“Bugün yarına dünle beslenerek yol alır.” [1] Sorularınızı, Nâzım Hikmet’in, “Ve bir kere vakt erişip/ ‘Gayrık yeter!’/ demesinler.....
“Bugün yarına dünle
beslenerek yol alır.”[1]
Sorularınızı, Nâzım Hikmet’in, “Ve bir kere vakt erişip/ ‘Gayrık yeter!’/ demesinler.../ Bunu bir dediler mi, ‘İsrafil surunu urur,/ mahlukat yerinden durur’/ toprağın nabzı başlar/ onun nabzında atmağa./ Ne kendi nefsini korur,/ ne düşmanı kayırır/ Dağları yırtıp ayırır,/ kayaları kesip yol eyler abıhayat akıtmağa...” dizelerine olan bilinçli inancımla yanıtlarsam…
1. Öncelikle okuyucularımızın sizi daha iyi tanıması açısından kendinizi bize biraz tanıtabilir misiniz?
Kendime dair ne diyebilirim? Hemen, hemen “hiç”…
Sıradan biriyim; çoğunluğa benzerim; hani azınlığın aç bıraktığı; ezip, sömürdüğü; umudunu, geleceğini gasp ettiği…
Bundan ötürü de radikal sosyalistim; “Hâlâ Tek Yol Devrim” derim; Spartaküs’ten Şeyh Bedreddin’e; Paris Komünü’nden Büyük Ekim Devrimi’ne; İspanya İç Savaşı’ndan Küba’ya uzanan; Mustafa Suphi, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya ile taçlandırılan devrimci geleneğin takipçisiyim…
Aşk, hayata ve onlar için isyan etmenin insanı insanlaştırdığına inanırım…
Bir kedi karşısında farelerin yanında olma cüretini insan olma ve kalmanın “olmazsa olmazı” nitelerim…
İş bu nedenle de bir radikal sosyalist olarak erkek karşısında kadın, Sunni karşısında Alevi, Türk şovenizmi karşısında Kürt’üm…
Bir de; Hz. Ali’nin, “Zulümde iki suçlu vardır. Biri zalim, diğeri zulme rıza gösteren”…
M. Duverger’in, “Adaletin bulunmadığı yerde herkes suçludur”…
Şeyh Bedreddin’in, “En zorba hapishane, insanın kendi kafası içinde kurduğu hapishanedir”
Raoul Vaneigem’in, “İktidar sahipleriyle hangi hâl ve şart altında olursa olsun, ilişkiye girmeyi reddederim… Mutluluk için fiyat ödenmez; mutluluk, onu satışa çıkarmış olan toplumdan sökülüp alınır… Kendi içlerinde devrimi gerçekleştiremeden devrimden söz edenler ağızlarında bir leş geveliyor”…
Antonie de Saint-Exupery’nin, “Eğer bir kelebeği sevebiliyorsak, tırtıllara da değer vermemiz gerekir”…
Yalçın Sadak’ın, “Moda olan sıradandır ve sıradanlık daima moda”…
Voltaire’in, “Korkaklar, kendinden daha güçsüz olanlara güç gösterisinde bulunanlardır”…
Bernard Shaw’ın, “Mutluluğu üretmeden tüketmeye hakkınız yoktur”… sözlerine müthiş değer verirken; düşünce davranıştan, davranış da düşünceden ayrılmaz, ayrılamaz notunu düşerim…
“Başka” mı? Sevdalıyım, sabıkalıyım, yargılanıyorum, telefonum dinleniyor, muhalifim, egemenler ile baş eğmeden, suların ışıması için mücadele edilmesi gerektiğini savunuyorum…
Umutluyum; umuttan da öte biliyorum; zalimleri haklayıp, cezalandırarak, tatrihin çöplüğüne havale edeceğiz…
2. Çeşitli konular hakkında fikirlerinize başvurmayı düşünüyoruz. Öncelikle referandumla başlayalım istiyoruz. Referandumla yeni bir anayasa önümüze sunuldu. Siz bu anayasayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Gerçekten de darbecilerle hesaplaşacak mıyız?
Öncelikle şunu belirteyim; coğrafyamızın yapısal soru(n)ları, nafile referandumlarla, anayasa maddelerinin değiştirilmesiyle çözümlenemez!
Coğrafyamızın ihtiyacı olan çürümüş ve sürdürülemez kapitalist vahşetten kurtulma; emeğin iktidarının yani “özgür üreticiler topluluğu”nun yaratılma meselesidir…
Yeni bir anayasa yapmaktan söz ediyorlar. 12 Eylül/ TÜSİAD anayasası yerine AKP/MÜSİAD anayasasını ikame edince bir şey mi değişecek zannediyorsunuz!
Türkiye’de darbeciler ile hesaplaşmak, o darbelerin devreye sokulmasını “olmazsa olmaz” kılan ekonomi-politikalar ile hesaplaşmakla mümkündür…
Şimdi Kenan Evren’i mahpusa attığınızda “12 Eylül ile hesaplaşmış” mı olacaksınız? Bu mümkün mü? Hayır…
12 Eylül bir siyaset ise, 24 Ocak Kararları da onun ekonomik programıdır. Bu programı ABD emperyalizmi + IMF/ Dünya Bankası + TÜSİAD hazırlamış ve TSK da darbe ile devreye sokmuştur.
Öyle ise gerçek bir hesaplaşma, “ABD emperyalizmi + IMF/ Dünya Bankası + TÜSİAD”ı atlamadan mümkündür!
Son günlerde, belleksizleştirilmişlikle malûl, post-modern ve liberal gevezelik gerçekleri iğdiş ederek gölgeliyor; kavramları kirletiyor…
Örneğin Osman Ulagay, “IMF’nin değişen rolü”nden söz ederken; Hak-İş Genel Sekreter Yardımcısı Mustafa Paçal, “Diyalog ve işbirliğini geliştirecek zeminler yaratmalıdırlar… İnsanlar sağlık ve özgürlükleri tam olarak sağlanırsa mutlu olurlar. IMF ve DB politika ve programlarını bu eksende yenilemelidir”; Mahfi Eğilmez de, “IMF’nin kuruluş amaçları; uluslararası parasal işbirliğinin geliştirilmesini sağlamak, uluslararası ticaretin dengeli bir şekilde gelişmesine yardımcı olmak, çok taraflı ödemeler sisteminin kurulmasına destek olmak, ödemeler dengesi sıkıntısı çeken üye ülkelere gerekli geri dönüş önlemlerini almak kaydıyla yeteri kadar maddi destekte bulunmak, üye ülkelerin ödemeler dengesi sorunlarının derecesini ve süresini düşürmektir,” diyorlar!
Bunlar kocaman ve kuyruklu yalanlardır!
Şunu sormalı: “Bu kapitalizmin nesi değişti ki, IMF değişsin?” Yoksa IMF mi yukarıdan aşağıya bu eşitsizlikler düzeni küresel kapitalizmi değiştirecek? Nasıl bir sihirli dokunuşla yapacak IMF bunu?
Enver Gökçe’yi yâd ederek hatırlatalım: “Demek bu hayat,/ Önce sana bana yük.. su kimin/ Toprak kiminse/ Motor, elektrik, ve ışık kiminse/ Demek sultan odur.” En gelişmişinden en az gelişmişine tüm kapitalizmlerde devlete yön veren, suya, toprağa, makineye yön veren sermaye sınıfıdır, bu bir.
Devletin görevi, kâr ve sermaye birikiminden başka gözü hiçbir şey görmeyen ve bu uğurda her şeyi tahrip etmeyi, krizler çıkarmayı göze alan sermayedarlara düzen sağlamaktır. Sermaye sınıfının, hem emekle çelişkilerine düzen getirmek hem de birbirleriyle itişmelerini yumuşatıp sisteme beka, süreklilik kazandırmaktır. Devletler üstü IMF, Dünya Bankası gibi kurumların da görevi, devletin ulusal çapta yaptığını küresel çapta yapmaktır; uluslararası kapitalist düzenin kendini yeniden üretmesinin koşullarını, iklimini, sermaye hiyerarşisini, işbölümünü koruyarak, yeniden-üretim şartlarını sağlamaktır.
1980’lerin neo-liberal kapitalizmi, 30 küsur yıllık doludizgin sömürüsü ile dünyada önemli sermaye birikimine ulaştı. Bizzat Dünya Bankası bildiriyor: Günde 2 doların altında, çoğu Güney dünyasında, 2.5 milyar insan çalıştırıldı yıllarca... Bu sömürü çarkı, bekleneceği gibi sonunda tıkandı, krize girdi. Arkasında sadece yoksulluklar, eşitsizlikler, işsiz, aç orduları biriktirmekle kalmadı, devasa afetlere yol açtı. Bütün bu sürece IMF/DB ikilisi “istikrar programları”, “uyum programları” ile eşlik etti, yol haritası çizdi.
Bu kapsamda kapitalizmin IMF’si darbecidir!
“Örnek” mi? Haddinden fazla… Uluslararası Para Fonu (IMF), Honduras’ta darbe yapan ordu yönetimine destek çıktı. Pek çok ülkenin yaptırım uyguladığı ve ilişkilerini kestiği darbecilere 150 milyon dolar verdi, 13.8 milyon dolar daha verecek. IMF, darbeden önce ise Honduras için hiçbir şey yapmamıştı.
Bu, belki IMF’nin darbecilerle açıktan, dolaysız son ilişkisi ve desteği ama ilk değil. Arjantin’de 1955’te gerçekleştirilen askerî darbenin hemen ardından IMF, bu ülkeye el attı. Ve o günden beri Arjantin ekonomisi hep IMF ile birlikte var olageldi. Arjantin bir model olarak gösterildi. Ancak IMF, Arjantin ekonomisini çökertti. 5 Aralık 2001’de Arjantin’de başlayan kitle eylemleri, IMF’nin örnek modelini çöpe attı.
Şili’de halkçı Allende hükümetinin devrilmesinde, Pinochet yönetimindeki darbecilerin kanlı iktidarının başlamasında da IMF esas oğlanlardan biriydi. ‘70’lerin başında Allende liderliğindeki halkçı hükümet, Amerikan şirketi olan ITT Shaub-Lorenz yönetimindeki bakır madenlerini devletleştirdi. İşte o noktadan sonra, ABD devreye girdi ve Şili’de darbe hazırlıkları başladı. Darbenin ilk ayağı, IMF’nin kredileri kesmesi oldu.
Sonrası adım adım geldi. Darbenin hemen ardından IMF, eli kanlı cuntacı Pinochet iktidarına para musluklarını sonuna kadar açtı.
Pakistan’da darbe yaparak iktidara gelen Pervez Müşerref’e de ilk destek çıkan IMF olmuştu. Cuntacı generaller, IMF’den hatırı sayılır bir kredi aldı.
İlk etapta 700 milyon dolar kredi veren IMF, diğer kredileri taksite bölerek, Pakistan iktisadını kontrol altında tutmayı başardı.
12 Eylül askerî darbesinde de koçbaşı rolünde IMF vardı. 1979’da başbakan olan Süleyman Demirel, başbakanlık müsteşarlığına getirdiği Turgut Özal’a yeni bir ekonomik istikrar programı hazırlama görevini vermişti. Program, kısa süre sonra IMF ile iyi ilişkileri olan Turgut Özal tarafından IMF’ye küçük bir rica ile hazırlatıldı.
IMF darbecidir! Onun ikiz kardeşi ve suç ortağı Dünya Bankası da darbecidir. 12 Eylül’de de onların bizzat parmağı vardır.
Ayrıca IMF, emperyalist ekonominin mafyasıdır da…
Hedefleri, ABD’nin dünya ekonomisi üzerindeki hâkimiyetini perçinlemektir. Mesela 2004 itibariyle yeni-sömürge ülkelerin borç toplamı 2.5 trilyon dolara, yıllık faiz ödemeleri de 3.75 milyar dolara yükselmiştir.
Mesela bir IMF/ Dünya Bankası çalışanı ve “ben de bir ekonomik tetikçi idim” diyen John Perkins, ‘Bir Ekonomi Tetikçisinin İtirafları’ başlıklı yapıtında şunları diyor:
“XX. yüzyılın sonlarında Kolombiya’ya sattığımız en önemli hizmetler, mühendislik ve inşaat uzmanlığıydı. Kolombiya çalıştığım yerlerin tipik bir örneğiydi. Ülke korkunç borç yükü altına girerek elektrik hatları, otoyollar, telekomünikasyon hatlarına yatırım yapacak, borcunu ve faizini petrol ve gaz yataklarının geliri ile ödeyecekti. Görevim, kredi ihtiyacını mümkün olduğunca şişirmekti…”
“Ekonomi tetikçisi olarak bizlerin amacı küresel imparatorluk kurmaktır. Bizler, diğer ülkeleri şirketlerimizin, hükümetimizin, bankalarımızın... kölesi hâline getirmek için uluslararası finans kuruluşlarını kullanan elit bir grubuz. Mafyanın yaptığı iyilikler gibi Ekonomi Tetikçileri de görünüşte bazı iyilikler yapar. Örneğin elektrik santralleri, otoyollar, limanlar, havaalanları, teknoparklar gibi altyapı hizmetleri için borç temin ederler. Bu borçların ön koşulu, bütün bu projelerin Amerikan inşaat ve mühendislik firmaları tarafından gerçekleştirilmesidir. Aslında paranın çoğu Amerika’yı hiç terk etmez; yalnızca Washington’daki bankalardan New York, Houston veya San Francisco’daki mühendislik firmalarına transfer edilir...”[2]
O hâlde diyeceklerime; siyasal bir hesaplaşma; o siyasanın ekonomik saikleri dışında mümkün değildir ibaresini de ekleyeyim…[3]
3. Bu süreçte kimi kurumlar “Hayır”, kimi kurumlar “Boykot”, kimi kurumlar da “Yetmez Ama Evet” kararı aldı. Sizce referandumda nasıl bir tavır alınması gerekiyordu?
Ben “Boykotçuydum”;[4] “Yetmez Ama…”cılar da AKP (+ Gülen) ve AB liberali…
Erdoğan’ın Yetmez Ama…”cılara teşekkürü unutulabilir mi?
Ya da AB sözcülerinden Joost Lagendijk’in, “Boykotu unutun ve 12 Eylül’de gerçek renginizi gösterin,” haykırışı…
Boykotçuların “Evet” ya da “Yetmez Ama Evet” diyenlerden bariz farkı; bu duruşun resmî ideolojiye ve tekçiliğe karşı olmasıydı. Boykotçular asimilasyona karşıdırlar, devletin dininin mezhebinin olmasına karşıdırlar; sonuna kadar özgürlüklerden yanadırlar. Ancak “Evet” diyenlerin önemli bir kısmının devletin bu yönleriyle hiçbir problemi yoktur, olmamıştır da…
İş bu nedenle boykot, ihtiyacımız olandı; bağımsız çizgiydi; devrimci kimlikti; eski(yen) dünyanın muhtelif “alternatifleri”nin alayına isyandı…
Bilindiği üzere boykot, bir işi, bir davranışı yapmama kararı alma; bir kimse, bir topluluk veya bir ülkeyle amaca ulaşmak için her türlü ilişkiyi kesme biçiminde tanımlanır.
Boykot, cezalandırmak veya itaatkâr davranışı sağlamak amacıyla belirli bir devlete veya devletler grubu ile sosyal, ekonomik, siyasi ve askerî ilişkiye girmenin sistematik reddini içerir.
Biz referandumu boykot ederek bunları yaptık…
Tıpkı V. İ. Lenin’in, 1907 tarihli “Boykota Karşı” broşüründe, “Boykot, Rus devriminin en olaylı ve destansı döneminin en güzel geleneklerinden biridir,” diyerek boykot kavramını gelenek içinde, devrimci deneylerin birikimi bağlamında ele aldığı gibi…
O yazısında Lenin arkasından, her gericilik döneminin, onu izleyen liberal dalganın, bu deneyleri unutturmak, geçmiş devrimci dönemleri adeta bir çılgınlık olarak mahkûm etmek için büyük çaba gösterdiğine işaret ediyordu.
Boykot nedir sorusuna, sloganın “yapı” karşısındaki konumundan hareketle cevap veriyordu: “Boykot, verili bir kurumun yapısı altında değil ortaya çıkışına karşı mücadeledir,” diyor ve ekliyordu: “Boykot, verili bir kurumun salt biçimini değil bizzat varlığını reddeden, en doğrudan ve kesin mücadele biçimidir. Boykot, bir taktikler hattı değil, belli koşullara özgün bir mücadele aracıdır.”
Bunların yanında referandumdan “Evet” çıkartmak için büyük çaba gösteren liberal, sol liberal yazarların aslî görevi, solu, özellikle de sosyalistleri referandumda AKP’nin peşine takmaktı. Onlar boykot tutumu sayesinde bu görevi başaramadılar, “AKP’nin demokratikleştirici bir güç olduğu”na sosyalistleri inandıramadılar; Kürt hareketini boykot kararından vazgeçiremediler.
Nihayetinde bir nafile faaliyet olarak “Anayasa Tartışmaları”nın gelip dayandığı yer; Baskın Oran’ın, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanı olmak istiyor. Orgenerallerin cumgeneral oluverişlerini anımsatırcasına. Referandumu harcamasın. Bu hayalden vazgeçsin… Tarih partinize çok özel bir konjonktürde çok özel bir görev tanıdı, bunu heba edip Türkiye’yi harcamayın. ‘Yetmez ama evet’çiler gibi küçük ama çok etkili demokrat/sol grupların desteği olmadan etrafınız boşalıverir. Kurda kuşa yem olursunuz,” deyişindeki trajikomedi ile; referandum sürecinde AKP’yi destekleyerek pakete “Evet” oyu verme çağrısı yapan, Başbakan Erdoğan’ın da referandum sonrası teşekkür ettiği Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) Başkanı Doğan Tarkan’ın Gülen cemaatinin yayın organı ‘Zaman’ gazetesine verdiği röportajda sola saldırarak, AKP’nin manipülasyon aracı olması yani Erdoğan’ın “kıymetlisi” olarak, “Sol koyun gibi” benzetmeleri yapması[5] terbiyesizliğidir!
4. Yüzyıllardır süren ve çözüm bekleyen bir “Kürt Sorunu” sorunu gerçekliği var. AKP bu konuda bazı açılım fiyaskoları ile çözmeye çalıştı. Bu açılımları nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce gerçekten bir açılım yapılmak istense, bu açılım nasıl olmalıdır?
Açılamayan “Açılım” mı dediniz?
Bu konuda Ali Sirmen, “Biten bir şey yok, çünkü sözde açılım zaten ölü doğmuştu,” derken; Güneri Cıvaoğlu da ekliyor: “Sonunda ‘açılım’ da ‘örtüldü.’ Açılımın kapanması nedeni oy hesapları...”
Aynı konuda Henri J. Barkey de, “Açılımın sadece adı kaldı” vurgusuyla şunların altını çiziyor: “Başbakan Tayyip Erdoğan 2009’da bir ‘Kürt açılımı’ başlatmaya karar vererek bir adım attı… Karşı tepkiyle yüz yüze gelen ve seçimlerin yaklaşmasını hesaba katan AKP geri adım attı ve açılım sona erdi, sadece adı kaldı. Gerek AKP gerek başbakan, gerilimleri daha da artırmaktan başka işe yaramayan savaşkan milliyetçi bir söylemin emniyetli sularına çekildi.”[6]
Olup-biten bu!
AKP, Kürtsüz veya kendi Kürtünü oluşturmayı hedefleyen bir “açılım” peşinde…
AKP’nin “Kürt Açılımı”, daha doğrusu “Milli Birlik Projesi” süreci ile varılan nokta tam bir fiyaskodur.
Bu AKP hükümetinin samimiyetsizliği ve tutarsızlığına bir kanıttır. Yıllardır Kürt sözcüğünün reddedildiği, Kürt halkının, dilinin, kültürünün inkâr edildiği Türkiye’de bu açılımın başlaması çok olumlu bir adım olarak göründü, ancak sonradan bunun ne yazık ki bir oyun olduğu ortaya çıktı, “açılım” fiyaskoyla bitti…
Ama bu fiyasko Kürt sorununun ortadan kalktığını göstermiyor. Sorunun çözülmesi gerekiyor…
Nasıl mı?
Tarihimizle yüzleşerek, Türklerin ne hakkı varsa (kendi devletine sahip olmak dahil), Kürtlerin de o haklara sahip olduğunu teorik ve pratik olarak kabul ederek…
Unutulmasın; Kürt sorununun küresel bir sorun olduğunu söyleyen Noam Chomsky, “Suriye, Irak, İran ve Türkiye’de Kürtler var. O yüzden bölgesel bir çözüm bulmak gerekiyor.” “Türkiye’nin bugün Kürtlere uyguladığı mezalim var. İfade edilemeyen düşünceler bile cezalandırılıyor. Aydınlanmamış devletlerin Engizisyon döneminde uyguladığı yöntemler Kürtlere karşı uygulanıyor. Engizisyonu dönemlerini hatırlatıyor,” derken çok önemli gerçeklerin altını çiziyor…
Evet barışa muhtacız; hani Yannis Ritsos’un, “Çocuğun gördüğü düştür barış/ Anaların gördüğü düştür barış/ Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış,” dizelerindeki adil ve onurlu huzura muhtacız…
Ancak Carl Von Clausewitz’in, “Savaş, siyasetin başka araçlarla yürütülmesidir,” saptamasının “Barış” için de geçerli olduğunu, yani barışın da, bir siyasetin başka araçlarla yürütülmesinden başka bir şey olduğunun göz ardı edilmemesi gerekiyor…
Bu kapsamda Immanuel Kant’ın, daimi (yani adil ve onurlu) bir barış için sıraladığı ön şartlardan ikisi özellikle önemlidir:
Biri, barışı oluştururken yeni bir savaşa yol açacak uygulamalardan kaçınmaktır.
Diğeri yani ikincisi ise, karşılıklı güven duymayı olanaksız kılacak yollara başvurmamaktır. Ona göre, savaş içinde olsa bile tarafların birbirlerine biraz güven duymaları gerekir.
Böyle bir güven yoksa eğer, “bir barış anlaşması yapmak da olanaksızlaşacak ve çarpışma bir imha savaşı biçiminde soysuzlaşacaktır”.
Öyleyse, önünde “adil ve onurlu” sıfatları eklenmiş “Barış isteyen, savaşa hazırlansın,” Vegetius’un uyarısındaki üzere…
Kaldı ki içinden geçilen kesitin, “Zamanın Ruhu” (Zeitgeist) diyaloga dayalı barışa imkân vermiyor; ETA örneği ortada…
İyi de Güney Afrika mı? Orada olan “istikrar” dönemi örneğiydi…
Küresel ve bölgesel planda kriz, ırkçılık, milliyetçilik hızla yükselirken, adil ve onurlu barış çatışma ve alt üst oluşlarla gelecektir…
Keşke başka türlü olsaydı; mesele barışı isteyip, istememek değil, nasıl geleceğini öngörüp, bu doğrultuda hazırlanarak, siyasi hayal kırıklıklarının erozyonel sonuçlarından uzak durmak gerekiyor…
Barış da iki tane: Ezenlerin (ve yandaşlarının), bir de ezilenlerin olmak üzere…
Ezilenlerin barışı, Kürt meselesini bir ulusal soru(n) olarak ele alır… Bunun dışındaki sunum ve kavrayışları (örneğin insan hakları ve demokrasi olarak görmek) meseleyi kör düğüme çevirir… İnsan hakları ve demokrasi ulusal sorunun çözümüne mündemiçtir… Aksi ise her zaman mümkün olmayabilir ve olmuyor da!
O hâlde meseleyi “çözüm” üzerinden kurgulamak yerine, “çözümsüzlük” üzerinden kavrayarak anlatmak ve anlamak gerekiyor!
Bunun içinde kapsamlı sorular sormaktan, bunlara açık açık yanıt bulmak ve istemekten geri duramayız!
Verili koordinatta “Üç Maymun Diplomasisi” olmaz; diplomasi sorunun kabulünü gerektirir; T.“C”de bu tür bir temayül söz konusu falan değildir…
Onun için liberal ‘Taraf’ın “Balıkçı” hikâyeleriyle yol alınamaz; yani AKP de Kürt meselesinde özel bir konjonktür oluşturmuyor; öncekilerden raison d’état/hikmet-i hükümetinden farklı davranmıyor ve davranamaz da… (Çünkü AKP, Ergenekon’a karşı demokrasi getirmiyor; onu tasfiye ederek, yerine kendini ikame ediyor… Bu demokratikleşme değil, olsa olsa, yeni bir iktidar bloğunun oluşturulmasıdır…)
Tüm bunların ışığında egemen(lerin) medyanın medyokratik (vasatın yönetimi) yalanlarına sırt dönmek, itiraz etmek gerek…
Yani Kürtler “adına” TV’lerde konuşturulan eski Troçkist Ümit Fırat’a, eski şeriatçı Mehmet Metiner’e ve benzerlerine itibar etmemek gerek; tıpkı AKP’nin liberal piyonlardan Rasim Ozan Kütahyalı, Oral Çalışlar, Cengiz Çandar ya da Doğan Holding “solcusu” Ahmet İnsel gibi…
5. Biraz da Türkiye sol hareketi üzerine konuşalım. Sol’ un 12 Eylül’ den bu yana içerisine düştüğü bir çıkmaz var. Özellikle sosyalist hareket ciddi bir örgütlenme sorunu çekiyor. Sizce bunun sebebi nedir? Nasıl çözümlenebilir? Ayrıca son dönemlerde referandum süreciyle daha da belirginleşen bir “sol liberalizm” kavramı ortaya çıktı. Sizce nedir sol liberalizm?
Fransızlar “Chacqu’un son temps/ Her şeyin zamanı var” derler; doğrudur…
Her şeyin bir zamanı var; bizim de zamanımız gelecek…
“Sol”un sorunu, solcu olamamak; bağımsız, militan, alternatif çizgisini egemenlerden koparak hayata geçirememektir…
Yani itirazcı, isyancı geleneğini yığınlara mal ederek, toplumsallaştıramamaktır…
“Sol”un sol olabilmesi için kendini “ulusal”, “sosyal-demokrat”, “liberal”, “sivil toplumcu”, “post-modern”, “yeni-sol” arayışlara mündemiç siyasal açmazlarından kurtarması gerek…
Bu da ancak mücadele ile ve mücadele içinde olabilir…
AKP veya CHP’nin peşinde “sol”culuk olmaz, olamaz…
Siz bakmayın; “Bazıları için üzülerek söylüyorum, bu ülkede “sol” un anlamı da değişecek. Nitekim bugünden bunu görmek mümkün... Bugünden diyorum gerçekten ‘bugünden’ değil tabii ki, yani referandum tartışmalarının yol açtığı bir nedenle değil. Ondan çok daha derin nedenlerle, evrensel, tarihsel ve sosyolojik nedenlerle değişecek,” diyen Erol Katırcıoğlu’na… Ya da Samim Akgönül’ün, “Bana kalırsa yeni bir sol gerek. Bir süredir içten içe ilerleyen, Hrant’ın katli ile başlayıp Ufuk Uras ve Baskın Oran’ın adaylığı ile ilerleyen, Taraf’ın antimilitarist misyonuyla cesaretlenip, demokratların kolları sıvamasıyla pişkinleşen, ezilen milliyetçilikle ezen milliyetçilik arasında fark gütmeyen, grupların varlığına saygılı, ancak bireyi, kendisininki dahil hiçbir gruba ezdirmeyen, hümanist bir sol,” diyen hezeyanlarına…
O(nlar) liberal bir “sol”un sıkıntılarını dillendiriyor(lar)!
Ancak unuttukları bir şey var! AKP takipçisi liberal yaklaşımları sahiplenirken “sol” demekte ısrarın tek anlamı olabilir ki? Onların yaptığı neo-liberal politikalar karşısında yegâne muhalefet odağı olabilecek solu, daha da etkisiz kılmaktan başka bir şey değildir!
Çünkü liberal iktisat ve devrimci Marksizmin hedeflerini yan yana getirmek olanaksızdır. Bunu deneyenler ancak bir post-modern sapmanın sözcüleri olabilir ve ancak sol liberaller ile post-Marksistlerin ucubesi böylesi “yeni sol” denen şeye sarılabilir…
Bu konuda hatırlar mısınız bilmem? Bir zamanlar Ufuk Uras, solsuz Türkiye’nin soluk alamadığını savunup, “Önümüzdeki süreçte solda yeni bir çekim merkezine ihtiyaç vardır,” demişti…[7]
Sonrası mı? Sonuçsuz ve şaibeli sözde beklentiler…
İşte bir haber: “10 Aralık Hareketi çekildi, bazı SHP’liler istifa etti, Ufuk Uras kurultaya gelmedi…SHP ile Eşitlik ve Demokrasi Partisi birleşirken 10 Aralık Hareketi ile bazı aydınların süreçten çekilmesi nedeniyle ‘çağdaş solda büyük buluşma’ tartışmalı başladı...”[8]
Hepsi bu!
Yani Hakan Altınay’ın, “Bugün geldiğimiz noktada liberaller en yakınlarını bile ikna edemeyen, bağnaz tarafgirlikleri ile tepkisel savrulmalara neden olan, farklı otoriterliklerin kendi içlerindeki çelişkiler nedeniyle daha özgürlükçü kulvarlara evrilebilmesini hızlandırmak yerine yavaşlatan bir dinamik oluşturuyorlar,” diye tarif ettiği açmaz…
Bunlardan bir şey çıkmaz…
Bu koordinatlarda yüzümüzü dönmemiz gereken yine ve bir kez daha radikal sosyalizmdir…
“Nasıl” mı?
City University of New York’tan (CUNY) Prof. David Harvey yeni yayınlanan kitabı ‘The Enigma of Capital’de, “Eğer 1990’ların sonundaki alternatif küreselleşme hareketi ‘Başka bir dünya mümkündür’ şeklinde bir bildirimde bulunduysa, o zaman neden ‘Başka bir komünizm mümkündür’ de denilemesin?” diyor…
Harvey’in bunu dayandırdığı görüşün hareket noktası şu: Günümüzde komünistlerin, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da ortaya koyduğu çerçevede partileri yok. Var olanlar, her zaman ve her yerde, kapitalizmin sınırlarının ve yıkıcı etkisinin farkında olan bir grup olarak ortaya çıkıyor ve bu sistemin önerdiğinden farklı bir gelecek yaratmak için aralıksız çalışıyor. Geleneksel komünizm unutulmuş olsa da, bugün aramızda milyonlarca gerçek komünist yaşıyor. Ve bunlar, düşünceleri doğrultusunda çalışmalar yapmaya istekli. Eğer bir değişim başarılacaksa, “Başka bir komünizm mümkündür” denilmelidir. Çünkü kapitalizmin bugünkü durumu bunu gerektiriyor.
Harvey, buna karşı inançla ve sabırla yapılmasının gereğini de açıklıyor:
“Kapitalizm asla kendi kendine yıkılmayacak; itelenmesi lazım. Sermaye birikimi asla bitmeyecek; engellenmesi lazım. Kapitalist sınıf, asla kendi isteğiyle gücünden feragat etmeyecek; durdurulması lazım.”
Çünkü; “Türkiye’de ve dünyada 30 yıldır egemen olan bir dönem sona eriyor. ‘Yeni zamanların’ başındayız. Bu yeni zamanların bizden talep ettiği en önemli erdem ‘cesaret’tir. Tüm kötümser eğilimlere, komünist deney iflasla sonuçlandı propagandasına, bizi bu günün durumu içine çekmek için sunulan haz olasılıklarına, yükselen gericilik dalgasına kapılmamak, baskıya, devlet şiddetine, sömürüye dayanmayan, insanların eşit ve özgürce yaşayacağı bir dünyanın inşa edilebileceğine inanmak ve bu dünya için mücadele etme cesaretine sahip olmaktır. Başarı veya başarısızlık olasılıklarına bağlı kalmadan ‘bu günün durumunu değiştirecek toplumsal harekete’ katılarak tarih sahnesine çıkma cesareti...
Otuz yıllık karanlık yırtılıyor… Yeniden başlıyoruz ama ‘sıfır’ noktasından değil…
Üç yıl önce patlak veren mali kriz ‘her şeyi’ değiştirmeye başladı. Bir anda mali parazitlerin akıl almaz derecede müstehcen zenginlikleri ve Fransız devrimi öncesindeki aristokrasiyi anımsatan küstahlıkları, ekonomiyi ve dünyayı yönetmekle yükümlü olanların, cehaletleri, bu cehalet karşısındaki şaşkınlıkları, adeta mazeret beyan eden aptalca bakışları gözler önüne serildi. Bu sırada devlet mali sermayenin yönetim komitesi gibi hareket etmeye ve krizin yükünü emekçi kesimlerin üzerine yıkmaya başlıyordu.
Artık her şey o kadar açıkta ve utanmazca yaşanıyordu ki... Bu yeni iklimin yarattığı nefret ve tiksinme, adaletsizlik duyguları emekçi sınıfların üzerinden teslimiyet ve çaresizlik yükünü kaldıracaktı…
Çok sert bir dönem olacak bu ‘yeni zamanlar’…
‘Yeni zamanlar’ çok sert bir dönem olacak. Bu dönemde, en önemli erdemin ‘cesaret’ olmasının bir nedeni de bu. Bu fiziki cesaretten daha önemli ve öncelikle, ahlâki, teorik ve siyasi bir cesaret olmak durumunda... Kapitalizmin aşılabileceğine inanmak, solun güçlerini birleştirerek büyümeye, etkisini arttırmaya devam edebileceğine ve tarihin hızına yetişebileceğine inanmak cesaretini gösterirken aynı zamanda, geri plana atılan, üstü örtülen, unutulmaya bırakılan, ‘duvara asılan’ çalışma tarzlarını, mücadele araçlarını yeniden konuşmaya, yenilerini üretmeye girişme cesaretine sahip olmak gerekiyor. Ve tüm bunları yaparken, ‘ya başarılı olamazsak?’ sorusuna, ‘bunlar gerçekçi değil’, ‘henüz gücümüz yeterli değil’ itirazlarına kulakları kapama cesaretini göstermek gerekiyor.
Yeni dönem çok sert olacak, çünkü kriz yönetim modeli neo-liberal küreselleşme ve finansallaşma tüm enerjisini tüketti…”[9]
6. Sovyetlerin siyasi arenadan çekilmesi ve dünya dengelerinin değişmesiyle “Yeni Dünya Düzeni” (“YDD”) dediğimiz siyasi bir konjonktürle karşı karşıyayız. Sürekli kendini yenileyeniliyor. 2010 yılında bu konjonktür sizce ne durumda?
Önce “YDD”den başlayalım; “Sürekli olarak kendilerini yenilemiyor”lar; aksine, “zırh içindeki ölü” gibi çürüyorlar; ekolojik felaket eşiğindeki üzere doğadan insan(lık)a her şeyi yıkıp/ yok ediyorlar!
“Küreselleşme” dedikleri 30 yılı aşkın vahşet, sürdürülemez kapitalizmin “YDD” diye anılan versiyonundan başka bir şey değildir…
Sürdürülemez kapitalizmin yarattığı tablo müthiş bir yıkım ve eşitsizliktir…
Mesela ‘Forbes’ dergisinin açıkladığı “En zengin 400 ABD’li 2010 listesi”nde, Microsoft’un patronu Bill Gates, 54 milyar dolarlık servetiyle bir kez daha listenin en üst basamağında yer aldı.
Gates’i 45 milyar dolarla ünlü yatırım gurusu Warren Buffett, 27 milyar dolarla ise yazılım devi Oracle’ın kurucusu Larry Ellison takip etti. Listenin dördüncü sırasında Wall-Mart’ın varisi Christy Walton servetini, 2010 yılında 24 milyar dolara çıkarırken, Koch Kardeşler 21.5 milyar dolarlık servetleri ile beşinci sırayı paylaştı. Mark Zuckerberg servetini yüzde 245 arttırdı.
Forbes listesine giren zenginlerin toplam serveti geçen yıla oranla yüzde 8 arttı. Böylece zenginlerin toplam serveti 1 trilyon 270 milyar dolardan, 1 trilyon 370 milyar dolara yükselmiş oldu!
Zenginlerin işi tıkırındayken; dünyanın küresel serveti artıyor artmasına ama öte yandan bu servetin paylaşımındaki uçurum giderek büyüyor. 195 trilyon dolarlık servetin yüzde 35’ine nüfusun binde 5’i sahip!
Dünyada açlığın bir milyardan fazla kişiyi kapsadığı ve her yıl 11 milyon kişinin açlık ve yetersiz beslenme yüzünden öldüğü gerçeği ile açlıktan en çok etkilenen bölgelerin dörtte üçünün savaşların tahrip ettiği ülkelerin olması XXI. Yüzyılın, dünya efendilerinin affedilemez ayıbıdır. Yeryüzü kaynakları, israf edilmeden adil ve eşit kullanılması hâlinde bugünkü 6.5 milyar nüfustan çok daha fazlasını beslemeye yeterlidir.
Ancak İslâm Konferansı Teşkilâtı (İKT) Genel Sekreteri Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu, dünyadaki gıda yoksunluğunun yüksek boyutlarına dikkat çekip, İTK üyesi 57 ülkeden 41’inin gıda yoksunu olduğunu, giderilebilmesi için de her yıl 24 milyar dolar gerektiğini belirtti.
Özetle dünyada sayıları gittikçe artan yoksullar dışlanıyor ve şiddet görüyor. ‘Uluslararası Af Örgütü’ Türkiye Şubesi, her gece 963 milyon insanın yatağına aç girdiğini ve yoksulluğun bir insan hakkı ihlâli olduğunu belirtti.
Açıklamada, dünyada 100 milyonun üzerinde insanın evsiz olduğu, bir milyardan fazla kişinin de yeterli barınma koşullarından yoksun hâlde varoşlarda yaşadığı vurgulandı.
BM’nin 2009 Haziran’ında açıkladığı felaketlerle ilgili bir raporda, dünyada 1 milyar dolayında insanın gecekondularda yaşadığı kaydediliyordu. 1975-2008 aralığında 9 bine yakın doğal felâket sonucu 2.3 milyon insan hayatını kaybetmişti. Küresel ısınma, tarımsal üretimi, suya erişimi zorlaştırıyor, yoksulluğu, sefaleti derinleştiriyor. Sorunun kaynağı belli; emperyalist tekellerin aşırı üretimi, adaletsiz bölüşümle şımarıkça tüketimi... Evet, asıl felaket, kapitalizmin kendisi... Bataklık, kapitalizm...
Bataklığın yıkımı ABD’yi de vuruyor… Bir çalışmaya göre, ABD ortalama ömür uzunluğu sıralamasında 49’uncu oldu. 1950’de ortalama kadın ömründe 5. sırada olan ABD, 2008 yılında 46. sıraya düşmüş…
Columbia Üniversitesi tarafından yürütülen çalışmaya göre bu düşüşün en büyük nedeni, sağlık sistemi. Çalışmayı yürüten uzmanlara göre düşük sıralamanın nedeni sağlık sisteminin masraflı özel bakıma dayanması.
ABD Çalışma Bakanlığı, 2010’un eylül ayında 95 bin kişinin daha işsiz kaldığını açıkladı. Bu rakam, 54 bin kişinin işsiz kaldığı ağustos ayına ait rakamlarının neredeyse iki katı.
ABD’de işsizlik oranı yüzde 9.6 ile aynı kaldı, ancak bu rakam 14 aydır aralıksız olarak yüzde 9.5’in üzerinde seyrediyor.
İş bunlarla bitmiyor elbette; emperyalist paylaşım tehdidi[10] ve ırkçılığın yükseldiği gidişatta “Kriz Kahini” ünvanına sahip Nouriel Roubini, küresel ekonominin gelecek 10 yıl içinde birkaç finansal krizle daha karşı karşıya kalacağını açıklarken; Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Joseph Stiglitz de, Avrupa geneline yayılan kemer sıkma dalgasının, yeni bir resesyonu tetikleyebileceğini ifade etti.
“Kriz” deyip geçmeyin…
Kriz nedeniyle dünyada ve Türkiye’de temel yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayamayan insan sayısı sürekli olarak artarken, bilim insanları, yoksulluğun ruh sağlığı üzerinde olumsuz etkisine dikkat çekiyor. Örneğin Yardımcı Doç. Dr. Ayşe Devrim Başterzi, değişik ülkelerde yapılan araştırmalarda eğitim düzeyi ve gelir düzeyi düşüklüğünün ruhsal bozukluk sıklığını 2.5 kat arttırdığını belirtiyor. Şizofreni, depresyon gibi hastalıkların yoksullar arasında daha yaygın olduğunu ifade eden Başterzi, yine yoksulluk nedeniyle hastalıkların bu kesimde daha kötü koşullarda geçirildiğini dile getiriyor.
Gençliğin elinden geleceği alınıyor!
Örneğin Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) raporuna göre küresel kriz nedeniyle işsiz ordusuna 30 milyon kişi daha katıldı.
IMF ile ILO’ya göre dünyada 210 milyon işsiz var. Durgunluğun özellikle gelişmiş ekonomilere zarar verdiği ve bu ülkelerde işsiz sayısının toparlanma sürecine de girmediği belirtiliyor.
Yine ILO, dünyada gençler arasındaki işsizliğin 2009 yılında, 15-24 yaş arasındaki 81 milyon işsizle rekor seviyeye ulaştığını açıkladı ve bu durumun “kayıp bir kuşak” yaratma riski getirdiği uyarısında bulundu.
Raporda, işsizlerin oranının 2007’de yüzde 11.9’dan 2009 yılında yüzde 13’e yükseldiği kaydedildi. ILO, 2007’den beri 7.8 milyon artan işsiz gençlerin, “kayıp bir kuşak” yaratma riskini beraberinde getirdiğini, bu gençlerin iş piyasasından çıktıklarını ve doğru dürüst bir yaşam sağlayacak bir iş ümidini kaybettikleri uyarısında bulundu.
Bu arada ILO’nun 2010 raporunda “Gençler kendilerini sistemin kurbanı olarak görüyorlar ve bu durumun sorumlusu olarak gördükleri her şeye öfke besliyorlar. Küreselleşme, kapitalist sistem, ulusal politikacılar, ebeveynler gençlerin öfke duydukları unsurların başında geliyor. Tüm bunların bir sonucu olarak gençler kendilerine yanlış bir gelecek vaat eden dini veya radikal hareketlere duyarlı hâle geliyor” saptaması yapılıyor.
Onlar günümüzün 15-24 yaş grubunda olup iş bulamayan gençleri. Bu grubu şimdilerde dünyanın her yerinde “kayıp nesil” diye tanımlıyor uzmanlar. Bugün ve gelecek onlar için kapkara... İş için çalmadık kapı bırakmamışlar ve umutlar giderek tükenmiş. Ne hayaller kalmış ne beklentiler...
2009 yılı sonu itibarıyla dünyada 15-24 yaş arası işsiz gençlerin sayısı 81 milyona ulaşmış durumda...
7. İyi de bu durumda ne olacak? Biraz aydınlatabilir misiniz?
Olsa olsa; ya mücadele ve isyan ya da karşı-devrim ve gericilik çıkar…
Dünya (ve coğrafyamız) bir dönemeçte ya devrim yükselecek ya da Jack London’un “Demir Ökçe” diye tarif ettiği gericilik galebe çalacak…
Şimdi isyan zamanı…
Kolay mı tüm dünya gibi Avrupa emekçileri de isyanda... 29 Eylül 2010’da Brüksel’de Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’nun (ASK) çağrısıyla toplanan yaklaşık 100 bin ücretli, AB üyesi hükümetlerin dayattığı kemer sıkma politikasını protesto etti.
30 ayrı ülkeden gelen eylemciler Avrupa Birliği’nin başkentini inletirken, başta İspanya olmak üzere çok sayıda ülkenin emekçileri de Avrupa’da hızla yükselen sosyal adaletsizliğe karşı grev, işgal, yürüyüş gibi eylemler düzenlediler.
Avrupa İstatistik Kurumu Eurostat’ın 2008 verilerine göre AB üyesi ekonomileri şiddetle çarpan 2009 krizi öncesinde aktif nüfusun yüzde 6.7’si, yani 16 milyon işsiz varmış. Bu sayı 2010 Temmuzu’nda 23 milyona yükselmiş. AB’de de yüzde 10’u aşan işsizlik oranı dünyanın diğer gelişmiş bölgelerinde de alışılagelmiş rakamların çok üstüne çıkmış.
İşsizlik sosyalist bir hükümete sahip İspanya’da bile yüzde 20’ye vurmuş. Bu nedenle genel greve giden İspanyollar İrlanda, Portekiz ve Yunanistan ile Avrupa’nın en zayıflayan üyeleri. Öte yandan AB’ye kısa bir süre önce katılan Bulgaristan, Letonya, Macaristan, Romanya gibi ülkeler sözüm ona sosyal Avrupa’ya rağmen yoksulluk boyunduruğundan kurtulamıyor…
Evet Fransa’da, “Mayıs 68” rüzgârı yeniden esiyor...
Üç milyonun üstünde Fransız bir ay içerisinde dördüncü kez ve de bilinçli biçimde bir kez daha eylemdeydi. Nicolas Sarkozy iktidarının toplumsal kazanımlara, daha da özel de emeklilik haklarına saldırısına karşı gençler, emekçiler ve ücretliler büyüyen bir hiddetle tepkilerini sokaklara döküp, muhalefetlerini ilan ettiler. Fransa grevler, işgaller ve 260’ın üstünde kentte düzenlenen yürüyüşlerle postu neo-liberalizme o kadar kolay kaptırmamakta kararlı olduğunu gösterdi…
Öte yandan Asya’da Nepal, Filipinler, Hindistan’da olanlar hepimizi yüreklendirirken; Latin Amerika’da yeni bir başkaldırı odağına dönüşüyor…
“Latin Amerika sosyalizminin güncel gerçekliğine ilişkin olarak… Yeni sosyalizm yolları… Reformcu demokratik devrimler”den[11] söz edilir olsa da; bunlara fazla itibar etmeden “sol dalga”sıyla Latin Amerika’nın “Gör dediği”ne bakmak gerek.
Neo-liberal modellerin tükenip, karaya oturduğu Latin Amerika; isyanı, fabrika/ toprak işgalleri, gerillaları, sosyal forumları ile başka bir dünyanın mümkün olduğunu gösteriyor.
Latin Amerika’da “sol gösterip sağ vuran” Lula da Silva, militan sendikacılar, sol Peronist Kirchner çifti, reformist Sandinistler, radikal Marksist FARC-EP gerillaları, Hugo Chávez, Evo Morales, dinamitle meclis basan madenciler, topraksızlar hareketi MST, Zapatisler, Şilili anarşist-komünist öğrenciler, sosyalist Küba ve Toprak Ana adına su hakkım savunan yerlilerin bir araya geldiği renkli bir kolajdır...
Öncelikle durumun adını koymalı: Latin Amerika’da kapitalizm tarihinde seyrek yaşanan tarihi bir direniş hattı oluşmuş durumda.
Uzun bir sömürgecilik-karşıtı, anti-emperyalist ve anti-emperyalist geçmişten süzülmekle birlikte 1994 yılında Zapatistlerin ayaklanmasıyla yeniden başlayan, 1998 yılında Hugo Chávez’in Venezüella’da başkan seçilmesiyle ivme kazanan ve arka arkaya Brezilya, Arjantin, Ekvador, Bolivya, Nikaragua, Uruguay, Guatemala, Paraguay ve El Salvador’da kendini solda tanımlayan ve ciddi bir toplumsal mücadele tabanına yaslanan hükümetlerin iş başına gelmeleriyle önemli bir görünürlüğe ulaşan sol dalganın ve bu dalganın yükselirken oturduğu siyasal/ ekonomik/ kültürel/ ideolojik zeminin analizi, kendi topraklarımızda neler yapabileceğimize ilişkin önemli ipuçları ve zengin deneyimleri de barındırıyor.
Latin Amerika’dan alınması gereken derslerden bazılarının şunlardır:
Latin Amerika deneyimleri kimlik siyasetinin sınıf siyasetiyle bir araya gelebildiği ve mücadele zemininin anti-kapitalist bir eksende yeniden kurgulandığı deneyimler olması ve elde edilen “başarıların” bu yoldan sağlanması açısından da önemlidir. 500 yıllık ağır ve mütecaviz bir sömürgeci, emperyalist ve yeni-emperyalist tahakküme maruz kalan ve kronik ve tarihsel kökleri itibariyle ağır bir “yerli/ kimlik sorunuyla” malûl olan kıtada, kapitalist sisteme karşı yükselen mücadelenin, yerlilerin temel taleplerinin militan bir sendikacılık ve sınıf zeminine yaslanan bir toplumsal mücadeleyle hemhâl edilebilmiştir.
Latin Amerika Solu’nun en belirgin özelliği; dinamizm ve yaratıcılığını sürdürüyor olmasıdır. Her hareket, Latin Amerika ve dünyadaki koşullardan önce kendi ülkelerinin somut koşullarından hareket ederek kendilerini var etmekte ve sorunlara çözüm üretmeye çalışmaktadır. Sol hareketler, dinamizm ve yaratıcılıkları sayesinde değişen koşullara çok hızlı bir şekilde ayak uydurabilmektedirler.
ABD’nin her zamanki gibi aslî “ilgi” alanlarından olan ve Heinz Dieterich’in, “Eğer Bush-Obama-Clinton’ın Orta Amerika politikasını incelersek aynı şablonu görebiliriz: 4. Filo’nun yeniden aktive edilmesi, Panama’daki politik zafer, Kolombiya’daki askerî üsler, Honduras’taki askerî darbe ve Kosta Rika’nın askerî işgali,”[12] diye tanımladığı güzergâhta bu kez de Ekvador’daki darbe girişimi karşımıza dikildi!
Aynı biçimde Yankee İmparatorluğu Venezüella’da olanlara da pek “ilgisiz” kalmayacak gibi duruyorken; “Latin Amerika’daki ilerici değişim toplumsal imtiyazlara karşı çıkan, neo-liberal bağnazlığı reddeden ve emperyal egemenliğe meydan okuyan solcuları iktidara taşıdı. Batı bu değişimi hafife alırken, seçime hazırlanan Chávez’in diktatör olduğuna dair yeni bir iddia furyasına hazır olun,”[13]diyor Seumas Milne de haklı olarsak…
Özetle verili tablodaki gelişmeler, insan(lık)a Fransa 1968, Şili 1972, Portekiz 1974 ve İran 1979’u yeniden anımsatıyor...
XXI. yüzyıldayız ama XX. yüzyılın unutulması mümkün değil…
XX. yüzyıl bir anlamda “Devrimler Çağıdır.” O çağda gezegenimizin bu devrimci dalgadan nasibini almamış herhangi bir köşesine rastlamak mümkün değildir…
Fransa’daki ‘68 hareketi, güçlü bir işçi greviyle patlak vermişti; iddia edildiği gibi gençlik hareketi, “savaşma, seviş” sloganıyla sokağa dökülmemiş. Ian Birchall’ın da belirttiği gibi, Fransa’da “İnsanlık tarihinin en büyük grevi” gerçekleşiyor. 9 milyon işçi sadece greve gitmekle kalmıyor, aynı zamanda işyerlerini de işgal ederek mevcut mülkiyet ilişkilerine meydan okuyor. Grevler, işgaller ve gösteriler öyle bir boyut kazanıyor ki Fransa’nın efsanevi komutanı ve devlet başkanı De Gaulle koltuğunu terk etme noktasına geliyordu.
1973 Şili deneyimi ise başlı başına bir direniş efsanesiydi. Elinde makineli tüfeğiyle başkanlık sarayının kapısında darbecilere karşı direnen Allende’nin resmi hâlâ belleklerdedir. Sosyalist saflarda derin bir tartışmanın konusudur Allende deneyimi… Bir bakıma iktidarın seçimle ele geçirilemeyeceği savı, Allende’nin yıkılışıyla kanıtlanmıştır.
Portekiz’de yaşanmış 1974 “provası”nın merkezinde ordu vardı. Peter Robinson’un işaret ettiği gibi diktatör Salazar’ın ölümünden sonra ordudaki ‘Silahlı Kuvvetler Hareketi’nin oluşması, solcu darbe girişimleri, halk-asker birlikteliği vs. Bu açıdan Portekiz Venezüella’ya da benzetilebilirdi…
İran’daki 1979 devrimi, bir parça da olsa her solcu ve anti-emperyalistin göğsünü kabartmıştı. İran’da “baldırı çıplaklar”, dünyada büyük bir nefret kazanmış bir rejimi, Şah rejimini ve onunla birlikte ünlü gizli polis teşkilâtı SAVAK’ı, tarihin çöplüğüne göndermiştir. Devrime mollaların yanı sıra laik solcu güçler de katılmışlardı.
Devrim başlangıçta her iki toplumsal gücün ortak eseridir. Ancak bu “prova” çok kısa bir süre içinde sol açısından büyük bir felakete dönüşecektir. İktidarını solcularla paylaşmak istemeyen molla rejimi, laik güçleri tümden tasfiye etmiştir. Sadece sol güçler tasfiye olmamış onunla birlikte güçlü işçi sınıfı hareketi de. İslâmi ideoloji giderek, bütün topluma zorla giydirilen bir deli gömleği olmuş ve İran, şeriatla yönetilen bir İslâm Cumhuriyet’ine dönüştürülmüştür. Şili’nin yanı sıra İran, sol açısından en trajik deneyimlerin başında gelmektedir. Bu açıdan her iki ülke, Türkiyelilere önemli dersler sunmaktadırlar.[14]
Devrim derslerine yeniden kafa yorulması gerekiyor…
Çünkü bir isyan devrime evrilmez ise, karşı-devrime yem olur…
8. Hrant cinayeti sürecinde yaptığınız bazı konuşmalar nedeniyle hakkınızda 301. ve 216. maddeler uyarınca “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçlamasıyla davalar açıldı. Hatta bu konuda Arjantin ve Yunanistan’dan çeşitli aydınlar sizinle dayanışmaya girdi. Bu davalarda ne gibi gelişmeler oldu? Bizi biraz aydınlatabilir misiniz?
Dava devam ediyor…
Beni yargılamaları, hatta “cezalandırmaları”nın hiçbir önemi yok; onların cezaları beni ne iflah eder ne de caydırır…
Bu toprakların nümayiş yaptığımız sokakları gibi, zindanları da bizimdir…
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, “De ki kapattın beni sen/ Üzerimde yüzbin kilit/ Yüzbin demirler içine/ Yazılarım dışarıdadır,” dizelerinde anlattığı budur…
Hayır; gerçekleri ifade etmekten asla vazgeçmeyeceğiz; bedeli ne olursa olsun…
Susan Sontag’ın, “Gerçek, her zaman, bilinen bir şey değil, söylenen bir şeydir. Söz ya da yazı diye bir şey olmasaydı, hiçbir konuda gerçek de olmazdı”; Jean Dubuffet’nin, “Topluluğun sağlığının iyilik derecesi, kuralları çiğneyenlerin sayısıyla ölçülecektir. Katılma, boyun eğme zihniyeti kadar kafayı kemikleştirici bir şey yoktur”;[15] Alain Badiou’nun, “Her tür düşünce bir pratiktir, bir sınamadır,” uyarılarını göz ardı etmeden; TCK 301’e, 216’ya ya da öteki dayatmalara boyun eğmeyeceğiz; teslim olmayacağız; diz çökmeyeceğiz…
Hrant’ın (ve daha nice kardeşimizin) katil(ler)inin devlet olduğunu unutmayıp, unutturmayacağız…
Kaldı ki “Katil Devlet” diyen sadece ben olmasam da “Emekli General Atilla Kıyat’ın açıklamasını beklemeye hiç gerek yoktu ki!
Emekli General Atilla Kıyat’ın faili meçhullerle ilgili, ‘bir devlet politikasıdır’ şeklindeki sözleri, yeni tartışmalara neden oldu. Oysa İttihat Terakki yönetiminden gelip, Cumhuriyet yönetimi boyunca devam edip bugünlere kadar gelen bu olgu, bizim en bilinen ‘karanlıklarımızdan’ biri. Bunun için Atilla Kıyat’ın hatırlatmasına gerek yoktu. Tembelliği bırakıp biraz düşünsel faaliyette bulunmak yeter de artar.
78’liler diye bilinen nesil, bu hâlleri en acı şekilde yaşadı. Darbenin oluş şartlarının gerçekleşmesini sağlamak için 1975’lerden 12 Eylül darbesine kadar geçen süre içinde ‘kim vurduya götürülen’ binlerce insan, doğrudan veya dolaylı olarak faili meçhul yöntemini kullanan zamanın devletinin kurbanı oldu. Fazla söze gerek yok, Kenan Evren bunu en veciz sözlerle açıkladı: ‘Darbenin koşullarının sağlanması için bekledik.’ Bu beklemenin içinde kimler yoktu ki:
Bugün ‘toplumsal bellek platformu’ adıyla anılan insanlarımızın eşleri, babaları, anaları, çocukları öldürüldü ya da sakat bırakıldı. Çoğunun faili bulunamadı. Bulunanların bir bölümünü 12 Eylül’ün yargısı akladı. Cezalandırılanların ise 12 Eylül darbesinin hazırlayıcı ve yapıcılarının birer piyonu olduğu ortaya çıktı.
Devlet, 1990’lı yıllarda faili meçhullerin oluşumunun bir devlet politikası olduğunu açıkça ve fütursuzca gösterdi. Bunlar, detaylarıyla devlet arşivlerinde yerini aldı. Bundan 17 yıl önce DYP milletvekili Sadık Avundukluoğlu’nun başkanlığını yaptığı TBMM Araştırma Komisyonu Raporu’nda durum bir ayna gibi toplumun yüzüne tutuldu. O raporda yazılı olanlar, devletin ilgili birimlerinden ve zamanın Jandarma Genel Komutanlığı bünyesi içinde örgütlenen ve JİTEM adıyla bilinen yarı legal oluşumu bütün yanlarıyla ortaya koydu. Kıyat’ın bahsini ettiği 1990-1994 yılları arasında faili meçhul cinayete kurban edilen kişi sayısı, devletin resmî açıklamalarına göre 664’tü. Bunların çoğu JİTEM tarafından ortadan kaldırılmıştı ve hâlâ varlığı inkâr edilen JİTEM hakkında şu belirlemeler yapılıyordu: ‘...JİTEM’in yetki ve görevsiz olduğu hâlde polis mıntıkasında polisten habersiz operasyon yapması ve benzeri olaylar neticesinde vatandaşın kafasında birtakım soru işaretlerinin oluşmasına sebebiyet verilmektedir.
Ayrıca buna benzer olaylardan dolayı, vatandaşlar arasında JİTEM’in itirafçıları kullandığı ve bundan dolayı da yasadışı birtakım işlere karıştığı yönünde birtakım iddialar bulunmaktadır. Bunların yargısız infaz, silah ve uyuşturucu kaçakçılığına karıştıkları iddia edilmektedir. 6 Nisan 1995 tarihinde yayımlanan bir haberde bu birimin çalışmalarına son verildiği bildirilmiştir. Yasal dayanağı olmayan ve buna rağmen kuruluş amacından saparak bazı yasadışı olaylarla birlikte anılan bu kuruluşun faaliyetlerine son verilmesi hukukun üstünlüğüne inanan ve hukuk devleti olan devletimizin lehine olumlu bir davranıştır.’ Ama rapor Meclise bir türlü inemedi. Dolayısıyla 186 sayfa tutan raporda belirtilen olaylarla ilgili hiçbir önlem alınmadı.
Aradan zaman geçti. Üç maymunu oynayan ilgili tüm devlet kademeleri bazen bizzat kendi elemanları aracılığıyla, bazen ise olayların bilerek üzerine gitmemek suretiyle geleneksel politikaları sürdürmeye devam etti. 1996’ya gelinirken zaman(lar)ın Emniyet Genel Müdürlüğü’nü, İçişleri Bakanlığı’nı ve Adalet Bakanlığı’nı daha sonra ise DYP Genel Başkanlığı’nı yapan Mehmet Ağar’ın ‘bin operasyon yaptık’ özdeyişiyle bilinen devlet politikası tepe yaptı. Terörle mücadele edeceğiz diye ‘devlet görevlisi kimlikli’ katliam kaçkını insanlara devlet görevleri verildi. Kimine göre binlerce, kimine göre şu kadar ve kimine göre bu kadar insan öldürüldü. Bir yargılama bile yapılmadı. Dosyalar AİHM’ye taşındı. Necip milletimizin devleti olan Türkiye Cumhuriyeti, ‘insan haklarını sistemli ihlâl eden’ ülke statüsüne sokuldu.
‘Susurluk’ diye anılan milli rezaletimiz sonucunda iki rapor hazırlandı. Bunlardan birincisi ‘TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu’nunkiydi. İkinci ve en önemlisi ise Mesut Yılmaz’ın kişisel emriyle kurulan ve Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanvekili Kutlu Savaş tarafından tanzim edilen ‘Susurluk Raporu’ idi.
Yine üç maymunu oynayan sistemimiz TBMM Araştırma Komisyonu Raporu’yla önerilen önlemlerle ilgili hiçbir düzenlemeye gitmediği gibi, Kutlu Savaş’ın raporunu arşive bile sokmadı. Sonradan Ergenekon davası sırasında öğrendiğimize göre, Mesut Yılmaz onu şahsi arşivine alıp evine götürmüştü! Her iki rapor da okunduğunda görüldü ki, bazı kişi ve kurumlar devletin vermiş olduğu infaz yetkileriyle donatılmıştı. Kurum olarak JİTEM, kişi ve topluluk açısından ise Abdullah Çatlı ve arkadaşları yine önde gidiyordu.
Kutlu Savaş ise dehşet tespitlerin yanında bir değerlendirmede de bulunmaktan geri kalmıyordu: Zamanında Radikal’in ekinde yayımlanan rapordan okuduğumuza göre, devletin ilgili birimleri uyuşturucu kaçakçılığından da elde edilen her türlü kirli parayı kontrol altında tutuyordu. Emniyet teşkilâtı uyuşturucu tacirlerinin hizmetine girmişti. ‘Özgür Gündem’ gazetesi patlayıcılarla havaya uçurulmuş, Cantürk’ün devlete biat etmesi beklenirken adı geçenin yeni bir tesis kurmak üzere harekete geçmesi üzerine Türk Emniyet Teşkilâtı tarafından öldürülmesi kararlaştırılmış ve karar infaz edilmişti. Savaş Buldan, Medet Serhat, Metin Can, Vedat Aydın, Musa Anter de aynı akıbete uğratılmışlardı.[16]
Bu gerçekleri anlatan Savaş, infazları haklı, ancak yöntemi yanlış bulurken şu tespitten de geri kalmıyordu: Yargısız infaz yetkisi hukuk devletlerinde görülebilecek bir keyfiyetti. Ancak bu yetkinin kullanılmasına karar veren merci önemliydi. Gelişigüzel infaz yetkisi verilmemeliydi. Kararlar, devlet ciddiyeti içinde alınıp uygulanmalıydı!
Yukarıda anlatılanlar devletin resmî tespitleridir. Bir de yaşananlar gözönüne alındığında devletimizin terörle mücadele adı altında resmî politikası gözler önüne seriliyor. Yani demem şudur ki, samimiysek Atilla Kıyat’ı beklemek gerekmiyor. Birazcık hafızalarımızı kullanalım yeter.”[17]
Kolay mı? “Irkçılığın -bırakınız serbest oluşunu- neredeyse alkışlandığı nadir ülkelerden biriyiz. Ve artık yaptığımızın ırkçılık olduğunun bile farkında değiliz.”[18]
Bu böyleyken “Irkçılık, inkârcılık gibi alçaklıklara karşı demokratik hakların savunulması, korunması, cezai yaptırımlar, yasaklamalarla mümkün müdür?”[19]
Elbette değildir; olmayacaktır da…
9. Buna “aydın sorumluluğu” da diyebilir miyiz?
Yazar Mine Söğüt’ün, “Aydınlar sahneden çekiliyor,” dediği bir kesitte; aydın, temsil ettiği düşünce, değer anlayışı ve buna bağlı olarak ortaya koyduğu ürünlerle toplumu etkileme ve yönlendirme işlevi olan -ya da öyle olduğuna inanılan- mücadeleci, güvenilir kişidir…
Aydının sağlam bir dünya görüşüne, kültürel birikime, insanlık vicdanı ve sevgisine sahip olması ön koşuldur. Bu doğrultuda, toplumu ve dünyayı değerlendirip eleştirmesi, değiştirmek için çaba göstermesi ve farklı, yeni bakış açıları ortaya koyarak savunması beklenir. Aydın belli bir düzenin, partinin ya da dogmanın insanı olamaz. İnsanların acıları ve uğradıkları baskıya ilgisiz kalamaz. Yolundan dönmez ve satın alınamaz…
Coğrafyamızda İsmail Beşikçi, Fikret Başkaya, Haluk Gerger dışında böyle kaç kişi kaldı ki?
Bir “aydın kırımı”yla karşı karşıyayız…
Bu noktaya geldiğiniz süreci, “İlk kırılma Turgut Özal, ikincisi ise AKP iktidarıyla gerçekleşti. Her biri milâttır. Burada ‘kırılma’ derken ‘intelligentsia’nın bölünmesini kastediyorum,” diye tanımlıyor Hadi Uluengin…
Doğrudur kendine “aydın” diyenlerden kimileri Özal’dan Erdoğan’a (Gülen de diyebilirsiniz) karşı saflara iltihak ettiler…
Ahmet Hakan’ın, “Neden bağımsız İslâmcı aydın yok” sorusunu dillendirdiği güzergâhta hayır bu bir kayıp değil; böyle de yorumlanmamalı…
Onlar sözün ahlâkına ve zorunlusu olduğu taraflı militan duruşa ihanet edenlerdir…
Bu noktada Nâzım Hikmet’i anımsayın, yeter; o size neyi nasıl yapmanız gerektiğini öğretir, anımsatır…
Coğrafyamızın ve dünyanın yaşadığı önemli bir altüstlük kesitinde aydın, “gidenin ve gelmekte olanın” bilinciyle toplumsal mücadelelerde tavır almış, taraf olmuş, bunun ağır bedellerini ödemiş olandır…
Aydın sorumluluğunun göreviyse dış kabuğu kırıp, “alttaki magmayı, lavları ortaya çıkartmak”tır…
Hepsi bu ve bu kadar…
“Neden” mi?
Ezilenler, dışlananlar, sömürülenler, ötekileştirilenler olarak nihayetinde kendimiz için kendimiz olmak zorundayız…
Yani Sezin Akbaşoğulları’nın, “Sistem robotlaştırdıkça yalnızlaşıyoruz,” diye tarif ettikleri yabancılaşmanın “İktidar Oyunları”nda[20] figüran olmadan, onun nedenlerine karşı baş kaldırmalıyız…
Bunu başaramazsak, çürüyüp, çıldıracak; sürüleşerek yok edileceğiz…
Kolay mı? Türkiye Psikiyatri Derneği, intihar edenlerin sayısında yüzde 440 artış olduğunu, son on yılda toplam 25 bin kişinin yaşamına son verdiğini açıkladı. Bizde intihar oranları endüstriyel ülkelerden daha düşük olmasına rağmen aradaki fark kapanıyormuş. Dernek, özellikle 15-24 yaş grubunda intiharların hızla arttığını belirtiyor.
Besbelli, nüfusun yüzde 60’ını oluşturan gençlerimiz sorunlara boğulmuş durumdalar. Aile, okul, işyeri gibi toplumsal ortamların bozulan dengesi, baskı ve karmaşa, amaçsızlık, yalnızlık, düş kırıklığı, aşağılanma ve başarısızlık gibi etkenler çocuklarımızı karamsarlığa, öfkeye sonra da intihara sürüklüyor. Bencillik ve sevgisizliğin arttığı, şiddetin sıradanlaştığı, uyuşturucu yaşının ilköğretim çağına indiği ve değer - değersizlik kavramlarının yer değiştirdiği bu ülkede genç olmak zor. Yetişkinlerin bile yalnızlık, işsizlik ve ekonomik sorunların içinden çıkamadığı bu ülkede varoluş sorunları yakıcı, gelecek perspektifi ise puslu.
O hâlde şimdilerde daha çok cesarete ihtiyacımız var; ya da Konfüçyüs’ün, “Doğru olanı görüp de yapmayan, cesaretten yoksundur”; Publilius Syrus’un, “Cüretkârlık cesareti artırır; tereddüt ise korkuyu”; Niccolo Machiavelli’nin, “Aşırı gözüpeklik aşırı ölçülülükten yeğdir”; William Makepeace Thackeray’ın, “Cesaretin modası geçmez”; Mark Twain’in, “Cesaret, korkuya karşı koymaktır, korkuyu yenmektir,” uyarılarını kulağımıza küpe etmemiz gerekiyor…
Biliyorum; liberaller; vazgeçenler; devrim umudunu yitirenler bana (ve dediklerime) “Düş görüyorsun” diye itiraz edeceklerdir…
Evet düş görüyorum; adalet-eşitlik-kardeşlik-özgürlük düşü, yani radikal sosyalist bir düş görüyorum; ben bunu seçtim; sizi de teslim olduğunuz kapitalizmin “kara gerçekleri”yle baş başa bırakıyorum…
Evet düş görüyorum; hem de Anatole France’ın, “Hiç düş görmeseydik, yaşamak dayanılmaz olurdu”; August Strindberg’in, “Düş görüyorum, demek ki varım”; Edmond Rostand’ın, “Yalnızca düştür ilginç olan, hayat ne ki, düş olmadan?” sözlerindeki gibi…
10. Eklemek istediğiniz son birşey var mı? (Bu sizin sormamızı istediğiniz bir soru olabilir) Divriği Kültür Dergisi Kolektifi olarak röportaj isteğimizi geri çevirmediğiniz teşekkür ederiz...
Teşekkür ediyor ve çalışmalarınızda içtenlikle başarılar diliyorum sizlere…
20 Ekim 2010 17:48:06, Ankara.
N O T L A R
[*] Divriği Kültür, No:5, Aralık 2010…
[1] Bertolt Brecht.
[2] John Perkins, Bir Ekonomi Tetikçisinin İtirafları, s.2.
[3] Bu konuda geniş açıklamalar için bkz: Sibel Özbudun-Temel Demirer, “12 Eylül’ün “Ekonomi-Politiği”Ne Kenar Notları”, Newroz, Yıl:4, No:144, 2 Eylül 2010; Newroz, Yıl:4, No:145, 15 Eylül 2010… Odak, No:2010/1 (SN:4), Ekim 2010…
[4] Tavrım(ız)ın gerekçeleri için bkz: Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Asla Unutulmasın Diye ‘Refendum Hikâyesi’!”, Kaldıraç, No:113, Eylül 2010... Sibel Özbudun-Temel Demirer, “… ‘Yetmese’ de Gözünüz Aydın! (mı?)”,Kaldıraç, No:114, Ekim 2010.
[5] Tarkan röportajda Zaman muhabirinin “Ambleminiz çok çirkin, değiştirin” gibi sorularına da “evet değiştirmemiz lazım aslında” gibi cevaplar veriyor. (DSİP’in amblemi sıkılı yumruk)
Tarkan, AKP’nin sola dönük saldırılarına da şu sözlerle destek çıkıyor; “Bize anlattıkları şu: Solun yükselişini önlemek için AKP bu operasyonu yapıyor! Bu o kadar kendini beğenmiş ve dünyadan bihaber bir iddia ki. Toplam yüz kişisin. Yüz kişi, iktidar bizi yok etmek için bu operasyonu yapıyor diyor. İktidar üf dese yok olacağız zaten.”
“Valla ben hayatımda hiç silahlı eylem yapmadım. Çünkü silahlı mücadele ile iktidarın alınabileceğini düşünmüyorum. Benim sosyalizm anlayışım şu: Emekçi sınıfların çoğunluğu harekete geçip iktidarı almalıdır. Bu ise büyük bir kitle örgütlenmesi gerektirir. Üç beş kişinin ya da birkaç yüz kişinin silahlı eyleminin hiçbir anlamı yoktur.
Mülteci hayatı yaşadım uzun üzere. Dönüp burada siyasi faaliyet yapmak istiyordum. Orada da yaptım. Kaldığım sürece bir İngiliz Sosyalist İşçi Partisi’nin üyesi oldum. Onların faaliyetine katıldım. Koşullar uygun olduğunda, yani 141, 142, 163 kalkınca döndüm. Çünkü hakkımda arama kararı vardı. Çetin Altan’ın bir konuşmasını bildiri yaptığım için 15 yıl ceza almıştım. Bu cezayı 141 kalkıncaya kadar hep sırtımda taşıdım.
Bu (kızıl yumruk) 60’larda doğmuş ama şimdi bunu yumuşatma çabaları var ki ben biraz komik buluyorum. Bileğe beyin koyuyorlar. Sırf kol emeği değil, kafa emeği diyorlar. Bu da bana çirkin görünüyor. Doğru diyorsunuz o yumruğu değiştirmek lazım. Daha nazik bir şey bulmak lazım. (Doğan Tarkan, “Türk Solu Koyun Gibi”, Zaman, 10 Ekim 2010, s.1-14.)
[6] Henri J. Barkey, “Kürt Sorunu Türkiye’nin Aşil Topuğu”, Foreign Policy, 31 Ağustos 2010.
Ufuk Uras, “Solsuz Türkiye Nefes Alamıyor”, http://www.milliyet.com.tr/Siyaset/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&ArticleID=1052206
[8] Türey Köse, “… ‘Çağdaş Solda’ Sıkıntı”, Cumhuriyet, 15 Mart 2010, s.5.
[9] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Yeni Zamanlar’ ve Cesaret”, 30 Eylül 2010, www.sendika.org
[10] “XX. yüzyıl başına kadar savaşlarda ölenlerin ve yaralananların yaklaşık yüzde 90’ı devletler hukukundaki asker tanımına uyan askerlerdi; XX. yüzyıl sonundaki yeni savaşların kurban bilançosu tam tersine dönmüştür: Ölen ya da yaralananların yüzde 80’i sivil halk, geri kalan yüzde 20’si ise çatışmalarda yer alan askerlerdir.” (Herfried Münkler, Yeni Savaşlar, Çev: Zehra Aksu Yılmazer, İletişim Yay., 2010.)
[11] Semih Gümüş, “Latin Amerika Deneyimi”, Radikal Kitap, Yıl:9, No:490, 6 Ağustos 2010, s.29.
[12] Heinz Dieterich, “Obama’nın Caracas’a Ültimatomu”, Aporrea, 24 Temmuz 2010.
[13] Seumas Milne, “Latin Amerika Ayağa Kalkıyor”, The Guardian, 18 Ağustos 2010.
[14] Colin Barker, Devrim Provaları, Çeviren: Umut Haksan-İrem Yılmaz, Yordam Kitap, 2010.
[15] Jean Dubuffet, Boğucu Kültür, çev: İsmet Birkan, Dost Yay., 2005, s.11.
[16] Araştırma Komisyonu Raporu, s.57-54-60-61.
[17] Ergin Cinmen, “… ‘Devlet’in Faili Meçhulleri”, Radikal İki, 15 Ağustos 2010, s.7.
[18] Orhan H. Aydın, “Değişimin Hangi Evresindeyiz”, Kızılcık, No:39, Yaz 2010, s.32.
[19] Masis Kürkçüğil, “Soykırım İnkârcılığı”, Yeni Yol, No:37-38, Yaz/ Bahar 2010, s.81.
[20] Rahmi Öğdül, “İktidar Oyunları”, Birgün, 7 Ekim 2010, s.15.
Yorumlar