“Tekmil haklar alınır Tekmil hürriyet kısılır Tekmil köşe başlar, tekmil kapılar tutulur Gökyüzü tıkılır dört duvar içine Bütün bu...
“Tekmil haklar alınır
Tekmil hürriyet kısılır
Tekmil köşe başlar, tekmil kapılar tutulur
Gökyüzü tıkılır dört duvar içine
Bütün bunlara karşı
Dümdüz, apaydınlık kalır
Seni bana getiren yol.”[2]
“Türkiye’nin yeniden yapılandırılması; Kürt Sorunu, barış ve anayasa konseyi ışığında çözüm arayışları” konusunda ilk söyleyeceğim şey, verili siyasal iktisadın iktidarında çeşitli makyajlar mümkün olsa da, “yeniden yapılandırılma”nın asla mümkün olmadığıdır.
Bu bağlamda anlatacaklarımı kimileri “demode” bulabilir.
Ancak ben bundan “beis” duymuyorum… “Eski” denilenin Dr. Hikmet Kıvılcımlı’dan[3]İbrahim Kaypakaya’ya “eskimeyen” olduğunu düşünüyorum…
Terry Eagleton’ın, “Geçmişe doğru, ileri!” haykırışı ile “En hızlı hatırlanandır, en eski unutulan,” diyen Ezidi Atasözü bana hiç de yabancı değildir…
Hâlâ Pablo Neruda’nın, “Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde,” dizelerindeki anlayışa ve Turgut Uyar’ın, “büyük bir ateş yakıp ölülerimizi toplamak için”dizelerindeki sorumluluğa sonsuz değer biçen birisi olarak; Marksizmin devlet teorisini “es” geçmediğim için “yenilenme”ci gerçekçilik tenekeciliğine sarılanlardan değilim; gerçekçiliğin “imkânsız” denileni istemek olduğundan şüphem yok…
“Kürt Sorunu”nu konuşmak mı?
Benim açımdan “Ulusal Sorun”dan, ayrı devlet kurma hakkı da dahil olmak üzere kendi kaderini tayin hakkından hakkından, resmi ideoloji Kemalizm ile aranızdaki net sınırlardan söz ediyorsunuz demektir…
“Barış ve anayasa konseyi ışığında çözüm arayışları” mı dediniz?
Ortada barış yokken; reel bir savaştan söz edilmelidir…
Elbette savaş yanlıları karşısında onurlu, diz çökmeyen bir barıştan yanayız; ancak bu sadece uğruna dövüştüğümüz bir talep…
Öte yandan “Kürt Sorunu” denilen şeyin bir “Türk Sorunu”na tahvil olduğu kanısındayım…
Ya anayasa mı?
AKP’ye, CHP’ye ya da sairlerine asla oy vermemiş ve onlardan kesinlikle hiçbir beklentisi olmayan birisi olarak şundan kuşkum yok: “Herkesin anayasası” olmaz; ben “Hayır” dediğim için değil… Sınıflar var olduğu sürece bu mümkün olamayacağı için…
O hâlde “arayış” dediğiniz şeyden kastettiğiniz, düzen içi “düzenleme” değil ise, verili siyasal iktisat iktidarının sınırlarını aşan, yığınların kendi kendini (yığın atılım organlarıyla) yönettiği doğrudan demokrasi olmalıdır…
Kaldı ki “Türkiye’nin yeniden yapılandırılması; Kürt Sorunu, barış ve anayasa konseyi ışığında çözüm arayışları” konusunda altını çizmek istediğim aslî şey, sürdürülemez kapitalizm koşullarında demokrasinin imkânsızlığıdır…
Ya da Bülent Somay’ın, “Demokrasi tehlikeli, riskli, verimsiz bir yönetim biçimidir; ancak maalesef elimizde daha iyisi yok,” saptamasındaki laf-ı güzaf!
Bu tür bir tarzı yine kimileri “teorisist lafazanlık”, “Kürtlere akıl verme” olarak mahkûm etmeye kalkışabileceği için belirtmeden geçmeyeyim: Kimseye akıl vermiyorum, sadece siyasi kanaatlerimi ifade ediyorum…
Ayrıca hayli uzun bir süredir de söz konusu kanaatlerim için Dolores Ibarruri’nin, “Mirina li ser piyan, ji jiyîna li ser çokan gelekî hê çêtir e,/ Ayakta ölmek, dizleriniz üzerinde yaşamaktan çok daha iyidir,” sözünü unutmadan “karınca kararınca” mücadele ediyorum; dostun da düşmanın da bildiği üzere…
* * * * *
Amerika’da solun önde gelen yayın organlarından ‘The Nation’, bir grup aktivist ve düşünüre, “Kapitalizmini daha az yıkıcı ve daha az baskıcı kılıp, insanların mutlu bir hayat sürmesi için duydukları gereksinimlere odaklanacak bir sistem hâline getirmek için neyi değiştirirdiniz?” sorusunu yönelttiğinde, Villanova Üniversitesi ‘İnsan Bilimleri ve Augustinian Geleneği Bölümü’nden Prof. Eugene McCarraher, kapitalizmi yeniden düzenleyerek aşırılıkları gidermeye ve sonuçta “kapsayıcı kapitalizm/ inclusive capitalism” ya da “demokratik kapitalizm” denilen sistemi yaratmanın mümkün olmadığı vurgusuyla şöyle diyordu:
“Kapitalizmi yeniden oluşturmak yerine, kendimize bu sistemin kötücül olduğunu hatırlatmalıyız. Kapitalizmin doğası ve mantığı uslanmaz bir şekilde açgözlüdür. Kâr ve üretimi maksimize etme ihtiyacının sürüklediği bir mülkiyet sistemi olarak kapitalizm, sürekli olarak dönen bir birikim girdabıdır. Kapitalistler, para kazanmak için yeni yollar ararken kapitalizmi zaten birçok defa yeniden şekillendirmiş durumda. Kâr hatırına değişim, kapitalizmde tek değişmeyen şeydir.”
Gerçekte de sömürücü birikim hırsı, kapitalizmin özü olarak yerinde duruyorken; “Bazılarının ortaya attığı ‘demokratik kapitalizm’ denilen kavram boş bir hayal olmaktan öteye geçebilir mi? Yanıtım ‘Hayır’. Ana amacı kâr maksimizasyonu olan bir sistemde ne yaparsanız yapın, hırs yarışında bir piyon olacaktır insanlık,” diyen Zülal Kalkandelen sonuna dek haklıdır…
Kimse inkâra kalkışmasın!
Horkheimer, “Kapitalizmden söz etmek istemeyenler faşizm konusunda da ağızlarını açmasınlar,” diye haykırırken “demokratik kapitalizm” asılsız bir yalandır!
“Sosyal kapitalizm”den söz eden Oktay Yenal ise müthiş bir yanılgı içindedir…
Afrika Boynuzu’nda kuraklığın sebep olduğu kıtlık nedeniyle Somali, Uganda, Kenya ve Etiyopya’da 12 milyon kişi hayatta kalma mücadelesi verip; bölgede her gün 60 bebeğin hayatını kaybettiği, yarım milyon çocuğun açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu koşullarda hangi (ve nasıl bir) “sosyal kapitalizm”den söz edebilirsiniz?
Hem de dünyada yaklaşık 800 milyon kişi açlıktan musdaripken; Afrika’da daha 1991’de 250 bin kişi açlıktan ölmüşken… Ayrıca da Mike Pflanz’ın ifadesiyle “Kuzey Kenya’nın bazı bölgelerinde nüfusun yüzde 37’si acil gıda yardımına muhtaç”ken;[4]Afrika Boynuzu’nda 12 milyon kişi açlık tehlikesiyle karşı karşıyayken; dünyadaki milyonerlerin sayısının 10.9 milyona, servetleri ise 42.7 trilyon dolara çıktığı; zengin sayısının 2010’da 2009 yılına göre yüzde 8.3, servet ise yüzde 10.9 arttığı kapitalizm “demokratik” ve “sosyal” olabilir mi?
Elbette olamaz!
Çünkü Hasan Hüseyin Korkmazgil’in dizelerinde haykırdığı üzere, “her şey bitti onlar için/ onlar için her şey bitti/ su değil içtikleri artık onların/ yedikleri ekmek değil/ el değil sıktıkları/
onlar için her şey bitti/ bu törenler bu cayırtı/ bu ipekler bu altınlar bu yaldız/ bu koşum saltanatı/ yalan yalan hepsi yalan/ korkudur bayrakları/ korkudur urubular gibi dönen tepelerinde/ onlar için herşey bitti…”
Bunlara bağıntılı olarak yerküredeki emperyalist saldırganlık, ırkçılık ve kriz koşullarında bırakınız sürdürülemez kapitalizmin “demokratik” ve “sosyal”olmasını, daha da otoriter ve müdahaleci olacağından kimsenin kuşkusu olmasın…
* * * * *
İyi de Türkiye bundan muaf olabilir mi?
Kanımca hayır!
‘Le Monde’un Türkiye Muhabiri Guillaume Perrier de, ‘Türkiye Analizi’ başlıklı yazısında benzer kanaatte ve şunları diyor:
“Türkiye, son ve büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor.
Bu ülke korkulduğu gibi, ırka ya da dine dayalı bir bölünme yaşamadı.
Daha korkunç ve daha temel bir bölünmeye gidiyor.
Cumhuriyet boyunca süren “kültürel bölünme”. Bu artık iyice keskinleşti.”
Kimsenin şüphesi olmasın, yalanın sınırlarına ulaşan AKP, önümüzdeki günlerde kaçınamayacağı gerçeklerle yüzleşecek…
Ki bu da “zirve”deki AKP için inişin/ düşüşün başlangıcı olacak!
Siz bakmayın “Kriz teğet bile geçmeyecek” yaygaralarına, ‘The Newsweek’den Niall Ferguson’un, “neo-Osmanlı” eğilimine dikkat çektiği yeni devlet partisi AKP mayınlı bir alana giriyor…
Tam da bunun için, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yüzünü “doğu”ya dönerek, otoriterleşiyor…
* * * * *
‘The Economist’in, Başbakan Erdoğan’ın katı milliyetçi tutumuna dikkat çektiği güzergâhtaki -liberalleri de paketleyen- tarz-ı siyasetiyle “İçeriksiz pragmatizm yüzünden Kemalizme ve Nasırcılığa benzeyen bir ideolojiye savrulan”[5]AKP, ona “umut” bağlayanları hayal kırıklığına sevk ederken, müthiş soru(n)larla yüzleştiriyor…
Mesela bu bağlamda Murat Belge AKP’den “umudunu kesmiş”miş! Bunun da önemi yok! Sırrı Süreyya’nın işaret ettiği gibi, “AKP’den ümidi kesmişsiniz, kesmeyin! Onlar sizden çok ümitliler çünkü...”
Hayır! Lale Mansur’un, “Biz yetmez ama Evet’i AKP’ye demedik. Onu askeri vesayetin bitmesi için anayasada gerekli değişiklikler için ilk adım olarak söyledik. Bunun AKP ile alâkâsı yok!” tashihinin inandırıcılığı; Zeynep Tanbay ile Murat Belge’nin Sırrı Süreyya Önder’e oy vermemelerinin mazereti yoktur!
Tıpkı oyunu “akıl” adına (nasıl bir liberal akılsa?!) AKP’ye veren Adalet Ağaoğlu gibi![6]
İstanbul Aydın Üniversitesi’nin mezuniyet törenindeki, “Sizler, çok şükür 12 Eylül müdahalesini görmediniz, yaşamadınız. 12 Eylül öncesinde ve sonrasında, üniversite gençliğinin, bizlerin yaşadığı çileyi, acıyı sizler yaşamadınız,” diyerek üçü beşten atan palavralarıyla “Açılım” diye ele aldığı her şeyi bir Türk şovenine uygun olarak kilitleyen Erdoğan ve AKP’si şimdi yeni devlet partisidir!
“AKP’nin doğuşunun, iktidara gelişinin kısa tarihine bakınca, ülke içinde, IMF programının etkisiyle patlak vererek, tüm siyasi sınıfı (Poulantzas’ın bir deyişini ödünç alırsak, ‘devletten sorumlu sınıfları’) halkın gözünde itibarsızlaştıran bir mali krizle karşılaşıyoruz. Bu ortamda AKP, IMF karşıtı, AB yanlısı ve ‘Kürt Sorunu’nu çözme iddiasıyla ortaya çıktı, ‘yeni’ olmanın çekiciliğinden yararlandı. Bu iç dinamik, ABD’nin 11 Eylül’ün arkasından benimsediği imparatorluk stratejisinin ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin gereksinimleriyle çakıştı. ABD bölgede kendine bir destek, Batı’yla ve liberal ekonomi politikalarıyla barışık bir müttefik arıyordu.
İşte bu nedenle Tayyip Erdoğan ‘Oval Ofis’te hiçbir resmi sıfatı yokken misafir edildi, zamanın CHP’si Erdoğan’ın Meclis’e girmesine olanak sağlayacak ‘özveriyi’ gösterdi. Liberal entelijansiya da AB rüyasına, demokratikleşme fantezisine ve ‘vesayet rejimi’ söylemine sığınarak AKP’yi desteklerken kendi ‘yavaş intihar sürecini’ de başlatıyordu”[7]ki, her şey böyle oldu…
Evet Hüseyin Gülerce, “14 Temmuz 2011 ‘Yeni Türkiye’için bir dönüm noktasıdır. O gün, Silvan’da 13 askerimiz pusuya düşürülüp şehit edildi. Yine o gün Kürt ırkçılığı üzerinden siyaset yapanlar, ‘demokratik özerklik’ilan ettiler.
14 Temmuz 2011, hem terörle mücadelede, hem de Kürt sorununun çözümünde bir kırılma noktasıdır. Neden mi?
Bir, terörle mücadelede, artık eski yoldan yürünemez. O yolda, Ergenekon’un ayak izleri, devlet içindeki çetelerin rant kavgaları, uyuşturucu ve silah ticareti, vesayet rejiminin payandası merkez medya, bir yargı zihniyeti, asker hegemonyası ve felç olmuş sivil irade var. (…)
Bunun için terörle mücadelede artık yeni, yepyeni bir dönem var. Yeni Türkiye, terörün belini bu defa kıracak. Bu defa yetki, sorumluluk, inisiyatif sivil hükümette olacak. (…) Türk ulusalcıları kaybetti, Kürt ulusalcıları da kaybedecek,” diye haykırırken; 12 Haziran 2011’i müteakip, AKP aslına rücu etti…
Hem de Cengiz Çandar’a, “Türkiye için gelecek riskli… Başbakan’ın ‘pragmatik’siyasi kişiliğini biliyoruz. Ama sözlerini bu noktalara vardırdıktan sonra, 12 Haziran’dan sonra makarayı nasıl geri sarabilecek? O kadar yaydı ki filmi; öylesine düğümler attı ki, makarayı geri sarabilmeyi çok zorlaştırdı. Ayrıca, sarmak istiyor mu; onu da bilmiyoruz,” dedirtecek kadar…
* * * * *
Şimdi AKP patentli “Yetmez ama”cı liberaller müthiş bir açmazın kollarındadırlar…
En az Can Yücel’in, “Bütün soldaki ve salaki tilkiler/ Döne döne dolaşıp/ Tıpış tıpış gelirler sonunda/ Kemalizm dükkânına/ Ve siroz olurlar,” diye dalga geçtiği “ulusal solcu”lar kadar traji-komik duruma düşen liberalizm, Özcan Özen’in ifadesiyle “Devletten taraftır…”
Evet, evet liberaller, Türk Devlet politikasının taşıyıcılarıdırlar…
Örnek(ler) mi? Sıralayayım!
Mesela Murat Belge ‘Taraf’taki 3 Haziran 2011 tarihli yazısında, “Türkiye seçime yaklaşırken ben de birkaç günlüğüne Türkiye’den uzaklaştım. Ben yola çıkarken Hopa’da adam öldüğü, bir başkasının ağır yaralandığı haberini okuyordum. Nedir, nedendir, Türkiye’de ‘siyaset’denince böyle bir şey anlamak gerekir? Ortalık kan revan içinde kalmadıkça siyaset siyaset olmaz? Birileri bununla AKP’ye oy kaybettireceğini umuyor herhâlde,” diyor!
Mesela Oral Çalışlar, “Kürtler fiilen özerklik ilan ederse” vurgusuyla, “Kürt krizi, sistem krizine dönüşmeden” önlem alınmasını istiyor…
Mesela Dilek Kurban, “Kürt meselesinde geç olmadan,” “PKK nasıl silah bırakır?” meselesine el atıyor…
Mesela Cengiz Çandar, “PKK ve devlet: Toplu intihara doğru mu?” sorusunun altını çizerek, “BDP, Öcalan’a ayak mı diriyor?” diye ekliyor…
Mesela devlet şiddetinden söz etmeyen Hasan Cemal, “Bugün artık hiçbir şey silahla şiddeti haklı kılmaz, mazur gösteremez!” diye buyuruyor…
Sedat Laçiner, “Değişen devlet, değişemeyen örgüt” söylenceleriyle devleti aklıyor!
Burhan Ekinci de, “PKK sabretmeli, hükümet adım atmalı” diye buyururken; liberallerin devleti aklayan itidal ve “akıl(sızık)” çağrılarından başka bir sermayeleri olmadığını bir kez daha görüyoruz…
* * * * *
AKP’yi “gelişme” ve “ilerleme” gücü olarak gören şaşkın liberaller, “gelişme” ve “ilerleme”nin egemenlik ve türevleriyle doğrudan mücadele/ savaş olduğunu unuttular/ unutturdular…
Kaldı ki ezilenler açısından egemenliğe karşı mücadele olmadan, ilerleme de olmayacağı gibi ezilenlerin pozisyonları geriler…
İlerleme ve gelişme dur durak bilmez bir mücadeleyken; “Ne kadar ilerlediğimiz, yalnızca yanıtını verdiğimiz sorularla değil, hâlâ sormakta olduğumuz sorularla da ölçülebilir,” Freda Adler’in ifadesiyle.
Buradan çıkacak sonuç “gelişme” ve “ilerleme”nin AKP (ya da CHP)’yi destekleyerek değil, onlarla ve düzeniyle mücadele ederek kazanılacağıdır…
Abdullah Öcalan, “AKP’nin asıl amacı tasfiyedir. Bu açık ve nettir. Bugüne kadar klasik yöntemlerle Kürtleri tasfiye edemediler, şimdi yeni yöntemler geliştiriyorlar. Bunlar yeni soykırım politikalarıdır,”[8]derken liberallerin ve “Beyaz Kürt”lerin kavrayamadığı tam da budur!
Örneğin bunun için onlardan biri olan Muhsin Kızılkaya, “Devlet asimilasyondan ve inkârdan vazgeçti. Bir devlet için kan bağışlamaktan zor olanı budur. Ancak PKK barış sürecine hazırlıksız yakalandı. Bunun için yalpalıyor”!
Turan Sarıtemur, “Eylemsizlik pazarlık aracı olmaktan çıkarılmalı ve PKK şartsız ateşkes ilan etmelidir”!
Mesela Osman Öcalan, “AKP’nin zaferine sevindik,” diyor!
DEP’in eski lideri Yaşar Kaya, Başbakan Erdoğan’ı Erbil’de karşılayıp, “Kürtlere liberal parti şart”, deyip, “Türkiye’deki Kürt sorunu ehil ellerde değil. Kürt halkı vesayet altında” vurgusuyla ekliyor: “Şu anda Türkiye’deki Kürt halkının başka partiler kurmasının önüne geçilmiştir. Tekçi düşünce ve kendisini Stalinist politikadan kurtaramamış davranışlar hâkimdir. Kürtlerin, yüzü batıya dönük liberal demokrat bir partilerinin olması zarurettir”!
Bejan Matur, “Talepler değişiyor evet. Kürt olarak yaşamak istiyor, eşitlik talebi var ama şiddeti savunmuyor çoğu, silahı yanlış buluyor… AKP cesur, BDP sorumlu davranmalı,” diyorlar…
“Çıra’nın köre, davul’un sağıra yararı yoktur,” diyen Kürt Atasözü’nü anımsatan bu beyanlar karşısında anımsatmadan geçmeyelim:
Başbakan Erdoğan, Öcalan yakalandığında idam edilmemesini eleştirip, “Uygulanması gereken ceza neyse bu cezayı uygulardım”dedi…
Yine Erdoğan, Diyarbakır’da “BDP’nin yaptığı sivil faşizm” dedi…
BDP’yi ve “sivil itaatsizlik eylemlerini sert bir dille eleştirerek Muş’ta halka seslenen Erdoğan, BDP’nin “mağdur rolüne soyunduğunu” savunup, “Kürt Sorunu bitmiştir,” dedi…
Ya AKP entelijansyası mı?
Mesela Yasin Doğan, “BDP’nin Kürt sorunu dediği Kürtlerin meseleleri değil, PKK’nın örgütsel hedefleridir”!
Abdülbaki Erdoğmuş, “Şiddet sarmalında Kürt sorunu çözülemez”!
Turgut Özal Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Mahmut Akpınar, “Dün JİTEM, bugün KCK” benzetmesi yapıyor!
12 Eylül’ün seçim barajını indirmeye yanaşmayan; “açılım” deyip Kürt meselesini kilitleyerek şiddete havale eden; lafta kalan söylemleriyle umutsuzluk ve öfkeyi köklendirerek, Türk-Kürt halkları arasındaki tansiyonu yükselten AKP marifetlerine ilişkin olarak bu kadar yeter mi?
Yeri gelmişken aktarayım: Konda araştırmasına göre, Anadolu’daki Kürtlerin yüzde 23’ü açlık, yüzde 53’ü yoksulluk sınırının altında yaşıyorken; İsmail Beşikçi’ye göre ödenen bedellerin ağırlığı karşısında “Kazanımların az olması, mücadelenin eksikliğinden veya yanlışlığından değil. Devletin günümüze kadar sürdürdüğü eşi menendi bulunmayan ırkçı ve ayrımcı politikadandır”.
Güney Afrika için yıllarca “dünyanın en ırkçı devleti” dendiğini hatırlatan Beşikçi, “Bana göre Türkiye’de daha ağır bir ayrımcılık ve ırkçılık var” dedi: “Güney Afrika’da beyaz yönetim yerlilere şunu söylüyordu, ‘Sizin renginiz kara, beyazların içine karışmayın. Hastaneleriniz, plajlarınız, sinemalarınız ayrı olsun’. Ama Türkiye’de Kürtlere şu söyleniyor: ‘Türklerle birlikte, içlerinde yaşayacaksın ama Türk’e benzeyerek yaşayacaksın. Eğer Türk’e benzememekte ısrar edersen inkâr ve imha var. Ben kişisel olarak bunun çok daha ağır bir ırkçılık ve ayrımcılık olduğunu düşünüyorum.”
“Kürt sorunu toplumsal, etnik ve siyasal sorundur. Sorunun çözülememesinin arkasında AB, Avrupa Konseyi ve ABD güçleri yatmaktadır…”
Liberallerin ve “Beyaz Kürt”ler bunlara ne(ler) diyorlar?
* * * * *
Bakın Murat Karayılan’dan, “Tartışılacak her şey tartışıldı… Şimdi adım atma zamanı!” “Başbakan’a, siyaset kurumuna, devlete seslenmek istiyorum: Biz Türkiye’nin gönüllü birlikteliği temeli üstünde barış yapmak istiyoruz…”
Irak Kürdistan Yönetimi’nden Necirvan Barzani’den, “Top şimdi Ankara’da! Barış açısından altından fırsatın kullanılması için başlangıç hamlesinin Ankara’dan gelmesi lazım,” yanıtını alan Hasan Cemal, “Silahlara veda ve kimliğe saygı, kalıcı barış ancak böyle kurulur,” diyor!
Kürt sorunu Hasan Cemal’in sandığı gibi “kimliğe saygı” ile sınırlı değildir; Kürtlerin ulus olmaktan kaynaklanan haklarını da kaçınılmaz olarak içerir…
Eğer “kalıcı barış” sağlanacak ise, Kürtlerin ulus olmaktan kaynaklanan haklarını garanti altına almakla mükelleftir ki, “Barış Konseyi” denilen şey, her ne ise, öncelikle bunu garanti altına aldığını deklare etmelidir…
Hayır -asılsız “Kuzey İrlanda modeli” söylenceleri[9]eşliğinde- soyut bir “diyalog” ya da “hoşgörü” söylencesinin incir yaprağı ardına sığınamayız…
David Grayson’ın, “Bizimle aynı fikirde olmayanlara karşı, ancak bizden zayıfsalar hoşgörülüyüzdür”; Edgar Watson Howe’ın, “İnsanlar korktuklarına karşı sevdiklerinden daha hoşgörülüdürler”; Samuel Taylor Coleridge’in, “Hoşgörüyü savunmak için gösterilen ne korkunç hoşgörüsüzlükler gördüm,” uyarılarının altını defalarca çizerek; egemenin hoşgörü bencilliğine prim vermeden; yine egemenin hoşgörüsüzlüğünün sık sık dirilen bir kâbus olduğunu asla unutmamalıyız…
Ne olarak ifade ediyorum: Ezilenlerin, mağdurların, ötekileştirilenlerin egemenle “diyalog”a ya da egemenin “hoşgörü”süne değil; özgürlüğe ihtiyaçları vardır…
Hani Rosa Luxemburg’un, “Asıl özgürlük, başkaları gibi -herkes gibi- düşünmeye mecbur olmama özgürlüğüdür,” derken; Dostoyevski’nin de, “İnsan yaşamayı ve yaşamamayı aynı şey diye kabul ettiği zaman hürriyete kavuşur,” vurgusuyla eklediği özgürlüğe…
* * * * *
Buradan anayasa meselesine geçebiliriz…
Başbakan Erdoğan, Türkiye İhracatçılar Meclisinin XVIII. Olağan Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, “Kaportası yamulmuş, motoru tekleyen bu arabayı bırakalım. Sıfır kilometre araçla yola devam edelim,” sözleriyle yeni bir anayasa gerekliliğinden söz ettiği koordinatlarda; kimileri “Godot’yu bekler gibi” beklerken; ‘Halk Anayasası Taslağı’ isimli bir kitapçık hazırlayan gençlere özel yetkili mahkeme ceza yağdırdı!
Söz konusu anayasa kitapçığının 1. maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti’nin çeşitli etnik unsurların gönüllü birlikteliğinden” oluştuğu vurgulanırken, 19. maddesinde “her halkın kendi kaderini serbestçe tayin etme hakkı olduğu”, geçici 7. maddesinde ise “Siyasi şubeler, MİT merkezleri ve gizli kontrgerilla üslerindeki tüm işkence aletlerinin halkın gözü önünde imha edileceği” belirtilmesinden ötürü Mahkeme gençlere terör örgütü propagandası yapmak suçundan 2 yıl 6 ay hapis cezası verdi. Mahkeme ayrıca, Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesinde yer alan “Türklüğü, Cumhuriyeti, devletin kurum ve organlarını aşağılama” suçu için de Adalet Bakanlığı’ndan izin istemesine karar verdi!
Anayasayı bu ortamda tartışıyoruz!
Oysa Anayasa’yı “yasaksızca” tartışabilmek için TMK ve Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri, Siyasi Partiler, Seçim, Ceza İnfaz vb. bir dizi yasayı hızla değiştirmek ve bir siyasi af yasasıyla sansür, otosansür ve gerilim ortamını rahatlatmak lazımdır!
Çünkü Voltaire’in ifadesiyle, “Düşüncesini anlatmak hürriyeti olmadı mı insanlarda hürriyet yok demektir”!
Ama ne gezer?!
Anayasa tartışmalarının Türkiye’si otoriterleşirken, şövenizmin hıza tırmanıp, prim yaptığı bir coğrafyadır!
Bu işin birinci yanı!
İkincisi bu anayasanın kimin olacağı meselesi…
“Herkesin anayasası” diye bir şey olmaz!
Çünkü “devlet kimin” sorusu geçerliliğini koruyor hâlâ...
Malum, “Devlet bir kez toplum karşısında bağımsız bir güç hâline geldi mi, kendisi de artık yeni bir ideoloji yaratır. Meslekten politikacılar, kamu hukuku kuramcıları, özel hukukçular, gerçekte ekonomik olaylarla bağlantıyı hileyle örtbas ederler,”[10]der F. Engels…
Unutmayın devlet her yere sızar, anayasaya da; küçümsemeye gelmez; nihai kertede yıkılmadığı sürece her şeyi sınırlayan bir duvardır devlet…
O hâlde İbrahim Çiçek’in, “Anayasa talepli mücadele: reformist bir strateji”[11]uyarısını “es” geçmeden, en azından ezilenlerin (emeğin) anayasasını talep etmeliyiz…
Bu böyle olunca yani nihayet üçüncüsüne geçmiş oluruz ki, o da TÜSİAD’la, MÜSİAD’la anayasa yapılamayacağıdır!
Neden mi?
Sabancı Holding’in amiral gemisi Akbank’ın Yönetim Kurulu Başkanı Suzan Sabancı Dinçer, “Özgürlükçü ve katılımcı bir anayasa şart,” derken; Sabancı Üniversitesi mezuniyet töreninde konuşan Mütevelli Heyeti Başkanı Güler Sabancı da ekliyor: “Yeni parlamentonun yapması gereken ilk ve en önemli iş, Türkiye’nin ilk sivil anayasasını oluşturmaktır. Yeni anayasa, biraz önce bahsettiğim çağdaş değerleri göz önünde bulundurarak, birey odaklı olmalıdır. Ülkemizin, insanı odağa alan, bireysel hak ve özgürlükleri öne çıkaran, gerçek anlamda liberal ve demokratik bir anayasaya ihtiyacı bulunmaktadır.”
Patronlar “liberal bir anayasaya ihtiyacı”nın altını çiziyorlar…
TÜSİAD ve TİSK’in “yeni anayasa” vurgusu, ülkeyi “demokratikleştirme” hevesinden vb. kaynaklanmıyor. Aksine Türkiye’nin küresel kapitalist sisteme entegrasyonu çerçevesinde sermaye sınıfının bu süreçte karşılaştığı hukuki engellerin kaldırılması ihtiyacından kaynaklanıyor temel olarak.
Kaldı ki bu tartışmalar arasında biraz geçmişe gitmekte yarar var. Çünkü kimilerinin “sivil toplum örgütü” dedikleri TÜSİAD bir zenginler kulübüdür. Ve her zaman iktidarların yanındadır. Onlar MÜSİAD’ın muhteşem yükselişi karşısında bir süre bocaladılar ama torba yasa geldi, vergi borçları silindi, taşeron kullanmaları yasal hâle geldi, sendika korkuları yok edildi ve şimdi bir anayasa taslağıyla hükümetin yanında yer aldıklarını ilan etmeleri gerekiyordu, ettiler de. Bu ülkenin balık belleğine güvenerek ve büyük medyanın ve büyük bir miktarda öğretim üyesinin yanlarında olduklarını düşünerek, bir anayasa taslağı hazırladılar. Bunu da AKP’nin başarısız anayasa taslağını hazırlayan Prof. Ergun Özbudun’a yaptırdılar!
Şimdi bu “demokratikleşme” olabilir mi?
Eğer bir demokratikleşmeden söz edilecek ise, Kürt özgürlük hareketi ile radikal sol ile emek hareketlerinin; sosyal demokratik, liberal ve “ulusal solcu” bir oportünizmin pençesine düşmeden bir araya gelerek; emek ve özgürlük taleplerini birleştirmesinden yani Hopa ile Diyarbakır’ın mücadele birliğinden söz etmek gerekir…
Nihayet sonuncusu: Düzen içi sınırlarda anayasa düzenlenince, ezilenler için dertler bitmez…
Bu tür yanılsama ve manipülasyonlardan uzak durmakta yarar vardır…
* * * * *
Diyeceklerimi toparlıyorum…
Dediklerimi, “delice” bulabilirsiniz…
Ancak Ursula K. Le Guin’in, “Bu dünyada hangi akıllı aklını kaçırmadan yaşayabilir ki?” sorusunun geçerliğin koruduğu yerkürede egemenler, köleleştirip yok etmek istediklerinin öncelikle aklını başından alırlar…
Bu nedenler ezilenler, ezenler karşısında uzlaşmaz delilikte diretmelidirler.
Çünkü ezenler karşısında ezilenleri kurtaracak olan tek şey, diz çökmeyen dirençleridir. Yani ezilenler ancak, -egemenleri “delice” bulduğu!- kendilerini ciddiye alarak varolabilirler…
Bireyi hiçleştirerek -Hegel’in işaret ettiği- “köle-efendi diyalektiği”nden, “Stockholm sendromu”na mahkûmiyetten kurtarmak biraz da böylesi, hesapsız-kitapsız bir deliliğe muhtaçtır…
Tam da bu koordinatlarda Jerzy Lec’in, “Di riya qutebir de gihîştina hedefê rêya herî xeternake. Ji ber ku ew riya gule barandinê ye,/ Hedefe kestirmeden giden yol en tehlikeli yoldur. Çünkü o kurşunların gittiği yoldur,” uyarısı eşliğinde devrimciliğin ve özgürleşmenin “olmazsa olmazı” olan “Devrimin Güncelliği” fikri ile Slavoj Zizek’in, “Kierkegaard’ın terimleriyle, devrimci bir süreç aşamalı bir süreç değil, tekrarlanan bir harekettir; başlangıcın tekrar tekrar tekrarlandığı bir harekettir,”[12]saptamasının altı çizilmelidir…
Tüm bunlardan ötürü, “Türkiye’nin yeniden yapılandırılması; Kürt sorunu, barış ve anayasa konseyi ışığında çözüm arayışları” için “diyalog” ve “hoşgörü”den çok özgürlüğe ve onu kazanmak için de Hopa ile Diyarbakır’ın mücadele birliğine muhtacız!
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim…
29 Temmuz 2011 13:22:39, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[1]30 Temmuz 2011 tarihinde 11.Munzur Kültür ve Doğa Festivali’nin “Türkiye’nin Yeniden Yapılandırılması; Kürt Sorunu, Barış ve Anayasa Konseyi Işığında Çözüm Arayışları”başlıklı oturumunda yapılan konuşma… Newroz, Yıl:5, No:184, 24 Ağustos 2011…
[2]Enver Gökçe, “Yol”.
[3]“Türkiye çalışkan köylülüğü… her gün isyan hâlindedir. Toprak meselesinde, seçimlerde, siyasette her gün bireysel veya toplu hücumlara kalkışıyor. Ağır vergilere, burjuva mahkemelerine, Kemalist jandarmaya karşı silaha sarılıyor. Köylülük boğazlaşıyor…
Köylü isyan ediyor mu? Elbette. Kemalizm kurulalı beri yalnız doğu vilayetlerini kasaphaneye çeviren isyanlar dünyanın her yerinde kolay kolay görülür köylü hareketleri değildir. Evet, Kemalizm’in bağımsızlık savaşından beri ezberlediği ve aydın küçük burjuva kuyrukçularının her şeyi yutmak ve hazmetmek için kiralanmış kırkambar midelerine bir lök gibi indirdiği ve her gün her çeşit sayfalarında geviş getirdiği ‘Devrimci frazeoloji’ye (laf ebeliği) bakılırsa Doğu ‘karanlık kuyu’ cinsinden bir facia piyesi ve sırf bir gericilik batakhanesidir. Fakat boş lafla hiçbir meselenin açıklanmadığını bilen insanlar için Doğu isyanlarının maddi özü hiçbir zaman ne şeyhin sarığı, ne seyidin üfürüğü, ne derbeyin şatafatı değildir. Bütün bu faktörler sıfır değildirler. Fakat bu faktörlerin rol oynayabilmesi için maddi şartlar bulmaları gerekir…” (Hikmet Kıvılcımlı, Müttefik: Köylü, s.235.)
“İsyan, ezilen Kürdistan köylüsünün yemek içmek kadar zaruri ihtiyacı ve her günkü meşguliyetidir. Bir burjuva yazarı (Yusuf Mazhar, Cumhuriyet, 22 Temmuz 1930), gözdağı verme esnasında Kürdistan’daki daimi isyanı, ateşperest kazanına, kaynayan ‘bir kazan’a ve bizim ‘isyan’ dediğimizi de bu kazanın ‘taşmasına’ benzetiyordu.” (Hikmet Kıvılcımlı, İhtiyat Kuvvet: Milliyeti Şark, s.195.)
“Kemalizm bize dişlerini gösteren bir gülüşle sorabilir: Ne yapalım? İsyancılara karşı başka türlü hareket edilemez. Çeteleri bastırmak zarurettir. Yaş yanında kuru da yanar, emperyalizmin para ile avladığı Seyidlere, Şeyhlere meydan bırakaydık, Kürdistan’ı bir İngiliz, Fransız veya İtalya sömürgesi yaptıraydık daha mı devrimci bir hareket etmiş olurduk?
Zaten Kemalizm’in daima söylediği budur. Fakat biz de kendisine şunları soralım: Bir yerde geniş halk tabakalarını ayaklandıran isyan sebepsiz olur mu? Doğu vilayetlerindeki isyanların sebebi sırf ağalığın gerici hamlesi ve yabancı parmağı yüzünden olabilir mi? Eğer ortada ezilen geniş halk tabakaları olmasa, o tabakaların yerinden oynatılabilmesine imkân var mıdır? Şu hâlde isyanların böyle devam edegelmesinde kimin rolü esastır? Şeyh Sait isyanına irticadır diyelim. Ya sonra Ağrı Dağı meselesi de öyle midir?
Bu sorulardan isyanların en büyük sebebinin Kemalizm olduğu daha etraflıca anlaşılabilir. Kürdistan’da köylü devriminin elifini bile ağzına almayan, Doğu’ya demokratik burjuva devrimini büsbütün yasak eden, buna karşılık Kürt ağalığı ile elele vererek Kürdistan’ ekonomik ve siyasi olarak sömürgeleştiren Cumhuriyet burjuvazisi, elbette Doğu isyanlarındaki mevkisini herkesten daha iyi bilir. Bu isyanları yapanlar belli olabilir, fakat bu isyanı kışkırtan Kemalizm’dir. Çünkü Kemalizm’in iktidar mevkisinden önce Kürdistan’da böyle kapsamlı isyanlar yoktu ve Kemalist sistemin kuruluşundan sonradır ki Kürdistan Doğu’nun Balkanı ve isyan bölgesi hâline geldi. (Hikmet Kıvılcımlı, yage, s.153-154.)
“Kürt isyanlarında, hiç umulmadık bi hızla birkaç şehrin bir günde zaptediliverişi, daima bu isyanda mazlum halkın reaksiyonundaki özelliklerle izah edilebilir.” (Hikmet Kıvılcımlı, yage, s.195.)
“Türk burjuvazisi anti-emperyalisttir. Devrimi tutmak için her pahasına olursa olsun Türkiye’de Kemalizm’i tutmak lazımdır.” “Bu tez Partimiz için yeni bir tez olamaz. Bu tez Türkiye’de devrimci hareketleri Kemalizm’e kuyruk etmek tezidir; ki eski kuyrukçulardan olan kuyruk sallayıcı Kadroculardan bu teorilerin çeşitlerini dinlemiştik. Mazlum bir halk kitlesini Kemalizm’e feda edebilenler için, esasen fedakârlığın ucu bucağı yoktur. O zaman, Kemalizm’in ‘devrimciliğine’ inananlar, karşımıza dikilip mantıklarını sonsuza kadar uzatabilirler…”
“Nereye vardığımız meydanda: Kuyrukçuluğun bile ancak Kadroculuğa soysuzlaştığı zaman açıkça itiraf edebildiği nesne… Kemalizm’e Kemalizm’den çok inanmak…” (Hikmet Kıvılcımlı, yage, s.223.)
“Biz Türkiye Komünistleri meselenin taban tabana zıddını görenlerdeniz: Kürdistan mazlum halkını emperyalizmin kucağına atan Kemalist sömürgeciliğin zulmüdür.” (Hikmet Kıvılcımlı, yage, s.224.)
[4]Mike Pflanz, “Afrika, Kendisine Yardım İçin Daha Çok Çaba Harcamalı”, The Telegraph, 4 Temmuz 2011.
[5]Koray Çalışkan, “AKP Kemalist Oldu”, Radikal, 10 Temmuz 2011, s.6.
[6]“Adalet Ağaoğlu’na kime oy verdiğini sordum. Aslında kimseye böyle açık seçik sormam, ama Adalet Hanım, söylediğinin arkasında duran ve kelimelerinden korkmayan bir kadındır. Durdu gülümsedi ve dedi ki ‘Vicdanımla aklımın arasında kaldım. Vicdanım BDP’den yanaydı. Yaşadıkları, hissettikleri, onlara yapılanlar… Ama bazen ‘akıl’dan yana olmak gerekiyor. Ben bugün BDP ile AKP’nin yapacağı bir ‘Anayasa’yı istiyorum. Meclis’te o iki partinin varlığı çok ama çok önemli!’
Bu konuşmadan ünlü edebiyatçının AKP’ye oy verdiğini anlıyorum. Ya da aklının o taraftan yana olduğunu… Eğer bugün AKP, Allah’a inanmadığını söyleyen aydın bir kadının, Adalet Ağaoğlu gibi bir edebiyatçının oyunu alabiliyorsa, durup düşünmeli…” (Balçiçek Pamir, “Allah’a inanmayan Adalet Ağaoğlu Kime Oy Verdi?”, HaberTürk, 26 Temmuz 2011.)
[7]Ergin Yıldızoğlu, “İç Dinamik - Dış Dinamik - AKP”, Cumhuriyet, 29 Haziran 2011, s.4.
[8]“Öcalan: Diyarbakır Mısır’a Dönerse Barış Gelir”, ANF, 4 Şubat 2011.
[9]“Kuzey İrlanda, bölünmüş bir toplumun bütün özelliklerini fazlasıyla taşıyor. Öyle böyle bir bölünme değil bu! Mesela Belfast’ta yaptığımız kısa şehir turunda, otobüsün penceresinden gördüğümüz manzaralar bile, derin bir ürperti duymamıza yetiyor. Mahalleler arasındaki bariyerler, geceleri kapatılan geçiş kapıları, evlerin cephelerine örülmüş koruma duvarları; öfke, güvensizlik ve hatta düşmanlık üzerinde yükselen bu bölünmüşlüğün boyutlarını yeterince sergiliyor. Şehirdeki bariyerlerin sayısı yüz civarındaymış. İlginç ya da acı olan şu ki, ‘barış süreci’nden sonra bariyerlerin sayısı azalmamış, aksine artmış.” (Mithat Sancar, “Kuzey İrlanda: Bölünmüş Toplum, Sancılı Barış”, Taraf, 28 Temmuz 2011.)
[10]Friedric Engels, Ludwing, Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Çev: Sevim Belli, Sol Yay. 1992, s.53.
[11]İbrahim Çiçek, “Anayasa Talepli Mücadele: Reformist Bir Strateji”, Atılım, Yıl:5, No:9 (333), 26 Şubat 2011, s.12.
[12]Slavoj Zizek, Bir İdea Olarak Komünizm, Alain Badiou, Slavoj Zizek, Çev: Ebru Kılıç-Ahmet Ergenç; Ayrıntı Yay., 2011.
Yorumlar