“Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın, diyerek yaşattığınız yılanların bir sonraki hedefi siz olursunuz.” [2] Devrimci 78’liler F...
“Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın,
diyerek yaşattığınız yılanların
bir sonraki hedefi siz olursunuz.”[2]
Devrimci 78’liler Federasyonu’nun düzenlediği “12 Eylül’den Günümüze Emek, Özgürlük ve Demokrasi Mücadelesi-2” başlıklı oturuma, “Değişti” denilen şeyin hâlâ “Değişmediği”nin ve hiçbir şeyi asla ama asla unutup/ unutturmadan gelecek için bugüne bağlamanın “olmazsa olmaz” olduğunun altını çizerek başlamak istiyorum…
Evet L. F. Cheline’nin, ‘Gecenin Sonuna Yolculuk’daki deyişiyle, “Her alanda asıl yenilgi unutmaktır”; yenilmemek, direnişi sürdürerek kazanmak için unutmamalı/ unutturmamalıyız…
“Neyi” mi?
“Belgeler bellektir” diye haykıran yaşananları mesela…
Liberal hezeyanlar için bir kez daha tekrar ediyorum: “Değişen bir şey yok”!
Ayrıca kolaycı “anayasal” beklentilerle de değişecek gibi değil…
Evet, 12 Eylül’ün “anayasası”nda 20 küsur madde değişti; 12 Eylül 2010 günü 1982 Anayasası’nda yapılan 17. değişiklik oylandı. Yüzde 60’a yakın “Evet” oyu çıktı; ama özünde değişen bir şey olmadı...
Bunu görmeyen var mı hâlâ?
Evet var! Örneğin Mamak’ta yatan Adana Ülkücü Gençlik Derneği üyesiyken tutuklanan Seyfi Atmalıoğlu ve eski Devrimci Yol’cu Nedim Soylu, “Yeni anayasa için herkes harekete geçmeli,” derken; ortak bir beklentilerini, “Özgürlükçü bir anayasa ile 12 Eylül’ü silin,” biçiminde formüle ediyorlar…
Bu mümkün mü?
Elbette değil! Çünkü 12 Eylül 1980, kapitalist ekonomi-politiğin birikim mantığı zemininde, 12 Mart 1971’in uzantısı bir müdahaledir.
Kapitalist birikimin ekonomi-politiğine mündemiçtir!
Ve 12 Eylül’cüler asla “pişman” değildirler…
I) “PİŞMAN” DEĞİLLER
“Utanç yoksullarda, pervasızlık zenginlerde bulunur,”diyen Hesiodos, çok doğru söylemiş…
Örneğin 12 Eylül darbesini Başkan’a “Bizim çocuklar başardılar”diye bildiren, CIA’nın o zamanki Türkiye sorumlusu Paul Henze’nin “çocukları”yaptıklarından hâlâ pişmanlık duymamaktadırlar!
Mesela 12 Eylül darbesinin mimarı Kenan Evren, “Pişman mısınız?”sorusuna “Pişman değilim!”yanıtını verdi daha birkaç ay önce. Evren, darbe öncesi memleketin durumunun “facia hâlinde”olması nedeniyle yönetime el koymak zorunda kaldıklarını söyledi.
“Yönetime neden el koydunuz”sorusuna Kenan Evren, 12 Eylül öncesinde yaşanan katliam ve olayları kronolojik olarak anlattıktan sonra, “Başka seçeneğimiz yoktu”karşılığını verip ekledi: “12 Eylül öncesi Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar bunu gerektirdi. Bugün aynı koşullar olsa yine yapardım!”
Sadece bu kadar mı?
Hayır!
Ali Ekber Yürek’in 12 Eylül’de işkenceyle öldürüldüğü iddiasıyla ilgili soruşturmada “şüpheli” konumdaki nam-ı diğer 12 Eylül’ün Kahramanmaraş Sıkıyönetim Komutan Yardımcısı emekli Tümgeneral Yusuf Haznedaroğlu, ya da ‘Kırbaçlı Paşa’, 23 yıllık suskunluğunu bozup, “O dönem 7 kişi öldü... 7 kişi 3 senede çok değil... Evet işkence olmuştur... Kırbaç değil asam vardı,” derken; Hamit Kapan da gördüğü “kırbaçlı işkence”den aynı komutanı suçladı.
Yürek gibi aynı dönem Maraş Eğitim Enstitüsü okul binasında işkence gören ve ‘Devrimci Savaş’ örgütü üyesi olduğu iddiasıyla yargılanan Hamit Kapan, 30 yıl önce gördüğü işkenceleri anlatırken; bu işkencelerin sorumlusunun dönemin Sıkıyönetim Komutanı Yardımcısı Tümgeneral Yusuf Haznedaroğlu olduğunu söylese de, ‘Kırbaçlı Paşa’, pişman değil!
Aynı konuda “Geçmişle yüzleşelim derken, yaraları daha çok kanatmamak lazım. O gün darbeye karşı çıkanlar da olmuş. Bir kısmı da alkışlamış, yapmalısınız demiş... O yaraları eskide bırakmış, ülkeyi birleştirmiş, bütünleştirmişiz. Şimdi o yaraları bir daha açıyorsunuz. Bunu iyi düşünmek lazım,” diyen 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 12 Eylül 1980 darbesinden önce komuta kademesinin anarşi olaylarını engellemeyerek darbeye meşru zemin yarattığını savunup, “Kan akıyordu, çünkü Sayın Evren’in Çankaya’ya çıkması gerekiyordu. Bu ithamla karşı karşıyadır”diye ekliyor!
Özetle Onlar, asla “pişman” değiller…
Olamazlar da! Çünkü “Kapitalizmden söz etmek istemeyenler faşizm konusunda da ağızlarını açmasınlar,” diyen Horkheimer’ın işaret ettiği üzeredir her şey.
Özetle sermayenin üretim ilişki ve güçlerine doğrudan müdahalesi olması hasebiyle 12 Eylül 1980 tarihi önemdeki bir olaydır.
Tarihsel bir kilometre taşıdır.
O hâlde kimsenin Allen Ginsberg’in, “Artık tarihten öğrenilecek bir şey kalmadı. Şimdi bilimkurguda yaşıyoruz,” diye betimlediği yalana teslim olmayıp, tarihi hakikâtleri unutmaması, tarihi nedenselliklerin altını çizmekten vazgeçmemesi kilit önemdedir.
II) TARİH (B)İLGİSİ
Eduardo Galeano’nun, “Olmuş olandan hareketle ve olmuş olana karşıt gelecek olanı haber verir,” diye tanımladığı “Tarih” hakkında Marcus Tullius Cicero, “Tarih zamanın geçip gittiğinin tanığıdır; gerçekliği aydınlatır, belleği canlandırır, gündelik yaşama yol gösterir”; George Santayana, “İlerleme, değişmekten geçer ama, bellek gücüne dayanır. Geçmişi anımsayamayanlar onu tekrarlamaya mahkûmdur”; G. K. Chesterton, “Geçmişi bilmeyenlerin zaafı, bugünü bilmemeleridir. Tarih, insanların oturdukları kenti ya da yaşadıkları çağı görebildikleri biricik gözlem kulesidir”; Aldous Huxley “Tarihten alınması gereken en önemli ders, insanların tarihten pek fazla ders almadıklarıdır”; John Robert Seeley, “Tarih geçmişte kalmış politikadır, politika ise şimdiden tarih,” notunu düşerler…
Bunları unutmadan toparlarsak “Tarih, her biri, kendinden önce gelen kuşaklar tarafından kendisine aktarılmış olan gereçleri, sermayeleri, üretici güçleri işleten farklı kuşakların artarda gelişinden başka bir şey değildir; bu bakımdan, her kuşak, demek ki, bir yandan kendisine aktarılmış olan faaliyet tarzını, ama kökten değişmiş çevre koşulları içinde sürdürür, ve öte yandan, kökten değişik bir faaliyete kendisini vererek, eski koşulları değiştirir,”[3]K. Marx ile F. Engels’in ifadeleriyle…
O hâlde tarihsel özelliklerini bir an dahi göz ardı etmeden, 12 Eylül’ün ilk işaret fişeğinin 16 Mart 1978 katliamı ve programının da 24 Ocak olduğunu asla göz ardı etmemeliyiz…
II.1) İLK İŞARET FİŞEĞİ: 16 MART 1978!
Hatırlanacağı üzere, 16 Mart 1978 perşembe günü, saat 13.00’te İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt’taki tarihîbinasının kapısından çıkan öğrencilerin üzerine atılan bomba ve ardından açılan ateşle yedi öğrenci ölmüş, 41 öğrenci de yaralanmıştı. 9 Ekim 1978’de 7 TİP’li öğrencinin Ankara-Bahçelievler’de Abdullah Çatlı ve arkadaşları tarafından katledilmesine kadar geçen yaklaşık sekiz ay içinde Türkiye önce 14 Nisan’da Malatya, ardından 3-4 Eylül’de Sivas katliamlarına tanık oldu. Aralık’ın sonlarında ise kundaktaki bebelerin bile öldürüldüğü Maraş katliamı sıkıyönetim getirdi.
Aslında aradan geçen zaman içinde bütün bu katliamların kimler tarafından, nasıl yapıldığı ayrıntılarıyla belli olduğu gibi, 12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren’in “koşulların olgunlaşmasını” beklediklerini itiraf etmesiyle arkaplanı da anlaşıldı. Ancak buna rağmen ne gerçek sorumlular cezalandırıldı ne de toplum bu katliamlarla yüzleşti.
O yıllarda kullanılan kavramlarla bir “kontr-gerilla” operasyonu, daha sonraki yıllarda ve bugün kullanılan kavramlarla ise “devletin rutin dışına çıkması”, bir “derin devlet” veya “Ergenekon” eylemi olarak nitelendirilebilecek 16 Mart katliamı çok tipik özellikler taşır. Polis, asker, ülkücü bağlantıları ve işbirliği olarak aklınıza gelebilecek her şey, bu katliamda olduğu gibi sonrasındaki hukuki ve adli süreç de ibretliktir.
Yıllar sonra “Kontrgerillanın Türkiye’yi 12 Eylül askerîdarbesine taşıyan kitlesel katliamlarının ilk halkası” olduğu ortaya çıkan “16 Mart katliamı”nda, Hatice Özen (1957), Cemil Sönmez (1956), Baki Ekiz (1956), Ahmet Turan Ören (1955), Abdullah Şimşek (1956), A. Hamit Akıl (1954), Murat Kurt (1954) ölmüş, 41 kişi de (resmîkayıtlara böyle girmekle birlikte 100’e yakın) yaralanmıştır.
Hrant Dink olayında olduğu gibi, 33 yıl önce 16 Mart katliamında da “solcu öğrencilerin üzerine bombanın atılacağı” İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne günler önceden ihbar edilmiş, resmîyazıyla tüm birimler uyarılmış. Ama hiçbir tedbir alınmamıştır. Akabinde olaydan 15 gün sonra katliamı kimlerin yaptığına dair İstanbul Valiliği’ne sayısız ihbarda bulunulur.
Ama bu ihbarlar (biri hariç) dikkate alınmadığı gibi emniyet kendi içindeki ihbarcılarla hesaplaşmakla meşguldür.
16 Mart 1978 katliamının “saf, orijinal bir kontrgerilla eylemi” ve 16 Mart davasının da “Türkiye’nin tek kontrgerilla davası” olduğunu ifade eden avukat Cem Alptekin, bu eylemin “12 Eylül’ün işaret fişeği” olduğunu vurguluyor.
16 Mart’a giderken en önemli şeyin Kenan Evren’in 1 Mart’ta Genelkurmay Başkanı olmasının ve devir teslim törenine de NATO komutanlarının katılmasının dikkat çekici olduğunu belirterek ekliyor: “16 Mart’ta dünyada, özellikle de Ortadoğu’daki siyasi gelişmeler de dikkat çekicidir: Örneğin, İtalya’da Hıristiyan Demokratların lideri Aldo Moro, Komünist Parti’yle ittifak görüşmesine giderken kaçırılıyor, IMF ve Dünya Bankası kıskacına giren Başbakan Ecevit, SSCB’yi ziyaret ediyor, Ortadoğu’da ise İran’da halk hareketi ile Filistin direnişi karşısında sıkışan ABD ve İsrail’in bölgedeki operasyon faaliyeti artıyor. Malum, içerde de 24 Ocak kararlarının hayata geçirilmesi için bir hazırlık var. Yani her şey yeni bir darbenin hazırlığı açısından uygun şartları gösteriyor.”
Bir önemli olay da, 16 Mart 1978 sabahı İstanbul Emniyet Müdürlüğü Siyasi Polis Ekipler Amiri Başkomiser Uğur Gür’ün otomobiline, bombalı ve silahlı saldırı yapılıyor Edirnekapı’da... İstanbul Üniversitesi’nde solcu öğrencileri korumakla görevli her zamanki ekip bu nedenle oraya kaydırılıyor, öğrenciler korumasız kalıyor. Üniversitede o gün göreve getirilen Kumkapı Birliği’nin başında ise komiser muavini Reşat Altay bulunuyor. Ve öğlen 13.45’te ortamdan şüphelenen öğrencilerin tüm itirazlarına rağmen polis, öğrencileri ana kapıdan dışarı korumasız çıkmaya zorluyor. Ama her nedense Altay’ın başında bulunduğu Kumkapı Birliği ana kapıdan dışarı adım atmıyor. Dışarıda, okulun daimi kadrosundaki yedi polis memuru ise öğrencilerle meydan arasında tedbir alırken o sırada Çınaraltı tarafındaki merdivenlerde toplanan ülkücü grubun “Beyazıt komünistlere mezar olacak” diye slogan atması üzerine bu grubun önüne doğru geri çekilince katliam gerçekleşiyor. Tamamen korumasız kalan öğrenciler atılan bombayla parçalanarak dörtbir yana savruluyor. Dışarıda görev yapan 7 polisten şaşkınlığını atıp kaçanların peşinden koşmak isteyenleri de Kumkapı Birliği’nin başındaki Altay engelliyor...
16 Mart katliamı Alptekin’e göre bir “işaret fişeğidir...” Velhasıl bunun ardından da sırasıyla diğer cinayetler, katliamlar, Doğan Öz’ün, Abdi İpekçi’nin, Kemal Türkler’in ve daha birçok aydının öldürülmesi, Bahçelievler katliamı, Kahramanmaraş, Çorum, Sivas, Malatya... Türkiye inanılmaz bir çemberin içine alınıyor ve 12 Eylül’le tamamlanıyor bu süreç. Tablo bu...
“Bunun sıradan bir faşist eylem olmadığını, sivil paramiliter unsurların da kullanıldığı operasyonel bir eylem olduğunu biliyorduk. Bunun arkasında uluslararası bir organizasyon olduğuna dair çok ciddi emaraler vardı. Bütün mesele bunu yargı önünde delillendirmek ve mahkemeye kabul ettirmekti... İşte biz bunu başardık. Bir şey daha gördük biz o tarihlerde, maalesef Türkiye’yi 12 Eylül’e götüren o siyasi cinayet ve katliam davalarının hiç birinde meslektaşlarımızın kontrgerilla arayışına tanık olmadık” diyor Alptekin. Adam öldürme iddiasıyla açılıp öyle de sonuçlandırılan bu davaların hiç birinin, kontrgerilla davasına dönüşmesi için gayret, cesaret ve niyet gösterilmediğini öne sürüyor.
Bu dava “bir kilometre taşı” Alptekin’e göre. Çünkü bu dava artık bir “kontrgerilla davası olmuştur”.
Ancak dava bir kontrgerilla davasına dönüştükten sonra müdahil avukatların üzerlerindeki baskı dayanılmaz hâle gelir. Bu arada Susurluk kazası da olmuştur. Mahkemede sundukları delil nedeniyle haklarında Adalet Bakanlığı’nın izniyle soruşturmalar açılır. Avukat Cem Alptekin sanık sandalyesine oturtulur. Adalet Bakanlığı ise savcılıklara bu tür delillere karşı dikkatli olunması konusunda “talimatlar” gönderir. Avukatlar artık hiçbir delil toplayamaz hâle gelirler...
Bu arada Susurluk kazasında yeni kanıtlar ortaya dökülür. Katliamda kullanılan TNT’yi sağladığı öne sürülen Abdullah Çatlı başta olmak üzere, Baki Tuğ, Oral Çelik, daha birçok tanınmış ismin de aralarında bulunduğu 20’yi aşkın kişi hakkında yeni delillerle birlikte “16 Mart’ın failleri’ olarak suç duyurusunda bulunurlar savcılığa. Savcılık soruşturma başlatır, ancak 1998 yılında “zamanaşımı” gerekçesiyle takipsizlik kararı verir.
1978’de meydana gelen ve “16 Mart Katliamı” diye anılan toplu cinayetin -hiç yakalanmayan failleri bir yana- usulen yargılanan sanıklarından arta kalan (biri gıyabi) üç sanık aleyhindeki dava 20 Ekim 2008 günü zaman aşımından düşmüş, Türkiye’de “Hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, yüce Türk adaletinin tecellisi”?) neymiş herkes bir kez daha görmüştü.
“Neden” mi?
Olay bir kontrgerilla suçuydu. Kontrgerilla, Özel Harp operasyonu, her ne derseniz deyin.
Bir paralel devlet, derin devlet cürmüydü ama o devlete paralel olan legal devletin Emniyeti ve adliyesi de işi zaman aşımına kadar 30 yıl uzatmakla suç ortağıydı.
Suat Parlar’ın yazdığı ‘Kontrgerillanın İşgali: 16 Mart Katliamı’ başlıklı kitap ayrıntılı bilgiler sunar.[4]
Saldırganlar kaçarlarken kendilerini kovalamak isteyen polislere telsizle “Durun kovalamayın” emri verildi. Emrin Reşat Altay’dan geldiği iddialarını orada görevli polis memuru mahkemede doğrulayacaktı. Altay ise “O sırada ben yeni mezun bir komiser muaviniydim, olay yerinde onca emniyet amiri ve baş komiser varken bana mı düşmüş ‘geri dönün’ demek” sözleriyle kendini savunayım derken, suçluları takip etmemek emrini daha rütbelilerin verdiğini söyleyip Emniyet’i suçlamış oluyordu. Zira öyle de olsa, böyle de olsa, her durumda vaka mahallindeki yetkili bir Emniyetçi faillerin peşinden koşan polislere ‘dönün’ emrini vermiş ve katillerin kaçmasını sağlamıştı.
Sözünü ettiğimiz polis memuru Yahya Gergin ise yıllar sonra olayı şöyle anlatıyor: ‘Üniversite’nin önünde 9 memur, 1 komiser muavini görevliydik. Sol görüşlü öğrenciler okuldan çıktı. Merdivenlerde 20-25 kişilik sağcı grup vardı. Bunlar slogan atmaya başladı. Başımızdaki amir olay çıkmasın diye slogan atanları geriye çekmemizi istedi. Öğrencilerle birlikte Süleymaniye istikametine gideceğimiz zaman merdiven başındaki iki görevli arkadaştan biri, arkasından atılan bombayı havada gördü ve ‘bomba’ diye bağırdı. Bağırışı duyan kendini yere attı. Biz de attık. Üniversite Kütüphanesi’nin oradan silahlar patlamaya başladı. Herkes kaçmaya başladı. Kaçan şahısları kovalamaya başladık. Arkamızdan birisi ‘Gitmeyin, geri gelin’ diye bağırdı. Saldırganlar iki silahı atıp kaçmış. O silahları bulduk ve döndük. Döndüğümde arkamdan bağıranın kim olduğunu sordum; Komiser Muavini Reşat Altay olduğunu söylediler. Altay, Kumkapı Birliği’nin başındaydı. Yaralıların ve ölenlerin taşındığı arabaya bindiğimde çoraplarıma kadar kan bulaştı. Ölenlerin vücutları parçalanmıştı.
Olayın ardından Sıkıyönetim Mahkemesi’nde ifade verdiğini anlatan Gergin, bu konuyla ilgili bir de 1996’da ifade vermek zorunda kaldığını söyledi. 1996’da olayda ölenlerin arkadaşları 16 Mart Katliamı davasını yeniden açınca Yahya Gergin’in tanıklık yapması istendi. O günleri hatırlamak bile istemediğini söyleyen Gergin, “Ölen öğrenciler her gece rüyama girdi. Vicdan muhasebemi yaptım. İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gidip, bildiklerimi anlattım,” diyor. Tanıklığı sebebiyle sürgün edildiğini, meslekten ihraç edildiğini ve “hayatının mahvolduğunu” sözlerine ekliyor.
Aradan yıllar geçtikten sonra Susurluk vakası vuku bulduğunda İstanbul Terörle Mücadele Dairesi Müdürü olan Reşat Altay’ın Reis Abdullah Çatlı’yla müteaddit telefon görüşmeleri yaptığı teknik kanıtlarıyla ortaya çıkmıştı. Adı geçen iki kişi arasındaki ilişki tabii ki, dostluktan öteydi, örgütseldi ve ilişkinin adı araştırmacıların bulgularında özel devletin çok özel ilişkileriydi.
Bitmedi: Bu şahıs 16-17 Nisan 1992 gecesi (silahsız iki kadının bulunduğu bir ev de dahil olmak üzere) çeşitli evlere baskın yaparak o zamanki adıyla Devrimci Sol (DHKP-C) mensubu 6’sı kadın 11 kişiyi (Sabahat Karataş, Taşkın Usta, Eda Yüksel, Sinan Kukul, Şadan Öngel, eşi Arif Öngel, Ayşe Nil Ergen, Ayşe Gülen Uzunhasanoğlu, Ahmet Fazıl Özdemir, Satı Taş Kılıç, eşi Hüseyin Kılıç’ı) sorgusuz sualsiz öldürerek yargısız infaz yapan polis timlerinin başında (Özel Tim kurucusu İbrahim Şahin’le, sonraları ünlenecek Hanefi Avcı ve 1000 kişiyi öldürdüklerini söyleyen Özel Tim’ci Ayhan Çarkın’la birlikte) operasyonu yöneten polis şefleri arasındaydı. Reşat Altay ve 21 polis hakkında yargısız infaz suçlamasıyla dava açıldıysa da, sanıklar beraat ettiler.
Yine bitmedi: Aynı polis şefi gazeteci Hrant Dink’e suikast yapılacağı Trabzon Emniyet’ine bildirildiğinde Trabzon Emniyet Müdürü’ydü. Günümüzden çok önce meslekten tardedilmesi ve yargılanıp ağır hapis cezasına mahkûm edilmesi gereken bu şahıs -Dink olayından sonra tepkiler nedeniyle merkeze alınmış olsa da- Burdur Em. Md.ne tayin edilmişti. Şimdi İstanbul Emniyet’in başmüfettiş olarak hâlâ görevdedir ve örneğin polis hakkındaki şikâyetleri tahkik edeceklerin başındadır.[5]
“Neden” meydanda…
Evet, 16 Mart 1978 katliamı, 12 Eylül’ün ilk işaret fişeğiydi…
Sonrası da, aynı mantık(sızlık)la geldi…
II.2) İTİRAF(LAR)
Geçerken bir parantez açıp aktarayım:1980’de idam edilen ülkücü Pehlivanoğlu’nun asılmadan saatler önce ifade verdiği, Abdullah Çatlı ile Yazıcıoğlu’nu suçladığı ortaya çıktı…
12 Eylül’de idam edilen ilk ülkücü olan Mustafa Pehlivanoğlu’nun idamından saatlerce önce verdiği ifade ortaya çıktı. İfadesinde ‘pişman’ olduğunu söyleyen Pehlivanlıoğlu ‘kendisini yönlendiren Abdullah Çatlı, Muhsin Yazıcıoğlu ve İsa Armağan’ın cezalandırılmasını’ istiyor.
Pehlivanoğlu saat 15.30’da verdiği ifadesinde Abdullah Çatlı’nın kurduğu örgüte nasıl katıldığını şöyle anlatıyor: “İdeolojik nedenlerle kurşun sıkmaktan cezaevine ilk düştüğümde 6 ay kaldım. Sonra tahliye oldum. Ankara’ya döndüğümde İsa Armağan ve diğer arkadaşlar ziyaretime geldi. İsa bana Abdullah Çatlı ile suç dosyalarımdan birini yok ettikleri için tahliye edildiğimi söyledi. Niyetim askere gitmekti. Ancak İsa ısrar edince Abdullah Çatlı’yla görüştüm. İsa Armağan bir örgüt kurduklarını söylüyordu. Abdullah Çatlı ile sonraki bir görüşmemizde Abdullah Çatlı, İsa’nın kurduğu örgütü teyit ederek, örgütün isminin TUŞKO (Türkiye Ülkücü Şeriatçı Komando Ordusu) olduğunu bu örgütün Türkiye çapında kurulduğunu ve Ankara sorumlusunun İsa Armağan olduğunu belirterek benim onlara yardım etmemi istedi.”
Bitmedi: 12 Eylül’de asılan Pehlivanoğlu’nun ifadesine göre, savcı Doğan Öz’ü öldüren kişi ‘Oflu İsmail’ yardımıyla yurtdışına kaçtı.
Ortaya çıkan gerçeklerle 12 Eylül’ün ne olduğu daha net biçimde sergilenirken, “12 Eylül vukuatı” hâlâ tüm güncelliğiyle belleklerdedir…
III) “12 EYLÜL VUKUATI”NDAN…
Mesela kayıplar…
12 Eylül’ün üzerinden 31 yıl geçti. Tam 31 yıldır, Gayrettepe Siyasi Şube’ye götürüldüğünden beri, Hayrettin Eren’i arıyor ailesi; yas tutacak bir mezar istiyor. 12 Eylül’ün ilk “kaybedilen” insanlarından biri Hayrettin…
12 Eylül’den sonra üç yıl boyunca Kahramanmaraş Sıkıyönetim Komutan Yardımcısı sıfatıyla görev yapan emekli Tümgeneral Yusuf Haznedaroğlu’nun “Öyle bir isim kayıtlarımızda yer almıyor” dediği öğretmen Ali Ekber Yürek’in defin, teslim ve tesellüm tutanağı ortaya çıktı. Tutanaklarda Yürek’in Asayiş Taburu’nun bulunduğu Afşin Yatılı Bölge Okulu Nezareti’nde intihar ettiği belirtiliyor. Haznedaroğlu, bu yeni bilgi üzerine, “Kayseri Hava İndirme Tugayı o tarihte Afşin’de lojman gibi bir yerde sorgu yapıyordu. Muhtemelen orada olmuştur” dedi…
Mesela idamlar…
Avukat İsmail Sami Çakmak’ın naklettiği gibi:
“Erdal’ı getirdiler. ‘Avukatımla özel görüşmek istiyorum’dedi. İnfaz savcısı bunun mümkün olamayacağını söyledi. Hâlbuki idam mahkûmunun son isteği, yerleşmiş bir uygulama ile kabul edilir, edilmedi. Erdal’a yeniden bir isteğinin olup olmadığı soruldu. Annesi ve babasına mektup yazdığını, avukatlarına vermek istediğini söyledi. Çocuk, tıpkı canını olduğu gibi onu da elinden alırlar diye apış arasına saklamıştı. Utana sıkıla arkasını döndü, apış arasından mektubu çıkardı. İnfaz savcısı, mektubu ‘Biz ailene veririz’diyerek aldı. Babasına hitaben yazılmış bir mektuptu.
Erdal, sigara istedi. Verdim. Yaktım. Son derece sakin bir şekilde mektup yazmak istediğini söyledi. İzin verildi. Oturdu, sigarası bitinceye kadar bir mektup daha yazdı. Yetkililer onu da aldılar. Daha sonra ailesine teslim edilecek özel eşya ve paralarını vermek istedi. Onları da ‘Biz veririz’diyerek yetkililer aldılar. Erdal’ın, o an, ‘Gerçekten verir misiniz?’diye savcıya bir soruşu vardı ki, unutabilmek olası değil.
Gerekli formalitelere başlandı. Karar özeti okundu. İdam gömleği giydirildi. Karar özeti göğsüne asıldı. Elleri bağlanacağı sırada ‘Ellerimi bağlamayın, vücuduma değmeyin’diye itiraz etti. Bağlama konusunda ısrarlı olununca avukatlarına dönerek ‘Usul böyle mi?’diye sordu. Bu arada doktor, benim kulağıma, Erdal’ın ellerinin bağlanmaması hâlinde ipte çok acı çekeceğini fısıldamıştı. Erdal’a, ‘Ellerinin bağlanması gerekiyormuş’dedim. ‘Öyle mi?’dedi ve ellerini bağlattı.
Hiçbir heyecan, korku, ikircik göstermeden sehpaya yürüdü. Durdu. ‘Kahrolsun faşist diktatörlük - Yaşasın Türkiye Devrimci Komünist Partisi!’diyerek tok bir sesle bağırdı.
İp kolayca geçsin diye boynunu ipe kendisi uzattı ve bir anda bastığı tabureyi tekmeledi. ‘Kırt’diye bir ses duydum...
Biraz önce yiğitçe haykıran vücut boş bir torba gibi sallanmaya başladı. (…)
Sonradan öğrendik. Erdal’ı idama getirirken dövmüşlerdi. Erdal, infaz öncesi kendisine ‘dini telkin-imam’isteyip istemediği sorulduğunda, son derece vakur; ‘Halkımın dini inançlarına son derece saygılıyım. Ancak imam ve dini telkin istemiyorum’demişti…”
Mesela katliamlar…
Her iki bacağın dış yüzeylerinde yaygın morartı ve ekimoz... Sol ve sağ bacakta dört adet göz merceği büyüklüğünde darp izi... Her ayakta şişlik ve ödem... Göğüs kemiğinin ortasında 3x2 cm. ebadında ekimoz, beyin hemisferinin üst ve arka kısmında pıhtı şeklinde kan... Her iki akciğerde ekimoz ve ödem... Ve daha neler neler...
Adli Tıp raporunda bir bir sayılıyor Kenan Gürsey’i öldüren darbeler. Ölüm nedeninin darba bağlı beyin kanaması olduğu, bunun düşme veya düşürülmeyle meydana gelemeyeceği de anlatılıyor.
Ancak Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nin ne bu rapor umurunda, ne de Kenan’ın ailesinin adalet bekleyişi...
“Maktulün gözaltına alındıktan sonra kendisine yapılan darp sonucu başından yaralanarak öldüğü anlaşılmış ise de sanıkların bu eylemi yaptıkları veya yaptırdıklarına dair herhangi bir delil ve emare elde edilmemiş ve ölüm olayı ile bağı olan bir davranışları tespit edilememiştir.”
Tarih, 30 Mayıs 1983… İşte o günden beri adalet arayışı için çalmadık kapı bırakmıyor Gürsey ailesi. Ama nafile…
Mesela dünyanın en kötü 10 cezaevinden biri olarak literatüre giren Diyarbakır 5 nolu…
Hani… “Copu ısırtıp, tekmeyle vurdular ve sonra ağzımdan dişlerimi copla birlikte çıkardılar. Ağzımı bir yanından yırttılar…
“Bana cop sokmaya çalıştılar, çok direndim, kafamı duvarlara vurdum. Benden vazgeçtiler. Ama arkadaşlarımdan 200-250 insana cop soktular...
“Tıraş kremini, kalın çizgiler şeklinde yüzümüze sürdüler, sonra upuzun ince bir ip getirerek, ‘Tren yapacağız’ dediler. Herkesin cinsel organına ip bağladıktan sonra ‘Koş’ dediler. Koşuyoruz ama, en ufak bir şekilde geride kalmak herkesi gerdiriyordu ve aynı zamanda hep birlikte oturup hep birlikte kalkmak zorundaydık…
“Duvarın dibinde, kanalizasyonun kapağını kaldırdılar, bir avuç dışkı alıp ağzıma attım. Kıpırdamak yok, temizlemek yok, tükürmek yok. Sonra bıraktı, içeri girdim. Elazığlı arkadaş... Allah razı olsun, bazı dişlerimi iple çekti. Çünkü temizleyemedim dişlerimi…
“Cezaevi doktoru biz veremlilerin balgamlarını alır, yemeklere karıştırır ve o gün bütün koğuşlara dağıttırırdı. Araştırılırsa görülür cezaevinde ne kadar çok veremli olduğu,”[6]türünden ifadelerin verildiği dönemde cezaevinde görev yapan ve deşifre olmamak için “Schumacher”, “Mekânsız Kazım”, “Faydalı”, “Azman”, “Mengele”, “Komutan” gibi kod adı kullananların kimliğine ise dört yıldır çalışmalarını sürdüren Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu ulaştı.
Diyarbakır Cezaevi’nde 1980-1984 yılları arasında kalan mahkûmlara işkence yaptığı belirtilen ve kod adı kullanan dönemin görevlilerinin işte “tam” listesi:Org. Kenan Evren, Org. Nurettin Ersin, Org.Tahsin Şahinkaya, Org. Nejat Tümer, Org. Sedat Celasun, Org. Kemal Yamak (7. Kol. Kom. sonra Cumhurbaşkanlığı/ Başdanışmanı), Yüz. Esat Oktay Yıldıran (Cezaevi İç Güvenlik Amiri), Başçavuş Mevlüt... (Cezaevi İç Güvenlik Amiri), Yüz. Abdurrahman Kahraman (Cezaevi İç Güvenlik Amiri), Dr. Orhan Özcanlı (Tutuklular arasında ‘Mengele’ lakabıyla ‘ünlü’, Ankara Sevgi Hast. sah./ Sevgi Holding Yön. Kur. Baş.), Bin. Lütfi Bayar (Cezaevi Müd.), Bin. Birol Şen (Cezaevi müd.), Hâkim Bin. Ahmet Beyazıt (7. Kol. Adli Müş.), Hâkim Yüzbaşı Turgut Arıbol (7. Kol. Adli Müş.), Hâkim Bin. Emrullah Kaya (Mahkeme Başkanı, Ankara’da avukat), Ask. Savcı. Bülent Cahit Aydoğan (Avukat), Ask. Savcı Yüz. Turgay Çağlar, Hâkim Yüz. Oktay Yüksel, Sivil Hâkim Niyazi Erdoğan, Hâkim Bin. Kamil Kavi (Mahkeme Baş.), Hâkim Nihat Beyhan Özyurt, Hâkim Yüz. Celalettin Çelik!
Mesela işkenceler…
“İşkence çığlığında donan hukuk”u Avukat İsmail Sami Çakmak anlatıyor:
“12 Eylül döneminde savunma avukatı olarak, gerek işkence ile ya da gözetim altında ölmüş ya da işkence gördüğü apaçık ortada olan insanların, gerekse de soruşturmaya uğramış devrimcilerin haklarını savunmaya çalıştım.
İşkence altında alınan ifadeler iddianamelere dayanak yapılıyordu. Yargılama makamlarının bu duruma bakış açısı da genellikle ‘İnsan bilmediği bir şeyi işkence altında söylemez. Biliyordu ya da yaptı ki, işkence altında da olsa kabul etti’yönünde oluyordu.
İzlediğim işkence davalarıyla ilgili başıma çeşitli olaylar geldi.
Bunlardan biri, gözetim altına alınan Remziye Petek’in durumunu öğrenmek istemem üzerine Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde Mart 1982’de gözaltına alınışımdır.
Remziye Petek gözaltına alındıktan sonra nerede olduğu belli değildi.
Emniyette dönemin yetkili Müdür Muavini Orhan Taşanlar’a telefonda durumu sordum, aramızda tartışma çıktı. Az sonra avukatlık büromdan alındım ve kendimi Emniyet’in nezaretinde buldum. 3 gün, 3 gece aç, susuz tutulduğum nezarethanede bir de dövüldüm üstelik. Üç gün sonra Emniyet’ten, gözetim yeri olarak da kullanılan Mamak Cezaevi’ne gönderildim. 17 gün tutulduğum Mamak Askeri Cezaevi’nde demir kafeslerle çevrili olan giriş işlemlerinin yapıldığı yerin az ilerisinde, İbrahim Eski’nin emniyet müdürlüğünde işkence ile öldürülmesi davasında sanık olarak tanıdığım polis Hamdi Akdı beni görür görmez açtı ağzını yumdu gözünü:
‘Ya avukat bey, bizi mahkûm ettirmek için ...ötünü yırttın. Bize ne oldu? Hiçbir şey. ..cık biti gibi her davada karşımıza çıktın. Ulan siz devletin içine sızmışsınız. Sen sanıyor musun ki yaptıklarınız yanınıza kalacak. Siz, o Nurettin (Askeri Savcı Nurettin Soyer) denen ..neye güveniyorsunuz. Aha onun da suyu ısınıyor. Seni karşısına alıp vangır vangır konuşturan vatan hainlerinden hesap sorulmayacak mı? Ulan mahkemede bizi hazır olda durduruyorsunuz. Haydi senin sahiplerin şimdi de gelip sahip çıksalar ya. Sen buradan çıkar çıkmaz seni kapının önünde alıp da t.ş.klarını cebime koymazsam, seni öldürmezsem aha bu bıyıkları kazıyacağım. Oğlum öyle günler geliyor ki, bu günleri hepinize aratacağız.’
Bu tehditlere çevredeki askerler de tanık oldu. Yasal işlem başlatacaklarına cezaevinde biri çavuş, diğeri er, iki asker tarafından dövüldüm. Suç duyurularında bulundum. Sonuç? Kanıt yetersizliğinden kovuşturmaya yer olmadığına karar verildi.”
Bu “vukuatlar” unutulmadı; unutulmuyor; unutulmayacak da!
III.1) 12 EYLÜL’ÜN HUKUK(SUZLUK)U
Tıpkı, bugünde de varlığını sürdüren 12 Eylül hukuk(suzluğ)u gibi…
Hatırlayın Erdal Eren, duruşmasında, “Benim hakkımda peşin bir yargılama yapıldığı son derece açıktır. Nitekim benimle ilgili olayın ertesinde Genelkurmay Başkanı’nın ‘Çoktandır idam olmuyor, bazı kişilerin idam edilmesi gerek’ şeklinde demeç vermesi benimle ilgili idam kararıdır. Ve size de bu konuda ulaştırılan emirlerin açıkça dışa vurulmasıdır” der.
Söz konusu Genelkurmay Başkanı, Kenan Evren’dir. Bir gazeteciyle yaptığı söyleşide, “Parlamentodan şimdiye kadar bir tek idam çıkmadı ki.. Davalar yavaş gidiyor, görevliler korkuyor, parlamento gecikiyor” demişti!
12 Eylül hukuk(suzluğ)u tam da buydu!
Yani… Diyarbakırlı Kenan Gürsey, 12 Eylül’den önce Tez-Büro-İş Sendikası’nda görevliydi. Dev-Genç’liydi. 1 Aralık 1980’de Mardin’de yakalanıp Diyarbakır’a getirildi. 7. Kolordu Komutanlığı’na bağlı Kurdoğlu denilen gözaltı merkezinde tutuluyordu. İddiaya göre, 3 Aralık’ta saat 05.30’da avluda dolaşmaya çıktığında, ‘birdenbire’ yere düşerek kafasını yere çarptı ve öldü.
Diyarbakır’da 31 yıl önce işkencede öldürülen 24 yaşındaki sendikacı Kenan Gürsey için “Birdenbire fenalaşıp öldü” denildi.
Oysa, otopside vücudunun her yanında işkence izleri olduğu belirlenmiş, yedi polis hakkında dava açılmış, fakat “İşkence var ama kimin yaptığı belli değil” denilerek sanıklar beraat ettirilmişti…
12 Eylül hukuk(suzluğ)u buydu…
Özetle 12 Eylül döneminde işkencehane olarak kullanılan Otağ-ı Hümayun Binası’nın “İnsan Hakları Müzesi” yapılmasını isteyen DİSK üyelerine, polis coplarla, tekmelerle müdahale etmesi, 12 Eylül hukuk(suzluğ)unun hâlâ gündemde olduğunun işaretidir…
III.2) NE DEMİŞLERDİ? VEYA DARBE DÖNEMLERİ KARAKTERİSTİĞİ!
Şimdilerde, o kara günlerde “tıkı” çıkmayan ya da zulmün karanlıklarını ayakta alkışlayanların “demokrat” kesildiği hepimizin malumu…
Ancak iyi ki yazı icat edilmiş!
12 Eylül 1980’in ilk haftası “basın”nın önemli köşe yazarları ne yazmışlardı; belleğimizi (eskiler için) tazeleyelim:
Nazlı Ilıcak: “12 Eylül, 27 Mayıs’ın akıbetine uğramayacaktır, uğramamalıdır. ‘Kadife eldivenli’ vasfını daima korumalı, müsamaha ve iyi niyet her zaman devam etmelidir. Çünkü bu bizim son şansımızdır. Kaybedeceğimiz şey, demokrasiden de, hürriyetlerden de önemlidir. Haysiyetimizin istiklal ve istikbalimizin teminatı olan anavatandır.
Not: Kadife eldivenli harekât liderlere telefon görüşmesine dahi müsamaha ediyor. Bravo. Biz de bu müsamahaya sığınarak Sayın Demirel’e ufak bir mesaj iletmek isteriz:
‘İyilik, sıhhat ve selametinizi özler, bu vesileyle hürmetlerimi teyiden takdim ederim’...”
Çetin Altan: “Atatürk temelde çağdaşlıkla, çağdışılığın bazı toplum kesitlerine sağladığı kolaylıklara karşıydı. O nedenle çağdaşçılığı, Cumhuriyetçiliği yani var olan koşullar önündeki en zor yolu seçmiştir. Atatürk’ten sonra Atatürkçülük kolay gibi görünmüştür. Oysa bir Şark toplumunda Atatürkçülük zorların en zoruydu. Özellikle laiklik bayrağını ayakta tutabilmek en zoru idi...”
Rauf Tamer: “Kenan Evren’in söyledikleri, her hukukçunun ve her profesörün başucuna bir mukaddes kitap gibi asılacak cinsten sözlerdir...
Öpüp öpüp başlarına koysunlar. Vazgeçtik istifalarından...”
Güneri Civaoğlu: “Bu hafta hükümet ilan edilecek. Sonra bir geçici anayasa yürürlüğe giriyor. Daha sonra Kurucu Meclis seçilerek göreve başlayacak. Yeni anayasa hazırlanacak. Siyasi partiler, seçim kanunu ve diğer bazı yasalarda değişiklikler yapılarak, demokrasinin daha iyi işleyeceği bir hukuk ortamı oluşturulacak.
Bu arada kimsenin şüphe etmemesi gereken bir gerçek şu: Şiddet örgütlerinin üzerine hiç müsamahasız gidilecek.
Önümüzdeki günlerde ibret levhalarının sunulması kimseyi şaşırtmamalıdır.
Kamu vicdanının süratle tatmin edileceği infazlar... Adalet kılıcının yeni şiddet suçlarının işlenmesini önleyici, caydırıcı bir süratle işlemesi. Beklenen bu...”
Oktay Ekşi: “Çok basit: Türkiye son derece ağır bir ameliyat geçirmiştir. Bu ameliyatın tam başarıya ulaşması ve hastanın sağlığına tam kavuşması için çok dikkatli olmak, Türkiye’yi seven, demokratik düzene inanan herkesin borcudur.
Evren Paşa sempatikti. Evren Paşa demokratik sistemin en kısa zamanda işletileceğini vaat etti. Evren Paşa içtenlikle konuştu.
Doğrudur, Evren Paşa bu izlenimleri vermiştir ama iş orada bitmemiştir. Daha doğrusu Evren Paşa’nın işi orada bitmemiştir, tam tersine orada başlamıştır…”
Bu tablo, düzenin çanağını yalayanlar açısından darbe dönemleri karakteristiğini net biçimde ortaya koyarken; Yalçın Yusufoğlu da ekler:
“Bizde darbelerin ortak özellikleri vardır. Askerler ne zaman hükümete el koysalar ve iktidarı sivil hükümetle paylaşmaktan çıkıp doğrudan iktidara gelseler otorite gösterisine girişirler. Devlet onlar için kutsaldır. Otoritesine tapılmalıdır. Kışla disiplinini Devlete taşımak ve bütün ülkeyi o disiplin altına almak lazımdır. Devlet hükmedendir. Toplum ise itaat eden.
Sivillere başıbozuk derler. Başıbozuk askeri üniformadan kaynaklanan bir sözmüş. Askerlerin hepsinin kafasında bir örnek giysi varken, sivillerin başındakiler çeşit çeşitmiş: Serpuş, sarık, takke, fes, kalpak, Frenklerin chapeau, cascette ya da beret dedikleri başlıklar, vb. Yani askerlerin başı hep bir örnekmiş, sivillerin başları bozukmuş.
Mesela 12 Eylül askerlerinin kafası kızmış, en disiplinsiz vatandaşlar olarak gördükleri Çingenelere üniforma giydirilmişti Bir dönem seyyar çiçek satıcılarını birörnek giysiler içinde görmüştük. Devlet dediğiniz böyle olmalıydı.
Başka bir örnek vermek istiyorum: Gelmiş geçmiş en unutulmaz futbolculardan Metin Oktay vardı. İnsanlığı futbolculuğundan da büyüktü, herkesin sevgilisiydi. Askerliğini yaparken Galatasaray ve Milli Takımın maç ve kampları için kullandığı izinlerin yanlış hesaplandığı 27 Mayıs 1960’tan sonra hesaplanmış ve 8 gün erken terhis edildiği saptanmıştı. 15 Eylül 1960 günü ‘firari asker’ muamelesi görüp tutuklandı ve 45 gün Toptaşı Cezaevinde hapis yattı. Sonra da askerliğini tamamlamak için kıtasına gönderildi. 8 gün için 45 gün hapis, hem de hiç kabahati yokken. Hesaplamayı kendisi yapmamışken. Otorite dediğin böyle olur! Devlet işte budur! Şöhretli futbolcu falan dinlemez, milli görev askerlikten kaçılmaz. İşte böyle içeri tıkarız.
Askeri darbelerin birinci söylemi otorite ve itaat ise, ikincisi Türklük ve Türkçülüktür.”
IV) 12 EYLÜL’ÜN YAPISAL ANLAM VE BAĞLAMI
Yalçın Yusufoğlu’nun işaret ettikleri bir yanıyla 12 Eylül’ün yapısal anlam ve bağlamını ortaya koyarken; bir yanıyla da Eduardo Galeano’nun, “Gerçeğin ne olduğuna bakmadan onu değiştirmenin sihirli bir formülü yok. Bir şeyi değiştirmek içinse önce ne olduğunu görmek gerekiyor. Buradaki sorun da bu, onu göremiyoruz, kendimize körüz çünkü,” uyarısını anımsatır hepimize…
Öncelikle Türk Ceza Kanunu’nun 12 Nisan 1991 günü kaldırılan 141. madde, 1. fıkrasını anımsıyor musunuz?
Şöyleydi: “Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmeye veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmaya veya memleket içinde müesses iktisadi veya sosyal temel nizamlardan herhangi birini devirmeye matuf cemiyetleri her ne suret ve nam altında olursa olsun kurmaya tevessül edenler veya kuranlar veya bunların faaliyetlerini tanzim veya sevk ve idare edenler veya bu hususta yol gösterenler sekiz yıldan on beş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılırlar. Bu kabil cemiyetlerin birkaçını veya hepsini sevk ve idare edenler hakkında ölüm cezası hükmolunur.”
Yukarıda belirtilen eylemlerin propagandasını yapanlar için ise 142/1 uygulanır, “Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmeye veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmaya veya memleket içinde müesses iktisadi veya sosyal temel nizamlardan herhangi birini devirmek veya devlet siyasi ve hukuki nizamlarını topyekûn yok etmek için her ne suretle olursa olsun propaganda yapan kimse beş yıldan on yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır(dı).”
Türk Ceza Kanunu’na Mussolini’nin 1931 tarihli faşist “Yeni İtalyan Ceza Kanunu”nun 270 ve 272. maddelerinden alınan, çeşitli değişikliklerle 55 yıl yürürlükte kalan bu maddeler nedeniyle binlerce sosyalist gözaltına alınmış, tutuklanmış, işkencelerden geçirilmiş, ağır hapis cezalarına çarptırılmıştı.
Faşist İtalya’da olduğu gibi Türkiye’de de bu yasa maddeleri “müesses nizam” (kurulu düzen) kavramında saklı “kapitalist düzen”in hukuki güvencesiydi. Kapitalizmin ya da kapitalistlerin çıkarları söz konusu olduğunda bu yasalar devreye girer, sosyalistlerin, yurtseverlerin ensesinde boza pişirilirdi. Tepemizde “Demokles’in kılıcı” gibi asılı duran bu maddelerden payını almayan hemen hiçbir sosyalist yoktu.
Düzeni değiştirmek, bir başka deyişle kapitalizmi tasfiye etmek (ki buna düzeni yıkmak da diyebilirsiniz) bugün olduğu gibi dün de her sosyalistin başlıca ideolojik/siyasal hedefiydi. Ne var ki bu hedef doğrultusunda atılan her adımın bir bedeli vardı; sosyalistler yola çıkarken bu bedeli ödeyeceklerini hesaba katmak zorundaydılar.
Örneğin, işbirlikçi kapitalizmin palazlanmaya başladığı 1960’lı ve 1970’li yıllarda yabancı sermayeye, dolayısıyla ülkenin kaynaklarının emperyalizme peşkeş çekilmesine karşı çıkmak büyük suçtu. Ne var ki emperyalizm ülkede kök saldıkça tepkiler de çoğalıyor, mitingler, sokak gösterileri düzenin egemenlerini huzursuz ediyordu. 12 Eylül 1980 darbesi, müesses nizam/kurulu düzen açısından özünde bir “huzur operasyonuydu”.[7]
Söz konusu “huzur operasyonu” tekelci kapitalizmin bekası içindi!
12 Eylül’ü değerlendirirken, sadece emir komuta zinciri içinde askerler tarafından gerçekleşmiş olmasına mı, sonuçlarına mı bakarak tarihteki yerine oturtacağız? Emperyal düzenle göbek bağlarını, ABD’den “Bizim çocuklar başardı”saptamasını, 24 Ocak kararlarının sivil iktidarlar eliyle, demokratik yönetimde gerçekleştirilememesi bağlantılı askeri darbenin devreye sokulmasını yok mu sayacağız? 12 Eylül’ün bir yıl önce programlandığı, ancak toplumsal koşulların istenilen kıvama getirilebilmesi uğruna, terörle bin kadar daha insanımızın canına mal olması sonrası yürürlüğe sokulduğu itiraflarını yok mu sayacağız?
12 Eylül 1980’de toplam 3 milyon sigortalı işçinin 1.5 milyonu sendikalı, toplu pazarlık haklarını kullanıyorlardı. Dünyada en güçlü sendikacılık örneklerinde başı çekenlerdendik. Üstelik direngen, savaşkan sendikacılık hareketinin öncülüğünde emekçilerin kazanımlarını, 1961 Anayasası, 63 yasaları üzerinden dünyada en kısa süreçte en hızlısı olarak, dünya toplumsal tarihinin kaydına çizdirmişlerdi. 12 Eylül’de anarşi-terör gerekçesiyle solun, sendikal hareketin, meslek örgütleri, tüm demokratik direnme odaklarının, gençliğin üzerinden silindir gibi ezilip geçilmesi tabii ki boşuna değildi..
Konsey’in ilk bildirisi, yasakları, grevlerin, sendikal faaliyetlerin kaldırılması üzerinden olurken, ilk ekonomik kaynak aktarımı, kıdem tazminatlarının budanması üzerinden, işveren kasalarındaki birikmiş işçilere ait milyarların gasp edilmesi olmuştu... Ekonomik düzenin yönetimi Özal’a teslim edilmişti. Özal’ın sivil iktidarlara geçiş sürecinde, askerler karşıtı pazarlanması siyasi, evrensel bir oyunun parçasıydı. On binlerin işkenceli, tutuklu cezaevlerinden geçirilmesi ile direnebilecek tüm örgütlenmeler kırıldıktan sonra, serbest piyasa düzeninin “liberal-demokratik-muhafazakâr..”pazarlanması, “Tıpkı bugünkü gibi”oyunun önkoşuluydu, öyle de sahnelendi. Yoksa darbenin ilk haftasında Özal’ın sözcüsü olarak bir işveren örgütünde Pakdemirli’nin yaptığı konuşmada, ekonomik hedef; “bozulmuş piramidin düzeltilmesi”olarak ilan edilir miydi? Bugünün piyasalar düzeninde daha daha denilerek sürdürülen bozulmuş piramidin düzeltilmesi sloganının tek anlamı en yukarda çok az varsıl, en aşağılarda çoğunluk çok yoksul, işçi sınıfı, tüm emeği ile geçinenler, halkımız değil mi?
12 Eylül, Özalizm de yarım kalanlar, günün piyasalar düzeninin kuralları içinde AKP’nin iktidarlarında, sadaka düzeni olarak karşımıza çıkıyor...[8]
Yeri altını özenle çizelim: Bu noktada hatırla(t)mak ve hesaplaşmak faslında, Henry Ward Beecher’in, “… ‘Bağışlasam da unutmam” demek, ‘Bağışlamam’ demenin başka bir yoludur,” sözü unutulmadan ve 12 Eylül bütün yönleriyle irdelenmeden, yalnızca süreci silahla başlatanların sahne önünde görünenleriyle sınırlı kalan bir sorgulamayla daha gelişmiş bir demokrasiye erişmek mümkün olmaz.
12 Eylül darbesinin üstünden otuz yıldan fazla zaman geçti, sürecin iyi algılanmasını sağlayacak birçok olay yaşandı, bir anlamda amaca varıldı. Şimdi sürecin tümüne bakmadan sahne önünde görünen iki generale hesap sormayla sınırlı kalmak, olayı anlamamak demektir.
Darbenin hemen sonrasında ekonominin dizginleri kendisine teslim edilen, sandığa gidildikten sonra da ülkenin anahtarına sahip olan Turgut Özal’ın işlevinin Kenan Evren’inkinden çok daha önemli olduğunu görmeyenler, hiçbir şeyi kavramamışlar demektir.
Türkiye’nin o günkü dinamikleri, bu değişimin sağlam biçimde gerçekleşmesi için bir askeri darbeyi zorunlu kılıyordu; T.“C”nin yeni durumu ve konumu için…
V) “YENİ” DURUM VE KONUM
“Yeni” durumu ve konumu açısından “Türkiye, Kemalist/Atatürkçü dogmatizm ile İslâmi dogmatizmin çatıştığı ve bu ikisinin zaman zaman milliyetçi dogma temelinde yan yana geldiği bir ülkedir,” Ahmet İnsel’in işaret ettiği gibi…
Bunun böyle olabilmesinde (24 Ocak’cı) 12 Eylül’ün rolü kilit önemdedir…
‘Deutche Welle’, Başbakan’ın 12 Haziran 2011’deki seçim zaferinin Erdoğan ve hükümetini hiç olmadığı kadar güçlendirdiğini belirterek, “Türkiye, Batı’nın vazgeçilmez ortağı olmayı sürdürürken Erdoğan’ın gücü ve ihtirasları kaygı yaratıyor,” derken; AKP’nin aldığı oyu masaya yatıran CHP’li Prof. Ayata,“AKP koyu bir Milli Görüş veya cemaat çekirdeğinden ibaret değil,”vurgusuyla AKP ile siyasi merkezin niteliğinin değiştiğini, merkezin daha otoriter olduğunu belirtip, “Daha önce Ecevit’e oy verenler bile AKP’li oldu,” diyor.
Mehmet Bekaroğlu’nun, “… ‘Vesayet’ sistemi bitti mi?” sorusunu yüksek sesle dillendirdiği koordinatlarda; Ahmet İnsel, “Askeri vesayet rejimi sona ererken bu boşluğun otoriteryen bir sivil güç tarafından doldurulması olasılığı elbette vardır,” yanıtını veriyor.
David Kenner’in, “Türkiye’deki ordu krizinin çözülmesinde hangi yol seçilirse seçilsin, ülkede giderek artan bölünmeler muhtemelen varlığını sürdürecek,”[9]diye betimlediği tabloda Razmig Şirinyan, “Erdoğan için demokrasinin anlamı, kurumsallaşmış bir siyasi sistem değil, siyasi kazanç elde etmenin bir aracından ibaret,”[10]derken; Yrd. Doç. Dr. Devrim Kabasakal da ekliyor: “Şu anki tablo pek iç açıcı değil…”
Öncelikle Türkiye en güvensiz toplumlar arasında yer alıyorken; “Nüfusun yüzde 51’i, telefonlarının dinlendiği, mail mesajlarının okunduğu görüşünde!”[11]
Sonra da “Siyaset giderek dinîleşiyor, daha doğrusu İslâmileşiyor...”[12]Ya da Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yılmaz Esmer’in ifadesiyle, “Şimdi ‘inançlı bir Müslüman’, şortla, mayoyla ya da sarmaş dolaş dolaşanı kendi yaşam tarzına ciddi tehdit olarak görüyor. O zaman birlikte yaşamak giderek zorlaşıyor…”
Ayrıca ABD’li yatırım bankası Goldman Sachs’ın, Türkiye ve Ukrayna’nın 2008 yılı benzeri bir finansal krize karşı en kırılgan ülkeler olduğunu belirten raporunda, “Analizimiz 2008’dekine benzer bir kriz yaşanması hâlinde bir dizi bölge ekonomisi için önemli finansman risklerine işaret ediyor. Ekonomik stres yaşanması senaryosunda Türkiye ve Ukrayna’nın potansiyel ödemeler dengesi sorunlarına karşı daha hassas olabileceği görülüyor,” denildi…
Ortada bir “kriz hâli” söz konusu…
“Kriz” kelimesinin Yunancadan gelen kökü “karar anı” anlamını taşıdığının altını çizerken; kapitalizmin dünya krizi derinleştikçe bu karar anı herkes için çok daha yakın ve yakıcı hâle geliyor. Özellikle yıllardır dört savaşı birden yaşayan Türkiye için…
11 Eylül’den bu yana ABD’nin sürdürdüğü sürekli savaş, bir yanda İslâmcı diğer yanda Batıcı-laik burjuvazinin olduğu politik iç savaş, Kürt sorunu etrafında devam eden savaş ve nihayet işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki sınıf savaşı…
Kürt savaşı can alıyor. Bu savaşta emekçiler can veriyor. Türk şovenizmi sadece Kürt halkını ezmiyor, iki halkın emekçilerinin arasını açarak burjuvazinin sınıf saldırısının da başarıya ulaşmasını kolaylaştırıyor.
Burjuvazi büyük bir saldırıya hazırlanıyor. Kıdem tazminatları ilk mevzii… Krizin faturasını işçi ve emekçilere kesmek için ellerinden geleni ardlarına koymayacaklar.
Füze kalkanı için anlaşmaya varıldı. İran’a karşı kullanılacak füzelerin radar sistemi Türkiye’ye yerleştirilecek. Bu, sözüm ona savunma sisteminin, aslında İran’ı dize getirme planlarının parçasıdır. Radarların Türkiye’ye konacak olması, bugüne kadar Türkiye’nin sınırları dışında cereyan eden emperyalist sürekli savaşı sınırların içine getirme tehlikesi taşıyor.
Türkiye Ortadoğu’da daha agresif olmaya başladı. Barış, kardeşlik ve huzur için değil! Yaklaşan krizi yağma ve talanla fırsata çevirmek için. Türkiye devletinin İsrail’e diklenmesinin bile altında yatan amaç budur.[13]
Olup-bit(mey)enle Neo-Osmanlı eğiliminin öne çıktığı gidişatta Türkiye, ABD ile ‘Küresel Antiterörizm Forumu’nun (KAF) eşbaşkanlığını yapma noktasındadır.
Evet Büyük Ortadoğu Planı’nın eşbaşkanlığını üstlenen Türkiye’nin, şimdi de ABD ile ‘KAF’ eşbaşkanlığı yapacağı ABD yönetimi tarafından açıklandı.
Bu durumu Pankaj Mişra, “Siyasi ve ekonomik açıdan kendisini yeniden keşfetmeye başlayan Türkiye, artık izole bir ülke değil ve onun kaderi, küreselleşmiş yeni dünyada diğer ulusal rotaların belirlenmesine katkıda bulunacak,”[14]diye tanımlarken; aynı zamanda eski(meyen) eksenin “yeni konum”unu da tarif etmektedir sanki…
T.“C”yi, “Bölgede fırsatçı bir aktör” olarak niteleyen Emir Taheri, “Türkiye, Obama yönetimindeki Amerikan stratejisinin gerilemesi doğrultusunda bölgede bir boşluk görüyor ve bu boşluğu diplomasi, ticaret ve askeri güç karışımıyla doldurmayı düşünüyor,”[15]derken; “Ilımlı İslâmcılardan oluşan AKP hareketi”[16]ABD politikalarının dolaysız taşıyıcılığına soyunuyor!
V.1) AKP’NİN ŞECERESİ
Burada AKP’nin şeceresi ve icraatları önem kazanıyor…
“AKP’nin içte iktidar olma mücadelesinin yanı sıra dış politikada sergilediği birtakım ‘açılım’lar, Türkiye’de kapitalist gelişmenin ve buna bağlı olarak da burjuvazinin kabuk değiştirdiğini göstermektedir.
AKP, hükümet olma mücadelesini geride bırakarak iktidar olmuştur. AKP’yi iktidar yapan onun ne birtakım geleneklerin, dini inançların savunucusu ve uygulayıcısı olmasıdır ne de ‘liberal’ veya ‘ileri demokrasi’ye geçişte kararlı olmasıdır; büyük burjuvazinin iki kanadı arasındaki mücadelede; uluslararası tekelci sermaye ile uyumluluk içinde yerli tekelci sermayenin çıkarlarını en iyi bir biçimde savunma mücadelesinde siyasi sorumluluğun ona verilmesidir.
Burjuvazi son on yıldan bu yana veya AKP’nin hükümet olmasından bu yana uluslararası politikada ve Türkiye’nin başka ülkelerle ilişkilerinde oldukça cüretkâr hareket etmektedir. Tabi bu, Erdoğan’ın ‘Kasımpaşalı’ olmasıyla açıklanamaz. Burjuvaziyi cüretkârlaştıran birtakım faktörlerin olması gerekir...”[17]
Ömer Çelik’in ağzından, “… ‘AKP 150 yıllık bir mücadelenin demlenmiş hâlidir. AKP, elitlerin merkez siyaseti tükettiği bir noktada Anadolu’nun siyasete el koymasıyla ortaya çıkan siyasal bir iddia” denirken; Bilkent Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Metin Heper’in, “AKP son 7 yıldır yeni Türkiye’nin ortaya çıkmasında önemli rol oynadı. Özellikle Özal’ın başlattığı ekonomi politikasını aynen devam ettirdi. İkincisi Türkiye’nin liberalleşmesinde önemli rol oynadı. Bir başka devrimi de kısacası AKP yarattı,” zırvasına sarıldığı koordinatlarda “reform” olarak sunulan bu kesit konusunda da belirtilmelidir ki, “Hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin değişmesi gerekir” ilkesinin yol gösterdiği bir tür “reformculuk” önce Turgut Özal’ın, daha sonra Recep Tayyip Erdoğan’ın devralacağı bir misyon oldu. Eski gömleği çıkararak değişip dönüşen eski İslâmcılar, AKP’yi kurarken Özal’ın başlattığı misyonu üstlendiler.
Bu bağlamda “Türkiye’de kapitalizm hem yaygınlaştı, hem de derinlemesine kök saldı. Gelişen burjuvazi varolan devlet aygıtının ne kadar arkaik ve anakronik olduğunu anladı. Şimdi bu yapı değişiyor.
Ne olmak üzere? Varolan kapitalizmin devleti olmak üzere. 1) Bu, şüphesiz bir ‘ilerleme’dir, ‘rasyonelleşme’dir ve önemli bir ‘demokratikleşme’dozu içerir. 2) Bunların olmasında bu toplumda kendini öyle ya da böyle solda ilân edenlerin hiçbir payı olmamıştır,” diyen Murat Belge’nin, “Türkiye Cumhuriyeti’nin ancak XXI. yüzyıla girildiğinde bir ‘kapitalist devlet’e kavuşmak imkânını bulduğunu yazıyorum. Bunun yolunu açan siyasî güç, AKP oldu. Bu, içinde bir paradoks taşıyan bir önerme, çünkü bu partinin önder kadroları arasında, pek çok pre-kapitalist öğe barındıran bir ideolojinin egemen olduğu herhâlde fazla tartışma götürmez. Ancak Türkiye, bunca yıllık tarihinde, ‘post-kapitalist’denebilir herhangi bir ideoloji üretemediği için, bu duruma fazla şaşmamak gerek. Yolu açan siyasî güç AKP’dir, dedik,” saptaması ile…
Yine “Türkiye’de son dokuz yılda yaşananlar, klasik sosyolojik anlamıyla ‘zamana yayılmış’ ve ‘silahsız’ bir cins ‘devrim’ değil mi?” diyen Aslı Aydıntaşbaş’ın liberal zırvaları, sadece ve sadece AKP ve onun neo-liberalizmi şakşakçılığıdır!
Oysa Avni Özgürel’in, “Türkiye’nin sinir düğümü sayılabilecek siyasi sorunların hiçbiriyle ilgili olarak elde bir yol haritası/proje olduğunun işareti yok,” derken; Ahmet İnsel’in de, “Hükümete yakın basın-yayın kuruluşlarında Deniz Feneri davasına HSYK’nın müdahalesi görmezden geliniyor… Türkiye’de bu soruların çok ciddi biçimde sorulmasını gerektiren yeni bir iktidar yoğunlaşması birçok alanda yaşanıyor. İktidar partisini destekleyen veya iktidardaki kişilerle yakın ilişkileri olanların fırsat üstünlüğü avantajı elde etmeleri, bunun bir cephesi. Diğer cephesinde, yargının eski bağımlılık sisteminin yerine yeni bağımlılık sisteminin getirilmesi var,” notunu düştüğü koşulları Ferda Koç, “Yeni AKP iktidarı dönemi, ‘teröre dayalı iktidar’ siyasetinin alanını genişleteceğini gösteren uygulamalarla açıldı. ‘yüzde 49.5 + MHP’nin dışardan desteği’ ile işlemeye başlayan AKP hükümeti, Türkiye’deki faşizan sağ iktidar geleneklerini güncelleştiriyor,” diye tarif etmektedir.
Bu konuda Mustafa Sönmez’in yorumu da şu oluyor:
“Yavaş yavaş kaynatılan suya atılmış kurbağalar gibiyiz. Haşlandığımızın hâlâ çoğumuz farkında değiliz. Geride kalan 9 yıllık icraat, evet, AKP hükümetine aittir ama bu icraatla artık yeni bir ‘rejim’ inşa edildi.
Farkında mıyız, artık o rejimle idare ediliyoruz.
‘Yeni bir rejim’den kasıt nedir? Bunun için devlet teorisinin iki temel kavramını hatırlatalım: Devlet tipi ve devlet biçimi. Devlet tipi, bir toplumsal formasyondaki hâkim üretim biçimine tekabül eder. O toplumdaki hâkim üretim ilişkileri, devletin tipini de belirler: Köleci devlet, feodal devlet, kapitalist devlet, başlıca devlet tipleri...
Devlet biçimi ise kapitalist devletin yönetme seçenekleri ile ilgili. İşte rejim, budur. Kapitalizmin her ülkede aldığı biçim, yönetim biçimini, rejimi de belirler…
Bir burjuva demokrasisine hiçbir zaman sahip olamamış Türkiye’de ne tür yönetim rejimleri yaşandı? Türkiye için tek partili otoriter devlet biçimi, 1950’de yerini çok partili bir rejime bıraktı. Ama bu rejimde yasama ve yargının bağımsızlığı, demokratik muhalefetin temsili, sözde kaldı. Ekonomik-demokratik haklar, iktidar blokunda askeri bürokrasinin etkisinin azaltılması tam manasıyla hayat bulamadı ve belli inişler çıkışlarla -27 Mayıs, 12 Mart gibi ara rejimlerle birlikte- bu güdük parlamenter rejim, 1980’e kadar hüküm sürdü.
12 Eylül, yeni bir sermaye birikimi rejimi ile birlikte yeni bir yönetim rejimine geçişin miladıdır. Demokratik muhalefetin zulümle bastırıldığı, yükseköğrenimin, yasama ve yürütmenin görece özerk yanlarının budandığı, seçme seçilme, grev - toplusözleşme hakkının karşısına barajların dikildiği bir rejimdi 12 Eylül. Dünya ekonomisi ile bütünleşme ve ucuz emekle rekabet gücü bulabilecek dışa açılma serüvenine denk düşen bu rejim, sözde sivilleşme oyalamasıyla 1983’ten 2002’ye kadar icra edildi. Dönem, 12 Eylül ruhunu koruyarak kısmi demokratikleşme rötuşlarıyla geçti. İktidar bloğundaki sivil-asker bürokrasi ile ‘laisizm’ ekseninde müttefik büyük sermaye fraksiyonunun (TÜSİAD’ın), dip dalga İslâmi hareket ve Kürt siyaseti ile mücadelesi, bu rejim altında gerçekleşti.
AKP’nin 2002 sonlarında iktidara gelişiyle, yeni bir rejimin inşa serüveni başladı. ‘Milli görüş’ gömleğini çıkarıp ‘neo-liberal gömleği’ giyen AKP’liler, elbette, yeni rejimi inşada tek başlarına değildiler. Fethullah cemaatiyle kurulan koalisyonun ipleri, hep Okyanus ötesindeydi. ABD, Irak işgali sırasında çıkardığı derslerle, Türkiye’de yeni müttefik arayışına girdi ve tasarım, iletişim, istihbarat desteği ile yeni rejimin inşasına damgasını vurdu.
2002-2007’deki uygun iç ve dış iktisadi ikliminin de yardımcı olduğu bu rejimi inşa sürecinin ilk aşaması ‘güven sağlama’ oldu. İslâmi muhafazakârlıktan endişe duyanlar, AB’ye tam üyelik şovlarıyla yatıştırılırken devamında, asker-sivil yargı bürokrasisinden gelebilecek ataklara karşı oynanan ‘mazlumluk’ kartı, prim yaptı. ‘Sivilleşme’ hamleleri, pabucumun demokratlarının hararetli alkışlarıyla ‘rıza’yı (consensus) pekiştirdi.
2007’de başlayan ikinci hükümet (kalfalık) ile birlikte, artık rejimin inşasında defanstan ofansa geçildi. Etkin bir medya donanımı ve rakip medyayı devlet baskısı ile kuşatmanın ardından Ergenekon, Balyoz, KCK çuvallarına sapla samanlar birlikte doldurularak sindirme süreci başlatıldı. Geleneksel büyük sermaye korkutulmuş, etkisizleştirilmişti. Hızla biat hâlindeydiler. Medyanın yanı sıra YÖK kontrol altındaydı. Sendikal alanda Hak-İş, kısmen Türk-İş, yandaş yapılarak süreç ilerletildi. 12 Eylül 2010 referandumu, ‘Yetmez ama evetçi’ avanakların desteğiyle, yargının defterinin dürüleceği kilometre taşıydı.
12 Haziran seçimleriyle (ustalık dönemi) inşası süren rejim, Ağustos 2011’de ABD’nin desteği ile kuşattığı askeri vesayete son hamleyi yaptı ve üstüne toprağı attı. Bu, sivilleşme iddiasıyla, asker yerine baskı aygıtı olarak polisin ikame edildiği, rejimin inşasında önemli bir etaptı. Rejim, ‘Önce yıprat, sonra fethet’ taktiği ile yargı ve orduda inisiyatifi ele aldıktan sonra, ayak bağı Kürt siyasetine ve her tür demokratik muhalefete artık ‘zor’ aracıyla hunharca girişebilirdi.
Rejimin artık yapacağı tek şey kaldı. Bütün bu ‘dönüşümleri’ yani ‘mazrufu’ , ‘sivil anayasa’ isimli bir ‘zarf’a yerleştirmek ve kalıcı bir ‘rıza’ ile yıllarca hükmetmek...”
V.1.1) “KÜRT SORUNU” FASLI
Kürt meselesinde “eski(meyen)” ile “yeni” -nihai kertede- iç içedirler; tıpkı “AKP-ordu el ele, savaş cephesinde” vurgusuyla Yalçın Yusufoğlu’nun işaret ettiği gibi, “Hükümet ile TSK arasındaki erk paylaşımında ülkenin en önemli meselesi olan Kürt sorunu açısından farklılık yoktur…
Tayyip Erdoğan 12 Eylül rejiminin işine gelen yanlarını kullanmıştır, kullanmaktadır. Genel oya ‘milli irade’ der, ama seçilmiş tutuklu milletvekillerinin tahliye edilmesini önleyen Kenan Evren icadı 14. Maddenin ardına sığınır. Kendisinin 2002’de seçilmesini engelleyen gerekçeyle, Hatip Dicle’nin milletvekilliğini iptal eden gerekçe aynı olduğu hâlde, Dicle’nin milletvekilliğini kabul etmez.
Erdoğan için milli irade kendisine çoğunluk sağladığı müddetçe milli iradedir. Ne 12 Eylül’ün seçim barajları ve yasakları onu ilgilendirir, ne de seçilenlerin hakkını tanımak. Yargıtay ve Danıştay’daki değişmelerle yargıda da yürütme erkinin üstünlüğünü sağlamış olan Erdoğan’ın otoritesi sınırsızlaşmıştır.”
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır’da 2005 yılında “Kürt sorunu vardır” açıklamasıyla başlayan, Kürt sorununda, çözüm arayışlarında en başa dönüldü. Kürt açılımı politikasının Habur’da iflas etmesiyle giderek gerginleşen ortamda açılım defteri kapandı.
Erdoğan’ın iç güvenlik harekâtlarında polisin de görev yapması için harekete geçildiğini açıklamasının ardından 2005’te başlayan ancak toplumsal bölünmeyi tetiklemek dışında hiçbir adımın atılmadığı süreç resmen bitirilmiş oldu.
AKP’ye ilişkin olarak, “Kürt meselesinin çözümünde en büyük rol ve sorumluluk şüphesiz AKP’ye aittir; yüzde 50 oy almış bir iktidar olduğu için ve ‘açılım’ politikalarıyla çözüm niyetini ortaya koyduğu için...
Fakat AKP’nin demokrasi içinde yapabilecekleri vardır, yapamayacakları vardır.
AKP İslâmi kökenden geldiği için etnik kimlikleri aşan bir dindaşlık ve Osmanlı geleneğinden esinlenen bir ‘millet’ anlayışına sahiptir.
Bu, Lozan’da İsmet Paşa’nın da savunduğu bir anlayıştı,” diye Taha Akyol’un tarif ettiği çerçevede AKP, ABDyönetimiyle paralel bir konumdadır.
Örneğin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ile görüşmesinde, “Çözüm için şiddetle aranıza mesafe koymanız gerekli” mesajı vermektedir.
VI) “DERİN (DENİLEN!) DEVLET” ÇÖZÜLÜYOR MU?
Emekli Koramiral Atilla Kıyat’ın katıldığı bir televizyon programında, “Faili meçhuller devlet politikasıydı” dediği Türkiye’de, aslı sorulursa hiçbir şey “sır” değilken; şimdilerde “sıkça” dillendirilen bir soru(n): “AKP, ‘derin (denilen!) devlet’i çözüyor mu”dur?
Hayır… Sadece ve sadece burjuvazi silahını sağ omzundan sola veya soldan sağa geçiriyor…
Yani sermaye birikim modelinde bir burjuva fraksiyon öne çıkarken, “olmazsa olmaz” düzenlemelerini devreye sokuyor.
Aslında bunda gizli olan bir şey yok; William Shakespeare’in, “Yırtık pırtık, partal giysilerin altından pek az kötülük çıkar; Allı pullu, kürklü giysilerin altında gizlidir tüm kötülükler,” deyişindeki üzere…
Çünkü bu “Devlet kendini insan üzerindeki ilk ideolojik güç olarak sunar bize. Toplum iç ve dış saldırılara karşı ortak çıkarları savunmak üzere kendisi için bir organizma yaratır. Bu organizma devlet iktidarıdır. Devlet daha doğar doğmaz kendini toplumdan bağımsız kılar ve belli bir sınıfın organizması hâline geldiği ölçüde ve bu sınıfın egemenliğini doğrudan doğruya üstün kıldığı ölçüde bu bağımsızlığı daha da büyük olur,” F. Engels’in, ‘Devletin, Ailenin, Mülkiyetin Kökeni’nde ifade ettiği gibi…
Mesela PKK itirafçısı ve eski JİTEM’ci Abdülkadir Aygan’ın, “Her askeri birliğin kendi istihbaratı vardı ve onlar da çok cinayet işledi. Ama tüm suçlar JİTEM’e yıkılıyor,” dediği o malum ve meş’um örgütlenme…
Malûm, devlet nihayet JİTEM’in varlığını kabul etti. Ama Genelkurmay ve İçişleri Bakanlığı’nın haberi olmadığı ve 1990’da kapatıldığı söylendi!
Diyarbakır’da yıllardır görülmekte olan JİTEM Davası’nda, sorulan ısrarlı sorulara rağmen varlığı inkâr edilen JİTEM, nihayet Ankara Özel Yetkili Savcılığı’nın yürüttüğü soruşturma kapsamında, devlet tarafından ilk kez kabul edildi. Savcı Hakan Yüksel’in Jandarma Genel Komutanlığı ve İçişleri Bakanlığı’na yazdığı yazılara karşılık, JİTEM diye bir birimin var olduğu, İçişleri Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’nın bilgisi dışında, Jandarma Genel Komutanlığı’nın kendi inisiyatifiyle kurulduğu ve 1990’da dağıtıldığı belirtildi!
Ancak hukukçular ve gazeteciler, JİTEM’in “habersiz” kurulamayacağını ve 1990’dan sonra da eylem yaptığına dikkat çekerlerken; Birinci Ergenekon davası dosyasına giren Jandarma Genel Komutanlığı’nın Adli Müşavir Hâkim Kıdemli Albay Gazi Koçer imzalı yazısında, “Jandarma Genel Komutanlığı kuruluş ve kadrolarında JİTEM adı altında bir birim bulunmamaktadır ve geçmişte de böyle bir kadro oluşturulmamıştır,” ifadelerinin yer aldığı da dikkat çekildi.
Bunda şaşırtıcı olan bir şey yok…
Mehmet Ağar’a verilen “5 yıllık ceza” tulûatına karşın, AKP Mehmet Ağar’a dokunamıyor…
Kolay mı? Emniyet Müdürlüğü ve İçişleri Bakanlığı yaptığı 1990’lı yıllarda “Bin operasyon yaptık” söylemiyle dikkat çekti ve birçok faili meçhul cinayettin emrini verdi Mehmet Ağar...
Türkiye’de 1991-1996 yılları arasında 1500 faili meçhul cinayet yaşanırken bunların 896’sının Mehmet Ağar döneminde gerçekleşti.
1990 yıllarında devletin MGK’de aldığı kararlar doğrultusunda seri cinayetler işlendi. Bunların uygulayıcıları arasında dönemin Emniyet Genel Müdürlüğü ve ardından İçişleri Bakanlığı görevlerinde bulunan Mehmet Ağar geliyor.
Ağar 12 Haziran seçimleri öncesi “AKP’yi destekliyorum” diyerek iktidara ‘bana dokunmayın’ mesajı verdi. Nitekim AKP’nin Mehmet Ağar’a dokunmamasının nedenlerinden biri Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in o dönem hükümette görev alması. Yine Abdülkadir Aksu PKK ile mücadele adı altında o dönem çok keskin söylemlerle valilik yapıyordu ve birçok cinayeti biliyor.
AKP’li Ziyaeddin Akbulut’un da o dönem Urfa’da valilik yaptığı sırada bölgesinde faili meçhul cinayet yaşandı ve üzeri kapatıldı. Kayıp yakınlarına göre AKP kendi vekillerine dokunulmaması için Ağar’a dokunamıyor.
Evet, evet 1991-1996 yılları arasında 1500 faili meçhul cinayet yaşanırken bunların 896’sı Mehmet Ağar döneminde gerçekleşti.
İyi de Ağar’a dokunulamayan ve İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) verilerine göre açılmamış 117 toplu mezarda 1.743 bedenin yattığı “Toplu Mezarlar Türkiye’si”nde değişen ne?
Toplu mezar utancı Şeyh Sait isyanına kadar uzanıyor. Bingöl’ün Genç ilçesinde 1920’lerde yaşandığı tahmin edilen olayda iddiaya göre yaşlı, kadın, erkek, genç ve çocuk 84 kişi, bir eve konularak yakılıyor.
Tunceli’de 1937-38’de meydana gelen ‘Dersim olayları’ sırasında düzenlenen askerî harekâtta da benzeri durum yaşanıyor…
İHD rakamlarına göre, Türkiye’de gizli tutulan toplu mezarlardaki cesetlerin sayısı 2 bine yaklaştı. Siirt, Diyarbakır, Van ve Bitlis başta olmak üzere Türkiye genelinde 16 ilde yoğunlaşan toplu mezarların sayısı 123’ü bulurken cinayetlerin kimyasal gaz, zehir ve kurşuna dizme yoluyla işlendiği ortaya çıktı.
İHD’nin şubeleri aracılığıyla oluşturduğu verileri doğrultusunda hazırladığı rapora göre toplu mezarlar, köy mezraları-kırsallar ve vadilerde bulunuyor. Derneğin verilerinde dikkat çeken iddialar şöyle:
* Bingöl’de 80 kişinin gömülü olduğu okul bölgesindeki alan, belediyenin iş makinesi vermesine rağmen harfiyat fazlalığından dolayı kazılamadı.
* Ağrı’da bir hastanenin inşaatı sürerken işçiler, kemikler buldu. Şu an hastane olan bölgede toplu mezar olabilir.
* Türkiye genelindeki 123 toplu mezardaki 1909 kişinin illere göre tablosu şöyle: Ağrı’da 7 mezarda 41, Batman’da 11 mezarda 123, Bingöl’de 8 mezarda 234, Bitlis’te 17 mezarda 293, Dersim’de 2 mezarda 259, Diyarbakır’da 20 mezarda 220, Elazığ’da 1 mezarda 50, Gaziantep’te 1 mezarda 10, Hakkâri’de 7 mezarda 93, Hatay’da 1 mezarda 9, Iğdır’da 1 mezar, Kars’ta 1 mezarda 14, Mardin’de 6 mezarda 40, Siirt’te 26 mezarda 312, Şırnak’ta 4 mezarda 82, Van’da 10 mezarda 169 kişi.
* Derneğin rakamlarına göre 1247 PKK’liye de toplu mezarlarda ulaşıldı. Rakamlar arasında savcılık tarafından açılan mezarlara da yer verildi: “Siirt Kasaplar Deresi’nde 8, Diyarbakır’da 11 köylü ve 25 sivil, Şırnak Silopi’de 50 sivil, Mardin’de 2 sivil, Hasankeyf yolu üzerinde 26 kişi, Kızıltepe’deki kazıda 130 kemik parçası. Mardin’de 7, Batman’da 13, Bingöl’de 38, Bitlis’te 36 PKK’li. İstanbul, Diyarbakır, Tarsus, Konya, Ankara, Batman, Cizre’de Hizbullah’ın 10 ayrı noktada açılan mezar evlerinde 54 kişi bulundu.”
Değişen ne ve AKP niye değiştirsin-Hrant Dink davasında da ortaya çıktığı üzere?
Ama ya TSK da olanlar mı?
VI.1) TSK’DA N’OLUYOR?
“Türk Silahlı Kuvvetleri’nde ne oluyor” mu?
BDP’den Filiz Koçali, Genelkurmay Başkanı ve üç kuvvet komutanının istifalarını, “Artık AKP demek ordu demek, ordu demek AKP demektir,” biçiminde yorumlarken; Selahattin Demirtaş da, “Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları istifa edince Türkiye’de bir kriz çıkmıyormuş ama bundan Türkiye’de askeri vesayetin tümden kalkarak yerine sivil demokrasinin geçtiği şeklinde bir anlam da çıkmıyor,” diye ekliyor…
Çok doğru…
Çünkü “Hâlihazırda, iktidarı ve geniş muhalefeti ile sivil iradelerin militarizmle ciddi bir hesaplaşması söz konusu değil, böyle giderse, bu istifaların ‘devir teslim’ töreninden öte bir anlamı olmaz,” diyor Nuray Mert “devir-teslim” hakkında…
ÖDP Genel Başkanı Alper Taş, süreci “AKP yeni rejimin yeni ordusunu kuruyor”diye değerlendirirken, Halkevleri Genel Başkanı İlknur Birol ise açıklamasında, “Cemaatin daha etkin olabileceği bir yapı inşa ediliyor”diyor.
Hayır orta yerde bir demokratikleşme falan söz konusu değil; unutulmamalıdır ki, “Siyasetin dışında duran bir ordu, Türkiye için hayırlı. Fakat zayıf bir ordunun, bölgesel hevesleri açısından pek de hayırlı olduğu söylenemez,”[18]uyarısını dillendiren ‘The Economist’ yaşamsal bir noktanın altını çiziyor…
Tam da burada liberal abartıların, örneğin Aslı Aydıntaşbaş’ın şu saptamalarının karşılığı yoktur:
“Yaşananlar tam tersine ordunun bir anlamda ‘havlu atması’, siyasi gücü iyice azalan, hatta belki de ‘sıfırlanan’ bir kurumun, kendisine yapılan haksız adli uygulamalar karşısında son çare olarak kenara çekilmesidir…
Siyasi görüşünüze göre bu ‘el değiştirme’ sürecini ‘devrim’ ya da ‘karşı devrim’; ‘demokratikleşme’, ‘normalleşme’ ya da ‘otoriterleşme’ diye görebilirsiniz. Kazanan taraf ya da kaybedenlerin arasında olabilirsiniz. Ancak gerçek şu ki, 1923’de kurulan ve belli bir siyasi doktrin üzerine inşa edilen cumhuriyet artık kabuk değiştiriyor. Yeni bir paradigma, yeni bir felsefe var.
Bu durum, hem kaçınılmaz hem de Doğu Akdeniz ve Orta Doğu coğrafyasındaki genel trende uygun.
1. Cumhuriyet dönemi kapandı…
İşte bu tabloda Işık Koşaner ve kuvvet komutanlarının istifası, siyasi değil sadece ‘sembolik’ bir anlam taşıyor. Miladı isterseniz 2007 seçimleri, isterseniz 12 Eylül referandumu ya da 29 Temmuz depremi olarak belirleyin.
Gerçek şu ki artık 1923’de kurulan ve askerin garantörlüğünde laik bir rejim öngören 1. Cumhuriyet dönemi kapandı. Kötü değil, tam tersine tarihin akışıyla uyumlu.
Artık tereddütsüz İkinci Cumhuriyet evresindeyiz. Cumhuriyetin ikinci evresinin karakterinin ne olacağı, hangi sıfatla tanımlanacağı, henüz tam net değil. Onu belirleyecek olan önümüzdeki dönem Türkiye’nin demokrasi ve bireysel özgürlüklere bağlılığı olacak.”
Kolay mı? Dünyadaki general sayısı sıralamasında 8. sırada yer alan Türkiye’de olup-biten sadece bir “traşlanma”, “hizaya çekilme”dir!
Çünkü “Eski hiyerarşi yerini yeni bir düzene, farklı bir sıralamaya bırakıyor. Kurumlar, kişiler, politik öncelikler yerlerini artık bu yeni düzenin gereklerine göre tayin etmek durumunda. Zira zeminin yapısı değişti. Üstelik bu gelişme sadece Türkiye için geçerli değil, tüm dünyada yaşanan süreçlerin bir parçası. (…) TSK yeni uygarlık düzeninin bir parçası olarak yapılanmak ve küresel zemin ile uyumlu bir varlık göstermek zorunda,” diye tarif ediyor söz konusu “yeni(lemeyen) hâli” Deniz Ülke Arıboğan…
VI.2) POLİS DEVLETİ
İyi de bu “yeni(lemeyen) hâl”, “demokratikleşme” mi? Asla…
Bir liberalin, Hasan Cemal’in, “Demokrasiye ‘asker freni’ boşalırken ‘sivil fren’ devreye girebilir, yani sivil rejim otoriterleşebilir de,” demek zorunda kaldığı koşullarda; “At gözlüklü sivil toplumcular, askeri vesayetin etkisizleştirildiği sırada, AKP’nin sivil vesayetinin, polisin güçlendirilmesi ile nasıl arttırıldığını bir türlü göremiyorlar.”[19]
Başbakan Erdoğan’ın, “Terörle mücadelede polisin kullanılması için çalışıyoruz” sözleriyle duyurduğu çalıştayda, 2015’e kadar sayıları 11 bine çıkarılacak olan özel harekâtçıların, askerle birlikte dağdaki operasyonlara katılacağı açıklandı.
Hükümetin ağır silahlı özel harekât polislerini terörle mücadelede görevlendirme projesi 1990’lı yıllarda yapılanları hatırlatırken; hükümet de “Özel Harekâtçılar”ın sayısını iki katına çıkarmayı planlıyor.
Nihayet özel harekât polis devletinde, ceza infaz kurumlarındaki tutuklu ve hükümlü sayısının 124 bine ulaşarak rekor kırdığı bir dönemde, jandarmanın cezaevlerinde arama ve müdahale etme yetkisi, üç bakanlığın ortak protokolüyle genişletildi…
Üç bakanlığın ortak hazırladığı protokole, soruşturma ve davalarda tutukluluğun devamına karar verilirken sık kullanılan “kuvvetli şüphe” ifadesi de eklendi. Bundan sonra jandarma “kuvvetli şüphe durumları”nda savcılıktan müdahale etme izni isteyebilecek. Eskiden sadece yazılı olarak başvurabilirken şimdi “sözlü” talepte bulunma kolaylığı da getirildi.
Eski protokolün 15. maddesinde düzenlenen “Jandarmadan Gelecek Arama Talepleri” başlığı yenisinde 14. madde olarak “Jandarmadan Gelecek Müdahale ve Arama Talepleri” şeklini aldı. Eskisinde “İsyan, direniş, yangın, deprem gibi olağanüstü durumlarda veya firar teşebbüslerinin önlenmesi maksadıyla” “yazılı” olarak cumhuriyet başsavcılığına arama ve müdahale talebinde bulunulabileceği belirtiliyordu. Ancak bu şekilde sınırlandırılan maddeye “kuvvetli şüphe durumları” gibi muğlak bir ifade eklendi. Jandarmaya yazılının yanında “sözlü” başvuru kolaylığı da sağladı. Böylece jandarma, koğuşlardan herhangi birinde kuvvetli şüphe durumu gördüğü takdirde savcılıktan alacağı izinle arama yapabilecek, gerektiğinde müdahale edebilecek. Tartışma yaratan maddenin yeni hâli şöyle:
“İsyan, direniş, yangın, deprem gibi olağanüstü durumlarla firar teşebbüslerinin önlenmesi maksadıyla veya kuvvetli şüphe durumlarında jandarma tarafından vaki olacak sözlü veya yazılı arama ve müdahale talebi cumhuriyet başsavcılığınca değerlendirilir ve gerekli görülürse müdahale ve arama ceza infaz kurumu personeliyle birlikte yapılır.”
Şimdi soralım: Bu 12 Eylül zihniyeti ve onun sürekliliği değilse nedir?
VII)UNUTMAYIN!
Nihayet asla unutmayın: 12 Eylül paşaları burjuvazinin maşalarıydı.
Marksistler bu konuda hiçbir zaman “nisyan”a düşmeyecektir. 12 Eylül’ün hesabı bir gün mutlaka sorulacaktır. Ama şaklabanlıkla değil…
“Hafızai beşer nisyan ile malûldür”, yani insan belleği unutmaya mahkûmdur sananlar yanılıyor…
Referandum öncesinde Türkiye’ye “ileri demokrasi” gelmekte olduğunu söyleyenlerin ve bu arada “evet, ama yetmez”cilerin en sevdiği oyuncak, halkoyuna sunulmakta olan çeşitli maddelerin değiştirilmesinin ve en önemlisi generallerin yargılanmasını yasaklamış olan Geçici 15. madde’nin kaldırılmasının 12 Eylül dönemine son vereceği iddiasıydı.
Referandum sonrasında, bir davete birbirlerinden habersiz aynı elbiseyle gelen burjuva kadınları gibi mahcup edici biçimde ‘Taraf’ ve ‘Star’ gazeteleri aynı manşeti atmıştı: “Halk yönetime el koydu”. Bu başlık 13 Eylül 1980 tarihli bazı gazetelerin manşetine kinaye idi elbette: “Ordu yönetime el koydu”. Yani 12 Eylül bitmişti.
Bir yıl sonra geriye baktığımızda ne görüyoruz? 12 Eylül cuntasının hayatta olan mensupları savcılar tarafından sorgulandı. Ne zaman?
2011 Mayıs ayında. O zamandan beri ne oldu? Koskoca bir hiç…
Kendini ve halkı AKP adına aldatmayı meslek edinmiş olanlar, bir de Deniz Feneri davasına baksalar iyi ederler.[20]
12 Eylül bitmedi; burjuvazi ve onun AKP’siyle “somut koşullar”la uyumlu biçimde sürdürülüyor!
Değişen bir şey yok!
20 Eylül 2011 19:49:57, Ankara.
N O T L A R
[1]22 Eylül 2011 tarihinde Devrimci 78’liler Federasyonu’nun Ankara’da düzenlediği “12 Eylül’den Günümüze Emek, Özgürlük ve Demokrasi Mücadelesi-2” başlıklı oturumda yapılan konuşma… Kaldıraç, No:125, Ekim 2011…
[2]Aziz Nesin.
[3]K. Mark-F. Engels, Alman İdeolojisi, Çev: Selâhattin Hilâv, Sosyal Yay., 1968, s.66.
[4]Suat Parlar, Kontrgerillanın İşgali: 16 Mart Katliamı, Bağdat Yay., 2006.
[5]Ecevit Kılıç, Özel Harp Dairesi, Turkuvaz Kitapçılık, 2008.
[6]Pınar Öğünç, “İşkenceciler Sıradan İnsanlardı”, Radikal, 4 Mayıs 2011, s.10-11.
[7]Deniz Kavukcuoglu, “Nereden Nereye”, Cumhuriyet, 24 Ağustos 2011, s.13.
[8]Şükran Soner, “12 Eylül Kimin Darbesi?”, Cumhuriyet, 13 Eylül 2011, s.11.
[9]David Kenner, “Ordu-AKP İhtilafındaki Yeni Aşamanın Eşiğinde”, Foreign Policy, 29 Temmuz 2011.
[10]Razmig Şirinyan, “Sivil Otoriterlik Dönemi”, Open Democracy, 14 Ağustos 2011.
[11]Taha Akyol, “Sağcı Türkiye!”, Milliyet, 23 Temmuz 2011, s.15.
[12]Ayşe Hür, “Her Canlı Bir Gün Ölümü Tadacaktır!”, Taraf, 15 Mayıs 2011.
[13]“Karar Anı”, http://www.gercekgazetesi.net/, 9 Eylül 2011.
[14]Pankaj Mişra, “Türkiye’den Tehdit Olamaz”, Bloomberg, 1 Temmuz 2011.
[15]Emir Taheri, “Türkler, Yeni Bir Osmanlı İmparatorluğu’nu İstemiyor”, Şark ül Evsat, 5 Ağustos 2011.
[16]“Ulaşılması Zor Bir Başarı”, The Economist, 6 Ağustos 2011.
[17]“12 Eylül Darbesinin Politik Ekonomisi ve Emperyalistleşen Türkiye”, http://www.ibrahimokcuoglu.blogspot.com.
[18]“Sivil Rahatlama”, The Economist, 6 Ağustos 2011.
[19]Mustafa Sönmez, “Daha Fazla Şiddet, Daha Fazla Polis...”, Cumhuriyet, 1 Ağustos 2011, s.12.
[20]“12 Eylül Bitti, Evren de Yargılandı!”, http://www.gercekgazetesi.net/, 12 Eylül 2011.
Yorumlar