“Benlik insanın bulduğu değil yarattığı şeydir.” [1] 77 yaşında aramızdan ayrılıp gitti Beklan Algan… Oysa “Tiyatro nedir? Bir e...
“Benlik insanın
bulduğu değil
yarattığı şeydir.”[1]
77 yaşında aramızdan ayrılıp gitti Beklan Algan…
Oysa “Tiyatro nedir? Bir etraflıca oturup konuşalım” diyordu O dostlarına hasta yatağında bile; çekip gitmeden önce…
Kolay mı? “Hep öncü bir tiyatrocu olarak kalmıştı,” Sevin Okyay’ın işaret ettiği gibi…
* * * * *
Yaşamıyla, yaratıları ve mücadelesiyle Konfüçyüs’ün, “Başkalarının izinden giden, kendi izini bırakamaz,” sözünü kanıtlayan O; asla unutulmamalı; William Newton’un şu vurgusundaki üzere: “Sınıfımızın hafızasını canlı tutmak, mücadelelerini kaleme almak, zaferini kaydetmek ve yenilgilerini anlatırken dahi barı öykülerini öne çıkarmak bizim görevimiz, bizim uğraşımız olmalıdır… O zaman görürüz ki dünya medeniyeti, asillerin zarif parmakları ve eldivenleriyle değil, emekçinin kaba ve büyük elleri tarafından kavranmaktadır…”
Franz Fanon’un, “Bedenim, beni daima sorgulayan bir insan kıl!” sözündeki üzere yaşayan Beklan Algan, “Eğer tiyatro, yapıldığı sürece var olup, belgelenmesi olanaksız sanat dalının, deney taşında dövülüp, ayıklanması ise; geçmişi değerlendirip, geleceğini yaratacak biçimde, yazarı, oyuncusu, sahne koyucusu, tüm teknik ekipleriyle birleşik ekip çalışmasının ürünü olacaksa, ancak seyirciyle varolabileceğinin bilincinde, oluşumuna seyirciyi de yaratıcı güç olarak katmayı yeğliyorsa, eğer tiyatro, yaşamın dinamik ve değişken yansıması ise; ulusal ve evrensel kültürün sentezinde, kendi oluşumunu hazırlıyorsa, teknoloji ve bilimde olduğu gibi tiyatroda da çağdaş olabilmenin yol ve yöntemi, planlı araştırma ve denemeden geçecektir. Denemeler günümüzün tiyatrosunu doğuracaktır,” diyen; sadece bunu demekle kalmayıp, hayata geçiren bir ustaydı…
Hem de sevgili eşi, yoldaşı, aşkı Ayla Algan’ın, “Beklan herkese gereken değeri verirdi. Oyun sonrası gişede çalışan kızı bile oyun bitiminde sahneye çıkarırdı,” sözlerindeki içten ve kolektivist mütevazılığıyla…
* * * * *
Hani Erwin Piscator’un politik tiyatro; işçi tiyatroları, ajitprop topluluklar bünyesinde şekillenip, ardından da Brecht’in epik tiyatrosuna uzanan güzergâhta tiyatroya; ezilenlerin tiyatrosuna yakışan da bu değil miydi?
Tiyatro deyip geçilmemeli; “Tiyatro birçok ifade aracından oluşan, bunların hepsini bir araya getirerek bir dil, bir sahne dili oluşturan bir sanat dalıdır.”[2]
Ancak bu dil, hayatla, sokaklarla doğrudan etkileşim hâlindedir; bu böyleyse tiyatro tiyatrodur; yoksa kocaman bir hiç…
Tıpkı Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Süreyya Karacabey’in dikkat çektiği gibi:
“Tiyatro binalarının önünden yorgun adamlar ve kadınlar geçer, evlerine ekmek götürme yükleri yüzünden omuzları erken çökmüş, yüzleri yaşsız çocuklar geçer, tiyatro binalarının önünden sokak köpekleri ve kediler geçer; kahırlı bir hayatın bütün yükleri sokaktan geçer; Siz koltuklarınıza yerleşmişken, evine çok gecikmiş temizlikçi kadın, onu hiç mutlu olmadığı evine götürecek otobüse koşmaktadır; sokak çocukları, geceyi geçirecekleri korunaklı bir yer aramaktadır; siz orada otururken park orospuları, umumi helalarda iş bitirirler. Sokakların vahşi cangılında yolunu arayan bir adam usulca sizin dibinizden geçer ve o da anlamaz neyin dibinden geçtiğini. Siz orada otururken birisi sokaktan alınır belirsiz bir adrese götürülür. Her şey siz oradayken olur, içinde olduğunuz binaların dibinde, ruhunuz bile duymaz.
O sesler, o çığlık, o yakarma sahnedeki seslere hiç karışmaz, çünkü kimse binanın dışından akan vahşi nehrin çağıltısını duymaz. Duysa repliğinden utanır oyuncu, sokaktaki bağırış onun sesini bastırır; duysa, içerinin sıcağına sığınır kediler ve köpekler. Sahnenin sesi tuhaf bir uğultuya dönüşür, içinden uzun ölümlerin geçtiği bir tünelin uğultusuna.
Oyun bitip evlerinize dönerken, henüz sönmemiş ışıklarınıza ecnebi bir memleket gibi bakan çırak çocuklar geçer tiyatronun karşısından. Operada asılı kalmış bir sopranonun sesini, kendi hayatının çığlığına ekleyerek, çok uykulu bedenini, sizlerle ters yöne götüren gece otobüsünün koltuğuna gizleyerek. Arka sokakta biri bıçaklanır, öteki umutsuzca sığınacak bir yer aramaktadır.
Hiçbiri tiyatronuzun içinden geçmez, hiçbiri sizi oyununuzdan utandırmaz; dışarısı, içeriyi doldurmaz. Binalarınızın önünden otobüsler geçer, tabut evlere ölüler taşıyan otobüsler. Hiçbiri orada durmaz, camlara başlarını yaslamış kent hayaletleri sadece ışıklarınıza bakar ve anlar, oradaki hayatın kendisinin olmadığını; anlar, giremeyeceği kapılardan bir kapıdır tiyatronuzun kapıları.
Söyleyin şimdi, böyle tiyatro olsa ne olur, olmasa ne? Kendini sokağa kapatmış bir tiyatro ölüdür, içinde çok üşümüş birinin ısınmadığı tiyatro sadece mezarlıktır. Gidin ve her gece gömün ölülerinizi.”[3]
Beklan Algan, Süreyya Karacabey’in dikkat çektiği negatife karşı başkaldıranlardandı; onun için de çok ama pek çok önemliydi…
* * * * *
Onu önemli kılan bu yanıyla birlikte “özelliği”ydi…
Onun “özelliği”ni, Zeynep Oral, “Beklan Algan için araştırmanın sonu yoktu…
Muhsin Hoca birbiri peşi sıra ‘devrimci’ tiyatro anlayışını uygulamaya çalışıyor... Gecekondu bölgelerinde çevre tiyatroları kuruyor, kadroyu genişletiyor, ‘Stadyumda tiyatro’ olanaklarını araştırıyor, ‘Bölge Tiyatroları Kanunu’ peşinde koşuyor... İşte nihayet Beklan Algan’ın içinde büyüttüğü düşü gerçekleştirme fırsatı... Bir Deneme Sahnesi kurmak...” diye resmeder ve ekler: “Tiyatromuzun filozofuydu bence. Düşünürü, aydını; ışığını genç kuşaklara taşıyan, öncüydü. Tiyatro dünyamızın en yaratıcı olanıydı...
Yaratıcılığı, tiyatronun geleceğini hazırlamasıyla sımsıkı bağlantılıydı. Geçmişten damıtarak... Evrensel kültür, evrensel tiyatroyla köprüler kurarak... Yerel olanın derinlerine inerek... Sürekli sorgulayarak... Olmazları zorlayarak... Risk alarak... Her yaştan tiyatro sevdalısını, meraklısını, öğrenmek isteyenini sürekli eğitiyor, geliştiriyor ve onları geleceğe yöneltiyordu.”
Evet, “Beklan Algan, hep insanı sorguladı”; ve Onun üzerinde titizlikle durduğu “Baltacıoğlu Girişimi” çalışmalarının (Ayla Algan, Atila Alpöge, Erol Keskin ile) çıkış noktası, “öz tiyatro” kavramının özellikle oyuncu-seyirci ilişkisi açısından irdelenmesiydi.
“Beklan Algan, tiyatroya ait ne varsa tümünü en derin noktalarından başlayarak sorgulayan, o noktalara hep felsefenin kurucu sorusu sayılan “Nedir?” sorusunu yönelterek yollar açmaya çalışan bir tiyatro insanıydı.”[4]
Nihayet Onun pratiği; Norman Vincent Peale’nin, “Sahip olduğunuz koşulları değiştirmek için, önce farklı düşünmeye başlayın,” uyarısındaki üzere köktenci bir değişim için yapılması gerekenin önünü açmaktı…
* * * * *
Toparlarsak; “Beklan Algan inançları, hedefleri ve kavgası olan bir sanat adamıydı…
Beklan Algan’ı hep ilerici, atılgan ve yaratıcı yanlarıyla tanıdım. O da ölümüne dek duruşu ile bunu doğruladı,” diyen Mehmet Esatoğlu’nun resmettiği üzre O; Francis Hutcheson’un, “En büyük sayıda insana en büyük mutluluğu veren eylem en iyisidir,” sözlerini doğrularcasına ikiyüzlülüğün tüm versiyonlarına yani Logan Poarsall Smith’in, “İnsanların çoğu ruhlarını satarlar ve kazandıklarıyla huzurlu bir yaşam sürerler,” sözlerinde somutlanan hiçbir şey bilmemek, gerekeni bilmemek ve bir sürü gereksiz şeyleri bilmekte şekillenen cahilliğe karşı dikilen örnek bir tavırdı…
Bu bağlamda “Bir Dahinin Katıksız Ölümü”nden söz eden Nedim Saban, “Muhsin Ertuğrul’un çocuğuna yaraşan bir biçimde, hakikâten şapkasını alıp, gitti,” derken; Tuncel Kurtiz, “Beklan Algan bir eşik değil, birçok eşikten geçti. Köprüler kurdu. Geçmişle arasındaki köprüyü, ilişkilerini iyi kurardı”; Ayşenil Şamlıoğlu da, “O bize düşünmeyi öğretti. Tiyatro üzerine sorular sormayı, cevaplar bulmayı ve bulduğumuz cevapları sahne üzerinde çağına yaraşan bir dille var etmeyi öğretti,” diye ekliyorlardı…
Tam da bunlardan ötürü; O, ölümsüzdür ve hâlâ yaşıyor; ezilenlerin safında savaşıyor…
30 Ekim 2010 21:19:37, Ankara.
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No:117, Ocak 2011…
[1] T. Szasz.
[2] Ayşe Emel Mesci, “Piyes Kâğıtta Durduğu Gibi Durmaz”, Cumhuriyet, 25 Ekim 2010, s.19.
[3] Süreyya Karacabey, “Alternatif 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Bildirisi”, Tavır, No:96, 2010/4, s.55-56.
[4] Ahmet Cemal, “Bilgi ve Tiyatro...”, Cumhuriyet, 8 Ekim 2010, s.17.
Yorumlar