“Kaygı verici bu zamanda en çok kaygı veren şey, bizim henüz düşünmediğimizdir.” [1] Dünyanın kapitalist işbölümü hiyerarşisinde, ...
“Kaygı verici bu zamanda
en çok kaygı veren şey,
bizim henüz düşünmediğimizdir.”[1]
Dünyanın kapitalist işbölümü hiyerarşisinde, orta derecede gelişmiş semi-periferik konumu ve emperyalist sisteme bağımlı tekelci kapitalist Türkiye, çok uluslu bir ülkedir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun bakiyesi olarak İttihat ve Terakki’nin pan-Türkist yönelişinin iflasına denk düşen parçalanmanın ardından, Kemalist Türkiye Türkçülüğü temelinde inşa edilen Türkiye “Cumhuriyeti”nin (T.“C”) aslî hedefi hep -İzmir İktisat Kongresi’ndeki ifade ile- “Küçük Amerika Olmak”tı…
Zaten Cumhuriyet’in “ebedi şefi” Mustafa Kemal’in de “Muasır medeniyetler seviyesi”yle işaret ettiği, böylesi bir kapitalistleşmedir.
Kapitalist T.“C”nin, raison d’etat’sını (hikmet-i hükümeti), ekonomi-politik konumunu ve uluslararası ilişkilerini hep ve kesinlikle bu özelliği belirlemiştir.
Türkiye’nin Asya ile Avrupa arasındaki “Kavimler Kapısı” olarak anılan köprü özelliği yanında Avrasya’dan Ortadoğu’ya uzanan jeo-politik önemi “es” geçilemeyecek kadar kilit önemdedir.
Özelikle 1917 Sovyet Devrimi ardından Batı’nın, sektörel sosyalist ülkeleri, “sağlık kordonu” diye anılan emperyalist kuşatmasıyla çevrelemesinden “Soğuk Savaş”a uzanan hikâyede kapitalist T.“C”, emperyalizm için bölgesel bir savaş ocağı, üssü niteliği taşımıştır…
Ülkedeki 1980 askeri darbesini yapanların bile ABD tarafından “Bizim çocuklar” diye nitelendiği kapitalist T.“C”nin küresel “Gladio”/ “Altın Post” örgütlenmelerinden, ABD kontrolündeki İncirlik/ Pirinçlik/ Kürecik vd. üstlerine ya da nükleer bombalarına[2]yataklık eden sosyo-ekonomik yapı tamı tamına bir ABD işbirlikçiğiyle nitelenir…
Kemalist otoriter modernleşme İslâmi ve Osmanlıcı değerleri ötelerken, “ulus-devlet” dayatmalarıyla sermaye birikiminin önünü “Batılılaşma” retoriğiyle açtığı güzergâhta T.“C”, çokuluslu yapısını (Kürtlere yönelik) hızlı bir asimilasyon ve (Rum, Ermeni ve Suryaniler’e yönelik) iktisat-dışı cebir yöntemlerinin gasp, zorbalık ve katliamlarıyla, “Türkiye Türklerindir” şiarıyla sermayeyi Türkleştirdi.
1923’den 1946’lara uzanan süreçte “Milli Şef”-“Tek Parti (CHP)”-“Ordu” eksenindeki Kemalist resmi ideolojiyle yönetilen Türkiye’de siyasal hayat 1950’lerden itibaren CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) içinden çıkan kadroların kurduğu DP (Demokrat Parti) ile “çoğullaştı”.
Ancak İslâmi ve Osmanlıcı değerleri arkasına alarak hızlı kapitalistleşmenin liberal reoriğiyle resmi ideoloji ile ordunun “sınırları”nı zorlayan DP, 27 Mayıs 1960 askeri darbesiyle (ABD’nin bilgisi dahilinde) devrildi…
Daha sonraki süreçte DP’nin yerini resmi ideolojinin daha kontrol altında tuttuğu AP (Adalet Partisi) alırken CHP ile kurulan siyaset dengesi Batı’yı da hoşnut edecek türdeydi… Ta ki 1970’lerden 1980’lere uzanan kesitte Türkiye’de toplumsal gelişmenin, muhalefetin, mücadelenin kapitalizmin sınırlarını zorlamasıyla devreye sokulan 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerine kadar…
RESTORASYON DÖNEMECİ
24 Ocak 1980 ekonomik programını[3]hayata geçiren 12 Eylül 1980 darbesi kapitalist T.“C” için iç ve dış politikada kilit önemdedir…
“24 Ocak 1980: Her şey o gün başladı” vurgusuyla Erhan Karaçay, “24 Ocak 1980 kararları sadece enerji alanında değil devletin yapılanmasını kökten değişikliğe uğrattı. Bunun için 1980 darbesi planlandı. Buna zemin hazırlayan OYAK dahil diğer tüm kurumların sorumluluğu vardır,” diye eklerken önemli bir gerçeğin altını çizer.
Aslı sorulursa 24 Ocak 1980 ekonomik programından 12 Eylül 1980 siyasi müdahalesine T.“C”nin yaşadığı “kapitalist gerçekçiliğin restorasyonu”ydu…
“Kapitalist gerçekçilik”, “toplumsal adaletsizlikleri” ortadan kaldırmaya yönelik her türlü dönüşüm projesini, kapitalizmin ufkunun içine hapseder, liberal demokrasiyi tek siyasi rejim olarak kabul eder. “Kapitalist gerçeklik” altında yaşayanlar, başka bir dünya olasılığını, hiçbir üretim tarzının ebedi olamayacağını unuturlar.
Restorasyonun ürettiği insan, “değişim”den yanadır, “satüko”ya karşıdır; ama kapitalizm içinde kalmak koşuluyla. Çok demokrattır, devlete karşı bireysel özgürlükleri savunur, ama tüm özgürlükler sermayenin özgürlüğüne tabi kalmak koşuluyla. Bu özgür, demokrat birey bürokrasiye karşı yaratıcılığı, özgünlüğü savunur; ama bu yaratıcılık, özgünlük pazarlanabilir metalar üretebildiği, sermayenin rekabet gücünü ve verimliliği arttırabildiği sürece...
Bu yeni insan, Restorasyon sürecini ilerici ve devrimci, karşı çıkanları, haklarını korumaya çalışan emekçileri, sosyalistleri gerici, tutucu ilan etti, hem de hiç utanmadan, sosyalizmin tarihinden çaldığı kavramlarla, simgelerle...
Böylece, toplumda, neo-liberalizmden başka hiçbir ekonomik modeli, sermayenin verimlilik ve rekabet ilkesinden başka hiçbir ahlâki ilkeyi, sermayeden başka hiçbir “hakikâti” kabul etmeyen, totaliter bir egemenlik yerleşti. Daha sonra, terörizme karşı savaş retoriği, siyasal İslâmın, AKP hükümetinin iktidarı, totaliter egemenliğin otoriter özelliklerini de güçlendirmeye başladı.
Kamusal alanlar sermayenin kullanımına açıldıkça vatandaşlık kurumunun maddi temeli çöktü: Vatandaşların eşitliği ilkesi, yerini tüketicilerin eşitliğine, özgürlük ise tüketim ve kâr yapma özgürlüğüne indirgendi. Bu dünyada vatandaşların verdikleri vergilere dayanan sosyal hizmetlerin yerini de hayır kurumlarının sadaka sistemleri almaya başladı. Devlet sosyal hizmetlerden çekilirken oluşan boşluğu sivil toplum örgütleri, siyasal İslâm, bu totaliter rejiminin sadaka düzeninin kurumları olarak, doldurmaya başladılar.
“Anadolu sermayesi”diye anılan İslâmi sermayenin sözcüsü olarak AKP, böyle bir restorasyonun (Gülen cemaati destekli ve ABD patentli) ürünüydü…
Bu durum Kemalist T.“C”nin, AKP ile yüzünü -ABD’nin istediği üzere- Ortadoğu’ya dönmesinin tarihsel ekonomi-politik zeminini oluşturdu.
ORTADOĞUGERÇEĞİ
ABD’nin yerkürenin “petrol kaynağı” Ortadoğu’da kendi hâkimiyetini pekiştiren bir “Pax-Americana”yı hedeflediğini kimse inkâr edemez…
Başta ABD olmak üzere Batı’nın Ortadoğu’nun petrol zengini ülkelerini, halkları yok sayılan birer benzin istasyonu olarak gördükleri tarihsel çerçevede ‘The New York Times’ yazarı Thomas L. Friedman 23 Şubat 2011 tarihli yazısında:
“- Amerika (Avrupa ve Asya da) Ortadoğu’ya büyük petrol istasyonları muamelesi yaptı. Suudi İstasyonu, Kuveyt istasyonu, Bahreyn İstasyonu, Mısır İstasyonu, Libya İstasyonu, Irak İstasyonu, v.b... Onlara da ‘Arkadaşlar (Sadece konuştuğumuz arkadaşlar) pompalarınızı açık tutun, petrol fiyatlarını yükseltmeyin, İsrail’le fazla uğraşmayın’ dediler...
- Bunların dışında bildiğiniz gibi yapabilirsiniz. Halklarınızı dilediğiniz ölçüde insan haklarından yoksun kılabilirsiniz. İstediğiniz ölçüde kokuşmuşluk yaratabilirsiniz. İbadethanelerinizde dilediğinizce bağnazlık vaazları verdirebilirsiniz,”[4]derken ABD’nin Ortadoğu politikasının özünü de yeterince net olarak sergiliyordu.
Bu durumun “sürdürülemez” olduğu ve er geç infilak edeceği açıktı. Nitekim, 2011 başlarından itibaren Arap halkları arasında patlak veren ayaklanmalar, bu öngörüyü doğruladı. Tunus’ta başlayıp, Mısır’a oradan da Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya sıçrayan halk isyanlarının, ikinci perdesindeki Batı müdahalesiyle, ABD tarafından yeniden şekillendirilmek istendiği bir “sır” değildir…
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Batı’ya bağımlı, içi boşalmış siyasal iktidarların bir restorasyonla yenilenmesi girişimine “demokratikleşme” adı verilmesi gerçeği yansıtmayan bir yanılsamadır.
ABD hedeflediği restorasyon için kitlelerin başkaldıran öfkesini bir lokomotif olarak kullanıyor. Obama’nın işaret ettiği “düzenli” bir değişimin/geçişin önünü açıyor. Bu süreçte ABD’nin en büyük güvencesi, bölgedeki “Truva At”larıdır.
Örneğin Mısır, Tunus ve Cezayir’de aktif faaliyet gösteren Ulusal Demokrasi Vakfı (NED) ve Mısır’da pek çok sivil toplum örgütünü destekleyen Özgürlük Evi (FH), ABD temelli kuruluşlardır.
ABD bir taraftan en zorba diktatörlükleri desteklerken, diğer taraftan aleyhinde gelişebilecek muhalif hareketleri de kontrol etmeyi ihmal etmemektedir.
Evet, tarihi boyunca sermaye güçleri, toplumsal muhalefeti yedeklemenin, emerek veya eriterek etkisizleştirmenin yollarına çeşitli biçimlerde başvurmuştur. Halkın biriken öfkesini, sitemin temellerine halel getirmeden boşaltmak için oluşturulmuş sigortalar da bu kapsamdadır. Bunun, deneme-yanılma yöntemiyle biriktiğini ve küreselleşen sistemin deneyim aktarma konusuna özellikle önem verdiğini, en taze örnek olarak, Tunus ve Mısır’da askerîn kitlelere kurtarıcı gibi sunulmasında gördük.
Aslında “pasif devrim”, restorasyon, vb. kavramlar da yeni değildir. Yaşanan öyle bir paradokstur ki, çözüm/yenilenme diye sunulan başkaldıranlara kendi ipini çektirmektedir.
Erdal Güven’in, “Ortadoğu’nun ‘demokrasi açığı’ Batı’nın ‘demokrasi zaaf’ını fena hâldeyüzüne vurdu,” dediği tabloda “Ortadoğu ‘eski Ortadoğu’dan’ farklı bir zemine sokulmuş bulunuyor.”[5]
Ancak görünen odur ki, “Washington’ın Ortadoğu’ya yönelik yeni muamelesi, dünyanın ABD’nin sınırlandıramayacağı ölçüde değişmeye başladığı gerçeğinin de bir ifadesi,”[6]diyen Cabir Habib Cabir’in beklentilerinin karşılığının olmadığı tabloda, Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya uzanan hareketler bölgeyi boydan boya sarıp, sarsan protestolarıyla ve aşağıdan yukarıya sesini yükselten kitlesel hoşnutsuzluğun devrimci enerjisiyle yıllanmış otoriter rejimleri ve o rejimlerle özdeşleşmiş otokratları devirmesi, nihayetinde yapısal bir değişimi devreye sokamadı, sadece makyajlarla sınırlı kaldı.
İşte bu noktada ABD emperyalizmi bölgede “Ilımlı İslâm” söylenceleriyle paralel olarak “AKP modeli” yaygaralarına sarıldı…
“MODEL” Mİ?!
İbrahim Kiras’ın, “Dış politikada eksen kayması değil Ortadoğu’ya dönüşten söz edilebilir,” diye formüle ettiği AKP yönelişi -‘The Daily Star’ın ifadesiyle-, “Türkiye’nin Ortadoğu ivmesi”[7]arttırırken Stephen Kinzer de ekliyor: “ABD, Ortadoğu için en iyisini bilirmiş gibi yapmaktan vazgeçip Müslüman bir ortak aramalı. Bunun için en mantıklı tercih, Türkiye.”[8]
Evet, orta yerde “Türkiye’nin, komşularına veya Arap-İslâm dünyasına model olma”[9]iddiası var!
‘The Times’ gazetesindeki makalesinde “Arap baharı yeni Türkiye’ler yaratmayacak” vurgusuyla Prof. Norman Stone, “Türkiye, Arap dünyası için model olamaz,” dese de; ‘Arap Baharı’, Türkiye’ye kendi topraklarında değil, bölgede sürpriz yaptı. Bir nevi nasihatçi ve arabulucuya dönüştürdü,”[10]diyen Gassan Şerbel ile “Ortadoğu ve Avrupa’daki mevcut istikrarsızlık ortamında Türkiye, istikrarlı duruşundan fayda sağlayabilir, fakat bir dünya gücü hâlinegelemez,”[11]saptamalarıyla Manfred Gerstenfeld farklı düşünüyorlar…
Aslı sorulursa ‘Amerikan-Türk İş Konseyi’ (ATC) yönetim kurulu başkanı ve murahhas üyesi Büyükelçi James Holmes’in, “Türkiye Batı’dan vazgeçmez,” diye tarif ettiği T.“C”nin Ortadoğu’daki AKP patentli konumunu Mustafa Zeyn’in tarifi de “model” önermesiyle örtüşüyor.
Bakın ne der Zeyn, “Bölgenin bir diğer önemli ülkesi Türkiye, Araplarla mücadelede ABD ve İsrail’in ilk savunma hattı. Şu anki dönüşüm sürecine girmesi, İran’ınkinden daha fazla zaman aldı. Türkiye, Müslüman kimliğine dönüp bölgesel güç olmak için Filistin sorununu ve Kudüs meselesini kullandı. Bunu yaparken eski koalisyonunu kurban etti; çıkarlarının ABD’yle ilişkilerinin temelini oluşturmasına çalıştı ve başarılı oldu.”[12]
ABD İLE AKP (VE İRAN SORUNU)
Sermayenin küresel çapta yeniden yapılanıp, yeniden paylaşımın hızlandığı bir kesitte Alvin ile Heidi Toffler’in işaret ettikleri “Güç kayması”da doğal ve kaçınılmaz; bu boşlukta boy vermeye çalışan AKP’de Ortadoğu’da ortaya çıkan “güç kayması süreci”nde bir bölgesel denetim merkezi olarak alt-emperyalistliğe soyunuyor…
“Güç kayması”nın öne çıktığı gidişatta yaşanan dönüşüm ile Türkiye’nin “Ilımlı modeli”, İslâm ülkeleri için kilit önemdedir.
AKP de bu işlerin anahtarı gibi durmaktadır. Ancak AKP ile ABD arasındaki yakınlaşmanın, görece özerkliğin çatışma alanlarındaki soru(n)ları da devreye soktuğunu görmezden gelemeyiz.
Örneğin Washington’da düzenlenen 2010 yılı ‘Amerikan-Türk Konseyi’ (ATC) Konferansı’na Türkiye-ABD arasındaki söylem farkının damgasını vurması gibi…
ABD Türkiye’nin İran ve İsrail politikalarını gündeme getirirken Türk tarafı “yaklaşımlar farklı hedefler aynı”görüşünü savundu.
ABD Savunma Bakanlığı’nın Uluslararası Güvenlik İşlerinden Sorumlu Bakan Yardımcısı Alexander Vershbow, anlaşmazlık konularından biri olan Türkiye’nin ABD’den silah alımı konusunda Kongre’nin önemli rolüne işaret ederek, “Ne yazık ki Türkiye’nin geçen ilkbaharda İran ve İsrail ile ilgili söz ve eylemleri, ABD’nin desteklediği bazı önemli projelerde kısa vadede ilerleme sağlanmasını zorlaştıran bir siyasi iklim yarattı,”dedi.
Komşularıyla “sıfır sorun” adına Irak’ı susuz bırakan; İsrail’e “One minute” diyen tutumun Filistin konusundaki iki yüzlüğü aşikârken[13]AKP patentli T.“C”nin dış politik abartılarını Michael Singh, “Türkiye ‘stratejik derinliği’, Doğu’yla arayı düzeltmek için İsrail ve Batı’dan kopmayı gerektiren sıfır toplamlı bir oyun gibi görerek hata yapıyor,”[14]diye uyarmaktadır…
Örneğin ABD’nin eski Türkiye Büyükelçisi Eric Edelman, Washington’ın AKP hükümetini şımartmaktan vazgeçmesi gerektiğini söylerken; ABD yönetimi BM 65. Genel Kurul toplantılarına katılan Türk liderlerle üst düzey ikili görüşme yapmaktan kaçındı. Gül, Obama’nın ikili görüşme trafiğinde yer almazken Davutoğlu da Clinton’ın programında yoktu.
Sebep İran’dı…
‘Uluslararası Stratejik Çalışmalar Enstitüsü’nden ‘Silahların Yayılmasını Önleme ve Silahsızlanma Direktörü’ Mark Fitzpatrick, AKP hükümetinden gelen Tahran’ı destekleyici nitelikteki mesajların, İran’ın nükleer programını durdurma çabalarını olumsuz etkilediği mesajını verip, “Ankara nükleer anlaşmazlıkta Tahran’ın işini kolaylaştırıyor,” dediği; İngiltere Savunma Bakanı Liam Fox’un, “Türkiye kendini İran’a kullandırtmamalı,” uyarısını dillendirdiği tabloda ABD Başkanı Barack Obama 1 Temmuz 2010’da İran’a yeni yaptırımlar öngören yasayı imzalamıştı. Yaptırım paketi İran’a petrol ürünü satışı, nakliye, sigorta ve finansmanını hedef alıyor. ABD bankalarının da Devrim Muhafızları’yla iş yapan bankalarla ortak faaliyetlerine kısıtlamalar getiriyordu.
BM’nin İran’a yönelik yeni yaptırım kararı ve ardından da 1 Temmuz 2010’da da ABD’nin kendi yaptırımlarını gündeme getirmesi, Türkiye’nin bu ülkeyle ticari ilişkilerinin de mercek altına alınmasına neden oldu. Yaptırım kararlarını anlatmak ve İran’ın teröre finansmanı konusunda uyarılarda bulunmak için 19 Ağustos 2010 günü ABD’den gelen bir heyetin, ‘Türkiye Bankalar Birliği’ ile görüştü.
Yani İran’a karşı dördüncü BM yaptırımını ABD ile AB’nin tek taraflı yaptırımlarının takip etmesinin ardından bir Amerikan heyeti Türkiye’yi ziyaret edip ABD yaptırımına uyulmasını talep etti.
Böylelikle ABD yönetimi İran’a yönelik ekonomik yaptırımların uygulanması konusunda Türkiye’ye baskıyı arttırdı.
ABD Hazine Bakanlığı’nın ‘Terörizm ve Mali İstihbarat’tan sorumlu müsteşarı Stuart Levey, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İran’la ticaret hacminin arttırılacağı yönündeki açıklamalarını “kaygıyla”izlediklerini ifade ederken, Türkiye’nin BM İran yaptırımlarını uygulamak zorunda olduğunu ve bunu sağlamak için “adım”atabileceklerini söyleyerek, “İran’a Güvence Olmayın” vurgusuyla ekledi: “İran dünyanın baskısı karşısında Türkiye’yi ‘emniyet supabı’gibi görüyor. Bu da yaptırımların başarısını zora sokuyor.”
Tam da bunun için ABD Başkanı Barack Obama, Başbakan Tayyip Erdoğan’ı, Türkiye’nin İsrail ve İran konusundaki tutumunu değiştirmemesi hâlinde satın almak istediği Amerikan silahlarını edinme şansının pek az olduğu yolunda uyardı.
‘The Financial Times’, Obama’nın ikazının, ABD ordusunun 2011 sonunda Irak’tan çekileceğini düşünen Ankara’nın, PKK’yla mücadelede[15]edinmek istediği insansız hava taşıtları, özellikle füze taşıyabilen Reaper’ları satın almak istemesi açısından önem taşıdığı yorumunu yaparken; T.“C” dışişleri heyeti de ABD temaslarından İran’a karşı ABD yaptırımlarına Ankara’nın uyması için uyarı alarak döndü.
Bu uyarılar sonrasında ‘Amerikan Dış İlişkiler Konseyi’nde ve Columbia Üniversitesi’ndeki konuşmalarında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Bölgede nükleer silah istemediği”ni açıkladı.
Sonra da ABD’nin etkili düşünce kuruluşlarından ‘German Marshall Fund’ın tanınmış araştırmacısı, siyaset bilimci Ian Lesser, Washington’da Ankara’nın politikalarının geniş çaplı tartışıldığının altını çizerek, “İran konusunda anlaşamayız,” dedi ve Füze Kalkanı tartışmaları devreye girdi…
FÜZE KALKANLI T.“C”
ABD’nin “İran’dan geldiği iddia edilen tehdide karşı”, Güney Avrupa için tasarlanan füze kalkanı için radar istasyonunun Türkiye ya da Bulgaristan’a kurulmasına dair anlaşma için ABD Genelkurmay Başkanı Mullen, Türkiye’ye füze kalkanı kurulmasını müzakere için Ankara’ya geldi.
Mullen Genelkurmay Başkanı Koşaner’le görüşüp, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerde önemli bir konu başlığını oluşturan ‘füze kalkanı’müzakerelerinde de bir sorun beklenmediği ve ABD’nin, Türkiye’nin talebini dikkate alarak kalkan görüşmelerini NATO zeminine çekmesi nedeniyle 2011’den itibaren füze savunma sistemi için düğmeye basılacağını belirtti.
Konuya ilişkin olarak ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) Sözcüsü Geoff Morrell, NATO’nun 19 Kasım 2010’da başlayan Lizbon Zirvesi’nde ele alınan füze savunma sistemi konusunda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu sisteme ev sahipliği yapmaya “isteklilik”gösterdiğini ifade edip, “Şu ana kadar gördüğüm ve duyduğum her şey bu konuda iyimser olmak için neden olduğunu gösteriyor,”dedi.
ABD,NATO füze savunma sistemi kapsamında birden fazla radarın konuşlandırılmasını hedeflerken; ABD Avrupa Komutanlığı ve NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı Oramiral James Stavridisde, “Potansiyel tehditleri düşünmek zorundayız,” uyarısını dillendirdi…
Kaldı ki NATO Genel Sekreteri Fogh Rasmussen de, Avrupa’yı korumak üzere oluşturulacak Füze Savunma Sistemi konusunda Türkiye’yi ikna edebileceklerini söylemiş ve ABD’nin başlangıçta Rusya’ya karşı Çek Cumhuriyeti’nde konuşlandırmak istediği “Füze Kalkanı”sistemi tepkiler üzerine NATO projesi hâline dönüştürülmüştü. Rasmussen’in açıklamalarına göre, 30’dan fazla ülke balistik füze sistemlerine sahip ve bunların bazıları Avrupa ve Atlantik bölgesini vurabilecek durumda bulunuyor.
NATO şimdi denizde ve karada konuşlandırılacak Cruies’lar, Patriot’lar ve radar sistemleriyle Batı’ya yönelik tehdidi bir kez daha bertaraf etmeye çalışacak. Normalde Soğuk Savaş bittikten sonra bu ‘tehdit’in de azalmış olması gerekiyordu. Silah lobisi diplomasiden daha etkili olduğu sürece tehdit de ortadan kalkmayacak gibi görünüyordu!
Gerçekten de Sami Kohen’in deyişiyle, “Dünyada değişen şartlara rağmen, özellikle ortaya çıkan farklı tehditler karşısında, NATO’nun varlığına ihtiyaç duyuluyor. Ancak NATO’nun bu ihtiyacı karşılaması, kendisini yenilemesi ve güncelleştirmesi ile mümkündür.
NATO stratejistleri bir süredir örgütün yeni misyonu ve rolü üzerinde çalışıyordu.
Lizbon’da liderlerin görüşeceği yeni ‘stratejik konsept’, işte bu çalışmanın ürünüydü.
Bu belge, NATO’nun yeni yol haritasını oluşturacaktı.
Başta bir ‘Amerikan kreasyonu’olarak ortaya çıkan bu projeyi şimdi NATO sahiplenmiş bulunuyor”du!
Bu kapsamda ABD ile Türkiye arasında NATO çatısı altındaki füze savunma sistemine yönelik pazarlıklara ilişkin olarak Washington’daki kaynaklar ABD Başkanı Barack Obama’nın füze savunma sistemine kişisel değer verdiğini ve Ankara’nın projeye sırt çevirmesi durumunda “AKP’ye sempatiyle bakan”Obama’nın desteğini yitirebileceği vurgusunu yaparlarken; konuya ilişkin olarak da Şükrü M. Elekdağ da şu noktalara dikkat çekmekteydi:
“Lizbon’daki NATO zirvesinde, nükleer güç olma yolunda ilerleyen, kısa ve orta menzilli balistik füzelere sahip bulunan ve uzun menzilli füze üretimi için çalışan İran’ın, dünya barış ve istikrarını tehdit eden ana tehdit kaynağı olduğu hususunda mutabakata varılmıştır. Üye ülkeler ve Türkiye, ittifak sorumluluklarının icabı olarak, İran’ı söz konusu niyetlerinden vazgeçirmek için caydırıcı yöntemlere başvurma ve İran’dan bir saldırı vukuunda askerî yetenekleriyle mukabele etme hususunda taahhüt altına girmişlerdir. Zirvede, Türkiye’nin de onayı ile NATO topraklarında kurulması kabul edilen füze kalkanı sistemi de ana tehdit algılaması uyarınca İran’a odaklanacaktı.”
Evet her ne kadar Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, “Lizbon’da tek bir saniye bile gerilim yaşanmamıştır. Fransa farklı tutum gösterdi. Diğer bütün ülkeleri yanımıza çektik. İran ile ilişkiler daha da güçlenmiştir. Türkiye NATO’nun komuta kademesinin her yerinde var. Türkiye’nin iradesi dışında bu savunma sisteminin kullanılması mümkün değil,”dese de, Lizbon Zirvesi’nde İran hedef gösterildi.
Bu arada Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’ye yerleştirilmesi istenen füze sistemiyle ilgili yaptığı, “Komuta mutlaka Türkiye’ye verilmeli”açıklamasına yanıt NATO Sözcüsü James Appathurai, “NATO operasyonu söz konusuysa, düğmeye NATO basar,” diye verdi.
Kim ne derse desin, ABD AKP’nin burnunu sürte sürte Füze Kalkanı’na katmıştır…
Murat Yetkin’in ifadesiyle, “Sadece bir ABD projesi olmaktan çıktı, NATO projesine dönüştü ama geleceği hâlâ İsrail’in güvenliği koşuluna bağlı… Füze kalkanı lisanında İran, İsrail demektir. ‘İran tehdittir’sözünü kayda geçirmek isteyen taraflar, ‘Bu füze savunması İsrail’i de korumalıdır’demek istiyor”du ki, hiç de haksız değildi…
Bu durumda Türkiye’nin NATO’nun Füze Kalkanı projesine katılması, İslâmî kesimden yazarların hükümete olan desteğinde yeni bir gedik açtı, AKP, İran’a karşı hareketle suçlanırken; Eymen Halid de, “… ‘Komşularla sıfır sorun’politikası izlediğini iddia eden Türkiye’nin, amacı savunma olmayan füze kalkanını kabul etmesi yıkıcı bir hata… Türk siyasetçiler yaptıkları öldürücü hatayı gözden geçirmeli. Aksi takdirde, kendilerini ‘sıfır sorun’adlı durağa değil, ‘sorunların anası’durağına götürecek trene binecekler,”[16]diye ekliyordu ki, tüm bunlar da AKP ile öne çıka(rıla)n neo-Osmanlı eğiliminin karakterini yerince net olarak sergiliyordu…
ÖNE ÇIKAN NEO-OSMANLI EĞİLİMİ
AKP ile öne çıka(rıla)n neo-Osmanlı eğilim ile Alon Ben-Meir’in, “Ortadoğu’da yeni ‘potansiyel model’ ülke olarak görülen Türkiye”[17]ya da Tarık Elhumeyid’in, “Erdoğan’ın derdi neo-Osmanlıcılık”[18]betimlemeleri arasında doğrudan ve ABD emperyalizmiyle doğrusal ilişki söz konusudur…
‘Der Spiegel’in Türkiye’deki seçim sonuçlarına ilişkin değerlendirmesinde, “Boğazın Yükselen Gücü”başlığı ile yayınladığı bölgesel haritada Türkiye’yi bölgenin merkezine yerleştirmesi ve Osmanlı sınırlarını da çizdiği düzlemde kolay mı?
‘The Guardian’ın başyazısında, “Yumuşak gücünü etkili bir biçimde kullanan Türkiye, Ortadoğu’daki birçok kilit politikası çıkmaza giren ABD ve AB’ye yardım edebilir,”[19]dediği işbirlikçi konumuyla T.“C”, “Vicdani kriterleri farklı olsa da, Libya konusunda Fransa’yla aynı safta”dır;[20]bu da emperyalizmin safıdır!
Libya’da konusunda Erdal Güven, “Türkiye’nin şartları mı hani nerede?” diye sorarken; Cengiz Çandar da, “… ‘Bölgesel güç’ olmanın maliyeti de var,” yanıtını veriyor…
Gerçekten de T.“C”nin ulus-devletçi geleneksel Kemalist dış politikası da revize ediliyor…
Örneğin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Irak ziyaretinin programına bölgesel Kürt yönetiminin Başkenti Erbil’i alması, AKP’nin Kürt politikasında 2003’ten bu yana yaşanan çarpıcı değişimi gözler önüne serdi.
ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra, gerek PKK’ye verdiği destek, gerekse Türkiye karşıtı söylemleri nedeniyle Kürt liderler Celal Talabani ve Mesud Barzani’ye görüşme ambargosu bile koymuş olan Türkiye, Kürt politikasını Erbil’e Başbakan düzeyinde resmî ziyareti gerçekleştirecek şekilde değiştirildi.
Hem de AKP’nin Iraklı Kürtler’e ilişkin olarak Erdoğan’ın, 28 Ocak 2004’te Washington programı kapsamında Stratejik ve Uluslararası Etüdler Merkezi’nde (CSIS), Amerikalı işadamlarının da katıldığı bir gruba yaptığı konuşmada, “Federe Kürt devleti yaklaşımını sağlıklı bulmuyoruz. Etnik kökene veya mezhebe dayalı federal yapı Irak’ı paramparça eder. Yeraltı zenginliklerini tüm Irak halkı paylaşmalı. Ayrıca, belli bir bölgenin belli bir etnik yapıya verilmesi sakıncalı,” açıklaması yapmasına; 2007 yılı başında Barzani’nin, “Eğer Türkler sadece birkaç bin Türkmen için Kerkük’e karışırsa, o zaman biz de Türkiye’deki 30 milyon Kürt için harekete geçeriz,” sözleri üzerine Erdoğan’ın, Barzani’nin haddini aştığını söylerken zamanın dışişleri bakanı Gül’ün de, Amerikalı mevkidaşı Condolezza Rice’ı arayıp “çok rahatsızız” dediği söylem ve uygulamalarına rağmen…
Aslında tüm bunlar, yüzünü Ortadoğu’ya dönen neo-Osmanlı eğiliminin kaçınılmazlıklarıdır…
Siz bakmayın Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, “Türkiye’nin Ortadoğu’da ‘Yeni Osmanlıcılık’fikrini pazarladığı”söylemine karşılık, Türkiye dış politikasında böyle bir yaklaşımın bulunmadığından söz etmesine!
‘The Washington Post’ yazarı Jackson Diehl, Washington’da görüştüğü Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun kendisine Türkiye’nin eski Osmanlı ülkeleri üzerinde liderliğini yeniden kurma hayalinden bahsettiğini yazdı.
Diehl, Wikileaks belgelerinde “son derece tehlikeli”ve “neo-Osmanlı İslâmcı fantezilerde kaybolmuş”denilen Davutoğlu’nun kendisine, “İngiltere eski sömürgeleriyle bir milletler topluluğu hâlinde, neden Türkiye eski Osmanlı topraklarında, Balkanlar’da, Ortadoğu ve Orta Asya’da yeniden liderlik kurmasın?”dediğini (de) yazdı.
Davutoğlu bunları inkâr edebilir mi?
Kaldı ki, ‘Zaman’ gazetesinden A. Nuri Yurdusev’in, “Çağımızda ulaşılan küresel ve bölgesel ölçekteki iktisadi entegrasyon Osmanlı Milletler Topluluğu’nun (OMT) pratik imkânını yaratmış bulunuyor. Başka bir deyişle OMT hâli hazırda potansiyel bir gerçekliğe tekabül ediyor. Tarihsel olarak bakılınca Osmanlı İmparatorluğu OMT’nin fiilî gerçekliğidir. Ulusçuluk ideolojisinin yayılmasıyla eski ‘millet’aidiyetinin yerini ‘ulus’aidiyeti almıştır. Bazılarının OMT’yi bir hayal olarak nitelemesinin altında da bu ulusçuluk ideolojisi vardır ve aslında ulusçuluk ideolojisi hâkim olduğu sürece de OMT benzeri oluşumlar hayatiyet bulamaz,” tespitleri de AKP ile Davutoğlu’nun yönelişini doğrulamaktadır…
Tekrarlıyorum: Yüzünü Ortadoğu’ya dönen T.“C” için neo-Osmanlı eğiliminin kaçınılmazdır; Batı (yani emperyalizm) için de gereklidir…
ENERJİ KORİDORU (İLE SU KAYNAĞININ) KONTROLÜ
“Neden” mi?
Gayet basit: Dünyanın petrol rezervlerinin yüzde 73’ü, doğalgaz rezervlerinin de yüzde 76’sı Türkiye’yi çevreleyen Rusya’da, Hazar’da, Ortadoğu’da... Bunları önemli ölçüde tüketen Avrupa ise hemen batıda… Bu da, Türkiye’yi ister istemez önemli bir enerji koridoru, boru hatlarının kesiştiği bir merkez, jeostratejik açıdan da önemli bir ülke kılıyor…
Avrasya’dan Ortadoğu’ya uzanan enerji koridoru ve su yataklarının kontrolü açısından bölgenin önemli jeo-stratejik konumdaki ülkesi olarak Türkiye’nin bir “kapı” olduğundan söz edebiliriz.
Çünkü Kafkasya ve Orta Asya petrol ve doğalgaz bakımından son derece zengin olmasına rağmen herhangi bir denize çıkış kapıları yok.
Dolayısıyla başta AB ülkeleri olmak üzere Çin’in artan enerji talebi ve enerji arzlarını çeşitlendirme çabaları Orta Asya ve Kafkasya’yı bir hayli önemli kılarken, İran ve Batı dünyasının çatışması devam ettikçe Türkiye bu bölgenin en önemli çıkış kapılarından birisi olmaya devam edecektir.
Olası bir İran ve Batı dünyası barışında ise Kafkas ülkeleri İran üzerinden petrollerini daha rahat bir şekilde sıcak sulara ulaştırma imkânına kavuşacaktır. Aynı şekilde Afganistan’ın normalleşmesi de Kafkasya ve Orta Asya için iyi bir çıkış kapısı olabilir.
Ancak neo-Osmanlı eğilimli Türkiye için önemli soru(n) bir enerji koridoru/ kapısı olarak kalacağı veya bölgesel alt-emperyalist ülke olarak enerji yollarının gidişatında belirleyici olup, olamayacağındadır.
Örneğin Sergey Korsunskiy’e göre, “Türkiye’nin en önemli özelliği, Orta Asya ve Hazar petrolünün ve doğalgazının Avrupa’ya naklinde kilit ülke hâline gelmesidir. Bakû-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattının devreye girmesinden sonra ağırlığı iyice artan Ceyhan limanı; Kerkük petrollerinin, Mısır ve Irak doğalgazının gelmesiyle birlikte, dünyada sadece Basra Körfezi’ndeki limanlarla karşılaştırılabilecek bir ağırlığa sahip olacaktır.”[21]
Ancak bu konuda da kimi soru(n)lar vardır ki, bunları da nihai tahlilde ABD ile Rusya arasındaki “Kafkaslar’da Denge(sizlik)ler” alt başlığında toparlayabiliriz…
Özetlersek Aylin Yardımcı’nın ifadesiyle, “Rusya’nın, açıkça yeni bir kutup oluşturduğu ve İkinci Dünya Savaşı’ndan beri süregelen ABD üstünlüğüne, SSCB’nin aksine daha etkili bir silah olan kapitalizmle meydan okuduğu gerçeği artık herkesçe kabul görüyor. İki büyük gücün gerginlik noktasının ise Karadeniz olabileceği Türkiye tarafından endişe ile izleniyor”ken; “Osetya krizinde yaşanan hareketliliğin gösterdiği gibi, Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler NATO’yla bağlarını güçlendirdikçe”[22]soru(n)ların yarı çapı genişliyor…
Bu durumu da Andrey Fedyaşin şöyle resmediyor:
“Doğalgaz ve boru hatları konusunda her şey o kadar karmaşık hâle geldi ki, neyin teknik neyin politik bir konu olduğunu ayırt etmek, artık mümkün değil. Rusya Başbakanı Vladimir Putin’in günübirlik Türkiye ziyareti de boru hatları ve siyasetin iç içe geçtiği bir ortamda gerçekleşti…
Ziyarette, Dağlık Karabağ sorunu ile Gürcistan’ın NATO üyeliği konuları da gündeme geldi. Türkler, Gürcistan’ın NATO üyeliğini destekliyorlar ve Rusya bu konudaki itirazlarını gündeme getirdiğinde tepki gösteriyorlar. Ankara, dış politika ile ilgili konuların Putin’in alanına girmediğini biliyor; fakat Tayyip Erdoğan ile Putin arasındaki ilişkilerin güçlü olması, bu konuların da bir şekilde gündeme gelmesini sağlıyor.”[23]
Bu karmaşada ABD gibi AB içinde önemli bir enerji hattı güzergâhı olan T.“C” ile AB’nin uzatmalı imkânsız ilişkisi devreye giriyor…
AB-T.“C”=İMKÂNSIZ İLİŞKİ
T.“C” ile AB’nin ilişkisi uzatmalı bir imkânsızlıkta ifadesini bulur…
Tekelci sermayesinin serbest piyasacı birlik projesi olan AB, “Avrupa Merkezci” bir ideolojik ve Batıcı bir kültürel bütünselliğin sömürgeci-emperyalist tarz-ı siyasetidir.
Bu bağlamda “AB Nedir?” sorusunun yanıtı aynı zamanda, metropolün (AB’nin), semi-periferiye (yani Türkiye’ye) bakış tarzıyla da doğrudan ilintilidir…
‘Avrupa ve Batı Miti-Bir Tarihin İnşası’ başlıklı yapıtında Georges Corm, “Yön belirlemek için kullanılan ‘Batı’ sözcüğü, toplumları birbirinden ayıran doğal engellerden daha geçit vermez, daha kuşkulu bir düşünsel sınır hâline nasıl gelebilmiştir,”[24]sorusu dillendirdiği merkez olgu hakkında Phlippe Perchoc’un da, “Avrupa büyümesi gereken sorunlu bir ergene benziyor,”[25]diye ekler…
“Avrupa miti çatırdıyor mu, çoktan göçtü mü?”[26]salınımında gidip gelen AB süreci yaklaşık üç yıldır (2009-2011) bir sınavdan geçiyor. AB’nin Avrupa çapında bir kriz yönetimi (mikro düzeyde bir “Küresel Yönetişim”) örneği sergilemesi beklenirken Almanya, Fransa, İngiltere gibi ulus devletler öne çıktı, arkasından, mali kriz devletlerin mali krizine dönüşürken Almanya’nın hegemonya manevralarına başladığı görülüyor. Bu sırada AB’nin ekonomik yapısının “sırrı”, içine kurulu emperyalist egemenlik bağımlılık ilişkileri de gözler önüne seriliyor, Almanya’nın ekonomik siyasi varlığı tüm ağırlığıyla hissediliyor.
Özetle, bu “Birlik” nasıl bir birlik diye sorarak, kaygıyla izlemeye devam ediyoruz ki, bu da kapitalizmin III. Büyük Bunalımı’nda debelen AB projesinin bırakın genişlemeyi, bu hâliyle bile sürdürülebilir olmadığının ya da Yunanistan’ın bile “Avro”dan “Drahmiye” dönüşünün tartışıldığı bir durumdur…
İçinde debelendiği kriz ile AB bir türlü toparlanamıyor. Özetin özeti AB açısından her şey ‘The Independent’ın başyazısında formüle ettiği gibidir:
“Önce Yunanistan’ı kurtardılar ve meselenin burada bittiğini söylediler. Sonra İrlanda’yı kurtardılar ve bunun sonuncu kurtarma olduğunu iddia ettiler. Şimdi de Portekiz’i kurtarıyorlar ve bunun başka yere sirayet etmeyeceğini söylüyorlar. Siyasetçiler ve siyasi karar alıcıların her kurtarmada Avrupa’nın ulusal borç krizinin kontrol altında olduğuna dair iddiaları, giderek daha az muteber hâle geliyor.
Bu masalları çok dinledik!”[27]
Bu durumda çifte standartlı AB için T.“C” kabul edilemezdir.
Bu tutumu Christophe Leclerqe, “AB gelecekte üçlü bir yapıya dönüşmeli: Entegre olmuş çember, Avro bölgesi ve Türkiye’nin de bulunduğu ekonomik çember,”[28]formülasyonuyla çok net biçimde sergilemektedir…
Öte yandan Fransa, Almanya, İngiltere İspanya ve Polonya’da yapılan ‘Türkiye’ araştırmasının çarpıcı bulgularına göre de, “Avrupalıların yüzde 51.8’i Türkiye’yi AB’de istemiyor”ken; ‘Friedrich Ebert Vakfı’nın düzenlediği ‘Türkiye Nereye Gidiyor?’ başlıklı toplantıda, müzakerelerin tıkanmasının kaçınılmaz olduğu görüşü dile getirildi.
Josef Joffe’nin, “Türkiye Avrupa için çok uzak bir köprü”[29]saptamasının önemli bir realiteye denk düştüğü çifte standartlılık düzlemindeki soru(n)ları ‘Haliç’ gazetesi başyazısında şöyle sergiliyor:
“Avrupa’nın AB üyeliği kriterleri, din, kültür ve millete dayanarak, bir çifte standart uygulaması içinde. Avrupa ülkeleri için geçerli olan, Türkiye için geçerli değil. Bu nedenle de Müslüman Türkiye’ye, Hıristiyan Avrupa kulübüne girme izni verilmediği söylenebilir.”[30]
Gerçekten de Fransa’nın Avrupa İşleri Bakanı Pierre Lellouche, Türkiye’nin üyeliği konusunda 27 AB üyesinden ikisi hariç tamamının Paris gibi düşündüğünü, ancak bunu açıklamaya cesaret edemediklerini söylerken; AB Göç Hukuku uzmanı Hollandalı Prof. Aleidus Woltjer’in, “Türkiye AB’ye tam üye olursa Kürt sorunu Avrupa sorunu hâline gelecek. Kürt sorununa çözüm bulmak Türklerin işidir, Avrupalıların değil,” vurgusuyla Türkiye’nin AB’ye neden üye olamayacağını anlattığı…
B tabloda, Gideon Rachman dilinin altındaki baklayı şöyle çıkarıyor: “AB, Batı’yla ilişkileri hızla bozulan Türkiye hakkında dürüst davranmalı. Bu önemli ülkenin Batı’dan uzaklaşması kimsenin çıkarına değil, fakat büyük bir göç ihtimalini içerdiği sürece AB üyeliği de imkânsız. Türkiye’ye tümüyle serbest dolaşımı içermeyen bir üyelik önerilmeli…”[31]
Tüm bunlar böyleyken Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, AB üyeliği için Avrupa’ya, “Tarihimiz aynı, kaderimiz aynı, geleceğimiz de birlikte olacak. Eğer 2050 yılı için bir vizyonumuz varsa, AB’yi küresel güç olarak hayal ediyorsak bu Türkiye ile olacak... Benim vizyonumda değil 2050, 2015 bile çok geç. Sadece Türkiye için değil, AB açısından da,” dese de; CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Londra’daki düşünce kuruluşu ‘Chatham House’ ve Oxford Üniversitesi’ndeki konuşmasında, “AB 1963’te attığı imzaya sahip çıksın” diye eklese de verili durumda ortak kanıyı:
Hikmet Çetinkaya’nın, “AB oyalıyor, Türkiye ayak sürüyor...” Murat Yetkin’in, “AB ile işler iyi gitmiyor…” Deniz Zeyrek’in, “AB ile ilişkilere dikkat!” Mahfi Eğilmez’in, “Türkiye AB’den uzaklaşıyor…” Bahadır Kaleağası’nın, “AB işi çok uzadı. Herkes hoşnutsuz bu durumdan...” Nilgün Cerrahoğlu’nun, “AB süreci çürüyor!” Prof. Hakkı Keskin’in, “AB ülkeleri ikiyüzlü davranıyor…” Çimen Turunç Baturalp’ın, “AB-Türkiye ilişkileri gitgide azalarak akan su gibi... Bu aralar damla damla…”
Leo Cendrowicz’in, “Türkiye’de de AB hevesi dibe vurdu…”[32]saptamaları resmederken; Türkiye AB ilişkilerindeki Başmüzakereci Egemen Bağış, ‘Avrupa Politika Merkezi’ndeki konuşmasında sürecin tıkanma noktasına geldiğinin altını çizerek, “Son elli yılda birçok defa Türkiye fişi çekme noktasına getirilmeye çalışıldı. Biz fişi çekmeyeceğiz ama bu zevki Avrupalılara vereceğiz,” dedi.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de AB konusunda temkinli konuşarak, “Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerinin sonunda ne olur bilemem ama bütün bu müzakere sürecinde standartlarını o ülkelerin standartlarına çıkarması, iş dünyamızı ve ekonomimizi güçlendirecektir,” derken Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da, Türkiye’nin AB üyeliğine ilişkin Avrupa ülkelerine seslenerek, “Eğer Türkiye’yi istemiyorsanız çıkın bunu açıklayın. Bizi oyalamayın,” diye eklemektedir…
“İÇERİ”DE DURUM,SİYASET DENGE(SİZLİK)LERİVE ULUSLARARASI KONUM
T.“C”nin uluslararası konum ve ilişkileri “içeri”deki durumuyla ele alındığında kriz içindeki yapının, bölgesel çalkantıların devreye sokacağı dinamiklerle birlikte ABD’ye daha da yaklaşacağı öngörülebilir…
Çünkü kriz içerisindeki kapitalist yapının denge(sizlik)leri Türkiye’nin ABD işbirlikçisi politikalarının pekiştirilmesini “olmazsa olmaz” kılmaktadır…
Kapitalizmin III. Büyük Bunalımı ile Türk(iye) ekonomisinin maruz kaldığı yıkıcı dalgalar 2008’in son çeyreğindeki krizin, 2009 yıkımının ardından 2010’da da boyverdi…
Kriz güzergâhında kayıtlı istihdamda yüzde 5 daralma, kriz çıkışı, yerini kriz öncesinin yüzde 5 üstünde ücretli istihdam artışına bırakmıştı. Ücretlilerin yüzde 75’inin ya da dörtte üçünün toplandığı 18 büyük ilde ise durum şu: Krizde yüzde 6.4 daralma yaşandı ve 445 bin işçi işten çıkarıldı.
2008 sonunda başlayıp 2009’a uzanan küresel kaynaklı krizin, özellikle büyük sermaye kesiminde fazla memnuniyetsizlik yaratmaması, onu, 2001 ve 1994 krizlerinden ayırt eden önemli bir özelliğidir. Çünkü hem 1994 hem de 2001 krizlerinde, yük, her krizde olduğu gibi, ücretli sınıfa, emeklilere, esnafa, tarımdaki küçük üreticiye yıkılırken büyük banka, holding, sanayi şirketleri arasında da, bu kurtlar sofrasında da güçsüz düşenin güçlüye yem olması hadiseleri yaşandı.
Söz konusu yıkım ile “Büyümenin, yeterli istihdam yaratmadı”ğı[33]Türk(iye) ekonomisi sıcak para ve “Borçlandır, sat”[34]formülüyle ayakta kalmayı denemektedir ki, bu sürdürülebilir bir durum değildir…
Tam da bu koordinatlarda Antonio Porchia’nın, “Hiçbir şey, yalnızca hiçbir şey değildir. Aynı zamanda bizim hapishanemizdir,”[35]uyarısının altını özenle çizerek sağ hegemonyanın tüm kurumlarıyla yürürlükte olduğu Türkiye’de AKP ile yaşananlar bir “kopuş” değil, kapitalist sermaye birikiminin idamesi adına süreklilik olarak yorumlanmalıdır.
Geçmişte CHP nasıl bir devlet partisiyse, bugünde de AKP’nin işlevi odur; ne bir fazla ne de bir eksik…
“AKP’yi değerlendirirken tutulacak en makul yol yeni bir modernleşme biçiminden çok yeni bir Kemalizm’le karşı karşıya olduğumuzu düşünmektir.”[36]
Cihan Tuğal’ın, “MHP’nin misyonunu AKP aldı. MHP, Türk-İslâmsentezini sokaklarda çatışarak yapıyordu. AKP çok daha profesyonelleştirerek, esnekleştirerek… yaptı bu işi” diye ifade ettiği düzlemde kuşku yok: “AKP geleneksel devlet etme biçimine sadık bir çizgi izliyor. Bu çizgi, vesayet rejiminin ideolojik ve kültürel dolgu malzemesi milliyetçiliği de sahiplenmeyi getiriyor.”[37]
Bu durumda “… ‘Militarist/devletçi/milliyetçi’ siyasal ve kültürel yapının araç ve gereçlerini aynen devralarak yapılan şey ‘demokrasi mücadelesi’ değil, bir başka antidemokratik iktidarı kurmanın operasyonu olabilir ancak.”[38]
Söz konusu çerçevede Caroline B. Glick’in, “AKP, demokrasi araçlarını iktidara gelmek için kullandı. Artık iktidarda ve Türkiye’deki özgürlüğü sistematik biçimde yok etmeye çalışıyor”;[39]‘The Economist’in, “Giderek artan otoriter eğilimleri… Erdoğan’ın ılımlı İslâmcı AKP’sinin yeni bir tutuculuk rotasına girebileceği yönündeki korkuları arttırdı,”[40]uyarılarının altını çizerek “Türkiye’de… ‘olağanüstü’ bir devlet biçiminin şekillenmekte olduğundan söz edebiliriz… Bu ‘olağanüstü’ devlet biçimini inşa etmekte olan siyasi hareket, 12 Haziran 2011 seçimlerden sonra süreci hızlandırma, başkanlık sistemine geçmek gibi yeni kurumsal adımlarla projesini tamamlama şansına sahip olacaktır.”[41]
Kanımız odur ki “iç düzenleme”ki otoriterleşme, dış politikada da “neo-Osmanlıcı” müdahalelerin milliyetçiliğiyle pekiştirilmeye kalkışılacaktır.
Evet T.“C”nin önümüzdeki süreç Muhammed Nureddin’in, “Türkiye’deki şartların olumsuz gelişmesi endişesini arttıran nokta, Kürt sorunundaki tırmanışın Arap devrimleriyle eşzamanlı olması,”[42]kaydındaki gibi çalkantılı olacaktır.
Hem de “Ortada farklı bir Türkiye modeli var. Ilımlı İslâmcı, demokratik bir model ve dengeli bir dış politika. Meclis’in laik çatısı altında birleşen liberal İslâmcı bir hükümet. Coğrafi olarak bir Akdeniz, ekonomik olarak bir Batı ülkesi. Bu özellikler, yeni bir Türkiye karşısında olduğumuzu gösterse de Türk modelinin bölgede neler yapacağı şimdilik meçhul,”[43]diyen Abdurrahman Elraşid’in saptamasına; Ergin Yıldızoğlu’nun, “Kriz, küresel jeopolitiği, kurumlarıyla birlikte yeniden şekillenmeye zorluyor. Ama bu arada da yeni toplumsal ayaklanma, devrim olasılıklarını, emperyalizmin bunları yönlendirme çabalarıyla birlikte gündeme getiriyor,” notunu düştüğü ufukta…
16 Haziran 2011 11:21:57, Ankara.
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No: 123, Temmuz 2011…
[1]M. Heidegger, “Düşünmek Ne Demektir?”
[2]WikiLeaks’in açıkladığı belgeler arasında bulunan Almanya’daki ABD Büyükelçisi’nin Washington’a gönderdiği 12 Kasım 2009 tarihli gizli raporun önemi, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Philip Gordon’un muhatabı Almanya’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı Christoph Heusgen’e Türkiye’de ABD kontrolünde bir nükleer silah stokunun bulunduğunu belirtmesinden kaynaklanıyordu. (Şükrü M. Elekdağ, “ABD Nükleer Silahları Türkiye’den Çıkarılmalı”, Cumhuriyet, 2 Şubat 2011, s. 2.)
[3]Özcan Çağlar, “24 Ocak Kararları ve Türkiye”, Kızılcık, No:40, Güz 2010-Kış 2011, s.47-51.
[4]Thomas L. Friedman, aktaran: Mehmet Barlas, “Gerçekleri Hep Gecikerek mi Anlayacaklar?”, Sabah, 24 Şubat 2011, s.17.
[5]Erol Manisalı, “Ortadoğu Geri Dönülmez Bir Yolda mı?”, Cumhuriyet, 21 Mart 2011, s.11.
[6]Cabir Habib Cabir, “Ortadoğu ABD’yi Değiştirecek Gibi”, Şark ül Evsat, 13 Mart 2011.
[7]“Türkiye’nin Ortadoğu İvmesi”, The Daily Star, 13 Haziran 2011.
[8]Stephen Kinzer, “ABD ve Orta Çaplı Güçlerin Yükselişi”, The Guardian, 11 Ocak 2011.
[9]Mazhar Bağlı, “… ‘Türkiye Mısırlaşıyor’ Analizi Hangi Aklın Servisi?”, Star, 24 Şubat 2011, s.19.
[10]Gassan Şerbel, “… ‘Bahar’, Türkiye’yi Karıştıramadı”, Hayat, 26 Mayıs 2011.
[11]Manfred Gerstenfeld, “Ve Kazanan Ülke Türkiye”, Yedioth Ahronoth, 3 Mart 2011.
[12]Mustafa Zeyn, “Türkiye Bizim İçin Değişmedi”, Hayat, 18 Aralık 2010.
[13]Filistin Yönetimi ile İsrail arasında yerleşimler nedeniyle yine askıya alınan müzakereler OECD toplantısına da engel olarak takıldı. Kimi Avrupa ülkeleri Kudüs’te yapılması nedeniyle toplantıyı boykot ederken Türkiye’nin toplantıya katılacak olması şaşırttı. (“Kudüs Boykotunda Türkiye Yok”, Cumhuriyet, 6 Ekim 2010, s.10.)
[14]Michael Singh, “Ankara, Arabulucu Özelliğinin Altını Oydu”, Foreign Policy, 5 Kasım 2010.
[15]ABD’nin Ankara Büyükelçisi Francis J. Ricciardone, 11 Mayıs 2011’de “Türkiye’ye terörle mücadelede verdiğimiz desteğin maliyetinin günde 1 milyon doların üzerinde olduğu”nu ifade ederek, “PKK da istihbarat işbirliğimizi biliyor” dedi. (Ceren Arseven, “PKK da İstihbarat İşbirliğimizi Biliyor”, Hürriyet, 13 Mayıs 2011, s.22.)
[16]Eymen Halid, “Kalkan, Öldürücü Bir Dış Politika Hatası”, Kuds ül Arabi, 25 Kasım 2010.
[17]Alon Ben-Meir, “Türkiye ve İsrail İçin Çok Uygun Bir Zaman”, Jerusalem Post, 1 Nisan 2011.
[18]Tarık Elhumeyid, “Erdoğan’ın Derdi Neo-Osmanlıcılık”, Şark ül Evsat, 18 Mart 2011.
[19]“Ankara Hayati Bir Aktör”, The Guardian, 28 Temmuz 2010.
[20]Gökçe Aytulu, “Vicdanla Cüzdan Arasında Türkiye”, Radikal, 26 Mart 2011, s.43.
[21]Sergey Korsunskiy, “Türk Marşında Ukrayna Notaları”, Dzerkalo Tijniya, 25 Ekim 2009.
[22]Fabio Mini, “Karadeniz Artık İç Deniz Olmaktan Çıkıyor”, La Repubblica, 27 Ağustos 2008.
[23]Andrey Fedyaşin, “Putin’in Ziyareti: Borular ve Siyaset”, Rus Resmi Haber Ajansı RİA Novosti, 6 Ağustos 2009.
[24]Georges Corm, Avrupa ve Batı Miti-Bir Tarihin İnşası, çev: Melike Işık, İletişim Yay., 2011.
[25]Phlippe Perchoc, “Avrupa Büyümesi Gereken Sorunlu Bir Ergene Benziyor”, The Guardian, 29 Aralık 2010.
[26]Semih Gümüş, “Mozart’tan Hitler’e, Avrupa Miti”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:529, 6 Mayıs 2011, s.38.
[27]“Avro Gerçeğini Görmek İstemeyenler”, The Independent, 8 Nisan 2011.
[28]Christophe Leclerqe, “Türkiye, AB’nin Üçüncü Çemberinin Asil Üyesi Olabilir”, Le Monde, 11 Kasım 2010.
[29]Josef Joffe, “Türkiye Avrupa İçin Çok Uzak Bir Köprü”, Financial Times, 25 Ağustos 2010.
[30]“Türkiye mi Demokratik, AB mi?”, Haliç, 14 Haziran 2011.
[31]Gideon Rachman, “Türkiye İkiyüzlülüğünü Bırakın”, Financial Times, 23 Ağustos 2010.
[32]Leo Cendrowicz, “Cameron Türkiye Desteğinde Yalnız”, The Time, 29 Temmuz 2010.
[33]Mustafa Sönmez, “Büyüme, Yeterli İstihdam Yaratmadı”, Cumhuriyet, 6 Nisan 2011, s.12.
[34]Mustafa Sönmez, “Borçlandır, Sat: Nereye Kadar?”, Cumhuriyet, 9 Nisan 2011, s.12.
[35]Antonio Porchia, Yeni, No:2, Kış 2011, s.33.
[36]Armağan Öztürk, “Didaktik Laiklikten Didaktik Demokrasiye”, Radikal İki, 8 Mayıs 2011, s.1-4.
[37]Zafer Aydın, “Vesayet Rejiminin Restorasyonu”, Radikal İki, 15 Mayıs 2011, s.4.
[38]Faruk Özsu, “… ‘Ciddiyet İlanının’ Tam Zamanı”, Radikal İki, 1 Mayıs 2011, s.2.
[39]Caroline B. Glick, “Türk Kıssasından Hisse”, The Jerusalem Post, 15 Nisan 2011.
[40]“Erdoğan’ın Giderek Artan Otoriter Eğilimleri”, The Economist, 9 Haziran 2011.
[41]Ergin Yıldızoğlu, “Çok ‘Kritik’ Bir Genel Seçimler”, Cumhuriyet, 27 Nisan 2011, s.4.
[42]Muhammed Nureddin, “Seçim Arifesinde Erdoğan’ın Çizgileri”, Haliç, 20 Mayıs 2011.
[43]Abdurrahman Elraşid, “Yeni Türkiye’nin Bölgedeki Rolü”, Şark ül Evsat, 15 Haziran 2011.
Yorumlar