“Gözler, kulaklardan daha emin tanıklardır.” [1] TEMEL DEMİRER Nâzım Hikmet’ın, “Taranta Babu’ya Beşinci Mektup”ta dediği gibi: “D...
“Gözler, kulaklardan daha emin tanıklardır.”[1] TEMEL DEMİRER
Nâzım Hikmet’ın, “Taranta Babu’ya Beşinci Mektup”ta dediği gibi: “Dünya öyle büyük,/ öyle güzel/ öyle sonsuz ki deniz kıyıları/her gece hepimiz/ yan yana uzanıp yaldızlı kumlara/ yıldızlı suların/ türküsünü dinleyebiliriz...”
Bu mümkündür; ona ne şüphe…
Böylesine kesin bir şüphesizliğin, ikircimsizliğin fotoğrafçısıdır bizim Mehmet Özer…
Çağının tanığı, tarafıdır…
“Yedi kat yerin altından uğultular geliyor.
Çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır.
Haram sevaboldu, sevap haramdır.
Ak kurt, kara tahtayı daha bir yol kemir,
çekin ki körükleri ateşe girdi demir.
Çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır.
Duyuldu kim ölüm satılıp kâr edile,
kendi kendilerin reddü inkâr edile,
ve duyuldu kabuğuna tık ettiği civcivin,”[2] dizeleriyle betimlenmesi mümkün olan bir zaman diliminde yaşayan “11. Tez”ci Mehmet Özer, yaşananın da mukayyitidir.
Bir mukayyit olarak, O bir tarihçidir… Çünkü Onun fotoğraf makinesi yaşananları kaydederek, ezilenlerin tarihini biriktirir.
İş bu nedenle Mehmet; bir bazuka gibi kullandığı makinesinin deklanşörüne her basışında; hepimize, George Santayana’nın, “Belleği olmayan deliler ülkesidir”; Lazsio Moholy’nun, “Geleceğin cahilleri, fotoğraf makinesi kullanmayı bilmeyen kişiler olacaktır,” sözlerini anımsatır…
Onun kimi özelliklerini, hızla sıralarsam…
O, MUKAYYİTTİR
“Zamanımızı
zamanında öğrenemediniz
Gördükleriniz
başka bir zamanı mekânı gösterdi.”[3]
‘Tarihin Adları’nın “Önsöz”ünü yazan Hayden White de, “Tarihin yeni öznesi sessiz sedasız, fark edilmeden, sözleri işitilmeden ölen, ama bastırılmış varlıklarıyla sesleri tarihe musallat olan bütün insanlardan ve topluluklardan başka bir şey değildir,” derken; Tocqueville de şöyle ekler: “Tarih birkaç hakiki resimle çok sayıda kopyanın bulunduğu bir galeridir.”
Evet O, böylesine bir “tarihçi”dir; anı, yaşananı, başkaldırıyı, umudu sonsuzlaştıran bir mukayyittir; “tarih arifesi”nde, egemen şiddete ve acılarına karşı, insana özgü gerçek tarihi başlatmak için…
Tıpkı Terry Eagleton’ın ifadesindeki üzere: “Kimileri gerçek insan doğasının ancak şiddetli baskı altında ortaya çıktığına inansa da insanlar sadece baskı ortadan kalktığında kim olduklarını görebilirler. Öğrenebilirler veya olmak istedikleri kişi olabilirler. Marx, bugüne değin olan biten herşeyin aslında tarih olmadığını söyler. Şu ana değin olan bitenler ‘tarih arifesidir’. Sürüp gitmekte olan korkunç sömürünün bir başka adımıdır sadece. Ancak önümüzdeki engelleri yıkıp gerçek tarihe ulaştığımızda nasıl insanlar olduğumuzu anlama şansına sahip olacağız. Bu neticede hoş bir deneyim olmayabilir elbette. Belki de baştan beri bir canavar olduğumuz çıkacak ortaya. Ama en azından, üstümüzdeki gücün acımasız zorlamalarıyla ya da mal mülk için verdiğimiz sonsuz kavganın etkisiyle bulanıklaşmış gözlerle değil, doğru ve düzgün bir bakışla görebileceğimiz kendimizi.”[4]
Tarihin arifesinde geldi mi, tek tek değil, cümbür cemaat gelen acılardan, onları göğüslemekten korkmayan Onun kareleri acıların sözcüsüdür; tercümanıdır…
Acıya baş eğmemenin, her derde deva olduğunu ve acıların başkalarının demeden paylaşarak haklanacağını bilen, öğreten, öğütleyen Mehmet, bir başka yaşamın mümkün olduğundan, bunun düş olmadığından, acı çekmek için yaratılmış olmadığımızdan şüphesizdir…
Friedrich Wilhelm Nietzsche’nin, “Bence siz yeterince acı çekmiyorsunuz henüz! Çünkü siz kendi acınızı çekiyorsunuz, insanın acısını çekmiyorsunuz,” uyarısını görmezden gelmeyen O; dünya için gözyaşı dökmenin ötesindeki insanî dik duruşun diklenmesiyle meydan okur umarsızlığa ve başucundaki “kendine acıma”ya…
O, AYDINDIR
“Vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım
Geçin sıcak ırmakları kuşlarım
Kızılırmak Kızılırmak akın kuşlarım.”[5]
Mehmet’i “fotoğraf sanatçısı” olarak nitelemek gelmez içimden; belki de Ara Güler’den okuduklarımdandır…
Mehmet elinde fotoğraf makinesi, dilinde dizeleriyle, John Berger’in “Bizden çalınan sözcükleri geri almalıyız, yoksa bize tek bir sözcük kalacak; UTANÇ!” uyarısını göz ardı etmeyen militan bir aydındır…
Eleştiri ve itirazla ilişkisi çok zayıf olan toplumumuzda, eleştiri ve itirazın sınırsız özgürlüğünden vazgeçmeyen, bunun diyetini de ödeyen O; görmeyi, anlamayı, değerlendirmeyi, biriktirmeyi, seçmeyi, yaratmayı, harekete geçmeyi önerir; statükocu tutuculuğa tutunanlara inat…
Böyle (aydın) olmanın maliyeti elbette çok yüksektir.
Böyle olan -çoğunluk- “cezalandırılır”, “özgürlüğü elinden alınır”, “tecrit edilir”, “yalnız bırakılır”, “ekonomik olarak yaşamını sürdüremez hâle getirilir”…
Ancak “vazgeçmek”, “dayatılana uyum sağlamak” yoktur Onun karelerinde ve dizelerinde bedeli ne olursa olsun…
Kolay mı? Çoğunluk unutup/ unutturmak istese de, aydın: Otoriteye kafa tutması, bağımsızlığı, ödünsüzlüğüyle vardır.
Yalakalardan, yardakçılardan “aydın” değil, müsveddesi bile olamaz…
Sultanların, kralların, despotların ezeli rahatsızlık kaynağı olması da ebedi yalnızlığı da ondandır. Çünkü sürgündür, muhaliftir, tek başına kalmayı bilendir aydın…
Tutarlıdır; savunduklarıyla yaşama biçimi birbirine ters düşmez Onun...
Güzelliğin ölümsüz olduğunun bilincindedir her daim Mehmet’in estetik anlayış ve algısı.
Ayrıca güzelin devasa bir değişimle kapımızı çalacağını, bunun için de büyük yangıların gerektiğini; bir şeyleri yakmadan ateşin ısıtıp, çevresini aydınlatmayacağını unutmaz…
İnsan(lık)ın iradesine inanmanın yaşamın gücü olduğunu…
Kapitalist akıl(sızlık)ın “inanılmaz” dediği şeylere inanmaktan, bağlanmaktan başka seçeneğimiz olmadığını bilir ve bunun da risklerinden çekinmez...
Çünkü “İnsan, her şeyin ölçüsüdür,” Onun hikâyesinde Protagoras’ın dediği üzere…
Ve yine “İnsan, ‘ne ise o olma’yı reddeden tek yaratıktır,” tarihte Albert Camus’nün hatırlattığı gibi…
İnsan(lık)ın yüzünü güneşe çevirdiği oranda, gölge görmeyeceği iyimserliğiyle açlığın ve zulmün kader olmadığından emindir; 1812 ile 1882 arasında yaşamış ve giyotinle öldürülmüş Theodor Six’in haykırdıklarını da unutmadan: “Dedim ki/ İnsanın insanı sömürmesi yok edilsin.
Dedim ki,/ Toprak onu kullananın olsun.
Dedim ki,/ Üretmeyenin yaşama hakkı olmasın.
İşte o zaman beni öldürdüler!”
O; tokun, açın hâlinden anlamadığını; açlığın, aç bırakanların yok edilmesiyle nihayete erdirileceğini; tüm kötülüklerin insan(lık)ı aç bırakanlardan geldiğini; ancak açılığın insan(lık)ın büyük tutkularını körüklediğini de unutmadan: Kötülüklerin en büyüğü ve suçların en kötüsünün insanların yoksullaştıran sömürü çarkı olduğunun altını çizer; her deklanşörüne bastığında…
Bu Onun vicdani seçimidir…
Bu aynı zamanda insan olmanın ahlâkıdır da.
Durmadan “U” dönüşlerinin yaşandığı bir ahlâksızlığın ortasında, Mehmet’in kareleri, insanın yapması gereken şeyi yapması gerektiği zaman yapmamasının en büyük ahlâksızlık olduğunu haykırır suratımıza…
Sonra da insanî bir ahlâkın, “özel ve pahalı bir lüks” değil, varoluşumuz için vazgeçilemez olduğunun; ahlâkın, dünyaya bakışımız, duruşumuz, düşüncelerimizle ve ilkelerimiz uğruna savaşımızı sürmemizle doğrudan bağıntılı olduğunun altını çizer…
O, FOTOĞRAFÇIDIR
“İyi fotoğrafın kuralı yoktur,
yalnızca iyi fotoğraf vardır.”[6]
Mehmet Özer’in fotoğrafçılığını betimleyen ayırt edici özellik, farkındalıktır!
Evet, evet Onun kareleri, farkındalıkla kayda geçirilen gerçekliğe yakınlıkla biçimlenir.
O, deklanşörüne bastığı gerçeğe yakın durur; yürüyüşlerde, barikatlarda, çatışmalarda hep öndedir.
Tıpkı, “Eğer fotoğrafınız yeterince iyi değilse, o zaman yeterince yakın değilsiniz,” diyen Robert Kapa’nın anlattığı üzere…
Bu özelliğiyle korkusuzluğun, cüretin, insan sıcağının ne demek olduğunu her karesinde gözünüze nakşeden Mehmet, “Efendim bu serüvene neden atılmak istiyorsunuz anlayamıyorum. Vakit gece, bizi gören yok; pekâlâ yolumuzu değiştirip tehlikeden kaçabilir, üç gün susuz kalmayı göze alabiliriz; üstelik bizi gören olmadığına göre, kimse bize korkak da diyemez,”[7] mantık(sızlığ)ının Sanco Panza’larıyla dolu bir dünyada Don Quichotte olmanın ne demek olduğunu da anımsatır hepimize…
Ezilenleri tarihini kaydederek biriktiren Onun fotoğrafı, bakan ile bakılanın, gören ile görülenin ötesinde emekçilerin gerçeğini yansıtan bir manifestodur sanki.
Dünyada ve ülkemizde Henri Cartier Bresson, Brassai, Robert Doisneau gibi isimlerle tanışımız olan, fotoğrafik türler arasında en yaygın ve belki de en çok sevileni, sokak fotoğrafçılığı[8] ekolündedir O…
Bir sokak fotoğrafçısıdır…
Ama sadece sokak fotoğrafçısı olmakla sınırlı değildir.
Ayrıca Edward s Curtis’in, August Sander’in, Roman Vishniac’in, Diane Arbus’ün, Walker Evans’ın, Andrea Kertez’in ekolünden, belgesel fotoğrafçılarındandır da…
Onun fotoğraflarının bir dil olduğu herkesin malûmudur. Gerçeği gözünüzün içine sokan sarsıcı bir dildir bu. İktidarlar ve sözcülerinin canını sıkan bu dil, Mehmet’in siyasi, kültürel ve ideolojik tercihleriyle biçimlenmiştir.
Yani Onun fotoğrafçılığını betimleyen birlikte barikat kurduklarının tarafıdır.
Bu nedenle de Onun fotoğrafları dünyaya aşağıdan, ezilenlerden, kadınlardan, Tek-el’cilerden, Kürtler’den, Aleviler’den, çocuklardan, aşkı ve hayatı savunanlardan yana bakar…
Sorumluluklarına sırt dönmez; Murat Yaykın’ın, “Nasıl ki ağzınızdan çıkanın ya da yazdığınız bir metnin dolaşımda olması/toplumsal paylaşımı sizi tanımlıyorsa, görsel dilin paylaşımı da aynı biçimde dikkat gerektirir. Fotoğrafçı olarak sanatsal üretimleriniz dışındaki fotoğraflarınızın ‘doğrudanlığı’ ve gerçekliği sınanabilir... ‘Fotoğrafın kullanım biçimlerinden’ sorumlusunuz demektir,”[9] uyarısını “es” geçmez!
Çünkü “Fotoğraf gerçektir,” diyen ‘Yeni Dalga’ akımının yaratıcısı Fransız sinemacı Jean-Luc Godard’un uyarısı kulağına küpedir Mehmet’in…
Çünkü aslı kadar sahici olmalıdır fotoğraf. Sahicilik yakınlıkla mümkündür. Fotoğrafçı yakınlaştıkça görebilir. Fotoğrafta inandırıcılık önemlidir. Yakınlaştıkça daha “kendisi” olur.
Böylesi bir bütünsellikte; çıplak, çocuk, sabırlı, meraklı, açık, yakın, duygusal ve insandır olabildiğince Onun kareleri…
O, İNSANDIR
“Hayvan olmak istiyorsan, olabilirsin!
Bunun için sadece kendi postuna özen göstererek
insanlığın acılarına sırt çevirmen yeterlidir.”[10]
Pablo Neruda’nın, “Hayat yaşandığı kadardır. Ötesi ya hatıralarda bir iz, ya da hayallerde bir umuttur,” sözlerinde hatırlattığı türde somutu yaşayan, yaşatan, yansıtan karelerinde egemen korkuya aldırmayan insana özgü çocuksu bir yan vardır…
Hani “İnsan kuş kanadında gelen yazı.
İnsan arı su, insan ak süt.
İnsan yem yeşil uzanan bahçe.
İnsan kum, insan çakıl taşı.
İnsan yiğit, insan dost, insan sevdalı.
İnsan kancık, insan ödlek, insan hergele.
İnsan kocaman, dağ gibi.
İnsan parmak kadar, küçücük.
İnsan alın teri, insan lokma, insan kan.
İnsan solucan, insan sülük.
İnsan kuş kanadında gelen yazı.
İnsan gül fidanında yanan gonca.
İnsan umutların kapısı,” diye haykıran A. Kadir’in dizelerindeki üzere…
Bu tam Mehmet’in fotoğrafçılığını da belirleyen vicdanıdır…
Onun vicdanı susturulamaz…
Çünkü O; “Herkes yapıyor...” “Ben yapmasam başkası yapacaktı...” “Mecbur kaldım...” “Benim karşı çıkmam bir şey değiştirmezdi ki...” “Bana mı kaldı dünyayı düzeltmek...” “Ben büyük bir zincirin bir parçasıyım...” “Evde çoluk çocuk ekmek bekliyor...” “Başka seçeneğim yok ki, bu benim hayatım...” Vesaire, vesaire, demez!
İnsan olmanın ve kalmanın kolektif sorumluluklarına bireysel vicdanıyla/ bilinciyle “boş vermez”…
Akıntıya karşı ısrarla kürek çeker…
Bu böyle olunca korkmadan ya da sadece korkudan korkarak; “Yalnızlaştırılma”, “Parasızlık”, “Yaşlılık”, “Acı çekme”, “Ölüm”, “Yok olma”, vb’i korkularıyla yönetilmeye; yani egemenliğin “olağan insan(cık)lar”a dayattığı “çaresizlik” yalanına; “ürkütülmüş insan sendromu”na “Hayır” der, dedirtir karelerinde…
Bu Onun için varoluşuna, yaptıklarına dair aslî bir tercihtir.
Mehmet’i var eden de budur…
Çünkü O, cesaretin kaybetmeyi göze aldığın şey kadar olduğunu hiç unutmaz.
“İşimi”, “Yerimi”, “Unvanımı” kaybedersem diye korkarak yaşamaz…
Yani sürü içinde güdülenlerden olmayı insan onuruna, özgürlüğe bir zül addeder…
Burada durup bir parantez açmakta büyük yarar var…
“Özgürlük nedir? Çitlerle çevrili olmayan bir ortamda yaşamak mı? Hiç sanmıyorum. Eğer özgürlük bu olsaydı, Kuzey İngiltere’de dağlarda yaşayan koyunlara da özgür denilebilirdi,” vurgusuyla ekler Rahmi Öğdül:
“Sağduyusal bir dünyada artık Nâzım Hikmet’in ‘Koyun Gibisin Kardeşim’ şiirinde olduğu gibi eli sopalı, gocuklu bir celebe de gerek yoktur; yerli yurtlu hâle getirilmiş bir sürü içinde kalarak kendi güvenliğini sağlama alan sağduyusal koyunlar dünyasında, her şey zaten asırlardır izlenen ve çiğnenmekten aşınmış yolların etrafında gerçekleşir. Dışarıya yerleştirilmiş çitlere, duvarlara ihtiyaç duyulmaz. Kendi çitlerimizi içimizde taşırırız çünkü. Sürüden, sağduyudan ayrıldığımızda, daha doğrusu kendimizi yersiz yursuzlaştırdığımızda başımıza geleceklerden korkup, içimizdeki sağduyunun çitlerine daha bir kuvvetle sarılırız. Üstelik bu çitler uğruna savaşırız bile.
Ne diyordu Spinoza? ‘Despotik devlet idaresindeki en yüksek ve asli gizem, tebaalarını kandırmak ve onları baskı altında tutan korkuyu dinin aldatıcı kisvesiyle maskelemektir, böylelikle tebaalar kendi güvenlikleri için olduğu kadar kölelikleri için de kahramanca dövüşebilir… ve bunu en yüksek şeref olarak addederler.’
İktidar ile tebaalar arasındaki bu gizli işbirliği sayesinde, dışsal çitleri, duvarları yıktığımız devrimler bile çok geçmeden içsel çitlerle kendi sürülerini oluşturuverir hemen.”[11]
Manipüle edilen “tebaa”dan değildir O; fotoğraflarıyla hepimize F. Nietzsche’nin, “Uçurumları sevenin, kanatları olmalı” sözlerini durmadan anımsatır…
Onun karelerinde “vazgeçmişler”e, “yorgun demokratlar”a inat, uçurumların kenarında olmanın cüretiyle, enerjik kararlılığıyla yüzleşir, buluşursunuz!
Evet, şimdilerin postmodern asrî zamanlarında bu çok önemlidir.
Çünkü Haydar Ergülen’in de işaret ettiği üzere: “Şimdi sözcükler yorgundur, eskisi bıkkınlığından, yenisi şaşkınlığından doğru yorgundur…
Şimdi gözler yorgundur, ağır gözler, hafif gözler, kimsesiz, bakışsız, boş, dün gülmüş bugün ağlamış gözler, kimsenin kurulamak için bir sözcük uzatmadığı gözler yorgunluk doludur…
Şimdi yollar yorgundur. İnsanın gürültüsünü, sessizliğin ağırlığını önce yol duyar, yol çeker. Ayıran ve birleştiren ki yollardır, şimdi yollar yavaş yavaş kapanmanın, ıssız kalmanın yorgunluğundadır…
Şimdi evler yorgundur, evlerde misafirden misafire açılan salonun duvarlarında, vitrinlerde, büfelerde duran fotoğraflar yorgundur, fotoğraflardaki uzak anılar, yakın sevinçler, çok yakın kederler evleri de yorar, evlerin de gecesi gündüzü yorulur, ev de sokağı yorar…
Şimdi dallardaki meyveler, topraktaki bitkiler, bağlardaki üzümler, ağaçlardaki zeytinler, kutsal kitaplara girmiş ya da çocuk kitaplarından öğrenilmiş tüm dünya nimetlerinin renkleri solmuştur, içlerine acı dolmuştur, vurgun yemişler, kötü bir hasat olmuştur. Doğa yorgundur…
Şimdi çocuklar yorgundur. Çocuklar yorgun olursa hiçbir şey diri olmaz. Her şey yorgun demektir bu. Her şey yorgundur…”[12]
Bu “yorgun”, “bedbin” teslimiyetin karşısında Tek-el işçileri misali, cop ve biber gazı karşısında geri adım atmayanlar gibi olmayı öğütler, öğretir size Mehmet’in sokaklı isyancı kareleri…
İnsan olmak ve kalmak da böyle bir şey değil midir nihayetine; Sait Faik Abasıyanık’ın ‘Kriz’ başlıklı öyküsündeki gibi?
Öykü 1938’de yazılmıştı. Alttan alta İspanya İç Savaşı’nın, Almanya’da yükselen ırkçılığın etkilerinin duyumsandığı zamanlarda.
Öykünün kahramanı, arkadaşlarıyla Luvr Müzesi’nde bir yangın çıksa, içerden bir şey kurtarma olanakları olsa, ne yapacaklarını tartışırlar.
Biri insanlık tarihinin gelmiş geçmiş başyapıtlarından Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa’sını (La Jokond) kurtaracağını söyler, bir başkası o sırada içerde kalmış küçük bir çocuğu.
“İnsanı kurtarırsak, o insanın kendisinden veya neslinden birçok şeyler bekliyoruz, demektir. Yarın bu çocuğun çocuklarının değil bir, binbir Jokond yapmayacakları ne malum?”
Bir başkasının gerekçesi çok daha yalındır: “Çocuğu kurtarırım, sadece insan olduğu için.”
Sürdürülemez kapitalist vahşetin insanın değerini sıfırladığı postmodern vahşetin neo-liberal dünyasında tam da Sait Faik Abasıyanık’ın çocuk kurtarmayı seçen insanı gibi, insan olmayı ve kalmayı salık verir Onun fotoğrafları…
Yani söylenmiş, alçakgönüllü bir sözdür; öteki(leştirilen)lerden yana olmak cüretinin fedakâr erdemiyle…
Onun için söz, bir kez ağızdan çıktı mı bir daha geri dönülmez; çünkü Onun için söz uçup giden bir şey değil, bir eylem çağrısı, bir savaş sloganıdır…
Alçakgönüllülük ile alışmak arasında kalın çizgiler çeken O; Ferit Edgü’nün, “Alışmak boyun eğmek demektir”; Publilius Syrus’un, “Alışkanlığın tahakkümü çok ağırdır,” uyarılarıyla gerektiğinde kendine gülebilecek kadar “alışılmışın” dışındaki bir insandır…
Düşünce ve davranışlarındaki ısrarla, W. Goethe’nin “İnsan eke dursun, zamanla ürün alır,”[13] deyişini anımsatır Onun “delilik” gibi sunulan aklı…
Evet “olağan”ın “delilik” diye nitelediği, insanî (ya da çocuksu bir kılığa bürünmüş) akıldan başka bir şey değildir aslında…
Gerçekten de kapitalist dünyanın “olağan” dedikleri karşısında, insan olup da, “delirmemek” mümkün müdür?
“66. Sone”sini Can Yücel’in çevirdiği William Shakespeare’in haykırdığı üzere:
“Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama…”
O, DEKLANŞÖRE AŞKLA BASAR
“Her fotoğrafta her zaman iki kişi vardır:
fotoğrafı çeken ve fotoğrafa bakan.”[14]
Alain Badiou’nun, “Aşk tehdit altındadır ve o tehdit sadece güncelle sınırlı değildir,”[15] dediği ve bir kavram olarak aşkın kuramsal yorumu ile yetinilmemesi gerektiği kesitte; A. Rimbaud’un, “Aşkı yeniden icat etmeli, besbelli” haykırışı kulaklarımızda yankılanırken; O işini, aşkla yapar ve yeniden yaratır…
Çünkü deklanşörüne “büyük insanlık”ın devasa sevdalarıyla basar…
Bunları yaparken de, Paul Eluard’ın, “Öpücüklerden yapılır insan”; Antoine de Saint Exupéry’nin, “İnsan, ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir… Gerçek aşk, karşılık olarak hiçbir şey beklemediğin yerde başlar,” uyarılarını unutmaz…
Çünkü Arthur Rimbaud’un, 1873’te yayımlanan ‘Cehennem’de Bir Mevsim’ başlıklı yapıtında “yeniden icat etmeli” dediği aşk, bir kavga dinamiğidir…
Yoğun duyguların göze alan cüreti olan aşk, eşikte tutar insanı.
Alain Finkielkraut, aşkın “henüz” eşiğini mükemmel anlatır.[16]
Dikkat edin, Mehmet’in her karesine bir “henüz” ibaresi eklenmiştir sanki…
“Henüz” ibaresinin tereddütleriyle Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, “Söyle sevda içinde türkümüzü/ Aç bembeyaz bir yelken/ Neden herkes güzel olmaz/ Yaşamak bu kadar güzelken?”[17] dizelerini terennüm eden O: Sevda dolu yürek(ler)in hep genç kaldığını... İnsan(lık)ı kurtaracak sözcüğün sevda olduğunu... Sevginin incelikten başka bir şey olmadığını... Sevginin ölçülemeyeceğini... Büyük sevgilerin kederinin de bir o kadar büyük olacağını... Sevdanın, insanın kendi kendini aşması olduğunu... İnsan(lık)ın ancak severek yaptığı işi en iyi yapabileceğini... Eski(meyen) sevdaların paslanmayacağını... Derin ve tutkulu sevginin hayatı dolu dolu yaşamanın biricik yolu olduğunu... Acı verse de sevdadan daha değerli bir şey olmadığı... Sürekli çoğalmayan sevdanın ölmekte olduğu... Sevdasız hayatın olsa olsa bir yükten başka bir şey olmayacağının altını çizen kareleriyle herkese aşk ve hayat için
Murathan Mungan’ın, “Ben sende bütün aşklarımı temize çektim”…
Unamuno’nun, “Seviyorum o hâlde varım”…
Seneca’nın, “Di nav hezkirin ê de têk çûn, ji nehezkirin ê hê baştir e”…[18]
Karacaoğlan’ın, “Sevsem öldürürler, sevmesem öldüm”…
Özdemir Asaf’ın, “Sevmeye nokta koyan sınıfta kalır”…
Antoine de Saint-Exupéry’nin, “Hezkirin, ne nihêrtina li nav bîbika çavan e, ew bi xwe mêz kirina hemhêl e”…[19]
Friedrich von Schiller’in, “Ben yüreğimi dinlerim, çünkü ona güvenebilirim”…
Dostoyevski’nin, “İnsanları toptan sevmek ahlâksızlıktır”… sözleriyle anımsattığı insanîliği muştularlar…
FOTOĞRAFLARI, İSYANCILARLADIR
“Şelaleye düşmüştür,
Zeytinin dali,
Celaliyim, celalisin, celali.”[20]
Onun fotoğrafları eşkıyadır, isyancılarladır… Celalidir…
“Eşkıya”, toplumsal başkaldırmanın ilk biçim(ler)indendir diyebiliriz.
Baskıya, zulme ve yoksulluğa başkaldırının karelerle ölümsüzleştirilip, güçlülerin/ zalimlerin karşısına dikilmesi elbette bir Celali geleneğidir…
Mehmet’in karelerinde bu geleneğin ısrarlı takipçiliğini ve umutlarını görürsünüz.
Söz konusu Celali umutların isyancılığı; kaderciliği, biatı yani insanı insan olmaktan çıkartan olumsuzlukları reddeder Onun fotoğraflarında…
Evet, Arapçadan gelen ve “tartışmasız, şartsız koşulsuz, baştaki gücün emrinde olmak, buyrukları yerine getirme”yi içeren “Biat” sözcüğü; “Padişahım çok yaşa” ya da “kraldan çok kralcılık” kültürünü inkâr eden Onun her karesi, hepimize adalet ve vicdanın ne olduğunu anımsatır…
Cemal Süreya’nın öfkeli umutlarıyla kutsanmış dizelerindeki üzere:
“Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
anamız çay demliyor ya güzel günlere
sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
bu, böyle gidecek demek değil bu işler
biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.”
Evet, evet yalana, yanlışa, alışılmışa isyan eden bir mukayyit olan Mehmet; tıpkı Oktay Rifat’ın dizelerindeki gibi:
“Ağzımın tadı yoksa, hasta gibiysem,
Boğazımda düğümleniyorsa lokma,
Buluttan nem kapıyorsam, vara yoğa
Alınıyorsam, geçimsiz ve işkilli,
Yüzüm öfkeden karaya çalıyorsa,
Denize bile iştahsız bakıyorsam,
Hep bu boyu devrilesi bozuk düzen,
Bu darağacı suratlı toplum,” diye haykırarak meydan okur gayri insanî tüm saçmalıklara…
Çünkü kapitalist ücretli köleliğin yaşadığı yerde; mutluluğun nefes alamayacağını bilen, hatırlatan Mehmet’in karelerinde özgürlük, uğruna dövüşülenlerin bedelini ödeyebilecek güçte olmakla özdeştir…
Onun kadrajı hep: İnsanın seçtiği kadar özgür, maruz kaldığı kadar tutsak olduğunu… Hikâyesi olmayanın, ölü olanı işaret ettiğini…Bağlandığın her şeyin, seni de bağladığını… hatırlatır bize insan sıcaklığıyla…
Hayır; O tarafsız değildir; taraflıdır; tarafını gizlemez; durmadan da, “Samimi olmayı vaat edebilirim, tarafsız olmayı asla,”[21] diye haykırır fotoğraf karelerinde yansıttıklarıyla…
O, COŞKULU BİR ÇOCUKTUR
“Parkta salıncak sırası bekleyen çocuk gibi bekledim seni.
Biraz heyecan, biraz da salıncağı başkası kapacak korkusu işte...”[22]
İçten, coşkulu bir çocuktur; “Kral çıplak” diye haykırır durmadan; bıkıp-usanmadan…
Çocukluğu, sakın ola küçümsemeyin.
Öncelikle çocukluğu olmayanın, kayda değer bir insan(lık)ı da olmaz, olamaz; “Yetişkinler bir şeyi hiçbir zaman kendi başlarına anlamazlar, çocuklar da onlara her şeyi habire açıklamak zorunda kalmaktan bıkıp usanırlar,” dediği gibi Antoine de Saint-Exupéry’nin…
Çünkü sadece ama sadece çocuklar, büyüklerin tersine, kendilerini aldatmaya pek gereksinim duymayacak kadar cesur ve gözü pektirler…
Böylesi bir gözü peklikle de çocukların çocuksuluğuna boyun eğdirmek kolay olmaz;
Kolay mı? Çocukluk, harikalara inanan, mucizeler yaratan, en önemlisi de masumiyetini yitirmeden şaşıran bir dünyadır; bunların bittiği yerde çocukluk da, çocuksuluk da nihayete ermiş demektir.
Tam da bunun için “Eğer bir ulus masalcılarını yitirirse, çocukluğunu yitirir,” derken Peter Handke; “Dünyanın en önemli sorusu şudur: ‘Çocuk neden ağlıyor’?” diye ekler Alice Walker…
Evet, evet “Çocuklar seçebileceğimiz en iyi öğretmenlerdir,”[23] çocuksuluğun baş eğdirilemeyen içtenliği gibi…
“Yasak” denilenin, “yasakçılığı”na aldırmaz; “yasaklanmış”ın insanî çekiciliğine, şiirselliğine, mücadeleciliği çocuksu bir naifliğin coşkularıyla sarılır sımsıkı…
“Unvan” peşinde koşmadan, “Gözden düşerim” diye korkmadan aşka ve hayata taraflıktan başka bir şey düşünmeyen O; kardeşçe bir yaşam içinde varolmak kaygısıyla mücadele eder…
Çünkü aşk ve hayatın, egemenlere bırakılmayacak kadar ciddi bir iş olduğundan kuşku duymayan Mehmet; sınıfsız-sömürüsüz-savaşsız bir dünyanın Tek-el çadırlarındaki kardeşliğin ateşiyle parlayacağını; insan(lık) tarihî boyunca hiç kesilmeden yankılanan savaş davullarının gümbürtüsünün bir gün mutlaka susturulacağını bilir ve öğretir…
Nihayet çocuksu içtenliğin kardeşleşmesi ya da Edip Cansever’in, “...Sen o karanfile eğilimlisin/ Alıp sana veriyorum işte/ Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel/ O başkası yok mu bir yanındakine veriyor/ Derken karanfil elden ele,” dizelerindeki gibi kızıl karanfilleri elden ele iletmek, çoğaltmak…
Elden ele çoğaltmak… Çok ama pek çok önemli, çocuksu bir ısrardır, vazgeçmemektir… Çünkü birçok kere kaybetse de; önemli olan, yenik düşüp, teslim olmamaktır çocuklar için…
O da bir çocuk olarak böyle düşünür…
“Teslim” olunduğu zaman her şeyin biteceğinden kuşkusu yoktur.
O ütopyalarının, çocuksu hayallerinin asla kaybetmeyeceğini, yenilgiye uğramayacağı bilinciyle; gerçek iyiliğin ezilenler için çarpan insan yüreğinden geleceğini hatırlatır…
İyi görünmekten çok iyi olmanın bilinciyle, içten kararlılığıyla…
Ezilenler yana saf bağlamış iyi bir insan olmayı gösterir/ öğretir O coşkulu çocuk hepimize…
Hem de William Shakespeare’in, “Ufacık bir mum ne kadar ışık verirse çevresine, İyilik de o kadar ışıldar bu hayasız âlemde,” dediği bir cinnetin orta yerinde…
Çünkü O; iyi olmanın ve kalmanın eşitlik ve özgürlük için verilen mücadelenin tam ortasından geçtiğini bilir…
Kendisi gibi, herkesin de bu mücadelenin tam ortasında olmasının kilit önemine dikkat çekerken; ezilenler için yapması gerekenleri yapmayanların, suçlu olduğunun altını çizip, “Evde oturmaya öyle alıştı ki millet/ Sokağa çıkma yasağı yasaklandı” diyen Can Yücel’in dizelerini fısıldar kulağımıza kareleriyle; John Steinbeck’in, “Fotoğraf makinelerinden nefret ediyorum. Her şeyden benim olabildiğimden çok daha eminler,” sözlerindeki çocuksu içtenlikle…
“Gündüzleri bakılır. Geceleri görülür,”[24] ilkesinden ve Antoine de Saint-Exupéry’nin, “Gözler kördür. İnsan yüreğiyle bakmalı,” uyarısından hareketle çocuk Mehmet, bizlere, güzelliğin, görenin gözünde olduğunu ve gözlerin tanıklığının kulakların tanıklığından daha güvenilir olduğunu hatırlatır…
ELLERİYLE ÇOĞALTIR, ÇOĞALIR
“Emek süreci
insan varlığının
değişmeyen temelidir.”[25]
Karl Marx’ın, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir” sözleriyle; Nâzım Hikmet’in, “Delikanlım/ senin kafanın içi/ yıldızlı karanlıklar kadar/ güzel, korkunç ve iyidir/ yıldızlar ve senin kafan kâinatın en mükemmel şeyidir,” dizelerine asla yabancı olmayan O, deklanşöre bastığı elleri, sadece bakmakla sınırlı kalmayıp, gördüğü/ gösterdiği gözlerinin aklıyla/ yüreğiyle çoğaltır hayatı; bugünün dünün öğrencisi olduğunu asla göz ardı etmede…
Voltaire’in, “Özgürlük adaletten başka bir şey değildir” sözünden hareketle yaptıkları ve yapması gerekenler arasındaki gelgitlerle biçimlenen hikâyesiyle Onun özgürlüğü asla başına buyrukluk değildir, evrende var olan zorunluluğun bilinmesinden ortaya çıkan bilinçli eylemidir.
Deklanşöre böyle basar; I. Kant’ın, “El dışarıya doğru uzanmış bir beyindir,” sözünü durmadan/ ısrarla kanıtlayarak…
“El” deyip geçmeyin!
Marcus Fabius Quintilianus’un da söylediği gibi, “Konuşurken vücudumuzun her yerinden yardım alırız, ama el kendisi konuşur. Ellerimizle soru sorar, vaatte bulunur, dua ederiz; ellerimizle yol verir, tehdit eder, yalvarır, itiraz ederiz; ellerimizle korkumuzu, sevincimizi, acımızı, kuşkularımızı, rızamızı, pişmanlığımızı dile getiririz; insaf ve cömertliğimizi gösteririz; sayıları ve zamanı işaret ederiz.”
Aynı konuda Leonardo da Vinci, “Ruhun elle birlikte çalışmadığı yerde sanat olmaz”; Miguel de Cervantes, “Akıllı el, dilin her buyruğuna boyun eğmez,” derlerken; “Elleri” çizen Abidin Dino ekler:
“Ölüm gelip geçtikten sonra salt eller kalır aslına uygun…
“Dört ayaklı bir yaratık olan atın gözlerine dikkatle baktınız mı hiç? Parmaksız bacaklarının küt uçları, ne verecek, ne de bir şey alacak durumda, böylece at ne resim yapabilir, ne de okşayabilir. Gözlerinin sonsuz kederi işte bu yüzdendir…
“İz bırakmak. Bundan başka ne ki resim yapma dürtüsü? Her şey ellerle başladı, ellerle bitecek…”
Eller, karanlığa meydan okuyan cüretin, umudun yaratıcılarıdır; Cahit Sıtkı Tarancı’nın dizelerindeki anlatımıyla: “… Elim arslan elim/ Her hâli ayrı ayrı/ Dillere destan elim/ Âlemde senden gayrı/ Gerçek dayanak mı var/ Yediğim ekmek senden/ Sen ev yıkmaz ev yapar/ Sensin beni ben eden...”
İş bu nedenle Mehmet’in yüreğinin ve aklının biçimlendirdiği elleriyle çekilmiş bir fotoğraf karesinin ödülü, onu iyi ve yararlı çekmiş olmaktır!
O bunu insan(lık)ın sonsuz/ sınırlanamayan umutları için yaparken; teslimiyet günlerindeki, konuşmaya bile değmeyecek şeylerin postmodern şarkısını söyleyenlere; her ışıldayan şeyi altın sikke sanan salakların aldanışına aldırmaz…
Fotoğraf kareleriyle çağının gözünü dayadığı, mütevazı bir anahtar deliği olmak Ona yeter de artar bile…
Çünkü yaşamak Mehmet için bir değer yargısıyken; nefes alıp vermek de eleştirel bir itirazın, karşı çıkışın yaratıcı yıkıcılığıdır…
Yaratıcı yıkım, acılarla bezenmiş bir deneyimdir.
Yani Thomas Carlyle’nin, “Hiçbir şey yapmayan, hiçbir şey bilmez,” sözündeki gibi denedikçe, yaşadıkça ne yapabileceğini öğreten/ öğrenen bir hakikâtin yolculuğudur…
Yolculuk bilinmeyen pek çok şeyi öğretir, anlamlandırır.
Bu bağlamda deneyim düşünceye, düşünce de eyleme tahvil olur…
Eylem; parmakların, aklın, yüreğin yaratısı olarak hayat karşısında korkusuzca yaptıklarımızla insana özgü olanı savunmak, sahip çıkmaktır…
Kifayetsizin son sığınağı olan egemen şiddetin yalanla gizlenmek istendiği; egemen yalanın da şiddetle sürdürüldüğü kapitalist yabancılaşma kollarında; yalanın ilke edinilmesi “olağan”laştırılmışken; artık korkulması gerek tek ve aslî şey, sadece korkudur.
Çünkü hiçbir şey korkuya, korkutulandan daha çok güç ve cesaret veremezken; ona karşı çıkılması gerektiğini bilip de karşı çıkmamak, korkuya esarettin en iğrenç hâlidir…
İyi de korku nasıl mı alt edilir?
Korkmadan!
Korkuya boyun eğmeden!
Köleliğin, insanı alçalttığı; köleliği “sevdirecek” kadar alçalttığını asla unutmadan!
İnsan olmanın/ kalmanın baş düşmanı olan kölelik babında, “Evet” demezseniz kimsenin sizi köleleştiremeyeceğini, diz çöktüremeyeceğini muştulayan duruşuyla Mehmet gerçek cesaretin, şahit istemediğine kanıttır; “Yaşamak için öyle pek cesur olmaya gerek yok. Sürünerek ve hileyle de dünyada yol alınıyor,”[26] diyenlere inat…
Umuttur Onun cesareti. Çünkü umut olmazsa, umut edileni kazanmak mümkün değildir…
O, YÜRÜYEN İNSAN(LIK)TIR
“İnsan gelişmesinin
alanı zamandır.”[27]
Edip Cansever’in, “Utancı bilerek yaşamak korkunç/ Daha da korkuncu var/ Utancı bilerek yaşatmak,” dizleriyle betimlenen bir yerkürede; Melih Cevdet Anday’ın işaret ettiği gibi, “İnsanlardan eşya yaparlar”larken; Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, “Nedir yaşamak yaşanmamışsa,” sorusu yanıtını aramaktadır!
Mehmet’in kareleri bize, geleceği için bir şey yapmıyorsa, mücadele etmiyorsa insanın boşa yaşadığını; korku, açlık, baskı olmadığında hayatın güzel olacağını anlatır: İyi düşünen, iyi yapan, iyi gösteren devrimci praksisiyle…
O yürüyen bir insandır; “şarkılar söylemeliyim/ nehirler gibi uzun/ nehirler gibi kollu/ nehirler gibi hırçın/ ve yumuşak/ ve nehirler gibi/ dur/ durak bilmeyen şarkılar söylemeliyim/ gitmek/ nehirlerle yan yana/ gitmek
nehirler gibi zor/ nehirler gibi çetin/ nehirler gibi umutlu/ gitmek/ nehirlerden de öteye/ oraya/ taaa oraya/ o büyük kurtuluşa/ yüreğim/ yaralı kuşum/ topla ve aç kanatlarını,” diye terennüm eder O da attığı her adımda Hasan Hüseyin Korkmazgil’in dizelerini, umut ve ısrarla…
Umut eden biri olan Mehmet’e, umutsuzluk/ kayıtsızlık yabancıdır; umutsuzluk/ kayıtsızlık nedir bilmez/ tanımaz O.
“Hoşgörü” diye paketlenen “Boş vermişlik” kayıtsızlığına prim vermediği gibi…
Kayıtsızlıkların, “Elimden ne gelir?” edilgenliklerinin, “Bana ne!” biganeliklerinin panzehiri olarak Mehmet’in kareleri kötülüğün zaferi için gerekli tek şeyin, insanların hiçbir şey yapmamaları olduğunu haykırır suratımıza; çoğu insan, yarı korku içinde egemen yalanı korku içerilmiş kayıtsızlıkla izleyerek gündelik yaşamını sürdürürken; Albert Einstein’ın, “Dünyanın yaşanması tehlikeli bir yer olmasının nedeni, kötü insanlar değil, bu konuda hiçbir şey yapmayan insanlardır,” sözlerinin altını çizercesine…
Çünkü baharın, meyveye duran ağacın çiçek açması olduğunu bilen Mehmet; cehenneme çevrilmiş yaşamda isyancı bahara inanır; baharın, kara kışın yüreğinde olduğunda şüphe duymaz…
Cehennemin, insanın insana kulluğu olduğunu; cesaretin ise, kölelik zincirlerini parçalamaktan geçtiğini; göze alan cesaretin, korkunun panzehiri olduğunu; cesaretin korkuya galebe çaldığı anda Thomas More’un, “Yeryüzünde cennetin dindiremeyeceği acı yoktur,” sözünün gerçeğin bizatihi kendisi olduğunu bilirken; mutluluğu gökte değil, yerde yaşamın içinde arar:
“Bilmem, Tanrım, beni yaratırken neydi niyetin,
Bana cenneti mi, cehennemi mi nasip ettin;
Bir kadeh, bir güzel, bir çalgı, bir de yeşil çimen
Bunlar benim olsun, veresiye cennet de senin,” diyen dizelerindeki ironiyle Ömer Hayyam’ın…
Diyeceklerimi tamamlıyorum: Bir tarih(çi) olarak Mehmet Özer’in fotoğraf makinesi size umutla gülümsemektedir…
Siz de o umutla gülümseyenlerin kadrajında yerinizi alın… Umudun kadrajında alın yerinizi…
Size gülümseyen fotoğraflarıyla bizim Mehmet, iyi bir fotoğrafçı unvanını hak etmiştir; Selamlayın Onu…
10 Kasım 2011 10:58:59, Ankara.
N O T L A R
[1] Herakleitos.
[2] Nâzım Hikmet, Bursa Cezaevi 1939.
[3] Süreyya Berfe.
[4] Terry Eagleton, Kötülük Üzerine Bir Deneme, çev: Şenol Bezci, İletişim Yayınevi., 2011.
[5] Hasan Hüseyin.
[6] Ansel Adams.
[7] Miguel de Cervantes Saavedra, Don Kişot, Çev:Reşat Nuri Güntekin, Yapı Kredi Yay., 5. Basım, 2011.
[8] Clive Scott, Sokak Fotoğrafçılığı -Atget’ten Cartier Bresson’a, Çev: Hüseyin Yılmaz, Espas Sanat Kuram Yay., 2011.
[9] Murat Yaykın, “Propaganda ve Fotoğraf”, Birgün, 21 Mart 2011, s.13.
[10] Karl Marx.
[11] Rahmi Öğdül, “Sürüden Uzakta, Etikten Kanatlar”, Birgün, 15 Eylül 2011, s.13.
[12] Haydar Ergülen, “… ‘Yorgundur’ Redifli Gazel”, Cumhuriyet, 24 Ekim 2011, s.17.
[13] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.111.
[14] Ansel Adams.
[15] Alain Badiou, Aşka Övgü, Çev: Orçun Türkay, Can Yay., 2011.
[16] Alain Finkielkraut, Sevginin Bilgeliği, çev: Ayşen Ekmekçi, Ayrıntı Yay., 1995.
[17] Fazıl Hüsnü Dağlarca, “Aç Yazı”, Büyük Türk Şiiri Antolojisi, derleyen: A. Behramoğlu, Sosyal Yay.
[18] “Sevip de kaybetmek, sevmemiş olmaktan daha iyidir.”
[19] “Sevgi, gözlerinin içine bakmak değil, aynı istikamete bakmaktır.”
[20] Cemal Süreya.
[21] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.520.
[22] Cemal Süreya.
[23] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.105.
[24] Ferit Edgü, Tüm Ders Notlar, Sel Yay., 2005.
[25] Karl Marx.
[26] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.101.
[27] Karl Marx.