“Gerçekten daha gerçek olan bir şey var mıdır? Evet vardır: Masal!” [2] Sürdürülemez kapitalist talan ve tahakkümün “olağan” di...
“Gerçekten daha gerçek
olan bir şey var mıdır?
Evet vardır: Masal!”[2]
Sürdürülemez kapitalist talan ve tahakkümün “olağan” diye dayatmaya kalkıştığı (kâbusu andıran) “gerçek”lere aldırmayıp teslim olmayan, ya da Andre Malraux gibi, “Devrim, yaşamın tatile çıktığı zamandır,” diyen birisi olarak; siz genç kardeşlerime, yoldaşlarıma “Türk Eğitim(sizliğ)i” ile YÖK patentli ÖSYM skandallarının ne kadar rezilane olduğunu anlatmaya gelmedim buraya…
Elbette bunlardan da söz edeceğim; ancak asıl amacım, “İnsanın kırk yaşına kadar geçen yılları bir kitap, geri kalan yılları da o kitabın eleştirilmesidir,” diyen Schopenhauer’un altını çizdiği genç yaratıcı-yıkıcılığa; eşitlikçi-özgürlüğün isyancı ütopyalarını, bizim isyancı masallarımızı anlatmak olacak…
Hayatın kırıntısını sunmakla yetinen düzen içi yalana karşı ben, sizlere başka bir dünyanın mümkün olduğundan söz etmek istiyorum…
Sürdürülemez kapitalizmin kokuşmuşluğu bugünün gerçeği ise, bugünde ona başkaldırıp, ondan kurtulmak hayali bir masaldır elbet; hani Rosinante’sinin sırtına binip yollara düşen Don Kişot gibi…
Özdemir Asaf’ın, “Bütün renkler aynı hızda kirleniyordu./ Birinciliği beyaza verdiler,” dizeleriyle betimlenen yalanın cep telefonlu medyatik dünyası karşısında, benim sizinle paylaşacağım masallarım var…
Tıpkı Fadime Ebemin masallarındaki gibi…
Hani ne kadar acı çekerse çeksin zalimlere baş eğmeyenlerin, sonu tatlıya bağlanan ütopyaları, var benim sizinle paylaşmak istediğim…
Spartaküs’den, Demirci Kawa’dan, Şeyh Bedreddin’den, Köroğlu’ndan, Pir Sultan Abdal’dan, Tupac Amaru’dan, Thomas Münzer’den, Hallac-ı Mansur’dan, Rosa Lüksemburg’dan, Partizan Tanya’dan, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’dan, Komutan(ımız) Che’den, Deniz’den, Mahir’den, İbo’dan, Mazlum Doğan’dan, Metin Lokumcu’dan ve ötekilerden söz eden…
Bana durmadan Pablo Neruda’nın, “O kadar çok ki ölümüz/ Ve o kadar çok ki kızıl güneş önünde setler/ Ve o kadar çok ki çarpık kabuklu başlar/ Ve o kadar çok ki öpücüklerimizi engelleyenler/ Ve o kadar çok ki unutmak istediklerim,” dizelerini anımsatan Onların masallarıyla geldim buraya…
İlk gençliğimde terennüm ettiğim John Lennon’un, “Imagine/ Hayal Et”de, “hayal et cennetin olmadığını/ denersen kolaydır/ cehennem yok altımızda/ üstümüzde ise/ sadece gökyüzü/ tüm insanların/ bugün için yaşadığını/ hayal et/
hayal et ülkelerin olmadığını/ o kadar zor değil bu/ uğruna öldürecek ya da/ ölecek bir şey yok/ ve din de yok tabii/ tüm insanların/ barış içinde yaşadığını/ hayal et/
hayalci diyebilirsin bana/ oysa yalnız değilim ben/ umarım bir gün sen de/ katılırsın bize/ ve bir bütün olur dünya/
hayal et malın mülkün/ olmadığını/ merak ediyorum/ yapabilir misin/ ne açlık var ne aç gözlülük/ insanların hepsi kardeş/ tüm insanların/ tüm dünyayı paylaştığını/ hayal et,” umutları ve bu umutları gerçekleştirmek için “Öfkelenin” diyen Stéphane Hessel’in hepimize hatırlattığı gibi:
“Direnişin nedeni öfkedir… Kayıtsızlık en kötü tavır…
“Çok yoksullar ve çok zenginler arasında hiçbir zaman bu kadar derin bir uçurum olmamıştı; paraya hücum, rekabet hiç bu kadar teşvik edilmemişti.
“Doğrudur, öfkelenme nedenleri bugün o kadar açık seçik olmayabilir ya da dünya çok karmaşıktır. Kim emir veriyor? Kim karar veriyor? Bizi yöneten akımlar arasında bir ayrım yapmak her zaman kolay değildir. Büyük bir dünyada yaşıyoruz ve böyle bir dünyada her şeyin birbirine bağımlı olduğunu hissediyoruz. Bugüne dek görülmemiş bir bağımlılık içinde yaşıyoruz. Ama bu dünyada katlanılması mümkün olmayan şeyler var. Bunları görmek için iyi bakmak, aramak gerekir.
Gençlere sesleniyorum: biraz arayın, bulacaksınız.
En kötü tavır kayıtsızlık, ilgisizliktir, ‘bir şey yapamam, elimden bir şey gelmez, ben kendi işime bakarım’demektir.
Böyle davrandığınızda, insanlığı oluşturan temel değerlerden birini yitirirsiniz.
Bunun için gerekli olan değerlerden birini, öfkelenme yeteneğini yitirirsiniz…”[3]
EĞİTİM: SİZİ ALDATIP, DOLANDIRIYORLAR!
Evet, evet sizin, aldatıp/ dolandıran kapitalist eğitim(sizlik)in yalanlarına değil; onu aşacak isyancı öfkeye ve ufka ihtiyacınız var…
W. Goethe’nin, “Çok öğreniyor, az biliyoruz; en az da doğru olanı,”[4]formülüyle tanımlanması mümkün olan egemen eğitim(sizlik), aynı zamanda adına “disiplin” denen, tek tipleştiren bir terördür…
Söz konusu terörün hedefiyse, Byron’un, “Ey güzel gençlik! Kim yeniden sana dönmek istemez,” dediği yaratıcı-yıkıcı dinamiktir…
Gençliğin yaratıcı-yıkıcı hiçbir bir meziyeti yoktur ki, düzen içine çekilerek, yok edilmek istenmesin…
Düzenin ideali tüketici ve edilgen, yani bir şeye yaramayan, kafa yormayan -ihtiyarlatılmış- gençliktir. Yani bir yetenek ve kapasite olan gençlik, değerlendirilmez ise, çabucak yitirilecek devingen bir potansiyeldir.
Tam da bunlardan ötürü gençlik, egemenler tarafından hep, genç özelliklerine yabancılaştırılarak, disiplin altına alınmak istenen bir kategori olmuştur.
Onların “disiplin” dediği yasaklardır…
Örneğin “Laik” olduğu iddia elden Türkiye’nin “Laik okulunda kutlu doğum”[5]törenleri düzenlenirken; öğrencilerine “cemaat” diye seslenip, Fethullah Gülen’in kitaplarını dağıtan Çivril Lisesi Müdürü A. A, okulda erkek öğrencilerin kız öğrencilere 75 santimden fazla yaklaşmasının yasaklayabilmektedir…
Yalana yaslanmış yasakçı Türk(iye) eğitim(sizlik)i, tepeden tırnağa umutsuzluk kaynağı olarak; Abbas Güçlü’nün, “Üniversiteye girmek gençlerimizin en büyük hayaliydi. Hâlâ da öyle gözüküyor. Ama madalyonun arka yüzünde tam bir felaket senaryosu var”; Gündüz Vassaf’ın, “Üniversite giriş sınavları aldatmacadır. Geçerliği yoktur. Testlerin yegâne işlevi gençleri heder etmektir,” vurgularıyla betimlenirken; nihayetinde “Nafile”dir!
“Nasıl” mı?
Türkiye Kamu-Sen’in araştırmasına göre, her 100 gençten 20’si iş bulamıyorken; her yıl yaklaşık 700 bin gencin üniversiteyi bitirerek hayata atıldığı Türkiye’de, diplomalı işsizlerin sayısı yüzde 30’lara ulaştı. Üniversite mezunu her 100 gençten 20’si çalışma hayatının dışında kalıyor!
Bir diğer örnek de Ölçme ve Seçme Yerleştirme Merkezi (ÖSYM)’nin Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) rezaletidir!
Yaşadınız, biliyorsunuz; ama yine de kısaca değineyim…
Yaklaşık 1.5 milyon öğrenci, 27 Mart 2011 pazar günü girdikleri YGS sonrası ortaya atılan “şifreli yanıt” iddialarına açıklama beklerken, ÖSYM Başkanı Ali Demir’in 6 Nisan 2011 tarihli basın toplantısında YGS kitapçığındaki şifre iddialarına tek net yanıtı, “Bize güvenin” oldu!
Murat Yetkin bile durumu, “Vahim” olarak nitelerken, onlara güvenilebilir miydi? Bu mümkün müydü?
Elbette değil…
Çünkü Demir’in, 1 milyon 692 bin 345 öğrencinin girdiği YGS şifreleme yapıldığı iddialarına açıklık getirmek için öğrencilere gönderdiği mektupta, “Her soru için rastgele verilmesi gereken değerler, sehven sıralı olarak verildiğinden oluşturulan soru kitapçıklarında bazı sorularda en büyük değerli seçeneğin hemen sağındaki seçeneğin, doğru cevap olması durumu ortaya çıkmıştır,” ifadeleri özünde bir itiraftı, kabuldü…
Yani “Gelinen son nokta, itirafın ve ikrarın da ötesinde tam anlamıyla ‘beceriksizliğin’ daniskası”ydı![6]
Kolay mı? “… ‘Şifre yok, algoritma var’ diyen, şifre oluşturma yöntemine algoritma dendiğini bilmeyen bir ÖSYM Başkanı...
1.700.000 ‘kişiye özel’ soru kitapçığı ve tabii 1.700.000 cevap anahtarı hazırlayan bir bilgisayar...
Aynı bilgisayarın ‘tesadüfen’ 17 sınıfa sadece kız öğrenci yollaması...
ÖSYM’nin, soruları hazırlattığı ve bastırdığı kişiler ve kurumlar...
ÖSYM-Meteksan-Doğramacı-Gülen Cemaati ilişkileri...
KPSS sınavında yolsuzluk yapan çetenin hâlâ bulunamamış olması...
Ortada dolaşan ve hepsi sonuç veren birden çok ‘şifre’...
Ve en sonunda bir itiraf daha...
ÖSYM Yürütme Kurulu Üyesi Prof. Dr. Ensar Gül’ün söyledikleri: ‘Programda sorun yoktu ama Meteksan yanlış uyguladı. Rasgele yapılması gereken işlem belli bir kurgu ve kalıba göre yapılmış’ dedi.
Gül, ‘Algoritmanın nasıl çalışacağından haberimiz var. Meteksan’ın bilişim uzmanı yazdı programı. Program direkt baskı yapıyor. Bundan dolayı program Meteksan bilgisayarlarında çalışıyor. ÖSYM’de program çalışmıyor. Bundan dolayı programı yazan ve çalıştıran arkadaş da içeride kalıyor’ diye konuştu.
Sorun, sadece bilgisayar programı ve bu programın nasıl çalıştığı değil ki...
Asıl sorun, bu programın çalışma biçiminin yani doğru yanıtları bulma yönteminin, şifrenin ya da algoritmanın dışarıya sızdırılıp sızdırılmadığı. Her kurumu egemenliğine alan, her devlet kurumunu kendi adamlarıyla dolduran, bununla da yetinmeyip bu kurumları Gülen Cemaati’nin de hizmetine veren ve cemaat kadrolarının manipülasyonuna açan AKP iktidarı şimdi aynı oyunu YÖK’te ve ona bağlı olan Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi’nde sergiliyor!1.700.000 aile mağdur olmuş...
Umurlarında değil”di[7]egemenlerin…
Kaldı ki daha sonra, suçlu ama güçlü olanlar zeytinyağı gibi üste de çıktılar.
YGS’nin iptali için açılan davaya savunma gönderen ÖSYM, daha önce itiraf ettiği şifre için “Yok” dedi, faturayı yazılıma kesti!
Bunlar “tesadüf” falan değil, sistematiktir…
Örneğin, ‘Milliyet’ten Abbas Güçlü 10 Mayıs 2011 tarihli yazısında YGS’deki skandallara bir örnek daha verip, şunu naklediyordu: “Sınavda 400’lü puanlar alan H.N’nin, cevap kartında hiçbir seçeneğin işaretli olmaması. Yani bomboş bir cevap kâğıdı gözüküyor. H.N. bu cevap kartına göre, sadece sınava girip çıktı ve hiçbir soruyu cevaplamadı. Oysa puan kartında 6 puan türünde de çok iyi puanlar aldığı dikkati çekiyor...”
Bir örnek daha: KPSS’de “kopya”, YGS”de “şifre”, ALES”te “hatalı kitap basımı” iddialarıyla Türkiye’nin yaklaşık bir yıldır gündemini meşgul eden ÖSYM’de şimdi de “akrabalık” bağları gündeme geldi.
Rakamlar ÖSYM’nin yıllar içinde tam bir “aile şirketi” hâline geldiği gösteriyor. Kurumda 100 kişinin akraba, bir o kadar çalışanın da karı-koca olduğu belirtiliyor. Bu konu bir süre önce hükümet tarafından Meclis Genel Kurulu’nda da dile getirilmişti. ÖSYM çalışanlarının 58’i arasında eş ya da kardeş ilişkisi olduğu, 100 kişiden ise ikinci ya da üçüncü derecede akraba olduğu açıklanmıştı. Yaşananların ardından Ölçme Seçme Yerleşme Merkezi’nin adı artık ‘Aile Seçme Yerleştirme Merkezi’ olarak anılmaya başladı. Bunun yanında ÖSYM’den emekli olan 50 kişinin METEKSAN’da işe başladığı iddiaları da dikkat çekiyor!
Nihayet, onca rezaletin ardından YÖK, ÖSYM’nin skandalları nedeniyle başkan hakkında savcılığın soruşturma talebine izin vermedi…
Eğitim-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk, “YÖK ve ÖSYM’de kadrolamayı gerçekleştirenler, YGS’de yaşananları hasır altı etmek için ciddi bir uğraş vermektedirler,” derken; Prof. Demir ve çalışanların idari yönden kusurlu olduğu için haklarında idari işlem yapılması istemini reddeden YÖK; milyonlarca öğrenciyi ilgilendiren YGS’de şifre skandalında ÖSYM Başkanı Demir’i aklamış oldu…
YÖK Başkanının, “Ben onun yerinde olsam istifa ederdim,” demesi ise, sürece, deyim yerindeyse “tüy dikecekti”!
Alın size kapitalist adalet(sizlik) ve hukuk(suzluk)…
‘BIG BROTHER’IN “YDD”Sİ
Kapitalist adalet(sizlik) ve hukuk(suzluk) sadece eğitimde değil; her yerde!
Açlık ve yoksulluk üreten sürdürülemez kapitalizm; veya ‘Big Brother’ın[8]“Yeni Dünya Düzen(sizlik)i” (“YDD”); ya da “Yeni Paylaşım Savaşları” vahşetini devreye sokan çılgınlık başka türlü olamaz; olması da mümkün değildir!
Kolay mı? “Küreselleşme” alt başlığında piyasa eksenli kapitalizmin uygulamalarında, kimileri zamana yayılmış, kimileri krizler, kırılmalar olarak, milyarlarca dünyalının birden yaşamlarını altüst eden gelişmeler yaşanıyor...
Zengin kuzey, yoksul güney olarak giderek daha çarpıcı ayrışmada; kimileri zengin kuzey dünyası merkez ülkeler ile çokuluslu şirketler eksenli, kimileri yoksul güneyde milyarlarca dünyalının yaşamını altüst eden değişimler öne çıkıyor.
Çok ayrımında değiliz belki, ama galiba ilk kez çok çarpıcı boyutlarda zengin kuzey dünyasında yeni çok etkili krizler ile birlikte, yoksul güney dünyasında paramparça iç savaşlar yaşanıyor...
Müthiş bir alt üst oluşun ve vahşetin orta yerinde; biçimlendirebileceğimiz ya da kazanabileceğimiz bir yere; geleceğe doğru ilerliyoruz…
Eşitsizlik dünyasının “kan, irin ve gözyaşları”yla kutsadığı verili/ lanetli zeminde bolluk içindeki dünyada halklar aç, yoksul ve gıda krizinin dişlileri arasında öğütülüyor!
Oxfam’ın “Kaynakları Sınırlı Bir Dünyada Gıda Adaleti/ Growing a better future - Food Justice in a resource constrained World’ başlıklı raporuna göre, dünya gıda sistemi çökmüş durumda… Eğer müdahale edilmezse gelecek 20 yılda milyonlarca insan açlık - gıda krizi döngüsüne mahkûm edilecek…
Oxfam’a göre, “Dünya bugün üzerinde yaşayan herkesi doyuracak kaynaklara sahip ama her gün 925 milyar insan aç kalıyor.”Ancak 2050’ye doğru dünya nüfusu 9 milyara ulaşırken bu sorun daha da ağırlaşacak.
Oxfam raporu bu krizin arkasındaki nedenleri tartışırken talep artışı, iklim değişikliği, biyolojik yakıt üretimi gibi etkenleri saydıktan sonra, gıda sistemindeki bu kırılganlıkların mali spekülatörler tarafından istismar edildiğine dikkat çekiyor.
Evet, evet gerekli önlemleri almaması hâlindetemel gıda fiyatları 20 yılda iki kattan fazla artabilecekken Oxfam’ın rapora göre, dünyanın en yoksul kesimi şu anda gelirlerinin yüzde 80’ini gıda için harcıyor. Küçük toprak sahiplerine yatırım yapılmaması nedeniyle gıdanın büyük bölümünü ithal etmek zorunda kalan Guatemala’da 865 bin kişinin gıda güvenliği yok...
Kolay mı Dünya Bankası, “Avrupa ve Orta Asya’da gelişmekte olan ülkelerin tamamında 2011 yılında büyüme beklendiğini, ancak gıda ve enerji fiyatlarının artmasıyla insanların fakirleştiğini, ülke ekonomilerinin daha kırılgan hâle geldiğini” bildiriyor.
Dünya Bankası Avrupa ve Orta Asya Bölgesi Strateji ve Operasyonlar Direktörü Theodore Ahlarse, artan gıda ve enerji fiyatlarının ise bırakınız tarihin derinliklerinden bu yana açlık ve susuzluk çeken milyarı aşkın insanı, Avrupa ve Orta Asya bölgesinde 5.3 milyon dolayında insanın daha da fakirleşmesine neden olabileceğini tahmin ettiklerini açıklamıştır. Washington’da düzenlenen IMF-Dünya Bankası bahar toplantıları kapsamında yayımlanan raporda da, günde 1.25 dolardan daha az parayla geçinen insan sayısının 2015’te 883 milyon dolayına ulaşmasının beklendiği, fakir ülkelerin acil yardıma ihtiyaç duyduğu, işsizlik ve düşük ücret sorununun hâlâ devam ettiğinin altı çizilmektedir.
Başta konuyla ilgili uluslararası örgütler olmak üzere, BM Gıda ve Tarım Örgütü FAO’nun giderek artan açlıkla ilgili uyarılarına karşın dünyadaki açlığı önlemek, en azından geriletmek mümkün olamamaktadır. Bu küresel sorunun neresinden bakılırsa bakılsın, çözümü kolay görünmemektedir.
Dünyadaki açlık, kuşkusuz, son derecede karmaşık çok sayıda olaydan kaynaklanmaktadır. Bunun birinci derecede sorumluları arasında ise yukarıda da belirtildiği gibi gıda fiyatlarındaki artış başta olmak üzere üstesinden gelinmesi güç ekonomik engeller bulunmaktadır. Düşük ücret, ihracatçı ülkelerin taşkın afetine uğramalarıyla başgösteren geçici de olsa tarım ürünleri arzının sekteye uğraması, hele buna spekülaktif oyunlar eklendiğinde gıda fiyatlarındaki artışlarla, açlığın -dahası, zengin ülkelerin bu soruna gereken ciddiyetle yaklaşmamaları sonucu- önünün kesilmesi hayata geçirilememektedir. Zira zengin ülkelerin, kuşkusuz sistemlerinin doğasından kaynaklanan ve asla değişmeyen huylarından birinin, hiçbir zaman vaktinde yerine getirmeyecekleri sözler vermeleri ya da söz verdikleri rakamların epeyce altına düşmeleri olduğu kimsenin saklısı değildir. O arada aç insanların sayıları artması kimin umurunda...
Nitekim 31 ülkeyi bünyesinde barındıran Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) tarafından yayımlanan son raporlara bakılırsa, bundan beş yıl önce yapılan taahhütlerin yerine getirilmediği görülür. Toplamda 21 milyar dolar açık söz konusudur. Ayrıca açlık sorununun odağında, herkesin ayırdında olduğu gibi zengin ülkelerin Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu aracılığıyla 1980-1990 yılları arasında yoksul ülkelere dayattıkları yapısal uyum politikalarıyla söz konusu ülkelerin gıdaya dönük tarımdan uzaklaştırılarak Batı’nın ihtiyacı olan pamuk, kahve vb. gibi ihracata yönelik tarıma yöneltilmiş olmalarının payı ve kuşkusuz sorumluluğu mevcuttur.
Bir yanda açlık ve son zamanlarda BM tarafından “insan hakkı” ilan edilen temiz su ihtiyacı içinde yaşamaya çabalayan milyarı aşkın insan varken, zengin ülkelerde gıda israfı, tüm rekorları kırmaktadır. ‘Le Monde’ gazetesinde yayımlanan kapsamlı bir araştırmanın başlığı “Gıdaları çöpe atmaktan artık vazgeçin!” Ama dinleyen kim... Araştırmanın ara başlıklarından biri ise “İsraf imparatorluğu.” Fransızlar yılda ortalama olarak 20 kilo tahılı çöpe atmaktadır: 7 kilo kullanma tarihi geçmiş gıda,13 kilo “artık.”
ABD ise israf konusunda ön sıralarda: Tarladan sofraya ulaşan gıdaların yüzde 40’ı çöp tenekelerini boyluyor. İngiltere’de gıda konusundaki israfın boyutları yılda 13 milyar Avro! Belçika’da yapılan bir araştırmada “gıda israfını önleme” kuruluşlarından biri, Charleroi kentindeki çöplüklerde “ambalajı açılmamış” gıdalara rastlamıştır. Bu, tüketilen gıdaların üçte ya da dörtte biridir. Üstelik Belçika bir bolluk ülkesi de değildir.
Ne yaman bir çelişkidir: Bir yanda sınır tanımaz bir tüketim toplumu, onun yanında gıdaların önemli bir oranının çöpe atılması. BM verilerine göre, dünyada 1 milyar insan açlığın pençesinde yaşamaya çalışmaktadır. Yetersiz beslenen insanların sayıları ise 2.5 milyar gibi ürkünç düzeylerdedir. Günde 5 litre suyla tüm ihtiyaçlarını gidermek zorunda olan yüz binlerce insanın bulunduğu gezegende, ABD’de 28 Mart 2011’de yayımlanan bir araştırmaya göre 2050 yılında “susuzların” sayısı 1 milyarı aşacaktır.
Bu durumda ‘Dünya Çalışma Örgütü Genel Müdürü’ Juan Somavia, Arap dünyasında yaşanan devrimlerin ILO’nun gündeme getirdiği temel ilkelerle yakından ilintili olduğunun altını çizerken; eşitsizliklere dayalı bir küreselleşmenin sürdürülebilir olmadığını, toplumsal patlamalardan kaçınmak için yeni bir “sosyal adalet çağına”ihtiyaç olduğunu söylüyor.
Ancak bu, sürdürülemez kapitalist vahşetin “Yoksulluk/ Zenginlik denges(izliği)i”nin eşitsizlik dünyasında mümkün değil!
Örneğin ‘En Az Gelişmiş Ülkeler Konferansı’nın (BM-EAGÜ) açılış oturumunda yaptığı konuşmada BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon’un, 2011 yılında 48 EAGÜ bulunduğunu ve bu ülkelerde yaşayan 900 milyondan fazla insanın yarıdan fazlasının günde 2 dolardan az bir gelirle yaşadığını, ekonomik, çevresel, güvenlikle ilgili sorunlardan yoğun olarak etkilendiğini vurguladığı bir kesitte dünya nüfusunun yüzde 20’sini oluşturan 1.4 milyar insan elektriğe hasretken, 2.7 milyar insan ise yemek pişirmek için çalı çırpı topluyor!
Öte yandansa ‘Merrill Lynch Küresel Varlık Yönetimi’ ve ‘Capgemini’ tarafından yayımlanan ‘15’inci Dünya Servet Raporu’na göre 2010’da dünyadaki varlıklı kişilerin sayı ve serveti, hemen hemen her bölgede artarak 2007’deki kriz öncesi seviyelerini aştı.
Dünyada varlıklı kişilerin sayısı 2010’da yüzde 8.3 artarak 10.9 milyon olurken finansal varlıklarının toplamı ise yüzde 9.7 artarak 42.7 trilyon dolara yükseldi. Bu artışlar, 2009’da sırasıyla yüzde 17.1 ve yüzde 18.9 olarak gerçekleşmişti. Ultra-varlıklı kişilerin dünyadaki sayısı ise 2010’da yüzde 10.2 artarken bu kişilerin varlıklarındaki büyüme de yüzde 11.5 oldu. Türkiye’deki varlıklı kişilerin sayısı ise 2010 yılında yüzde 5.8 artarak, 37 bin 900’e ulaştı.
“İyi de kimiler açken, zenginler ne yapıyor” mu?
Latin zenginler sanat, Asya-Pasifik milyarderleri lüks otomobile tutkun. Ortadoğu’nun petrol kralları futbol, Rus oligarklar pırlanta peşinde!
‘Dünya Servet Raporu’na göre, servet sahiplerinin mücevher, lüks otomobil, sanat gibi “tutku yatırımı”olarak adlandırılan portföylerinde önemli değişiklikler yaşandı. Özellikle Asyalı zenginlerin servet miktarı bakımından ilk kez Avrupa’yı geçmesi, lüks otomobil, yat, jet gibi araçların tüketimi de bu bölgeye kaydırdı. Çinli milyarderler otomobil tutkusunda ön sıralarda geliyor. Ferrari satışı bu ülkede yüzde 50 arttı!
Yine rapora göre, tutku yatırımları içinde Latinlerin sanata ayırdıkları paranın payı yüzde 28’e ulaştı. Bu oran, sanat yatırımında öncü sayılan Avrupalılar da yüzde 22 düzeyinde. Rus oligarkları büyüleyen mücevher tutkusu ise yıllardır değişmiyor.
Şarapta ise Kuzey Amerikalılar ön planda. Nitekim müzayede evi Sotheby’s 2010 yılında 88 milyon dolarlık şarap satışı ile 40 yılın rekorunu kırdı. Japon milyarderler antika eşyayı seviyor. Spor Ortadoğulu petrol zenginlerinin vazgeçilmezi; bu alandaki yatırım payı yüzde 13 ile en yüksek düzeyde…
Ne âlâ dünya değil mi?!!!!
Bu adalet(sizliğ)e “Evet” denilebilir mi? Boyun eğilebilir mi?
Hem de İspanya’da her 5 kişiden 1’i işsizken; gençler arasında işsizlik ise yüzde 45 dolaylarındayken!
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) ‘2011 Küresel İstihdam Eğilimleri’ raporuna göre 2010 itibarıyla, küresel işgücü piyasalarında 205 milyon işsiz bulunmakta. Bu rakam ortalama yüzde 6.2 oranında açık işsizlik anlamına geliyor. Bunun da ötesinde, istihdam koşulları giderek enformalleşiyor, işgücü piyasaları esnekleştirilmiş koşullarda parçalanıyor, güvencesizleştiriliyor.
ILO’nun hesaplamalarına göre, 2009 yılı itibarıyla küresel ekonomide güvencesiz istihdam toplam 1.5 milyon kişi düzeyinde. Bu rakam 1999’a görece 146 milyon kişi daha artmış durumda ve toplam istihdamın yarısına ulaşıyor. Söz konusu güvencesiz “istihdam biçimi”, Sahraaltı Afrika’da yüzde 75.8; Latin Amerika’da yüzde 32.2; ucuz emek cennetine dönüştürülen Güney ve Uzakdoğu Asya’da ise yüzde 65.4 olarak hesaplanmakta.
Yine emeğin yoksullaşma süreci, istihdam koşullarının enformalleştirilmesi ve emeğin sosyal hak ve ücret kazanımlarının geriletilmesiyle birlikte daha da şiddetleniyor. En dar yoksulluk sınırı olarak kabul edilen “günde 1.25 dolar gelir” (günde yaklaşık 1 TL, 80 kuruş) kıstasına göre çizilen yoksulluk sınırının altında 632 bin kişinin çalıştırıldığı ve bu oranın tüm dünya emekçilerinin beşte birine ulaştığı görülüyor.
Tekrar vurgulayalım: Dünyamızda her beş emekçiden birisi günde 180 kuruşun altında bir “ücret” geliri elde edebiliyor. Bu oran, Sahraaltı Afrika’da yüzde 58.5, Asya’da ise yüzde 34.5 düzeyinde!
Yine “kendi hesabına çalışan küçük üreticileri ve ücretsiz aile çalışanlarını”güvencesiz istihdam (vulnerable employment) olarak tanımlayan ILO’nun hesaplamalarına göre, 2009 yılı itibarıyla küresel ekonomide güvencesiz istihdam toplam 1.5 milyar kişi düzeyinde idi. Bu rakam, 3 milyar olan toplam küresel istihdamın yarısına ulaşıyorken; emeğin yoksullaşma süreci, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasaları altında istihdam koşullarının enformalleştirilmesi ve emeğin sosyal hak ve ücret kazanımlarının geriletilmesiyle birlikte daha da şiddetleniyor!
Bu adalet(sizliğ)e “Evet” denilebilir mi? Boyun eğilebilir mi?
Hem de dünyada 215 milyon, Türkiye’de 980 bin minik 630 bini ağır işlerde olmak üzere çalıştırılıyor. 7 milyonu ise çalışırken yaşamını yitiriyorken!
Yerkürenin geleceği çocuklar konusunda, devam ediyorum: Çalışan çocukların dünyadaki coğrafi dağılımı, yoğunlaşmanın Sahraaltı Afrika, Latin Amerika ve Karayiplerde olduğunu gösteriyor. Dünyada çalışan çocukların yüzde 36’sı Sahraaltı Afrika bölgesinde bulunuyor. Ayrıca bu bölgede yaşayan çocukların yüzde 15’i tehlikeli işlerde çalıştırılıyor. Latin Amerika ve Karayip takımadalarında da dünyada çalışan çocukların yüzde 33’ü yaşıyor. Asya-Pasifik’te ise yüzde 10’u. Gelişmiş ülkeler de çocuk emeğinin kullanılmasından bütünüyle vazgeçebilmiş değiller. Bu ülkelerde de 2008 yılında 16 milyon civarında çocuk çalışıyor. Küçümsenecek bir sayı değil. Çalışan çocukların büyük bölümü ücretsiz aile işçisi olarak çalışıyordu. Beşte biri ise ücretli... Çocukların aldıkları ücret aynı işte çalışan yetişkinlerden daha düşük olduğu gibi, çok büyük çoğunluğu herhangi bir yasal korumadan yararlanmıyor. Yetişkinlerden daha az verimli oldukları her alanda geçerli bir varsayım değil.
Yine ‘Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre, tüm dünyada çalışan toplam 215 milyon çocuktan 115 milyonu tarım, madencilik ve inşaat gibi alanlardaki tehlikeli işlerde istihdam ediliyor. 15-17 yaşları arasındaki çocukların çalıştırılması oranında yüzde 20’lik artış söz konusu. Dünyanın ilgisinin çocuk yaşta çalıştırılan kız çocuklarının içinde bulundukları kötü duruma yoğunlaşmış olması nedeniyle bu yaşlardaki erkek çocukların çalıştırılmasının daha yaygın olduğuna işaret ediliyor.
Tütün endüstrisinin hâkim olduğu Malawi’de on binlerce çocuk, tütün yapraklarının toplanması ve kurutulması işlerinde çalıştırılıyorlar. Ekvador’da 7-8 yaşları arasındaki çocuklar, günde dokuz saat muz tarlalarında çalıştırılıyorlar. Zengin ülkelerde bile 15 yaşın altındaki 2.5 milyon çocuk, tarım, inşaat, tekstil atölyeleri ve ayakkabı fabrikalarında kötü ve tehlikeli koşullarda istihdam ediliyorlar. ABD’de 120 bin, İspanya’da 200 bin, İtalya’da 400 bin ve İngiltere’de 2 milyondan fazla çalışan, 15 yaş altındaki çocuklardan oluşuyor.
Böyle bir vahşet olabilir mi?
“Gelecek”imiz olan çocuklara bunlar reva görülebilir mi?
Kapitalizm ise görür, yapar!
Tıpkı doğaya kast edişi gibi!
EKOLOJİK YIKIMDAN FELAKETE!
Sürdürülemez kapitalizm koşullarında ekolojik yıkımdan felakete doğru tam gaz ilerliyoruz…
‘Dünya Bankası Küresel Isınma Raporu’, “1 milyar kişi risk altında” derken; kutuplardaki buzul erimesi tahmin edilenden daha hızlı. Üstüne üstlük iklim değiştikçe insan(lık)ın sağlığı da bozuluyor…
Evet, dünyanın ısısı artıyor!
Yeni rapor ortaya koydu: Buz örtüsü eriyor, metan gazı tehlikesi artıyor, Grönland beklenenden hızlı ısınıyor… ‘Kuzey Kutbu Gözetleme ve Değerlendirme Programı’nın bulguları, Kuzey Kutup Denizi, Grönland buz tabakası ve bölgenin buz örtüsüyle buzullarında son 10 yılda eşi görülmemiş oranda değişiklik yaşandığını ortaya koydu. Kuzey Kutbu Konseyi’nin destek verdiği programın raporuna göre bölgede deniz seviyelerinde ciddi oranda yükselmelere yol açabilecek ve küresel ısınmayı hızlandırabilecek büyük değişiklikler var.
Deniz seviyesi iki nedenle yükselmekte: Buzulların erimesi, okyanusların ısınma neticesinde genişlemesi.
1980 Eylül’ünde ölçüldüğünde Kuzey Buz Denizi’nde Türkiye’nin nerdeyse on üç misli bir alanı kaplayan on milyon kilometrekare buz örtüsü vardı. 2007’ye gelindiğinde buz örtüsü eriyerek dört milyon kilometrekareye düştü. Erime bu süratle devam ederse on beş yıl içinde Kuzey Buz Denizi’nde buz kalmayacak demektir. IPCC ise bunun 2050’de olası olduğunu öngörmüştü.
Sonuç dünya ısısının ürkütücü bir biçimde artmasıdır: Bazı bilim adamlarına göre, bütün buzulların erimesinin meydana getireceği ekstra ısınma, karbondioksit kirliliğinin yol açtığı ısınmanın yüzde 70’i kadar olacak.
Kimse inkâr edemez, sürdürülemez kapitalizmin tetiklediği küresel ısınma katastrofik doğal bir tehdittir. Küresel ısınma veya iklim değişikliği olarak tanımlanan süreç, yer küreyi tehdit eden en ciddi sorunlardan birisini oluşturmaktadır. Kapitalist sanayileşme ve modern yaşam tarzı neticesinde giderek artan ve sera gazı etkisi yapan karbondioksit gazı salınımının iklim değişikliğine neden olduğu bilimsel bir gerçek olarak kabul edilmektedir.
İklim değişikliği eko sistemi bozmakta, bir fasit daire oluşturarak doğada geri dönüşü mümkün olmayan hasarlara neden olmaktadır. Küresel iklim değişikliği su kaynaklarının kurumasına, kuraklığa, su ve gıda krizlerine, toplu göçlere, gerilimlere, çatışmalara, savaşlara neden olabilecek potansiyel jeopolitik istikrarsızlık kaynağı ve güvenlik sorunu olarak değerlendirilmektedir. 2006 yılı verilerine göre atmosfere yıllık 28 milyon 431 bin 741 metrik ton karbondioksit gazı salınmaktadır. Karbondioksit salınımının yüzde 21.5’i Çin, yüzde 20.2’si ABD, yüzde 13.8’i AB ülkeleri, yüzde 5.5’i Rusya, yüzde 5.3’ü Hindistan, yüzde 4.6’sı Japonya tarafından gerçekleştirilmektedir.
Kaldı ki bilim insanlarının belirttiği üzere, 1980-2009 döneminde iklimsel değişikliklerden kaynaklanan felaketler açık ve net biçimde tırmanış eğilimindedir. Reasürans şirketi Münich Re’nin hesaplamalarına göre, 2010 yılında gerçekleşen doğa felaketleri 295 bin insanın yaşamına mal olmuştur. Maddi kayıplar ise 97 milyar Avro gibi ürkünç düzeylere ulaşmıştır.
Metin Münir’in deyişiyle, “Havalar ısınıyor, yağmurlar azalıyor, ormanlar kayboluyor, denizler kirleniyor, kuşlar, hayvanlar, balıklar azalıyor, insanlar çoğalıyor, çoğalıyor... Her metrekaresine ayak basılmış, her damlası kirletilmiş dünya barbar bir ordu tarafından üzerinden geçilmiş güzel bir kadına benziyor”ken; iklim bilimcisi James Hansen de ekliyor:
“Milyonda 350 ünite karbondioksit, atmosferin tahammül edebileceği en fazla miktardır. Eğer üzerinde uygarlığımızın geliştiği ve yeryüzündeki canlıların alıştığı koşulların devam etmesini istiyorsak… Ama atmosferdeki karbondioksit oranı bu hedefi çoktan aşıp 387’ye dayandı”!
Nihayet ‘Uluslararası Enerji Ajansı’nın (IEA) hesaplamalarına göre dünya küresel ısınmanın çok ağır etkilerinden kurtulmak istiyorsa, 2020 itibarıyla enerji bağlantılı karbon salım miktarı yılda 32 gigatonu geçmemelidir ve ‘London School of Economics’ten Lord Stern de mevcut durumun devam etmesi hâlinde sonuçların çok vahim olacağını yinelemektedir!
Evet Metin Münir’in, “İnsan amacı kâr olan bir yaratıktır. Küre, kusura bakmasın, ısınmaya devam edecek,” diye tarif ettiği kapitalist ekonomi zihniyetiyle iklim değişimi tehlikesini önlemek mümkün değildir…
Çünkü ‘Big Brother’ın, krizle sarsılan “YDD”si buna elvermez!
KRİZİN YERKÜRESİ
Kapitalizmin krizi tüm dünyayı derinden sarsmaya devam ediyor. Avro Bölgesi’nin bir türlü borç krizinden kurtulamamasının yanı sıra, ‘Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’ (OECD) de açıklamasında dünya ekonomisinin hâlençok sayıda riskle karşı karşıya olduğuna dikkat çekmesi boşuna değildir.
Çünkü ‘Bağımsız Sosyal Bilimciler’in ‘2011 Raporu’nun ‘Giriş’ bölümünde[9]işaret edildiği üzere: “Kapitalizm 60-80 senelik uzun dönemli devrevi salınımlarından birinden geçmekte. Bu salınımın yansıma biçimleri sadece ulusal gelir düzeyinde daralmalar ve istihdam kayıplarından ibaret kalmamakta; emeğin ücret ve sosyal kazanımlarında kalıcı tahribata yol açmakta; ulusal maliye sistemlerinde oluşan derin açıkların karşılanması için devletin sosyal işlevlerinin daha da daraltılmasını öngörmekte; istihdam biçimlerini parçalamakta; emeği enformalleştirilmiş iş biçimlerine mahkûm etmekte ve sosyal dışlanmışlık üretmektedir. Dolayısıyla, mevcut kriz dalgasını yakından tahlil edebilmek için küresel ekonominin sadece ulusal büyüme ve istihdam rakamlarını incelememiz yetersiz olacaktır. Kapitalizmin uzun dönemli salınımının durgunluk/daralma aşamalarını içeren mevcut konjonktür, içinde sıcak savaş ve terör unsurlarını da barındıran ve uzun zamana yayılmış bir belirsizlik ve durgunluk dönemini yansıtmaktadır. Bu nedenle bu çalışma boyunca, kapitalizmin 1970’li yılların ortalarından başlayarak yayılan kriz dalgasının 2008/2010 arasındaki daralmasını ‘büyük durgunluk’sözcüğü ile karşılamaktayız…”
“… ‘Büyük Durgunluk’denen olguya doğru giden süreç üzerine düşünürken iki gelişmeyi daha değerlendirmek gerekiyor. Birincisi, küreselleşme ve finansallaşmanın hızlandırdığı tüketim tutkusu, gezegenimizin gıda, su ve enerji kaynakları üzerinde yıpratıcı basınç yaratarak, kaynak tedariki sorunu yaratmaya başlamıştır. İkincisi, ABD hegemonyası gerilerken, şekillenmeye başlayan yeni sermaye birikim ve tüketim merkezlerinden ve buralarda yoğunlaşan siyasi kapasitelerden gelen basınçlar ABD-Avrupa merkezli dünya sisteminin dengelerinde ve verili gıda ve enerji düzenlerinde yıkıcı etkiler yaratmaktadır…
“Sözünü ettiğimiz gelişmeler, sınıf mücadelelerinin ve büyük güçler arası rekabetin giderek sertleşeceğini, emperyalist kaynak denetimine yönelik stratejilerin giderek daha fazla gündeme geleceği bir döneme girdiğimizi ve ‘Büyük Durgunluğun’bir ‘Büyük Kargaşaya’dönüşme olasılığının arttığını düşündürüyor…”
IMF-Dünya Bankası toplantılarının sonuç bildirgesinde kırılganlığın sürdüğü belirtilirken; IMF’nin toplantılarda ABD’nin ekonomik vaatlerini sorgulayan açıklamalar yaptığı gözlenir oldu…
Gerçekten de dünya ekonomisinin üzerinde kara bulutların birikip, o bulutlar daha da kalınlaşırken görüntü de belirginleşmeye başladı. Yavaşlama belirtileri dünya ekonomisinin hemen her köşesinden geliyor. Ama yaklaşan fırtınanın merkezinde, toplam hasılaları dünya ekonomisinin yaklaşık yüzde 55’ine ulaşan ABD ve AB ekonomileri, öncelikle dünyanın en büyük ülke ekonomisi ABD var.
ABD ekonomisinin en temel göstergeleri ikinci bir “resesyona”işaret ederken ekonomi basınında, uzun bir aradan sonra, yeniden “depresyon”olasılığına değinen tartışmalara da rastlanıyor.
Dünyanın en büyük tahvil fonunu yöneten PIMCO’nun CEO’su Bill Gross, ABD’nin yükünün 100 trilyon doları bulacağına işaret ederek ülkenin mali açıdan Yunanistan’dan bile daha kötü durumda olduğunu savunurken; ABD’nin konumu yine kilit önemde!
Çünkü ABD, tek başına Avro bölgesinden fazla GSYH üretiyor. Onun için de o krize girince ötekiler onu izliyor.
Yani dünya ekonomisinde “toparlanma”yavaşlıyorsa, gündemde ABD ekonomisinde ya temerrüde düşme ya da yeni bir likidite genişlemesi olasılığı varsa; bu madalyonun öbür yüzünde işsizlikte de, yoksullaşmada da sıçrama yaratacak yeni bir toplumsal yıkım dalgası var demektir.
Mali sermayenin emtia piyasalarında enerji ve temel besin maddelerinin fiyatlarına yukarı doğru güçlü bir basınç yaratarak çalışanların yoksullaşma sürecini hızlandırdığı da bir gerçek.
Ama, dünya ekonomisini yönetme iddiasında olanlar ekonomik krize, yoksullaşmaya, işsizliğe bir çare üretmeye gelince, tam anlamıyla bir siyasi ve entelektüel iflas sergiliyorlar.
Sağlık, eğitim, işsizlik ödeneği gibi sosyal harcamalara kaynak bulunamazken, “Wall Street Journal S&P 500” endeksindeki firmaların, 960 milyar dolar nakit paranın üzerinde oturduğunu aktarıyor. Yatırılacak verimli alan yokmuş!
İşte bu tür saçmalıklardan dolayı Avrupa ve Arap dünyasında meydanları dolduranlar (dünya proletaryası), giderek daha belirgin bir sesle, liberal demokrasiye alternatif, bir “gerçek demokrasi”, buna uygun ekonomi, kaynak yönetimi talep ediyor. BM yeni “ekmek ayaklanmaları”olabilir derken gazeteler artık bu talepleri sayfalarına daha çok taşıyor.
Besbelli ki dünyada artık yeni rüzgârlar esiyor...[10]
Yani krizin yerküresi kaçınamayacağı sonuçlara yol açıyor!
“Batı’nın bir ‘büyük durgunluk’ortamına girmekte olduğu ileri sürülüyor. Çevre ekonomilerinde ise, metropolden kaynaklanan çalkantı olasılıkları güçleniyor,” diyen Korkut Boratav ekliyor:
“Metropolü ‘büyük durgunluk’içine sürükleyen kriz kapitalizmin krizidir. Bizim buralara yansıdığı, yayıldığı, biçimiyle, boyutlarıyla emperyalizmin krizidir. Emperyalizmle kâr-zarar; kazanç-kayıp bilançosu çıkarılamaz; mücadele edilir. Bugünlerde Yunanistan’da, İspanya’da finans kapitalin kendilerinden istediği bedeli ödemeyi reddeden emekçiler, gençler, meydanları işgal ediyorlar; parlamentoya saldırıyorlar ve emperyalizme karşı mücadele bayrağını açmış oluyorlar.”
2011’in verileri, kapitalizmin merkez ekonomilerinde süregelen durgunluk ve yüksek işsizlik; canlandırma paketleriyle ayakta durmaya çalışan birçok ülkede devlet bütçelerinin neredeyse iflasa sürüklenmesi; şiddetlenen uluslararası gerilimler ve yükselen açık faşizm tehditleriyle birlikte küresel kapitalizmin son derece karmaşık ve sistemik bir kriziyle karşı karşıya olduğumuzu belirlemektedir.
Küresel kriz, sadece iktisadi ya da siyasi sonuçları değil, çevresel/ekolojik ve sosyal boyutlarıyla da gezegenimizdeki yaşam alanlarını tehdit etmekte.
Kapitalizm yaklaşık son otuz sene içerisinde niteliksel olarak önemli bir yeniden yapılandırma içine girdi. Ulusal sınırların dışına taşan sermaye, küresel ölçekte artık çokuluslu şirketleri tarafından yönlendiriliyor. Finans sermayesinin spekülatif birikimleriyle beslenen çokuluslu sermaye, bir yandan da insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş ölçekte sanal bir hiper-birikim uğraşına yöneldi. Gezegenimizin tüm kaynaklarını piyasanın kâr ve birikim mantığının emrine sunan bu dönüşüm, insan emeğinin acımasız bir ölçekli hiper-sömürüsüne dayanmakta.
Söz konusu hiper-birikim, hiper-sömürü rejimi emeğin geçmişteki tüm sosyal kazanımlarını teker teker yok ederken, sermayenin mantığına karşı çıkabilecek tüm sosyal ve kültürel direnç noktalarını da parçalıyor ve küresel sermayenin tahakkümüne bağımlı kılıyor. Tüm ülkelerde gelir dağılımının emekçi sınıflar aleyhine bozulması, sosyal dışlanma ve çaresizlik ile sonuçlanıyor. Yığınsal işsizler ordusu hızla toplumsal kutuplaşmaya ve etnik, dini ve benzer sosyo-kültürel boyutlarda şiddete varan ayrımlara itiliyor. Sınıf bilincini kazanamayan yığınlar giderek çaresizliklerinin nedenlerini “başkalarında”arıyor; sosyal tabakalar birbirine düşman hâle dönüşüyor. Bütün bu gelişmeler giderek açık faşizmin sosyal tabanını oluşturmaya başlıyor.[11]
YUNANİSTAN ÖRNEĞİ!
Tıpkı bugün Avrupa’da mevcut kapitalist iktisadi-siyasi mimarinin “zayıf halkası” hâline gelenYunanistan örneğindeki üzere…
Bu ülkede önümüzdeki dönemde yaşanacak mücadeleler sermayenin kıta ölçeğindeki saldırısını geri püskürtmek açısından tayin edici olacakken; kendilerini ‘Bıkkınlar Hareketi’ olarak isimlendiren milyonlarca kişi 15 Haziran 2011’de ülke genelinde hükümete karşı isyanın provasını yaptı.
Yunan ordusunun da gelişmeleri yakından takip ettiği ve teyakkuzda olduğu bildirildi. Üst rütbeli komutanlara birliklerini terk etmemeleri ve bölgelerinden ayrılmamaları emri verildi.
Film yönetmeni Theodoros Angelopoulos krizin ağırlaşmasıyla gündeme gelen darbe endişesini açıkça dile getirip, Yunanistan meydanlarında çatışmalar ve sokaklarda cesetler olmasından korktuğunu belirterek, “Avrupa, Yunanistan için çabuk biten bir rüyaydı” dedi.
Ayrıca Almanya’da yayınlanan ‘Bild’e göre, Amerikan Merkezi Haberalma Örgütü (CIA), Yunanistan’ın ekonomik kriz yüzünden kontrolden çıkabileceği uyarısında bulunup, şiddet eylemlerinin giderek artabileceğini ve hatta bir darbenin bile yaşanabileceğini öne sürdü.
Evet, “demokrasinin beşiği” diye anılan coğrafya yeniden çatışmalı otoriter bir siyasal zemine kayıyor…
Aslında bunda şaşırtıcı olan hiçbir şey yok!
Yunanistan’ı “iflastan kurtarması beklenen”, ancak “sert kemer sıkma politikaları” koşuluna bağlanan kredi ile ilgili görüşmeler sürerken işçi sendikalarının genel grev kararı aldığı coğrafyada derin bir ekonomik, siyasi, hatta toplumsal kriz... Genel grev, başkent Atina’da büyük gösteriler söz konusuyken...
‘BBC’ye göre, “Devlet, devlet olma işlevlerini kaybetmeye başladı”; ‘The Financial Times’daki bir yoruma göre, “Hükümet sokakların kontrolünü kaybediyor”…
‘The Economist’ de kurtarma paketlerinin işe yaramadığına dikkat çekiyor.
‘Kathimerini’de başyazısında, “Yunanistan tarihinin hiçbir aşamasında, liderlikten bu kadar yoksun kalmamıştı”diye ekliyor.
Karşımızda yönetenlerin artık eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin isyan hâlinde olduğu bir ülke var.
Kolay mı? GSYİH’sinin yüzde 150’sine ulaşan borçlarının nasıl temizleneceği konusunda belirsizliklerin sürdüğü; AB Komisyonu’nun ekonomik ve parasal işlerden sorumlu üyesi Olli Rehn’in “yeni tedbirler” vurgusuyla, iflas senaryosunun önlenmesi için herkesi sorumluluğa davet ettiği; Avro’dan Drahmi’ye dönüşün konuşulduğu; “Vergi tahsilatı ve özelleştirme programı AB’nin kontrolüne girebilir,” gibi radikal olasılıklardan dem vuran Yunanistan konusunda ‘The Financial Times’, 350 milyar Avro borcu olan ülkenin AB ile kısa zamanda kurtarma paketi üzerinde anlaşması gerektiğini, aksi takdirde devasa borçların ödenemeyeceğini yazıyor.
Evet Yunanistan’ın borç krizini aşamaması, umutları özelleştirmeden gelmesi beklenen 50 milyar Avro’ya bağlanmasına yol açtı.
Ayrıca da Papandreu hükümeti 2011 yılında bütçede 7 milyar Avro, 2015’e kadar da 22 milyar Avro ek kısıntı yapacak.
Alın size sermayenin yarattığı Yunanistan! Ancak iş bunla sınırlı değil!
Avro Bölgesi Başkanı Jean-Claude Juncker, Yunanistan’ın borç krizinin, dikkatlice yönetilmezse Belçika ve İtalya dahil en az beş Avrupa ülkesine daha yayılabileceği uyarısında bulunurken kriz yayılıyor; daha da yayılacak!
Çünkü Yunanistan borcunu ödeyemezse domino etkisi yaratacak ve başta AB ülkeleri olmak üzere, ABD ve Çin de olumsuz etkilenecek.
Birçok ülkeden pek çok uzman Yunanistan krizinin domino etkisiyle dünyayı etkisi altına alacağını vurgularken, eski ABD Merkez Bankası (FED) Başkanı Alan Greenspan, Yunanistan’ın borcunu ödeyememesinin neredeyse kesin olduğunu ve bunun ABD’yi bir başka resesyona itme potansiyeli bulunduğunu söyledi.
Belçika Başbakan Yardımcısı ve Maliye Bakanı Didier Reynders de, AB’nin ikinci kez kurtarmayı tartıştığı Yunanistan’ın batmasına izin verilmesi hâlinde bunun çok büyük yan etkileri olacağı uyarısıyla, “Eğer Yunanistan’a sırtımızı dönersek bankalara ve bir anlamda Belçika ve diğer ülkelerdeki mevduat sahiplerine borçlarını ödeyemez”tespitinin dillendirip, bunun doğuracağı domino etkisinin İrlanda, Portekiz ve hatta Belçika’da olumsuz sonuçlara neden olacağını vurguladı.
Çin Dışişleri Bakanı Wen Jiabao ise “Avrupa borç krizini çözemez ise Çin’in hayati çıkarları söz konusu”dedi.
Evet, evet aslında her şey Servet Yıldırım’ın işaret ettiği gibi, “Yunanistan, tahvilleri ödemeyi reddederse bankalar ellerindeki batık tahvilleri zarar yazacak… Yunanistan’ı kurtarma meselesi olarak sunuluyor ama asıl yapılmak istenen Avrupa bankalarını kurtarma operasyonundan başka bir şey değil. Yunanistan kimsenin çok fazla umurunda değil. Batsa da olur, batmasa da... Ama eğer batarsa Yunanistan’a on milyarlarca Avro borç veren onlarca Avrupa bankası zarar görür. Avrupa’yı korkutan süreç bu…”
İSYAN BÜYÜRKEN…
Şimdi Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya yönelen halk isyanlarıyla, “Öznenin Ölümü ya da Bireyin Sonu” üzerine kesilecek post-modern ahkâm kalmamıştır artık!
İsyan yeniden, yaşatılan gelenekleriyle yani eskimeyen ile kapımızı gümbür gümbür çalmaktadır; tıpkı “Felsefe” diyen T. Adorno’nun, “modası geçmiş gibi görünen felsefe hâlâ yaşamaktadır, zira onu kavrayacak moment yakalanamamıştır,” vurgusundaki üzere…
İsyan(lar) büyüyor…
Arap dünyasından sonra, başkaldırı rüzgârı yaşlı Avrupa’ya (nihayet!) ulaştı. 15 Mayıs 2011’den beri Madrid’deki Puerta Del Sol Meydanı’nı işgal eden binlerce genci örnek alan isyancılar, İspanya’nın yüzlerce kentinde “Gerçek demokrasi şimdi!” diye haykırıyor.
Kuzey Afrika’da başlayıp Güney Avrupa’ya sıçrayan isyan dalgası birer birer iktidarları sarsarken, Madrid’deki Puerta Del Sol meydanını Tahrir’e çeviren gençleriyle “Avrupa halkları ayaklanın” diye seslenen İspanya’ya, Yunanistan da katıldı. Mayıs 2011’in son haftasında Atina, Madrid, Milano, Paris, Londra ve yaklaşık 100 Avrupa kentinde protesto gösterileri vardı. ‘The Independent’, Londra’da 15-16 yaşında gençlerin dahi protesto gösterilerine katıldığını aktarıyordu.
“Öfkeleniniz” başlıklı kitapçığın Avrupa çapında milyonlarca satması yeni rüzgârların habercisiydi. Mısır, Tahrir Meydanı herkesi heyecanlandırdı, kitle eyleminin gücüne olan güveni tazeledi. Artık her meydan Tahrir Meydanı’nı yansıtıyordu. “Öfke”nin artık bir simgesi de vardı...
Yaklaşık beş yıldır mali krizden bir türlü çıkamayan dünya ekonomisinde koşullar yeniden bozulmaya başlıyor. Bu sırada Avrupa’da gençler ve halkın giderek genişleyen bir kesimi, bankacıları uluslararası mali sermayeyi kurtarmanın yükünü sırtlarına yıkmaya çalışan hükümetlerin, “sağlı sollu” “düzen partileri”nin (artık düzen partileri kavramını yeniden kullanmaya başlayabiliriz) ekonomik programlarına karşı öfkeyle sokaklara dökülüyor, meydanları dolduruyor.
Meydanları dolduranlar “gerçek demokrasi”, taleplerini dile getirdikçe düzenin sınırlarını aşmaya başlıyordu.
Yine aynı haftanın cuma günü yüz binlerce Mısırlı, “ikinci devrim” talebiyle, “Mısır devrimi bitmedi” sloganıyla Tahrir Meydanı’ndaydı. İlk turda devrime ihanet ettikten sonra cuntanın eteğine yapışan Müslüman Kardeşler bu kez daha baştan Tahrir Meydanı’nın karşısında tavır alıyor; meydandakileri “komünistler”, “laikçiler”, “bunlar halka karşı” nitelemeleriyle, orduya hedef gösteriyorlardı. “Eşya” tabiatına uygun davranıyordu, ama “yeni rüzgârlar” da esmeye devam ediyordu...
Özellikle de Pablo Ouziel’in, “İspanya’daki halk hareketi, Madrid’deki la Puerta del Sol (Güneş Kapısı) Meydanı’nın giderek ülkenin Tahrir Meydanı’na benzemesiyle uyanışa geçmiş görünüyor ve ‘Arap Baharı’ şimdilerde sanki uzun bir ‘Avrupa Yazı’ olmaya aday gelişmelerle birleşiyor. Arap halkları, adalet, barış ve demokrasi için mücadelelerini sürdürdükçe, İspanya’da hayal kırıklığı yaşayan insanlar da bundan ilham almaya başladılar,”[12]diye tanımladığı İspanya örneğindeki üzere…
Ya da Nepal’den Filipinler’e; Kolombiya’nın FARC’ından Bask’ın ETA’sına uzanan mücadeleler ile insan(lık) sanki Nihat Behram’ın dizelerini haykırmaktadır:
“Haykır acını ey halk, baş eğme haykır/ Bir yol kavşağındasın ve ancak/ Yaraların, haykırışlarla onarılır/ Bir yol kavşağındasın ve senin/ Değişmek için çırpınıyor kaderin/ Kuşan alnında biriken o kara teri/ Sırtında şakırdayan kırbacı kopar/ Soluk al, ışıldat o mazlum yüreğini/ Bak; korlaştı acıların, kozalandı/ Ey halk, parçala şu nankör suskunluğunu/ Baş kaldır artık/ /
Yıkılsın şu köhne dünya/ Ve coşkuyla yeniden kurulsun diye çınlatıyor hayatı/ Bir yol kavşağındasın fakat/ Mutlaka değişecek kaderin/
Bunu bekliyor şu ıslak çukurlarda yürüyen şu yoksul çocuk/ Bunu bekliyor gözevleri kurutulmuş analar/ Bunu bekliyor zincirin oyduğu bilek/ Bunu bekliyor açlık, kuraklık, ılık ılık akan kan/ Bunun için en gençlerimizi ölümle tanıştırdık/
Kuşan kendini artık,/ Biraz da gövdeni yüreğinle kırbaçla/ Ey halk, haykır acını; bu karadumanı dağıt…”
YOKSUL İLE ZENGİNİN TÜRK(İYE) EKONOMİSİ
İnsan(lık), bu başkaldırıya mecburdur; çünkü Ahmed Arif’in, “Bunlar,/ Engerekler ve çıyanlardır,/ Bunlar,/ Aşımıza, ekmeğimize/ Göz koyanlardır,/ Tanı bunları,/ Tanı da büyü,” dizelerindeki ekonomik yıkımla yüz yüzedir; tıpkı Türk(iye) ekonomisindeki üzere…
Yoksul daha yoksullaştırırken; zenginin daha da abad eden Türk(iye) ekonomisi, bebeleri açlıktan katleden bir vahşettir…
Tekkeköy ilçesinde 17 Ocak 2011 tarihinde açlıktan yaşamını yitiren 2.5 aylık Kübra Nazar Bakırcı’ya, ölümünden 25 gün önce götürüldüğü hastanede “beslenme yetersizliği” tanısının konulduğu üzere…[13]
Çocuklarını açlığa mahkûm ederken; 6-14 yaş arasındaki her 3 çocuktan birisinin çalıştırıldığı ve bunlardan 19 bin kız ve 26 bin erkek imalat sektöründe işçilik yaptığı bir zulüm ve sömürü düzenidir bu.
Çocuk işçiliğinin her geçen gün arttığı ülkelerden biri olan Türkiye’nin resmi verilerine göre, 6 ile 14 yaş arasındaki toplam 11 milyon çocuğun, 3 milyon 842 bini çalışıyor ve bu çocukların yarısından çoğu okuma yazma bilmiyor…
‘Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ne (OECD) göre Türkiye, yoksul çocuk sayısı bakımından İsrail ve Meksika’dan sonra en kötü durumdaki ülke iken; TÜİK’in ‘Yaşam Memnuniyeti Araştırması’na göre, halkın yüzde 46.2’si geliriyle ihtiyacını karşılayamayıp; yüzde 13.1’inin de ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyor.
Kolay mı? DİSK’e bağlı Emekli-Sen’in hesaplamasına göre her 5 emekliden 1’i aç, 4’ü ise yoksuldur!
Yine ‘Yapı Kredi Emeklilik’in yaptırdığı ‘Yaşlılık Geçim Endeksi 2011’in sonuçlarına göre de, Türkiye’de yıllarca çalıştıktan sonra emekli olan her 10 kişiden dördü bir işte çalışarak ayakta kalıyor. Geri kalan ikisi de bir iş bulduğu anda çalışmak istiyor!
Bunların yanında ‘Sosyal Güvenlik Kurumu’nun verilerine göre Türkiye’de yaklaşık 4 milyon, aileleriyle birlikte ise 16 milyon kişi yardımla hayatını sürdürebiliyor!
Bunların yanında OECD ülkeleri arasında en düşük istihdam oranına sahip olan ülke konumundaki Türkiye’de her yüz kişiden 44’ü çalışıyor veya iş arıyor, diğer 66’sı onlardan geçiniyor!
224 ülkeden 108’inin nüfusunu geride bırakan 5 milyona ulaşan işsiz sayısıyla geniş tanımlı işsizliğin yüzde 17.48 olduğu Türkiye’de işsizlik 2010 yılında yüzde 11.9 oldu.
Bunlarla birlikte “Türkiye’de hanehalkı borçlarının GSYH’ye oranı 8 yılda 9 kat arttı.”
Halkın borcu gelirinin yüzde 41’i, faiz yükü de yüzde 4’ü büyüklüğündeyken; gelirinden 100 lira fazla harcayan bir memur, borcuna karşılık faiziyle birlikte 12 ayda 362, 24 ayda 1664 lira ödemek durumunda kalıyor.
‘Tüketici Dernekleri Federasyonu’ Genel Başkan Yardımcısı Ali Çetin’in BDDK ve Merkez Bankası verilerinden yararlanarak yaptığı hesaplamaya göre, 2011 yılının mart sonu itibarıyla kredi kartı ve tüketici kredisi nedeniyle icraya düşen tüketici sayısı toplam 2 milyon 100 bin 658 kişi. Bu insanlar, aileleriyle birlikte düşünüldüğünde sayı 20 milyon kişiye çıkıyor. Çetin, “Türkiye zenginleşiyor, tüketici icralarda sürünüyor”dedi.
“Bütçesinin yüzde 80’i 3 bin ailenin elinde olduğu Türkiye”de[14]madalyonun öteki yüzüne yani yoksulluk üreten sömürücü zenginliğe gelince…
Hızla sıralıyorum:
Merrill Lynch’in ‘Dünya Servet Raporu’na göre, Türkiye’de dolar milyonerlerinin sayısı 37 bin 900’e ulaştı!
Türkiye’de milyonerler kulübüne bir yılda 6602 kişi eklenirken, milyonerlerin hesaplarında tuttukları mevduat ise 58 milyar 811.1 milyon lira artış gösterdi. 2011’in nisan ayı itibariyle dört aylık dönemde milyoner mudi sayısı ise 3297 kişi arttı. Türk bankacılık sisteminde Nisan 2011 itibariyle 628 milyar 713.2 milyon liraya ulaşan mevduatın yüzde 46.2’sinin milyoner hesaplarında tutulduğu belirlendi!
Ayrıca reel sektör krizle boğuşurken son birkaç yıldır kâr rekoru kıran bankalardan Finansbank’ın 2011 yılı ilk dönem net faaliyet kârı 296 milyon TL oldu!
TEB 76 milyon TL net kâra ulaştı!
2011 yılının ilk üç ayında Denizbank’ın net kârı 203 milyon TL oldu!
Nihayet 212 borsa şirketi 2010 yılına ait mali tablolarıyla açıklanan verilere göre borsa şirketlerinin kârı yüzde 12.71 oranında artış gösterdi… En yüksek kârı açıklayan ise bankalar oldu. Garanti Bankası, İş Bankası ve Akbank’ın net kâr toplamı 8 milyar 983 milyon TL oldu. 3 bankanın toplam kârı 212 şirketin net kârının yüzde 31.95’ini oluşturdu!
Ayrıca Sabancı Holding’in 31 Mart 2011 itibarıyla üç aylık konsolide mali tablolarında satışları, 2010 yılının aynı dönemine göre yüzde 10 artarak 5 milyar 392 milyon liraya ulaştı. Holdingin faaliyet kârı 1 milyar 88 milyon lira olurken, net kârı 401 milyon lira olarak gerçekleşti!
Şişecam Topluluğu, 2011 yılı ilk çeyreğinde 2009 yılın aynı dönemine göre yüzde 18 artışla toplam 1 milyar 92 milyon TL’lik konsolide satış geliri elde etti. Şirketin üç aylık finansal sonuçlarına göre topluluğun net kârı yüzde 45 oranında artışla 154 milyon TL’ye ulaştı!
Axa Sigorta’nın 2010 kârı 87.3 milyon TL oldu!
Yeter mi?!!!!
Evet ‘Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilâtı’nın (OECD) ‘Bir Bakışta Toplum’ başlıklı raporuna göre, ortalama yaşam tüm OECD ülkelerinden daha kısa olan Türkiye, dünyadaki işsizlik ve yoksullukta da ilk sıralarda geliyor.
Eşitsizliğin hızla yaygınlaşıp/ derinleştiği Türkiye’deki banka mevduat hesapları de gelir dağılımının iyice dengesizleştiğini ortaya koyuyor. Örneğin yoksul 48 milyon kişinin bankalarda toplam 31 milyar lirası, milyoner 37 bin kişinin ise 300 milyar lirası bulunuyorken; buna bir de bölgesel eşitsizlik gerçeği eklenmelidir!
AKP DÖNEMİ
Bu tabloyu AKP dönemiyle tekelci kapitalizm yarattı…
AKP dönemi deyip geçmeyin…
O dönemde Tekel özelleştirildi. Hayvancılık öldü. Et fiyatları arttı. Et ithalatı başladı…
Üretici istediği fiyatları alamadı. 2007’de 7 lira olan fındığın kilosu 2.5-3 liraya düştü...
Çay üreticileri kan ağladı. Çay taban fiyatı için 1.3 lira beklerken fiyat 1.1 lira olarak belirlendi. Çay-Kur’a çayını satamayan üretici özel çay şirketlerine kollarını kaptırdılar…
Şeker fabrikaları özelleştirildi. Şekerpancarı aynı fiyatta kaldı. Kotalar nedeniyle ekim alanları daraldı. Pancar üreticileri durumu zorlaştı...
Tarımda girdiler daha da arttı. Mazot 3 kat, gübre 2.5 kat artarken buğdayın fiyatı ancak yüzde 50 arttı…
Tarım ihracatı 87 milyar dolar iken tarım ithalatı 83 milyar dolara ulaştı. AKP döneminde tarım ürünleri ithalatçısı durumuna düştü...
Tarıma milli gelirden ayrılan pay yüzde 1’in altına indi…
Üreten değil tüketen bir ekonomi; hem de çılgınca ve ilerisini düşünmeden harcayan bir toplum yaratıldı...
3 milyon işsiz, 15 milyon yoksulluk sınırında yaşayan yaratıldı…
İşsizliğin yüzde 10’larda seyredeceği ve bunun düşmeyeceği kesinleşti…
Cari açık artık ekonomiyi idare edenleri de korkutan bir tutarda ve 50 milyar dolar mertebesinde kronikleşti…
Cari açık doğrudan sermaye ile değil, sıcak para ile finanse edildi. Doğrudan sermaye de özelleştirilecek bir şey kalmadığından tavana ulaştı…
Borçlar AKP döneminde sürekli artarak 2010 yılı itibarıyla 290 milyar dolara geldi…
Türkiye’de mal ve hizmet üzerinden alınan vergilerin yükü yüzde 11.2’yi buluyorken; en fazla vergi, mal ve hizmet için ödeniyor. Dolayısıyla tüketim üzerindeki vergi yükü en çok yoksulu vurdu…
2009 yılına göre bütçesi yüzde 118 artışla 4 milyar 3 milyon TL’ye yükselen Başbakanlık’a bu para da yetmedi. 1 yılda kullanılan bütçe 4 milyar 806 milyon TL oldu. 230 bin TL bütçe ayrılan örtülü ödenekten 390 milyon 441 TL harcandı. Yani bütçe 2010 yıl başında 230 bin TL olarak öngörüldü ama Başbakanlık bunun 1698 kat fazlasını harcadı…
Bitmedi; Mayıs 2011 itibarıyla devam edelim:
AKP, iktidara geldiği 2002’de dış borç 125 milyar dolardı. 300 milyar dolara dayandı...
Kişi başına kamu borcu 2 bin 918 dolardan 4 bin 152 dolara; cari açık da 683 milyon dolardan 48.5 milyar dolara çıktı…
Borç faizine giden para 1923-2002 yılları arasında toplam 135 milyar dolardı. AKP’nin sadece 9 yıllık iktidarı döneminde 408 milyar dolar oldu. Bütün Türkiye tarihinin 3 katı…
İcralardaki dosya sayısı 2002’de 10 milyon civarındaydı. 2011’de 17 milyonu geçti…
1 Kilo ekmeğin fiyatı 1 Lira’ydı, 2.5 Lira oldu…
1 Litrebenzin 1 Lira 66 kuruştu, 4 Lira 50 kuruşu buldu...
1 Kilo dana etinin fiyatı 8 lira idi, şimdi 35 lira…
Tutuklu ve hükümlü sayısı 2002 itibarı ile 59 bin 187 kişiydi, 122 bin 404 kişi oldu...
İşsiz sayısı 2002’de 2 milyon 269 bin civarındaydı, şimdi 3 milyon 259 bin…
Yurttaşların bankalara borcu 6.5 milyar dolardı. 2011’de 170 milyar dolar. Tam 20 kat arttı…
AKP iktidarının en büyük özelleştirme operasyonu 14 Kasım 2005’de Türk Telekom’un yüzde 55’ini 6 buçuk milyar dolara Oger Telecom’a satması oldu…
Sonra da Seydişehir Eti Aüminyum’u 305 milyon dolara Ce-Ka İnşaat’a, Başak Sigorta’yı 268 milyon dolara Groupama’ya haraç mezat sattı…
Tüpraş’ı 4 milyar küsur dolara Koç-Shell ortaklığına peşkeş çekerken, Erdemir’i 2.7 milyar dolara OYAK’a hibe etti…
Ülkedeki TEKEL’e ait tüm sigara fabrikaları kapatılırken, kamuya ait tüm şeker fabrikaları yok pahasına satıldı.
Daha birçok fabrika, arsa, kurum üç beş kuruşa haraç mezat satıldı. “Yabancı sermaye ülkemize oluk oluk akıyor”retoriği ile satılamadık hiç bir şey bırakılmadı.
“26 yılda özelleştirmelerden 42 milyar 33 milyon 904 bin 15 dolarlık işlem yapıldı”ğı notuyla ekleyelim: AKP’ninki cumhuriyet tarihinde tanık olunan en büyük talandı!
Bu nedenle de AKP’nin özelleştirme talanına ilişkin birkaç noktaya değinmeden geçmeyelim:
2003’te özelleştirilen ve kısa sürede iki kez el değiştirerek, özelleştirme fiyatının 10 katına varan değere ulaşan kamunun, TEKEL’in içki fabrikasının serüveni, özelleştirme soygununu bir kez daha gözler önüne seriyor. Kamudan 292 milyon dolara satın alınan TEKEL İçki, Mey İçki adını aldı, bir miktar yatırımla allayıp pullandı ve 2006’da ABD’li Teksas Pacific Group’a (TPG) 810 milyon dolara satıldı ve 5 yıl gecikmeden bu kez İngiliz içki şirketi Diageo’ya 3.3 milyar liraya yeniden satıldı. Kamunun rakı kuruluşu, kamuya verilen paranın neredeyse 10 katına ABD’lilerden İngilizlerin mülkiyetine geçmiş oldu.
Sadece Mey İçki’den mi ibaret, “özelleştir, zenginleştir” furyası? İş Bankası ile birlikte Doğan Grubu’nun özelleştirmeden satın aldığı Petrol Ofisi de şimdi Avusturya kökenli OVM’nin portföyünde. Bundan 10 yıl önce 2001 krizinde devletin kucağına bırakılan Sümerbank, 2001’de Oyak’a satılmış ve 2002 de Oyak Bank A.Ş ile birleştirilmişti. Peki sonra ne oldu? “Yeni” Oyak Bank A.Ş yurt sathına yayılmış 359 şubesiyle 2008’de Hollanda’nın ING bankasına 2 milyar 600 bin dolara yaklaşan bir fiyatla satıldı.
Karayolları’nın Zincirlikuyu’daki arsası Vestel’in sahibi Zorlu’ya 800 milyon dolara satıldı. Şimdi yolunuz düştüğünde birinci köprü yakınından, kafanızı çevirip bakın orada kaç 800 milyon dolarlık gökdelen yükseliyor...
2001 krizinde IMF-Dünya Bankası telkiniyle Kemal Derviş’e hazırlatılan, icraatı ise AKP iktidarınca gerçekleştirilen özelleştirme yağması ile kamu malları bir avuç yerli-yabancı firmaya peşkeş çekildi.[15]
ULAŞILAN KOORDİNATLAR!
Nihayet söz konusu neo-liberal yıkımla birlikte; Mustafa Sönmez’in, “Yunanistan’ın başındaki kara bulutlar, Portekiz ve İrlanda’yı da sararsa, AB depremi karşısında, bu yüzde 8’lik cari açık yüküyle zor baş eder Türkiye,” diye tanımladığı “aşırı ısınma” koordinatlarına ulaşıldı…
IMF’nin ‘Dünya Ekonomik Görünümü’ raporunda özetle “Küresel büyümenin önünde yeni tehditler var” denip, “yükselen piyasa ekonomileri” “aşırı ısınma”ya karşı uyarılırken; ‘The New York Times’dan Landon Thomas Jr. imzasıyla çıkan bir haberde, Türkiye ekonomisinin aşırı ısındığı ve olumlu havanın sona ermesinin an meselesi olduğu belirtildi.
‘The Financial Times’ da, Merkez Bankası’nın yeni başkanı Erdem Başçı’nın elinde “fazla ısınmış bir tepsi” olduğu vurgusuyla, “Türkiye’nin kontrolden çıkmış ekonomisini devam ettirmek için, Merkez Bankası’nın yarışın çok gerisinde kalmamaya dikkat etmesi gerektiğini” yazdı.
“Sıcak Para”yla ayakta duran Türk(iye) ekonomisi için devr-i saadet nihayete ereceğe benziyor! İlk esaslı soru(n) sıcak paranın kaçmasını devreye sokması muhtemel cari açık…
Cari açık 2011’in ilk 4 ayında 2010’un aynı dönemine göre yüzde 113.82 artışla 29 milyar 642 milyon dolarla rekor kırdığı Türkiye’nin cari işlemler açığı 2011’in mart ayında 9.8 milyar dolara ulaştı. Eğer on iki aylık verilerle birikimli olarak hesaplarsak, cari açık 60.5 milyar doları buluyor. Gene aynı hesapla, geriye doğru son dört çeyrek dönemin milli gelir verileriyle orantıladığımızda da yüzde 8’i aşan bir değer buluyoruz.
Hatırlatmadan geçmeyelim: AKP’nin iktidarı öncesinde Türkiye ekonomisi 2001 yılında 3.4 milyar dolar cari işlemler fazlası vermişken, 2002-2010 döneminde sürekli açık vermiştir...
AKP döneminde cari açık, ekonomik kriz yılı 2009 dışında sürekli artış göstermiştir. Ekonomik başarı olarak nitelendirilen görüntüler, cari açıktan kaynaklanmıştır. Cari açığın daralarak 14.4 milyar dolara gerilediği 2009 yılında da ekonomi yüzde 4.7 gibi küçümsenmeyecek boyutta bir küçülme göstermiştir.
AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında 1.5 milyar dolar olan açık, 2010 yılında 48.6 milyar dolar olarak rekor kırmıştı!
Yani Türkiye’nin dış borç stoku AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılı sonunda 130.6 milyar dolar iken bu tutar 30 Eylül 2010 tarihi itibarıyla geçici rakamlara göre 282.3 milyar dolara yükselmiştir. AKP, kendinden önceki 57 hükümetin yaptığı dış borçtan daha fazla ülkeyi borca soktu.
Hazine’nin 2010 Yılı Faaliyet Raporu’na göre, merkezi yönetim brüt borç stoku 2010 sonu itibarıyla 473.5 milyar lira olarak gerçekleşti. Söz konusu borcun 352.8 milyar lirası iç, 120.7 milyar lirası dış borçlardan oluştu.
Bir şey daha: TÜİK verilerine göre, 2011 Şubat’ında dış ticaret açığı 2010’un aynı ayına göre yüzde 110.9 artışla 7 milyar 407 milyon dolara ulaştı. Aynı ayda, ihracat yüzde 22.2, ithalat da yüzde 48.7 oranında artış gösterdi…
‘Maliye Bakanlığı Mali Suçları Araştırma Kurulu’na göre dolandırıcılığın büyüdüğü Türkiye’de bu âlâmetler, arife tarif gerekmeyeceği üzere hayırlı değildir…
Verili ekonomik zemin, korku ve şiddet sarmalında çürüyen Türk(iye) insanı ile toplumunu üretmektedir
KORKU + ŞİDDET SARMALINDA ÇÜRÜYEN TÜRK(İYE) İNSANI + TOPLUMU
Korku ve şiddet sarmalında çürüyen Türk(iye) insan(lık)ının hâl-i pür melaline gelince ilk veri Türk(iye) toplumunun çözülmesidir. Bunu en önemli göstergelerinden birisi, burjuva toplumun çekirdeği ailenin çözülmesidir.
TÜİK tarafından belirlenen verilere göre, Türkiye’de evlenen çift sayısı yıldan yıla azalırken, boşananların sayısı artıyor.
2010 yılında, evlenen çift sayısı, önceki 2009 yılına göre yüzde 1.53 azalarak 582 bin 715’e düşerken, boşanmalar da yüzde 3.86 artışla 118 bin 568’e çıktı.
Nihayet 2011 yılının ilk çeyreğinde boşanan çiftlerin sayısındaki artış evlenenlere göre 6 kat fazla…
Dayak ve ekonomik şiddetin boşanmaları arttırdığı Türkiye’deki 1 Nisan 2011 tarihli bir gazetenin 3. sayfasında yer alan haberler, sözünü ettiğim hâl-i pür melali yeterince net biçimde sergiliyor:
“* 13 yaşındaki çocuk intikam kurbanı…
* Konya’da bir kadını öldüren zanlılar, kadının 14 yaşındaki kızına da tecavüz etti Çocuğun daha önce de üvey babanın tecavüzüne uğradığı ortaya çıktı…
* İstanbul’da 16 yaşındaki kıza 7 kişi tecavüz etti...”[16]
Devamla: “Balıkesir polisi bir evde küçük yaştaki kızlara fuhuş yaptırıldığı yönündeki ihbar üzerine harekete geçti. Polis evdeki 14 yaşındaki R.A. ile diğer kızlar 17 yaşındaki C.D. ve 19 yaşındaki B.B.’yi fuhuş ve fuhşa teşvikten gözaltına aldı…”
Yine devamla: “Konya’da, 3 ay önce dağlık alanda yakılmış olarak bulunan ve polisin yüzüne makyaj yaparak kimliğini belirlediği 1 çocuk annesi Fatma Yazan’ın (37) birlikte olduğu R.A. (37) ve arkadaşı H.T. (32) tarafından, cinsel ilişkiye girdikten sonra kemerle boğularak öldürülüp cesedinin yakıldığı ortaya çıktı. Zanlıların Yazan’ı başka erkeklerle ilişkiye girdiği için öldürdükleri ve 14 yaşındaki kızı N. E’ye de daha önce tecavüz ettikleri saptandı. Ayrıca soruşturma sırasında N. E’nin soyadını taşıdığı üvey babası H. E. tarafından da daha önce cinsel tacize uğradığı belirlendi…”
Türk(iye) insan(lık)ının durumu “bu”!
Evet, “Kayıp çocuklar ülkesi Türkiye”[17]çürüyor…
Çürüdükçe de mutsuzlaşıp, dindarlaşıyor…
‘Gallup’un araştırmasına göre Türkiye, 124 ülke arasında dünyanın en mutlu 75’inci ülkesi oldu. Araştırmaya göre mutlu Türklerin oranı mutlu Iraklı oranıyla aynıyken; “Dindar muhafazakârlık da artıyor…”[18]
Örneği, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu dünya çapında 23 ülkede gerçekleştirilen “inanç araştırması”nın ortaya koyduğu sonuçlara göre Türkiye, yüzde 91 ile “Allah’a inanların” en çok yaşadığı 2’nci ülke oldu. Birinci ülke ise Endonezya...
Ayrıca yüzde 2’lik ateist sayısı ile dünyada 18’inci sırada yer alan Türkiye’de, evrime inananların oranı ise yüzde 19’da kaldı…
Seksist, ırkçı, ötekileştiren önyargıların güçlü bir zemine sahip olduğu giderek daha da muhafazakârlaş(tırıl)an Türkiye’de yaşayanların olumsuz kanaatler iki kimliğe karşı zirveye çıkıyor: Ermeniler ve Yahudiler. Deneklerin yüzde 74’ünün Ermeniler hakkında kanaati olumsuz... Yahudiler hakkında bu oran yüzde 71.5 dolayında…
‘Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’nın (SETA) araştırması Türkiye’de yaşayan insanların diğer milletlere karşı ne kadar tahammülsüz olduğunu ortaya koyarken; araştırmaya göre, Araplar “zevk ve eğlence düşkünü” olarak görülse de, Arapları Avrupalılara ve Amerikalılara tercih ediyoruz…
Buraya kadar değindiğim negatiflerin tümü de gençliğe sirayet ediyor…
İstanbul Kültür Üniversitesi tarafından KONDA işbirliğiyle yapılan ‘Türkiye Gençliği Araştırması’nın sonuçlarına göre, “Gençler faydacı ve tutucular”lar.
Yine araştırmaya göre “Gençler ordu, polis, Meclis, yargı ve medya gibi kurumlara güvenmiyor. Ezici çoğunluğu geleneklere bağlı. Önümüzdeki yıllarda şartlarının daha iyi olacağına inanan gençlerin oranı yüzde 50.”
Muhafazakâr bir profili veren gençlik, “Kız arkadaşını dövmek”ten yana ve mutluluğun şartının para olduğuna inanıyor…
Ama… Bunun bir de “Ama”sı var ki, o da Türkiye Kamu-Sen Ar-Ge’nin anketi. Buna göre, Türkiye’de yaşayan gençlerin yüzde 56.2’sinin başka bir ülkede yaşamayı tercih ediyor ve ankete katılanların yüzde 48.5’i ise “İş için torpil şart”diyor!
“İyi de bunlar niye böyle” mi?
Gayet basit, ekonomik çürüme zemininde insan(lık)ı yabancılaş(tırıl)an şiddet ile korku verili tabloyu yaratıyor.
Evet “şiddet”…
Hani köklerinde, çalışmadan elde edilen zenginlik, ticaret, talan yani özel mülkiyet hırsızlığının olduğu egemen şiddetten söz ediyorum…
Hani Max Stirner’in, “Devlet kendi şiddetine yasa, bireyin şiddetine suç adını verir,” deyişindeki üzere…
“Ya korku” mu? O da çok önemli…
Herhangi bir şeyden korkan bir insan, kendi olamayacağı gibi, haklarına da sahip çıkamaz. Çünkü tüm beşeri erdemlerin önüne set çeken korku içinde yaşayan biri asla özgür değildir ve olamaz da.
Platon’un, “Korku, gelecek bir kötülüğü beklemektir… Korku, köleliktir,” saptamasını asla göz ardı etmeden; korkunun bilgisizlikten, iradesizlikten doğduğunu ve insan(lık)ı cüret etmekten yoksun kıldığını “es” geçmemek gerek.
Kaldı ki Michel de Montaigne’in, “Acı çekmekten korkan kişi, korktuğu şeyden acı çekiyordur zaten”; Epiktetos’un, “Ne yoksulluktan, ne sürgünden, ne hapisten, ne de ölümden kork. Korkulacak bir tek şey varsa, o da korkudur,” ifadelerindeki üzere acı çekmenin bir sınırı var, korkunun ise sınırı yoktur.
Bir kez korkmaya görelim, sınır tanımayan korku yakamızı bırakmaz. Aslı sorulursa ne kadar az korkarsak o kadar az tehlikedeyiz demektir.
Boş inanç ile zalimliğin ana kaynaklarını oluşturan korku doğası gereği, yalan söylemeyi öğretir, dayatır insan(lık)a…
Nihayet kimseden korkmamak için kimseyi korkutmamak gerektiğini asla unutmadan; korkunun, yalanı doğurup, güçlendirdiğini de unutmamalıyız…
AKP PARANTEZİ
Muhafazakârların en liberali, liberallerin en muhafazakârı olan AKP’yi büyüten ve besleyen uluslararası neo-liberal saldırı ile sözünü ettiğim şiddetle beslenen korkunun içselleştirilmesidir…
Melih Pekdemir’in, “Oligark”; Hüseyin Ali’nin, “5. kol”; Kadir Cangızbay’ın, “Faşizmi kurumsallaştıran” parti olarak niteledikleri AKP, dinsel motifli, milliyetçi muhafazakâr bir otoriter tarz-ı siyasettir…
Yıldırım Türker’in, “Yeni Türklerin iktidarı” olduğunun altını çizdiği AKP tarafından “Kürt meselesi bir kez daha ‘eti senin kemiği benim’ denilerek Genelkurmay’ın şefkatli ellerine teslim edilmiş”ken;[19]“AKP, özellikle ikinci iktidar döneminde, devleti ve sistemi demokratikleştirmeyi değil, ‘devletleşme’yi ve sistemin tüm kontrolünü eline geçirmeyi hedefledi ve bunu büyük ölçüde başardı.
Sonuçta, AKP yeni Türkiye’nin ‘yeni devlet partisi’ olmuştur ve son seçimlerde bu yeni devlet anlayışı ve partisi toplumun yarısının güçlü desteğini almıştır. Bu yeni devlet, birçoklarının beklediği ölçüde ‘demokratik’ bir devlet olmaktan çok uzaktır. Daha kötüsü, bu yeni devlet anlayışına karşı çıkanların çoğunun, daha demokratik bir devlet ve sistem talebi ve itirazı ile değil, daha az demokrasi adına karşı çıkıyor oluşudur. Aslında, öteden beri, daha fazla değil, daha az demokrasi için muhalefet, iktidarın otoriterleşmesinin en önemli nedenlerinden biri oldu.”[20]
“NEO-OSMANLI”CI TÜRK(İYE) SİYASETİ
Bu özellikleriyle AKP, ABD destekli “neo-Osmanlı”cı Türk(iye) siyasetine sarılırken; ‘The Newsweek’deki bir yazıda, “Türkiye’nin gücünü göstermesiyle birlikte, yakında yeniden canlanmış bir Osmanlı İmparatorluğu ile karşı karşıya kalınabileceği”belirtiliyor.
“Osmanlı İmparatorluğunu”canlandırıyor kaygısını, medyatik ve muhafazakâr tarihçi Niall Ferguson da ‘The Newsweek’te dile getirdi.
‘El Cezire’de Marwan Bishara, seçim sonrasını değerlendiren “İmparatorluk”başlıklı, 45 dakikalık programına bir Osmanlı haritasıyla giriş yapıyordu.
Ferguson, yazısında bir “pop-tarih”sunuşuyla Kanuni devrini anımsatıyor. Sonra uzun (biraz fazla) bir sıçrayışla bugüne gelip “Erdoğan’a dikkat etmek gerekir”dedikten sonra, ünlü “Kubbeler miğferimiz, minareler süngümüzdür”şiirini, “demokrasiyi tramvaya benzeten”anekdotu aktarıyor ve “Bu Kanuni’yi hayran bırakacak bir dönüşüm olurdu”diyor.
“Kanuni’yi[21]hayran bırakacak dönüşüm”(!) alt-emperyalist T.“C” yani emperyalizmin Ortadoğu’daki “savaş ocağı” yani “ileri karakolu” olmaktır ki, bu da ya devrime yol açacak bölgesel bir savaş veya bölgesel bir savaşı önleyecek bir devrim ihtimali demektir…
RADİKAL SOSYALİZM: ELBETTE!
Bu tür ihtimaller, giderek devrimin güncelliğini anımsatırken; radikal sosyalizmi de gündem maddesi kılmaktadır…
Kim ne derse desin; yaşadığımız yüzyıldan memnuniyetsizlik “yeni bir dünya” düşünü kaçınılmaz kılıyor.
“Sosyalistlerin ütopyası kalmadı” nakaratının tekrar edilmesi yerine, “Ütopya diri tutar devrimi,” demek gerekiyor.
Devrimci sosyalist ütopyalara daha da çok ihtiyacımız var. Hem de V. İ. Lenin’in SSCB için, “Yeni sistemimizin bozuk olduğunu iddia ediyorlar. Fakat hatırlarsanız ilk yapılan buhar makinesinin de bozuk olduğu iddia edilmişti. Ama şimdi buharla çalışan makineler var. Ne olursa olsun, dünya üzerinde sosyalist bir toplumun kurulabileceğini ispatladık,” diye haykıran cüretkârlığıyla…
Evet Lenin…
Çünkü “Lenin dünyayı dolaşıyor, siyahisi, kahverengi derilisi, beyazı onu ağırlıyor./ Dil hiç engel değil, en tuhaf diller ona inanıyor,” Langston Hughes’in dediği gibi…
Bu da karşılıksız değil elbet!
“Lenin, XX. yüzyılın başında, ‘dünya devrimi, hemen’ güncelliğinin geist’ıdır.
Lenin’in, onu gelmiş geçmiş bütün siyasi önderlerden farklı kılan ayırıcı özelliği, devrimci mücadele içinde yer alan ve farklı fikirleri temsil eden sosyalist önderleri kişisel rakipleri olarak görmemesinde, tam tersine onları, onların temsil ettikleri siyasi, ideolojik ve felsefi argümanların cisimleşmesi olarak algılamasında, dolayısıyla onlarla siyasal mücadeleyi kamu önünde ama zihinsel düzlemde, yani felsefenin diliyle yapmasında ortaya çıkıyordu…
Lenin, stratejik olana uygun taktiklerde, daima Marksist ve etik temelde karar verir ve düşünsel bir ayrım geliştirir. Proleter idealden hiçbir zaman ödün vermemiş ve parti içinde yer, mevki edinmek gibi kaygılarla ortaya çıkan küçük burjuva kariyerizminin gözünün yaşına bakmamıştır. Bu nedenle, bugün, hemen hemen bütün dünyada sol partilere karşı bir inançsızlık fenomeninin yaşandığını hesaba kattığımızda, bugünkü acil ihtiyaçlardan bir diğeri de, Lenin’in, devrimci bir işçi sınıfı partisinin nasıl olanaklı olması gerektiğine ilişkin örgütsel[22]görüşleridir.”[23]
O hâlde “Dünya olması gerektiği gibi ise ve her şey gayet iyi gidiyor ise, Lenin’i okumayın…
“Zulüm ve sömürü yok ise, Lenin’i okumayın…
“İnsanlığın sorunlarının, toplumumuzda ve dünyamızda zenginliğin ve gücün eşitsiz yapısı ile hiçbir ilişkisi yok diyorsanız, Lenin’i okumayın…
“Her birey hayatını etkileyen kararlarda belirleyici bir söz hakkına sahip ise, Lenin’i okumayın...”[24]
Ama ya aksi söz konusuysa; o zaman Lenin’den vazgeçemezsiniz…
Evet gün; “Sosyalizmden de kurtulmalıyız” vurgusuyla, “1991 yılının bahar aylarındaBirlik adlı bir dergide yayınlanan bu yazı, ‘Marx’tan değil Marksizm’den kurtulmalıyız’ başlığını taşıyordu. Son zamanlarda bu konunun Taraf gazetesinin bazı köşe yazarları arasında gündeme geldiğini görünce, bu yazının yeniden yayınlanmasının iyi olacağını düşündüm… Ne var ki bugün bu yazıya bir ek daha yapmak gerekiyor. Evet, bugün yeni bir solun inşasına katkıda bulunmak isteniyorsa, sadece Marksizm’den değil, sosyalizmden de kurtulmak gerekiyor,” diyen Zülfü Dicleliile benzeri liberallere inat, yeniden devrim ve Marksizm zamanıdır…
Çünkü Marx’ın ‘Kapital’de okuru yüzleştirdiği mesele, bugünün de soru(n)larıdır: Kapitalist ekonomi kendini nasıl yeniden üretir? Kapitalizm öncesi toplumların içinden nasıl doğmuştur? Gelişmesine, genişlemesine ve yozlaşmasına yön veren iç dinamik hangisidir? Kapitalizmin yüzeysel görüngüleri, temelde yatan ilişki ve güçlerden nasıl farklılaşır ve onları gizler? Ücretli kölelik sistemi hangi tarihsel zeminde yükselir ve aşılabilir?
Bu soru(n)lara yanıtı ancak devrimci Marksizm verebilir…
Çünkü Nail Satlıgan’ın deyişiyle, “Marx’ın ‘Kapital’de gösterdiği uzlaşmaz çelişkilerin günümüzde insanlığı, her türlü uygarlığın olumsuzlanması anlamına gelen bir ‘barbarlığın’ eşiğine getirdiği düşünüldüğünde, bugün kendini yakıcı bir zorunluluk olarak dayatan okuma tarzının, kapitalizmin aşılması perspektifine dayanması gerektiği kendiliğinden anlaşılır” ki, bunun için de Marksizm “11 Tez”dir!
Kapitalizmi aşmaktan yana olmayan, “11. Tez”siz Marksizm, Lenin’siz devrimcilik olmaz; olmaz!
Çünkü Sadık Varer’in, “Günümüzün Devrimcisi” başlıklı yazısında işaret ettiği üzere, “Devrimcilik bahsinde nicedir at iziyle it izi karışmış durumda. Memlekette ‘devrimci’ izdihamı var; bu bereketli coğrafyada yaklaşık on milyonluk oyla beslenen düzenin kurucu partisi CHP bile kendine ‘devrimci’ diyor…
Devrimcilik, her şeyden önce mevcut düzenle uzlaşmayan bir kimliktir ve bu durum her çağın devrimcisi için geçerlidir…
Günümüzün devrimciliği de budur; günümüzde ancak ve ancak, kapitalist sömürüye, baskıya, aşağılanmaya, kapitalist asalakların neden olduğu ekolojik felakete, ulusal eşitsizliğe, kadın erkek eşitsizliğine, insanın insan üzerinde kurduğu bütün iktidar biçimlerine karşı çıkan ve hükümet biçimi ne olursa olsun bu köhne düzeni tasfiye edip emeğin ve insanlığın özgür geleceğini kurmak için mücadele edenlere devrimci diyebilirsiniz…”
Başka türlüsü de mümkün değildir…
Nihayetinde de Mahir Çayan’ın, “Bu mücadele sınıflar mücadelesidir. Burada el titremesine, tereddütte ve kararsızlığa yer yoktur” ve Chamfort’un, “İhtilâller gülsuyu ile mi yapılır sanıyorsunuz?” sorusundaki realitedir devrim.
Tıpkı V. İ. Lenin’in, “Devrim hiç kuşkusuz olup olabilecek en otoriter şeydir; nüfusun bir kesiminin diğer kesimine topla, tüfekle, süngüyle, kısacası hepsi de fevkalade otoriter olan araçlarla kendi iradesini zorla kabul ettirmesidir. Zafer kazanan taraf, egemenliğini, silahlarının gericilerde uyandırdığı korkuyla sürdürmek zorundadır. Eğer Paris Komünü burjuvaziye karşı silahlı halkın otoritesini kullanmamış olsaydı, tek bir gün bile ayakta kalabilir miydi?”[25]belirlemesindeki üzere…
Ancak, “Devrim deyince, türümüz tarihine yön veren tarım ve sanayi devrimlerinden çok, Fransız, Sovyet devrimleri gibi siyasi devrimler akla gelir. Şiddetli, kanlı olanlar...
Hobsbawm gibi ünlü bir tarihçi bile, ‘Devrim Çağı’ kitabını 1789 Fransız İhtilali’yle başlatır. Oysa toplumları dönüştürücü devrimlerin çoğu şiddetsizdir.
Devrimci deseniz, dünyanın en meşhur devrimcisi de Che. O Che ki Küba Devrimi’nden sonra ülkesinin merkez bankası müdürü olur. Bankanın bastığı paralara imzasını atar. Sıkılınca başka ülkelerde devrim yapmaya kalkışır. On altı yoldaşıyla Afrika’ya, Kongo’ya gider. Dillerini bilmediği, kültürlerini tanımadığı insanlarla silahlı ayaklanmaya kalkışır. Tutmayınca Afrikalılara tembel der. Bolivya’da silahlı devrim yapmayı dener. Nice insanın kanına girer. Gelin görün ki günümüzün kahramanlarındandır. Burjuvazi tişörtlerini giyer…
Yeni kuşaklar şiddete sırtlarını çeviriyor,” diyen “sivil toplum”cu Gündüz Vassaf’ın zırvasındaki üzere devrimciler, yaygın ve sıradanlaşmış anlamıyla “demokrat” olmak zorunda değildir!
Devrimci Marksist demokrasi anlayışı, sosyalist yönetim modeline ve buna ulaşmak için verilen mücadele esnasında yaşanan soru(n)ların nasıl aşılacağına dair yol gösteren devrimci meşruiyetlere değğindir.
Bu da, devrimciliğin bir parçasıdır, ona dâhildir. Yani, devrimciler, başka bir şey değil, her daim devrimci olmak zorundadır!
Konuyla bağıntılı olarak da “1789 + 1917’nin, nesli hiçbir zaman tükenmeyecek olan devrimcilerin ve öncülerin belleğinden de kazınıp gitmesi mümkün değildir.”[26]
Elbette sosyalizmin büyük dalgasının geri çekilmesiyle devreye giren çözülme ve reel sosyalist sektörel ülkeler topluluğu’nun likidasyonundan çıkarılması gereken dersler vardır…
Ancak Nâzım Hikmet’in dizelerinde özetlediği üzeredir mesele:
“Sosyalizm/ devirmek dağları elbirliğiyle/ ama elimizin öz biçimini,/ öz sıcaklığını yitirmeden./ Sevgilimizin bizden ne şan, ne para,/ vefadan başka bir şey beklemeyişi…/ /
Sosyalizm,/ yani yurttaş ödevi sayılması bahtiyarlığın,/ yahut mesela,/ -bu seni ilgilendirmez henüz-/ esefsiz,/ güvenle,/ emniyetle,/ gölgeli bir bahçeye girer gibi/ girebilmek usulcacık ihtiyarlığa,/ ve hepsinden önemlisi,/ çocukların, ama bütün çocukların,/ kırmızı elmalar gibi gülüşü”dür…
Ya da “Kiraz Zamanı”dır; “Paris Komünü”dür…
72 günlük (18 Mart-28 Mayıs 1871), “Paris Komünü” deneyimi de o düşleri, idealleri beslemeye devam ediyor. Dillere destan şiir ve ezgilere esin kaynağı kentin 1871 baharında yaşayacaklarını 1866’da yalvaçça sezinleyen şair Jean-Baptiste Clément’ın dizeleri ebediyen Paris Komünü’ne mal olacaktır: “Kiraz -çiçekleri- zamanı geldiğinde/ Ve neşeli bülbül ve -alaycı- karatavuk kuşları/ hep birlikte şenlenecek/ Güzellerin akılları havada/ Ve âşıkların yürekleri güneşli... Kısadır ama kirazlar zamanı/ Düş görerek sevdiğinle devşirirsin/ Salkım küpeli/ Lâl fistanlı aşk kirazlarını/ Yapraklarından damlar kan yudumları... / Kısadır ama kirazlar zamanı/ Düş görerek devşirirsin/ mercan küpeleri...”
1871 Paris Komünü bugün bile insanın Tanrı, sınıf, cemiyet, cemaat ya da insan adına, insan tarafından insafsızca sömürüldüğü değil, insanın insan adına insan tarafından insanca yönetildiği bir dünyayı simgeliyor. Çünkü Komün toplumu, insanı ayırmıyor, sınıflandırmıyor. Şiarı “Özgürlük ve Eşitlik”, istediği tam bağımsız ve gerçek demokratik bir yönetimdir. Yüzde 10-15’in veya yüzde 90’ın (pek de fark etmez) iradesiyle ele geçirdiği ‘iktidar’ı iki seçim arasında gönlünün dilediği gibi yolanların demokrasisi değildir istenen. Komünün 72 günde gerçekleştirdiği “Geleceğin Demokrasisi”dir. Katılımcı, her an hesap vermeye hazır, halkın iradesi ve çıkarları doğrultusunda her değişime açık bir yönetimdir. İstediği tam saygılı ve toplumsal cumhuriyetçi bir siyasettir. İnsanın hakkının, emekçinin güvenlik ve onurunun temel alındığı “Sosyal Cumhuriyet”tir hedeflenen.
III. Napolyon’un kışkırttığı bir savaş sonucunda Prusya ordusu Paris kapılarına dayanır. Millet Meclisi’ni Bordeaux’dan Versailles’a taşıyan işbirlikçi Adolphe Thiers hükümeti 1 Mart’ta teslim bayrağını çeker. Aylardır hem aşağılanan, hem de yoksulluktan kırılan Paris emekçileri ve mevcut siyasi örgütleri Paris’in bağımsız bir Komün olmasını istemektedir. Fransız Devrimi’nin miraslarından Ulusal Muhafızlar Merkez Komitesi (UM) 3 Mart’ta gerici ve kraliyetçilerin çoğunlukta olduğu hain Versailles yönetimini tanımadığını açıklar. Versailles 17 Mart’ta UM’ın Montmartre tepesinde elinde tuttuğu 171 topu geri almak ister. 18 Mart sabaha karşı topları almaya gelen askerlere karşı kurulan barikatların üstünde, Monmartre Nöbetçi Komitesi sözcüsü, Dünya Kadın ve İnsan hakları sayfalarına adını altın harflerle yazdıracak anarşist bir kadın lider vardır: Louise Michel. Askerler komutanlarının “Ateş!” emrine değil, Louise’nin kardeşlik ve birleşme çağrısına uyarlar.
Haberin hızla yayılması üzerine Paris kendiliğinden başkaldırır. Her yanda barikatlar kurulur. Thiers iktidarı temsilcileri tüm resmî büroları terk ederler. UM Merkez Komitesi tüm stratejik nokta ve binalara el koyar. Yerel komitelerin onayını alan UMMK akşam Belediye Meclisi’nde yaptığı uzun bir toplantıdan sonra Paris’te yeni ve bağımsız bir yönetim birimi kurulduğunu bütün dünyaya duyurur: “Yaşasın Paris Komünü!”.
Hareketin tarihî lideri Louis August Blanqui’nin 17 Mart’ta tutuklanıp bilinmeyen bir yere kaçırılmasına rağmen Komün gerçekleşir. Devrin en tanınmış aydınları Komün’e sahip çıkarlar. Büyük şair Paul Verlaine Komün’ün Basın bürosu şefidir. 19. yüzyılın en önemli ressamlarından Gustave Courbet Paris 6. Bölge Belediye başkanıdır. Paris Komünü’nü en fazla resimleyen ve destekleyen sanatçıların arasında Edouard Manet vardır. 9 yaşında isyandan hapse atılan ünlü besteci Claude Debussy’nin babası yaman bir Komün sorumlusudur. İsyanların yazarı Jules Vallès, şair Arthur Rimbaud, ilk başta çekinen fakat sonradan yazı ve romanlarıyla sürece sahip çıkan yazar Victor Hugo sıkı Komün dostlarıdır. Eugène Varlin gibi modern sendikacılığın kurucusu sayılan aydınlar dahil yaklaşık 30 bin komüncü “Kanlı Hafta” denen 21-28 Mayıs arasında Prusya desteğinde Versailles ordusu tarafından katledilir.
72 gün süresince doğrudan katılım, özyönetim, örgütlenme ve ifade özgürlüğü, laiklik, herkese konut, eğitim ve sağlık gibi bugün bile dünyada yer yer hayal bile edilemeyecek birçok sosyal ve siyasi önlem, ilke uygulanır. Katılımcı demokrasinin, toplumsal cumhuriyetin, bugün en netleşen biçimiyle çağından, çevresinden sorumlu, çağdaş ve evrensel “Yurttaş” kavramının doğduğu, denendiği yuvadır, beşiktir 1871 Paris Komünü. Çağdaşı Marx’ın, “Yeni bir toplumun görkemli öncüsü” diye nitelediği…[27]
BAŞKALDIRAN İNSAN(IN HAYALLERİ)
Bunlar için Bertholt Brecht’in, “İnsan değişir ve değiştirir”; Epiktetos’un, “İnsan, insanın efendisi olamaz”; Bedri Rahmi Eyüboğlu “İnsan dediğin derya misali/ Uçsuz bucaksız olmalı”; Aristo’nun, “Kahraman, çevresine ölüm yaymaz, ama ölüme meydan okur”; Ahmet Oktay’ın, “Kendini her şeyden mülksüzleştirdi… Her şeyi hiçbir şey, hiçbir şeyi de her şey olarak yaşadı,” sözleriyle betimlenen başkaldıran insan(lar)a, hayallerine, cüretine muhtacız…
“Başkaldıran İnsan(lık)” dedim…
O Sadi Şirazi gibi, “Zalimleri bağışlamak, yoksullara cefadır,” diyen ve kendine hâkim olan bir iradedir; cürettir; karardır; sevdadır; cesarettir…
İnsanî cesaret, yollar kısaltan bir irade ve umuttur.
Yaşamamıza, direnmemize, yaratıcılığımıza doğrudan yardım eden umut; başkaldıranlar içindir; ama asla teslim olan, boyun eğen, “ölüler” için değil.
Çünkü Mehmed Uzun’un deyişiyle, “Di nav mercên herî xerab de ji bo pêvistîya hêvîdarbûnê gelek zêde sedem hene…/ En kötü koşullarda bile umutlu olmamızı gerektirecek çok fazla neden vardır…”
Tekrarlıyorum: Kapitalizm insan(lık)ı yabancılaştırıp, çıldırttığı yerkürede her 7 kişiden biri her yıl ruh sağlığı problemi yaşıyorken… Her 4 kişiden biri yaşamı boyunca ruh sağlığı problemiyle karşı karşıya kalıyorken… Dünya üzerinde ruh sağlığı problemi yaşayan kişi sayısı 500 milyondan fazlayken başkaldıran insan(a ve hayallerine) şimdi daha da fazla muhtacız…
Bu konuda müthiş bir devrimci mirasa sahibiz… Arkanıza dönüp bakın yeter de artar!
Daha iyi bir dünya düşüyle devrim yapmak umuduyla yola düştü sayısız genç insan…
Davaları, dertleri, düşleri buydu…
Daha güzel…
Daha adaletli…
Daha yaşanır bir dünya…
Olur muydu?
Elbette olabilirdi…
Keşke olabilseydi…
Ama… Olamadı… Olamadı…
“Neden” mi?
Daha güçlü, cesur, cüretkâr ve örgütlü yan devrimci, isyancı olamadığımız için…
Kaybetmiş olmamız, “Devrimin imkânsızlığını değil, bizim bunu başaramadığımızı gösterirken, başarılması gerekliliğinin altını da bir kez daha çizer…”
Terk edilmiş, dağıtılmış, işkence tezgâhlarından geçirilmiş, hapsedilmiş, katledilmiş, acılara gark edilmiş olsak da hiçbir şey boşuna değildi…
Hayır, İnci Aral’ın ‘Şarkını Söylediğin Zaman’ başlıklı romanındaki, “Büyük hayal kırıklıkları yaşadık. Dünyayı ne biçimde algılarsa algılasın hayal kırıklığına uğramayan bir kuşak olmadı bu topraklarda,”[28]saptaması kabul edilemez…
Hayallerimizin kırılması mı? Hayır onlar hâlâ ayakta ve savaşıyorlar…
Tıpkı Orhan Kotan’ın, ‘Gururla Bakıyorum Dünyaya’ dizelerinde haykırdığı üzere:
“çünkü isyan bıçağıdır böğrüme saplanan sancı/ çünkü harcımı öfkeyle, imanla karıyorum/ ve kederin/ ve solgun yüzlü işçilerin üzerine/ dağbaşlarının hırçınlığı savruluyor benden./
çünkü beni ateşiyle dimdik tutan kin/ çünkü benim gözbebeklerimde tutuşan şafak/ miting afişleri/ cesur pankartlar/ ve binlerce militan/ derin denizlerin aydınlığı/ zorlu sabahlar/ gökyüzü ve lâle/ sıkılmış bir yumruk gibi giriyoruz hayata…”
Çünkü radikal sosyalistler hayatı aşkla savunan isyancılardır…
AŞK YENİDEN!
“Aşk yeniden” vurgusuyla Robert İvanoviç Rojdestvenski’nin dizelerindeki üzere haykırırlar avaz, avaz:
“Her şey aşkla başlar…/ İddiaya göre:/ ‘Başlangıçta/ sözcük/ vardı!/ Ama benim yeni bir iddiam var:/ Her şey/ aşkla başlar!!/
Esinlenme, iş,/ çiçeğin gözleri,/ çocuğun gözleri…/ Her şey aşkla başlar.../
Her şey aşkla başlar.../ Aşktan başlar!/ Bunu kesin biliyorum./ Her şey./ Nefret bile,/ aşkın öz kardeşi/ sonsuza dek hem de./
Her şey aşkla başlar:/ hayal ve korku/ şarap ve barut/ trajedi/ hüzün/ ve kahramanlıklar/
Her şey aşkla başlar.../ Bahar der ki fısıldayarak:/ ‘Yaşamana bak!’/ Sarsılırsın bu fısıltıdan/ ve dikilirsin dipdiri/ yeniden başlatarak kendini…/ Her şey aşkla başlar!”[29]
Evet her şey aşkla başlar; çünkü aşk her şeyin başlangıcı, ortası ve sonudur.
Aşk, insanca yaşam istemi; her daim yepyeni kalabilen eski(meyen) bir masal; kendini durmadan yenileyen bir isyan; her şeyi saydam hâle getiren bir netliktir.
Hem de, “Girme şu alçakların hizmetine,/ konma sinek gibi pislik üstüne./ İki günde bir somun ye, ne olur!/ Yüreğinin kanını iç de boyun eğme,” dizelerindeki Ömer Hayyam’ın kesinliği, keskinliği yani dik duran diklenmesiyle politik aşk…
Veya asla eşitlenmeyen; buna gereksinimi olmayan bir doğallık olarak aşk, “olağan”a mündemiç aklın, zihniyetin nihayetidir.
“Aşk varıp demirlenen bir liman değildir, her zaman yol almak gerekir, durduğun an kopuşlar olur”ken; Alexandre Dumas Fils’in “Yüce bir çocukluk,” nitelemesindeki aşk, büyük olmaktan çok sonsuzdur.
Tıpkı Murathan Mungan’ın, “Yok ki aşkın sonu/ Her aşk bir başka aşka bağlanır,/ Sürer, sürdürür kendini”; Develili Seyrani’nin, “Aşkın iğnesiyle dikilen dikiş/ Kıyamete kadar sökülmez imiş,” deyişlerindeki üzere…
Aşkın ne kadar güçlü bir duygu olduğunu ancak onu tanıyanlar, yaşayanlar, başkaldıranlar bilebilir.
Kolay mı? Aşk, özlemek, beklemek, bu arada duygularla savrularak kendini ötekine açma ve onu keşfetme tutkusudur.
Aşk insanın en sarsıcı, en olağanüstü deneyimidir. İnsan(lık) hâllerini zengin bir biçimde ortaya koyan bir güçtür…
“Aşk oduna yanmayanın/ Kalbi safi olmaz imiş,” diyen Eşrefoğlu Rumi’nn betimlemesindeki gibi…
Şimdi aşkla isyan zamanıdır…
Hem de ‘Umuş’un da, “bütün iyi kitapların sonunda/ bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda/ meltemi senden esen/ soluğu sende olan/ yeni bir başlangıç vardır,” diyen Edip Cansever’in, ‘Gül Kokuyorsun’un da eklediği üzere:
“Ve her şeyin üstüne bir gül işlenecek/ Saçların, alınların, göğüslerin üstüne/ Yüreklerin üstüne/ Bembeyaz kemiklerin/ Mezarsız ölülerin üstüne/ Kurumuş gözyaşlarının/ Titreyen kirpiklerin üstüne/ Kenetlenmiş çenelerin/ Ağarmış dudakların/ Unutulmuş çığlıkların üzerine/ Kederlerin, yasların, sevinçlerin üstüne/ Ve her şeyin üstüne bir gül işlenecek./
Bir rüzgâr, bir fırtına gibi esecek gül/ Yıllarca esecek belki/ Ve ansızın dünyamızı göreceğiz bir sabah/ Göreceğiz ki/ Biz dünyamızı gerçekten görmemişiz daha/ Geceyi, gündüzü, yıldızları/ Görmemişiz hiç/ Tanışmaya komamışlar bizi güzelim dünyamızla./
Öyleyse dostlar bırakın bu yalnızlıkları/ Bu umutsuzlukları bırakın kardeşler/ Göreceksiniz nasıl/ Güller güller güller dolusu/ Nasıl gül kokacağız birlikte/ Amansız, acımasız kokacağız/ Dayanılmaz kokacağız, nefes nefese…”
Evet, şimdi “nefes nefese gül kokacağımız bir yere” gidiyoruz…
Yolumuz açık olsun…
Yolumuzu açmalıyız…
Yolumuzu açacağız…
26 Haziran 2011 23:15:37, Ankara.
N O T L A R
[1] 9 Temmuz 2011 tarihinde Samandağ Festivali’nde yapılan konuşma… 24 Ağustos 2011 tarihinde Muğla Dev-Lis’te yapılan konuşma… Kaldıraç, No:124, Eylül 2011…
[2]N. Kazancakis.
[3]Stéphane Hessel, Öfkelenin, Çev: İsmail Yerguz, Cumhuriyet Kitapları, 2011.
[4]W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.443.
[5]Ahmet İnsel, “Laik Okulda Kutlu Doğum”, Radikal, 19 Nisan 2011, s.6.
[6]Abbas Güçlü, “ÖSYM’den Müthiş İtiraflar”, Milliyet, 14 Nisan 2011, s.16.
[7]Emre Kongar, “ÖSYM’den Gelen Pis Kokular Asıl Eğitim Sorununu Bastırmamalı”, Cumhuriyet, 9 Nisan 2011, s.3.
[8]George Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, çev: Celâl Üster, Can Yay., 2011.
[9]Derinleşen Küresel Kriz, Ücretli Emek ve Sermaye, Yordam Kitap, 2011.
[10]Ergin Yıldızoğlu, “Dünya Ekonomisinde Kara Bulutlar... Yeni Rüzgârlar”, Cumhuriyet, 30 Mayıs 2011, s.15.
[11]Erinç Yeldan, “Hiper Birikim, Hiper Sömürü, Açık Faşizm”, Cumhuriyet, 15 Haziran 2011, s.13.
[12]Pablo Ouziel, “Siesta’dan Uyanış”, Znet, 18 Mayıs 2011.
[13]Cemil Ciğerim, “Kübra Bebek Açlıktan Öldü”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2011, s.7.
[14]Doç Dr. Levent Ürer, “Türkiye Bütçesinin Yüzde 80’i 3 Bin Ailenin Elinde”, Baran, Yıl:6, No:232, 23 Haziran 2011, s.12.
[15]Mustafa Sönmez, “Özelleştirme ile Al-Sat Vurgunu”, Cumhuriyet, 23 Şubat 2011, s.12.
[16]“Vahşet Üstüne Vahşet”, Cumhuriyet, 1 Nisan 2011, s.3.
[17]Enis Tayman, “Kayıp Çocuklar Ülkesi Türkiye”, Radikal, 3 Nisan 2011, s.14-15.
[18]Bekir Ağırdır, “Dindar Muhafazakârlık Artıyor”, Taraf, 16 Mayıs 2011, s.11.
[19]Yıldırım Türker, “AKP ile Ordu”, Radikal, 16 Mayıs 2011, s.21.
[20]Nuray Mert, “Yeni Türkiye’nin Yeni Devlet Partisi”, Milliyet, 14 Haziran 2011, s.6.
[21]“Muhteşem Süleyman ve şürekâsı” hakkında konuşanların çoğu sanal… Şu cümleyi çok dikkatle okuyalım: “1564’te Anadolu’da büyük bir kıtlık çıktığı görülüyor. Çeşme’den yollanan bir arzda, açlığın dehşetinden bahsolunurken, halkın ekserisinin ‘ot otladıkları’ kaydolunmuştur.”
Bu cümleyi Prof. Dr. Mustafa Akdağ’ın “Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası” (Bilgi Yayınevi, 1975.) adlı eserinin 78. sayfasından aktardım. Aynı sayfanın dipnotunda o cümlenin asıl kaynağını verir: “Müh. 6, s. 435”. “Müh”, “Mühimme Defteri” demektir ki Başbakanlık Arşivi’nde bulunur…
[22]Rosa Luxemburg’un, Lenin’e yönelttiği eleştiriyi de aktarmadan geçmeyelim: “Lenin’in düşündüğü ‘disiplin’ proletaryaya hiç de sadece fabrikalar tarafından aşılanmış değildir. Aynı ölçülerde kışla, modern bürokrasi, merkezi burjuva devlet aygıtının bütün mekanizması tarafından da aşılanan budur. Lenin’in savunduğu aşırı-merkeziyetçilik, gerçek özünde olumlu ve yaratıcı bir ruhtan çok, bir gece bekçisinin donmuş ruhuna sızan şeydir. Lenin’in üzerinde en çok durduğu şeyler, partiyi verimli kılmak değil kontrol etmek, geliştirmek değil daraltmak, bütünleştirmek değil, denetim altında tutmaktır…”
[23]Yücel Kayıran, “… ‘Komünizmden’ Sonra Lenin”, Radikal Kitap, Yıl:10, 1 Nisan 2011, s.18.
[24]V. İ. Lenin, Seçme Yazılar: Devrim, Demokrasi, Sosyalizm, Hazırlayan: Paul le Blanc, Çev: Sungur Savran, Yordam Kitap, 2011.
[25]V. İ. Lenin, Devlet ve Devrim, Agora Kitaplığı, 2009, s.68.
[26]Metin Çulhaoğlu, “1789 + 1917 = Gelecek?”, Birgün, 27 Mayıs 2011, s.9.
[27]Uğur Hüküm, “Yaşasın Komün!”, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2011, s.10.
[28]İnci Aral, Şarkını Söylediğin Zaman, Kırmızı Kedi Yay., 2011.
[29]Robert İvanoviç Rojdestvenski, “Her Şey Aşkla Başlar!”, Cumhuriyet Kitap, No:1108, 12 Mayıs 2011, s.27.
Yorumlar