SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER “Söylenceleri icat etmek kolay ama bunlardan kurtulmak zordur.” [1] Yeniden Don Quichotte (YDQ): E...
SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER
“Söylenceleri icat etmek kolay
ama bunlardan kurtulmak zordur.”[1]
Yeniden Don Quichotte (YDQ): Evvelinde üniversite fikri neydi?
Sibel Özbudun (SÖ): İlk üniversitenin günümüzden bin yıl kadar önce, yani XI. yüzyılda Bologna’da kurulduğu genel kabul görür; ancak bu tabii ki simgesel bir kabuldür; bir başka deyişle, üniversite tarihini neden örneğin Platon’un Akademia’sı ya da Aristoteles’in Lykeum’u ile, ya da İ.S. V. yüzyılda Bizans’ta kurulan “üniversite” ile başlatmak da pekala mümkündür.
Ancak XI. yüzyılda kurulan, daha doğrusu öncelikle “Katedral okulları” niteliğini taşıyıp bir süre sonra Kilise denetiminden çıkarak sekülerleşen bu kurumların izleyen dönemlerde tarihsel süreklilik arz etmesi, bu ön kabulü benimsememizi sağlar.
Kuruluş mantığı gereği, bu ilk (ya da ön-) üniversiteler sekülerleşmiş bilginin, bağrında biçimlendikleri Kilise modeline uygun olarak “kutsallaştırılması” fikrinin cisimlenişidir. Mehmet Ali Kılıçbay’ın deyişiyle “Üniversite bin yıllık tarihi boyunca bilgiyi kutsallaştırdı, yapma bilgisini (yani techne’yi - b.n.) edinme, elde tutma, egemen olma bilgisine çevirdi. Bilgi zaten hep bu yönde kullanılmıştı, ama üniversite, bilginin bu yönde kullanılmasını meşrulaştırdı, bilgiyi yalnızca bu mecraya döktü.”[2]
Temel Demirer (TD): Hazır üniversite fikrinden söz ederken; Epiktetos’un, “Eğitim görmüşler özgürdür”; Jean-Jacques Rosseau’nun, “İnsanın merakı eğitim düzeyiyle orantılıdır”; W. Goethe’nin, “Bilgi artıyor, onunla birlikte huzursuzluk da”;[3]Konfüçyüs’ün, “Asıl bilgi insanın cehaletini tanımasında yatar… Bilgi insanı şüpheden, iyilik acı çekmekten, kararlı olmak korkudan kurtarır,”sözlerini anımsayıp/ anımsatmakta yarar var…
Çünkü eğitim özgürleşmenin yanındaki bir çocuksu merak ve “Anne bak kral çıplak,” diyebilen cüret ile huzursuzluktur; çözüm arayışıdır. Bunların ne anlama geldiğini resmi ideoloji karşısında dik duran, boyun eğmeyen İsmail Beşikçi’de görebilirsiniz…
Evet, bunlar böyleyken; bir de burjuva eğitim(sizlik)ini betimleyen Ali Demir’ler vardır…
‘Cin Ali’ lakaplı ÖSYM Başkanı Ali Demir’in sorumlusu olduğu sınav(lar)da ortaya çıkan skandallardan sonra, gençler sokağa dökülse de… Yaşanan skandallar ve ardından yapılan çelişkili beyanatlar bunalımı somutlaştırırken, Demir için istifa yabancı bir kavramdır.
Çünkü onda bilim onuru/ ahlâkı yoktur; tüm burjuvalarda olduğu gibi…
ALİ DEMİR’İN ÖSYM’YE MACERASI
| |
27 Mart 2011
|
YGS’de yaşanılan şifre skandalı.
|
27 Mart 2011
|
YGS soru kitapçıklarında Fen Bilimleri Testi olmayan kitapçıklar 8 cezaevine dağıtıldı.
|
24 Nisan 2011
|
ALES’e giren 500 adaya eksik kitapçık verildi.
|
30 Nisan 2011
|
YGS’ye giren mahkûm adaylara yeni sınav düzenlendi.
|
30 Nisan 2011
|
ALES’te eksik kitapçıktan mağdur olan adaylar için sınav yeniden düzenlendi.
|
29 Mayıs 2011
|
STS 2011 sınav soruları geçen yılki sorularla aynı çıktı. Sınav iptal edildi, 3 Temmuz’da yeniden yapılacak.
|
7 Haziran 2011
|
YGS’ye giren Diyarbakır’dan 4 öğrencinin cevap kâğıtlarının kayıp olduğu ortaya çıktı. Bu 4 öğrenci için bugün ‘özel YGS’ yapıldı.
|
Ayrıca da ‘Sosyalizm ve İnsan Ruhu’ başlıklı yapıtında, “Özel mülkiyet hakkı, sömürme ve eziyet etme hakkı demektir. Özel mülkiyeti savunanlar, ekonomik adaletsizliği umursamayanlardır,”[4]diyen Oscar Wilde’ın da vurguladığı üzere, özel mülkiyetin varlığını savunanlarda pazar ekonomisinin ahlâk(sızlığ)ı, sıradanlığı, boyun eğmişliği ve kalitesizliği gibi negatifler dışında pozitif olan bir şeye rastlayamazsınız…
Mesela Turgay Polat’ın şu saptamasındaki gibi: “Üniversite sayımız her geçen gün artıyor. Son on yılda sayıları 50’den 146’ya çıktı ki artmaya da devam ediyor. Özellikle son dönemde her ile bir üniversite kurulması fikrinin hayata geçmesiyle yeni üniversiteler açıldı. Bir taraftan da tüm zorluklara rağmen vakıf üniversitelerinin sayısı 45’i geçti. Peki, ne ifade ediyor bu rakamlar, her ile neden bir üniversite, bu konuda üniversiteleri açanlar ne düşünmüştür bilmiyorum…
Üniversiteler sabah 8.00’de açılıp akşam 17.00’de kapanan yerler mi?
Zira Anadolu’da hiçbir sosyal etkileşimi olmayan, bir yıl boyunca bir kez bile etkinlik yapmayan üniversiteler var. Sabah 8.00’de işbaşı yapıyorlar akşam 17.00’de ışıkları söndürüp eve gidiyorlar.
Yani yüksek liseler”!
Eğitimi de özelleştirip, bir meta hâline getiren burjuvazinin yarattığı tabloya ilişkin olarak Koray Çalışkan, “Özel üniversitelerin durumu bilimsel üretimi sekteye uğratacak yapısal sorunların baskısı altında... Eğitim ve bilgi, su gibi hava gibi insanlığın temel hakkı ve ortak zenginliğidir. Ticarileştirilmesi yanlıştır. Böbrek satmakla bilimsel bilgi satmak aynı kapıya çıkar,” derken Ahmet İnsel de ekliyor: “Özel üniversitelerin aşırı ücret artışında talep baskısı da rol oynuyor. Çünkü burası bir statü toplumu. Büyük ölçüde satın alınan bir statü bu.”
Evet burjuvazi için eğitim egemen boyunduruğun üretilmesi dışında satın alına bir statüdür; burjuva üniversiteleri de bu çirkinliğin/ kalitesizliğin bir parçasıdır…
Örneğin Şebnem Turhan’ın haberine göre, “Türkiye üniversite sayısı ve eğitim ücretleriyle dünyada başı çekiyor. Akademik kriterler dikkate alındığında ise tablo oldukça vahim.
Türkiye’de 130 özel üniversite var. Sayı, dünya ile kıyaslandığında oldukça yüksek. Bu aynı zamanda, milyonlarca öğrenci, milyarlarca dolarlık dev bir ekonomi demek. Eğer eğitimin temel kriteri bu olsaydı, Türkiye dünyada sayılı ülkeler arasına girerdi. Ne var ki, akademik kriterler dikkate alındığında tablo oldukça vahim. Para listesinde önlerde yer alan Türkiye’nin özel üniversiteleri, akademik listede ilk 1000’in içine dahi giremiyor…
ODTÜ URAP Laboratuvarları’nda hazırlanan ‘Üniversitelerin Akademik Performansa Dayalı Genel Sıralaması’ sonuçlarına göre, Türkiye’nin en iyi 10 üniversitesinin içinde hiçbir özel üniversite yok. Dünya sıralamasında ise ilk 1000’in içine dahi girebilen bulunmuyor. Sadece ilk 2000 üniversitenin içinde 10 tane özel üniversite yer alıyor.
Bir diğer uluslararası liste İngiltere merkezli Times Higher Education’un her yıl yaptığı 200 üniversitelik araştırmaya göre ise listede sadece 112. sırada Bilkent var. Dünyadaki 19 bin üniversiteyi dikkate alarak bir sıralama yapan İspanya merkezli Webometrics Ranking of World Universities’in listesinde ise ilk 500’de yine hiçbir özel üniversitesi yer almıyor. Sadece 321. sırada ODTÜ bulunuyor.”
YDQ: Tarihi yolculuğu içerisinde üniversite hangi aşamalardan geçti?
SÖ: Aydınlanma çağında üniversitenin esas misyonu, yükselmekte, iktidarı toprak sahiplerinden devralmakta olan kentli ticaret burjuvazisinin ideolojisi ve etiğini taşıyacak, biçimlendirecek ve iletecek olan aydınları biçimlendirmek olmuştur. Aydınlanma’yla birlikte ilginçtir ki, Sanayi Devrimi’nin arkaplanını oluşturan doğa bilimleri çeşitli Kraliyet cemiyetlerinin himayesine girerek bir anlamda özerkleşirken, Avrupa devletlerinin bir bir ortaya çıkışı, üniversiteleri “ulusal ideolojiler”i biçimlendirmekle de yükümlemiştir. Böylelikle, tarih, edebiyat, dil gibi “ulus-kurucu” disiplinler, üniversite müfredatlarına dahil olur. Zaman içerisinde, Avrupa üniversiteleri dinsel dogmalardan arınmış Aydın’ı biçimlendirmekten, ulus-devletleri yönetecek “aydınlanmış kadrolar”ı yetiştirmeye yönelir.
XIX. yüzyıldan itibaren ise, burjuva ideolojisinin üretimi ve sürdürümü misyonu büyük ölçüde üniversitelerce üstlenilmiştir. Bilimler ya da disiplinler arasındaki işbölümü, bunların hedeflerindeki birliği engellememekteydi; örneğin XIX. yüzyıl sonlarında Batı Avrupa üniversitelerinde iktisat bilimi “bırakınız yapsınlar”cı liberal kuramları va’zederken, sosyal bilimler ise yüzyıl devrimlerinin kıtada yol açtığı kaosa bir son verip burjuva iktidarını tahkim etmenin, bir başka deyişle“düzen ile ilerlemenin bağdaştırılması”nın yollarını araştırmaktaydı.
İşin ilginç yanı, burjuvazinin damgasını taşımasına karşın XX. yüzyılın son onyıllarına dek, Batı Avrupa üniversitelerinin “özerk” kamusal kurumlar olarak işlemeleridir. Kuşkusuz bunun birkaç nedeni var. Öncelikle, üniversite araştırmaları doğrudan tüketime yönelik bir sonuç elde etmediği ve araştırma “doğru” bir sonuç elde etmek için pek çok kez tekrarlanma olasılığını içerdiği, bir başka deyişle “masraflı” bir iş olduğu için. Yani tek tek firmalar için çok pahalı olan bir girişimin maliyetini “kamuya” (daha doğru bir deyişle halka) yüklemek, kapitalistler açısından daha “rantabl” görülmüştür.
Öte yandan, kamusal (yani genellikle ücretsiz ya da düşük ücretli) bir faaliyet olarak yüksek öğrenim, böylelikle alt sınıfların yetenekli evlatlarına da açılmakta ve onlar bu yolla sistem tarafından temellük edilebilmekteydi.
Ve nihayet, “kamu kurumları” olarak üniversiteler, ulus devlet ideolojilerini yeniden üretme ve payandalama işlevlerini bu sayede yerine getirebilmişlerdir.
YDQ:Bologna sürecinde, bugün artık üniversite nedir?
SÖ: Kapitalizmin 1930’lu yıllardaki büyük ve küresel bunalımı, bildiğiniz gibi, onu, Adam Smith’in liberal “bırakınız yapsınlar”cı düsturundan, Keynes’in devlet müdahaleci versiyonuna yöneltti. Buna ek olarak, II. Paylaşım Savaşı sonrası siyasal bağımsızlıklarına kavuşan eski sömürgelerin yeni biçimlenen Sosyalist Blok’un cazibesine kapılmasının engellenerek “kapitalist kalkınma”yı benimsemeleri gereği öne çıkmaktaydı. Böylelikle Batı üniversiteleri (ve onların rehberliğinde kurulan/yeniden biçimlendirilen çevre üniversiteleri) “kalkınmacı paradigma”nın merkezlerine dönüştüler.
Bu durum, bildiğiniz gibi reel sosyalist ülkeler topluluğunun çözüldüğü 1980’li yıllara dek sürdü. 1980’lerden itibaren ise, kapitalizm, bir dizi faktörün etkisiyle, 1970’lerin sonlarında içerisine sürüklendiği derin bunalımı, Keynes’ci politikaları terk edip neo-liberal yönelişi benimseyerek aşma kararını alacaktı.
Neo-liberalizmin ne anlama geldiğini, ya da nasıl işlediğini burada uzun uzun açmaya gerek yok. Ama üniversite üzerindeki etkileri, hemen dünyanın her yerinde, üniversitenin “kamusal” bir kurum değil ve/fakat iki temel faaliyet alanı, yani hem eğitimi hem de üretimi (bilimsel araştırmalar) açısından sermayenin, özellikle de çokuluslu şirketlerin hizmetinde kuruluşlar olarak yeniden tanımlanmalarına yol açtı. Bu ise bir yandan özel (yani kâr amaçlı) üniversitelerin kurulmasının teşvik edilmesi, bir yandan (eğitim, barınma, beslenme gibi) üniversite hizmetlerinin paralı hâle getirilmesi, bir yandan üniversitelere sunulan kamusal malî desteğin sınırlandırılarak üniversitelerin kaynak bulmak için piyasaya yönelmesi, daha doğrusu üniversitelerin kendi finansmanlarını özel sektörden gelecek “proje sipariş”lerine bağlamaları anlamına geliyordu. “Bologna süreci” olarak bilinen süreç de esas itibariyle, ABD üniversitelerinde başlayan bu “münhasıran piyasa hizmetine koşulma/serbest piyasaya entegrasyon” sürecinin Avrupa üniversitelerince benimsenmesi ve yürürlüğe konulması anlamına geliyor. Bologna süreci, katılımcı üniversiteleri piyasa gereksinimleri doğrultusunda, (tektip olarak) yeniden yapılandırma sürecinden başka bir şey değil.
Dolayısıyla bugün üniversite, küresel piyasanın bir aktörüne ve girdisine dönüştürülmüş durumdadır. Bu, bana sorarsanız bildiğimiz anlamdaki üniversitenin sonudur. Kapitalizm, kendi ürettiği, biçimlendirdiği pek çok kurum ve fikir gibi (örneğin, “ulus devlet”, “parlamenter demokrasi”, “hukukun üstünlüğü” vb.) üniversiteyi de sonunda kendi karikatürüne dönüştürmüş ve/veya kurucu mantığını lağvederek tüketmiştir. Bugün üniversiteler, milyonlarca mensubuyla (öğretim elemanı ve öğrenci) özel şirketlerin “ar-ge” kurumlarından başka ya da farklı bir şey olamamaya mahkûm kılınmıştır.
TD: Bunlara benim de eklemek istediklerim var: Türk(iye) Üniversiteleri iltimas ve intihalin üniversiteleridir…
“İltimas” dedim…
Eski Anayasa Mahkemesi Raportörü Osman Can’ın, Marmara Üniversitesi (MÜ) Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı’na doçent kadrosuna atanmasında olduğu gibi… Anayasa Mahkemesi raportörü olarak görev yaptığı dönemde AKP’nin kapatma ve türban davalarındaki görüşleriyle gündeme gelen Can’ın İstanbul Üniversitesi (İÜ) Hukuk Fakültesi’ne akademisyen olarak atanamamasının ardından Marmara Üniversitesi’ne usulsüz bir şekilde atandığı ortaya çıktı. Fakültenin Anayasa Hukuku Anabilim Dalı’nda doçent akademisyene ihtiyaç duyulmazken, Anayasa Hukuku Anabilim Dalı Başkanlığı’nın görüşü alınmadan gerçekleştirilen atamada, kadro ihtiyacının belirlenmesi, kadro ilanı, başvuruların kabul edilmesi ve jürilerin belirlenmesine ilişkin yasal süreç ve mevzuatlar göz ardı edildi!
“İntihal” dedim…
YÖK’ün, yeni Milli Eğitim Bakanı olan Ömer Dinçer’e 5 yıl önce verdiği intihal (bilimsel aşırma) nedeniyle öğretim üyeliğinden çıkarılma cezasını yaklaşık 6 ay önce sessiz sedasız bir şekilde kaldırdığı ortaya çıktı. Dinçer, böylece 5 yıl sonra hem intihâlden hem de intihal nedeniyle verilen cezadan aklanmış oldu.
Siz bakmayın Ömer Dinçer’in, “Anamın ak sütü gibi profesörüm. Doçentim de doktorum da. Bunların hepsi anamın ak sütü gibi helal,” demesine veya YÖK raporunda, “İntihal değil kalite sorunu var” denmesine…
İltimas ve intihalin üniversiteleri, ister Kemalistlerin ister Fethullahçıların elinde olsun, hepsi aynı şeye yani burjuva boyunduruğa, halk düşmanlığına, baskılara hizmet ederler…
Evet Faruk Alpkaya’nın, “Türkiye üniversiteleri ‘Bologna Süreci’ne ve Avrupa üniversitelerine uyum göstermeye çalışıyor. Dolayısıyla YÖK ile kurulan tektip, tek adama dayalı ve sorun kaynağı olan üniversite modeli çoktan aşıldı, ama YÖK’ün mantığı hâlâ yerli yerinde duruyor,” türünden kafa ve kavram karışıklıklarını bir yana bırakırsak; iltimas ve intihalin üniversitelerinde, Kemalistlerin yerine Fethullahçılar ikame edilirken bir dönüşüm yaşandığını inkâr etmek mümkün değildir!Ama burada önemli olan birinin diğerine tercih edilmesinin gerekli ve mümkün olmadığıdır…
Kaldı ki ha o, ha bu… Hiç fark etmez hangi versiyonu olursa olsun, onlar aynı baskının parçalarıdırlar…
YDQ: Tüm bunlara bağlı olarak üniversite öğrencisi kimdir ve kim olmalıdır?
TD: Türk(iye) eğitim(sizliğ)i, ait olduğu ekonomi-politiğin bir parçasıdır. Söz konusu kapitalist ekonomi-politiğe başkaldırmadan, Türk(iye) eğitim(sizliğ)ine de tavır alamazsınız…
O hâlde “üniversite öğrencisi” olmak iyi bir isyancı olmaya mündemiçtir…
Özellikle Türk(iye) toplumunun sürdürülemez kapitalizmin dişlileri arasında öğütülerek çürütüldüğü verili aşamada Ergin Yıldızoğlu’nun, “Dokudaki çürüme”ye dikkat çekmesi boşuna değildir.
“Halkın Muhafazakârlaştığı” gidişatta, ‘2011 Türkiye Değerler Araştırması Sonuçları’na göre,“Bir erkeğin, birden fazla eşinin olması kabul edilebilir”sözüne yüzde 23’lük bir kesim ‘Evet’diyor. Bu oran 1996’da yüzde 10, 2009’da ise yüzde 11’di. Kadınların yüzde 20’si de bu görüşe katıldığı…
Yine araştırmaya göre, Türkiye’de “mutluyum” diyenlerin oranının yüzde 77’yi buluyor…
Türklerin yüzde 21’inin kendisini “Önce Türk”olarak tanıtırken, yüzde 49’u da “Önce Müslümanım”diyor…
Tüm bir veriler, “Türkiye sağ muhafazakâr bir yapısı olan, dahası farklılıklara fazla tahammülü olmayan, hoşgörü sınırı az bir toplum,” diyen Nuray Mert’in formülasyonuna haklılık kazandırmaktadır…
İşte tam da bunun için, bu karanlıkların ortasında “yanmayı göze alan” Kerem’i ve “ateşi tanrılar dağından insanlık için (ç)alan” Prometheus’u anımsayan -İsmail Beşikçi benzeri- bir isyancığa sarılmak gerek..
Bunlar için -izninizle- sizlere anımsatacağım şeyler olacak…
Prometheus’dan Kerem’e ve İsmail Beşikçi’ye uzanan bu destana ilişkin olarak hep Oscar Wilde’ın, “Kişilik sahibi insan, başkaldıran olmak zorunda bırakılmıştır”; Andre Gide’in, “Kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret etmedikçe insan, yeni okyanuslar keşfedemez”; Çin Atasözünün, “Bin kilometrelik bir yolculuk ilk adımla başlar.” “Akan su asla kokmaz, kapı menteşesi paslanmaz”; Seferad Yahudilerinin, “Bizi alteden taşıdığımız yük değildir, yükü nasıl taşıdığımızdır,” sözlerini anımsayın…
Sonra da unutmayın: “Che sarà, sarà/ Olacak, olacaktır.”
Ve nihayet Andre Maurois’nın, “Gençlik, aşk iksirlerinin en etkilisidir,” saptamasını bir kez daha kanıtlayan sokaklardaki Şilili öğrencilerin eğitim savaşını anlamaya çalışın, A. Kadir’in, ‘Çiçekleri Umudumuzun’ dizeleri eşliğinde:
“Çok olun, çocuklar, çok olun/ yüzlerce olun, binlerce olun, onbinlerce/ Daha çok olun, daha çok olun/ yapraklar kadar, balıklar kadar çok olun/
Bu dünya ne tek tek yaşamakta/ bu dünya ne rakının, ne şarabın içinde/ bu dünya ne parada, ne pulda/ ne kalleşlikte, ne zulümde/ Bu dünya aşkın içinde, alın terinde/
Çok olun, çocuklar, çok olun/ el ele verin, çocuklar, el ele/ yaşayın dünyayı doya doya/ açın kapıları, camları güneşe/ ne yeise kapılın, ne korkuya/ çok olun, çocuklar, çok olun/ el ele verin, çocuklar, el ele/ Mutlu olmak varken bu dünyada? geceler geldi dayandı kapımıza? olduk acımızla sarmaş dolaş/ bekledik düşümüzle koyun koyuna/
Çok olun, çocuklar, çok olun/ yapraklar kadar, balıklar kadar çok olun/ el ele verin, çocuklar, el ele/ bütün gündüzler sizin olsun/ yaşayın dünyayı doya doya/
Çocuklar, çiçekleri umudumuzun…”
15 Ağustos 2011 10:39:30, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[*]Yeniden Don Quichotte, No:1, Ekim 2011…
[1]Istvan Meszaros, “Marx’ın Yabancılaşma Teorisi”.
[2]M. A. Kılıçbay, “Universitas=Ecclesia”, Düşünen Siyaset, 3: 11-13, 1999.
[3]W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.87.
[4]“Sosyalizmin kendisi, sırf insanı bireyselliğe götüreceği için değerli olacak. Hâlihazırda özel mülkiyetin varlığı, bir sürü insana çok kısıtlı bir bireyselliğini geliştirme imkânı veriyor… Özel mülkiyetin tanınması, gerçekte insanla onun sahip olduklarını birbirine karıştırarak bireyselliğe zarar vermiş, onu gölgelemiştir. Bireyselliği tamamen yolundan saptırmıştır. Hedefi gelişme değil kazanç olmuştur. Öyle ki, insanevladı, önemli olanın varolmak değil, sahip olmak olduğunu düşünmüştür. İnsanevladının gerçek kusursuzluğu, sahip olduklarında değil, insan olarak ne olduğunda yatar. İngiliz yasaları, her zaman, kişinin mülküne karşı işlenen suçları onun şahsına karşı işlenen suçlardan daha şiddetli cezalandırmıştır. İnsanın gerçekten sahip olduğu, içindeki cevherdir, dışında duran şeyler önemsiz olmalıdır. Hiç kimse hayatını nesneler ve nesnelerin semboller olan şeyler biriktirmekle ziyan etmeyecektir. İnsan yaşayacaktır. Yaşamak dünyada en ender bulunan şeydir. Çoğu insan ‘vardır’, o kadar.” (Oscar Wilde, Sosyalizm ve İnsan Ruhu.)
Yorumlar