“Gülü çiğdemi filan bırak Sardunyayı karidesi filan bırak Acıyı ve ölümleri bırak Oy pusulalarını ve seçimleri bırak Evet Seçim...
“Gülü çiğdemi filan bırak
Sardunyayı karidesi filan bırak
Acıyı ve ölümleri bırak
Oy pusulalarını ve seçimleri bırak
Evet
Seçimleri özellikle bırak
Çünkü açlık çoğunluktadır//
Ve ezecektir gücüyle dünyayı
Diriliğe eşitliğe tokluğa
Artık ayıp olan tokluğa
Çünkü açlık çoğunluktadır
Açlık.”[2]
2011 bir “öfke yılı” olarak hatırlanacak.
Baharda Tahrir’den Akdeniz’i geçerek Madrid’e ulaşan, oradan Atina’ya sıçrayan, yaz aylarında Tel Aviv’i kapsama alanına alan “öfke seli”; bu defa okyanusu kat ederek New York’a erişti… Salgının başlangıç noktası... “Arap Baharı” ve Tahrir...
İsyan(lar) sürüyor; sürecek de…
Buna kuşku yok…
Stefan Zweig’ın, ‘Geleceğe Güven’indeki, “Yıldızlarla güneşin tepemizde olduğu andan bu yana dünya hiç böylesine çılgınlaşmamış, insanlara böyle kıyılmamıştır,” satırlarla betimlenmesi gereken “durum”, bunu “olmazsa olmaz” kılarken; sosyal eşkıyalar ve eşkıyalık -başkaldırılarla- Londra/ Tottenham örneklerindeki gibi yeniden tarihin gündem maddesi olmaktadır.[3]
Verili gidişatta soru(n), bununla sınırlı kalmayıp, toplumsallaşacak ve yeni çatışmaların yarı-çapını genişletecektir…
Demokrasi ile kapitalizmin sanal ilişkilerinin de iptal edildiği güzergâhta, “Demokrasi, iki kurtla bir kuzunun öğle yemeğinde ne yiyeceklerini oylamalarıdır. Özgürlük ise silahlanan kuzunun oylama sonucunu tartışmaya açmasıdır,” diyen Bülent Somay’ın yaygaraları da komikleşirken; insan(lık) bir kez daha umutla(rıyla) silahlanarak, başkaldırıyor…
Tanık ve taraf olduğumuz şey budur!
Umut (ve umutsuzluğa bürünmüş formu) isyanın en büyük silahıdır.
İnsan(lık)a, ütopyalarını gerçekleştirmek için başkaldırmayı öğreten, başkaldırtan umut: “Uyanın! Ayaklanın!” diye haykıran harekete geçmiş değişimdir.
“Başkaldırmayı unutanlar” için fazla bir şey ifade etmeyen umut; aynı zamanda “Hayır” deme iradesidir!
Yaşar Kemal’in, “İnsanlar böyle uyudukça, insanlar böyle zulüm altında inlemeyi kabul ettikçe insanlığın bir sinekten ne farkı olur. İnsanlar, eğer en küçük bir haksızlığa, bir zulme başkaldırmayı akıl etmezlerse, insanlık bundan böyle daha da beter hâle düşecektir,”[4]uyarısını dillendirdiği tabloda; A. Camus, yaşanılan dünyanın “absürd” bir dünya olduğunu söylerken çok haklıydı.
Verili dizanyda dünya gibi, insan da “absürd” bir varlığa tahvil edilmişken; “absürd”den ve “absürd”lükten kurtulmanın tek yolu isyandır/ başkaldırıdır.
Yıkarken, yaratmaya denk düşen başkaldırma, insan(lık)ın temelini oluşturan yaşam hakkını savunur.
Bunun içindir ki başkaldırı, özgür insan(lık)ın varlık nedenidir.
Kurulu, “olağan” diye sunulan adaletsiz düzene karşı olan “başkaldırı”, akıntıya karşı yüzmektir; akıntının insana hükmetmesi değil, insanın akıntıya hükmetmesidir ki, tam da bu noktada sözü A. Çehov’un satırlarına bırakmakta yarar vardır:
“İnsanlara dürüstçe söylemek istediğim tek şey: ‘Şöyle bir kendinize bakın ve hayatlarınızın ne kadar kötü ve yavan olduğunu görün.’ Asıl önemli olan insanların bunu fark etmesi, çünkü fark ettiklerinde, büyük olasılıkla kendileri için başka ve daha iyi bir hayat yaratacaklar. Bunu görecek kadar yaşamayacağım ama, biliyorum ki çok daha farklı olacak, şu anki hayatlarımızdan daha farklı. Bu farklı hayat gerçekleşmediği sürece ben de insanlara söylemeye devam edeceğim: ‘Lütfen, hayatlarınızın ne kadar kötü ve yavan olduğunu anlayın!’...”
Çünkü, tam da böyle yani hayatlarımızın kötü ve yavan olduğu için isyan etmektedir insan(lık) yeniden…
Evet tarih, H. L. Mencken’in, “İsyan için ille de çoğunluk olmak gerekmez, birkaç kararlı önder ve haklı bir dava yeterlidir,” sözlerinin altını bir kez daha çizerken, isyan yeniden gündem maddesidir…
I) MİLİTAN İYİMSERLİK: DEVRİMİ İNSAN(LAR) YAPAR!
Hem de “Devrimden başka bir hayat yoktur...
“Devrimcinin görevi devrim yapmaktır...
“Zor olduğu için cesaret edemediğimiz şeyler, Aslında biz cesaret edemediğimiz için zordur...
“Birşeyi yapmak için, onu çok sevmelisiniz. Birşeyi sevmek için, ona delicesine inanmalısınız...
“En önemlisi, kabiliyetinizi koruyabilmeniz, dünyanın neresinde olursa olsun her haksızlığı kendinize karşı yapılmış gibi hissetme kabiliyetinizi. Bu bir devrimcinin en önemli özelliğidir...
“Dizlerimin üstünde yaşamaktansa, ayaklarımın üstünde ölmeyi tercih ederim...
“Savaşan, kaybedebilir. Savaşmayan, çoktan kaybetmiştir...
“Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin... Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaklarsa ölüm hoş geldi, safa geldi,” diyen ve dediklerini yapan Ernesto Che Guevara’yı ve devrimi insan(lar)ın yaptığını anımsatarak…
Devrimi insan(lık)ın yapması ile doğrudan bağıntılı olan güncelliği ile -asla vazgeçmeyen- “militan iyimserlik”, evet isyan diyenlerin “olmazsa olmazı”dır.
Ernst Bloch’nun “militan iyimserlik” kavramı, “hayatın militanı olmak”tır; veya bir başka deyişle, “Dünyanın (toplumun, bireyin, somut koşulların) doğru bilgisine sahip olma çabası içinde ve Bloch’un tanımıyla ‘gerçekçi olabilirlik’ gerçekleşmesi için eylemde bulunan ‘militan iyimserlik’ şu anda yaşanmakta olan dünyada ve ülkemizde insana, ‘hiçbir sonda bitmek istemeyen umuda’ en çok yaraşan, onu ve toplumu geleceğe en doğru biçimde taşıyacak olan, yol gösterici insani özellik ve bir erdemdir.”[5]
Söz konusu çerçevede de Bloch’a göre, “insan olmak” bir “süreç hâli”; “bir imkândır”; “hiçbir sonda bitmek istemeyen umut”tur…
Yani umudun mücadelesi ve isyanıdır…
Evet devrimi, sadece ve sadece, onun güncelliğini asla “es” geçmeyen insan(lık) yapar; yoksa “internet”, “sosyal ağlar” veya teknoloji değil…
Bu noktada “Araplar ‘bahar’ı internetten mi indirdi? Tarihin akışını bir klavye ve bir fare mi değiştirdi? İnternetsiz devrim mümkün mü?” sorularını ‘Yasemin Devrimi’ adını taktığı sürecin bayraktarlığını yapan Kalima Radyosu’nun yayın yönetmeni Sihem Bensedrine, “Devrimi biz yaptık” vurgusuyla şöyle yanıtlıyor:
“2008 yılında muhalefet hareketleri ciddi bir ivme kazanmaya başlamıştı. Sokaklar, üniversiteler hareketlenmişti. Baskıcı rejimi protesto etmek için son 10 yılda 12 kişi kendini yakarak feda etti. Ama devrimi getiren 13’üncüsü oldu. 2011’in ocak ayında Sidi Buzid kentinde seyyar satıcılık yapan Muhammed Buazizi’nin, arabasına polis tarafından el konulması üzerine bir devlet dairesi önünde kendisini yakıp can vermesiyle devrim geldi. Neden? Gazeteler yazmasa da, devlet televizyonu yayımlamasa da bu olayı kimse örtemedi, internetten dalga dalga yayılınca homurdanmalar eyleme, eylem de devrime dönüştü. Devrimi biz yaptık, ama bunu internet mümkün kıldı.”
I.1) LİBERAL PALAVRA
Şimdi burada durup, “Bütün devrimlere karşıyım çünkü bütün devrimler devrime karşı,” diyen Gündüz Vassaf’ın (ve benzerlerinin) -nihai kertede- liberalizme kapı açan zırvalarına değinelim:
“İktidar ve sol kavramları bağdaşmıyor. Sermaye destekli sağın tek amacı iktidar. Solun amacı çeşitli düşüncelerden oluşan bir pratiği hayata geçirme çabası…
Yeni sol hareketler parti istemiyor. Sol düşünce partilerle binbir parçaya bölünüyor. Yeni sol hareketler lider istemiyor. (Milyonları ayaklandıran ‘Arap Baharı’nda tek bir lider yok.) Yeni sol hareketler dikey değil yatay ilişkiler üzerine örgütleniyor. Yeni sol, boksör Muhammed Ali’nin kendisini tanımlarken kullandığı deyimle, ‘Kelebek gibi uçup, arı gibi sokuyor.’ Bu hareketlerin küreselleştiğini, bir anda dünyada tek bir soruna odaklandığını, sorunların üstüne dalga dalga geldiğini düşünün. Olacak.
Yeni sol hareketler, miadını doldurmuş solun Che Guevara gibi kahramanların da romantikleştirdiği, nice gencin kurban olduğu şiddete karşı. Marşlarla değil şarkılarla, silahla değil sözle hatta mizahla seferber oluyorlar. Kral çıplak.
Yeni sol hareket sınıf odaklı değil sorun odaklı. Kitap odaklı değil eylem odaklı. İdeolojilerin katı formülleriyle değil eylemlerin esnek pratiğiyle bilinçleniyor. Sömürünün her türlü iktidarına karşı,” diyor Vassaf…
Burada kapitalist devletin nasıl bir zor aygıtı olduğu hasır altı edilip, kendiliğinden hareket göklere çıkarılırken; kendisi için -politize, örgütlü- hareket “es” geçiliyor…
Liberal palavra burada da durmayıp; “XX. yüzyıl, başarısızlıkla sonuçlanmış, birçoğunun izi kalmamış devrimler, hayalkırıklığına yol açmış ütopyalar tarihidir ‘sol’ için,” diyen Ahmet İnsel’le şöyle sürdürüyor maruzatını:
“Walter Benjamin, 1940’ta Nazilerden kaçarken Fransa-İspanya sınırında intihar etti. İntiharından kısa bir süre önce Tarih Kavramı Üzerine Tezler’i yazmıştı. Sol melankoli, bu kitapta işlediği temalardan biridir. Benjamin, sol melankoliyi, güncel toplumun gerçeğiyle yüzleşme ve bunun ışığında bugünü değiştirmeye çalışmaktan ziyade, ‘sol’ tutkular ve temalara, ‘sol’ çözümlemeler, yargılar ve eleştirilere bağlı olmayı tercih etme eğilimi olarak tanımlar. Sol melankoli, kendi geçmiş nostaljisinden beslenen, geleceği de bu geçmiş nostaljisinin sınırladığı çerçeve içinde tasarlayan bir ruh hâlidir.
Benjamin bunu konformizm olarak tanımlar. Sol geleneğin merkezini işgal eden bu konformizm, toplumdaki kurumlara, kalıplara, değerlere eleştirel bir değerlendirme yapmadan uymak anlamına gelen genel bir konformizm değildir.
Geçmişten bugüne sol olarak aktarılan tutkular ve temalara, solun geleneksel mücadele konu ve yöntemlerine, geçmişte yaptıklarına sadık kalmayı tercih etmek anlamındadır bu konformizm. Yani solun konformizmidir. Solun kendi gelenek, değer, davranış ve düşünce kalıplarını eleştirel bir mesafeyle değerlendirmeden, bunları kabul etmek ve bunlara uymayı sürdürmektir. ‘Her dönemde’ der Benjamin, ‘geleneği, ona boyun eğdirmeye çalışan konformizmden kurtarmaya çalışmak gerekir’. Solu da, sol melankolinin etkisi altında, kendi gelenekleri içine hapsolmaktan kurtulmaya çağırır…
Elbette XX. yüzyıl tarihi, sol melankoliyi bir cephesiyle kaçınılmaz kılan yenilgiler tarihidir de…”[6]
Burada yeri gelmişken “postmodern nihilizm”e anımsatalım: XX. yüzyıl tarihinde yenilen bir uygulamaydı; devrim değil…
Kaldı ki “devrim fikrine” ve mücadele geleneklerine bağlanmak (örneğin Che gibi); “sol melankoli” falan değildir!
Tam tersi “melankolik” olan, “Hepsi bitti,” diye haykıran “postmodern nihilizm”in reddiyesidir!
Tıpkı “felsefenin süperstarı” diye sunulan Slavoj Zizek’in saptamalarındaki gibi:
“Devrim denildiği zaman hemen şu soruyu sorarım, devrim ne demektir? Bir şeylerin değişmesi anlamında, evet, bir devrim olacak. Ancak sürekli olarak vurguladığım gibi, ben XX. yüzyıldaki hâliyle Komünist Parti’nin geri dönüp bizi kurtaracağı yanılsamasını paylaşmıyorum. XX. yüzyıl sona erdi. Solun XX. yüzyılda aldığı biçimler, Stalinci komünizm ve hatta Batı’daki sosyal demokrasiler ve yine hatta, Porto Alegre, Seattle rüyaları da sona erdi. Seattle’da, Porto Alegre’de cemaatlerin doğrudan demokrasi yoluyla kendilerini yönettiği bir sistem fikrine inanmıştık oysa. Aradığımız cevaplar bunlar değil. Devrim mi? Evet, devrim! Ama bazı temel, basit koordinatları değiştirmek anlamında bir devrim... Bunlar nasıl olacak?
Bilmiyorum. Ama kesin olarak bildiğim bir şey var, XX. yüzyıl bitti ve ben ona karşı içimde hiçbir nostalji duygusu taşımıyorum. Solcuların sahip olduğu, eski kavgaların sürdüğü yönündeki inancı da paylaşmıyorum, hayır diyorum, bunların hepsi bitti…”[7]
Hayır, hiçbir şey bitmedi…
Başarısızlık(lar)a karşın, devrimci gelenek(ler)den öğrenerek hayat devam ediyor, isyan(lar) sürüyor…
Devrimci gelenek tarihsel bir birikim ve hafızadır. Ondan ders çıkartan bağlılık, taşıyıcı/ takipçilerini hiçbir zaman zayıf düşürmez, tam tersine, daha da güçlü kılıp, yeni ufuklar açarak, ilerletir…
Kaldı ki devrimci gelenek bir miras değil; daha büyük bir çaba harcayarak çoğaltılıp, zenginleştirilen yaratıcı bir mücadele hattıdır…
Çünkü devrimci gelenek, sadece “gelenek” ya da el sürülmez bir “doğma” olarak kabul edilirse, ölmüş demektir. Nihayetinde devrimci gelenek, yaşayanları “ölülerin yönetmesi” değildir; olmamıştır da…
Unutulmasın Paulo Coelho’un deyişiyle, “Hayatta acı çekmek ve yenilgiye uğramak da vardır. Bundan kimse kaçınamaz. Ama düşleriniz uğrunda verdiğiniz mücadelelerde kimi çarpışmaları kaybetmek, ne uğrunda savaştığınızı hiç bilmeden yenilgiye uğramaktan iyidir.”
Kaldı ki Campbell’ın, “Arkada bıraktıklarımızın yüreklerinde yaşamak, ölmemektir”; Arsene Houssaye’nin, “Eski anılarımız, yeni umutlarımız olmalıdır,” sözlerindeki üzere yenilgi(ler)de dahil, hiçbir şey boşuna değildi ve değildir de!
Çünkü başarısızlık da öğreticidir. Aklı başında bir insan başarılarından olduğu kadar başarısızlıklarından da ders alır.
Kaldı ki denemekten vazgeçmekten başka bir başarısızlık yoktur.
Ayrıca da zaferlerden daha muzaffer yenilgiler vardır (Şeyh Bedreddin ve Kızıldere gibi)…
Başarısızlık, başarının tuzu biberiyken; en büyük başarı ise, hiç yere düşmemek değil, her düşüşten sonra ayağa kalkmaktır. Devrimcilerin daha da “iyi” olmaları, başarısızlıklardan öğrenen bilgelikleridir.
Bunun yanında bir yenilgiyi hiçbir zaman kesin bir yenilgiyle karıştırmamak gerekirken; başarısızlık için söylenecek şey: Başarıdan çok daha ilginç bir deney olmasıdır…
Liberal palavranın “postmodern nihilizm”inin anlayamadığı, anlamak istemediği de tamı tamına bunlardır. Ancak, tarih onlara rağmen “bildiğini” okumaktadır…
Çünkü eski, eskimeyendir!
II) “NE”, “NEDEN” OLUYOR?
İyi de “ne”, “neden” oluyor mu?
Gayet basit: “Ezilen sınıfın özgürlüğüne kavuşması için, eldeki üretim yetkileri ile var olan sosyal ilişkilerin artık varlıklarını birlikte sürdüremez olmaları gerekir. Ezilen sınıf böylece de devrimci hâle gelir,”[8]dediği şey oluyor Karl Marx’ın…
Bunu devreye sokan Ovidius’un, “Bolluk beni yoksul bıraktı,” sözüyle betimlenmesi mümkün olan ve “Zenginlerin zevkleri, fakirlerin gözyaşları ile satın alınır,” diyen Thomas Fuller’in altını özenle çizdiği kapitalist-emperyalizm tahribatının yarattığı tablodur!
Söz konusu tahribat tablosunu ‘Sosyalizm ve İnsan Ruhu’ başlıklı çalışmasında Oscar Wilde şöyle tarif eder:
“Toplumda zenginlerden daha çok para düşünen tek bir sınıf vardır, o da yoksullar. Yoksullar paradan başka bir şey düşünemez. Yoksul olmanın sefaleti budur…
“Sefalet ve yoksulluk o kadar aşağılayıcı şeylerdir, insan doğası üzerine öyle felç etkisi yaratmaktadırlar ki, hiçbir sınıf kendi çektiği ıstırabın gerçekten bilincine varamamaktadır. Bunu onlara başkasının anlatması gerekir, çoğunlukla da bunu söyleyenlere kesinlikle inanmazlar. Amerika’da kölelik, köleler tarafından girişilen bir hareket sonucu, hatta onların özgür olmak yolunda açıkça bir istek belirtmeleri dolayısıyla ortadan kaldırılmış değildir. Kölelik, kendileri köle sahibi ya da köle olmayan, hatta konuyla hiçbir ilgileri olmayan birtakım provakatörlerin ağır biçimde yasadışı davranışları sonucu kaldırılmıştır…
“Yoksulluk sorununu, yoksulların hayatta kalmalarını sağlayarak çözmeye çalışıyorlar -tıpkı en kötü köle sahiplerinin kölelere iyi davrananlar olması ve bunların kölecilik yüzünden acı çekenlerin, köleciliğin gerçek yüzünü görmelerini ve köleciliğin düşünenler tarafından anlaşılmasını engellemeleri gibi- ; ya da çok daha ileri bir ekolün yaptığı gibi, yoksulları oyalayarak. Gerçek çözüm, yoksulluğu ortadan kaldıracak bir toplum düzeni kurmak, buna çalışmaktır…
“Hayırseverlik, çok sayıda günahın anasıdır. Sık sık yoksulların hayırseverlik karşısında gönül borcu duydukları söylenir. Bazıları öyledir ama, yoksulun kalitelisi hiçbir zaman gönül borcu duymaz. Onlar nankör, hoşnutsuz, dikbaşlı ve asi olurlar. Böyle olmakta da son derece haklıdırlar. Hayırseverliğin, gülünç derecede yetersiz bir kısmi borç ödeme yolu ya da duygusal sadaka olduğunu düşünürler. Zenginlerin sofrasından dökülen bir-iki kırıntı için neden gönül borcu duysunlar ki - onlar da sofraya oturmalıdır…
“Bazen yoksullar tutumlu oldukları için övülürler. Oysa yoksullara tutumluluk önermek hem kaba bir şaka, hem de hakarettir. Açlıktan ölen bir adama daha az yemesini öğütlemektir. İnsan kötü beslenen bir hayvan gibi yaşamaya dünyada razı olmamalıdır. Öyle yaşamayı reddetmelidir, ya çalmalı ya da öfkesini dile getirmelidir, k, bazıları bunun hırsızlığın-uğursuzluğun bir biçimi olduğunu düşünürler. Dilenmeye gelince, o elini uzatıp almaktan daha güvenlidir ama uzanıp almak, dilenmekten daha şıktır. Erdemli yoksullara gelince, insan onlara acıyabilir elbette, ama hayranlık duyması olacak şey değildir. Onlar düşmanla özel koşullarda bir anlaşma yapmışlardır ve doğuştan hakları olan şeyi pek sefil bir kap yemeğe satmışlardır…”
Yani H. de Balzac’ın, “Yoksulluğun hüküm sürdüğü yerde ne utanma kalır, ne suç, ne namus, ne de ruh”; John Florio’nin, “Fakirliğin tahrip etmeyeceği erdem yoktur”; Murathan Mungan’ın, “Yoksulun kitabında sevincin ömrü kısadır,” diye tarif ettiği çürüme ile yoksulluğun damgası vuruluyor dünyaya; kaçınılmazı olan itiraz ve isyanları da devreye sokarak…
II.1) VAHŞETİN BOYUTLARI
Herkesin bilgisi dahilinde: Kapitalist-emperyalist “YDD” bir vahşettir!
Tıpkı Nâzım Hikmet’in Etiyopyalı Taranta-Babu’ya yazdığı destansı şiirde anlattığı gibi: “Bir öyle şaşılası/ dünya ki burası,/ balıklar kahve içerken/ çocuklar süt bulamıyor./ İnsanları sözle besliyorlar,/ domuzları patatesle…”
Bu işin bir yanı…
Ötekine gelince, onu da Slavoj Zizek şöyle tarif ediyor: “Dünyada ekolojiden biyogenetiğe pek çok konuda bir tür ‘kritik nokta’ya ulaştığımızı anlatmaya çalışıyorum. Ekolojiye bakarsanız, çevresel durumumuzun bu hâliyle sonsuza kadar devam edemeyeceği çok açık. Biyogenetiğe bakarsanız, bir şeylerin değişmekte olduğunu görürsünüz. Yakında psikolojik özelliklerimizi değiştirebilecek hâle geleceğiz. Yeni siyasi yönelimlere baktığınızdaysa, yavaş yavaş bir apartheid toplumuna doğru evrildiğimizi görürsünüz.
Apartheid ile bazı insanları kapsayan, bazılarını dışlayan bir sistemden bahsediyorum. Aslında çok mütevazı bir önermede bulunuyorum. 1990’larda Francis Fukuyama’nın ‘tarihin sonu’ hayalini hep birlikte yaşadık. Bir biçimde liberal demokrasinin tarihin nihai formu olduğuna inandık. Belki onu biraz daha iyileştirebilir, daha hoşgörülü hâle getirebilirdik ama sonuçta elimizdeki sistem liberal demokrasiydi. Ancak şimdi şu çok açık: Bugünün ütopyacı düşüncesi, şeylerin şimdi oldukları şekliyle yaşayacaklarını söylemektir! Tarihin nihai biçiminin bu olamayacağını gördük. Eğer bu hayati önemdeki sorunlarla yüzleşmezsek, durum gitgide daha kötü bir hâl alacak”tır…[9]
Çünkü miadı dolmuş sürdürülemez “Kapitalizm, emperyalizmdir. Emperyalizm kapitalizme içkindir yani onda mündemiçtir…
Kapitalizm emperyalizmdir. Dolayısıyla emperyalizmi sorun etmeyenin anti-kapitalistliğinin bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir.”[10]
Böylece “Krizler, emek cephesinin çökmesi, yoksulluğun yaygınlaşması ve küresel adaletin sarsılması gibi ekonomik ve sosyal krizler, kapitalizm küreselleşirken dünya ahvalinin de belirsizliğe sürüklendiğini açıkça gözlerimizin önüne sermektedir.”[11]
Sürdürülemez kapitalizmin içine girdiği çıkmaz, 1929 Büyük Buhranı’nı andırırken; yaşan deprem(ler) ne ilkti ne de son olacak…
Sistem, yıllardır kapitalizmin artık “kendisi” olan krizini, piyasaların yere çakılışıyla “şaşkınlık” ile seyrediyor.
Serbest piyasa metafiziğinin çöktüğüne inanmayanlar hâlâ umutlu temennilerini iletseler de küreselleşme, kendi yarattığı Frankestein mali kriz tarafından can çekiştiriliyor.
Ama asıl önemlisi devletlerin dünya kaynakları üzerindeki rekabetlerinin acımasızlaşmasıyla karşımıza çıkan uygarlık krizi görüntülerini kaçırmamak.
Afrikalı açlıktan ölen Somalili çocuk fotoğraflarını görünce “küreselleşmenin” ne olduğuna dair zihin egzersizi yapmak gerekiyor.
Gerekiyor çünkü, Nouriel Roubini, “Karl Marx haklıysa bir noktadan sonra kapitalizm kendini yok edebilir. Piyasalar bu aşamada çalışmıyor” dedi.
Aslı sorulursa: 7 milyar insanı barındıran yaşlı gezegene şöyle tepeden bakmaya çalıştığımızda ise, temel sorunun “paylaşım” sorunu olduğunu görmemek mümkün değil. Bir yanda kapitalist yaşam tarzının getirdiği tüketim çılgınlığı, öte yanda Afrika Boynuzu’nda onlarca yıldır bir nebze olsun azaltılamayan açlık... Savaşlar, yükselen gıda fiyatları ve kuraklığın korkunç bileşimi çaresizlik içindeki 11 milyondan fazla insanı kıskaca almış bulunuyor. Öte yandan BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün yaptırdığı araştırmaya göre, dünyada her yıl 1 milyar tondan fazla gıda çöpe gidiyor.
Sadece zengin ülkelerin 222 milyon ton olan atık miktarının Sahra Altı Afrika bölgesinin yıllık gıda üretimiyle aynı olduğuna dikkat çekiliyor. Araştırmaya göre dünyada üretilen gıdanın 3’te biri çöpe gidiyor. Afrika’nın en yoksul ülkelerinden biri olan Etiyopya’nın bir bölümünde halk açlıktan ve hastalıktan ölürken bir diğer bölümünde devasa tarım alanları yabancı yatırımcılar tarafından uzun vadeli olarak kiralanarak “endüstriyel tarım” için kullanılıyor. “Tarım emperyalizmi” olarak da adlandırılan bu durum son yıllarda iyice arttı. Yabancı şirketler biyoyakıt elde etmek veya kendi ülkelerindeki gıda ihtiyacını karşılamak üzere ekim yapıyorlar. İhracata teşvik veriliyor olması, iç pazara dönük satışları bitiriyor. İç pazara satış yapanlar da küçük çiftçilerle rekabet ediyor.
Yoksul ülkeler böyle. Gelişmiş ülkelerdeki “paylaşım krizi” ise hem gelir dağılımındaki eşitsizliğin giderek artıyor olması hem de insanların bugüne kadar “en tabii hak” olarak bildikleri sosyal hakların sürekli olarak kesintiye uğraması. Deutsche Welle’nin 23 Ağustos 2011’de yayına aldığı küçük bir haber:
“Almanya’da emekli olduktan sonra geçimini sağlayabilmek için çalışmaya devam etmek zorunda kalanların sayısı giderek artıyor. Sol Parti’nin meclise verdiği soru önergesini yanıtlayan Alman hükümeti, 65 yaşın üzerinde olup ek iş arayanların sayısının 2000 yılında 417 bin iken, 2010 yılında 661 bine yükseldiğini bildirdi. Resmi verilere göre, Almanya’daki yaklaşık 21 milyon emeklinin yüzde 10 kadarı yoksulluktan mustarip. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilâtı (OECD), emekli yoksulların oranının daha da artacağı görüşünde.”
Evet, evet nasıl bir dünyada yaşadığımızı anımsayalım: Dünya nüfusunun aç sayılan bölümü 1980’de 800 milyonmuş. 30 yılda 125 milyon artmış. Petrol tüccarı birkaç şeyhlik ve Suudi Arabistan dışında 1.5 milyarlık İslâm dünyası, 2.6 milyarlık Çin ve Hindistan’ın adam başına ulusal gelirleri Batılı kapitalistlerin gelirlerinin 1/8-1/10’u arasında. Gerçi 1/40 olan da var. Yani 925 milyonu aç ve 4 milyarı fakir olan dünyada kapitalist dünya düzeninin sürmesi için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar.
Amerika’da işsizlere ve fakirlere yılda 60 milyar tutarında yemek karnesi veriliyor. Bunların sayısı 45 milyon kişi, yani nüfusun 1/7’si. (2010). Bu işe bakan Tarım Bakanlığı muhtaç olanların 2/3’ünün daha başvurmadığını saptamış. Amerikalılar giderek daha çok aç kalıyorlar! Biz Amerika’nın dünyanın en zengin ülkesi olduğunu biliriz de, 45 milyonun fakirlik ya da açlık sınırında olduğunu bilmeyiz.
G20, 5 yılda bütün dünyadaki gıda fiyatlarının iki katına çıkmasını, on binlerce insanın açlıktan ölmesini ve yaşanan ayaklanmaları, fiyat dalgalanmasına bağlıyorken; FAO’nun rakamlarına göre, 1990-2003 yılları arasında oldukça durağan seyreden reel gıda fiyat endeksi, 2003’ten itibaren istikrarlı bir tırmanışa geçiyor. 2003’ten 2011 Mayıs ayına kadar reel bazda gıdada yüzde 110, hububatta yüzde 130, şekerde yüzde 228 fiyat artışı gerçekleşmiş. Volatilite savına temel oluşturan tek düzensizlik 2008’de yaşanan ani yükseliş. Ancak 2008 yılı bir dalgalanmadan ziyade, tekil bir aykırılık olarak görünüyor. 2008’i tablodan çıkartacak olursak ortaya, son derece düzenli ivmelenen bir fiyat eğrisi çıkıyor. Bunun adı volatilite değil, krizdir.
Tam da burada “Tokluk, ayıptır artık...” vurgusuyla ekliyor Mustafa Kara:
“Net, kesin bir haber: Somali’de 29 bin çocuk ve bebek öldü. Beş yaşını göremedi hiçbiri. Sadece son 90 gün içinde... Açlıktan... “Ölüm Allah’ın emri” değildir artık. Sözün tükendiği bir yer varsa, orasıdır.
Yıl 2011; küçücük evlatlarını doyurmaktan bile aciz bir insanlık; daha doğrusu bir insanlık sistemi. İnsanlıkdışı bir insanlık sistemi. Reva mıdır? “SMS at; 5 lira gönder” kampanyaları yeter mi, bu utancı örtmeye?
Somali halkı açlığa karşı yürüyor. Yiyecek bulma umuduyla. Cehennem sıcağı altında... Önce çocuklar ölüyor; açlıktan, sıcaktan, hastalıktan... Vahşi hayvanlar tarafından parçalanıyor küçücük bedenleri. Ölüm korkusu yok gözlerinde; açlık tüm korkuları yıkıyor; çaresizce bir yürüyüş içinde açlar ordusu... BM, 650 bini küçük çocuk; 4 milyona yakın insanın açlıktan ölüm tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu duyuruyor.”
II.2) “BARIŞ” (YANİ SAVAŞ) MI? DEDİNİZ!
Buna “barış” (yani savaş) diyorlar!
“Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i” (“YDD”) efendileri “barış”tan söz etse de, doğaları gereği varlıkları ve yöntemleri barışçıl olamıyor, olamaz da…
Ortalık barış harekâtlarından, özgürlük operasyonlarından geçilmiyor. Bolca kan dökülüyor, şiddet yeni nesil silahlarla ölüm kusuyor. Çünkü barışı korumak için olmasa da ekonomileri büyütmek, kârı arttırmak için silahlanmak şart. İşte o yüzden dünya silah piyasasındaki rakamlar dudak uçuklatıyor.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI), silah satışındaki küresel artışın son yıllardaki ivmesinden endişe duyduğunu, özellikle gerginliklerin bulunduğu bölgelerdeki silahlanma yarışıyla ilgili kaygılarının arttığını bildirmesi kulak ardı edildi. Biz de bu enstitünün verilerinden yararlanarak duruma şöyle bir baktık. Şu anki verilere göre silah ihracatının yüzde 30’unu yapan ABD en büyük silah tedarikçisi, Çin ve Hindistan ise en büyük konvansiyonel silah ithalatçıları. İran da Çin’in silah sanayinin en büyük ikinci alıcısı. Yine SIPRI verilerine göre son beş yıllık süreçte Ortadoğu, Kuzey Afrika, Güney Amerika, Güney Asya ve Güneydoğu Asya’da silahlanma hızla artıyor.
En büyük silah şirketlerine gelince. Boeing listenin başında. Hollanda menşeli EADS ikinci. Ardından Sikorsky helikopterlerinin üreticisi United Technologiles geliyor. ABD’nin bir diğer gözde şirketi Lockheed Martin yeni nesil savaş uçaklarıyla listenin üst sıralarını zorluyor. Honeywell International, Northrop Grumman, General Dynamics, Finmeccanica ve Bombardier da ilk onda. Verilere göre Amerikan ve İngiliz şirketler ağırlıkta. Ne de olsa “barıştan” en çok söz eden onlar.
Listeyi biraz daha derinden kurcalayalım. Listenin tepesindeki şirketlerin yıllık kârları ortalama üç milyar doların üzerinde. Ülkeler bazında silah üretimine baktığımızdaysa ilginç isimleri görüyoruz. Kanada 2009 ve 2010’da içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu tam 22 farklı ülkeye silah satışı yapmış. Bu silahların çoğunluğu hava saldırı ve hava savunma teknolojilerine ait. Silah sanayinin bir diğer yükselen yıldızı Çin ise ihracatının büyük bölümünü Asya ve Afrika’da iç karışıklık yaşanan ülkelerde gerçekleştirmiş. Silah sektörüne yaptığı yatırımları Libya harekâtında görücüye çıkarma fırsatı bulan Fransa da iki yılın ihracat sıralamasında öne çıkıyor. İşin çirkin ve komik yanı Fransa’dan silah satın alanlar arasında Libya’nın liste başı olması. Yani hem silahını sat, sonra ona karşı savaş. Ne de olsa bu büyük bir oyun...
Özetle dünyada askeri harcamalara 1 trilyon 630 milyar dolar ayrıldı. SIPRI’nin 2010 yılı kapsayan raporuna göre dünya genelinde eğitime yıllık 1.1 trilyon dolar harcanırken askeri harcamaların miktarı 1 trilyon 630 milyar doları bularak yeni bir dünya rekoru kırdı.
Emperyalist devletler ve onların tekelleri arasında yeni pazarlar ve kâr için başlayan rekabet giderek sertleşiyor ve bu nedenle daha büyük, bölgesel savaşlar uzak bir olasılık olarak görünmüyor.
III) DÜNYANIN DÖRT BUCAĞI
Dünyanın dört bucağı da bu tehditlere kayıtsız kalmayıp, “YDD” dayatmalarına başkaldırıyor…
Örneğin Londra’da borsa bir haftada yüzde 14 düştü, sokaklar yanıyor, dükkânlar yağmalanıyor.
Londra’nın yoksul mahallelerinden Tottenham’da patlayan “toplumsal olaylar”, başka mahallelere, kentlere sıçradı.
Tel Aviv’de gerçekleşen bir protesto yürüyüşüne 300.000’den fazla insan katıldı.
“Aralarında binlerce kilometre, kültürleri arasında neredeyse aşılamaz dağlar var” denebilir ama bu iki olayın kökünde aynı ekonomik, demografik koşullar yatıyor.
Tottenham’da 4 Ağustos 2011 akşamı polis, Mark Duggan isimli siyah bir genci öldürdü. Duggan’ın ailesi 6 Ağustos 2011 akşamı cesedi teşhis etmeye giderken, karakolun önünde yaklaşık 300-400 kişi toplanmıştı. Barışçı bir biçimde sürmekte olan protesto eylemi, polisin 16 yaşında bir genç kızı coplaması üzerine aniden bir ayaklanmaya dönüştü. Polisle gençler arasında sert çatışmalar yaşandı; polis arabaları, bir belediye otobüsü, tarihi bir bina, alt katındaki halıcı dükkânı, üst katlardaki apartman daireleri yandı. Büyük mağazaların yanı sıra yerel dükkânları da hedef alan yağma olayları yaşandı. Polis olayı kontrol altına aldığında, ana cadde adeta bir savaş alanına dönmüştü; tutuklananların sayısı 60’ı geçmişti.
Twitter gibi sosyal ağlardaki haberleşmelerden, olayların başka mahallelere de sıçrayacağı anlaşılıyordu. Polisin bu kez çok yoğun olarak aldığı önlemlere karşın, Enfield, Edmonton, Waltham Cross, Brixton, Islington, Peckham ve hatta Oxford Meydanı’nda değişen boyutlarda, dükkânları yakma yağmalama, polisle çatışma olayları yaşandı. Pazartesi günü İçişleri Bakanı, salı günü Başbakan tatillerini yarıda keserek Londra’ya döndüler. TV kanalları yayılan olayları tartışıyordu, birçok gözlemci “polisin zamanında müdahale etmeyerek olayların yayılmasına seyirci kaldığını” savunuyordu.
Belki de tüm maaşla çalışanlar gibi yoksullaşan, işini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalan polis, basıncı kaldıramıyor ya da medyada oluşacak görüntülerle, hükümeti, yeni kaynakları ve önlemleri devreye sokmaya zorlamak istiyordu...
Tel Aviv’de bir grup öğrenci genç, konut yetersizliği sorununu protesto etmek amacıyla, en zengin kesimin yaşadığı mahallede çadır kurmuştu. Bu eylem, toplumdaki pahalılık, yoksulluk sorunlarına karşı tepkileri harekete geçirerek hızla yayıldı; 31 Temmuz 2011 günü 150.000 kişinin katıldığı büyük bir protesto yürüyüşü, pazartesi günü 100.000’den fazla belediye çalışanının katıldığı “bir günlük” dayanışma “genel grevi” gerçekleşti. Eylemlere katılanların sayısında büyük bir artış gözleniyordu. Tel Aviv’de protesto yürüyüşüne bu kez 300.000’den fazla insan katıldı.
Gideon Levy’nin ‘İsyanın Mucizesi’ başlıklı yazısında vurguladığı gibi, “markalarla, elektronik oyuncaklarla yetiştiğine, toplumsal sorunlarla ilgilenmediğine, alkole, uyuşturucu kullanmaya meraklı olduğuna inandığımız”, vurdumduymaz bir kuşaktı bu.[12]Ama bu kuşak şimdi, başını, önüne atılan haz parçacıklarından kaldırıyor, toplumsal sorunlara müdahale ediyor, ülkenin gündemini değiştiriyor…
Yoksulluk günlerinde isyanlar artıyor...[13]
Özetle İngiltere yoksul gençlerin isyanıyla çalkalanıyor. Londra’da başlayan isyan dünyanın dört bir yanında yaşananların sadece bir parçası. İsrail’de yüksek konut fiyatları, Şili’de eğitim sistemi, ABD’de sendikal haklar, Hindistan’da yolsuzluklar, Trinidad-Tobago’da yetersiz altyapı kitleleri sokaklara döktü…
İngiltere’nin başkenti Londra’da başlayan gösteriler dalga dalga diğer metropollere de yayıldı. Manchester, Brimingham, Liverpool, Bristol, Newcastle, Leeds gibi metropol kentlerde farklı büyüklüklerde çatışma ve kundaklama olayları yaşandı. Göstericiler “Adalet yoksa barış da yok” sloganları attı.
Şili’de eğitimde reform isteyen on binlerce öğrenci ülke genelinde sokaklara çıktı. Yollara barikatlar kurup ateşler yakan öğrencilere polis saldırdı. Çıkan olaylarda çok sayıda öğrenci yaralanırken yüzlercesi ise gözaltına alındı.
Santiago’da 70 bini aşkın, ülkenin diğer bölgelerinde de binlerce kişi eğitim reformu için gösteri düzenledi.
Şili’de yaşanan öğrenci isyanı Arjantin’e de sıçradı. Başkent Buenos Aires’de bir araya gelen öğrenciler, hükümetten ücretsiz eğitim taleplerini tekrarladı.
İsrail’de yüksek konut fiyatlarına ve artan hayat pahalılığına yönelik bir tepki olarak başlayan eylemler büyüdü. Tel Aviv’de sokaklara çadır kurup direnen kitleler hükümeti protesto etti.
California eyaletinin San Francisco kentinde, sendika işçileri toplu greve gitti. Verizon Wireless şirketinin 45 bin sendika üyesi çalışandan 1 milyar dolar imtiyaz talep etmesi üzerine ülke çapındaki binlerce gösterici sokaklara döküldü. Çalışanlar, şirkete karşı tepkilerini ortaya koyarken geri adım yok dedi.
Hindistan’da halkın yolsuzluklara yönelik tepkisi sonunda sokaklara taştı. Parlamentoyu kuşatan göstericiler hükümetten yolsuzlukların hesabını sordu.
Başkent Yeni Delhi’de BJP partisine bağlı eylemciler yolsuzlukları protesto amacıyla parlamentoyu kuşattı, polisle çatıştı.
Karayip ülkesi Tirinidad Tobago’da, halk yetersiz altyapı nedeniyle ayaklandı. Yol ve kanalizasyonların yetersiz olduğundan şikayet eden ve altyapının geliştirilmesini isteyen halk, hükümetten yaşam standartlarının artırılması talebinde bulundu.
Denilebilir ki “isyan”, son zamanlarda hem Arap dünyasının hem de Avrupa’nın en popüler gündelik terimlerinden. Yunanistan, İspanya, Portekiz, İtalya, Tunus, Mısır, Libya vs vs… Sokakların dünyanın dört yanında aynı dönemde böylesine hareketli olması tesadüf mü? Ekonomik krizin dalga dalga vurduğu ve en fazla yoksulları ve çalışan kesimleri etkilediği dünyada öyle olmasa gerek.
Arap ülkelerinin ilaveten kendine has politik gündemleri olsa da Avrupa’da yaşananlar öyle benzer ki. Kıtanın hemen tümünde sağ iktidarlar kamu hizmetlerini piyasalaştırma ve özelleştirme, sosyal yardımları yok etme, büyük şirketlere ve bankalara kaynak akıtma gibi neo-liberal uygulamalarını ekonomik krizle birlikte derinleştirmiş durumdalar. İngiltere de bu ülkelerden biri. Bugünün isyanın kapitalizm temelinde ve bunu hayata geçiren neo-liberal politikaların yarattığı ekonomik, sosyal ve kültürel yıkım yatıyor…
Mesela… Yunanistan’da iki günlük grevden sonra 30 Haziran 2011’de de İngiltere’de yaklaşık 750 bin memur 24 saatlik iş bıraktı.
İngiltere’de 1926’dan bu yana yaşanan en geniş kapsamlı grev, üyeleri ülkedeki kamu çalışanlarının yaklaşık beşte birini temsil eden dört sendikanın çağrısıyla düzenlendi.
Hükümetin uygulamaya geçirdiği emeklilik reformu ile birlikte, emeklilik primi ödemelerinde yüzde 3’e yakın bir artışın yaşanması bekleniyor. Sendikalar, çalışanların maaşlarından kesilen katkıdaki artışa rağmen, emeklilik maaşlarının düşeceğini söylüyor.
Öte yandan borç sorunlarıyla boğuşan Avrupa’da derinleşen ekonomik krizin en trajik sonucu gençlerin işsizliği…
Piyasalardaki kaosun odağında yer alan İspanya, Yunanistan, Portekiz ve İtalya’nın devreye koymaya çalıştıkları tasarruf tedbirleri ve sosyal güvenlik kesintileri işsizler ordusuna davetiye çıkarıyor. İngiltere’de gözlenen sosyal patlamalar bu ülkeler için tehlike çanlarını çalıyor.
Avrupa, 20 yaşın altındaki ve geleceğe yönelik umutları yitirmiş kuşağın şiddete yönelmesinden korkuyor. Zengin ve yoksul kesimler arasındaki uçurumun giderek açıldığına tekrar dikkat çeken OECD ve ILO uzmanları, gelir dağılımındaki adaletsizliğin yeni boyutlar aldığını vurguladı. Buna göre kriz ve borç yükü gerekçesiyle kemerlerin sıkılması, iş bulma umudu kırılan genç kuşağı sokağa itiyor. OECD üyesi ülkelerde genç işsizliğin yüzde 18 olduğu, 2012’de ise en fazla bir puanlık bir gerileme yaşanabileceği vurgulandı. İşsizlik genel ortalamasının yüzde 8.6 olduğuna dikkat çeken OECD araştırmacılarına göre gençler arasındaki işsizlik bu rakamın iki katından fazla. Bu da Avrupa’nın geleceği açısından büyük bir olumsuzluk içeriyor.
Sokağa iniyorlar…
Yani bu bir zorunluluk, kaçınılmazlık hâline geliyor; Yunanistan gibi…
III.1) AYAKLANAN YUNANİSTAN
Ayaklanan Yunanistan, hepimiz ve herkes için bir müthiş öğretici örnektir…
AB ve IMF kurtarma yardımının altıncı taksitini alabilmek için yeni kemer sıkma tedbirleri almaya hazırlanan Yunanistan’da protestolar şiddetini arttırıyor.
Halk yediden yetmişe sokaklarda… Emekliler, emekli maaşı kesintilerini protesto ederken gençler eğitim alma hakları için eylemde…
Sokaklardaki direnişin nedeni, emekçilerin sosyal kazanımların gaspı yani hayatlarına, ekmeklerine müdahale… Hem de sorumlusu olmadıkları bir kriz için… Krizin faturasının onlara “ciro” edilmesinden ötürü…
Yunanistan bunun için ayaklanıyor.
Bu durum, Mahir Adalı’nın vurgusuyla “Devrim ihtimali”ni içeriyorken; “Yunanistan kendi kaderine bırakılamayacak kadar ‘AB üyesi’. Ayrıca ülkenin içinde bulunduğu durum, Yunanistan’ı sadece AB değil, kapitalizm için de önemli hâle getiriyor. Manşete taşınabilecek sözü sonda söylemek belki yanlış ama şu açık: Yunanistan, devrim olma ihtimali en yüksek ülkedir. Daha güzel ifadeyle Yunanistan’da devrim olma ihtimali çok yakın.”
Yani Yunanistan’da olan her şey AB ile kapitalist sistemin tümünü doğrudan etkileyecek!
III.2) PUERTA DEL SOL’UN İSPANYA’SI
Tıpkı Puerta del Sol’un İspanya’sı gibi…
15 Mayıs 2011’de Madrid’in merkezindeki Puerta del Sol meydanında başlayan protestolar, polis Madrid ve Barselona kamplarına müdahalede bulunduktan sonra hızlıca tüm İspanya’ya yayıldı.
Bu eylemler direkt olarak kapitalist sistemle yüzleşiyor; Puerta del Sol meydanında “barınma hakkı”, “İspanya ticari bir kuruluş değil, bizler köle değiliz”, “Biz mal değiliz,” yazılı pankartlarla…
İspanyol protestocuların çoğu öğrencilerden, genç işsizlerden ve riskli işçilerden oluşuyordu.
Bu işin bir yanıyken öteki yanı da Bask meselesiydi…
Örneğin 2011 Mayıs’ındaki yerel seçimlerden sonra Bask ve Navarra bölgelerinde 100’den fazla belediyede yönetime gelen Bildu Koalisyonu, birçok belediye binasında İspanyol bayrağını ve San Sebastian kentinde Kral Juan Carlos’un fotoğrafını kaldırdı.
Bunlar İspanya’daki mücadelenin çeşitlenip, zenginleştiğinin verileridir…
III.3) ALMANYA’DA DA!
Almanya’da da bir şeyler olmaya başladı; ağırdan ve yavaşça olsa da…
“Burası Londra değil, Hamburg!” haykırışı eşliğinde “Almanlar’ın isyanı ‘şişkolar’a” yöneliyor…
Örneğin Hamburg’un Sternschanze semtinde her yıl düzenlenen sokak festivalinde 20 Ağustos 2011 gecesi solcu gençlerle polis arasında çatışma çıktı. Alternatif kültür merkezi “Rote Flora” önünde toplanan gençlere polisin müdahale etmesinin ardından polis araçları ateşe verildi.
Olaylarda 2 polis hafif yaralanırken 30 gösterici gözaltına alındı. Göstericilerin, İngiltere’deki ayaklanmadan esinlenerek duvarlara “Her yer Londra” yazmaları dikkati çekti.
Bu arada ‘İngiltere’deki olayların benzeri yaşanır mı ve Türklerin rolü ne olur?’ sorusuna yanıt aranıyor. Baden-Württemberg Eyaleti Uyum Bakanı Öney, Fransa ve İngiltere’deki olayların, Almanya’da yaşanmayacağını savunarak “Bunun sosyal devletin kazanımlarıyla yakından ilgisi var.
Toplumsal barış, sosyal güvenlik alanındaki kazanımların bir sonucudur” diyor. Almanya Türk Toplumu Başkanı Kolat ise koşulların farklı olduğunu kabul ederken “ama ortada bir altyapı olduğunu da görmezlikten gelemeyiz” görüşünde!
III.4) WALL STREET’İN YÜREĞİNDE
Başkaldırı, mevcut hâliyle ABD’ye de ulaşmış durumda; hem de “Wall Street Tahrir’e döndü!” betimlemeleri eşliğinde…
Kolay mı?
Bir grup aktivist “17 Eylül 2011’de, Wall Street‘te 20.000 kişi buluşuyoruz!” diyerek yeni bir sistem karşıtı protestonun ilk adımını attı. Dünyanın finans kalbi olan, New York borsası ve devasa finans şirketleriyle bankaların merkezlerinin bulunduğu Wall Street’te 17 Eylül 2011’de 20.000 kişi değil, bir kaç bin kişi bir araya geldi yalnızca…
Ancak ardından…
Anarşist gruplar ve internet dergisi Adbuster’ın çağrısıyla toplanan gençler, Wall Street’i, Mısır’daki halk isyanının merkezine atıfta bulunarak, “Amerika’nın Tahrir Meydanı” yapmak istediklerini belirttiler. 22 yaşındaki felsefe öğrencisi Julia River Hitt, “Bu patronların para hırsına karşı bir gösteri. Wall Street’e geldik, çünkü burası patronların çürümüşlüğünün sıfır noktası. Buraya artık canımıza tak ettiğini söylemeye geldik, artık buna tahammül etmeyeceğiz,” dedi.
Sonrasında da dünya finansının Kâbe’si Wall Street, kapitalizm karşıtı eylemlerle sallanıyor. New York Borsası’na bir kilometre mesafede toplanan ve çoğu gençlerden oluşan yüzlerce gösterici “para hırsı, yolsuzluk ve sosyal harcamalardaki kesintileri” protesto etti.
Göstericiler, “Yolsuzluk bitsin”, “Bütçe kesintisine son”, “New York, Wall Street’in para hırsına hayır diyor” pankartları taşıdı!
Wall Street’i işgalle başlayan eylemler ülke geneline yayıldı. Bine yakın kişi göz altında!
New York’taki Brooklyn ve çevre yollarında eylem yapan yaklaşık iki bin kadar gösterici, köprüye girmek isteyince polis barikatı ile karşılaştı. Göstericileri çember altına alan polis protestocuları gözaltına aldı. Göstericiler, “Bizim gerçekleştirdiğimiz protestolarla ABD’de ‘Amerikan Baharı’ yaşanacak, ekonomik varlıklar adil olarak paylaşılacak, sesimizi dünyaya duyurana kadar eylemlerimizi sürdüreceğiz,” dediler…
New York’tan sonra Los Angeles’a da yayılan harekete, Anonymous adlı aktivist hacker grubunun da destek vermesinden korkuluyor. Göstericiler ise her fırsatta demokrasi geleneği ile övünen Amerikan yönetimine karşı “Süreçlerin ekonomik güçler tarafından belirlendiği bir ülkede gerçek demokrasi olamaz” diye sesleniyor.
Özetle krizi tetikleyen ve acısını halktan çıkaran ekonomi politikalarına karşı çıkan milyonlar sokaklarda, eylemler radikalleşiyor. ABD’de işsizlik ve sosyal adaletsizliklere karşı başlatılan “Wall Street’in işgali” eylemi de büyüyerek sürüyor.
Yani “ABD’de de bir şeyler oluyor. Manhattan’da Zuccotti Parkı’nda başlayan isyan ateşi yayılıyor. Chicago, Boston ve Los Angeles’tan da isyan sesleri yükseliyor. Bazı göstericiler ellerinde karton bardaklarla zenginlere destek olmak için para topluyorlar. Yakalarında ‘Zenginlere yardım edin’ kokartları taşıyorlar. Millet dalgasını geçiyor.”[14]
Böylelikle ABD, karşı çıkanı olmayan bir protestoya şahit oluyor... Wall Street’i işgal etmek isteyen binlerce kişi sistemi değiştirmekte kararlı.
Occupy Wall Street eylem grubu Şiddetten uzak durmak için Arap Baharı taktiğini kullanıyoruz diyerek dünyanın diğer ucunda yaşanan demokrasi mücadelesine de gönderme yapıyor…
Wall Street’te 2011’in Eylül’ünde kamp kuran bir grup ‘Occupy Wall Street’ eylemcisi yerlerinden kıpırdamaya niyetli değil. (…)
Eylemciler arasında yer alan 57 yaşındaki işçi emeklisi Bill Csapo, ne yapmak istediklerini anlatırken altını hassasiyetle çizdiği nokta sorunun yönetimde değil sistemde olduğu. “Burada bizim asıl sorunumuz mali sistemle. Öyle kötü bir durumda ki her şeyi yıkıp yeniden kurmak gerekiyor, artık yama yapmakla ayakta kalamaz” diyen Csapo’ya göre para ya şirketlerde ya da yabancı yatırımcılarda ve insanlar bu oyuna artık bir son vermeli.
Occupy Wall Street grubuna destek verenlerin “Artık bu duruma katlanmak istemiyoruz ve oyunu bozmak istiyoruz” dediklerini belirten Csapo, toplumun ve sistemin yeniden yapılanması gerektiğine “Tekrar bu korkunç ve sadece kötü yönetimden kaynaklanan duruma düşmek istemiyoruz” sözleri ile vurgu yapıyor.
Evet, “imparator” gerileme sürecine girerken oluyor bunlar!
Noam Chomsky’nin, “ABD ‘daha birkaç sene önce eşi benzeri olmayan bir iktidar ve cazibesi olduğu söylenen ve dünyaya tepeden bakan Amerika’nın şu anda gerileme döneminde olduğu ve çöküş ihtimaliyle karşı karşıya kaldığı artık rastlanan bir iddia oldu’ diyor Giacoma Chiozza, Political Science Quarterly’deki yazısında.
Gerçekten bu iddiaya yaygın bir şekilde inanılıyor. Bu iddia temelsiz de değil üstelik, fakat bazı sınırları netleştirmek gerektiriyor. Öncelikle bu gerileme dönemi Amerikan gücü İkinci Dünya Savaşı sonrasında en üst düzeye vardığından beri yaşanıyor,”[15]diye betimlediği koordinatlarda ABD Savunma Bakanı Robert Gates görevinden ayrılmadan önce Newsweek dergisine, ABD’nin dünya sahnesindeki hâkimiyetini kaybetmeye başladığını dile getirip ekliyor: “Tüm yetişkinlik hayatım süresince ABD bir süper güçtü. Ekonomisi çok güçlü olduğu için sırtı hep pekti. Artık farklı bir devredeyiz. Açıkçası emekli olmamın nedenlerinden biri de bu, çünkü dünyayla ilişkisini sürekli daha da azaltmak zorunda olan bir hükümetin parçası olmak istemiyorum”!
III.5) ALLENDE’DEN VALLEJO’YA: ŞİLİ
Yerkürenin sarsıntılarından Şili de nasibini aldı…
“Şilili öğrenci lideri Camila Vallejo, memleketi sola kaydırıyor.
‘The Guardian’ın… birkaç ay evvel adını kimsenin bilmediği öğrenci lideri Camila Vallejo’dan söz eden haberi, bu 23 yaşındaki genç kadını Zapatist Marcos’un karizmasıyla karşılaştıracak kadar coşkuyla yazılmıştı.”[16]
Ancak mesele, öne çıkarılan Vallejo değil, Şili’deki hareketti…
Geçmişte emekçi halka, devrimci güçlere karşı amansız saldırıların, darbelerin yapıldığı Şili’de aylardır öğrenciler, işçiler, memurlar, sağlık çalışanları, otobüs sürücüleri, öğretmenler ve üniversite çalışanları, devlet bütçesinden eğitim başta olmak üzere sosyal alanlara daha fazla bütçe ayrılması talebiyle sokaklarda.
Şili Sendikalar Birliği’nin (CUT) çağrısıyla ve 80’den fazla örgütün de desteklediği 48 saatlik genel greve ülke genelinde yüz binlerce emekçi katıldı. Kamu Çalışanları Sendikası ANEF’in verdiği bilgiye göre greve katılım yüzde 80 oldu.
Şili’de ücretsiz eğitim isteyen öğrenciler 4 aydır sokaklardayken; 2 öğrenci öldü, 900 kişi tutuklandı. Öğrenci ayaklanmalarının sembol ismi Camila Vallejo 30 Eylül 2011’de Milli Eğitim Bakanı Bulnes ile masaya oturup taleplerini iletti.
Kolay mı?
Şili eğitim sistemi sadece Latin Amerika bölgesinin değil, neredeyse tüm dünyanın en eşitsiz ve düzensiz eğitim programlarından birisi olarak anılıyor. Temelleri bundan otuz küsur sene önce General Pinochet liderliğindeki faşist diktatörlük tarafından şekillendirilen sistemde ilk ve ortaöğretimin mali yükümlülükleri yerel yönetimlerin ve mahalli idarelerin bütçelerine terk edilmiş durumda. Son derece kıt mali kaynaklarla desteklenen kamu eğitiminde büyük bir düzensizlik ve karmaşa sürmekte. Öte yandan ortaöğretim sonrasında eğitim harçları ortalama olarak 630 dolara ulaşmakta. Bu rakam, özellikle Şili orta sınıflarının geçim düzeyleri göz önüne alındığında, dünyadaki en pahalı kamu eğitim sistemlerinden birisi olarak göze çarpıyor.
Diğer yandan sayıları giderek artan özel ilkokul ve ortaöğrenim kurumlarında yüksek gelirli ailelerin çocukları modern koşullarda göreceli olarak çok daha kaliteli bir eğitim olanağından yararlanmakta. Şili eğitim sistemindeki çarpıklık ve eşitsizlik, ülke çapında gelir dağılımındaki bozukluğun da ana yapısal nedenlerinden birisini oluşturuyor.
Hesaplamalara göre, yerel kamu okullarında öğretim gören çocukların yüzde 83’ü, aylık ortalama geliri 330 doların altında olan yoksul emekçi ailelerden geliyor. Buna karşın, paralı özel okullarda okuyan öğrencilerin ailelerinin ortalama aylık gelirinin 2 bin 700 dolara ulaştığı gözlenmekte. Dahası, mahalli kamu ortaöğretim okullarından gelen öğrencilerin temel bilgiler eğitiminde çok geride olduğu anlaşılıyor. Bu okullardan mezun öğrencilerin yüzde 93’ünün, herhangi bir üniversite eğitimine kabul edilemeyecek düzeyde düşük bir eğitime sahip olduğu görülüyor.
Eğitim sistemindeki çarpıklık ve eşitsizlik, gelir dağılımındaki uçurumun ve yoksulluğun yeniden üretilmesinde ana etken olarak bir kısırdöngü yaratıyor.
Bütün bu sorunlar, 12 Mayıs 2011’de ortaöğretim ve üniversite öğrencilerinin başını çektiği bir protesto hareketine dönüştü. On binlerce öğrenci sokaklarda, “eğitimde ticarileşmeye son verilmesi”; “öğrenci borçlarının yeniden yapılandırılması” ve “eğitim sisteminin demokratikleştirilmesi” çağrılarını yineledi. Protesto hareketi güney yarımkürenin kış aylarında giderek kitleselleşti ve 24-25 Ağustos 2011 tarihinde bakır madeni işçilerinin başını çektiği genel grev ile doruk noktasına ulaştı. Protestolar artık öğrencileri, velileri ve öğretmenleri aşmış, ülke çapında bir toplumsal muhalefet hareketine dönüşmüştü.
Genel grev süresince 1 milyona yakın Şilili taleplerini somutlaştırdı: Şili’nin doğal kaynaklarının uluslararası tekellerin elinden alınarak kamulaştırılması; vergi reformuyla desteklenen ulusalcı ve alternatif bir kalkınma modeline dayanan eşitlikçi ve katılımcı yeni bir eğitim sistemi...
Bu doğrultuda verilen mücadelede Kültür Bakanı Tatiana Acuna’nın, “Protestoların bitişi Camila’nın ölümüne bağlı” dediği Şili’deki öğrenci hareketinin önderi Şili Komünist Partisi üyesi Camila Vallejo ile eylemlerin neden yapıldığına ilişkin ‘L’Humanite’deki röportajında, “Şili adaletsiz ve eşitlikten yoksun bir ülke olmaya devam ettikçe insanlar bunu protesto etmek için sokağa çıkacaktır. Bu, diktatörlüğün sonundan beri hep böyle olmuştur…” vurgusuyla ekliyordu: “Bugünün liderliği dünün militanlığından geliyor…”
III.6) İSRAİL’DE “ÇADIR İNTİFASI”
Küresel intifada ile “olmaz” denilen şeyler de oluyor; İsrail’deki “çadır intifası”nda olduğu üzere!
İsrail tarihinin en büyük sosyal patlamasına sahne oluyor. Giderek küçülen orta sınıf, konut fiyatlarının patlamasıyla oluşan geçim sıkıntısı yüzünden sokaklara döküldü.
İsrail’de ucuz konut talebiyle başlayan gösteriler tüm ülkeye yayıldı. Gösterilere katılan binlerce İsrailli “Diktatör Netanyahu” sloganları attı. Göstermelik reformlar yerine gerçek sosyal adalet için garanti istedi.
“Çadır İntifadası” olarak başlayan konut protestosu, İsrail tarihinin en büyük kitle eylemine dönüştü. 7 buçuk milyon nüfusu olan ülkede yaklaşık 400 bin kişi protestolara katılırken, 300 binin üzerinde göstericinin biraraya geldiği Tel Aviv adeta Kahire’nin Tahrir Meydanı’nı anımsatan görüntülere sahne oldu. Hatta bazı katılımcılar Arap Baharı’na, “Burası Mısır”, “Mısırlı Gibi Yürü” yazılı pankartlarla göndermede bulunurken, söz alan protesto eyleminin organizatörlerinden öğrenci hareketi lideri İtzik Şmueli, “Bu, tüm ulusun protestosu. İsrail devleti bugüne kadar ülkenin geleceğini değiştirmek üzere, bu kadar insanın biraraya toplandığını görmedi” diye konuştu.
Arap Baharı sonunda İsrail’e de sıçradı. Dafne adlı genç kızın kiralık evinden zorla çıkarılması sonrası başlayan isyan çığ gibi büyüdü. 11 kentte 150 bin kişi hayat pahalılığı ve konut krizini protesto ederek Netanyahu’nun istifasını istedi
Tunus’ta başlayan Mısır, Libya ve Suriye’de kaos yaratan Arap Baharı devam ederken kimse bunun İsrailliler’e de ilham kaynağı olacağını düşünmemişti. Ancak Mısır’da Hüsnü Mübarek’in onlarca yıllık iktidarının devrildiği Tahrir Meydanı protestolarının bir benzeri şimdi İsrail’de yaşanıyor. “Sosyal adalet istiyoruz” sloganıyla hükümetin istifasını talep eden göstericilerin başta Tel Aviv, Kudüs, Hayfa, Ber Şeva, Aşdod, Nasıra olmak üzere 11 değişik kentte yaptıkları eylemler hükümeti sallamaya başladı.
Özetle İsraillilerin yüksek konut kiraları ve fiyatlarına karşı başlattıkları çadır protestoları, kitlesel harekete dönüştü. Polise göre 250 bine, medyaya göre 300 bine yakın kişi, hayat pahalılığını protesto için 6 Ağustos 2011 akşamı ülkenin büyük kentlerinde sokaklara döküldü.
Konuyla bağıntılı, ‘Çadır Kent Hareketi’ne ilişkin olarak “Neden sokaktalar?” sorusunu Rafael Sadi de şöyle yanıtlıyor:
Doktor, mühendis vb. mesleklerde maaş 2.500 doları ancak buluyor Ev fiyatı bir yılda yüzde 40 arttı. 2007’den beri yüzde 63 yükseldi. Tel Aviv’de 2 odalı bir evin fiyatı 500 bin dolara kadar çıkabiliyor. En yoksul mahallede bile kiralar 1000 dolara kadar ulaşıyor. Dolaylı vergi geliri ilk kez dolaysız vergi gelirini geçti. Gelir adaletsizliği arttı. Orta sınıf İsrailliler yoksullaştı. Toprak Dağıtım Kurumu arazileri fahiş fiyatlara satıyor.
İsrailli yazar Etgar Keret’in, ülkesindeki sokak gösterilerine ilişkin olarak, “Orta sınıf için zordur sokağa dökülmek,” saptamasındaki “Orta sınıf isyanı”na ilişkin olarak Uğur Gürses, “Halk yoksullaşıyor” vurgusuyla ekliyor:
“İsrail’de bütçe harcamalarının yüzde 20’si savunma, güvenlik ve kamu düzeni alanlarına harcanıyor. Kabaca 100 milyar dolar seviyesindeki bütçenin 6 yıldaki ortalama açığı GSYH’nin yüzde 4’ü kadar. Bu bütçe açığı, ağır vergilerle ancak buraya kadar indirilebilmiş durumda. Şikâyet konusu olan vergilerin ulusal gelir içindeki payı, on yıl içinde kabaca yüzde 30 oranında gerçekleşti. Bu tabloda, on yıl içinde kamu borçlarının ulusal gelire oranı ortalama yüzde 94’ten 2010’da yüzde 74’e geriletildi. Bunda bu ağır vergilerin katkısı yadsınamaz. 10 yılda savaşçı bir devletin yükünü sırtlanan İsrail orta sınıfı, şimdi buna isyan ederek sokakları doldurdu.”
III.7) DÜNYANIN BALKONU NEPAL’DEN “KIZIL KORİDOR”’UN HİNDİSTAN’INA
Küresel intifada bir yanıyla dünyanın balkonu Nepal’deki devrimci çıkışın “imdadına koşar”ken; Nepal’in devrimci adımını “Kızıl Koridor”’un Hindistan’ı ile Malezya’daki mücadele tamamlamaktadır.
Hindistan’da Naksalit Hareket adıyla bilinen gerilla hareketi, adını 1957’de Naxalbari ilçesindeki ilk gerilla eyleminden alıyor.
Bu eylemi gerçekleştiren örgütten yıllar içerisinde sayısız kopuş ve bölünme yaşandı. Dolayısıyla Naksalitler adıyla anılan hareket 50’ye yakın irili ufaklı Maocu örgütü kapsadı. Bu örgütlerin her biri önemli vuruş gücüne sahip güçlü örgütlenmeler olsa da, her biri esasta sınırlı sayıda eyaletin dışına pek çıkamadı. 2004’te belli başlı Naksalit güçleri HKP(ML)-Halk Savaşı ve Maoist Komünist Merkez birleşerek HKP (Maoist) kuruldu. Bu süreçten sonra gerilla savaşı ciddi bir ivme kazandı.
Kuruluşundan sonra hızla güçlenen HKP, özellikle 2008 ve 2009 yılında gerek askeri eylemlerini, gerekse de kitle bağlarını ciddi ölçüde büyüttü. Bu büyümenin temel nedeni, Hindistan merkez” hükümetinin, yoksul köylülerin ve yerli halkların topraklarının elinden alınması üzerinden, zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının çokuluslu tekellere peşkeş çekilmesi, bu amaçla bir yandan devasa sanayi bölgeleri kurarken bir yandan da yoksul köylülere ve yerli halklara terör uygulaması.
HKP, bugün itibariyle Hindistan’ın 600 yönetim bölgesinin 200’ünde etki sahibi. Daha da önemlisi, 9 eyalet devletinden oluşan etki alanıyla Hindistan’ın kuzeydoğusundan güneyine uzanan bir “Kızıl Koridor” oluşturmuş durumda. Bu koridorun merkez üssünü ise Chattisgarh, Orissa, Bihar, Jharkhand ve Batı Bengal eyaletleri oluşturuyor. Buralarda HKP (Maoist) kurtarılmış bölgeler de dâhil, yüksek bir etkiye sahip.
Geçerken anımsatalım: Hindistanlı yazar Arundhati Roy, ülkesindeki Maoist gerilla hareketi ile ilgili üç araştırmasını topladığı ‘Broken Republic/ Bozuk Cumhuriyet’ başlıklı yapıtının, ‘Walking with the Comrades/ Yoldaşlarla Yürümek’ bölümünde, yoksul halkın hükümete karşı mücadele verirken gösterdiği azamet ve şiddetin de açıkça yanında yer aldığını belirtiyor.
Arundhati Roy, “Yoldaşlarla Yürürken” makalesini yayınlanmasının ardından, Hindistan devletince Özel Kamu Güvenliği Yasası’nı ihlâlle suçlanmış ve kovuşturmaya uğramıştı.
Açıkca Maoist gerillalara karşı sempati beslediğini ifade eden Roy, “Ben bir Maoist ideolog değilim… Ama şu andan itibaren saldırı başlatıldığı zaman ben onların benim desteklediğim direnişin bir parçası olduğunu hissediyorum” diyor.
Roy gerillalara verdiği destekle yetinmeyip, “Mücadeleler değişik şekillerde verilir. Askeri yönü sadece bir tarafıdır. Benim yaptığım da bir diğer tarafı” vurgusuyla ekliyor: “Eğer polis gelip köyünüzü kuşatıp yakmaya başlıyorsa siz ne yaparsınız? Açlık grevine mi başlarsınız? Zaten aç olan biri açlık grevi yapabilir mi? İnsanların yıkıma karşı mücadele etme hakkı vardır…”
III.8) TAMİL KAPLANLARI
“Bunlar iyi de ya Sri Lanka” mı?!
Evet, Sri Lanka’da Tamil Kaplanları, devlet terörü karşısında yenildi! Ancak bu hiçbir şeyi hâlletmedi… Soru(n) yerli yerinde duruyor!
“BM’nin Sri Lanka’da Tamil gerillaları ile hükümet kuvvetleri arasında 25 yıl süren iç savaşta hükümetin savaş suçu işleyip işlemediği hakkında soruşturma başlatmasına protesto gösterileri büyüyor”ken; ‘The Economist’ de, “Sri Lanka yönetimi, Tamil Kaplanları’yla savaşın son döneminde yaşanan ihlâllerin adil ve şeffaf bir biçimde soruşturulmasına izin vermeli,”[17]diye uyarıyordu…
Kolay mı?
“Tamillilerin infaz edildiği kanıtlandı”; “Kaplanlar’a karşı savaş suçu işlenmiş”; “Sri Lanka Tamil azınlıkla uzlaşmaya muhtaçken, devlet başkanı kendi yetkilerini genişleten anayasa değişikliğiyle uğraşıyor. Başkana dokunulmazlık ve önemli atamalarda yetki veren bu değişiklik demokratik değil,” haberlerinin dört yanı kapladığı tabloda “Sri Lanka Devlet Başkanı Rajapaksa, iç savaşı sona erdirmesinin ardından diktatör gibi davranmaya başladı. Rejimi eleştiren gazeteciler tehdit edilirken, başkana görülmemiş bir yetki veren anayasa değişikliği alelacele kabul edildi. İktidar üzerindeki denetim mekanizmaları büyük ölçüde kaldırılıyor,”[18]notunu düşüyordu Savitri Hensman…
Yani egemen terör, soru(n) çözmüyor; olsa olsa, daha da ağırlaştırıyor…
III.9) KUZEY AFRİKA’DAN ORTADOĞU: BAHARIN SONU (MU?)
“Bunlar iyi de ya Arap Baharı” mı?!
“… ‘Arap Baharı’ başlayalı aylar geçti; Kuzey Afrika’dan Basra Körfezi’ne kadar uzanan geniş coğrafyada esen değişim rüzgârları, ilk haftadaki hızını yitirmiş görünüyor.
Tunus’ta başlayan, ardından Mısır’a sıçrayan halk hareketleri bu iki ülkede çok süratli gelişti ve yıllanmış rejimlerin devrilmesiyle sonuçlandı.
Buna karşılık Mısır’la hemen hemen eşzamanlı olarak Yemen’de ve Bahreyn’de gerçekleşen benzer halk hareketleri, beklenen sonucu vermedi. Bu iki ülkede mevcut rejimler sokak gösterilerini şiddete başvurarak bastırmaya çalıştı ve bunda başarılı da oldu. Nitekim hâlen -zaman zaman halkın sokaklara dökülmesine rağmen- statüko devam ediyor, eski rejimler yerinde duruyor…
Bu tablo uluslararası dengeler açısından, bölgede şimdiye kadar fazla bir şey değişmediğini gösteriyor.
Aslında ‘Arap Baharı’ bu geniş coğrafyada büyük bir sarsıntı yarattı. Birçok ülkede belirsizlikler sürüyor; ancak daha uzun vadede bugünkü yönetimlerin devrilmesi veya rejimlerin bir şekilde kabuk değiştirmesi kaçınılmaz...
Bölge üzerinde etkili olan güçler de hesaplarını ona göre yapıyorlar.
Bu tabloya bakıldığında Batı’nın ve özellikle ABD’nin kendi çıkarlarını ‘Arap Baharı’na göre ayarlamaya veya değişimi bu doğrultuda yönlendirmeye çalıştıkları açıkça görülüyor.
Batılıların Tunus’ta ve Mısır’da gerçekleşen rejim değişikliğinden şikâyetçi olmaları için bir neden yok.
Gerçi ABD Mısır’da Mübarek’i kaybetmek istemezdi; ama Washington kıvrak bir manevra ile Mübarek’ten vazgeçip, kendisine yakın olan bir askeri yönetimin işbaşına geçmesini sağladı. Yani rejim değişikliğine rağmen, hâlen ABD’nin ve Batı’nın Mısır’daki nüfuzu devam ediyor.
Aynı şey, Yemen ve Bahreyn için de söz konusu. ABD’nin bu iki ülke ile sıkı stratejik bağları var. Açıkçası Washington, bu bölgenin İran nüfuzu altına girmesine izin vermeye hiç niyetli değil. Bu, halkın karşı çıktığı rejimleri desteklemeye devam etmek pahasına da olsa...
Libya’nın siyasi geleceğinin belirleyicisi ise artık NATO’dur,”[19]işgalci NATO’nun elindedir…
Bu durum “Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya ‘Baharın Sonu’ mu?” dedirtiyor…
Ancak Faik Bulut’un da işaret ettiği üzere, “Genel trend şu: Bir defa bu rüzgâr bir yerde durmayacak. Cezayir, Fas, Moritanya’yı alıp götürecek. İleride petrol şeyhliklerini büyük oranda etkileyeceğini söylüyorlar. Halk hareketlerinin her ülkede farklılık gösterdiğini dile getiriyorlar. Mağrip ülkeleri dediğimiz Libya, Fas, Tunus, Moritanya, Cezayir’in kendine özgü şartlarının olduğunu söylüyorlar. Arapların, Levantların (Doğu Akdeniz’deki) o devrimlerin ruhunu anlamadığı yolunda bir kanı var. Oradaki devrimlerin birebir Suriye, Mısır’a tatbik edilemeyeceği tespitini yapıyorlar. Mısır’ın daha özgün bir konumu olduğu vurgulanıyor. Suriye, Irak, Lübnan ve Filistin ayrı bir grup, Osmanlı’dan yola çıkarak Şam eyaleti diyorlar. Arabistan yarımadası, yani petrol şeyhlikleri denen bölge Kuveyt, Bahreyn, Katar, Suudi Arabistan ve Yemen’den oluşuyor.
Yaşananlara dair çeşitli adlandırmalar var ama aslında genelde halk devrimi diyorlar. Arapçada devrim Tavra. Arapça kökeninde etimolojik olarak gazaba gelmek, kızmak, isyan etmek, hatta intikam almak anlamına geldiğinden, bizdeki devirmekten gelmiyor. Dolayısıyla çok kolay devrim kelimesini kullanabiliyorlar. Devrim deyip demedikleri konuşmanın içeriğinden anlaşılıyor.”
Olanların ilk perdesi “Devrim” değil, kendiliğinden halk hareket(ler)inin isyan(lar)ıydı…
Tunuslu seyyar satıcı Muhammed Buazizi’nin 17 Aralık 2010’da kendini yakmasıyla alevlenen Arap dünyasındaki isyan dalgasının üzerinden aylar geçmişken; “Bu isyanların önünü kesmek için ekonomik, siyasi ve güvenlik tedbirler alınıyor.”[20]
Bu, Hüseyin Baş’ın, “Arap Baharı çiçek açmakta zorlanırken,… yakın geleceğin çetin geçeceği anlaşılmaktadır”; Hüsnü Mahalli’nin, “Bu coğrafya acısız yaşayamıyor. Bunca acıya rağmen de ders almıyor,” diye betimlediği “Bastırma”ya denk düşen “İkinci Perde” fazıdır.
Ya da “Batı’nın iki seçeneği var: Ya yeni şartlara uyum sağlayacak ya da şartları kontrol altına alma yoluna gidecek,”[21]diyen Mişel Keylo’nun işaret ettiği ikinci seçeneğin hayata geçirilmesidir…
Ergin Yıldızoğlu’nun, “Karşımızda şimdi yeni bir model var: Önce bir devrimci dalga; dalganın denetim altına alınarak, liderliği belirlenerek silahlı isyana dönüştürülmesi; bu liderliğin NATO’dan sivillerin koruması için yardım istemesi; Batı’nın etkisi altındaki bir uluslararası bölgesel örgütün (Arap Birliği) onayının arkasından ‘rejim değişikliği’; yeniden inşa bahanesiyle sömürgeleştirme...” diye formüle ettiği “Bastırma”ya rağmen; “Arap Baharı’ndan doğan büyük beklentilere rağmen barış, demokrasi ve ekonomik kalkınmanın Ortadoğu’ya çok yakın bir tarihte geleceğine dair fazla emare yok. Hatta zaman geçtikçe ve toplumsal karışıklık arttıkça bu olasılık daha da zayıflıyor, zira kanatlarda sahneye sıçramak için fırsat kollayan aşırı uçlar var,”[22]diyor Semih İdiz…
Hayır… Halk hareketlerinin yol açtığı fırtına kolaylıkla dinmeyecek…
Sarsıntı sürecek… Hem de ABD’nin İran beklentileriyle…
ABD Savunma Bakanı Leon Panetta, İran’da bir değişimin ortaya çıkmasının kaçınılmaz olduğunu söyledi. Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilâtı’nın (CIA) eski başkanı Panetta, İran’daki reform hareketinin Tunus, Mısır, Libya ve Suriye’deki ayaklanmalardan çok şey öğrendiğini belirtti. CIA koltuğundan Savunma Bakanlığı’na Temmuz 2011’de geçen Panetta, 6 Eylül 2011 gecesi katıldığı bir televizyon programında “Sizce Arap Baharı, Arap olmayan İran’a da yayılabilir mi? yönündeki soruyu “Kesinlikle” diye yanıtladı.
Arap dünyasında yaşanan halk isyanlarına atıfta bulunan Panetta, İran’da geçen seçimlerde, başka yerlerdeki gibi benzer kaygıları dile getiren bir hareket olduğunun görüldüğünü düşündüğünü söyleyerek “Birçok açıdan bu yönde İran’da da bir değişim, reform ve devrimin kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum” diye konuştu.
Panetta İran’daki muhalif hareketlere işaret ederek “Onların attığı her adımı ve çabalarını desteklemeye çalışmalıyız. Ama aynı zamanda bir ters tepki ya da çabalarını baltalamamak için ortaya çıkacak her durumu analiz etmeliyiz” ifadesini kullandı.
“Tunus ve Mısır’a baktığımızda konulardan biri de: Bunu yayan ne? Bütün olanlara ne sebep oldu?” diyen Panetta, bu çerçevede sosyal medya ve bu ülkelerdeki geleceğe yönelik umutlarını yitirmiş yoğun genç nüfusa işaret etti. Panetta, “Durum şu ki insanlar zamanın geldiğine karar verdiklerinde, muazzam değişikliklerin olması da eli kulağındadır” dedi.
ABD Savunma Bakanı sözlerini şöyle sürdürdü: “Sanırım bu sadece Ortadoğu için doğru değil. İran’da da gerçekleşecek.”
O hâlde yeni alt üst oluşlar eşiktedir; büyüyecektir…
III.10) BAŞKALDIRI İNGİLTERE’DE
İngiltere’nin de kapısını çalan başkaldırılar gibi…
Dünyanın gündemine oturan Tottenham isyanı ilk değil. 1985 yılında da Tottenham bölgesinde yer alan Broad Farm semtinde de isyan yaşanmış ve olaylar sonucu bir polis ölmüştü.
“İlk” olmadığı gibi, “son”da olması mümkün olmayan başkaldırı konusunda Tottenhamlı Stuart Radose yaşadıklarını, “Bir sürü insan her şeyini kaybetti. Felaket bir durum. İkinci Dünya Savaşı gibi” diye ifade etti.
Kapitalist cinnetin devreye soktuğu; “İşsizlik, yoksulluk, aidiyet sorunu ve geleceksizlik”le ilişkili başkaldırı için “… ‘Tarihin sonu filan derken Liberal demokrasi’nin sonuna gelmişiz demektir,’ diye düşünmeden edemiyoruz,” notunu düşüyor Ergin Yıldızoğlu…
Ortada bir başkaldırı var…
Bir isyancı, “Eğer isyan etmeseydik, şu an benimle konuşuyor olmazdınız, değil mi? İki ay önce iki bin kişi Scotland Yard’a yürüdük. Hepimiz siyahtık, barışçıl bir yürüyüştü sonra ne oldu? Basında hiçbir şey yer almadı. Dün gece biraz isyan ve yağma oldu, ve etrafınıza bir bakın,”[23]derken; bir kadın anlatıyor: “Hafta sonu mahallemde bir grup yağmacıyı durdurmaya çalıştım ama bana şöyle dediler: Her gece siz zenginlerin ama bu gece bizim”![24]
Evet, beğenin-beğenmeyin, ortada bir isyan var…
Bakın “beğenmeyenler”i nasıl yanıtlıyor Tufan Sertlek:
“Nasıl bakıyoruz olan bitene… Biraz mesafeli miyiz? Böyle disiplinsiz, partisiz, çapulcu gibi sağa sola saldırarak bir şey olmaz mı diyoruz?
Bazen işçi eylemlerinde veya mitinglerinde organizasyonu yapanlar etkinlik bittiğinde şöyle seslenirler kitleye: ‘Arkadaşlar şimdi işçi sınıfının disiplinine yakışan şekilde dağılıyoruz.’ Oysa işçi sınıfı disiplini denilen şey kapitalist üretimin onu soktuğu cenderenin disiplinidir. Bir bant ya da tezgâh başında saatlerce kıpırdamadan çalışan bir işçi... Terbiyesi emek sürecinde oluşan işçinin muhalefet eyleminde de parti ya da sendikasının komutlarına da aynı ‘disiplin’ içinde uyması beklenir… Bu terbiye de yere göğe sığdırılamaz… Niyeyse…
İngiltere’deki yoksullar bu kez belki de düzenli çalışma döneminin bitip yerine esnek çalışma döneminin başlamasıyla birlikte kendilerine yeni bir eylem, mücadele yöntemi arıyorlardır. Niye olmasın… Öyle ya kabahat onların değil. Kapitalizm güvencesizleştirerek, yoksullaştırarak sözleşmeyi bozdu. O zaman biz niye işçi sınıfının disiplinine yakışan şekilde dağılalım!
İngiltere’nin yoksulları disiplini reddetmişler anlaşılan ve tam anlamıyla ‘dağıtmışlar.’ Devlet plastik mermi kullanmaya karar vermiş. Sermayenin modern devletine gıptayla bakalım… Ya plastik mermi icat edilmeseydi? Londra sokakları XIX. yüzyıl Paris sokaklarına döner miydi, oluk oluk işçi kanının aktığı…
Nasıl bakıyoruz olan bitene… Biraz mesafeli miyiz? Böyle disiplinsiz, partisiz, çapulcu gibi sağa sola saldırarak bir şey olmaz mı diyoruz? Haklı olabilirsiniz, gerçekten de bu toplumsal kalkışma hâli işçi sınıfının disiplinine uymuyor olabilir. Çapulculuktan bir şey çıkmaz da diyebiliriz. Belki öyledir… Ama birkaç yüz bin kişilik görkemli mitingler yapınca da bir şey olmuyor, yapıp evimize dönüyor ve ertesi gün bir şey olmamış gibi herkes işine gidiyor. Artık büyük mitingler, büyük grevler dönemi bitmiştir belki de... Şimdi irili ufaklı sokak isyanları ve işçi direnişleri zamanıdır, kim bilir…
Kesin olan şu ki; kimse eski günlerin fotoğraflarına bakıp bugün yaşananlara dudak bükmesin. Kapitalizmin mağdurları kendilerine bir yol arıyor. Suyun kendi yolunu yaptığı gibi işçi sınıfı ve yoksul kitleler de kendi yollarını bulmaya çalışıyor. Zaten 200 sene önce o görkemli işçi gösterilerine başlamadan önce adımız ‘baldırı çıplak’ olarak geçerdi. Henüz işçi sınıfı olarak bile taltif edilmemiştik o zamanlar…
Bugün İngiltere’de dün Fransa’da neo-liberal düzenin kuralsız saldırısına karşı kuralsız direnme hakkını kullanan ezilenlerin toplumsal refleksini izliyoruz. Sistemin büyük kütleler hâlinde yoksullaştırdığı, ezip bir kenara fırlattığı insanlardan kim ‘edepli’ ve ‘disiplinli’ bir tepki göstermesini bekleyebilir?
Evet, kitlelerin devrim hareketi sadece ‘yıkıcı’ bir karakter taşımamalıdır. Aksine bugün en çok ihtiyaç duyulan şey tam da kapitalizmin krizden krize sürüklendiği günlerde ‘kurucu’ bir özne olmanın gereklerini yerine getirebilmektir esas olan. Ancak hareketin tarzının ‘yıkıcı’ olması da çok önemlidir. Çünkü kapitalizm restore edilecek bir düzen değildir, hiç olmadı. Kapitalizm O’nu adam etmeye çalışanları her zaman bir güzel ‘adam edip’ şefkatli kolları arasında uysal bir kediye çevirmiş ya da kullanıp bir kenara atmıştır. Devrim bu nedenle şarttır, gereklidir ve yeryüzünün en insani eylemidir.
O nedenle İngiltere’de olan bitene önem vermek gerekir. Kitlelerin yıkıcı enerjisini açığa çıkardığı için değer verilmelidir. Bu, kitlelerin kendilerine izin verilen yer ve saatte ellerinde yazılı kağıtlarla caddelerden büyük bir uysallıkla yürüyüp geçmelerinden çok daha anlamlıdır…”[25]
III.10.1) “GÖRÜNÜM”, “DURUM” VE TANIKLIK(LAR)
İngiltere’nin başkenti Londra’nın kuzey banliyölerinden Tottenham 6 Ağustos 2011 akşamı polis ile çoğunluğunu göçmenlerin oluşturduğuna inanılan grup arasında çıkan çatışmalarda alevlere teslim oldu, 26 polis yaralandı, 48 kişi gözlatına alındı.
Londra’nın çokkültürlülük açısından önde gelen banliyölerinden biri olan Tottenham’da, kimi uzmanlara göre 300 ayrı dil konuşulurken; daha önceleri Gana kökenlilerin yerleştiği semt, özellikle de 1980’den sonra Türk, Kürt, Arnavut, İrlanda ve Portekiz kökenli göçmenlerin uğrak yeri hâline geldi.
Orta alt sınıf ve işçi sınıfının merkezi olarak bilinen Tottenham, Londra içinde işsizlik oranının açık ara en yüksek olduğu semt olarak tarif ediliyor.
“Haksızlığa uğrama hissi”nin çok yaygın olduğu bölgedeki duruma ilişkin olarak, “Öldürmek artık cinayet değil temizlik ise, Londralılar da alsınlar fırçaları ellerine, süpürsünler isyanı,” diyor ironisiyle Berrin Karakaş…
Gelin Londra’da 29 yaşındaki siyahi taksi şoförü Mark Duggan’ın polis tarafından öldürülmesiyle başlayan olayların isyana dönüşme sürecini kısaca özetleyelim:
Dört çocuk babası Duggan, akşam saat 18.00 dolayında nişanlısını görmek üzere taksisine binmiş gidiyordu. Birden polis tarafından durdurulup araçtan indirildi ve vurularak öldürüldü. Polisler, Duggan’ın ateş ettiğini ve o nedenle kendilerini korumak için onu vurduklarını söylüyor. Görgü tanıkları ise, bunu reddediyor; Duggan’ın önce yere yatırılıp sonra ateş edildiğini söylüyor.
Ardından içinde çeşitli etnik grupların yaşadığı, Londra’nın en büyük siyahi nüfusu barındıran semtte protesto düzenlendi; çevredeki dükkânlar, arabalar, evler yakılıp yıkıldı. Karakolun önünde gösteri yapan gruba polisin sert müdahalesiyle olaylar çığırından çıktı; semtten semte yayılarak kenti sardı ve yağmalamaya dönüştü.
Bu aşamada ana akım İngiliz medyası ve onun etkisiyle çoğunluk, polisin uyguladığı ölçüsüz şiddeti bir yana bırakıp, yağmalamaya odaklandı. (…)
Buradan hareketle tüm suçu isyancılara yıkmak, ancak sorunu göz ardı etmeye neden olur. Açıkçası İngiltere’de sonunda isyan çıkacağını tahmin etmek hiç zor değildi. Mark Duggan’ın öldürülmesi fitili ateşledi ama o fitil orada hâlihazırda duruyordu.
İşçi Partisi, İngiltere’de 2010 yılında yapılan seçimlerden sonra, 13 yıldır tek başına elinde tuttuğu iktidarı kaybetmişti. Muhafazakâr Parti Başkanı David Cameron’ın koalisyon arayışlarının sürdüğü sırada, 16 Mayıs 2010 tarihinde Zülal Kalkandelen yazısının sonunda şunları demişti:
“Hangi parti kurarsa kursun yeni hükümetin işi zor. Çünkü Danny Dorling’in de işaret ettiği gibi, ülkede bugün ortaya çıkan öfke, Marksist bir işçi sınıfının öfkesi değil; tam yolun ortasında duranların öfkesi. İlerlemek isteyenlerin önce o yolu açması gerek...”
Adı geçen Danny Dorling, Sheffield Üniversitesi’nde beşeri coğrafya dalında yaptığı çalışmalarla tanınan bir profesör. 2010 yılında Britanya’da uzun süredir yaşanan sınıf mücadelesini ve eşitsizliği anlatan çok önemli bir kitap yazdı. ‘Injustice: Why Social Inequality Persists’ başlıklı kitapta şu bilgileri veriyor Dorling:
“1990-2000 arasında Britanya’da toplumun en varlıklı yüzde 10’luk kesiminin paylaştığı servetin oranı, yüzde 47’den yüzde 54’e çıktı. En zengin yüzde 1’lik kesimin aldığı pay ise, yüzde 18’den yüzde 23’e yükseldi. Aynı kritere göre Londra, dünyada eşitsizliğin en fazla olduğu kent. En zengin yüzde 10’luk kesim, en yoksul durumdaki yüzde 10’luk kesimin 273 katı servete sahip.”
Bu ne anlama geliyor? “Britanya’da gelir ve servet dağılımındaki eşitsizliğin bu derece arttığı dönemin, en son 1854’te, Charles Dickens’ın ‘Zor Zamanlar’ı yazdığı Victoria dönemi” olduğu anlamına geliyor.
Ne yazık ki Rupert Murdoch’ın sağcı gazetesi ‘The Sun’ın seçim öncesinde kapaktan “Tek Umudumuz” diye duyurduğu Cameron, İngiltere için umutsuzluğun işaretiydi. Göreve geldiği günden bu yana kamu harcamalarında yaptığı bütün kesintiler, ezilen kesimi daha da çok ezdi, işsizliği artırdı. İngiltere’de bir kangren hâline gelen eşitsizlik daha da büyüdü.
Bu duruma bir çare bulunmaz, neo-liberalizm bütün açgözlülüğüyle yoksul kitleleri ezmeye devam ederse bu tür isyanların olması kaçınılmazdır.”[26]
Örneğin İngiltere’de Haziran 2011’e kadar olan üç aylık dönemde işsizlerin sayısı 38 bin kişi artarak, 2 milyon 490 bin kişiye ulaştı.
Ülkenin Ulusal İstatistik Kurumundan (ONS) yapılan açıklamaya göre, işsizlik oranı bu dönemde yüzde 7,9’a çıktı. Bu oranın Şubat 2010’dan bu yana görülen en yüksek oran olduğuna dikkati çekilirken, devlet yardımı alan işsizlerin sayısı da 37 bin 100 kişi artarak, 1 milyon 560 bin kişiye ulaştı.
İşsizlerin sayısındaki artış yavaşlayan ekonomik büyümeyle ilişkilendirilirken, gençler arasındaki işsizlik de Haziran 2011’e kadar olan üç aylık dönemde 15 bin kişi arttı. İngiltere’de 16-24 yaş arasında 949 bin işsiz bulunuyor.
Burada durup, hatırlatalım: Olayları değerlendiren üst düzey bir polis yetkilisi, “bu gruplar herhangi bir toplum ya da fikir adına bu eylemleri yapmıyorlar. Bu, topluma, ticarete, mülkiyete ve konutlara karşı bireysel saldırı eylemleridir” derken; “Londra’nın Harringey, Hackney, Tottenham gibi yoksul merkezlerini bilenler için yaşananlar sürpriz olmadı,” vurgusuyla aktarıyor somut gözlemlerini Mahmut Hamsici:
“Parçalanmış bir toplumsal doku içinde gençler arasında yüzde 20’yi geçen bir işsizlik oranı, son harç zamlarıyla üniversite kapılarının iyiden iyiye yüzlerine kapanması, ellerindeki az sayıdaki sosyal devlet yardımları ve hizmetlerinin de alınmaya çalışılması patlamaya hazır bir ruh hâli yaratmıştı. Onlar sokaklarda zaman öldürürken şehrin birkaç mil ötesinde birilerinin ultra lüks hayatlar yaşadığı sohbetlerinin hep bir parçasıydı.
Bir gün iyi para kazanmanın hayallerini kuruyorlar ama bunun gitgide imkânsızlaştığını da görüyorlardı. Böyle bir ruh hâline denk gelen polis şiddeti bardağı taşıran son damla oldu. Muhafazakâr hükümet döneminde bu mahallelerde artan kimlik kontrolleri ve polisin başta siyahlar olmak üzere tüm gençlere potansiyel suçlu muamelesi yapması zaten tepki topluyordu. Ama bir gencin polis tarafından yargısız infaza maruz kalıp üstüne ailesine hiçbir açıklama yapılmaması ve bunu protesto edenlere polisin coplarını çekmesi ilk isyanı ateşledi. Sonrası malum...”
Yine Hamsici’nin ifadesiyle, “İsyancılar ne istiyor” muydu?
Veya ‘The New York Times’ ve ‘The Guardian’ın yazarlarının sordukları üzere: “İşsizliğe ve imkânsızlığa rağmen, İngiltere’deki isyancıların H&M’lere, LCD televizyonlara saldırmış olması, mücadeleyi gayrimeşrulaştırıyor muydu?”
Asla!
‘The New York Times’, Londra’da yaşayan 19 yaşındaki bir isyancının portresini yayımladı. Louis James, kuzey Londra’da devlet yardımıyla yaşıyor. Okuma yazmayı üç yıl önce öğrenmiş. Birçok kere okul değiştirdikten sonra 15 yaşında eğitimine son vermiş. “Kimse bana bir şans tanımadı. Sistem bizim yanımızda değil” diyor. Hayatı boyunca düzgün bir iş sahibi olmadığını söyleyen James, iki haftada bir aldığı 125 dolarlık işsizlik maaşıyla geçiniyor. Eroin bağımlısı babası vefat etmiş, annesi, James ve kardeşlerini zar zor geçindiriyor. James, bir yerde satış elemanı olarak çalışmak istiyor ama artık ümidinin kalmadığını, iş aramayı bıraktığını söylüyor. Vaktinin çoğunu televizyon seyrederek geçiriyor. “Bunu onlar istiyor” diyor. “Bana yalnızca yemek yiyebilecek ve bütün gün televizyon seyredecek kadar para veriyorlar. Artık faturalarımı bile ödeyemez oldum.”
James’in durumu, resmi rakamlara göre 16-24 yaş arasında bir milyon gencin işsiz olduğu ülkede son derece tipik. İşsizlik, 1980’lerde ülke ekonomisini dibe vurduran krizden beri ilk kez bu kadar yaygın.
Yine ‘The New York Times’, analizinde “Yağmalanan bölge halkı, polis, sağ ve soldaki politikacılar neredeyse bir konuda anlaşıyor: Bu isyanlar diğer Avrupa ülkelerinde gördüğümüz devlet ve bütçe kesintilerine karşı çıkan gösterilerden çok farklı,” diyor…
‘The Guardian’da yazan Aditya Chakrabortty ise meseleye, “Sağcılar olayları açıklamak için her zamanki gibi suçlama yoluna gidiyorlar. Ama başbakanın yaptığı gibi isyancıları mağdur değil de hasta ilan etmek, kolaya kaçmak,” vurgusuyla yaklaşıyor…
III.10.2) “YAĞMA” MI DEDİNİZ?!
“Yağmacı mı, isyancı mı?
Olaylar hakkında kamuoyunda görüş ayrılığı bulunuyor. Toplumun bir kesimi eylemcileri yağmacı olarak nitelendiriyor. Diğer bir kesimi eylemlerin sebebinin hükümetin katı kemer sıkma politikaları sonucu sosyal hizmetlere ayrılan bütçenin azaltılması ve 2015’e kadar on binlerce insanın işsiz kalacak olması olduğunu söylüyor”ken[27]ayaklanmaya itirazın aslî argümanı “Yağma” motifiyle sunulan “özel mülkiyet”in ihlâlidir…
Karl Marx ile Friedrich Engels’in, ‘Komünist Manifesto’da işaret ettikleri gibi, “Burjuva toplumunda nüfusun onda dokuzunun özel mülkiyeti ortadan kaldırılmış durumda”yken; açık açık ekler Friedrich Engels de: “Bizi, sizin mülkiyetinizi yok etme niyetimizden dolayı kınıyorsunuz. Kesinlikle öyle, niyetimiz tam olarak budur.”
Bu tabloda en alttakilerin intifadasının, “özel mülkiyet”in ihlâli kadar anlaşılabilir bir şey yoktur…
Kaldı ki, “Brezilya’dan Londra sokaklarına kadar durum aynı. Benimseyin ya da benimsemeyin, yağma ve kundaklama, XXI. yüzyılın politik eylem biçimidir,” vurgusuyla Metin Yeğin’in eklediği üzere:
“Soygun ve yağma XXI. yüzyılın varoluşçu (!) anlatım biçimi. Şiir ya da romanın yerini aldı. Mark Duggan kim biliyor musunuz? İngiltere’de polisin öldürdüğü dört çocuk babası siyah. İngiltere sokaklarındaki yağmalar yapılmadan böyle birisinin polis tarafından öldürüldüğünü biliyor muydunuz? ‘İsyan etmek öznel bir ifadedir. Kişinin içinde bulunduğu nesnel koşulların tam olarak ilan edilmesidir’ diyordu Zizek.
Yağmalanmış dükkânlar, yakılan arabalar dışında bunu bize duyuracak başka bir yol var mıydı? Bir Brezilya kanalında seyrettim. BBC’den almışlardı. 50 yıldır Liverpool’da yaşayan, yaşlı bir siyah konuşuyordu. ‘Bu bir halk hareketidir, Suriye’de de böyle, Liverpool’da da böyle.’ BBC bir daha hiç yayımlamadı bu röportajı, diyordu televizyon.
Paris sokaklarında da bir gece de 60 araç yakıldı. Yanılmıyorsam Ulrike Meinhof’un yazılarında vardı. Alman Baader-Meinhof’un Ulrike’si. ‘Bir araba yakarsanız suç olur ama birden çok araba yakılırsa politik bir eylem.’ Benimseyin ya da benimsemeyin, yağma ve kundaklama, XXI. yüzyılın politik eylem biçimidir…”
Unutulmasın: “İngiltere’de eylemcilerin gerçekten kaybedecekleri bir şey kalmadığı için şiddetin ve yağmanın dozu arttı…
Tottenham’daki isyancılara, bir avuç çapulcu demek, gerçeği görmeyi engeller…
İsyanlar, bir yılı biraz geçkin bir süredir koalisyon hükümetinin toplumun en güçsüzlerini hedef alan politikalarına karşı devam eden geniş tabanlı muhalefetin farklı bir biçimi olarak patlak verdi. Bu farklı biçim eylemlerin sınıfsal yapısıyla doğrudan bağlantılı”ydı![28]
III.10.4) EN ALTTAKİLERİN İNTİFADASI
Evet, bu en alttakilerin itirazı, intifadasıydı; “orta sınıf” hareketi falan değil…
Örneğin “İsyanlara katılan eylemcilerle TV kanallarında yapılan kısa görüşmelerden kimi ipuçlarını yakalamak mümkün. Örneğin televizyoncuların ısrarla sordukları ‘Siz kendi geleceğinizi yok ettiğinizi görmüyor musunuz? Bundan sonra sizi okullara almayacaklar, buna ne diyorsunuz?’ benzeri sorulara eylemciler ‘Bizim zaten bir geleceğimiz yok ki! Bu ülkede eğitimin tamamen piyasa fiyatlarına endekslendiğini, artık sadece parası olanların eğitim alabildiğini siz bilmiyor musunuz?’şeklinde yanıtlıyor…
İsyanları başlatan sebep ne olursa olsun eylemlerin yayılması, sürekliliği ve eylemciler tarafından dile getirilen tepkiler son derece politik ve sınıfsal. Sosyalist parti ve fraksiyonların en azından eylemcilerin tepkilerine sahip çıkma bu tepkileri siyasallaştırma noktasında hiç ortada görünmeyişi ise ayrıca analiz edilmesi gereken bir vakıa. Başka bir deyişle asıl sorgulamamız gereken eylemciler değil siyasal hareketlerin bizzat kendisi.”[29]
Bunu asla unutmadan; “İngiltereli isyancıları, Marksist terimlere göre, devrimci bir öznenin doğuşu olarak düşünemeyiz; Hegelci ‘gürültücü kalabalık’ yani örgütlü bir toplumsal alanın dışında yer alıp hoşnutsuzluklarını ancak yıkıcı şiddetin ‘irrasyonel’ dışavurumları şeklinde gösterebilen ve Hegel’in ‘soyut olumsuzluk’ olarak tanımladığı kavrama çok daha yakınlar,” diyen Slavoj Zizek’in saptamasını da ciddiye almamak gerek…
“Saf” bir sosyal hareket gibi, saf bir başkaldırı da söz konusu değildir; olmayacaktır da…
Danny Kruger’in, “Londra’da bir alt sınıf (burada yaşayan insanlar için nefret edilesi bir kelime, fakat ‘yoksul’dan daha kötü değil ve daha isabetli) var,”[30]vurgusuyla anlattığı onlar yani en alttakiler, “Yeni Sağ’ın kurucularından Margaret Thatcher’in ‘Toplum diye bir şey yoktur’ veciz ifadesinden 30 yıl sonra İngiltere, çözülen toplumsallığının ne menem bir şey olduğunu tecrübe ediyordu...
Neo-liberalizme bayraktarlık yaparken ‘gururlu’ demokrasi tarihini ve sosyal devletini dümdüz eden İngiltere’de, kent sokaklarını basan yangınlarda, ‘insan karşıtlığına’ dönüşen liberal paradigmanın uçuşan küllerini de gözden kaçırmamalıyız.
Göçmen ve yoksul gençlerin ayaklanması, ‘işte çok kültürlülük projesinin başarısızlığı’ gibi bayat şablonlarla sıkıştırılarak geçiştirilemez ve bir toplumun kendine yabancılaşmasının dramatik sonuçlarını doğru gözlemlemek lazımdır.
Açıktır ki Londra’daki olaylar, otuz yıllık acımasız neo-liberal politikalarla para misali bozdurulup harcanan toplumsal yapı ve global finans merkezi Londra’daki çöken kağıt kuleleriyle derinden ilişkilidir.
Batan bankaların trilyonlarca dolar borcunu ‘devletleştiren’ İngiltere para, para-rant ilişkisine yerleştirdiği toplumsal zemininin geriye dönüşsüz nasıl paramparça olduğunun muhtemelen farkında bile değil...
Doğa, insan ve toplum düşmanlığını akıl ve ahlâk dışı sınırları taşıyarak spekülatif köpüklerde beş yıldır can çekişen son kapitalist evre, yani neo-liberalizm vatanı Birleşik Krallık’tan gelen görüntüler tabii ki tarihin cilvesi değildir...”[31]
III.10.4.1) “ZIRVALAR”IN TASHİHİ!
“Sosyalizmin çökmesi, aynı zamanda kapitalist ülkelerin sosyal devleti terk etmeye başlamalarının miladıysa, İngiltere’de henüz adı konmamış Ağustos ayaklanmaları da kapitalist düzenin kendi bünyesinde yıllardır içten kaynayan, saldırgan, umutsuzlar ordusu yarattığının habercisi. Kapitalist âlemde yeni tür bir savaş başladı,” diyen Gündüz Vassaf’ın olageleni “yeni” bir şey gibi sunmasındaki “orijinalite” arayışının “umutsuzlar ordusu” tanımı; tam da bizim “işsizler ordusu” dediğimiz şeydir…
Bu bağlamda “umutsuzluk” bir sosyolojik olgudan çok, sınıfsal bir reflekstir…
Hayır; nihai kertede sınıfsal olan bu refleks, “Dünyanın her tarafında orta sınıfın bir derdi var. Böyle bakınca Şili Kışı, Arap Baharı’ndan pek farklı durmuyor… Galiba. Şili Kışı, Arap Baharı’ndan farklı değildir. Küresel orta sınıf hareketliliğinin parçasıdır. Orta sınıf, olup bitenin farkındadır ve payını istemektedir,” diyen Güven Sak veya “Londra’da isyan çıkartanlar, ekmek bulamayan aç kişiler değiller. Bunlar kusurlu ve niteliksiz tüketiciler. Yeterli parası olmayanlar,” biçiminde formüle edilen Zygmunt Baumann vari ya da “maneviyat” söylenceleriyle tarif edilemez!
Hayır! Bin kere hayır! Yaşananları, “Ayaklananlar, parayı en yüksek değer gören kapitalist düzenin çocukları. Aynı zamanda kurbanları; evrensel değerlerden, adil bir dünya kurulabileceği umudundan yoksun, hem düzenin düşmanı hem düzenin markalarının müptelaları,” biçiminde tarife kalkışan Gündüz Vassaf, gerçeği deforme ediyor…
Buraya kadar izah ettik: Yaşanan en alttakilerin intifası…
Hem de, kapitalizmin krizinin, çözülüşüyle iç içe geçerek “yıkılış” dinamiklerini öne çıkardığı tarihsel evrede…
Kapitalizmin krizi, insanlık krizi, insanlığın çözülüşünü devreye sokarken; bunları aşacak dinamikleri de mayalandırıyor…
Çağın mazlumları, ötekileştirilenleri ayağa kalkıyor...
Her isyan da biraz böyle değil midir? Evet, her çağın mazlumları, ötekileştirilenleri bıçak kemiğe dayandığında bir yolunu bulup isyan eder, yakıp yıkarlar.
Sonra da örgütlü ve önderlik sorunu aşmışlarsa tarihin yolunu açarak ilerlerler; yoksa… Bastırılırlar!
III.10.5) KAPİTALİST DEVLET ŞİDDETİ YA DA GERÇEĞİ
“Bastırma…” dedik; o tamı tamına, kapitalist devletin şiddeti yani gerçeğidir…
İngiltere’de de böyle oldu...
Mesela İngiltere’deki olayları değerlendiren üst düzey bir polis yetkilisi, “Bu gruplar herhangi bir toplum ya da fikir adına bu eylemleri yapmıyorlar. Bu, topluma, ticarete, mülkiyete ve konutlara karşı bireysel saldırı eylemleridir,” derken; yaşanan ayaklanmalarla yeniden Anthony Burgess’in, ‘Otomatik Portakal’[32]başlıklı romanını anımsamamak mümkün değil. Çünkü hâlâ çok güçlü ve zihin açıcı ‘Otomatik Portakal’…
Yapıt 1960’larda yazılmış olsa da 70’lerin sonundan itibaren İngiltere’yi yöneten Margaret Thatcher’ın ülkesini akla getirir. Polis yoğun bir biçimde işkence uygulamaktadır ve “Göze göz, dişe diş” diyordur. Kişisel mülkiyetin kutsallığı her şeyin üstünde tutuluyordur; görünüşte solcu olup devlet aygıtını reforma tabi tutmayı isteyenler, üzerleri ancak ince bir örtüyle kapatılmış siyasi liberallerdir.
Tıpkı 2011 gibi…
Örneğin, “… ‘Nihilist ve vahşi gençler” diyor ‘The Daily Mail’ onlara: Hayatın farklı alanlarından gelmiş, sokaklarda başıboş bir şekilde polise taş, tuğla ve şişe atan, bir dükkânı yağmalayıp diğerini yakan, twitterda belirlenmiş güncel hedeflerine doğru ilerlerken polisle köşe kapmaca oynayan gençler.
‘The Daily Mail’daki ‘vahşi’ kelimesiydi beni çarpan. 1871’de Paris komününde yaşayan insanların vahşi hayvanlar, sırtlanlar olarak etiketlenmesi; aile, ahlâk, özel mülkiyet ve din adına öldürülmeyi hak ettiklerinin söylenmesi geldi aklıma,” vurgusuyla tepkisini dillendiriyor David Harvey…
Haksız mı?
Elbette değil!
İngiltere’de beş gün süren yağma ve “şiddet” olaylarından sonra bir dizi olağanüstü uygulama gündeme geldi. Örneğin polis maskeli birini görürse durdurabilecek, sosyal iletişime müdahale edilebilecek, kapıları kırıp evlere girebilecek. Başbakan Cameron, “Polisin sayısı ve taktikleri yetersiz kaldı. Çeteleri ezmek ulusal öncelik,” dedi.
Sokaklarda düzenin sağlanması için “Ne gerekiyorsa” yapılacağının altını çizen Cameron “Şimdilik gerek olmasa da polisi rahatlatmak için ordu bile göreve çağrılabilir,” diye ekledi.
Beş gündür süren olaylarda gözaltına alınanların sayısı 1500’e yaklaşırken mahkemeler bütün gece mesai yaptı. 888 tutuklama yapıldı…
Sadece bu kadar da değil!
Cameron polisin isyancılara plastik mermi ile karşılık vermesine izin verdi.
Cameron’un ofisinden yapılan açıklamada “Yaşananlar asla kabul edilemez” denilerek kınanan olayların haklı bir gerekçesi olamayacağı vurgulandı.
Aşırı sağcı örgüt ‘İngiliz Savunma Ligi’nin lideri Stephen Lennon, örgütün bin kadar üyesinin, örgütün merkezi olan Luton’da ve Manchester dahil olmak üzere kargaşanın yaşandığı diğer bölgelerde sokaklara dökülmeyi planladığı vurgusuyla, “Ayaklanmaları durduracağız, polis bununla baş edemiyor,” dedi.
Ayrıca isyan dalgası, çatışma ve yağmanın ardından hafta boyunca her gün yüz kişinin hapse atıldığı ve cezaevlerinin kapasite fazlası karşısında zorlandığı açıklandı.
Cezaevleri müdürleri açıklamalarında İngiltere ve Galler bölgesinde hapse atılan 677 kişi ile birlikte toplam 86.608 kişinin cezaevinde olduğunu belirtti.
2011’de Londra, Manchester, Birmingham ve diğer bazı kentlerdeki şiddet olayları ve protestolar nedeniyle tutuklamalarda ciddi bir yükseliş yaşandı. Özellikle Londra’daki hücrelerin doluluk oranı yüksek…
Olaylar sonrasında 11 Ağustos 2011’de parlamentoda düzenlenen toplantıda twitter, facebook ve YouTube suçlandı. Sosyal paylaşım ağlarına denetim ve kısıtlama getirilebileceği sinyali verildi.
Yaşanan isyan olaylarını organize etmede payı olan sosyal paylaşım siteleriyle ilgili olarak yaklaşık 2.5 milyon twitter mesajı incelendi.
İki genç, İngiltere’deki en yüksek ceza mahkemesi tarafından yaşadıkları şehrin halkını Facebook aracılığı ile “isyana teşvik etmekten” dörder yıl hapis cezasına çarptırıldı. Jordan Blackshaw ve Perry Sutcliffe-Keenan adlı, 20 ve 22 yaşlarındaki iki gencin Facebook üzerinden yaptıkları isyan çağrısına yanıt veren olmadığı hâlde 4’er yıl hapis cezasına çarptırıldılar.
İşte “uygar İngiliz demokrasi”si!
III.10.5.1) “ONLARIN DEMOKRASİSİ”
Langston Hughes’in, “Demokrasi gelmez/ Bu gün de gelmez, bu yıl da/ Böyle ödünler verildikçe ve bu kadar korkuldukça...” dizelerini unutmadan irdelenmesi gereken “demokrasi” konusunda Ariel Dorfman’ın, “Margaret Thatcher sizin en büyük komedyenlerinizden biri. Pinochet’nin Şili’ye demokrasi getirdiğini söylüyor. Kendisinin İngiltere’ye sosyalizmi getirdiğini söylemek gibi bir şey bu,” uyarısı ile yine “Demokrasi, sadece, halkı halk tarafından sopalanması demektir,” diyen Oscar Wilde’ın saptaması “es” geçilmeden Taner Yelkenci’nin satırları dikkatle okunmalıdır:
“Demokrasiyi kesin olarak tanımlamak hiç şüphesiz zordur. Demokrasi, en genel hâliyle bakıldığında, yöneten-yönetilen özdeşliği olarak tanımlanabilir.[33]Bu özdeşliğin modern/ liberal biçimini, milletin bütün bireylerini eşit ölçüde kuşatan bir tür ‘halk egemenliği’ ya da ‘halk iktidarı’ olarak görmek mümkündür. O hâlde, demokratik bir düzen, halk iktidarını ya da egemenliğini mümkün hâle getiren kurumsal bir düzenlemeye işaret eder. Burada kurumsal düzenleme ile kast edilen şey, temsili bir hükümet (halkın temsili), özgür ve genel/ eşit oy hakkı, ifade-toplanma-örgütlenme ve basın-yayın özgürlüğüdür. Bütün bu hakların temeli itibarıyla ‘yasal eşitliğe’ ve ‘mülkiyet hakkına’ dayandığını ifade etmek yanlış olmaz. Yasal eşitliğin bir kurum olarak ve egemen bir anlayış (ideoloji) olarak yerleşmesi, yani birbiriyle hiç ilgisi bulunmayan farklı bireylerin evrensel insan kategorisi altında birer yurttaş hâline gelmeleri, sermaye ve pazar ile yakından bağlantılıdır. Pazar, birbiriyle hiç ilgisi bulunmayan, yani ortak paydadan yoksun nesneleri aynı ölçü birime sahip (dolayısıyla liberalizm ve demokrasi mübadele edilebilir) metalar hâline getirir. Piyasa, farklılıkları aşındırır ve farklı nitelikleri birbirine tercüme edilebilecek nicelik farkları hâline getirir. (…)
Fakat bu durum, kapitalizm/liberalizm ile demokrasi arasında dolaysız bir ilişki kurmamıza olanak tanımaz. Demokrasinin kapitalizmden önce hiçbir yerde ortaya çıkmamış olması bizi yanıltmamalı. Demokrasiyi burjuvazinin (dolayısıyla sermayeye göre vaziyet almış liberal politik düzenin) dolaysız bir ürünü olarak kabul etmek mümkün değildir. Aksi hâlde Çin Halk Cumhuriyeti dünyanın en demokratik ülkesi olurdu. Şunu ifade etmek gerekir: Demokrasi, kapitalizmin çelişkilerinden doğmuştur. Başka bir deyişle, emek-sermaye çelişkisinin bir ürünüdür. Demokrasi, kapitalizme özgü, onun doğal ve olumlu bir sonucu değildir. Aksine, sermayenin diğer yüzüne, yani ücretli-emeğe ve onun sınıfsal eylemine dayanan bir üründür. Demokrasi, sermayeye/burjuvaziye karşı verilen sınıfsal mücadelenin bir sonucudur. Bu diyalektik süreç göz ardı edildiğinde, insanın özgürleşmesi için liberal demokrasinin daha da genişletilmesi gerektiği sonucuna ulaşılır ve hâliyle kapitalizm bu genişlemenin teminatı olarak görünür.[34](…)
Neo-liberal hükümetin önemli özelliği, liberal ideolojiye kaynak oluşturan devlet-toplum ayrımını sürekli gündemde tutması, Ellen Meiksins Wood’un deyişiyle, ‘yeni sivil toplum tarikatına’[35]can vermesidir. Sivil toplum tarikatı, toplumsal parçalanmanın, çeşitlenmenin, farklılığın ve çokluğun ayrılmaz bir parçasıdır. Toplumsal ilişkilerin, deneyimlerin, yaşam biçimlerinin ve kişisel kimliklerin çeşitlenmesi, farklılığı esas alan muhalefet biçimlerini teşvik etmektedir. Neo-liberal hükümete gösterilen bütün tepkileri aynı kapta eritmek şüphesiz imkânsız; yelpazeyi yeni toplumsal hareketlerden başlatıp mutlak olumsuzlamadan kuvvet alan radikal hareketlere kadar genişletmek mümkün. Ancak ortak noktalan, devletten uzak bir yerde mevzilenmeleri, bürokrasiye ve hiyerarşiye hiç bulaşmayan özerk bir politika yürütme amacı taşımalarıdır. Bu muhalefetle yeni özgürlük ve eşitlik biçimlerinin yaratıldığını inkâr etmek elbette mümkün değil. Nitekim, birçok politik düşünür, kavrama direnen, ele avuca sığmayan ve her türlü hesabı daha baştan başarısızlığa mahkûm eden bu çokluğu demokrasinin artı hanesine kaydedilecek bir kazanç olarak resmetmektedir. Ama bu dağınıklık, devlet-toplum ayrımının analitik bir ayrımdan başka bir şey olmadığı gerçeğini gizlemeye yardım etmektedir. Bu durumu göz önünde bulundurmak gerekir. Dağınıklık, sivil toplumun aslında devlet aygıtıyla biçimlendirilen bir alan olduğu gerçeğini unutturmaktadır. Aynı dağınıklık, neo-liberal idareye karşı yönelecek muhalefeti rastlantıya bağlı anlık buluşmalara mahkûm etmektedir. En önemlisi, farklılığı esas alan muhalefet biçimleri, demokrasinin temel olarak emek-sermaye çelişkisi üzerinde yükseldiği gerçeğini gizlemektedir.
‘… ‘Siyasi’ ve ‘iktisadi’ alanları ya da devlet ile sivil toplumu ayıran kapitalist toplumda, baskıcı kamusal gücün daha önce olmadığı kadar merkezileştiği ve yoğunlaştığı bir gerçektir... [İ]leri kapitalist toplumlarda, eskiden kullanıldığı anlamda -devlet gücü, partiler ve bunlara muhalefet anlamında- ‘siyaset’ giderek artan ölçüde gözden düştükçe, bu tür baskılar mücadelenin ana odağı hâline geliyor. Ama bu baskılar, sivil toplumdan kaynaklanan şeyler olarak değil, sivil toplumdaki bozukluklar olarak değerlendirilmektedir. İlkesel olarak baskı devlete ait bir şeydir ve sivil toplum, özgürlüklerin köklerinin olduğu yerdir... [Hâlbuki] sömürü ve egemenliğin, sivil toplumun dışında, ona yabancı ve düzeltilebilir bir bozukluk değil, sivil toplumun özü olduğu gözlerden kaçırılmaktadır.’[36]
Demokrasi, aslında burjuva devletin sınıfsal yapısını değiştirmek üzere harekete geçen bir politikanın ürünüdür.”[37]
IV) DEVRİM VE RADİKAL SOSYALİZM
Buraya kadar izaha gayret ettiğim bağlamda, “Sermayenin küresel çaptaki yağmacılığının daha şedit hâle geldiği bir dünyada Marksizmin demode olduğunu iddia etmek, kundakçılar daha kurnaz ve becerikli hâle geldi diye itfaiyeciliğin modasının geçmiş olduğunu söylemeye benzer,” diyen Terry Eagleton’un uyarısının asla unutulmamalıdır...
Gerçekten de Eagleton, ‘Marx Neden Haklıydı?’ başlıklı yapıtında, “Marksizm kapitalizmin eleştirisi” olduğunun altını çizerek şimdide yaşanan ekonomik, sosyal, bireysel çıkmazların nedenlerine inip, “Sosyalizm yoksulluk koşullarında gerçekleşmez,” vurgusunun altını çizip ekler:
“Kapitalizm sadece soykırım, açlık, emperyalizm ve köle ticaretinden ibaret değildir. Bu sistem büyük yoksunluklar yaratmadan, refah yaratmayı başaramamıştır. Aynı zamanda böyle bir eleştiri dünyanın büyük bölümünü dönüştürmüştür. Bundan da şu çıkar: Kapitalizm var oldukça Marksizm de var olmalıdır. Bu iddiayı daha ayrıntılı incelemeden önce, Marx’ın da, sorguladığı sistemin sürekli değişen doğasının farkında olduğuna işaret edelim. Sermayenin ticari, tarımsal, endüstriyel, tekelci, mali, emperyal gibi değişik tarihsel biçimlerine ilişkin kavramları Marx’a borçluyuz.
Sermaye dünya çapında şimdiye kadar olduğundan daha çok tekelleşti ve yağmacı oldu; işçi sınıfı sayıca da gerçekte arttı. Mega-zenginler silahlı ve korumalı topluluklarda barınırken milyarlarca gecekondu sakininin pis kokulu harap kulübelerinin etrafının dikenli tel örgülerle ve gözetleme kuleleriyle çevrildiği yerlerde oturdukları bir gelecek tahayyül edebilmek artık mümkün.”[38]
Evet kapitalizm bütünüyle sömürücü, talan edici, yok edici yanlarıyla dünya halklarını, işçi ve emekçi sınıflarını, mülksüzlerini, yoksullarını ve artık bu da eklenmeli açlığa, susuzluğa mahkûm edilenleri, ekolojik katliamlarla hem bütün insanlığı -kendisi de dahil- hem de dünyayı felaketlere sürüklemeye devam ediyor…
Neo-liberal kapitalist düzenin her yanında açılan çatlaklar yavaş yavaş büyüyor. Gettolardaki isyan, yağma ve yangın şehrin merkezine yayılıyor. Tahrir Meydanı’nda başlayan özgürlük talepleri İspanya’da yankı buluyor. Bu adaletsiz sistemin bedelini ödemek istemeyen Yunan halkı parlamentonun kapısına dayanıyor.
Milyonlarca insan kölelik koşullarında çalışıyorlar. Gayriinsani bir düzen olan, insan onuruyla bağdaşmayan kapitalizmin en trajik etkileri Somali’de görülüyor.
Reagan’ların, Thatcher’ların Özal’ların ve toplumu, her türlü insani dayanışmayı, insani değerleri reddeden, yoksulluğa kayıtsız kalan diğer radikal sağcı politikacıların yeniden biçimlendirdikleri düzen şimdilerde ciddi bir kriz içinde. 2008 yılında şiddetlenen ekonomik kriz giderek siyasi boyut kazandı, siyasi krize dönüştü. Siyasi sistem(ler)in meşruluğu tartışılır hâle geldi. Paul Mattick kapitalizmin sürekli kriz çağına girdiğini ileri sürmüştü. Belki kesin bir hükme varmak için henüz erken ama, Mattick’in 1930’larda öne sürdüğü tezin ancak şimdi günümüzün gerçeği hâline geldiği söylenebilir.
Oysa, çok değil, bundan yirmi iki yıl önce büyük bir kibir ve küstahlıkla tarihin sonunu duyurmuşlardı. Liberal düzenin insanlığın nihai hedefi olduğu ve tarihin de bunu doğruladığını iddia etmişlerdi. Kapitalizm toplumun tek mümkün örgütlenişiymiş gibi sunulmuştu.
İyi ve kötü, olumlu ve olumsuz yönleriyle tarih devam ediyor. Tarih devam ederken insan onuruna yaraşır bir hayat için radikal siyasetlerin gerekliliğini de insanlığın önüne koyuyor. Tutucu bir dönem sona ermek üzere. Neo-liberal sömürü karşısında sistem karşıtı, radikal düşünce ve siyasetler, özgürleşme projeleri canlanıyor.
Devrim ve radikal sosyalizm ile “yaratıcı yıkımın” kaçınılmazlığı bir kez daha tarihin gündem maddesi oluyor…
6 Ekim 2011 10:07:00, Ankara.
TEMEL DEMİRER
N O T L A R
[1]8 Ekim 2011 tarihinde Ankara’da Dev-Lis’in düzenlediği “Adalı Anması”nda yapılan konuşma… 13 Ekim 2011 tarihinde Ankara Aka-Der’de Özgür-Lise’lilerin düzenlediği “Che Anması”nda yapılan konuşma… Kaldıraç, No:126, Kasım 2011…
[2]Turgut Uyar.
[3]Eric J. Hobsbawm, Eşkıyalar, Çev: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, 2011.
[4]Yaşar Kemal, İnce Memed, Cilt:4, s.348.
[5]Ataol Behramoğlu, “Militan İyimserlik (2)”, Cumhuriyet Pazar, No:1328, 4 Eylül 2011, s.4.
[6]Ahmet İnsel, “Sol Melankoli”, Radikal, Radikal, 27 Eylül 2011, s.10.
[7]Slavoj Zizek, “Dikkat, Ufukta Yeni Bir Apartheid Tehlikesi Var!”, Radikal Hayat, 1 Ekim 2011, s.40-41.
[8]Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, Sol Yay., s.99.
[9]Slavoj Zizek, “Dikkat, Sefaleti Ufukta Yeni Bir Apartheid Tehlikesi Var!”, Radikal Hayat, 1 Ekim 2011, s.40-41.
[10]Fikret Başkaya, “Kapitalizm Emperyalizmdir: Kolektif Emperyalizm”, Birgün, 11 Eylül 2011.
[11]İzzettin Önder, “Dünya Ahvali”, Evrensel, 29 Ağustos 2011, s.5.
[12]Gideon Levy, “İsyanın Mucizesi”, Ha’aretz, 8 Ağustos 2011.
[13]Ergin Yıldızoğlu, “Yoksulluk Günlerinde İsyan”, Cumhuriyet, 10 Ağustos 2011, s.8.
[14]Güven Sak, “Zenginlere Acıyın, Onlara Yardım Edin”, Radikal, 4 Ekim 2011, s.21.
[15]Noam Chomsky, “ABD’nin Gerilemesi”, Z-Net 6 Ağustos 2011.
[16]Pınar Öğünç, “Devrim İkoncanları Yaratmak”, Radikal, 29 Ağustos 2011, s.7.
[17]“Tamillerle Uzlaşma Şart”, The Economist, 27 Mayıs 2010.
[18]Savitri Hensman, “Sri Lanka Diktatörlüğe Doğru Kayıyor”, The Guardian, 26 Eylül 2010.
[19]Sami Kohen, “Arap Baharı Kime Yarıyor?”, Milliyet, 15 Temmuz 2011, s.19.
[20]Cumali Önal, “Altıncı Ayında Arap Baharı: Devrimi Yapan da Ümitsiz Yapamayan da”, Zaman, 19 Haziran 2011, s.21.
[21]Mişel Keylo, “Arap Halk Devrimlerinin Hedefine Ulaşması İçin...”, Haliç, 29 Haziran 2011.
[22]Semih İdiz, “Yeni Ortadoğu’nun Tatsız Gerçekleri”, Milliyet, 31 Ağustos 2011, s.14.
[23]Mahmut Hamsici, “Bir Kıvılcım Yeter Ben Hazırım Bak”, Birgün, 15 Ağustos 2011.
[24]Mahmut Hamsici, “Londra’da Bir Gece”, Cumhuriyet, 11 Ağustos 2011, s.11.
[25]Tufan Sertlek, “Yoksullar Bazen Böyle Yapar!”, Sendika.Org, 17 Ağustos 2011.
[26]Zülal Kalkandelen, “Londra’daki İsyan”, Cumhuriyet Pazar, No:1325, 14 Ağustos 2011, s.4.
[27]Kadir Uysaloğlu, “Ada’da İsyan Ateşi Dinmiyor”, Zaman, 10 Ağustos 2011, s.16.
[28]Kahraman Yadırgı, “Bir Maniniz Yoksa Sokağa Çıkacağız...”, Radikal İki, 14 Ağustos 2011, s.7.
[29]Gaye Yılmaz, “Londra’dan İsyan Manzaraları”, Evrensel, 31 Ağustos 2011.
[30]Danny Kruger, “Alt Sınıfın İntifadası”, The Financial Times, 9 Ağustos 2011.
[31]Nihal Kemaloğlu, “Liberalizmin Küllerini Süpürürken...”, Akşam, 16 Ağustos 2011, s.12.
[32]Anthony Burgess, Otomatik Portakal, Çev: Dost Körpe, İş Bankası Kültür Yay., 2011.
[33]Carl Schmitt, Parlamenter Demokrasinin Krizi, çev: A. Emre Zeybekoğlu, Dost, 2006, s.31.
[34]Göran Therborn, Sermaye Egemenliği ve Demokrasinin Doğuşu, çev: Şirin Tekeli, V Yay., 1989, 51 vd.
[35]Ellen Meiksins Wood, Kapitalizm Demokrasiye Karşı: Tarihsel Maddeciliğin Yeniden Yorumlanması, çev: Şahin Artan, İletişim, 2003, s.285.
[36]yage, s.301.
[37]Taner Yelkenci, “Liberalizm ve Demokrasi”, Felsefelogos, No:41, 2011/1, s.203-207.
[38]Terry Eagleton, Marx Neden Haklıydı?, Çev: Oya Köymen, Yordam Kitap, 2011.
Yorumlar