“asıl, bizim aramızda güzeldir hasret ve asıl biz biliriz kederi.”[2] Kardeşlerim, Dostlarım, Yol Arkadaşlarım, Ökkeş’ten, 17...
ve asıl biz biliriz kederi.”[2]
Kardeşlerim, Dostlarım, Yol Arkadaşlarım,
Ökkeş’ten, 17’lerden yani İbrahim Kaypakkaya’nın yoldaşlarından söz etmek istiyorum sizlere; yani hayattan, isyandan bugünden ve gelecekten söz etmek istiyorum...
Bunun kolay olmadığı çok açık; hepimiz bunun farkındayız...
I-) ÖKKEŞ YA DA 17’LER
Ama buna karşın, “Dersimizin tarih” olduğunun altını çizerek bir yerden, örneğin Paul Eluard’ın, “Gabriel Peri”ye ilişkin dizeleriyle başlamalıyız...
İsterseniz “Gabriel Peri” yerine “Ökkeş ya da 17’ler” ibaresini ekleyerek okuyalım bu dizeleri...
“İnsanı yaşatan kelimeler vardır
Hani yunmuş arınmış sözler
Sıcaklık diyelim güven diyelim
Mesela aşk, adalet, hürriyet kelimesi
Çocuk kelimesi, insanlık kelimesi gibi
Ve bazı çiçeklerin ülkelerin ismi
Mesela yiğitlik, kardeşlik, arkadaşlık
Çalışma kelimesi gibi
Sonra bazı kadınların, bazı dostların isimleri
Bizim Peri [ile Ökkeş ya da 17’ler] de onların arasında
Bizim dediysem boşuna değildi vurulduğu
Peri [ile Ökkeş ya da 17’ler] öldüyse bu hayat yaşanmaya değsin diyeydi
Onlardan öğrendik gücümüzün nelere yeteceğini
Biz diyorsam, onun umudu hâlâ harlı diyedir.”
Evet, evet Onlar’ı yani İbrahim Kaypakkaya’nın yoldaşlarını “umudu hâlâ harlı tutanlar” olarak tanımlayabiliriz...
Tam da bunun için 16-17 Haziran 2005 tarihindeki 17’lerin Mercan’ı; unutulup, unutturulmaması gereken tarihtir!
Çünkü Onlar ırmakları nehirlere; denizleri okyanuslara bağlayan bir engellenemezliğin isyanıdır...
Onlar 17 kızıl karanfil, 17 fidan, 17 çoban yıldızdır...
Onları yani Cafer Cangöz, Aydın Hanbayat, Ali Rıza Sabur, Cemal Çakmak, Kenan Çakıcı, Okan Ünsal, Berna Saygılı Ünsal, Alaattin Ateş, Taylan Yıldız, İbrahim Akdeniz, Binali Güler, Dursun Turgut, Gülnaz Yıldız, Ahmet Perktaş, Çağdaş Can, Ersin Kantar ve Ökkeş Karaoğlu, “İsyan uçurumun çocuğu olarak doğar” gerçeğine aittirler...
Onları, devrim ve sosyalizm savaşımının en keskin mücadele alanlarının, en ön saflarından; dağlardan, zindanlardan, ölüm oruçlarından tanır, bilirsiniz...
Onlar umudun iradesidir, cesaretidir...
Onlar Epikuros’un, “Ölümden niçin korkayım ki, ben varken o yok, o varken ben yokum”!
Konfiçyüs’ün, “Doğru olan her şeyi gördüğü hâlde yapmamak cesaretsizliktir”!
Plato’nun, “Cesaret, tehlike karşısında aklın ve zekânın kullanılmasıdır”!
La Edri’nin, “Cesur ve atak ol. Geriye dönüp baktığında yaptığın değil, yapmadığın şeyler için pişmanlık duyacaksın”!
Georges Clemenceau’nun, “Cesaret, bütün zorluklar ile her durumda savaşmaktır, hatta olmayanı oldurmaya çalışmaktır”!
Schiller’in, “Hiç bir şeye cesaret edemeyen, hiçbir şeye ümit beslemesin”!
Büyük İskender’in, “Bir sürünün üzerine atılacak kurt, onun sayısını düşünmez”!
Ovidius’un, “Cesaret bütün silahları mağlup eder”! sözlerindeki gerçektirler...
Unutmayın, gerçek, hiçbir yalana benzemez. Onun için net ve ikircimsizdir; tıpkı 17’ler gibi...
Yeri geldi bir kere daha tekrar edeyim: Spartaküs’ten Che’ye uzan destanda 17’lerde vardır; daima var olacaktır; Onlar da hâlâ Spartaküs gibi, Che gibi yaşamakta, insanlığın kurtuluşu için en ön safta savaşmaktadırlar...
Nepal ya da 1 Mayıs 2008’in İstanbul’unda dövüşenler Onlardı; hâlâ yaşıyorlar, savaşıyorlar...
Carlos Castenada’nın eğitmeni Don Juan, ölümün insanın ebedi yoldaşı olduğunu vurgulasa da; Irvin Yalom, “Ölümün hayatla birleştirilmesi hayatı zenginleştirir,” veya Lucretius, “Kana kana yaşadıysanız, güle güle gidin,” dese de; Wittgenstein’a göre ölüm, yaşamın bir parçası değil, fakat sınırı olarak betimlense de; Heidegger için ölüm gerçeğinin bilincinde olmak olarak ilan edilse de... Onlar ölmedi, Onların işaret ettiği güzergâhta eşitlik-kardeşlik-özgürlük için Onları unutmamalı/ unutturmamalıyız...
Çünkü Işık Kutlu’nun veciz ifadesiyle, “Anımsanan şey, hiçlikten kurtarılmış demektir. Unutulan şeyse terk edilmiş demektir...”
Onları anımsamak, Onları unutturmamak ise, yine Onları ve cesaretlerini telaffuz etmekten de ötede, yeni bir dünya için “11 Tez” doğrultusunda elimizden geleni yapmak, yapmak, daha çok yapmak yani dünyayı değiştirmektir..
II-) KAOTİK ULUSLARARASI İLİŞKİLER
Değiştirilmesi gereken dünya, tehdit ve imkânların iç içe geçtiği kaotik özellikler kazanıyor...
Ortadoğu bir barut fıçısı...
Avrasya yeni bir paylaşımın odağı...
Latin Amerika ile Uzak Doğu sırtına geçirilen deli gömleğini yırtma kararlılığında...
Amerika, Avrupa, Japonya krizin; Afrika ise açlığın kollarında debeleniyor...
Yerküre uluslararası ilişkilerde müthiş bir kaos ile çözülme yani alt üst oluş eşiğinde...
Mesela “Çözülmemiş meselelerin döndüğü Balkanlar”, veya “Bir semptom olarak ‘Kosova’ devleti” bunların çok anlamlı bir örneklerini oluşturuyor...
Mesela Rusya, Çin ya da Şanghaycılar ile ABD arasında yükselen gerilim...
Mesela “Sovyet tehdidi”ne karşı 1949 yılında kurulan Kuzey Atlantik Paktı’nın yeni hedefi terörizmle mücadele olarak belirlenmesi”...
Tam da bu noktada Hans Dietrich Genscher, “Kendi ellerimizle yarattığımız sorunlar, bizi, oluşan Yeni Dünya Düzeni’nin geleceğe yönelik sorunlarını çözmekten uzak tutuyor,” derken; asla unutulmasın, kapitalist krizin kollarındaki dünya eski dünya değil! Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak! Bunu herkes görüp kavramalı!
II.1-) HER ŞEYİ YENİDEN BİÇİMLENDİREN KRİZ
“Kriz mi?” diye soranlara hatırlatalım: Dünyada adı bile telaffuz edilmezken konut krizini öngören Royal Bank of Scotland (RBS) analisti Bob Janjuah, “Berbat bir döneme giriyoruz, borsaların çöküş olasılığı yüksek” derken; John Bellamy Foster de ekliyor: “Artık, çok az kimse... genel bir mali kriz ve küresel ekonomik yavaşlamanın kaçınılmaz birer sonuç olduğundan kuşku duyuyor”![3]
Yaşanan kriz, kapitalizmin krizidir; sürdürülemez kapitalizm krizsiz yapamaz; kriz kapitalizme mündemiçtir; çünkü kapitalizm bir avuç mutlu azınlık için çoğunluğun, emekçi insan(lık)ın yıkımı ve yokluğu demektir...
Örneğin ABD, dünya gelirlerinin yüzde 28’ine sahipken; dünyanın tüm tüketiminin yaklaşık yüzde 25’ini gerçekleştiriyor...
Dünyanın en büyük 50 şirket-ailesi, dünya kaynaklarının 50 trilyon dolarlık kısmına sahipler. Banka, sigorta, borsa yani mali piyasalar denilen sektörlerde gerçekleşen işlemlerin yüzde 95’ini dünyanın 14 büyük firması denetliyor...
2007’de dünyanın en zengin insanı olan Carlos Slim’in 67 milyar dolarlık serveti var...
Dünyanın en zengin 25 insanının toplam serveti 2006 yılında 495.7 milyar dolar iken, 2007’de bu servet 625.7, 2008’de ise 763.8 milyar dolara ulaştı...
Dünya nüfusunun yüzde 10’u, tüm dünya gelirlerinin yüzde 85’ine sahip...
Ayrıca Avrupa, ABD ve Asya’da yürütülen araştırmaya göre, zengin-yoksul uçurumu büyüdü... Financial Times (FT) gazetesinde yer alan haberde, küreselleşmenin son dalgası “süper sınıf” zenginleri yaratırken gelir dağılımındaki eşitsizliğin birçok ülkede siyasi tartışmalara neden olan bir konu hâline geldiği kaydedildi. Haberde, BM Kalkınma Programı’nın 2005 raporunda dünyadaki en zengin 50 kişinin 416 milyon yoksulun toplamından daha fazla geliri olduğunun belirtildiği hatırlatıldı...
FT’nin Harris araştırma şirketiyle ortak yürüttüğü çalışmaya göre, 5 Avrupa ülkesinde çoğunluk, gelir dağılımındaki eşitsizliğin çok büyük olduğu düşüncesinde. Bu görüş, en düşük yüzde 76 ile İspanya’da, en yüksek yüzde 87 ile Almanya’da destek buluyor. ABD’de ekonomik sorunların kasım ayında yapılacak başkanlık seçimlerinin öncelikli konusu hâline geldiğini vurgulayan FT, Amerikan halkının yüzde 78’inin ise gelir dağılımındaki uçurumun çok büyük olduğunu düşündüğüne dikkat çekiyor!
Böylesine bölünmüş bir dünyada kriz bir imkân ve aynı zamanda da bir tehlike kaynağıdır; ama herşeyden önce kriz, her şeyi yeniden biçimlendiren bir dinamiktir...
Bu dinamiği daha da güçlü kılan “Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i” (“YDD”) yani “serbest piyasacı neo-liberal vahşet”le yaşananlardır...
II.2-) “YDD” VAHŞETİ: KÜRESEL AÇLIK VE SİLAHLANMA
Öncelikle çok önemli bir not ile başlayalım: Fikret Başkaya’nın “Emperyalizm ve Anti-Emperyalizm Üzerine” başlıklı yazısında dediği gibi, “Kapitalizm emperyalizmdir. Kapitalizm emperyalizm üretmeden, emperyalizm de militarizme ve savaşa başvurmadan varolamaz!”
Bu bağlamda bazen “YDD” bazen de “küreselleşme” sözcüğü ile ifade edilen olgu, aslında doğrudan doğruya sermayenin küreselleşmesini anlatmaktadır...
Yani günümüzde “modern” kapitalizmin ideolojisi neo-liberalizm; yaygın popüler ifadesi ise “küreselleşme” söylemidir.
Söz konusu söylem ve eylemin toplamı olan “YDD” ile dünyamız küresel bir açlıkla yüzyüzedir...
Fred Magdoff’un deyişiyle, “Açlık veya yetersiz beslenme... sorunu Rachel Carson’un belirttiği gibi kâr ve üretimden başka tanrı tanımayan bir iktisadi sistemin neden olduğu yoksulluktur.”
Somut örnekleri hızla sıralayalım:
* Dünyada her gün yaklaşık 9.500 çocuk açlıktan ölüyor...
* Mısır’da gıda karnesi sistemine 15 milyon yeni kişi eklendi...
Ürdün’de temel gıda fiyatları bir yıl içinde yüzde 60 arttı...
Hindistan 220 milyon vatandaşını besleyemiyor...
Dünya genelinde buğday fiyatları 2007-2008 kesitinde yüzde 208, pirinç fiyatları da yüzde 92 yükseldi...
* Yağmur yağmamasının sonucu olan kuraklığın ağırlıklı nedenini oluşturduğu gıda krizinin büyük çoğunluğu çocuk 4.5 milyonu aşkın kişiyi “aç bıraktığı” Etiyopya acil destek bekliyor...
* FAO’ya göre dünyada açlık çeken ve yetersiz beslenen insanların sayısı 854 milyona ulaşmaktadır. Bu, anlamsız olduğu kadar canice trajedi, açlığın bu yapısal ürkünçlüğü yıllardır sürmekte ve sadece 2007 yılında altı milyondan fazla çocuğun açlıktan ölüp gitmesine yol açmış bulunmaktadır. Yine FAO’ya göre gezegenimiz bugünkü nüfusun iki katını, yani 12 milyar insanı besleyebilecek zenginliktedir. En çok yokluk çekenler, ki bunların büyük bölümü kentlerde yaşamaktadır, zaten sınırlı gelirlerinin yüzde 80 ila yüzde 90’ını beslenmeye ayırmak zorundadırlar. Bu oran zengin ülkelerde yüzde 10 ila yüzde 15 dolayındadır. Gıda maddelerinin fiyatlarında görülen büyük artışların başlıca kurbanları, sözü edilen toplumların en yoksul kesimleridir. Bir yılda, Şubat 2007 ila Şubat 2008 arasındaki dönemde insanlığın büyük bölümünün temel gıdası olan pirincin fiyatı yüzde 74, buğdayın yüzde 130 artmıştır. Bu bir trajedidir ve yeni de değildir...
* Dünyanın en zengin ülkelerinden Almanya’da yaklaşık her dört kişiden birinin ya yoksul ya da yoksulluk tehdidi altında yaşadığının ortaya çıkmasıyla patlak veren tartışmalar yeni boyutlar kazanıyor... Dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan Almanya’da yoksulluğun adı, koşullar bu şekilde devam ederse, neredeyse Türklerle özdeşleşecek...
* BM Gıda ve Tarım Örgütü’ne göre, kritik gıda yardımına muhtaç 37 ülke var. Çoğu sadece gıdaya değil, tohum ve gübreye de ihtiyaç duyuyor...
* Gıda fiyatları dünya genelinde 2005-2007 kesitindeki üç yılda yüzde 83 arttı...
* Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) Genel Müdür Yardımcısı Hafız Ghanem durumu, “Gıda artık, bir zamanlar olduğu gibi ucuza ulaşılabilir bir şey değil. Zaten 854 milyon insanı aç bırakacak hâlde olan gıda fiyatları daha da yükselecek gibi görünüyor” diyor...
* BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun, gıda maddelerindeki fiyat artışlarının siyasi güvenliği tehdit edebileceği uyarısında bulundu...
* Küresel çapta üç yılda iki katına çıkıp son 30 yılın en yüksek düzeyine ulaşan gıda fiyatları yüzünden, Mısır, Haiti ve pek çok Afrika ülkesinde isyan çıktı. Brezilya, Vietnam, Hindistan ve Mısır gıda ihracatına sınırlama getirdi. Dünya Bankası’na göre yüksek gıda fiyatları 2 milyar kişiyi olumsuz etkiledi ve 850 milyonluk aç insan sayısını 100 milyon daha artırma yolunda...
Evet sürdürülemez kapitalizme ait “YDD”nin yarattığı tablo bu!
Gıda ve tarım krizi kuşkusuz, gökten zembille inmedi. Uluslararası kuruluşlar ve uzmanlar 2007’den bu yana yayımladıkları raporlarla yaklaşan tehlikeyi çareleriyle birlikte ortaya koyuyorlardı. Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) 5 Mart 2008’de yayımladığı raporda örgütün genel sekreteri Angel Gurria uluslararası topluluğu uyararak iklimsel ısınma ve gezegenin kaynaklarına ilişkin dikkat çekerken sözünü esirgemiyordu: “Sizi uyarıyorum. 2030’da gezegenimizin görünümü hiç de iç açıcı olmayacak. Bugünkü ekonomik refahın üzerine temellenen çevresel koşulların geri dönülmez bir biçimde değiştirilmeden gelecekteki riskleri önlemek mümkün değildir.”
2030’da gezegenin nüfusu 8.2 milyara ulaşacaktır. Eğer dünya ekonomisi son yıllarda görülen gelişme hızını sürdürürse, cüssesi bugünkünün iki katı düzeyine ulaşacaktır. Bu ise ham madde talebini (tarım ürünleri, maden, fosil enerji, orman ürünleri, su), sanayileşmiş ülkelerde yüzde 60 artırırken, gelişmekte olan ülkelerde (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) yüzde 160 artmasına yol açacaktır. Ortaya çıkacak bu dengesiz durumu ortadan kaldırmak için OECD dört alanda acil önlem önermektedir. İklimsel değişiklikler, biyoçeşitliliğin yok olması, su yoksunluğu ve hava kirlenmesinin insan sağlığını tehdit eder boyutlara tırmanması.
Dünya Gıda ve Tarım Örgütü FAO’nun Genel Direktörü Jacques Diouf’un çizdiği tablo daha da umutsuz. FAO’ya göre 80’li yıllardan bu yana stokların düzeyi en aza inmiş durumdadır. Dünya nüfusundaki artışa koşut olarak gıdaya talep de artmaktadır. Tarım üretiminin saptırılarak biyoenerjinin ihtiyaçlarına yönlendirilmesinin de katkısıyla, her zaman olduğu gibi pusuda bekleyen yırtıcı spekülatörlerin devreye girerek daha hasadı yapılmamış ürünleri sonradan fahiş fiyatlarla satmak üzere çoktan kapattıkları gerçeğini de hesaba katmak gerekmektedir. Bu, yakın gelecekte beslenme ihtiyaçlarını karşılamanın kolay olmayacağı, olsa bile fiyatının altından kalkılamayacak ölçüde fahiş olacağı anlamına gelmektedir.
Tarım ve gıda konusundaki krizin temel nedeni, bu sektöre yıllar boyu ilgisiz kalınmasıdır. 1980-2000 yılları arasında tarım sektörüne destek yüzde 50 oranında azalmıştır. Üretim aşamalarına yatırım yapılmamış; sulama, üreticilerin bağımlılığını arttıran ulaşım altyapısı ve stoklama olanaklarının yokluğu bazı ülkelerde üretimde yüzde 40 ila yüzde 60 oranında kayıplara yol açmıştır J. Diouf’un dikkat çektiği yaşamsal önemdeki bir başka nokta ise “yoksul ülkelere dayatılan, hakkaniyetten uzak” serbest piyasa politikalarıdır. Buna göre yoksul ülkeler, tarımlarına milyarlarca dolar yardım sağlayan, ne var ki aynı hakkı yoksul ülkelere tanımayan zengin ülkelerle rekabete zorlanmaktadır. Ama yolun sonuna gelinmiştir. Dünyadaki açlık ve yoksulluk geriletilememiş.. tam tersine, misliyle katlanmıştır. Sosyal patlamalar kapıdadır![4]
Ve nihayet bunlara bir ek daha: Dünya piyasalarında oluşan tahıl kıtlığının nedenleri tartışıladursun, 2008 üretiminin rekor düzeyde olacağı tahmin ediliyor. Ama sevinmek zor; dünya gıda örgütü tahminlerine göre, 2008 yılı sonunda tahıl stokları 25 yılın en düşük seviyesine inecek. Teknoloji iyimserleri arasında bile, dünyanın herkesi doyurmaya devam edebileceği inancı giderek zayıflıyor. Küresel üretimin, hızla büyüyen tüketime yetişebilmesi giderek zorlaşıyor.
Tarım devriminden beri, gübreleme, sulama, tohum geliştirme sayesinde, yeni alanlara yayılarak, verimi artırarak büyüyen üretim, 1990’lardan beri tüketim artışına yetişemiyor, kişi başına düşen tahıl azalıyor. Yiyecek ihtiyacımızın 2030’larda bugünün iki katı olacağı tahmin ediliyorken; kapitalist dünya hızla silahlanıyor!
Yaşanan ve yaşatılan onca acıya karşın dünya genelinde 2007 yılındaki askeri harcamaların 1 trilyon 339 milyar dolara çıktığı bildirildi. 2007, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana silahlanmaya en fazla para harcadığı yıl olarak kayıtlara geçti.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün raporuna göre askeri harcamalar son 1998-2007 kesitindeki 10 yıl içinde yüzde 45 oranında artarak, 1 trilyon 339 milyar dolara çıktı.
2007 yılında da ABD her zaman olduğu gibi askeri harcamalarda başı çekiyor. 2001’den bu yana askeri giderleri yüzde 59 oranında artmış olan ABD, geçen yıl 547 milyar dolar askeri harcama yaptı. ABD’nin dünyadaki toplam askeri harcamalar içindeki payı da yüzde 45. ABD’yi yüzde 4-5’lik askeri bütçeleriyle İngiltere, Çin, Fransa ve Japonya izliyor. Ali Külebi’nin, “Enerji, değerli maden ve su kaynakları üzerine egemenlik kurmak için ciddi çalışmalar yapılıyor. İnsan yaşamını kolaylaştıran doğal kaynakların azalması rekabeti ve bu uğurda çatışmaları gerginlikleri getirebilir,” diye ifade ettiği koordinatlarda bu elbette “tesadüfü” değil! Dünya yeni bir paylaşım eşiğinde dolaşıyor!
Yine 2007 yılı, dünya genelindeki mültecilerin ve zorunlu göç edenlerin sayısının büyük boyutlarda artış gösterdiği bir yıl olarak da kayıtlara geçti. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin raporunda, 2006 yılında 9.9 milyon olan mülteci sayısının, Irak ve Afganistan’daki çatışma ortamının sürmesi nedeniyle 2007 yılında 11.4 milyona yükseldiği bildirildi. Sorumlulukları altındaki mültecilerin yarısına yakınının Iraklı ve Afgan olduğu ifade edilen raporda, çatışmalardan dolayı ülke içinde yerinden olan ve resmen mülteci sayılmayanların sayısının ise 24.4 milyondan 26 milyona çıktığı belirtildi. Rapora göre, 25 milyon kişi de doğal afetler nedeniyle evsiz kalırken, bu sayılara 4.6 milyon Filistinli mültecinin eklenmesiyle, toplam mülteci sayısı 67 milyona çıktı.
Lamı cimi yok; bu tabloyu; bu dünyayı; bize yaşatılan bu kâbusu sürdürülemez kapitalizm ile kapitalistler yarattı; ve dosttan düşmana herkesin bilgisi dahilinde olduğu üzere 17’lerin isyan ettiği tam da bu tabloydu...
II.3-) KÜRESEL ISINMA VE SUSUZLUK TEHLİKESİ
Sürdürülemez kapitalizmin doğrudan sorumlusu olduğu yıkım tablosu bununla sınırlı değildir; bunların bir de ekolojik boyutu vardır...
Paul Krugman’ın, “Gıda ve petrol fiyatlarındaki artışın ana nedeni, sürekli büyüyen dünya ekonomisinin tüketecek yeni kaynak bulmakta zorlanması. Yeni petrol alanları ender keşfedilirken, küresel ısınmanın etkisi de kalıcı görünüyor,” saptamasını dillendirdiği koordinatlarda buzulların erimesi, buz tabakalarının ortadan kalkması ve deniz suyunun ısınması, 2100 yılında deniz suyu seviyesinin 1.5 m. yükselmesine yol açabilir. Proudman Oşinografi Laboratuvarı’nın yaptığı ve Avrupa Yerbilimleri Birliği konferansında sunulan araştırma, deniz suyu seviyelerinde BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) 2007 yılındaki araştırmasında yer alandan üç kat fazla yükselme öngörüyor.
Araştırmacı Svetlana Jevrejeva, geçmiş 2 bin yılda deniz suyu seviyelerinin istikrarlı olduğunu belirtirken, gelecek yüzyıldaki yükselmenin milyonlarca insanı yerinden edeceğini belirtiyor. Jevrejeva, seviyenin 1 metre yükselmesi hâlinde 72 milyon Çinli, Vietnam nüfusunun yüzde 10’u ve Bangladeş’in yüzde 90’ının yerinden olacağını ekliyor.
Bu arada Greenpeace’in hesaplamalarına göre 2050 yılına gelindiğinde küresel ısınmanın etkilerinin makul seviyelerde tutulabilmesi için şimdiden yılda ortalama 300 milyar dolar yatırım yapılması gerekiyor.
Yoksa 2050’de küresel ısınmayı 1 derece düşürebilmek için toplam 100 trilyon dolar gerekecek!
Bunlarla doğrudan bağıntılı olarak, yani küresel iklim değişikliğinin de etkisiyle her geçen gün su kaynakları azalıyor...
Geçerken anımsatalım: Su, tüm canlılar için en temel doğal kaynak. Ama tükenebilecek bir kaynak ve diğer pek çok kaynağın tersine, örneğin insan(lık)ın uğruna savaşlar başlattığı petrolün aksine, yerini alabilecek başka bir şey yok. Araştırmalar, insanın yalnızca su içerek yaklaşık 40 gün boyunca yaşamını sürdürebileceğini, susuzluğa ise ancak 10 gün dayanabileceğini gösteriyor. Uzmanlar, su kıtlığının, gıda üretimini, sağlığı ve sosyal istikrarı, kısacası tüm yaşamı tehdit edeceğini belirtiyor. Yani “su yoksa hayat da yok.”
Özetle dünyadaki toplam suyun yüzde 96’dan fazlası tuzlu su. Geriye kalan yüzde 4 oranındaki tatlı su kaynaklarının yüzde 70’e yakını ise buzulların içinde hapsolmuş durumda. Tatlı suyun diğer yüzde 30’u ise yerin altında. İçme ve kullanma suyu olarak yararlandığımız nehirler, göller gibi yüzeydeki tatlı su kaynakları ise, dünyadaki toplam suyun yaklaşık yüzde 1’inden daha azını oluşturuyor. Bir başka deyişle su, aslında mavi gezegenimizdeki en değerli madde...
2025 yılında 3 milyar insanın, dünyanın su baskısı ya da kronik su kıtlığı içindeki ülkelerinde yaşaması bekleniyor. Su sıkıntısı çeken şehirlerde, aynı kısıtlı su kaynağını paylaşmak zorunda kalan şehirlilerle çiftçiler arasındaki rekabet gittikçe fazlalaşıyor. Su uğruna savaş olasılığı da gittikçe daha yüksek sesle dile getiriliyor.
Gelecekte su nedeniyle özellikle Ortadoğu, Afrika ve Asya’da çatışmalar çıkması beklenebilir. Bu çatışmaların boyutlarının aynı anda ve bölgelerde ikiden çok ülkeyi kapsayacak ölçüde olması ise çok büyük bir olasılık olacaktır.
II.4-) İNSAN(LIK)A POST-MODERN MÜDAHALE
Hayır, hayır kapitalist yıkım bunlarla bitmiyor; olup-bit(mey)enin ekonomik, ekolojik olduğu kadar beşeri boyutları da var!
Sürdürülemez kapitalizmin insan(lık)a yönelik post-modern müdahalesi, insanı insan olmanın temel vasıflarından uzaklaştırarak, yabancılaştırıyor...
İsterseniz öncelikle “Post-modern durumun tutanağında neler var, onlara gözatalım:
1. Bugünün hem başat, hem de egemen kültürü, tüketim kültürüdür ve yeni bir yaşam tarzı oluşmuştur;
2. Post-modern yaşam tarzı, esas itibariyle kentsoyludur. Yayılma yönü megapol ve metropolden taşraya; sanayi-ötesi toplumdan geri toplumlara doğrudur;
3. Prodüktif açıdan çeşitli ‘istatiksel küme’lere bölüştürülen insanlar, marjinal hâle gelmiştir. ‘Kul’ kimliğinden ‘birey’ kimliğine geçiş macerası paradoksal biçimde ‘yitikleşme’ ile, bireyin kullaşması ile sonuçlanmıştır;
4. ‘Prestij, güç ve statüden yoksunluk’ duygusu, ekonomik yoksulluk nesnel durumunun önüne geçmiştir;
5. Dünya, bir ‘bonmarşe’ye dönüşmüştür. Binlerce ve binlerce mal (kendi içlerinde de çeşitlenerek ve albenili giysiler içinde) ortalığı doldurmuştur; beş duyumuzu kesintisiz bir bombardıman altında tutarak, ‘O’nu alma, beni al’ demektedirler. ‘Tüm seçeneklerin öne çıkartılması’, aynı zamanda ‘tüm seçeneklerin belirsizleşmesi’ne dönüşür. Tüm bu etkileşimler ağı birey kimliğini çizer, kesikler atar ve parçalanmayı besler;
6. Genel ‘değer yargıları’ yerini, farklılaşan ‘değer alanları’na bırakmıştır. Bunun anlamı, ‘herkesin kendi yaşam tarzını bir kültür dünyasına dönüştürmesi’ ile belirir.
Genel ‘iyi, doğru, güzel, ...’, ‘özel değer alanının iyi, doğru, güzel, ...’i ile yer değiştirir. Bu değer alanları da geçici ve uçucudur; her an, bambaşkalaşabilir;
7. Düşünce kimyasına en önemli köprüleri kurabilen imgelem (ve duygu), rasyonalizm ve pozitivizim tarafından baskılanmış ve potansiyeli insandan çalınmıştır. Ve şimdi, yine paradoksal olarak insanlar, tüketim dayatmacılarının elinden mermiden damlalarla yağan ‘imaj’lar yağmuru altında, rüyalarına kadar paramparça ve sırılsıklamdırlar;
8. Gerçeklik, nesnesinden kopmuştur; duygusal planda görünüp-kaybolarak ve ‘gibileşerek’ gezinir. Gerçek, o ana özgüdür ve içinde yer alınan değer alanının, ya da kültürel kabilenin kendine özgü güzel ve doğrusunun teyidiyle, ya da bir kelimeye büründüğünde, bir söze dönüştüğünde belirir.
Gerçekliklerin hem an’a göre değişmesi, hem de belirip-kaybolması, eşzamanlı red ve kabullenişlerin paradoksunu da getirir;
9. Post-modernitede parçalanmışlığın sınırı yoktur. Varlıkların beynimizde varlık parçalarına dönüşmesi; yaşamın yaşantı parçalarına, kronolojik zamanın koparak an’lara dönüşmesi, bilinci, belleği ve zamanı da parçalamıştır. Homojenlik, hetorejenliği getirmiş ve toplumsal yaşam omurgasızlaşmıştır;
10. Birey kimliği edinmenin tüketim kültürünün yüksek geriliminde tuz-buz oluşu, insanların olası ve klasik somut korkularını da parçalamıştır. Ama bu kez korkular her şeye sızarak, onlarda içkinleşmiştir. Her şey kaygı ve korku üretmektir.
Bu sonuç nevrozu beslerken, cemaatleşme olgusu ile ‘o korkulan, düşman 3. kişi’ anlamındaki öteki kavramını da öne çıkartmıştır. Söylem ve sembol birlikteliğinin jargonunda oluşan bu cemaatler, ya da kabilecikler, tek düşürülmüş insana o kabilenin kimliğini; onun temsil ettiği prestij, statü, güç ve güvenliği paylaşabilme olasılığını getirir.”[5]
Dünyanın, yaşamın, gerçeğin bir simülasyona tahvil edildiği kapitalist yabancılaşma ile insan(lık) “sürüleştirilme” kastına maruz bırakılmıştır.
Bu bir “kitle toplumu” tasarımıdır! Hannah Arendt’in ifadesiyle de “Kitle toplumunun ihtiyacı kültür değil, eğlencedir ve eğlence endüstrisinin sunduğu eşyalar, toplum tarafından tıpkı diğer tüketim metaları gibi tüketilirler. (...) Tabir edildiği gibi ‘vakit öldürme’ye hizmet ederler ve vakit öldürmekle geçirilen bu boş zaman, serbest zaman değildir; dolayısıyla yaşam sürecinin zorunlu kıldığı işlerden, endişelerden özgür olduğumuz ve o nedenle dünya ve kültürü için özgür olduğumuz boş zaman anlamı taşımaz. (...) Eğlence ile doldurulduğu varsayılan bu boş zaman, biyolojik olarak belirlenmiş çalışma döngüsü içinde, ya da Marx’ın dediği gibi ‘insanın doğal metabolizması’ içinde bir ‘boşluk’tur. (...) Eğlence endüstrisinin sunduğu mallar, mükemmellikleri yaşam sürecine mukavemet yetenekleri ile ölçülen ve dünyanın demirbaşları hâline gelen ‘şeyler’, yani kültürel nesneler değildir.”[6]
Konuya Tahir M. Ceylan’ın, “Bugünün dünyasında ‘şey’ için duyulan istek, gerçekte ‘şey’sizdir. (...) Bu dünyada asıl gerçek, bir köşeden yapışmış sökülüp atılması gereken bir ur gibi duruyor,” çözümlemesiyle daha net bir tanım getirmek mümkündür!
Evet “...miş gibi” yapılan post-modern müdahalenin insan kırımıyla “Gençlik iki büyük tehdit altındadır.
Birincisi her şeyi tüketen ‘tüketim toplumu kültürü’, çocuklarımıza şu mesajları veriyor:
Her şey senin,
her şeyi isteyebilirsin
her şeyi yapabilirsin,
herkes her istediğini vermek zorunda (vermiyorlarsa onlar haindir),
eğlenceli olmayan her şey kötüdür,
hoşuna gitmeyen her şey ‘nefret’,
canının istemediği ne varsa ‘iğrenç’,
annen baban her şey için sana ‘mecbur’,
herkes sana hizmet etmek zorunda,
bak, arkadaşların da öyle yapıyor,
her şeyi iste, her şeyi satın al, her şeye sahip ol,
onda var - sende yoksa ‘kahrol’,
‘söyleneni yapma-istediğini yap’ (spor ayakkabı reklam sloganı),
internetin, cep telefonun her şeyindir,
kuralların canı cehenneme,
tepin, surat as, kapıyı çarp, her şeyi vur kır, hakkındır, seni kızdırdılar.
Çocuklarımızı tüketen ‘tüketim toplumu kültürü’dür bu.
Bunu modernleşme, uygarlaşma, özgürleşme sanarak yanılıyoruz.
Bu kültür neonihilizmdir, ‘yenihiççilik’.
Hiçbir değeri tanımayan, hiçbir kuralı yaşatmayan, hiçbir normu olmayan ‘yenihazcılık’.
Bu tehdidi iyi tanımalıyız, çocuklarımızın içine itildiği tehlikeyi artık görmeliyiz.
İkinci tehdit, ‘dogmatik kültür’dür.
Tarihin ortaçağından gelen ‘dogmatik kültür’, dünyaya geri dönüyor.
‘Sen hiçbir şeyi bilemezsin, bilenleri dinleyeceksin’ diyen kültür.
‘Sen düşünme, sadece söyleneni yap yeter’ diyen kültür.
‘Sorular sorulmuştur, yanıtlar verilmiştir’ diyen kesin kurallar kültürü.
Din kökenli olabilir, gelenek kökenli olabilir, milliyet, etnik kökenli olabilir.
Dogma, düşünceyi dondurur, şiddeti önerir, kesin itaati arar.
Bu kültür de yeniden insanlara egemen oluyor.
Amerika’da da, Avrupa’da da, Ortadoğuda da, Türkiye’de de...”[7]
Birbirine “zıt”mış gibi sunulan her iki tehdit de, kapitalizmin post-modern müdahalesine içkindir...
Ve bugün Erdal Atabek’in, “Toplum olarak da her şeyi eleştirme ama parmağını kımıldatmama... Bütün kurtuluşu hep başkalarından bekleme... Ağlama, ağlaşma, ama iş yapmaya gelince yan çizme, kendinden başkalarını suçlama,” diye betimlediği edilgenlik ve kaçışta somutlanan kapitalizmin post-modern müdahalesine karşı 17’ler örneği üzerinden mücadele etmemiz gerektiğini aklımızdan çıkartmamalıyız...
Evet, altını kalın çizgilerle, özenle çizerek belirtelim: Yeniden insana, başkaldıran insana, yani emperyalizme, kapitalizme karşı dünyayı değiştirmek ve terörist ABD İmparatorluğuna karşı çıkmak için mücadele eden 17’lere olan ihtiyaç büyüyor...
III-) TERÖRİST ABD İMPARATORLUĞU
Tüm dünyanın Afganistan’dan Irak’a veya Ortadoğu’da tanığı olduğu ABD İmparatorluğu vahşeti ile kapitalizm bugün tüm insan(lık)ın önündeki temel mücadele hedefidir!
Çünkü Irak ve Afganistan’da 2003’ten beri 2 bin 400, hâlihazırda da 513 çocuğu güvenliğe tehdit oluşturdukları gerekçesiyle esir tutan bu vahşet; aynı zamanda bir cinayet şebekesidir!
Örneğin Irak ve Afganistan işgalleri nedeniyle personel bulmakta zorlanan Amerikan ordusunun askere aldığı hükümlü ve sabıkalıların sayısında büyük artış olduğu açıklandı!
ABD Temsilciler Meclisi’nde hazırlanan bir rapora göre 2006 yılında cürüm işlemekten mahkûm olan 249 kişiyi askere alan ABD Kara Kuvvetleri, 2007 yılında ise bu kesimden 511 kişiyi bünyesine kattı. Aynı dönemde Amerikan Deniz Piyadeleri de 208 olan “sabıkalı asker” sayısını 350’ye çıkardı. İşlenen suçlar içinde silahlı şiddet, soygun, hırsızlık, kaçırma, cinsel taciz, terör tehdidi ve uyuşturucu suçları yer alırken, bu kişilerden 6’sının, kastı aşan surette ölüme sebebiyet verme suçlarından mahkûm olmaları dikkat çekti. Toplamda, kara ve deniz kuvvetleri içindeki hükümlü sayısı 25 bin 98’den, 27 bin 671’e çıktı!
Bir şey daha: Amerikan düşünce kuruluşu RAND Corporation’ın raporuna göre, Irak ve Afganistan’da görev yapan ABD askerlerinden 300 bini ağır depresyon ve travma sonrası stres bozukluğundan muzdarip, 320 bininin beyni hasar gördü. Pentagon verilerine dayanan rapora göre söz konusu askerlerin sadece yarısı tedavi gördü. Beyinleri bir şekilde hasar gören askerlerin yüzde 43’ü tedavi görürken, ruhsal sorunları olan askerlerden yalnızca yüzde 53’ü yardım istedi!
Bunun yanında kendi askerlerine dahi acımayan ABD’nin Irak ve Afganistan’da yaralanan ya da travma geçiren askerlerine bakamamasına, ölen askerlerini hayvan ölüleri için kullanılan bir krematoryumda yakması skandalı eklendi. 2001’den beri uygulanan işlemle Pentagon, Dover kentindeki krematoryumda bugüne dek en az 200 askerin yakıldığını itiraf etti!
Bu kural ve sınır tanımaz vahşete karşı mücadele etmek için fazla bir gerekçeye ihtiyaç yoktur; insan olmak yeterlidir...
Söz konusu kural ve sınır tanımaz vahşet petrol ya da enerji koridor ve kaynaklarının kontrolü için dövüşmektedir!
Gerçekten de Timothy Egan’ın, “Petrol Çağı çöküyor,” diye haykırdığı koordinatlarda; Financial Times “Petrolün varil fiyatının 125 doları aşması zengin ülkeler için ciddi yük, yoksullar için daha fazla yoksulluk anlamına geliyor,” diye haykırırken; 2000 yılına göre baktığımızda petrol fiyatı 4.8 kat artış gösteriyor; ve de Goldman Sachs 2008’de petrolün varil fiyatının 200 doları bulabileceği uyarısında bulunuyor!
Ortadoğu’daki “Pax-Americana”nın selameti yanında; enerji fiyatlarındaki tırmanmadan ötürü ABD İmparatorluğu için İran boylu boyunca bir hedef ilan ediliyor!
Hayır, böyle düşünen sadece ben değilim; The Washington Post’dan William M. Arkın da şunları söylüyor: “İran’la ilgili tüm işaretler, Irak’ta yaşananlarla paralel ve savaş için gerekçenin her unsuru da mevcut: Kitle imha silahları, haydut devlet unvanı, terör destekçiliği, İsrail düşmanlığı. Tahran bir komşusunu işgal etmez veya ABD’ye saldırmazsa, savaşı Clinton, Obama veya McCain açacak...”
Konuyla ilgili bir şey daha: Irak’taki Amerikan kuvvetlerinin komutanı General David Petraeus, ABD Merkez Komutanlığı’na (Centcom) getiriliyor. Böylece ABD’nin Ortadoğu operasyonlarının başına geçecek olan Petraeus’un, İran’la gerginliğin tırmandığı bir dönemde Merkez Komutanlığı’na getirilmesine dikkat çekiliyor.
III.1-) İRAN HEDEFİ
Atom Enerjisi Kurumu’nun raporunda yetersiz işbirliğiyle suçlanan Tahran’a yeni yaptırımlar kapıdayken; İran farklı yol ve yöntemlerle adım adım kuşatılıyor!
Örneğin ABD, “şer eksenine” dahil ettiği İran’a yönelik tehditlerini yoğunlaştırırken Basra Körfezi’nde ABD ve İran arasında gerilim yaşandı. ABD donanma sözcüsü Lydia Robertson, 24 Nisan 2008 günü İran’a ait olduğu düşünülen iki sürat botunun uluslararası sularda seyreden ABD ordusu tarafından kiralanmış Westward Venture adlı kargo gemisine yaklaştığını söyledi.
İran Devrim Muhafızlarından bir yetkili ise iddiayı yalanladı. Yetkili “Körfez’de İranlı ve yabancı gemiler arasında herhangi bir karşılaşma olmamıştır. Eğer ateş açılmışsa, İran’a ait olmayan botlara ateş açmışlar” dedi. 6 Ocak 2008’de de Hürmüz Boğazı’nda İran ve ABD gemileri arasında gerilim yaşanmıştı.
Tam da bu noktada “ABD, İran’ı vurmaya mı hazırlanıyor?” sorusuyla Şükrü M. Elekdağ da ekliyor: “ABD’nin büyük stratejisine göre Washington, Körfez bölgesinde çıkarları nedeniyle tek başına hareket etme serbestisine her zaman sahip olmalı ve bu serbestiyi sınırlayıcı hiçbir gücün oluşmasına izin vermemelidir.”
Bununla birlikte nükleer güç olmayı istemekten ötürü “suçlanan” İran hakkında Cihad El Hazin, “İran’ın nükleer güç olmaya çalıştığı iddiaları mantıksız görünmüyor. Keşke bölge nükleer silahlardan arındırılmış olsaydı; ancak İsrail’in bu silahlara sahip olması karşısında aynı şeyi istemek Tahran’ın doğal hakkı,” derken İran yöneticileri de ABD İmparatorluğunun baskı ve tehditleri karşısında geri adım atmıyor ve işler giderek giriftleşiyor!
Örneğin İran, kendilerine saldırması hâlinde İsrail’i yeryüzünden silecekleri tehdidinde bulundu. Silahlı Kuvvetler Genel Komutan Vekili Tuğgeneral Muhammed Rıza Aştiyani, 15 Nisan 2008 tarihli açıklamasında, “İsrail’in manevralarından korkmuyoruz ve ülkemizin sınırlarını koruyacak güce sahibiz. Ancak İsrail İran’ı hedef alırsa Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın da söylediği gibi İsrail’i yeryüzünden sileriz,” derken; İran’da yeni seçilen meclisin açılış toplantısında konuşan Ahmedinecad, milletvekillerine “İslâm devrimini yayma çağrısı” yaparak ekledi: “İran İslâm Cumhuriyeti’nin bir görevi de dünyadaki adaletsiz yapının düzeltilmesidir. İran’ın ve dünyanın inşası bizim için bir paranın iki yüzü gibidir. Biz dünya çapında da İslâm devriminin ilkelerini yaymak için çalışmalıyız”!
Ancak burada durup, konuyla doğrudan ilintili bir parantezi soruyla açmalıyız...
III.2-) OBAMA ABD İMPARATORLUĞUNU “DEĞİŞTİRİR” Mİ?
Herkesin malumu olduğu üzere, “McCain’in dış politika vizyonu Bush’unkinden farklı değil. Cumhuriyetçi adayın vizyonu askeri manzumelerden oluşuyor.”[8]
Ya Obama? O “farklı” mı? “Farklı” olabilir mi?
Kimileri Obama’nın “farklı” olabileceğini yani Amerika’daki başkanlık seçimlerini Obama kazanırsa işlerin “farklı” olacağını düşünüyor ve “iddia” ediyor(lar)!
Hayır; böyle bir şey söz konusu değil; Obama da ABD İmparatorluğu makinesinin operatörlerinden biri; içi beyaz hatta WASP olan Obama’nın sadece dışı “siyah”!
“Obama’nın ‘statükoya’ karşı, ırk ve sınıf çelişkilerini aştığını iddia eden ‘yeni politika’ çizgisi”[9] ABD İmparatorluğunun “emperyal hedefleri”yle bire bir örtüşmektedir!
Bu konuda Kaddafi de ABD askerlerinin Libya’dan çekilişinin 38. yıldönümünde yaptığı konuşmada, Obama’nın “Dışı siyah içi beyaz” olduğu vurgusuyla ekliyor: “Aşağılık kompleksiyle beyazdan çok beyazcı ve gaddar olabilir”!
Yeri geldi hatırlatalım: ABD Başkan adaylarının Ortadoğu politikaları: İran ortak hedef...[10] Irak için farklı mesajlar veren Clinton, Obama ve McCain, İran’a karşı tehditkâr tavırlarında ortaklaşıyor!
Kaldı ki “Obama tutuculukta McCain’den fazla farklı değildir...
Kendi partisine öğüdü şu: ‘Siyasette merkezden uzaklaşmayın, aşırı partizanlık yapmayın!’ Ona bakılırsa, 1968 kuşağı aşırı sağı kamçılamıştır...
Obama’nın söyleyeceği yalnızca bunlar mı? Marx’a ve Yeni Sol akıma ‘kaçık’ diyor. Kendi ‘gerçekçi’ymiş! Yani tekelci sermaye ve emperyalizm yararına gerçekçi.
Ona kalırsa, Amerika’da anayasanın da buyurduğu gibi bir ‘halk yönetimi’ varmış...”[11]
Geçerken bir not: Demokratlar Kentucky ve Oregon’da sandığa giderken, Obama hem eski ırkçı senatörün hem de Montana yerlilerinin desteğini aldı!
Ergin Yıldızoğlu’nun deyişiyle, “Clinton ile Obama arasındaki siyasi farkları pek kavrayamadık”!
O hâlde belirtelim: Obama hiçbir şeyi değiştirmeyecek; görülecek/ yaşanacak: Her şeyi daha da ağırlaştıracak!
IV-) TÜRK(İYE) EKONOMİSİ
Evet, evet her şey daha da ağırlaştıracak; bu da Türkiye ekonomisine yansıyacak; yansıyor da!
“Bu kriz değil de ne?” sorusuyla eski Devlet Bakanı Ufuk Söylemez ekliyor: “İşsizlik büyüyor, şirketler kapanıyor, dış ticaret açığı rekor kırıyor”!
Evet, “Küresel ekonomik kriz kapıya dayandı. Ülke içinde derin bir siyasi kriz var...
Rastlantı mı? Yoksa bu iki kriz arasında bir ilişki olabilir mi? Ülke içindeki siyasi kriz, uluslararası ekonomik krizin nedenleri arasında olamayacağına göre, acaba kapıya dayanan ekonomik krizin, ülke içinde patlak veren siyasi krizin nedenleri arasında olduğu düşünülebilir mi? Düşünülebilir.
Dünya ekonomisinde 2003-2007 arasında, bir likidite bolluğu, ucuz kredi ortamı oluştuğunu biliyoruz. Bu ortam, 1990’lı yılların mali köpükleri patladıktan, kapasite fazlası (aşırı üretim) sorunu yeniden gündeme geldikten, 1929 buhranının hayaleti, ilk kez ortalıkta dolaşmaya başladıktan sonra, başta ABD merkez bankası olmak üzere, belli başlı merkez bankalarının başlattıkları büyük bir mali genişlemenin ürünüydü. Böylece körüklenen tüketici talebi, mali spekülasyon kapasite fazlası sorunu bastırırken, krizi, çok daha şiddetle geri gelmek üzere ertelemişti.
AKP, bu konjonktürün başında hükümetini kurdu. AKP hükümeti döneminde, ekonomi politikaları bu dış dinamiğin (yeni talep yaratma ve mali genişleme) gereksinimlerine uygun olarak şekillendi. Ülke uluslararası mali sermayenin değerlenme alanı ve aşırı kapasite sorunu, talep gereksinimi olan mallar için bir pazar olarak kullanıma sunuldu. Bu mali genişlemenin sağladığı ucuz kredi olanakları ithalat artışı ülkede yapısal bir refah havası yarattı ama tüketimi de gelirlerden kopardı, krediye bağladı.
Bir yıldır, bu kredi köpüğü sönüyor, ucuz, kolay kredi ortamı sona eriyor.
Bu noktada Türkiye kendini, büyük bir cari açıkla, aşırı değerli döviziyle, 120 milyar dolara ulaşan özel sektör borçlarıyla, hane halkı kullanılabilir gelirinin yüzde 27’sine ulaşmış tüketici borçlarıyla, son derecede korunaksız, kırılgan bir ekonomiyle, hızlı ve büyük bir refah kaybı tehlikesiyle karşı karşıya buluyor.
Dahası bu sırada dünyada bir enerji ve gıda krizi patlak verirken Türkiye’de tarımsal üretim yüzde 3.7 geriliyor; tahıl, baklagiller vb. gıda maddelerinin ithalatı, hem de bu yeni fiyatlardan, YTL değer kaybetmeye başlamışken artıyor.
Her kriz verili bölüşüm ilişkilerini zorlar. Sermaye gruplarının ve çeşitli sınıfların, hatta devletin çeşitli ‘parçalarının’ bu krize dayanabilmesi açısından devletin kaynak dağıtma kapasitesi yaşamsal önem kazanır. Kriz aynı zamanda, parlamenter rejimlerde, hükümetleri kendi tabanlarıyla, ülke seçkinlerini, gittikçe huzursuzlaşan alt sınıfların öfkesiyle karşı karşıya getirir.
Bu koşullarda, hem devletin kaynak dağıtma mekanizmalarının, hem de şiddet, baskı araçlarının, ‘ideolojik aygıtlarının’ denetimi üzerinde iktidar mücadelesi keskinleşir...
İşte siyasi kriz bu koşullarda patlak veriyor”ken;[12] Türk(iye) ekonomisi bir stagflasyon labirentine dalıyor!
Bu koordinatlarda mevcut duruma ilişkin olarak, “Gerçek enflasyon da gerçek işsizlik de yüzde 20’lerde, büyüme tıkandı, Türkiye derin bir krize sürükleniyor, emekçilere daha zorlu yaşam koşulları dayatılıyor” diyen ekonomist Mustafa Sönmez’in Petrol-İş Sendikası için hazırladığı araştırmada özetle şunların altı çiziliyor:
1. Büyümede tıkanma: Yabancı sermaye girişleri artık büyüme potansiyelini yukarı taşıyamıyor. İç talepteki ‘teklemenin’ telafisi ihracatla karşılanamaz duruma geldi.
2. Zayıf halka, cari açık: Dünya krizi karşısında Türkiye’deki hasarın büyüklüğünü belirleyecek en önemli unsur, cari açık. 2007’de 38 milyar dolara ulaşan cari açığın, milli gelire oranı da yüzde 8’e yaklaştı.
3. Yabancılar, milli geliri solladı: Türkiye’nin 2000’li yıllarda hızlanan dışa açık büyüme süreci ile yabancı kaynak sahiplerine bağımlılık arttı. Yabancıların varlık büyüklüğü Türkiye milli gelirine ulaşmış durumda.
4. Vergide eşitsizlikler artıyor: Dolaysız vergi payının bile yüzde 23’ü gelir vergisi. Bunun ağırlığını da ücretlilerden, kaynaktan kesilen vergiler oluşturuyor. Banka ve şirketlerin ödedikleri kurumlar vergisi, toplam vergi gelirlerinin ancak yüzde 9’u.
5. Özelleştirme geliri bütçe açığına gidiyor: Özelleştirmeden bütçeye aktarılan miktar, toplam devlet gelirlerinin 2004’te yüzde 1’i iken, 2005’te yüzde 2’sine, 2006’da yüzde 4.5’ine, 2007’de yüzde 4’üne ulaştı.
6. Gerçek enflasyon yüzde 20: 2007’de olduğu gibi 2008’de de yüzde 4’lük enflasyon hedefinin gerçekleşme şansı çok düşük. Ekmek ve kiradaki artışın yüzde 20’yi bulması bile, gerçek tüketici enflasyonunun yüzde 20’den az olmadığına işaret eder.
7. Gerçek işsizlik yüzde 20: TÜİK’in tanım tartışması nedeniyle işgücünden saymadığı işgücü sayısı ve eksik istihdamdakiler dikkate alınsa, işsiz sayısı 5 milyona, işsizlik oranı da yüzde 20’ye çıkıyor.
8. Gelir uçurumu derinleşiyor: Özel sektör rekabet gücü düşük ücretler sayesinde sağladı. Devlet de kamu çalışanlarına enflasyonun altında kalan maaş ödemeleri yaptı.
9. Bölgesel uçurum: Ülkenin doğusu ile batısı arasındaki dengesizlik çok ciddi sosyal ve siyasal sorunlara yol açıyor.
Görülmesi gerek: Türkiye’de çok çarpık bir tablo var! Yoksulluk sınırında yaşayan 12 milyon insana ilaveten 600 bin kişi açlık sınırında yaşıyor. Yapılan bir hesaplamaya göre, devlet, 2007 yılında günde ortalama 133.5 milyon YTL faiz ödedi. Yılın tümünde 48,7 milyar YTL’ye ulaşan faiz ödemeleri toplanan vergi gelirlerinin üçte birini alıp götürdü. Toplam bütçe gelirlerinin dörtte birden fazlası faize giderken, bütçe ödeneklerinin dörtte bire yakın kısmı faize harcandı. Bir yılda faize ödenen para, aynı dönemde yatırıma yapılan harcamanın ise dört katına yaklaştı.
YABANCI KAZANDIĞINI DIŞARI GÖTÜRDÜ: TÜRKİYE’DEN KÂR TRANSFERİ
(milyon dolar)[13]
| |||
YIL
|
DOĞRUDAN YATIRIMLAR
|
PORTFÖY YATIRIMLARI
|
TOPLAM
|
2003
|
643
|
2.616
|
3.259
|
2004
|
1.043
|
2.905
|
3.948
|
2005
|
1.051
|
3.326
|
4.377
|
2006
|
1.181
|
3.463
|
4.634
|
2007
|
1.988
|
3.735
|
5.723
|
2008 (ilk iki ay)
|
80
|
1.188
|
1.268
|
TOPLAM
|
5.986
|
17.233
|
23.219
|
Bu yıkımın orta yerinde Merkez Bankası verilerine göre Türkiye’de Hane Halkının borç yükü arttı. Hanelerin borcu 2004-2007 arasında yüzde 258 oranında arttı!
FAİZ BORCU İKİYE KATLANDI-HANE HALKI BORÇ YÜKÜ (Milyon YTL)
| |||||
YILLAR
|
FAİZ ÖDEMELERİ
|
HANE HALKI BORCU
|
HARCANABİLİR GELİR
|
FAİZİN HARCANABİLİR GELİRE ORANI (yüzde)
|
BORCUN HARCANABİLİR GELİRE ORANI (yüzde)
|
2004
|
7.219
|
28.073
|
218.752
|
3.3
|
12.8
|
2005
|
10.209
|
50.033
|
255.640
|
4.0
|
19.6
|
2006
|
12.109
|
73.537
|
292.775
|
4.1
|
25.1
|
2007
|
15.576
|
100.564
|
340.786
|
4.6
|
29.5
|
“Borç/ borçlanma” dedik! Devam edelim...
İstanbul, bankaların kişi başına en fazla borç takibi yaptığı il. İstanbullular kişi başına ortalama 396 YTL tutarında banka takibine girdi. İkinci sırada Denizli var!
2008’in Ocak ila Nisan ayları arasında kredi kartlarında batık yüzde 20 oranında arttı!
Vatandaşların bankalardan aldıkları konut, taşıt ve diğer üretici kredileri ile bireysel kredi kartı borçlarının toplam hacmi 13 Haziran 2008 itibariyle 110.8 milyar YTL’ye ulaştı. Kredi kartı borcu ise 30 milyar YTL’ye çıktı!
ATO’nun “Ailelerin Borcu” raporuna göre, Türkiye’de ailelerin borcu 2004-2007 kesitindeki dört yılda 7 kat artarken geliri sadece 2 kat arttı. Ailelerin 2003 yılında bankalar, katılım bankaları ve tüketici finansman şirketlerine 13.4 milyar YTL olan borcu, 2007 yılı sonunda 100.6 milyar YTL’ye yükseldi.
Ailelerin borçlarının harcanabilir gelirlerine oranı ise dört yılda yüzde 7.5’ten yüzde 29.5’e çıktı. Ailelerin borçlarıyla birlikte, faize ödenen para miktarı da arttı. Faiz oranlarındaki düşüşe rağmen, sadece 2007 yılında 15.6 milyar YTL faize ödendi. Faiz ödemeleri ise ailelerinin harcamalarının yüzde 4.6’sını oluşturdu.
Ailelerin borcu milli gelirin yüzde 12’sine ulaştı!
* Ailelerin borçlarının harcanabilir gelirlerine oranı, 2004-2007 kesitindeki dört yılda yüzde 7.5’ten yüzde 29.5’e çıktı. Faiz oranlarındaki düşüşe karşın sadece 2007’de 15.6 milyar YTL faize gitti. 2004-2007 kesitindeki dört yılda faize ödenen para miktarında, 4 kata yakın artış gözlendi...
* Merkez Bankası’nın hesapladığı hane halkı harcanabilir geliri, 2005-2007 kesitindeki üç yılda yüzde 89 oranında artarken aynı dönemde hane halkı borcu ise yüzde 648 oranında artarak 13.4 milyar YTL’den 100.6 milyar YTL’ye ulaştı...
* 2002’de aileler her 100 liralık harcanabilir gelire karşılık 7.5 lira borçlanırken 2007’de her 100 liralık harcanabilir gelirin 29.5 lirası kadar da borçlanmaya gitti. 2002’de yüzde 1.9 olan ailelerin borcunun ulusal gelire oranı beş yılda yüzde 11.7’ye yükseldi...
* 2005-2007 kesitindeki üç yılda ailelerin mevduat, Hazine iç borçlanma kâğıtları, menkul kıymet yatırım fonu, bireysel emeklilik, repo ve nakit para gibi parasal varlıkları yüzde 64.5 oranında artarken borçları yüzde 258 oranında arttı...
Tam da bu tabloda yoksulluk ile işsizlik eş zamanlı kesitte, katlanarak büyüyor!
Türkiye’de yaklaşık 7.5 milyon kişi devletten yardım alarak yaşıyor. AKP iktidarı altında geçen 2003-2007 yılları arasında Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu’ndan 6.1 milyar YTL dağıtıldı.
YILLARA GÖRE YARDIMLAR
| |
YIL
|
YTL
|
2003
|
651.990. 000
|
2004
|
1.347.846.000
|
2005
|
1.304.664.000
|
2006
|
1.389.547.000
|
2007
|
1.413.757.000
|
Ya işsizlik mi? O da şöyle...
Türkiye genelinde işsizlik sayısı 2008 Mayıs’ında 2007 Mayıs’ına göre 95 bin kişi artarak, 2 milyon 496 bin kişiye çıktı!
Türkiye’de işsiz sayısı 2008 Şubat’ın da 2007’nin yılın aynı ayına göre 55 bin kişi artarak 2 milyon 642 bin kişiye yükseldi. İşsizlik oranı 0.2 puan artışla iki yılın en yüksek düzeyi yüzde 11.6’ya ulaştı. Şubatta çalışma çağındaki nüfus 737 bin kişi artarken, istihdamdaki artış 104 bin kişide kaldı!
Türkiye’de her 100 yüksekokul mezununun 36’sı işsiz!
Evet milli gelirin yüzde 8’ine ulaşan cari açık, büyümede tıkanma, hem bölgesel uçurum hem de gelir dağılımındaki eşitsizliğin azalacağına artması, yüzde 20’ye tırmanan işsizlik, vergi toplama fiyaskosu...
Ya da 2008 yılı başında yüzde 6.4 olan yıllık enflasyon beklentisi haziranda yüzde 10.5’e, cari açık beklentisi 39.6’dan 46.8 milyar dolara çıktı... Doğalgaza yüzde 7’yi aşan zammın yanı sıra otomatik fiyatlandırmayla elektriğe yüzde 30 civarında zam gelecek olması ve ilaçta fiyat artışları yurttaş için kara bulutları arttırdı...
“Türkiye dünyadaki 15. büyük ekonomi” palavralarından, “realite”ye geçersek: Hurşit Güneş’in ifadesiyle, “Enflasyon yoksulu daha fazla eziyor... Açlar hızla artıyor... Kısacası, enflasyon müthiş bir yoksullaşma yaratıyor... Memurun yarısı aç, yarısı yoksul...”
Bu ekonomik tablonun, siyasi veçhesine göz atarsak...
V-) TÜRK(İYE) SİYASET(SİZLİĞ)İ
Türk(iye) ekonomisinin siyaset(sizliğ)i, kelimenin tam anlamıyla bir çözülme içindedir...
Çünkü, “1980’lerle gelen neo-liberal, küreselleşmeci ‘restorasyon’, ekonomik, siyasi, kültürel, ekolojik kriz eğilimlerinin basıncı altında çözülüyor. Çözülme, Türkiye’de de restorasyonun siyasi partilerini zayıflatıyor, rejimin geleceğine ilişkin endişe yaratıyor.”[14]
Evet egemen iktidar bloku/ koalisyonu dağılıp/ çözülüyor...
Vincent Boland durumu, “Kemalizm’in krizi” olarak nitelerken; Mark R. Parris de, yaşananların “Daha kutuplaştırıcı bir ortama” kapı açtığına işaret ediyor!
İran’da yayımlanan Cumhuri İslâmi gazetesi, “Türkiye’nin İslâm devriminin arifesinde olduğunu” söylüyorken; Hudson Institute uzmanlarından Zeyno Baran, International Herald Tribune’deki makalesinde ekliyor: “AKP’ye alternatif ‘faşist ve laik’ hükümet!”
Konuya ilişkin bir not: “Liberaller ile İslâmcılar arasındaki kırılmalar milliyetçiler için bir avantaja dönüşebilir. ABD’nin başarısızlıkları, AB’nin kararsızlıkları, Rusya’nın ve Çin’in yükselişleri milliyetçileri daha da cesaretlendirebilir!”[15]
Yani Türkiye çaplı bir çözülmenin geleceksizliğiyle yüz yüzeyken; denilebilir ki “Türkiye’yi zor günler bekliyor”![16]
Tabii iş bunlarla da bitmiyor...
Tüm bunlara ABD ile ilişkiler ve Ortadoğu gerçeği de ekleniyor...
Örneğin ABD Dışişleri Bakanlığı’nın üç numaralı ismi olarak gösterilen Matthew Bryza’ya göre, ABD yeni dönemde de Ortadoğu ve Avrasya’da atacağı adımlarda Türkiye’ye güveniyor.
ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, Cumhuriyet’e verdiği özel demeçte, AKP davasına demokrasisi güçlü, laik ve hukukun üstünlüğünü benimsemiş bir Türkiye penceresinden baktıklarını belirterek, “Türkiye’nin ABD için olan önemi arttı diyebiliriz. Türkiye dünyanın bu zorlu coğrafyasında barış, istikrar, refah ve özgürlük hedeflerinin ön cephesinde bulunan bir ülke,” diyor.
Bir başka kaynağa göre de, “ABD, işgalin ardından bölgedeki politikalarını Türkiye üzerinden yürütecek.”[17]
Ayrıca ABD Dışişleri Bakan Yardımcılığı görevinden yeni ayrılan Nick Burns, Washington’daki düşünce kuruluşu Brookings Enstitüsü’nde Türkiye-ABD ilişkileri konulu toplantıda konuşmasında İran’a ekonomik yaptırımlar konusunda Türkiye’nin harekete geçmesi gerektiği mesajını verirken; ABD’de savunma çevrelerinin dergisi Defense News, Türkiye’nin, karadan karaya atılan füzelere karşı kritik hedeflerinin savunmasını güçlendirmek amacıyla füze savunma sistemleri satın almaya hazırlandığını ve bu konuda dört ülkeyle ön görüşmeler yaptığını yazdı. Dergi, İran’ın geliştirdiği karadan karaya atılan Şahab-3 füzelerinin menzilinin, Türkiye’nin tamamını kapsadığına dikkat çekti!
Tüm bunlar, T.“C”nin ABD İmparatorluğunun piyonluğu misyonunu sürdürdüğünü gösteriyor...
Bunun yeni kanıtlarından birisi de Türkiye’nin “Kuzey Irak’la belirli bir düzeyde temas kurmaya başlaması”dır.[18]
Hatırlanacağı üzere Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın açıkladığı Irak’la “stratejik diyalog hattı” başladı. 1 Mayıs 2008’de Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi Ankara’da temaslarda bulunurken, Türkiye’den Bağdat’a giden bir heyet Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani ve Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani ile görüştü. Ankara’da Haşimi’ye “PKK’dan uzak duran kimseyle diyalogu dışlamıyoruz’, Bağdat’ta Barzani’ye “PKK’ya karşı mesafeli olursanız, diyalogumuz genişler” mesajı verildi.
Özetle “Neo-Osmanlı”cı “Erdoğan, Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolünü de derinleştirmek istiyor,”[19] istemesine “ama”!
Evet bu isteklerin önünde kocaman bir “Ama!” var...
Bu “ama” da T.“C”nin önündeki tarihi soru(n)lardır; bu soru(n)ları aşması mümkün olmayan T.“C” için tek yol; daha da baskıcılaşmaktır; ki Türkiye’de “demokratikleşiyoruz” yaygaraları arasında olup-bit(mey)en tamı tamı budur!
V.1-) “DEMOKRATİKLEŞİYORUZ” YAYGARALARI VE İNSAN HAK(SIZLIK)LARI
Susurluk’lu, Şemdinli’li, Ergenekonlu “derin” (denilen) devleti AB hülyalarıyla durmandan “demokratikleştiren” ve Yıldırım Türker’in, “Ergenekon sahiden yaşadı mı patron?” sorunu “es” geçen liberalleri ciddiye almak mümkün değildir!
Sadece şunu anımsatalım: “Genelkurmay Başkanlığı, işlevi ve yöntemi itibarıyla ‘kontrgerilla’ tipi bir örgütlenme olan Gayrinizami Harp birimlerinin görev tanımını ve alanını genişletmeyi öngören kapsamlı bir çalışma başlattı.”[20] Ve elbette, bu ortaya çıkınca da, bunu inkâr etti... Her neyse!
Devamla; “demokratikleşiyoruz” yaygaraları koparıp, “insan hak(sızlık)ları” konusunda çok duyarlı olduklarını ifade eden (AB meftunu) liberallerimize hatırlatalım:
* Uluslararası Af Örgütü’nün 2008 Türkiye raporunda hak ihlâllerindeki artışa dikkat çekildi. Aynı raporda, Türkiye’de milliyetçiliğin ve şiddetin arttığı vurgulandı!
* İktidara geldiğinden beri AB’ye uyum adı altında “İşkenceye sıfır tolerans” nutukları atan AKP Hükümeti, işkencenin hiçbir zaman eksik olmadığı Türkiye’de istatistikleri daha da yukarı çekti!
* Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın, Newroz kutlamaları sırasında Van, Yüksekova ve Hakkâri’de yaşanılan şiddet olaylarını araştırmak üzere görevlendirdiği heyetin raporunda dört kişinin hayatını kaybettiği, 249 kişinin gözaltına alındığı olaylarda polisin “vahşi ve intikamcı” bir yaklaşımla orantısız güç kullandığı belirtildi. İki doktor, bir avukat ve bir vakıf yönetim kurulu üyesinin hazırladığı raporda, bir tanık olaylarda yaşamını yitiren İkbal Yaşar’ın hastaneye götürülürken dövüldüğünü öne sürülüyor!
İktidarın işkenceyi önlemek istediği yönündeki iddialarını, her gün yeni bir olgu çürütüyor. İzmir’in Çiğli ilçesinde Şehit Erdal Kılıç Karakolu’nun önünden geçerken polislerle tartışıp gözaltına alınan 3 çocuk, polis karakolunda işkence gördüklerini iddia ettiler!
Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde çalışan Dr. Deniz Yazıcı, Bornova’da kimlik kontrolü sırasında polis tarafından dövülerek gözaltına alındı!
* Nijeryalı sığınmacı Festus Okey’in gözaltında ölümüne neden olan Beyoğlu Asayiş Büro Amirliği’nde görevli polis memuru Cengiz Yıldız’ın yargılandığı dava dosyası Adli Tıp Kurumu’na gönderildi. Okey’in Taksim İlkyardım Hastanesi’ne girerken üzerinde olan gömleğinin kaybedilmesine ilişkin yürütülen soruşturmada da takipsizlik kararı verildiği ortaya çıktı!
* Kişisel Verilerin Korunması Kanunu Tasarısı kâğıt üstünde temel hak ve özgürlükleri korumak için öneriliyordu. Ancak tek merkezde toplanacak verilerin kullanımına getirilen istisnalar büyük fişlemenin kapılarını açıyor!
Emniyet’e Türkiye genelinde iletişim araçlarıyla gönderilen tüm mesajların izlenmesi için vize veren Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin, Jandarma’nın aynı doğrultudaki talebini reddettiği ortaya çıktı. Jandarma karara Adalet Bakanlığı aracılığıyla itiraz edince Yargıtay’dan “takip” izni almış!
Emniyet istihbaratının tüm iletişim araçlarını izleme kararının aynısını Jandarma istihbaratı ile MİT’in de aldığı ortaya çıktı. Jandarma ve MİT de tüm iletişim araçlarını izlemeye alırken kullanıcıların adres, kimlik, hattın hangi bayiden ve ne zaman alındığına kadar pek çok sınırsız bilgiye ulaşabilecek mahkeme kararını aldıkları anlaşıldı!
Bayrampaşa Cezaevi’ne yapılan ve 12 insanın öldüğü, 55 kişinin yaralandığı ‘Hayata Dönüş’ operasyonuna katılan jandarmaların yargılandığı dava 7 yıl sonra sanık sayısı bile tespit edilmeden zamanaşımından düştü.
Böylelikle de 1460 Kamu görevlisi ceza almaktan kurtuldu!
* Yürüyüş dergisi satarken, polis kurşunuyla sırtından vurulan ve belden aşağısı felç olan 17 yaşındaki Ferhat Gerçek, olaydan 7 ay sonra savcılığa ifade vermeye çağrıldı. 7 ay boyunca polisler hakkında hiçbir işlem yapmayarak bir hukuk skandalına neden olan savcılık, Gerçek’in ısrarlı suç duyurularından sonra kendisini vuran polisleri teşhis etmeye çağırmak zorunda kaldı. Ancak Gerçek’ten, polisleri sivil ve gençlik fotoğrafları arasından tespit etmesinin istenmesi ile yeni bir skandala daha imza atıldı!
Bu kadarı yeter mi?
“Ama AB bizi bunlardan kurtaracak” mı? dediniz!
Bırakın AB’nin kurtarıcılığını! Emperyalist AB’yi kim kurtaracak?
V.2-) “AB”
Duymamış olamazsınız!
Avrupa Birliği’nin “Valerie Giscard d’Estaing anayasası” yerine icat ettiği Lizbon Anlaşması sizlere ömür. İlkini Fransızlarla Hollandalılar hâlletmişti, İrlanda halkı da Lizbon taslağını arşive gönderdi.
Evet, evet İrlanda seçmeni “Lizbon Anlaşması”na hayır dedi. Böylece AB süreci yine bir krize girdi. Şimdi en az dört senaryo söz konusu. Ama iki şey kesin gibi. Birincisi, AB’nin merkezileşme süreci anayasa vb belgelere dayanarak devam ettirilemez. İkincisi, Türkiye’nin AB üyeliği, gerçekleşmesi artık olanaksız bir projedir.
Görüldüğü üzere: Ne zaman kendilerine bir şans verilse Avrupalı seçmen AB anlaşmalarına ret oyu verdi. Danimarka’nın 1992’de Maastricht Anlaşması’nın reddedildiği referandumundan, 2005 yılında yeni Avrupa Anayasası’nın Fransız ve Hollanda halkları tarafından reddedilmesine kadar. Bu kez de Avrupa Birliği’nden en fazla yararlanan bir ülke olan İrlanda’nın seçmeni Lizbon Anlaşması’na “hayır” dedi.
Bu durumda emperyalist AB’nin geleceği pek parlak görünmüyor!
AB’ye bel bağlayanlar dikkatli olsunlar, onları daha da büyük hayal kırıklıkları bekliyor...
VI-) ÇÖZÜM: İSYANDA, SOSYALİZMDE
Buraya kadar değindiklerim ve en önemlisi 17’lerin bizlere işaret ettiği üzere çözüm, isyanda ve radikal sosyalizmdedir...
Hayır radikal sosyalizm ölmedi; yaşıyor, savaşıyor...
Hem de “Marksizm’in sınıfsal ve diyalektik yaklaşımı benim temel dünya görüşüm. Ama, aynen 1930’lara kazık kakmış Kemalistler gibi kimi Marksistler de 1970’lere kazık kaktıkça, yeni ezilmişlik ve dışlanmışlık kategorilerini görmezden gelip sadece iman tazeledikçe, ben onlarla neyi tartışacağım? AKP’ye mahkûm edenler utansın,”[21] diyebilen yani “AKP’ye mahkûm olduğunu” itirafla, bunun gerekçesini kotaran “yenilikçi”-liberal Baskın Oran ve benzerlerine inat!
Ayrıca unutulmasın: Jacques Derrida, ‘Marx’ın Hayaletleri’ başlıklı çalışmasında, Marx’ın kapitalizm ve modern toplum çözümlemesinin bugünün dünyasını ve sorunlarını hem anlamamız hem de değiştirmemiz için çok önemli bir kaynak olduğunu vurgular. Bugünün dünyasını anlama ve değiştirme üzerine yaptığımız çözümlemelerin ve tartışmaların içinde her zaman Marx’ın hayaletleriyle karşılaşırız.
Marx’ın hayaletleri bize bugünü eleştirme ve yeniden yapılandırma olanağını veren ikazları sunar. Marx’ın hayaletleri bu ikazlarıyla da bize Marx’a olan borcumuzu sürekli hatırlatır. Bu ikazlar çok katmanlıdır; (a) dünyaya bakışımızı belirleyen temel felsefi ilkenin “doğruyu bulma” değil, aksine “adaletli olanı yaratma” çabası olması (b) tarihin gelişimine salt “ilerleme temelinde” değil, aynı zamanda “emek-üretim-özgürlük ve insani kalkınma temelinde” de bakmak, ve (c) “eşitsizlik, yoksulluk ve yoksunluk yaratıcı ve farklı kimlikleri dışlayıcı yönetim mekanizmaları”na karşı mücadele etmek.
Bu çokkatmanlı ikazları birbirleriyle bağlayan ortak paydaysa, yöntemsel düzeyde, eleştirel ve tarihsel bir bakış açısıyla dünyayı sadece anlama değil, aynı zamanda değiştirme çabasıdır. Ve böylece “başka bir dünya olanaklıdır” isteği ve düşüncesini gerçekliğe dönüştürme girişimidir.[22]
Bu bağlamda radikal sosyalizm, 150 yıldır olduğu gibi bugün de varsılı daha varsıl, yoksulu ise daha yoksul kılan kapitalizme-liberalizme verilen en gerçekçi yanıt, sömürü düzenine karşı en gerçekçi seçenektir.
Sosyalizm, toplumculuktur. Sosyalistler, toplumun her bireyinin, başta özgürlük ve demokrasi olmak üzere insanlığın tüm evrensel değerlerine eşit biçimde layık olduğuna inanırlar. Sosyalizm, insanların siyasette, ekonomide, kültürde, sosyal yaşamda eşit şansa sahip olacakları bir düzendir.
Şans eşitliğinin olmadığı yerde özgürlükten söz edilemez; eşit olmayan birey özgür olamaz. Kapitalist düzende, düzenin sahibi olan, varoluşu sömürüye dayanan varsıl da özgür değildir, tutsaktır, kapitalist düzenin motoru olan hırsının tutsağıdır. Kendisi tutsak olan başkasına özgürlük veremez.
Kapitalist devlet de varsılların devletidir. Temel işlevi, tüm kurumlarıyla yoksullara, emekçilere, çalışan kesimlere karşı varsılların haklarını, onların varoluş koşullarını korumaktır.
Sosyalistler bu gerçeği bilerek örgütlenmeli, bu gerçeği bilerek savaşım vermelidirler.
Kapitalist düzende çalışan kesimlere, emekçilere, yoksullara verilen her türden haklar, özünde kapitalist devletin çaresiz durumlarda vermek zorunda kaldığı ödünler, sus paylarıdır. Çalışan kesimler, emekçiler, yoksullar kendilerine tanınan bu “haklar”ın, verilen ödünlerin, aldıkları sus paylarının her an geriye alınabileceklerinin bilincinde olmalıdırlar.
Savaşımla alınmayan, direnerek korunmayan hiçbir hakkın kalıcılığı yoktur.[23]
O hâlde gün, isyanın, radikal sosyalizmin umutlarını yeşertme günüdür...
Gün, umudun nerede olduğunun bilincine varma günüdür...
Gün, özgürlüğe giden yolları açmaya başlama günüdür...
Umut da, özgürlük de gelen gündedir...
Umut, isyandır, radikal sosyalizmdir...
Evet, şimdi isyan zamanıdır; her yerde, her koşulda... Örneğin Nepal’de olduğu gibi...
Faruk Sulehria’nın, “Nepal’de solun zaferi, bu Himalaya ülkesini tanıyan kişiler için beklenmedik bir şey değil,” diye ifade ettiği koordinatlarda “Nepal’deki olaylar çok büyük önem taşıyor. 2003’te NKP (M) ‘Sosyalizmin XXI. Yüzyıldaki Gelişimi’ başlıklı bir karar benimsedi. Bu karar sağlam bir proleter halk demokrasisi niteliğine sahip anayasal bir çerçeve kapsamında çok partili sistem öngörüyor. Randhir Singh, sosyalist demokrasiyi elde etmenin ‘Sanki kadermiş gibi değil de, sürekli mücadeleyi ve daha fazla demokrasiyi içeren asla sona ermeyen tarihsel bir süreç olarak görülmesi gerektiğini yazmıştı.’ Kurucu meclis seçimleri Nepal’de devrimci sosyalist bir demokrasinin, dünyada tarihsel öneme sahip bir olayın yeni bir aşamasına işaret ediyor.”[24]
Yeni Nepal’de bir yanda kutlamalar, diğer yanda çatışmalar devam ediyorken; 239 yıllık monarşinin sona ermesinin ardından ilan edilen cumhuriyetin ilk gününde, kraliyet sarayında dalgalanan kraliyet bayrağı gönderden indirilerek yerine ulusal bayrak çekildi.
29 Mayıs 2008 gecesi cumhuriyetle birlikte üç günlük ulusal tatil ilan edilmesiyle binlerce Nepalli, başkent Katmandu sokaklarını doldurarak şarkılar ve danslarla sevinç gösterileri ve yürüyüşler yaptı. Basın da cumhuriyeti, “Bir umut doğuyor”, “Yaşasın cumhuriyet” manşetleriyle karşıladı.
Devrime ilişkin olarak NKP (M) Genel Sekreteri Prachanda, “Seçimlerde yenilgiye uğrayanlara devlet başkanlığı ve diğer kritik yönetici görevleri önermeye hazır değiliz. Halk tarafından devrilenler hâlâ bu iddiada iseler bunu kabul etmeyeceğiz,” diye haykırırken; NKP (M) Merkez Komite üyesi Hisila Yami de ekliyor: “Monarşi bitti... Nepal’de askeri mücadeleden politik mücadeleye yöneliyoruz”!
Yine Hisila Yami, 15 Nisan 2008’de, yani seçimlerden hemen önce yapılan bir röportajında şunları da diyordu: “Halk savaşından sonra yeni bir döneme girdik; yeni bir mücadele biçimini tercih ettik. Dışarıdan bakıldığında basit gibi gözüküyor olabilir ama bu çok zor bir yol. Zikzaklı bir yol izledik; çünkü eski devleti yıkmaya iyice yaklaştığımızda ABD ve Hindistan’ın da bize saldırmaya yaklaştıklarını gördük. Bu durum, asla bitmeyecek bir savaşa yol açabilirdi. Bugün, legal mücadele yoluyla ve sokaklarda kazanımlar elde ediyoruz. Daha önce askeri bir strateji izliyorduk ve politika askeri durumu etkiliyordu. Şimdi ise siyasi bir strateji izliyoruz ve bu çok daha zor.”
Olanlara ilişkin Prachanda, “Nepal’in yeni tarihini yazıyoruz”; Dewan Rai Bhattarai, “Oyu ve mermileri devrimde birlikte kullandık,” derken; “Halk konuştu, fermanı çok net,” vurgusuyla NKP(M) Merkez Komite üyesi Dharmendra Bastola da tabloyu şöyle açıklıyor: “Nepal halkına yarı feodal, yarı sömürge devleti yıkması ve yeni demokratik devleti kurması için önderlik eden partimiz büyük bir isyan başlattı. Halk savaşı sırasında, halk savaşını takip eden 19 Gün Ayaklanması’nda ve aynı zamanda Anayasa Meclisi seçimlerinin barışçıl hazırlıkları sırasında halkımızın oğullarının ve kızlarının kanları ile dünya tarihinin onurlu bir destanı yazıldı...
Nepal tarihinde, feodal otokratlar ve komprador bürokratlar sınıfı, devrimci hareketi henüz tomurcuk hâlindeyken yok etmek istedi, ancak bu mümkün değildi. Çünkü bu savaş, eski devletin hiçbir zaman çözemediği politik meseleleri öne çıkaran, tüm halkın barış, gelişme ve refah taleplerini yansıtan ve halk tarafından sımsıkı kucaklanan bir savaştı. Gerici güçler, Maoist devrim hareketinin 15 gün ya da 3 ay gibi bir sürede sona ereceğini pek çok kez deklare ettiler. Ancak onların bu düşleri bir kâbusa dönüştü, çünkü Halk Savaşı devlet mekanizmasını adım adım yendi.
Sonunda, emperyalist ve yayılmacı güçler, Maoist devrimi seçim yolu ile süpürüp atabilecekleri fikrine kapıldı. Maoistlerin halk kitlelerinin oyları ile yenileceğini ve kendi çürümüş ve emperyalist kuklalarının iktidarlarının sonsuza kadar süreceğine inanıyorlardı. Tüm bu düşlerinin aksine, Nepal kitleleri tarihi bir irade gösterdi ve kralcı, emperyalist kuklalar seçimde büyük bir yenilgiye uğradı.
Anayasa Meclisi seçimleri bir bakıma eski ideolojiye, liderliğe ve üretim ilişkilerinin karakteri bakımından yarı feodal, yarı sömürge olan devlete karşı NKP(M)’ye oy vermenin yeni bir ideolojiye, yeni bir liderliğe oy vermek anlamına geldiği, toplumda köklü bir değişikliğe işaret eden bir referandumdu.”
Yani NKP (M) Merkez Komitesi’nin Federal Cumhuriyetin kuruluşunu kutlamak için 30 Mayıs 2008’de Katmandu’da düzenlediği halk toplantısında yaptığı konuşmada NKP (M) Genel Başkanı Pushpa Kamal Dahal’ın (Prachanda), “Eski Nepal öldü. Monarşi tasfiye edildi. Ancak Nepal’de, ‘yeni’ henüz doğumunu tamamlamadı. Emekçi halkla burjuvazi arasındaki iktidar mücadelesi başkan ve başbakanlık konuları üzerinden sürüyor,” vurgusuyla ekliyor: “Halk, Cumhuriyeti yarattı... Halkın iradesini kabul edin”!
VI.1-) “SON” BİRKAÇ ŞEY DAHA
Ve dediklerimizi toparlarsak, şimdilerde coğrafyamızda ve yerkürede isyan eden ne varsa onlarla ayaklanmalıyız...
17’lerin bizden istediği de, zaten budur!
17’lerin de işaret ettiği şeyin görülmesi gerek: “Küreselleşme + Kriz = Açlık + İsyan” denklemini yaşayan kriz içindeki dünyada sorun, sürdürülemez kapitalizme karşı, “demokratikleşme” türünden savunmacı “perspektif(sizlik)ler”le değil, “ama”sız/ “fakat”sız anti-kapitalist çözümden geçer.
Açık anti-kapitalist yönelişler, hangi gerekçe ile olursa olsun, düzen-içi talepleri devrimci mücadelenin yan ürünleri olarak görüp, asli şeyin önüne koymaz...
Mesela, “demokratikleşiyoruz”, “kültürel talepleri formüle ediyoruz” diye AB’ye endeksli “anayasa”nın kapitalist; AB’nin de emperyalist olduğunu göz ardı etmez; bu konuda susmaz... Ya da özelleştirmekler karşısında, ikircimsizce kamulaştırmayı veya IMF’ye borçların ödenmeyeceğini açık açık deklare eder...
Ortada kriz var; artık hiçbir şey eskisi gibi değil; kriz ve sonuçları gündemin baş maddesidir; başat ve asli olan soru(n) artık kapitalist kriz ve devrimci çözüm politikalarıdır...
Yani diğer bir deyişle “Eşit yurttaşlık, vs...” diyerek bir yere gitmek mümkün değil...
Şimdi yoksulluğa karşı, anti-kapitalist açlık ordusunu örme zamanı.
Şu ana kadar, kapalı kapılar ardındaki görüşmelerle, yukarıdan “örülmeye” çalışılan “çatı partisi”, öncelikle ne olduğu herkese göre değişen bir muammanın ötesine geçmiyor.
Örneğin, “AKP’ye karşı sol seçenek” toplantıları düzenleyen Ufuk Uras’ın formülü, “Eylül’e [2008] kadar gevşek, geniş bir sol koalisyon kuralım”[25] anlamsız “genişliği”nde somutlanırken; “koalisyon” nerede başlıyor, nerde bitiyor? Bu belli değil.
Bitmedi, yukarıdan “örülmeye” çalışılan bu “koalisyon”un muhatabı kim?
Ya da yine yukarıdan “örülmeye” çalışılan “çatı partisi”ne ilişkin olarak,[26] bir “işadamı” Osman Kavala da şunu diyor: “Bunun adına ‘çatı partisi’ denilmesindeki maksat, bir takım siyasi parti ve örgütlerin bir arada olması ve başka bir siyasi partiye, yani her parti ve örgütün içinde yer aldığı farklı bir siyasi örgüte oy vermesidir... Yani siyasi örgütler varlıklarını sürdürüyor ama seçimlerde bir çatı oluşturuyor”![27]
Sormadan geçmeyelim: Ne yapılmak isteniyor? Osman Kavala gibi “cevval-sivil toplumcu-neo-liberal işadamları” ne kotarmaya kalkışıyor?
Bunlarla birlikte önümüze, AB ve sivil toplumcu soslu, “buyrun yerseniz yeyin” denilen şeyler mi konulacak?
Hangi formatta olursa olsun; bunlar bir tavır ve program sorunudur!
ABD’ye “havet”li, AB’ye “neden olmasın”lı bir duruş sergileyen unsurlarla yanyana durma çabasının zaman, enerji ve moral israfı olacağı açık.
Kavala Grubu ile bir yere varılacağını düşünmek mümkün değil.
Ortak bir çatı için, güçlü bir mücadelenin temelleri gerek!
Görün, anlayın, kavrayın: Kapitalist sistem her şeye karşın “sol” etiketi taşıyan, Osman Kavala gibi zülfüyare dokunmayan ya da Fuat Keyman gibi, hâlâ, “Türkiye’de nasıl bir sol olunmalı?”[28] sorularıyla oynayan bir “muteber solcu” figürüne gereksinim duyuyor. Bu kontenjanın dışına kalmak gerekiyor; bu devrimciliğin “olmazsa olmazı”!
Ve nihayet “Uygun bir sol aranıyor” vurgusuyla Ergin Yıldızoğlu ekliyor: “Özetle bu solun kapitalizme karşı olmaması, emperyalizm sözcüğünü ağzına almaması, hele asla ihtilalci olmaması gerekiyor.
Bu ‘uygun’ solun, geçmişini, geleneğini yadsıması, dünya tarihsel sadakatlerini terk etmesi, kendini tümüyle yapıya teslim etmesi, bu anlamda öznelerden değil bireylerden oluşması, sınıf, vatandaşlık gibi ‘soyut evrenselliğe’ ilişkin aidiyetlere sırt çevirmiş olması gerekiyor...”[29]
Diyeceklerimi sonlamalıyım: “Gerçek, hiçbir yalana benzemez” demiştim; işte Ökkeş’i ya da 17’leri ayırt eden budur; yani yalana bulaşmamış gerçekleri...
Onlar bu gerçekleriyle Ben Johnson’un, “Yapılamayacağı düşünülen bir şeyi yaparak insanlığın güç alanını genişleten her şey değerlidir”; Virgil’in, “Yapabilirler, çünkü yapabileceklerini düşünüyorlar,” sözlerindeki üzere yaşadılar, yaşattılar, öğrettiler ve hâlâ da İbrahim Kaypakkaya’nın yoldaşları olarak öğretmekteler...
Beni dinlediğiniz için sizlere teşekkür ediyorum...
26 Haziran 2008 16:08:04,
Ankara.
N O T L A R
[1] Fransa Demokratik Haklar Federasyonu’nun 29 Haziran 2008’de Mulhouse’de Fransa Türkiyeli işçiler Kültür Derneği’nde (ACOTF) düzenlediği “XXI. Yüzyıl İsyanı ve 17’ler” başlıklı toplantıda yapılan konuşma...
[2] Ahmed Arif, “Hani Kurşun Sıksan Geçmez Geceden”.
[3] John Bellamy Foster, “Sermayenin Malileşmesi ve Kriz”, Monthly Review, No:18, Haziran 2008, s.27.
[4] Hüseyin Baş, “Tarım ve Gıda İflasın Eşiğinde...”, Cumhuriyet, 2 Haziran 2008, s.10.
[5] İsmail Mert Başat, Gökyüzünden Başka Sınır Yok-Denemeler, Kırmızı Yay., 2008, s.249-251.
[6] Hannah Arendt, Geçmişle Gelecek Arasında, çev: Bahadır Sina Şener, İletişim Yay., 1996, s.243.
[7] Erdal Atabek, “Tüketim Kültürü Çocuklarımızı da Tüketiyor...”, Cumhuriyet, 16 Haziran 2008, s.4.
[8] “McCain’in Dış Politika Programı Endişe Nedeni”, Financial Times, 16 Mayıs 2008.
[9] Ergin Yıldızoğlu, “Yılan Hikâyesine Döndü...”, Cumhuriyet, 28 Nisan 2008, s.12.
[10] Cihangir Dumanlı, “İran Ortak Hedef”, Cumhuriyet Strateji, Yıl:4, No:204, 26 Mayıs 2008, s.16-17.
[11] Türkkaya Ataöv, “Obama Kandırması”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2008, s.2.
[12] Ergin Yıldızoğlu, “İki Kriz Arasında...”, Cumhuriyet, 16 Nisan 2008, s.4.
[13] “Yabancı Kazandığını Dışarı Götürdü”, Taraf, 24 Nisan 2008, s.6.
[14] Ergin Yıldızoğlu, “Uygun Bir Sol Aranıyor”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2008, s.4.
[15] Nejat Eslen, “Jeopolitik Güç Mücadelesi Ve Rejim Tehlikesi”, Radikal, 13 Haziran 2008, s.11.
[16] Vincent Boland-John Thornhill, “Türkiye’yi Zor Günler Bekliyor”, Financial Times, 23 Nisan 2008.
[17] Bahadır Selim Dilek, “Irak’la Stratejik İlişki”, Cumhuriyet, 4 Haziran 2008, s.8.
[18] Hazım Mubidin, “Türkiye, Ortadoğu’da İran’a Denge Unsuru Olmaya Doğru İlerliyor”, Rey, 30 Nisan 2008.
[19] Semih El Muayete, “AKP’nin Gözü Türkiye’nin Bölgesel Rolünü Güçlendirmekte”, El Ghad, 1 Mayıs 2008.
[20] Mehmet Baransu, “Genelkurmay’ın Yeni Kontrgerilla Planı”, Taraf, 2 Haziran 2008, s.13.
[21] Baskın Oran, “AKP’ye Mahkûm Edenler Utansın”, Radikal İki, 18 Mayıs 2008, s.1-4.
[22] E. Fuat Keyman, “Marx’ın Hayaletleri ve Türkiye”, Radikal İki, 25 Mayıs 2008, s.3.
[23] Deniz Kavukçuoğlu, “Umut: Sosyalizm”, Cumhuriyet, 4 Haziran 2008, s.17.
[24] “Nepal Devrimi: Silahlı Mücadele Serbest ve Adil Seçimleri Mümkün Kıldı”, Monthly Review, No:18, Haziran 2008, s.221.
[25] Devrim Sevimay, “Uras’ın Formülü Gevşek, Geniş Bir Sol Koalisyon”, Milliyet, http://milliyet.com.tr/default.aspx?aType=HaberDetay&Kategori=siyaset&ArticleID=879451&Date=23.06.2008
[26] Dikkat: Ufuk Uras, “Çatı partisi konusu ÖDP’nin gündemine gelmedi ve yetkili kurullar bu konuda karar almadı. Bu yüzden benim bu konuda konuşmam doğru olmaz. Kimseyi yanıltmak istemem,” (“Sol, Halk İçin Güçlü Bir Alternatif Olacak”, Birgün, 19 Mayıs 2008, s.9.) diyor!
[27] Osman Kavala, “Çatı Partisi Önümüzdeki Yerel Seçime Yönelik Bir Girişimdir”, Birgün, 10 Haziran 2008, s.12.
[28] Fuat Keyman, Türkiye’nin İyi Yönetimi: Demokratikleşme ve Özgürlükçü Sol Alternatif, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2008.
[29] Ergin Yıldızoğlu, “Uygun Bir Sol Aranıyor”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2008, s.4.
Yorumlar