir dâhi’den tutun da kapı komşumuza varıncaya dek her insanın
yaşadığı/yaşayabileceği aşkla/aşklarla olan akrabalığımızın altını çizmek, insanın insana olan o
insanca yolunu açmaktır. Çünkü o henüz atılmamış adımlara olan inançtır aşk...”[20]
CHE’DEN ADALI’YA BİZİMKİLER!
Che’den Adalı’ya bizimkilerin paradigmalarını, serüvenlerini betimleyen şey hayata
bağlanmış isyancı bir aşk ya da kara sevdadır…
Bunu anlamadan Che’den Adalı’ya bizimkileri anlayamazsınız!
Mustafa Suphiler’den Dr. Hikmet Kıvılcımlılar’a, Mihri Belliler’den Deniz-İboMahirler’e uzanan önemli bir tarihin mirasçılarıyız…
Söz konusu tarih teslim alınamaz bir azmin ve bilinçli fedakârlığın yani Seneca’nın,
“Ölmesini bilene hiçbir şey zorla yaptırılamaz”; Lucretius’un, “Neden ölümden korkayım ki?
Ölüm varken ben yokum, ben varken ölüm yok,” sözleriyle betimlenen bir mücadele
tarihidir!
Bu tarih, sınıf mücadelesinin ön saflarında dövüşen radikal sosyalistlerindir ve söz
konusu tarihin “ulusalcılık/ yurtseverlik” ya da “neo-liberal yenilikçiliğin teslimiyeti”
tarafından çarpıtılmasına izin verilmemelidir!
Hayır Karl Marx’ın “Proletaryanın vatanı yoktur”, Fabiancı İrlandalı sosyalist Bernard
Shaw’un “Yurtseverlik alçakların son sığınağıdır” sözlerini unutamayız…
14En iyi, “travestiler kraliçesi”, Seyhan Soylu (nam-ı diğer Sisi)’nun, “İnsanlar bana ‘Sen
MHP’li misin?’ diye sorardı eskiden, ‘Hayır, ben vatanseverim’ derdim. Zaten artık İşçi
Partisi’yle MHP arasında da bir fark kalmadı ki. Vatansever olan herkes artık milliyetçi.
MHP’nin dokuz doktrininin hepsi artık CHP’de de var, bunlar altı okla özdeşleşti. Artık birlik,
beraberlik zamanı,”[21] sözleriyle betimlenen garabete teslim olmaktayız!
Erol Manisalı’nın, “Bugün küresel çatışma, sömüren batı kapitalizmi ile sömürülen
veya sömürülmek istenen onun dışındaki unsurlar arasında yer almaktadır,”[22] teranelerinin
hedef saptırmasına prim veremeyiz!
Yani “Hükümran sınıflar, emekçi yığınlarınkine nazaran sıradışı avantajlara sahip
konumlarını, ancak vatanseverliğe yaslanan iktidar sistemi sayesinde koruyabilirler,” diyen
Tolstoy’un, “Halkı etkileyecek en güçlü araçlar ellerindedir ve daima sebatla kendilerinde ve
başkalarında vatansever duyguları beslerler, özellikle de, iktidar erkini ayakta tutan o
duygular, o erk tarafından daima en iyi şekilde ödüllendirilenler olunca…
“İktidar şiddetini yok etmek için sadece bir şeye ihtiyaç var: o şiddet aracını tek başına
destekleyen vatanseverlik duygusunun kaba, zararlı, rezil, kötü ve her şeyden önce ahlâksız
bir duygu olduğunu insanların anlamasına,”[23] uyarısını özellikle milliyetçiliğin yükseltildiği
bu günlerde unutamayız/ unutturamayız…
Tıpkı neo-liberal “sol”un, Sorosçu “Taraf”ın, “sivil toplumcu”ların “yeni sol”
çığırtkanlığının da en milliyetçi hezeyanlar kadar sırt dönülmesi gereken tahribatlar
olduğunun da unutulmaması gerektiği gibi!
“Deniyor ki, Türkiye’ye yeni bir sol lazım. ‘Yeni Sol’ nasıl olacak? Benim anladığım, bu
yeni soldan beklenen şeyler, birincisi, kapitalizmi tarihsel bakımdan sonlanabilir bir sistem
olarak görmeyecek (çünkü -onlara göre- kapitalizm hep süregidecek olan, ama
iyileştirilebilecek bir sistemdir). İkincisi, devrim perspektifiyle ilgili olmayacak (çünkü bir
devrim artık olmaz). Üçüncüsü, her kesimin ortak yarar üzerinde birleştiği bir aleme doğru
gidildiği kabul edilecek (çünkü sınıf mücadelesi gibi kavramlar bu dengeyi sistematik olarak
bozmaktadır). Hepsinin özeti, devrim düşüncesinin tasfiye edilmesidir”![24]
Evet, ne milliyetçilik ne de liberallik! İhtiyacımız olan bunlardan ötede Che’den
Adalı’ya bizimkilerin devrimciliği, kararlılığı, mücadeleciliğidir!
NECDET ADALI
Necdet Adalı’yı hepiniz bilir, tanırsınız…
O (1958; ö. 8 Ekim 1980) 12 Eylül rejimi tarafından idam edilen Kurtuluş örgütü (ve
Dev-Lis) militanıdır. 12 Eylül darbesinin ilk idamlığıdır!
Adalı 1977 yılında Ankara’da Yıldırım Beyazıt Lisesi’nde öğrenciyken Ankara
İsmetpaşa’da bir kahvehanenin taranması olayıyla ilgili olarak tutuklandı ve “yargılandı”.
KARANLIKTAN “KİRAZ ZAMANI”NA VEYA
CHE’DEN ADALI’YA BİZİMKİLER[*]
Temel Demirer, www.mavidefter.org
15Kendisini yargılayan mahkeme başkanı Albay Hamdi Sevinç’in Adalı’nın suçsuz
olduğunu ileri sürmesine karşın, mahkeme heyeti tarafından suçlu bulundu. Karara şerh
koyan Sevinç bu tutumu nedeniyle ceza aldı ve daha sonra ordudan istifa etti.
Yani Emniyette, işkenceyle alınan ifadelerle verilen hüküm, darbecilerin yasama
yetkisini de üstlenmesinden 24 saat sonra uygulandı. Adalı sandalyeye tekme vurduğunda
kararı verenlerden kimse yoktu…
Necdet Adalı’nın avukatı Mehdi Bektaş, infazı izledi ve “Necdet Adalı infaza nasıl
hazırlandı?” sorusunu şöyle yanıtladı:
“Dini telkin istemedi. Gömleği giydirdiklerinde ailesine mektup yazmak istedi. Biraz
çabuk ol dediler. Mektubu bitirdikten sonra üzerine suçu ve kararı yazan bir yafta asıldı. Çelik
masa, masanın üzerinde de bir sandalye koymuşlardı. Yürüdü. Kendi kendini infaz etti”![25]
Aynı konuda 12 Eylül döneminde 40 kadar idam kararı veren eski Sıkıyönetim
Mahkemesi Hâkimi ve infaza katılan Ali Fahir Kayacan da şunlardan söz ediyor: “Adalı,
sehpaya çıktı. Cellat ipi boynuna geçirdi. O vaziyette, slogan attı”![26]
8 Ekim 1980 tarihinde Ulucanlar Cezaevi’nde asılan Necdet Adalı, Nevzat Çelik’in
yazdığı ve daha sonra Ahmet Kaya tarafından bestelenen ‘Şafak Türküsü’ dizelerinin de ilham
kaynağıdır!
Evet, 12 Eylül paşası diktatör Kenan Evren’in “Asmayalım da besleyelim mi?”
sözleriyle gerekçelendirdiği Necdet Adalı’nın katli 8 Ekim 1980’de gerçekleşti…
Aynı tarihten iki yıl önce de, 8 Ekim 1978 de 7 TİP’li genç Bahçelievler’de “Büyük Reis”
Abdullah Çatlı, “İdi Amin” kod isimli Haluk Kırcı, Bahçelievler Bölge Sorumlusu Ahmet
Ercüment Gedikli ile Kürşat Poyraz, Mahmut Korkmaz, Ömer Özcan ve Duran Demirkan’dan
müteşekkil faşist katilleri tarafından katledildiler!
Bunun gösterdiğiyse şuydu: Kenan Evren’den “Büyük Reis” Abdullah Çatlı’ya hepsinin
hedefleri benzerdi; çünkü onlar aynıydı…
Tıpkı Necdet Adalı’dan 13 yıl öncesinde, 9 Ekim 1967’de, “Ölüm nereden ve nasıl
gelirse gelsin, Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa, Ve silahlarımız elden ele
dolaşacaksa, Başkaları mitralyöz sesleriyle, Savaş ve zafer naralarıyla, Cenazelerimize ağıt
yakacaksa, Bu uğurda ölüm hoş geldi sefa geldi” diye haykıran Che Guevera gibi..
CHE GUEVERA
1928’de Arjantin’de başlayan, 1967’de Bolivya’da son bulan kısa ömrü boyunca,
‘başka bir dünya’ya inandı. Henüz bir tıp öğrencisiyken çıktığı Latin Amerika seyahati boyunca
gördüğü yoksulluk, insanların ‘zenginler’ ve ‘yoksullar’ olarak iki keskin sınıfa bölünmüşlüğü
ve fırsat eşitsizliğiydi onu devrimin peşinde Bolivya’ya sürükleyen.
16Che’nin devrime duyduğu inanç, sadece bir ülkeyi değil, tüm dünyayı kapsıyordu. 25
Kasım 1956’da Veracruz’dan Küba’ya doğru yola çıkan Granma yatında Kübalı olmayan tek
kişi Che’ydi. Devrimin ardından 2 Ocak 1959’da Havana’ya vardı ve 26 Kasım 1959’da Küba
vatandaşlığını aldığı aynı gün Küba Merkez Bankası başkanlığına getirildi. Durmak, dinlenmek
yoktu; bir devrimcinin değil kendisini, ailesini bile düşünmesi -tüm zorluğuna rağmen- devrim
için çalışırken mümkün değildi:
“... İçinde bulunduğumuz durum elbette tehlikelerle dolu. Bu tehlikeler sadece
dogmatizmden ya da üzerinde ilerlenen büyük yolun orta yerinde kitlelerle ilişkinin
kopmasından kaynaklanmıyor, aynı zamanda içine düşülebilecek zaaflardan da besleniyor.
Bir insan bütün hayatını devrime adamayı düşündüğünde çocuklarından birinin ihtiyaçlarını
karşılayamamak, çocuklarının ayakkabılarının yıpranması ya da ailesinin ihtiyaçlarına cevap
verememek gibi aklını yiyip bitiren endişelerden kurtulamazsa, bu düşüncelerin etkisi altında
gelecekte ortaya çıkabilecek bir yozlaşmanın tohumlarını usulca ekmiş olur...”
8 Ekim 1967’de bacağından ağır bir yara alarak ele geçirilip, 9 Ekim 1967’de La
Higueras’ta bir köy ilkokulunda öldürülmesinden sonra sırt çantasında bulunan Bolivya
Günlüğü, çağımızın en önemli belgelerinden biridir. Ömrünün son bir yılı boyunca
yaşadıklarını, devrimcinin kendi ağzından dinleriz.
7 Kasım 1966 tarihinde tutmaya başladığı Bolivya Günlüğü şöyle açılır: “Bugün yeni bir
dönem başlıyor. Gece çiftliğe ulaştık. Yolculuk oldukça iyiydi. Kılığımızı iyice değiştirip,
Cochabamba’ya geçtikten sonra, Pachungo ve ben, orada gerekli bağlantıları kurduk ve iki
araçla iki gün sürecek bir yolculuğa çıkmak üzere ciplere atladık.”
Ya başaracak ya da ölecek bir devrimcinin kararlılığı, günlüğün daha ilk cümlelerinden
okunur. Günlüğe düşülen hiçbir kayda, koşullar ne kadar zor olursa olsun, ümitsizliğin gölgesi
düşmemiştir. Yiyeceklerinin tükendiği, hastalıklarla boğuştukları -Che’nin astımı o aylarda
onu sık sık yoklamıştır-, hatta arkadaşlarının yakalandığı haberlerini almaya başladıkları,
sonlara yaklaşılan günlerde bile...
Bizim Che, isyancı insan soyunun temize çekilmiş özetiydi…
Ernesto Che Guevara’nın 80. doğum gününde, “Motosiklet Günlükleri”ne konu olan
yolculuğu birlikte yaptıkları arkadaşı ve hayal yoldaşı doktor Alberto Granado, O’nun için hiç
tereddüt etmeksizin şunu ifade ediyordu: “Che yaşıyor olsaydı, savaşıyor olurdu. Afrika’da
olurdu ya da Latin Amerika’yı birleştirmeye çalışıyor olurdu. Olmayacağına garanti
verebileceğim tek şey, pasif kalmasıdır!”[27]
Yine Onun için silah ve mücadele yoldaşı Fidel Castro da şunları ifade ediyordu: “O
bize düşman birlikler tarafından kovalanırken Oriente ve Camagüey’in bataklık bölgelerini
geçerek İsyan Ordusu Kolu’nun liderliğini teslim etti. O, Santa Clara şehrinin özgürlük
savaşçısıydı, gönüllü çalışmanın ustasıydı; yurtdışında onurlu siyasi görevler başardı, Doğu
Kongo ve Bolivya’da militan enternasyonalizmin taşıyıcısı oldu. Amerika’da ve dünyada yeni
bir bilinç uyandırdı.
17Vatanında yapmaya çalıştığı ve başarısız olduğu şeyler için ona teşekkür ediyorum,
çünkü kökünden, mevsimsiz koparılmış bir çiçek gibiydi.
Bize özgün edebi tarzını bıraktı. Zarif, hızlı ve kafasından geçen her şeyin detayında
dürüsttü. Hâlâ bizimle ve bizim için savaşıyor.”[28]
“Che, ‘Katolik olsaydı ve kiliseye bağlı olsaydı, erdemleri onu bir aziz yapmaya
yeterdi.’ Devrimi sadece kendi ülkesi için değil, tüm insanlığı kurtarmak için isteyen, yana
yakıla her ortaya çıkan fırsatı zorlayan iflah olmaz bir enternasyonalist. Küba devriminden
önce Venezüella, Panama ve Bogota’da mücadeleye omuz vermesi, Küba devriminden sonra
Angola’da, Bolivya’da, Kongo’da, El Salvador’da, Nikaragua’da ve daha pek çok yerde
bağımsızlık ve sosyalizm için savaşan gerillalara uzattığı dost eli, bunu fazlasıyla kanıtlamış
durumda. Che’nin sosyalizmin temelini ‘yeni insan’da arayan vizyonunu yaşama geçirmek
için ortaya attığı şu düstur da çok anlamlı: ‘Devrimimizin cehaletle mücadele etmek, eğitimi
geliştirmek için bunca çaba göstermesinin nedeni de bu. Herkes Che gibi olsun diye’...”[29]
Evet, Miguel Benasayag, ‘Che Guevara-Mitten İnsana, İnsandan Mite’[30] başlıklı
kitabında, Che’yi “Göğe saldıran adam” olarak nitelemekte hiç de haksız değildir.
Che, dünyaya damgasını vurmuş bir devrimci gerçektir.
Ve nihayet denilebilir ki “Arjantinli devrimci Ernesto ‘Che’ Guevera, insanlığın ortak
hafızasından silinmeyecek. Çünkü, o artık sadece Latin Amerika’da değil, açlığa, yoksulluğa,
baskıya, sefalete karşı öfkenin, isyanın olduğu bütün kıtalarda, ülkelerde vazgeçilmez bir
sembol”dür![31]
Tıpkı bizdeki Necdet Adalı, Erdal Eren, Serdar Soyergin, Ali Aktaş, Mustafa Özenç ve
ötekiler gibi…
Onlar bizlere, neyin ne ve nasıl olması gerektiğini anlatan tarihin yol gösteren
kilometre taşlarıdırlar…
DEVRİM’SİZ BİR TARİH, TARİH’SİZ BİR DEVRİM OLMAZ/ OLAMAZ…
Siz bakmayın devrimci hareketi “Türkleştirip”, sözüm ona “mutlak”lara endekseleyen
Balbay’ın “ulusalcı” palavralarına ya da “Ortodoks modernist ‘solcular’…”dan söz ederek,
“Temel sorun solun ‘solculuğu’…”[32] diyen densizliğiyle neo-liberal Çakır’a!
Ya da, “Sol düşüncenin postmodern tahrifatı”, “postmodern kaybolmuşluğun
entelektüel yansıması” gibi kullanımlar geleneksel solun toplumsal zemin kaybından duyulan
derin kaygının ifadesi olmaktan öte bir anlam taşımıyor. (…)
Unutulmamalıdır ki, şu dakikadan sonra postmodernizmi neo-liberalizme, solliberalizmi de (artık her neyse) AKP destekçiliğine eşitlemek, bizi bir yere götürmeyecek,”[33]
diyen “ortalamacılar”a…
18Veya “Devrimcilik bir alışkanlık mıdır? Alışkanlık devrimci olabilir mi?”[34] diyen
Yüksel Taşkın’a…
Onların anlayamadığı halkların kardeşliği temelinde “Devrim’siz bir Tarih, Tarih’siz bir
Devrim olmaz/ olamaz…” gerçeğidir!
Bu yolda sınıflar mücadelesi tarihinin öğrettiği gibi: Tarih kısa vadede, devrimler ve
karşı-devrimlerle yazılır; uzun vadede, bastırma ve restorasyon hamleleriyle hazmedilir. Bu
yüzden, devrimci bir atılımla tarih yapanlar, mücadele tarihinin de şehitleri olurlar. Bu,
“Devrimciler ölür, devrimler sürer” kaçınılmazlığıyla biteviye tekrarlanır.
Söz konusu gerçek karşısında egemenler, kaçınılmazlığın yarattığı Che ve Adalı gibi
devrimci geleneklerin etkilerini/ başkaldırının izlerini silmek için ellerinden gelen bütün karşı-
devrimci imkânları zorlarlar…
Karşı-devrimciler, “Devrimciler ölür, devrimler sürer” diyen devrimci geleneğin yaratıcı
gerçeğini iyi bildiklerinden, her “bastırma hamlesi”nden sonra büyük harfle Tarih’in derslerini
silmeye kalkışıp, aynı anda ‘başkaldıran devrimciler’in kafalarını ezmeye girişirler.
Bu noktada Tarık Ali’nin Ayna Korkusu romanında kahramanına, “Tarih kötülük
yapmaya devam etse bile pes etmeyin,” dedirtmesi ve kendisinin, “Batı akademisi de Tarihsel
gerçekleri gizlemek ve Bellekleri sulandırmak için Tarih Kürsülerini gözden düşürmeye yönelik
aşırı bir gayret içinde,” diye eklemesi bundandır. Sermaye sahipleri her dönemde bu işlerini
siyasetçilere, gazete yorumcularına, akademisyenlere yaptırmayı pek severler. Cömertlikle
destekledikleri “tarihi çarpıtma, gerçekleri silip tersine çevirme” çabalarının hedefi de tektir:
başkaldırı izlerini silme…
Bunun için tarihimize ve değerlerine sahip çıkmak kilit önemdedir..
Bu isyancılar için de hep de öyle kalacaktır…
İSYAN!
Şimdi Nepal’dekiler gibi “Hayır” deme zamanıdır![35]
Evet, kapitalizmin kriziyle debelen yerkürede bir kere daha Che/Adalı gibi “Hayır”
deme zamanıdır!
Çünkü “Kapitalizm; birilerinin egemenliği sürsün diye, büyük yoksullar, yoksulluklar
yaratan düzenin adıdır. Bir büyük yalanın adı...
İktisat tarihçileri için bulunmaz bir fırsatı yaşıyoruz. Küresel kapitalizmin iflasını
görüyoruz. ABD yüzyılın, belki insanlık tarihinin en tuhaf çalkantısını üretti ve ihraç ediyor.
Adı iktisadi kriz olan bu meselenin gerçek ismini kimse söylemiyor, söyleyemiyor; bu
kapitalizmin çöküşüdür!
19Kapitalizm insanlık mahkemesi için hazırlanıyor ve bir gün, tam da bu düzenden
insanların kanlarını içenlerin hesap günü olacaktır. Korku çağının sonu gelecektir...
Borsalar düştükçe, bankalar battıkça, faizler yükseldikçe; paradan para kazananların,
halkı soyanların düzeni bozuldukça keyfim yerine geliyor.
Devrimler böyle zamanlarda filizlenir. Daha çok işsiz, aç, çaresiz insan oldukça; bir
başka dünya mümkün diyenler artacaktır…
Çünkü kapitalizm; şükür kültürüdür, sus payının dağıtıldığı düzendir... Ahlâksızlığın
adıdır.
Bir başka dünya mümkün! Adı sosyalizm olan...”[36]
Bu yeniden mümkün! I. Wallerstein’ın, “George Bush görevinden ayrıldığında ABD çok
daha zayıf ülke hâline gelmiş olacak,” dediği koordinatlarda ABD siyasi ve ekonomik kriz
yaşıyor, dünya yeniden kuruluyor... Krizler sonrası XXI. yüzyılın ilk çeyreğinde dünyanın
yeniden kurulacağı görülüyor…
O hâlde hep birlikte HAYIR diyelim.
Tıpkı Wolfgang Borchert’in dizelerindeki gibi:
“Sen. Makinenin başındaki adam, atölyedeki adam. Yarın sana su boruları ve yemek
kapları yapmayı bırakıp miğferler ve mitralyözler yapmanı emrederlerse, yapacağın bir tek
şey var: HAYIR de!
Sen. Tezgâhı ardındaki kız ve büroda çalışan kız. Yarın sana el bombalarını doldurmanı
ve keskin nişancı tüfeklerine dürbün takmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR
de!
Sen. Fabrika sahibi. Yarın sana talk pudrası ve kakao yerine barut satmanı
emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!
Sen. Laboratuardaki araştırmacı. Yarın sana eski yaşamı yok edecek yeni bir ölüm
keşfetmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!
Sen. Odasındaki şair. Yarın sana aşk şarkılarını bir yana bırakıp nefret şarkıları
söylemeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!
Sen. Hastasının başındaki hekim. Yarın sana cepheye gönderilecekler için sağlam
raporu yazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!
Sen. Kürsüdeki rahip. Yarın sana cinayeti kutsamanı ve savaşa övgüler yağdırmanı
emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!
Sen. Gemideki kaptan. Yarın sana buğday taşımayı bırakıp tank ve top taşımanı
emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!
Temel Demirer, www.mavidefter.org
20Sen. Havaalanındaki pilot. Yarın sana kentlerin tepesine yakıp yok eden bombalar
yağdırmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!
Sen. Dikiş masası başındaki terzi. Yarın sana asker üniformaları dikmeye başlamanı
emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!
Sen. Cübbesinin içindeki yargıç. Yarın sana askeri mahkemeye gitmeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!
Sen. Tren istasyonundaki. Yarın sana cephane ve asker taşıyan trenlerin kalkması için
sinyal vermeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!
Sen. Köydeki. Sen. Kentteki. Yarın askere alma belgeleriyle kapına dikilirlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!
Sen. Normandiya’daki ana, Ukrayna’daki ana, sen San Fransisco’daki ve Londra’daki
ana. Sen Hoang Ho ve Missisippi kıyılarındaki ana. Sen, Nepal’deki ve Hamburg’daki,
Kahire’deki ve Oslo’daki ana; yeryüzünün dört bir yanındaki analar, dünyanın tüm anaları,
yarın size askeri hastanelerde hemşirelik yapacak, yeni savaşlarda savaşacak çocuklar
doğurmanızı emrederlerse, yapacağınız bir tek şey var: HAYIR deyin!.. Analar, HAYIR deyin!”
Durup, diyeceklerimi Kazancakis’in, “İnsan uçurumun kenarına varmadan
kanatlanamaz”; A. Gide’in, “Açılmamış kanatların büyüklüğü bilinmez”; Paulo Coelho’nun,
“Bir şey yapmak istiyorsanız, bütün evren sizin için işbirliği yapar,” sözlerinin Che’den
Adalı’ya “Hayır” diyen bizimkileri anlattığı bir kez daha anımsatarak, “son sözü” Arkadaş
Zekai Özger’in dizelerine bırakıyorum…
“Yarın ne olur bilirim ben/ bahar gelir, otlar büyür/ ölüm de yapraklanır./
Bir dağ bulur uzun uzun bakarım/ bir çam ağacı gölgesi/ güzel kokular veren/ bir
damla güneş görünce/ sana da gülümseyeceğim yarın…/
Şimdi senin uzanıp yattığın otlarda/ yarın yeni bir yeşillik büyüyecek…”
Beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyorum…
8 Ekim 2008 12:46:21, Ankara
N O T L A R
[*] İzmir SDP’nin 11 Ekim 2008’de düzenlediği “Che’den Adalı’ya Vardık, Varız, Varolacağız…” başlıklı Toplantıda
yapılan konuşma… Denizli SDP’nin 12 Ekim 2008’de düzenlediği “Necdet Adalı’yı Anma Toplantı”sında yapılan
konuşma…
[1]W. Shakespeare.
[2]John Bellamy Foster, “Sermayenin Malileşmesi ve Kriz”, Monthly Review, No:18, Haziran 2008, s.34-35-37.
21[3] Erinç Yeldan, “Son 60 Yılın En Şiddetli Krizi”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2008, s.13.
[4]Ahmet İnsel, “Krizin Tam Ortasındayız”, Radikal İki, 21 Eylül 2008, s.1-4.
[5] Yakup Kepenek, “Deprem”, Cumhuriyet, 22 Eylül 2008, s.13.
[6]Mario Calabresi, “New York’un Motoru Durdu”, La Reubblica, 3 Ekim 2008.
[7]Angel Guerra Cabrera, “Latin Ülkeleri ve Yeni Seçenekler”, La Jornada, 2 Ekim 2008.
[8] Ercan Kaylı, “Dalaman’da Toplu İntihar Dehşeti”, Hürriyet, 21 Haziran 2008, s.4.
[9] “Trabzonlular Fişlenme Coşkusu Yaşıyor!”, Radikal, 12 Eylül 2008, s.8.
[10]Umay Aktaş Salman, “Ailesini Ateşe Verdi 10 Aylık Bebeği Öldü”, Radikal, 15 Haziran 2008, s.10.
[11] Serkan Ocak, “Dolmuşta Lahmacun Cinayeti”, Radikal, 12 Mayıs 2008, s.5.
[12] “Çete İki Yaşlı Kadını Aç Bırakarak Öldürmüş”, Radikal, 14 Haziran 2008, s.9.
[13] “Topkapı Hafızına Sübyancı Suçlaması”, Cumhuriyet, 26 Nisan 2008, s.8.
[14] “Yaşlı Kadına Tecavüz Edip Öldürdüler”, Radikal, 25 Nisan 2008, s.10.
[15] “Çocuğa Tecavüz Vahşeti”, Radikal, 4 Mayıs 2008, s.5.
[16] Turaç Top, “Vicdansız Sapıklar”, Hürriyet, 9 Haziran 2008.
[17] Semih Gümüş, “Daha Fazla Siyaset”, Radikal Kitap, Yıl:7, No:388, 24 Ağustos 2008, s.6.
[18]Ahmet İnam, “Özgürlük Üstüne”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, Yıl:22, No:1111, 4 Temmuz 2008, s.11.
[19] Yıldırım Türker, “Aşk Örgütlenmektir”, Radikal İki, 1 Haziran 2008, s. 3.
[20]Özcan Erdoğan, “Önsöz” den, Dâhiler ve Aşkları, Hazırlayan: Özcan Erdoğan, İkaros Yay., 2008.
[21] Seyhan Soylu (nam-ı diğer Sisi), “Son Ergenekon mu Dedirteceksiniz Bana?”, Radikal, 21 Eylül 2008, s.7.
[22] Erol Manisalı, “Bugün Küresel Çatışma, Sömüren Batı Kapitalizmi ile Sömürülen veya Sömürülmek İstenen
Onun Dışındaki Unsurlar Arasında Yer Almaktadır”, Baran, No:69, 1 Mayıs 2008-18, s.12-17.
[23] Tolstoy, Vatanseverliğe Karşı, Yokuş Yay., Çeviri ve editörlük: Acar Burak Bengi.
[24] Ertuğrul Kürkçü, “Solun Bugünkü İhtiyacı, Sosyalist Koordinasyon”, Mesele, No:22, Ekim 2008, s.20.
[25]Mehdi Bektaş, “8 Ekim 1980, Saat 02.00”, Cumhuriyet Dergi, No:1173, 14 Eylül 2008, s.6.
[26] Sibel Hürtaş, Sabah, www.habervitrini.com.
[27]Kaynak:www.atilim.org.
[28] Fidel Castro Ruz, “El Che”, Granma, 7 Ekim 2007.
[29]Ignacio Ramonet, Fidel Castro - İki Ses Bir Biyografi, Çev: Bülent Levi, Doğan Kitap, 2006.
[30]Miguel Benasayag, Che Guevara: Mitten İnsana, İnsandan Mite, Çev: Işık Ergüden, Versus Kitap, 2007.
[31] Yücel Özdemir, “Che Unutulur mu?”, Evrensel, 11 Ekim 2007, s.10.
[32]Hüseyin Çakır, “Temel Sorun Solun ‘Solculuğu’…”, Taraf, 8 Ağustos 2008, s.13.
[33]Utku Ust-Murat Altun, “Bir Kristal Küre Olarak Marksizm”, Radikal İki, 22 Haziran 2008, s.5.
[34] Yüksel Taşkın, “Türkiye Solu Yeniden Uykuya Yatarken”, Birikim, No:230-231, Haziran-Temmuz 2008, s.82.
[35] “Dünya Nepal’i izlemeli, buna ihtiyacı var.” (Mike Ely, “Nepal Devrimi’nin Önemi”, Devrimci Demokrasi,
Yıl:6, No:134, 28 Haziran-16 Temmuz 2008, s.11.)
[36] Enver Aysever, “Kapitalizmin Ahlâkı Var mı?”, Cumhuriyet Dergi, No:1176, 5 Ekim 2008, s.8.
Yorumlar