“Bilgelik doğaya kulak vererek hakikâti söylemek ve doğru olanı yapmaktır.” [1] Bilim ve düşünce (ile ifade) özgürlüğü konusunda mı ...
“Bilgelik doğaya kulak vererek hakikâti
söylemek ve doğru olanı yapmaktır.”[1]
Bilim ve düşünce (ile ifade) özgürlüğü konusunda mı konuşacağız; o hâlde ilk yapılması gereken, bunların İsmail Beşikçi Hoca ile özdeş olduğunu “ama”sız, “fakat”sız kabul etmektir…
Franz Kafka’nın, “Dünyayla arandaki savaşımda, dünyadan yana ol,”[2] sözlerini düşünce ve davranışlarında bire bir yansıtan Sarı Hoca’mız.
Tıpkı İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki 28 Temmuz 2010 tarihli duruşmasının çıkışındaki konuşmamda, “İsmail Beşikçi İnsan gibi insanın ne demek olduğunu hepimize öğretir, İsmail Beşikçi, insan vicdanının ne demek olduğunu hepimize öğretir, İsmail Beşikçi, dik durmanın ne demek olduğunu hepimize öğretir... İsmail Beşikçi dik durduğu için, bir bilim insanı olduğu için, Kürt gerçeğini dillendirdiği için yargılanıyor,”[3] vurgumda altını çizdiğim gibi…
“Bilim ve düşünce (ile ifade) özgürlüğü” denildi mi, Beşikçi Hoca’dan söz etmenin, anlamlı olduğu kadar hayallerin/ ideallerin çalındığı/pazarlandığı post-modern zamanlarda “olmazsa olmaz” olduğunu düşünüyorum.
“O da neden” mi?
Gayet basit! George Orwell ile Aldous Huxley’in “distopyaları”nın bir tür bulamacının “gerçek”leştiği koordinatlardan geçiyoruz da ondan…
Bilinir: George Orwell’in ‘1984’ başlıklı yapıtı tiranik bir düzenin, topluma boyun eğdirme öngörü ve uyarısıdır. Merkezi/tekçi bir iktidarın propaganda ve baskıyla kontrolüne altına aldığı yığınlar ekranlardan gözetlenir, dinlenir. Teknoloji, savaş sanayisi ve insanların beyin yıkama yoluyla köleleştirilmesine hizmet ederken; farklı/aykırı düşüncelere hak tanınmaz. Tüm duyguları yok etmek için insan belleği yeniden programlanmaktadır. Kitaplar yasaktır. Tarih sürekli olarak değiştirilir, gerçekler gizlenir. Karşı çıkmaya kalkışan ise hemen “bertaraf” edilir…
Aldous Huxley de, 1931’de kaleme aldığı ‘Cesur Yeni Dünya’da XXVI. yüzyılda, kuluçka tekniğiyle üretilen ve toplum yapısını değiştirmek üzere şartlandırma merkezlerinde eğitilen insanların dünyası anlatılır. Mandarin sınıfından ayak işçilerine herkesin kendi rolüne razı, mutlu yaşadığı bu toplulukta düzen birçok değerin yok edilmesiyle sağlanmıştır. Kültürel çeşitlilik, sanat, edebiyat, felsefe, aile ve din kurumları bitmiştir. Fordist çalışma düzeni hâkimdir ve sınırsız seks ve eğlence serbesttir. Bunalanlara renkli rüyalara yol açan bir uyuşturucu verilir. Kitaplar yasak değildir çünkü duyarlıkları törpülenmiş, bencilleşmiş insanlar artık kitap okuma arzusu duymazlar. Dev ekranlar yoğun bilgi bombardımanıyla her şeyi gösterir, ancak içerik kaybolmuştur.
Huxley, kültürün baskıyla yok edilmesi yerine, daha kolay bir biçimde, duygu sömürüsüne açık boş şeylerle yozlaştırılmasını anlatır. Gerçeğin, gizlenerek değil göre göre körleşme ve umursamazlıkla kaybolacağını vurgular.
‘1984’, insanların acı çektirilerek yönetildiği, ‘Cesur Yeni Dünya’ ise ölçüsüz hazzın kucağına atılarak denetlendikleri totalitarizmlere gönderme yaparlar; Orwell, tiranlığın kaba, korkunç yüzünü sergilerken; Huxley de, sarsıcı bir ironiyle insan(lar)ı asıl, hoşlanarak, seve seve teslim olunanların yıkacağının altını çizer.
Post-modern zamanlarda bu tür distopik kehanetlerin gerçekleştiğini görmemek, mümkün mü? Örneğin Amerikalı toplumbilimcilere göre, “İnternetsiz aşk zor başlıyor”, hatta imkânsızlaşıyor!
İnsansızlaştırılan sanal aşklardan, distopik kehanetlere uzanan post-modern vazgeçiş labirentinde şimdi Sarı Hoca gerçeğinden hareketle; Tahir ile Zühre’yi, Ferhat ile Şirin’i, Leyla ile Mecnun’u, Kerem ile Aslı’yı, Yusuf ile Züleyha’yı, Arzu ile Kamber’i, Mem û Zin’i bir kere daha anımsamalıyız!
“O da neden” mi?
Gayet basit: Sarı Hoca; Tahir, Ferhat, Mecnun, Kerem Yusuf, Kamber, Mem’dir; “Bilim ve düşünce (ile ifade) özgürlüğü” deyince Zühre’ye, Şirin’e, Leyla’ya, Aslı’ya, Züleyha’ya, Arzu’ya, Zin’e mündemiç tutku ve coşkularıyla…
Hayır hiçbir şeyi abarttığım yok:
İki sevdalıyı birbirinden ayırmak için kralların, büyücülerin uğraştığı Tahir ile Zühre’yi; Nâzım Hikmet’in, “Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da/ hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,/ bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte/ yani yürekte./
Meselâ bir barikatta dövüşerek/ meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken/ meselâ denerken damarlarında bir serumu/ ölmek ayıp olur mu?/
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da/ hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,” dizelerinde ölümsüzleştirdiği gözüpek tuku size Sarı Hoca’mızı anımsatmıyor mu?
Aşkı uğruna “Bisutun Dağları”nı delen Ferhat ile maşuğu Şirin’in destansı sevda hikâyesindeki Ferhat’ın vazgeçmeyen azmi; Beşikçi Hoca değilse kimdir?
Ya İslâm edebiyatlarında Fuzuli’nin dünyaca ünlü Mesnevisi’ne konu olan aşk hikâyesi, yani Leyla ile Mecnun’un kıssası veya Leyla karşısında Mecnun’a, “Ben ben isem sen nesin? Sen sen isen ben neyim?” dedirten bağlanmışlık… Bu size İsmail Hoca’nın bilim ile ilişkisini tarif etmiyor mu?
Sonra bir şahinin kovaladığı bir kuşun peşinde iken Aslı’ya rastlar, aşık olup onun için yanan Kerem’in öyküsünde… Nihayetinde de büyülü bir gömlek giydirilen Aslı’nın, yıllardır peşinde koştuğu sevgilisine ulaştığında her ikisini de alev alev kavuran destansı kara sevda ile Çorumlu Hemşehrimin, düşünce (ile ifade) özgürlüğü konusundaki tutumuyla bire bir örtüşmüyor mu?
Kur’an’da “Yusuf Suresi”nde, Tevrat’ta “Tekvin Bâb”ında anlatılan; Doğu edebiyatının klasik aşk mesnevisi; Yusuf ile Züleyha’nın destansı sevdasında Züleyha’ya, “Sevindir beni, bana gülümse! Başka bir şey istemem… Seni sevdiysem, seni her görmemde ikinci kez görmediğimden. Her görmemde seni yenidenmiş gibi değil, yeniden gördüğümden. Odama her girişinde ilk kez girdiğinden. Kendi kendinde bile tekrarlanmadığından sen,” diyen Yusuf’un özdeşliği, Mavi Gözlü Hoca’mızın bilim ile arasındaki ilişki değilse nedir ki?
Ya Arzu ile Kamber’in bir köy çeşmesi başında başlayıp, birbirinden sonuna ve her ne pahasına olursa olsun vazgeçmeyen fedakâr cüretleri…
Ya hâlâ Cizre’de yan yana yatan Mem û Zin’in, Ehmedê Xanî tarafından ölümsüzleştirilen, “Memé Alan” söylencesinden yola çıkarak, “imkânsız” bir aşk hikâyesini anlattığı; sonu olmayan sınırsız güzelliğin, sonu gelmez aşıklarının destanı…
Bizim Sarı Hoca’mız değilse kimdir?
Evet, evet post-modern zamanların distopyaları, vazgeçişleri karşısında bilim ve düşünce (ile ifade) özgürlüğü için destansı aşklara yaslanarak, İsmail Hoca gerçeğine sarılma zamanıdır…
BAŞ EĞMEYEN, TARAFLI MİLİTAN VİCDAN
Juan José Milas gibi, “Bazen beni aynı anda batıran ve yükselten bir yazının hayalini kurarım, beni hasta eden ve iyileştiren, beni öldüren ve yeniden canlandıran bir yazının,” diyen Beşikçi Hoca’nın yazdıklarına katılır veya katılmazsınız; ancak bilim ve düşünce (ile ifade) özgürlüğü konusundaki öğretici dik duruşuna diyecek bir şeyiniz yoktur ve olamaz da…
Gerçekten de Henderson’un, “Sıkıntılarımızın yarısı, cesaret gösterip doğruyu söylemememizden kaynaklanır,” uyarısının bilimden akademiye, düşünceden onu ifade özgürlüğüne dek bir alay konuda geçerli olduğu karanlıkların ortasında; hepimiz/ herkese, John Foster’in, “Dehâ insanın kendi ateşini yakmasıdır”; George Buffon’un, “Dehâ, sabrın bir başka çeşididir,” sözlerini anımsatan İsmail Beşikçi “Cadı Kazan(lar)ı”nda yok edilemeyendir…
Onun için Orhan Miroğlu, “İsmail Beşikçi Türkiye’nin vicdanıdır,”[4] derse de; bu eksik bir doğrudur; tamamı “İsmail Beşikçi’nin Türkiye’nin baş eğmeyen, taraflı militan vicdanı olduğu merkezindedir!
Evet, evet O; baş eğmeyen, taraflı militan vicdandır, Onu da bu denli önemli kılan; yazdıklarını oto-sansürsüz kaleme aldırtan bu yanıdır…
Burada bir parantez açmalıyım: 1994’de ‘Olivier Tiyatrosu’nda ‘Cadı Kazanı’ üzerine konuşmada şöyle diyor Arthur Miller: “Bu oyun ülkede McCarthy fırtınası eserken yazılmıştı. Herkesi adeta sindirmişti bu fırtına. Sessizlik hâkimdi. İnsanlar sanki paralize olmuştu... Çevremde yeterince güçlü bir karşı duruş göremiyordum... Direnmeye yeltenenler (komünist veya değil) komünist damgasını yiyerek bu büyük anti-komünist hareket tarafından adeta süpürülüyordu... İnsanlar tutuklanıyordu, sorgulanıyordu. Bunların hiçbiri olmasa insanlar yalnızlığa itiliyordu. İşlerini kaybediyorlar ve aklanmaları yıllar alıyordu. 1692’de Salem’de yaşananlarla 1953’te ülke çapında yaşananlar arasındaki bu derin benzeşmedir beni ‘Cadı Kazanı’nı yazmaya iten.”
Yine Miller, McCarthy sorgulamalarına ilişkin olarak bir başka yazısında, ‘Toplu Oyunları’nın önsözünde de şunları ekliyordu: “Her an yeni suçlamalar yaratılıyordu... Şiddet inanılmaz boyutlardaydı... Vicdan artık içsel bir tutanak değil, devletin bilinçle empoze ettiği bir güç gösterisiydi. Bazı insanların vicdanlarını onların ellerine teslim ettiklerini ve kendilerine bu fırsatı verdikleri için teşekkür bile ettiklerini gördüm…”
Miller, ‘Cadı Kazanı’nda, toplumsal terörün insanı ne denli kolay yoğurduğunun altını çizerken; toplumsal bilinci sorgular ve insan onurunu da ön planda tartışırken; İsmail Beşikçi (ve benzer örnekleri) ile teslim olan, vazgeçen, Elia Kazan’laşanlar arasındaki farkı anlatır…
Gerçekten de, şimdiler de herkesin “resmî ideoloji”yle “hesaplaştığı”nı zannettiği; “Kürt Sorunu uzmanı” kesildiği bu günlerde Arthur Miller’in uyarıları ile “modern Elia Kazan”ları unutmayalım; unutturmayalım! Bir de “Korkak, tehlike olmadığı zamanlarda yumruğunu sallar,” sözleriyle W. Goethe’nin uyarısını…
Çünkü O; “Bu Kürtleri nereden çıkardın İsmail Beşikçi?”[5] diye “mahkûm edilmek” istenmiş özgür düşüncedir…
Çünkü O; Türkiye’de Kürtlerin varlığının reddedildiği yıllarda, “Kürt yok Türk var!” çizgisinin devletin resmî anlayışına, eğitimine, tarihine damgasını vurduğu cinnet ve terör yıllarında “Kürt Meselesi”nin peşine düşüp, devletle/resmî anlayışla çatışarak ömrünü, lafta değil fiiliyatta “Kürt Sorunu”na adamış bir İskilip’li, bir sosyolog, bir yazar ve bir Türk’tür…
Çünkü O; yazdığı kitaplardan ötürü hapse giren, girmeyi fütursuzca göze alan bir bilim insanıdır…
Örneğin hapishanedeki ilk günü karşılaştığı muameleyi şöyle anlatır: “Kapıaltında beni hırpalarken diyorlardı ki: - Ne yapmış bu adam, bu adamın suçu ne? -Bu adam yazı yazmış. -Yazı yazdıysa bunun parmaklarına vurun, yazı yazmasın, kalem tutmasın!”
Ancak O; İsmail Beşikçi’dir; inatçı bir bilinçtir; aydın inadıdır...
1979 yılından bir örnek daha: Yolu, hakkındaki bir mahkeme kararını temyiz etmek için Yargıtay’a düştüğü o günü şöyle anlatır Beşikçi: “O yargıcın odasına girdim. Bir mahkûmiyet kararı olduğunu, temyiz ettiğimi söyledim… Nedir falan dedi. ‘Ben bir yazarım, araştırma inceleme yapıyorum’ dedim.
Yargıç, ‘Hâlâ düşünce üzerinde baskılar var, böyle memleket ne olur’ falan diye de sitem etti... ‘Bunların olmaması gerekir, çağdaş bir dünyada, çağdaş bir demokraside düşünceye baskı olmaması gerekir, buyrun oturun’ falan deyip bana biraz iltifat etti.
Ben dilekçeyi önüne koydum. ‘Neydi sizin kitabınız? Adı ne?’ diye sordu. Ben de, ‘Kürtlerin Mecburi İskânı’ dedim.
O zaman dedi ki: ‘Aah! Bu başka bir olay!”
Evet, evet İsmail Beşikçi; “ulusal solcular”ın, neo-liberallerin anlayamayacağı, hatta hayal bile edemeyeceği “Başka bir olay”dır!
Kolay mı? “Kürt Sorunu” üzerine tam 36 tane kitap yazar; bu nedenle 17 yıl hapis yatar; çoğunu hapisteyken yazdığı kitapları Almanca, İspanyolca, Arapça, Farsça, Kürtçe ve Japonca dahil olmak üzere birçok dile çevrilir; ve İsmail Beşikçi’nin 36 kitabından 32’sine gelince, Türkiye’de hâlâ yasaklıdır!
Çünkü O; bir aydındır; baş eğmeyen, taraflı militan vicdandır!
“AYDIN” DEYİNCE!
Dikkat edin “aydın” dedim; “aydın”dan söz ettim…
Hani, bu sıfatla piyasada bol miktarda dolaşıma sunulan “değersizlik” enflasyonundan; onların medyatik cevvalliğinden değil!
i) Hani önünde “Prof. Dr.” sıfatlı Hacettepe Üniversitesi’nden K. Erçin Kasapoğlu gibi, “Toplumu oluşturan insanların her biri olan birey doğuştan bencil yani bireycidir,” diyen saçmalıktan…
ii) Yine “Prof. Dr.” denilen Emre Kongar’ın, “Felsefe yapmak…Yaşamın anlamını, insanın, dünyanın, evrenin sırrını sorgulamak.
İnsan genel olarak yaşamı, özel olarak kendi yaşamını ne zaman sorgular?
Ne zaman entelektüel bir meraktan değil de, içinde bulunduğu koşulların zorlamasıyla bir iç ve dış hesaplaşmaya yönelir?
İşte Hanefi Avcı’yı istihbaratçı bir polis müdürlüğünden, bir bilgeliğe taşıyan sürecin kısa tarihi budur…Vicdan, insanlık ve adalet… Avcı’nın üzerinde durduğu üç kavram,” zırvasıyla bir işkenceciyi, “felsefeci” ilan eden zırvadan…
iii) Ana dilde eğitime karşı çıkıp,[6] Hasip Kaplan’a da “Ayrılmak istemeyen adam!” diye saldırmaktan geri durmaması yanında; “Kürtlerin kimlik sorunu yoktur, Kürtçülerin vardır. Çünkü Türklerin de kimlik sorunu yoktur, Türkçülerin vardır,” diyen Özdemir İnce’nin sosyal-şöven deliriumundan…
iv) Veya “etnik kimlikler üzerinden yürütülen politikaların öteki etnisiteleri tahrik ederek bumerang etkisi yapacağı” vurgusuyla Alev Alatlı’nın, “… ‘Kürt’ bir etnisitenin, ‘Türk’ bir milletin adı,” diye haykıran mugalatasından… söz etmiyorum!
Benim muradım da, meramım da farklı: Ben Siyonizmi taşlayan Edward Said’den; 21 Mayıs 2010’da Lübnan’ın güneydeki Mleta köyünde yapılan müze açılışına katılan, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın video bağlantısıyla yaptığı konuşmayı dinleyip, örgüt yetkilisi Şeyh Nebil Kavuk’la görüşen Chomsky’den; 12 Haziran 1953 tarihli ‘New York Times’da yayımlanan “Açık Mektup”unda, “Bu ülke aydınlarının karşı karşıya bulunduğu sorun son derece ciddidir. Gerici politikacılar bütün aydınlara kuşkuyla bakılmasını sağlamakta başarılı olmuşlardır. Bu başarıdan sonra şimdi öğretme özgürlüğünü baskı altına alma, kendilerine boyun eğmeyenleri aç bırakma çabalarına girişeceklerdir…
Aydınlar azınlığı buna karşı ne yapmalıdır? Gerekirse cezaevine girmeyi, parasız kalmayı, ülkenin çıkarları uğruna kendi çıkarlarından olmayı göze almalıdırlar…
“Bunu yaparken anayasaya sığınmamalı, onurlu bir yurttaşın böyle soruşturmalara katılamayacağını haykırmalıdırlar.“Yeterli sayıda kimse bunu yapabilirse, başarı kazanılır. Başarı kazanılamazsa, bu ulus köle olarak yaşamayı zaten kabullenmiş demektir,” diyen Albert Einstein’dan söz ediyorum…
Jean Paul Sartre’dan, onun ahlâki sorumluluğundan, eylem ve düşünceyle iç içe geçen anti-militarist[7] cesaretinden söz ediyorum!
Oysa “Yabancılaşmış aydınlar, -ister ulusalcı, ister liberal olsunlar- Başbakan Erdoğan’ı anlayamamaktadırlar. Şimdi bazılarının methiyeler düzdüğüne bakmayınız, onlar rahmetli Özal’ı da anlayamamışlardı,” haykırışıyla Hasan Celal Güzel’in göklere çıkardığı Recep Tayyip Erdoğan’ın (7 Kasım 2009’da), “Jakoben ve elitist anlayışın yaygınlaştığını, aydınların bu ülkenin temel değerlerine, ruh köküne yabancılaştığını müşahede ediyoruz. İster Kürt meselesi, ister Doğu, Güneydoğu Anadolu meselesi... Bakıyorsunuz aydınlarımız uç noktalara savruluyor. Siyaset ve siyasetçi ister istemez bu iklimden etkileniyor. Çünkü o da rant peşinde. Rant denilince sadece akla para gelmesin. Siyasetin de bir rantı var. Türkiye’nin bugün en büyük, önemli ve kronik meselelerinin çözümü için ortaya koyduğumuz samimi irade, anlamsız, fikri, entelektüel ve hatta hissi temelden yoksun bir muhalefetle karşılanıyor,” dediği itirazsızlığın çölünde; “Bugün aydın rolüne soyunanlarının yaptıklarına ‘yazma eylemi’ bile demek zor. Sıradan imza kampanyalarıyla geçmişe özeniliyor. Bir zamanlar kamuoyunun takdir ettiği aydının rolü, Türkiye’de Hrant Dink gibi istisnalar dışında, demokrasilerde figüran olmaktan öteye gitmiyor,” sözleriyle Gündüz Vassaf müthiş ve sonuna kadar haklıdır!
Bu tabloda toparlarsak: José Saramago’nun, “Özgürlüklerin giderek daraldığı, eleştirinin yer bulamadığı, çokuluslu şirketlerin, piyasanın totalitarizminin artık bir ideolojiye bile gerek duymadığı, dinsel hoşgörüsüzlüğün gemi azıya aldığı karanlık bir çağda yaşıyoruz. Orwell’in ‘1984’ü çoktan gerçek oldu,” diye betimlediği bir dünyada özgürleşme mücadelesi saflarında yer aldığınız andan itibaren karşınıza, iktidar ve aygıtlarının (ordu, mahkeme, hapishane vs…) zorbalığı dikilir.
Zorbalık karşısında ya susacak ya da bedelin ödeyerek hakikâti savunacaksınız…
Eğer, “Gerçekleri vermek her zaman iyidir. Gerçekler devrimcidir. Kitlelerin gerçeği bilmeye hakları vardır,” diyen Jean Paul Sartre gibi hakikâti savunacaksanız, iktidarın bütün şimşeklerini/ melanetini üzerinize çekmeye adaysınız demektir!
Bu durumda anımsamanız gereken “İnsanın özgürlüğü, kendisine yapılanlara karşı takındığı tavırda gizlidir… İnsan olmak demek özgür olmak demek… İnsan kaderini kendisi çizmeli. Özgürlüğü biçimlendirmek ise insanın en yüce görevidir… Özgürlük direnmektir,” saptamasıyla Jean Paul Sartre’ın tavrı/duruşudur!
Doğru olan da, yapılması gereken de budur; tıpkı bizim Sarı Hoca’mız gibi…
“KÜRT MESELESİ”NDE DOĞRU OLANI YAPMAK
İsmail Hoca’mız, “Kürt Meselesi”nde resmî ideolojiye (Kemalizme) cepheden tavır alarak doğru olanı yaptı!
“Hamidiye Alayları’ndan Koruculuğa”[8] uzanan sömürgeci(lik) hikâye(sin)de; Cemal Gürsel’in, 16 Kasım 1960 tarihli İsveç gazetesi ‘Dagens Nyheter’de çıkan demecinde, “Eğer yola yordama gelmezlerse, dağlı Türkler (Kürtler) rahat durmazlarsa, ordu, şehir ve köylerini bombalayıp yıkmakta, tereddüt etmeyecektir. Öyle bir kan gölü olacaktır ki, onlar da ülkeleri de yok olacaktır,”[9] diye haykıran zihniyet pratiğinde, geçmişten bugüne…
Neler olmadı neler?
Biraz gerilere gidersek; geçenlerde Dipnot Yayınevi’nin yayımladığı bir kitap: 1936 yılında Başvekalet Matbaası’nda basılmış, Umumi Müfettişler Konferansı Toplantı Tutanakları.[10]
Kitabı yayına Bülent Varlık hazırlamış ve Umumi Müfettişler konusundaki en kapsamlı araştırmayı yapmış olan Cemil Koçak bir önsöz yazmış.
Türk devlet aklının millet tanımı konusundaki kafa karışıklığının ve Türk olmayan unsurları asimile etmekten de korkmasının ipuçları toplantı tutanaklarının neredeyse her sayfasından taşıyor. Bugün dahi Türk milliyetçilerinde gördüğümüz ve öfkeyle karışık dile getirilen büyük korku, bu tutanaklarda çok açık biçimde yer alıyor.
Şimdilik bir örnek vermekle yetinelim. 1914-1916 arasında Erzurum valiliği yapmış, Ermeni kıyımındaki sorumlulukları nedeniyle Malta’ya sürülenler arasında yer almış, Üçüncü Umumi Müfettiş Tahsin Uzer:
“Siz Türksünüz, sizden eminiz diyoruz ama bir nahiye müdürü veya kaymakam vekilini Kürt görünce endişeleniyoruz. (...) Yarım asır zarfında buralarda dökülen kanları bunların unuttuğunu zannetmek safdillik olur. Bu dökülen kanları affetmemişlerdir. Bu intikamı ilk fırsatta almak karar ve azmindedirler. Askerî mekteplere Kürt talebe alınmıyor. Birçok işlere almıyoruz. Diğer taraftan bunlara Türksünüz dersek onlar da aldanmaz, biz de idare etmiş olmayız.”
Çözüm: “Bu kesafete karşı bir tedbir almak lazımdır. (...) İskân siyasetile bu kesafeti hafif etmek lazımdır.”
İmha ya da asimilasyon arasında bocalayan bu zihniyetin üzerinde anlaştığı çözüm, bunun “Kürt meselesi diye mevzuu bahis edilmesini” engellemek ve “bu kelimeyi kaldırmak” olacaktır.
Ki bu da resmî ideolojidir ve bunu da kısaca, yakın tarih üzerinden şöyle resmeder Ersin Tokgöz:
“AĞLAMAYIN: ‘Cizre’de herkes biliyordu, o beyaz Toros’a binen bir daha geri gelmiyordu... Kardeşimi de alıp gittiler... 3-4 gün sonra kimsesizler mezarlığında tabutu açıp ölen şahsın yüzüne baktım. Kardeşimi tanıdım. Başından tek kurşunla vurulmuştu.’
AĞLAMAYIN: ‘Ben efsanevi bir adamım. Bir çobanın kafasını kıl testere ile kestim. Öldürdüğüm insanların kulaklarını kesip, kaynatıp ardından tuzlayıp tesbih yaptım. Köy köy dolaştırdım.’
AĞLAMAYIN: ‘Cizre’de 93-95 yılları arasında birçok insan öldürüldü, gelişi güzel etrafa atıldı... Sonra bulunarak, kimliği belirsiz bir şekilde gömüldü... Bu yapı sadece dehşet ve korku saçmak için de cinayetler işledi. Her aileden birini öldürüp, herkesin hedeflerinde olduğunu göstermeye çalıştı.’
AĞLAMAYIN: ‘Kamil Atak’ın evinin alt katında sorgu odası vardı. Getirilen kişilerin bazıları orada infaz edildi.’
AĞLAMAYIN: ‘Amcamı kolundan tutup plakasız beyaz Renault marka aracın içine çekmeye çalıştılar. Amcam direndi. Araçtan ateş ettiler. Amcam yere düştü ve...’
Bu ifadeler ‘terörle mücadele’ görüntüsü altında korucu, itirafçı ve uzman çavuşlardan oluşan bir suç teşekkülü oluşturduğu iddiasıyla 9 kez ağırlaştırılmış müebbetle yargılanan ve hâlen Genelkurmay tarafından korunup kollanan Cemal Temizöz davasında kayda geçti. Daha bunlar hiçbir şey. Her ifade ayrı bir dehşet. Sadece Temizöz davası mı? Kayda geçen ne vahşet anlatımları var.
Ama ağlamayın. Çünkü onlar Kürt. Azrail’in makam aracına bindirilip öldürüldükten sonra kimsesizler mezarlığına da atılabilirler, kulakları kesilip tespih de yapılabilir, sorgu odalarında infaz da edilebilirler, keleşle arkalarından da taranabilirler…”[11]
Tam da bu tabloda örneğin, kapatılan DTP’nin siyasi yasaklı eski Genel Başkanı Ahmet Türk’e yumruklu saldırıda bulunan İsmail Çelik, iki ay beş gün tutukluluğun ardından tahliye olup, ardından da para cezasıyla yırtarken; İlker Belek gibi birileri de bunu -Türk ırkçılığıyla- “olumlarken”[12] neler olmadı neler?
CHP’nin de “Kürt Sorunu”nda etnik kimliğe “Evet” deme noktasına geldiğini, CHP Bilim Yönetim ve Kültür Platformu Başkanı Prof. Sencer Ayata’nın, etnik kimlikleri reddetmeyen ama önceliği bölgede sosyal adaleti sağlamaya veren çözümler geliştirmek istediklerini açıklamasıyla dillendirdi…
Türk erkeklerinin Kürt kadınları ikinci eş olarak almasının Kürt sorununu çözeceğini öne sürerek, devletin kuma getirmeyi desteklemesini istedi AKP’li Rize Belediye Başkanı Halil Bakırcı…
Tülin Öngen’in “sosyalizm” adına; “Eşitlikte farklılıklar olabilir, ancak farklılıktan asla eşitlik türetilemez. Eşitliğin olmadığı yerde ise özgürlükten hiç söz edilemez. İnsan ve insan özgürlüğü bir bütündür. Parçalanmış insan özgür değildir. Gerçek özgürlük ve eşitlik, ancak sosyal var oluş koşullarının bütünleşmesi ve eşitlenmesiyle olanaklıdır… Tek kelimeyle: Farklılıkların reddi ve tüm kimliklerden soyunmakla,” monizmini göklere çıkardığı…
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun, Van mitinginde Ahmed Arif’in bir şiirinden dizeler okuyarak 2004 yılında burada bir kışlaya adı verilen Mustafa Muğlalı’nın adının bu kışladan çıkarılmasını isteyip, “Başbakandan rica ediyorum; 33 köylüyü sorgusuz sualsiz kurşuna dizen birinin ismini değiştirin. Devlet kin tutmaz,” dediği…
‘Yüzleşme Derneği’ Başkanı Aytekin Yılmaz’ın, “Anayasa değişikliğine her sivil ‘evet’ demeli… Anayasa değişikliği, Kürtlerin de sorunlarını çözecek,” zırvasına sarıldığı koordinatlarda; “Dünyanın en güç siyasi vazifesi Kürt olmaktır!” diyen Diyarbakırlı terzi Niyazi usta haklı…
Veya “Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtler Türkiye’de her şey oldular. Cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, milletvekili, rütbesi düşük asker, er, öğretmen, hemşire, overlokçu, son ütücü, hatta ara ütücü bile olabildiler ve hâla olmaya devam ediyorlar. Şimdiye kadar Kürtler sadece bir tek şey olamadılar: Kürt olamadılar! Kürt oldukları zaman hiçbir şey olamadılar!” uyarısıyla Muhsin Kızılkaya da…
Özetle yine ve bugünde de Kürt olmayı tarif etmeye “Zor” kelimesi hâlâ “Dar” geliyorken yapılması gereken:[13] “Kürt Meselesi”nde resmî ideolojiye (Kemalizme) cepheden tavır alarak doğru olanı yapan Beşikçi Hoca’mızdan öğrenmektir…
EĞİTİM İLE ÜNİVERSİTELER KONUSUNDA DOĞRU OLANI YAPMAK
Suat Taşer’in, “Gölgemizden korkar olduk/ selam vermekten, düş görmekten/ kundaktaki çocuğumuzdan/ saksıdaki çiçeğimizden/ aynadaki hayalimizden de korkar olduk,”[14] dizelerinde resmettiği eğitim ve üniversiteler (YÖK) hakkında da doğru olanı yaptı Sarı Hoca’mız!
Gerçekten de Alexandre Dumas Fils’in, “Neden küçük çocuklar bu kadar akıllı da, yetişkinler bu kadar aptal? Bunu başaran, eğitim olsa gerek”; G. M. Trevelyan’ın, “Eğitim... okumasını bilen, ama neyin okumaya değer olduğunu bilemeyen geniş bir kitle yaratmıştır,” sözleriyle betimlenen Türk(iye) eğitim(sizliğ)i ile üniversitelerindeki (YÖK) “durum”, hâlâ 1930’lu yılların Milli Eğitim Bakanlarından, galiba Saffet Arıkan’ın, “Gözlerimi kaparım vazifemi yaparım” yaklaşımında yansımaktadır.
Örneğin Türkiye Bilimler Akademisi raporunda, “Türkiye’de çok sayıda üniversitenin politik kararlarla kurulduğu” belirtilirken; ‘Dicle Üniversitesi İzleme Komisyonu’na göre de, “Bir dönemin yaklaşımı ‘Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı’ olmayı yeterli kriter olarak görüyorken, yeni dönemde belli cemaatlerle organik ilişki içinde olmak tek kriter hâline geldi”!
Kendi kendini eleştirip, aşamaması yanında; itirazın “mekruh” ilan edildiği (12 Eylül darbecilerinden “ulusal sol” ve AKP’ye ait olan) “YÖK denilen fetva kurumu”nun, “Diplomalı cahiller yetiştiren”[15]dizaynında “Bölücü Faaliyetlere Yönelik Eylem Planı” başlıklı plan üniversitelerde uygulamaya da konuldu!
‘Bölücü Faaliyetlere Yönelik Eylem Planı’ başlıklı YÖK planı, “Bölücü örgütleri tesirsiz hâle getirmek” Kürt öğrencilere yönelik “akademik çalışma” seferberliği başlatılmasını öngörüyorken; YÖK Başkan Vekili Prof. Dr. Yekta Saraç imzalı yazıda da şöyle deniliyor: “Bölücü faaliyetler ile terör örgütü ve destekçilerini tesirsiz hâle getirmek, meşruiyet kazanmalarını önlemek, yurtiçi ve yurtdışındaki etkilerini ortadan kaldırmak ve bu konudaki ortak mücadeleyi tüm kurum ve kuruluşlar arasında etkin bir işbirliği ve koordinasyon içinde sürdürmek amacıyla; Ek’te sunulan konular ve takvim kapsamında üniversitelerimizce yapılan veya yapılması planlanan akademik faaliyetlere ilişkin bilgilerin Başkanlığımıza bildirilmesi önem arz etmektedir.”
YÖK, o geçmişte 12 Eylül darbecilerinin, ardından “ulusal sol”cuların ve nihayette AKP’nin elinde; örneğin, YÖK’ün Giresun Üniversitesi’nde listeden çizdiği Prof. Dr. Halil İbrahim Bahar, kimin rektör olacağının AKP’li milletvekillerinin yoğun olarak yaşadığı Çukurambar’daki kafelerde saptandığını belirterek, İçişleri Bakanı Atalay’ın rektör atama sürecine müdahale ettiğini kaydetti...
YÖK’ün, bir baskı aygıtı olarak 12 Eylül darbecilerinden, “ulusal sol”cular ve AKP’ye dek herkese uymasının “sırrı”; eğitimi eğitim, üniversiteyi üniversite olmaktan çıkarıp, metalaştırmasındadır…
Hermann Hesse’nin, “Bir Dünya Edebiyatı Kitaplığı” başlıklı yapıtının giriş bölümünde “Gerçek eğitimin hedefinin herhangi bir somut amaca hizmet etmek olmadığını” belirtip, yetkinliğe erişmeye yönelik her çaba gibi bu çabanın da, “Amacını doğrudan kendinde bulduğu”nu vurgularken, sözünü ettiği eğitim, insanı dünyaya her bakımdan düşünsel bir temelde açılmaya hazırlayabilecek bir eğitimken; verili neo-liberal koordinatlarda; “Doğru eğitim bireyleri çok yüksek düzeylerde verimli hâle getirmekte ve bu yüksek verimlilik düzeyi, çok yüksek ücret vergilerine rağmen kişileri, firmaları ve ülkeleri zorlanmaktan kurtarmaktadır,” diyen Eser Karakaş’ın formülasyonundaki gibidir…
Yani metalaştırılmıştır!
Mesela… “Sabancı Üniversitesi yeni düşünceleri, öğrencilerin ve öğretim üyelerinin araştırmacı yönlerini ve girişimci yeteneklerini ortak teknoloji şirketleri kurarak ekonomik değer üretme çabalarına hız verdi. Şu ana kadar öğrencilerden, mezunlardan ve öğretim üyelerinden iki binin üzerinde iş fikri geldiği ve bunlardan 60’ının şirketleşme aşamasında olduğu bildirildi. Yenilikçi ve yaratıcı girişimleri destekleyen Sabancı Üniversitesi’nin şimdiye kadar ortak olduğu 16 şirketten dördünde 90 kat ile 20 kat arasında değişen oranlarda değer yarattığını açıkladı,” haberindeki gibi!
Böylelikledir ki görmeyenin, duymayanın, bilmeyenin kalmadığı üzere: Neo-liberal politikanın dayatıldığı Türkiye’de üniversite de özel sektöre açılıyor. Üniversiteler, özel sektörün araştırma geliştirme merkezleri durumuna getiriliyor
Bir üniversite rektörlüğü, kendi bünyesindeki fakülte, enstitü ve yüksekokul müdürlüklerine bir yazı gönderdi. Yazı, devlet üniversitelerinin özel sektöre entegre edilmek istendiğini ortaya koyuyor. Yazıda “özel sektör ile üniversite araştırmacılarının birlikte çalışmasına zemin hazırlamak için” laboratuvar kurulmasının planlandığı belirtiliyor. Akademisyenler, bu tip yapılanmanın özel sektörün araştırma geliştirme merkezlerine hizmet edeceğini belirtiyor.
Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Tahsin Yeşildere, “Özel sektör çıkarları doğrultusunda araştırmaları manipüle edebilir. Biz bunun örneklerini ilaç sektörünün saha çalışmalarında bizzat gördük” dedi…
Eğitim ve üniversitelerin YÖK despotizmiyle metalaştırılması yanında aslolan tarihsel soru(n), resmî ideolojiye el sürülememesi, sürdürülmemesidir!
Örneğin Yüksek Mühendis Mektebi’nde fizik profesörü olan Salih Murat (Uzdilek), Darülfünun tartışmalarına dört yazıyla katılarak, Darülfünun’un nasıl düzeltilebileceği konusundaki görüşlerini açıkladığı 4 Ocak 1932 tarihli ‘Cumhuriyet’teki ‘Daha İyi Bir Darülfünun Yapabiliriz’ başlıklı üçüncü yazısında ağırlıklı olarak, bilimde otorite konusu üzerinde durarak, “Bu yüksek ilim müessesesinin ıslaha muhtaç olduğunu hepimiz kabul ettikten sonra tenkide (eleştiriye) gücenmemek lazımdır. İrşatları (uyarıları) hüsnü telakki (iyi kabul) etmeliyiz…
“Bazı ahvalde (durumlarda) diplomanın Nasrettin Hoca’nın kürkünden farkı yoktur. Statik otorite insanı aldatabilir. Yüksekteki boş madeni balonun kudret-i mekniyesi aşağıdan bakanlara belki büyük görünür. Fakat düştüğü zaman anlaşılır ki, boşmuş. Onun için statik otoritelere aldanmak doğru değildir,” diyerek; İsmail Beşikçi (ve benzer örnekleri) dışında hâlâ aşılamayanı tarif etmiştir…
Resmî ideolojinin bu esaret zincirlerini, düşünce (ile ifade) özgürlüğünde doğru olanı yapan İsmail Beşikçi (ve benzer örnekleri) kırmıştır.
DÜŞÜNCE (İLE İFADE) ÖZGÜRLÜĞÜNDE DOĞRU OLANI YAPMAK
Siz bakmayın bugünlerde, “Eğer ifade özgürlüğüne inanıyorsak elbette en uç fikirler dahil her türlü fikir ifade edilmeli,” diyen İsmet Berkan’a…
Karşılıksız, boş ve moda bir söylencedir onun ki…
Kardinal Richelieu’nun, “Dünyanın en namuslu, en dürüst, en erdemli adamına altı satır yazı yazdırın, onu giyotine gönderecek en az bir açığını yakalarım,”[16] dediği koşulları andıran koordinatlarda “Düşünce (ve İfade) Özgürlüğü” mü dediniz?
Bu konuda, 15 Kasım 2008 tarihinde İsmail Beşikçi, Fikret Başkaya, Ragıp Zarakolu ile birlikte Ankara’da katıldığım, “Düşünce Özgürlüğü ve Rejimin Niteliği” başlıklı panelde dediklerimi, aradan geçen süreye karşın tekrarlamamda hiçbir sakınca yok:
“Mesela TCK 141-142’den 301’e uzanan süreç bize aslında neyi ihlâl etmemiz gerektiğini söylüyor. Galiba bundan sonra yani, bir sosyal sınıfın bir sosyal sınıf üzerindeki tahakkümünü demekteydi 141-142 numaralı yasalar Türk Ceza Kanunundaki. 301 ise Türklük ve Türkiye Cumhuriyeti Devletine hakareti yasaklıyor. Galiba bunlar tam da aynı anda ve birleşik olarak ihlâl etmemiz gereken yasalar. O zaman Türkiye’de düşünce ve eylem özgürlüğünün önünü açabileceğiz…
Türkiye’nin temel problemi bu! Yani düşüncelerimizi ifade etmek için neleri karşımıza almamız gerektiğinin açıkça formüle edilmemesi…
Bunun altını çizdikten sonra şimdi izninizle bir belirleme ile diyeceklerime başlamak istiyorum:
“Hakikâti reddetmeyen bir düşünce kurgusu yanlış bilinçtir,” diyen Marx’ın saptamasına müthiş önem veriyorum. Çünkü özgür düşüncenin var olabilmesi için öncelikle, size hakikât diye sunulan şeyi reddetmeniz “olmazsa olmaz”. Yani özgürlük burada başlıyor. Bu da ister istemez bir itiraz, eleştiri oluyor.
Özetle hakikât denilen şey, “olağan” denilenin reddi bağlamında ortaya çıkıyor. İnkârın inkârı da bu değil mi zaten?
Bunu yaptığımız andan itibaren, Oscar Wilde’ın “Tehlikeli olmayan bir düşünce, düşünce diye anılmaya bile değmez,” diye betimlediği itirazın mayınlı alanına girmiş oluyorsunuz! Yani “hakikât denilen şeye” itiraz ettiğiniz andan itibaren, tehlikeli bir düşüncenin sahibi “malum şahıs” olup çıkıyorsunuz. Böylelikle de egemen güçle çatışmanız başlıyor.
Buna boyun eğmemek diyebiliriz. Düşünen, düşüncelerini oto-sansür uygulamadan ifade eden, boyun eğmez.
Aslında bunda olağanüstü bir şey olmamalı. İnsanın düşüncelerini olduğu gibi ifade etmesinden doğal ne olabilir ki?
Düşünce insanî bir edim olarak insanı insan yapan temel işlevsellik değil mi?
O hâlde insan olabilmek ve kalmak için otoritenin size “hakikât” diye dayattığıyla yüzleşmek, ona itiraz etmek, kaçınılmaz oluyor!
Bu çatışmanın nedeni, kendini bize, bize rağmen “Düşünme… Konuşma… Sus… Boyun eğ…” diye dayatan egemenlik ilişkileri.
Bu konuda bir anekdot var. Bernard Shaw, Britanya İmparatorluğu için “Batsın bu imparatorluk”, dermiş. Bir gün dönemin İçişleri Bakanı, “Bernard durmadan, ‘Batsın bu imparatorluk’ diyorsun; al sana düşünce özgürlüğü; daha ne istiyorsun; bundan iyi bir şey olabilir mi”, demiş.
Bernard Shaw da gülümseyerek, “Siz benim neyi söyleyebileceğimi biliyorsunuz, bir de söyleyemediklerimin farkında olabilseniz, işte o zaman sorun hâllolacak,” diye yanıtlamış bakanı!
O hâlde düşünce özgürlüğü, söylediklerimizle değil, söyleyemediklerimiz üzerinde kurulan tekelin, keyfi egemenliğin yerle yeksan edilmesi itirazından başka bir şey değildir.
Bunlardan söz edince, ister istemez, düşünce ve ifade özgürlüğünün daha “tehlikeli” ilan edilen alanlarına açılmamız gerekiyor.
Öncelikle düşünce ve ifade özgürlüğünden bahsederken, düşünce ve ifade özgürlüğünden bahsederken, neden özgür olduğumuzun adını çok net koymalıyız.
Düşünce ve ifade özgürlüğü mü? Bu teorik-soyut kavram tek başına hiçbir şey anlatmıyor! Soru(n), düşünce ve ifadenin neden özgür olması gerektiğidir.
Bence düşünce ve ifade dört şeyden özgür olmalıdır. Bu dört şeyden özgür olmayan düşünce ve ifadenin “özgürlükten” söz etmesi mümkün değildir.
Bunların birincisi, düşünce ve ifadenin para ilişkilerinden özgür olması gerekliliğidir. Para ilişkilerine şu veya bu biçimde bağımlı bir düşünce ve ifade özgürlüğü olamaz!
Örnek mi? Mesela Türkiye’deki egemen medyada, hem dolarla yazı yazacak, hem de düşünce ve ifade özgürlüğünü “savunacaksınız”! Buna kargalar bile güler!
Doğan Medya Grubu’ndan veya Erdoğan Medyası’ndan para alanların düşünce ve ifade özgürlüğü adına ahkâm kesmesine izin vermek, kanımca düşünce ve ifade özgürlüğüne en büyük hakarettir!
İkincisi, düşünce ve ifade özgürlüğü tüm dinsel dogmalara, ikircimsizce, kıvırtmadan, “ama”sız/ “fakat”sız “Hayır!” demek zorundadır…
Dinsel dogmalara “Evet” diyen düşünce ve ifade özgürlüğü olmaz, olamaz!
İnsan(lığ)ın dinsel inançları olur. Tartıştığımız konu bu değil!
Tartıştığımız, “Kur’an’dan, İncil’den, Tevrat’tan başka hakikât yoktur” diyen anlayış(sızlığ)a boyun eğmemektir!
Üçüncüye gelince, o da, resmî ideolojiye “Evet” diyen bir düşünce ve ifade özgürlüğü olamayacağıdır!
Dediğim sosyalizm için de geçerlidir. Biliyorum bir çok arkadaşım bana kızacak, “revizyonist” diyecek, varsın desinler, canları sağolsun!
Sosyalizmin de “resmî ideolojisi” olmamalıdır; olmayacaktır da!
Sosyalizmde de, “sosyalizmi” eleştirebilme özgürlüğümüz olmalıdır. Bu hak askıya alınmamalıdır. Tekrar ediyorum, bu çok önemli, eleştirmezsek, eleştirtmezsek yine bir duvarın enkazı altında kalmamız “mukadder”dir!
Geldik en tehlikeli ve Türkiye’yi en çok ilgilendiren dördüncü şeye: Bütün egemenlik ilişkilerine “Hayır” demeyen düşünce ve ifade özgürlüğü olamaz.
Örneğin kadınlar üzerindeki ataerkil ilişkilere “Evet” diyen bir düşünce ve ifade özgürlüğü olamaz. Yani düşünce ve ifade özgürlüğü, kadın üzerindeki bütün baskılara ve cinsiyet ayrımcılığına “Hayır” demek zorundadır.
Egemenlik ilişkilerinden bahsediyoruz. Sömürgecilere “Evet” diyen bir düşünce ve ifade özgürlüğü olamaz. Örneğin T. “C”, sömürgeci bir devlettir. Bunu demediniz mi, olmaz!
Evet, devleti karşısına almayan bir düşünce ve ifade özgürlüğü olamaz, olamaz; bu çok önemlidir. Yani devlete yaslanmış bir düşünce ve ifade özgürlüğü olmaz; düşünce ve ifade özgürlüğü “muhalif”, “karşı koyan”, “meydan okuyan”dır…
Ve nihayet, hangi biçimde olursa olsun; ister Avrupa’sı, ister Amerika’sı buna Obama da dâhil; emperyalizmi karşısına almayan bir düşünce ve ifade özgürlüğü olamaz.
“Ay Obama ne kadar sempatik”, “Görün, bakın Obama neler yapacak” türünden tereddütlerle anılamaz düşünce ve ifade özgürlüğü!
Yeri geldi, belirtmeden geçmeyelim: Obama siyah olabilir, ama onun oturacağı sarayın adı beyaz; ki onu da kırbaç zoruyla siyah köleler yapmıştı; ve o saraya ön kapısından giren herkes beyazdır!
Her neyse, devam edelim.
Ne demiştim? Düşünce ve ifade özgürlüğünden bahsederken, onun özgür olduğunu çok açık ve net olarak belirlemek zorundayız.
Ancak topraklarımızdaki tarif, bu konuda hep eksiktir, eksik bırakılmıştır. Ki bu da düşünce ve ifade özgürlüğünün iğdiş edilmesi anlamını taşıyor. Yani Türkiye’de sık sık yapılan budur.
Bu eksikliktendir ki Türkiye’de, düşünce ve ifade özgürlüğünü “savunduğu” iddia edenler haddinden fazladır… Belirsiz bir düşünce ve ifade özgürlüğü! Açmaz tam da buradadır.
Bu açmazda neo-liberal Orhan Pamuk “özgürlükçü” ilan edilirken; özgürlükleri, özgür bir biçimde savunan, sevgili arkadaşım, ‘Uzun Yürüyüş’ dergisi yazı işleri müdürü, radikal sosyalist Mehmet Ali Varış şu anda Metris’teki tek kişilik hücresinde yatar…
Neo-liberal Orhan Pamuk’u çoğunluk bilir de, radikal sosyalist Mehmet Ali Varış’dan ya da sosyalist basının zindanlara kapatılan gözüpek evlatlarından haberi olan var mı?
Devam edelim: Hürriyet Gazetesine yazarsanız şöyle bir avantajınız var. Alacağınız bir para cezasını Doğan Medya öder, ama Mehmet Ali Varış’ın aldığı para cezasını Mehmet Ali Varış ödeyemediği için bugün Metris Cezaevinde. Bunun için paradan bağımsız bir ifade özgürlüğü.
İfade ettiğim dört noktanın altını kalınca çizerek, bir kez daha vurgulamak istiyorum: Türkiye’de ve dünyanın herhangi bir yerinde özgürlük dediğimiz kavramın, neden özgür olduğunu çok açıkça belirtmeliyiz.
Üç değerli konuşmacı arkadaşım, hocam, dostum çok önemli noktalara temas ettiler. Onları ifade ettiği şeylerden de hareketle şunları belirtmeliyim: Bugün T.“C” devletinin önemli payandalarından birisi de, düşünce ve ifade özgürlüğünün içeriğini boşaltıp, T.“C”nin raison d’état’sına yani “hikmet-i hükümeti”ne payandalayanlardır.
Bu belirlemenin önemli olduğunu düşünüyorum. Bunu isterseniz tartışma bölümünde yeniden ele alırız. Ama ben yine de kısaca ifade ederek ilerleyeyim: Coğrafyamızda düşünce ve ifade özgürlüğünü “savunmak” adına, bu ülkeye demokrasi getirdiği, getireceği “iddia edilen” AKP’yi destekleyenler yok mu?
Elbette var! Komik ama bunlar da, düşünce ve ifade özgürlüğünü “savunduğu”nu anlatıyorlar bize, herkese!
Bu masala “inanalım” mı?
Tekrar başa dönersek, ifade ettiğim dört noktadan ödün vermediğimiz andan itibaren; özgürlüğümüzü, gerçekten “özgürlük” sıfatına layık bir biçimde kullanmaya başladığınız andan itibaren; Türkiye toprağının temel problemleri ortaya çıkar.
Birincisi, neden burası Türkiye toprağı?
İlk problem budur? Yani neden burası Türkiye?
“İye” eki mülk edinmektir, mülkiyet vurgusudur. Türkiye de, Türk’e ait olan anlamına gelir.
İyi de neden bu topraklar Türk’e aittir?
Örneğin bu soruyu Türk(iye) Üniversiteleri’nde soramazsınız...
Örneğin bu soruyu parlamentoda soramazsınız, soramazsınız…
Birden aklıma geldi! Üniversite’den parlamentoya transfer olan, eskiden Rosa Lüksemburg’u tercüme eden, Rosa Lüksemburg’un yapıtlarını çeviren, AKP’li Zafer Üskül, şimdilerde TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı. Ayrıca da iktidar partisi üyesi. Kendisi, mealen şunu söylüyor: “Milletvekili olarak düşüncelerimi ifade ettim, düşünceyi ifade özgürlüğümü kullandım.”
Bir milletvekili toplumsal durumlarla ilgili olarak düşünce ve ifade özgürlüğünü kullanamayacaksa, kim kullanacak? Buraya dikkat, tartışılan konu bir milletvekilinin ifade özgürlüğünü kullanamaması problemidir, sizin değil…
Bu memlekette milletvekilleri bile haklarını kullanamıyormuş, hani şu kürsü dokunulmazlıkları olanlardan söz ediyorum.
Peki niye kullanamıyorlar? Çünkü bugün adına “Cumhuriyet” denilen şey, -ki ben bunu önüne Türk eklenince tırnak içine alınmasını gerektiğini düşünüyorum- bir tabular/ yasaklar/ yalanlar rejimidir.
Tabular/ yasaklar/ yalanlar ise bu rejimi ayakta tutan vazgeçemeyeceği argümanlarıdır.
Resmî tarihte, söz konusu argümanların rolü kilit önemdedir. Bunu en iyi Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Aleviler yani rejimin ötekileştirdikleri bilirler!
Kürtler, Dersim mi? Ya da benzerlerini konuşursa bu yasaktır!
Ya Ermenilerin başına getirilenler? Zinhar onlardan da söz edemezsiniz! TCK 301 ve benzerleri bunun içindir!
Veya 6-7 Eylül’ün Rumları… Trakya’nın Yahudileri… Bu konular da resmî tarihin “mahremi”dir!
Düşünce ve ifade özgürlüğüne, tam da bu soru(n)lar için muhtacız! Yani tarihle hesaplaşmak, kanlı bir trajedilerin “neden”i, “nasıl”ı, “kim”ini anlamak ve anlatmak için! Ya da resmî ideoloji ve İttihat ve Terakki’den Kemalizm’e uzanan serüvenle hesaplaşmak için!
Bu hesaplaşma kaçınılmaz; ertelense de engellemez!
Hızla değişen, değiştirilen dünya ve Türkiye, bir ay önce patlayan sürdürülemez kapitalizmin kriziyle artık, eskisi gibi olamaz. Kürdistan da öyle. ABD de öyle. Ortada kriz diye bir şey var; her şey alt üst olacak, değişecek…
Kriz ana eksen olmaya başladı. her şeyi krizin dinamikleri biçimlendirecek.
Hep beraber göreceğiz bunu.
Coğrafyamızdaki krizle, Kürt sorunu yeniden biçimlenecek.
Krizde hayat yeniden biçimlenecek.
Dünya, Ortadoğu, Kafkaslar, aklınıza gelen bütün coğrafyalar krizde yeniden biçimlenecek.
O hâlde bizim de, kriz ile yeniden biçimlenecek bir düşünce ve ifade özgürlüğünün yaratıcı yıkıcılığına ihtiyacımız var.
Evet, kriz tarafından biçimlenecek bir düşünce ve ifade özgürlüğüne ihtiyacımız var. Hani dört vazgeçilemezli düşünce ve ifade özgürlüğünden…
Neden bunların altını durmadan çiziyorum mu?
Krizin Türkiye’sinde artık piyasa ekonomisi temelinde bir demokrasiyi savunmanın, bir kerameti olmadığını, özgürlükçülük olarak sunulamayacağına dikkat çekmek için!
O hâlde düşünce ve ifade özgürlüğünün ilk gerekliliği, evet evet ilk gerekliliği, sürdürülemez kapitalizme “Hayır” demektir.
Bitiriyorum.
Evet arkadaşlar, Türkiye’de silah tekelleriyle ilişkili olanlar demokrasi, barış ve ifade özgürlüğünü savunamazlar.
Altını bir daha çizerek tekrarlayayım mı? Türkiye’de silah tekelleriyle ilişkileri olanlar demokrasi, barış, Kürtlere özgürlük, ifade özgürlüğünü savunamazlar.
Düşünce ve ifade özgürlüğü, demokrasi kala kala onlara kalmadı, kalamaz da!
Demokrasi, barış, özgürlük, düşünce ve ifade özgürlüğünü onların yalan ve manipülasyonlarına kurban edilmeyip; onların elinden alınarak, gerçek sahiplerine: Hakkâri sokaklarında elleri kırılan bebelere, Kürt Dağında dövüşenlere, varoşlarda yeniden örgütlenenlere, alanlara itiraz hareketi olan çıkan Alevilere, bugün var olduğu ve kaldığı kadarıyla Hrant’ın kardeşlerine, bugün var olduğu ve kaldığı kadarıyla Pontus’lulara iade edilmelidir!”
Bunları demiştim “Düşünce (ve İfade) Özgürlüğü” konusunda Kasım 2008’de; Eylül 2010’da geçerli hâlâ dediklerim; Leo Strauss’un, “Dünya çığırından çıkmış: Ah kör talih, onu düzene sokmak için ne yazık ki ben doğmuşum,”[17] sözleri Sarı Hoca’mız şahsında kulaklarımda çınlarken…
MAHKEMELERDE VE İNSAN HAK(SIZLIK)LARINDA DOĞRU OLANI YAPMAK
Rosa Luxemburg’un, “Özgürlük ötekinin özgürlüğüdür,” sözleriyle betimlenmesi mümkün olan düşünce (ve ifade özgürlüğü), demokratik sistemin en temel dayanaklarından biri olmuştur.
Ancak bir yanda ilke olarak düşünce (ve ifade) özgürlüğü varken, öte yandan bunu kısıtlayan “kanunlar”, mekanizmalar vardı; mevcuttur; hem de Şair Eşref’in “Devr-i istibdat da söyletmezlerdi insanı;/ Meşrutiyette önce söyletir sonra keserler iflahını!” dizelerinde veciz bir biçimde belirttiği gibi!
Bunu en iyi açıklayan söz ise, “Basın kanunlar çerçevesinde hürdür” ifadesidir. Her temel hak gibi, düşünce özgürlüğünün var olduğu kabulünden sonra, mutlaka bir “ama” ifadesi gelir. Bir madde ile tanınan özgürlük, öteki madde ile geri alınır, ya da kısıtlanır.
Örneğin 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından yayımlanan, insan temel hak ve özgürlüklerinin belirlendiği İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Türkiye için de bağlayıcı olmasına karşın neredeyse tüm maddeleri 60 yıl boyunca devleti yöneten iktidarlar tarafından defalarca çiğnenmiştir ve çiğnenmektedir.
Bildirge’nin 19. maddesini ele alalım. Madde 19 şöyle der: “Herkesin düşünce ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak, düşüncelerinden dolayı rahatsız edilmemek, ülke sınırları söz konusu olmaksızın, bilgi ve düşünceleri her yoldan araştırmak, elde etmek ve yaymak hakkını gerekli kılar.”
Görüldüğü gibi “düşünce ve anlatım özgürlüğü” İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde anlaşılır bir biçimde belirtilmiş temel insan haklarından biridir. Ne var ki 6 Nisan 1949 tarihinde Bakanlar Kurulu’nun 9119 sayılı kararı ile Türkiye Cumhuriyeti adına onaylanan Bildirge’nin bu maddesi işbaşına gelen tüm iktidarlar tarafından her fırsatta çiğnenmiştir.
Aslı sorulursa yasaklamaların, tabuların ardında, resmî devlet ideolojisinin bekası, savunulması kaygısı egemendir.
Resmî ideolojinin temel tabuları şöyle sıralanabilir: i) Sol, sosyalist düşünce [ Eski TCK 142, yeni 216. madde; ayrıca yeni TCK 215. madde ve 3713 sayılı TMY]; ii) azınlıklar [Eski TCK 159, yeni 301 ve 305. madde; eski 312 yeni 216. madde; ayrıca 3713 sayılı TMY]; iii) dini ve din karşıtı düşünce [Eski TCK163 ve 175. maddeler, yeni 125. madde]; iv) resmî tarih ve ideolojinin eleştirisi [Eski TCK 159, yeni 301. madde; ayrıca 5816 sayılı Atatürk’ü Koruma Kanunu]; v) devletin kutsallığı ve organlarının dokunulmazlığı. [Eski TCK 159, yeni 301.ve 125. maddeler, ayrıca 3713 sayılı TMY]; vi) cinsellik [ 117 sayılı Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu].
Düşünce (ile ifade) özgürlüğünün kısıtlanması aynı zamanda, inanç, örgütlenme, bilgi edinme özgürlüklerinin de denetim altında tutulması anlamına gelirken; despotik baskıları da devreye sokar…
MAHKEMELER VE İNSAN HAK(SIZLIK)LARINA ÇARPICI ÖRNEKLER
|
Bismil’de 19 Nisan 1992 tarihinde gözaltına alındıktan sonra copla işkence edilerek öldürülen Abdulkadir Kurt’a işkence yaptığı iddiasıyla yargılanan askerlerden, o tarihte asteğmen olarak görev yapan Salih Üner’in ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezasıyla cezalandırılması istendi. 14 sanığın beraati istenen iddianamede çarpıcı bir tespitte vardı: “O dönemdeki bölge koşullarında olay bütün görevlilerce biliyordu.”
|
Ordu’da 1998 yılında çıkan bir çatışmada yaşamını yitiren PKK’li Veysel Ekici’nin ailesine çatışmada ölen çocukları ‘Devlet malına zarar verdi’ denilerek dava açıldı. Dava sonucunda çocuklarını yitirmiş olmanın verdiği acıyla yaşayan Ekici ailesine 13 bin lira da para cezası verildi. Devlet, maddi durumu kötü olan Ekici ailesinden parayı alamayınca, ailenin ev eşyalarının haczedilerek köy meydanında satışa çıkarılması yönünde karar verdi.
|
Selendi’de savcılıkça yürütülen soruşturma kapsamında, taraflardan 250’ye yakın kişinin ifadesinin alındığı öğrenildi. Ancak olaydan önce, 2009’un Ekim ayında olaylara karışan tarafların karşılıklı olarak suç duyurusunda bulunduğu belirlendi. Romanların, bir kahvehane sahibiyle tartışmanın ardından suç duyurusunda bulunduğu öğrenildi. Kahvehane sahiplerinin de karşı suç duyurusunda bulunduğu belirlendi. Romanların suç duyurusu takipsizlikle sonuçlandı. Kahvehane sahiplerinin yaptığı suç duyurusu üzerine ise 4 Roman hakkında, “hakaret, tehdit ve işyerine zarar verme” suçlarından dava açıldığı ortaya çıktı.
|
İzmir’de, dört yılda Hrant Dink cinayeti protestosu, Dünya Emekçi Kadınlar Günü, Dünya Barış Günü ve Abdullah Öcalan’ın yakalanışının yıldönümünde yapılan etkinliklere katılan 61 yaşındaki Sultani Acıbuca adlı kadın, “silahlı örgüt üyeliği” suçlamasıyla altı yıl üç ay hapse çarptırıldı. Türkçe bilmeyen Acıbuca, “suç” diye nitelendirilen beş yasal eylemin dördünde “grupla birlikte hareket etmek” ve “sloganlara eşlik etmek” ile suçlanıyor. Acıbuca bir eylemdeki Kürtçe konuşmasında da, “Erdoğan da oğlunu askere göndersin” diyordu.
|
Halk müziği sanatçısı Pınar Sağ hakkında TİKKO adlı örgütün kurucusu İbrahim Kaypakkaya’yı övdüğü iddiasıyla,[18] ‘Faşist iktidara karşı her zaman dik durmuş Kaypakkaya’nın yoldaşlarına’ sözleri nedeniyle dava açtı.
|
53 yaşındaki TAYAD üyesi Ayşe Arapgirli’ye, mezar başında yedi kişilik bir anmada “slogan attığı” gerekçesiyle 10 ay ceza verildi. Delillerden biri “Halkız haklıyız kazanacağız” sloganı.
|
Bursa Başsavcılığı’nın ESP’liler hakkında, yasadışı örgüt adına faaliyet yürüttükleri gerekçesiyle açtığı davanın iddianamesinde yasal gösteriler ve ‘Komünist Manifesto’ başlıklı kitap “delil” sayıldı.
|
Polisin Ezilenlerin Sosyalist Platformu’na yönelik sekiz ilde yaptığı operasyonlarda 24 kişi gözaltına alındı. Zanlılara suçlamanın “Kutsiye Bozoklar’ın cenazesine katılmak” olduğu söylendi.
|
DHKP/C örgütü üyesi Uğur Bülbül’ün vasiyeti üzerine mezar taşına “Kahramanlar ölmez halk yenilmez” ifadesini yazan arkadaşlarına “suçu ve suçluyu övmekten” altı ay hapis cezası verildi. 2006 yılında Sincan F Tipi Cezaevi’nde hayatını kaybeden oğlunun mezarına aynı ifadeyi yazdıran anne Mesude Demirel’e de aynı suçtan soruşturma açıldı. Savcılık, ayrıca “suçun delili” mezar taşının sökülmesi için “el koyma” kararı verilmesini de istedi. Mahkeme de savcılığın bu talebine uydu ve söz konusu mezar taşı sökülerek mahkemeye delil olarak getirildi.
|
Antalya’da polis kurşunuyla öldürülen 18 yaşındaki Çağdaş Gemik’in ailesinin avukatı hakkında “valilik aleyhine kamuoyu oluşturduğu” gerekçesiyle soruşturma açıldı.[19] Savcılığa bir yazı göndererek polis memurunun uyarı amaçlı olarak havaya ateş ettiğini savunan vali yardımcısından şikâyetçi olan avukat Münip Ermiş hakkında soruşturma açıldı.
|
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Samsun ve Rize’de Grup Yorum konseri düzenlemek isteyen ‘Karadeniz Özgürlükleri Derneği’ üyesi beşi tutuklu toplam dokuz kişi hakkında “örgüt üyeliği” ve “örgüt propagandası” suçlamasıyla açtığı davada ilginç delillere yer verdi: Dava dosyasında ünlü müzik grubu Grup Yorum’un “konser biletleri” ve “konser afişleri” örgüt üyeliğine ve örgüt propagandası yapma suçuna delil olarak sunuldu. Ayrıca, 10 yıl önce başka yayınlar için alınan alınan toplatma kararları da ilk baskıları 1997 ve 1998 yılında yapılan iki kitap için kanıt oldu.
|
Adana, Mersin ve Hatay’da ESP’lilere yönelik 10 Mart 2009’da yapılan operasyonlarda gözaltına alınan 22 kişi hakkında Adana 6. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından hazırlanan iddianamede, ilginç suç delili ve örneklendirmelere yer verildi: 1976 yılında çıkarılan ve hakkında toplatma kararı olan bir kitap ile el konulan 6 adet naylon düdük “suç delili”, Che Guevera “terörist” sayıldı.
|
Hâkimlik sınavını üç kez kazansa da sözlülerde elenen Mahir Demir, yargı kararıyla tekrar girdiği sözlü sınavları kaybetti, “Tuncelili ve adım Mahir olduğu için beni elediler,” dedi… Fişlendiği için üç ‘Adli Yargı Hâkim ve Savcı Adaylığı Sınavı’nın mülakatlarında elenen Mahir Demir girdiği sözlü sınavların iptal edilmesi için açtığı davaları kazandı. Adalet Bakanlığı, mahkeme kararlarını uygulamak için Demir’i sözlü sınava aldı. Ancak Bakanlık üç sözlü sınavı aynı gün ve 10’ar dakika arayla yaptı. Kendisine “Bilgisayarda kaç virüs var”, “İlk sesli Türk Filmi ne zaman çekildi” gibi sorular sorulduğunu belirten Demir, Tuncelili ve adı Mahir olduğu için sınavda elendiğini belirtti.
|
Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi, Siirt’te verdiği bir konserde, “Kazım Koyuncu’yu, Ahmet Kaya’yı, Ozan Serhat’ı, Delila’yı unutmayın. Uğur Kaymaz’ı unutmayın” dediği gerekçesiyle sanatçı Cevdet Bağca’yı 10 ay hapse mahkûm etti. Diyarbakır’da mahkeme, “bilirkişi heyeti” olarak özel harekâtçıları seçince Kazım Koyuncu ve Ahmet Kaya “PKK sempatizanı” olarak[20] gösterildi.
|
Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nde kalan beş mahkûmun “gereksiz yere türkü söyledikleri” gerekçesiyle “iletişimden men cezası” aldığı belirtildi.
|
“Cezaevinden gönderilen mektupları tek tek okuyup sakıncalı ifade arayan cezaevi yönetimi, bu kez mektubu okumakla yetinmedi, metne ok çekip tutuklunun görüşünü düzeltti: Yalan yanlış beyan!”
|
Marx ve Engels’in 150 yıl önce birlikte yazdığı iki kitabın cezaevine sokulmamasının gerekçesi: Kitapların içeriği Öcalan’ın yasaklanan kitabına birebir benziyor: Karl Marx ve Friedrich Engels’in birlikte yaklaşık 150 yıl önce kaleme aldıkları ‘Nüfus sorunu ve Malthus’ ve ‘Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri’ isimli kitapları ilginç bir gerekçe ile “sakıncalı” bulunarak Sincan F Tipi Cezaevine sokulmadı. Cezaevi yönetimi, iki kitabı, içeriği Öcalan’ın 2009 yılında yazdığı yasaklı ‘Demokratik Toplum Manifestosu Kapitalist Uygarlık Maskesiz Tanrılar ve Çıplak Krallar Çağı’ kitabının içeriğine benzediği için cezaevine almadı.
|
Meclis’te yolsuzluk, rüşvet ve sahtecilik gibi gerekçelerle haklarında 350 dosya bulunan 112 milletvekili yargılanamazken, Diyarbakır’da 1 TL gasp ettikleri iddiasıyla yargılanan 4 çocuk hakkında 362 yıl hapis cezası istendi.[21]
|
Despotların yarattığı tablo buyken; düşünce (ile ifade) özgürlüğünün kısıtlanması, inanç, örgütlenme, bilgi edinme özgürlüklerinin de denetim altında tutulması anlamına gelirken; İsmail Beşikçi (ve benzer örnekleri) de bize, neyin nasıl yapılacağını öğretirler…
“SONUÇ YERİNE”: HERKES HAYATINDA BİRİLERİNDEN BİR ŞEY ÖĞRENİR
“İnsanın düşüncelerini hazırolda
durmaya kim zorlayabilir?”[22]
Diyeceklerimi toparlıyorum: Herkes hayatında birilerinden bir şeyler öğrenir. Hayat öğrendiklerimiz ile onları geliştirerek temize çektiklerinin toplamıdır.
Mesela Ankara Cumhuriyet Lisesi’ndeyken sarıldığım o uzun saçlı genç kız öğretti bana öpmeyi; Dev-Genç başkaldırmayı; THKO isyancı cüreti; Filistin silah kullanmayı; radikal sosyalizm -asla vazgeçmemecesine-, “Hayat, aşk, ekmek çalışanlara. -Mesele buğdayı taksimden ibarettir-”[23]demeyi; O “dağınık saçlı kadın”dan yarım bırakılan şarkıların hüznünü; Halil Cibran’ın, “İnsanın öğretmeninin doğa, kitabının insanlık, okulunun yaşam olduğu birgün gelecek mi?” sözlerinden umudu; 11 yıl 8 yıl 23 ay 8 saatlik sürgün yaşamımdan “duvara çivi çakmadan yaşamanın” ne de demek olduğunu; Kürtlerin ‘Yeni Gündem’inden ısrarı; Sibel’den şarkıların, müthiş bir içtenlik ve iç titreten gülümseyişle yeniden nasıl söylenebileceğini; Hemşehrim İsmail Beşikçi Hoca’dan da, zulmün mahkeme ve zindanlarında nasıl dik durulacağını öğrendim…
Hepsine (zikredemediklerim de dahil) çok şey borçluyum; nasıl inkâr ederim…
T. W. Adorno’nun, “Umutsuzluk karşısında sorumlu bir biçimde sürdürülebilecek tek felsefe, her şeyi kurtarılmanın bakış açısından görünebilecekleri biçimleriyle düşünme çabasıdır. Kurtarılışın dünyaya saçtığı ışıktan başka ışığı yoktur bilginin; başka her şey kurgudur, tekrardır, sadece tekniktir.
Perspektifler oluşturulmalı, öyle perspektifler ki, dünyayı yerinden oynatsın, yadırgı kılsın, onu bütün çatlakları, kırışıklıkları, yara izleriyle birlikte bir gün mesihin ışığında görüneceği gibi sefalet ve çarpıklığı ile göstersin,” sözleri eşliğinde Onlardan öğrendiklerimi geliştirerek temize çekerken vardığım aslî sonuç: Egemenlerin “olağan” diye sunarak sınırlarını yasalarla, silahla, zindanla çizdiklerini ihlâl etmeyi göze almadan, buna cüret etmeden, yani Kazancakis’in deyişiyle “Çarmıha gerilmeyi göze almadan” özgür ve aşık olamazsınızdır…
1 Eylül 2010 15:02:02, Ankara.
N O T L A R
[*] 3 Eylül 2010 tarihinde 5. Karaburun Bilim Kongresi’nin (Mordoğan) “Bilim ve Düşünce Özgürlüğü” başlıklı oturumunda yapılan konuşma… Sosyalist Mezopotamya, No:29, Aralık 2010…
[1] Heraklitos.
[2] Franz Kafka, Aforizmalar, Çev: Osman Çakmakçı, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2010.
“İsmail Beşikçi’nin Yargılanmasına Başlandı”, http://www.beybun.com/habergoster.asp?id=10237
[4] Orhan Miroğlu, “İsmail Beşikçi Türkiye’nin Vicdanıdır”, Toplumsal Tarih, No:200, Ağustos 2010, s.13.
[5] Malmîsanij, Bu Kürtleri Nereden Çıkardın İsmail Beşikçi? Vate Yayınevi, İstanbul, 2009.
[6] “Özdemir İnce der ki: Ülkenin devlet dili olan resmî dil bir yabancı dil olarak öğretilemez. ‘Anadilde öğretim’in bir tek amacı vardır: Ayrı devlet kurma! Önce devletini kur, gerisi kolay. Ayrılığa giden sürecin masraf ve faturalarını TC’ye ödetme!” (Özdemir İnce, “Kürtçe Eğitim ve Öğretim Hakkı”, Hürriyet, 2 Temmuz 2010, s.18.)
[7] “Militarizm”in en iyi tanımını, “Tanrı’nın Krallığı askerî bir otokrasidir, orada kamuoyu diye bir şey yoktur,” diyen Anatole France’ın verdiği kanısındayım…
“Militarizm”in, sınıflı-sömürücü yapının koruyucu/ terörist zırhı/ demir yumruğu olduğunu, hiç ama hiç unutmamak gerekiyorken; Karl Liebknecht’in, “Militarizm, toplum hâlinde yaşamanın en önemli ve en dinamik biçimlerinden biridir… Militarizmin tarihi, devletler ve uluslararasındaki siyasal, toplumsal, iktisadi ve genel olarak da, kültürel uzlaşmazlıkların tarihi olduğu gibi, aynı zamanda, bu ulusların kendi içlerindeki sınıfların mücadelelerinin de tarihidir,” (Karl Liebknecht, Seçme Yazılar-Militarizme Karşı Sınıf Mücadelesi, Çev:Alp Tümertekin, Belge Yay., 2009, s.83-84.) saptamasının da altını özenle çizmek gerek.
Bu durumda, kapitalizmin militarizmin doruğa çıktığı bir rejim olduğunu ve egemen şiddetin merkezi örgütlenmesi olduğunu asla göz ardı etmeden; Hasan Ali Toptaş’ın, ‘Yalnızlıklar’ dizelerini anımsamak gerek militarizmin/ silahlı zorbalığın ne olduğunu anlamak için: “Silahlar ki, her biri bin yalnızlıktır/ ve düşmanıdırlar dilin./ /Silahlarla büyür yalnızlık;/ bilip bilmediğimiz,/ görüp görmediğimiz silahlarla./ Her silah kördür çünkü/ baktığı yeri vursa da,/ her silah sağırdır.”
O hâlde, Rosa Luxembourg’un ifadesiyle kapitalizmin önemli bir birikim dalı olan militarizme karşı mücadelenin, elitist veya oligarşik egemenlik ilişkilerinin tehdit ve sınırlamalarına karşı çıkan insanî özgürleşme mücadelesi olduğunu ortaya koyar.
[8] Ayşe Hür, “Hamidiye Alayları’ndan Koruculuğa”, Taraf, 21 Mart 2010, s.12.
[9] Ayşe Hür, “Bir Kez Daha ‘Kürt Meselesi’…”, Taraf, 20 Haziran 2010, s.6.
[10] Umumi Müfettişler Konferansı Toplantı Tutanakları-1936, Yayına hazırlayan: M. Bülent Varlık, Dipnot Yayınevi, 2010.
[11] Ersin Tokgöz, “Kürtlere Ağlamayın, Vurun Gitsin!”, Radikal, 19 Temmuz 2010, s.2.
Irkçı öğeler ihtiva yazı için bkz: http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ilker-belek/samsunun-yumrugu-yuksekovanin-tasi-27046
[13] “Sosyalist solu zorlu bir görev daha bekliyor, ‘Kürt Açılımı’nın ‘Milli Birlik Projesi’ne evrilmesi gibi, Demokratik Özerklik tartışma sürecinin neo-liberal politikalara karşı iyi yönetilmesi gerekiyor.” (İkbal Polat, “Demokratik Özerklik ve Siyasi Satranç”, BİA Haber Merkezi, 29 Ağustos 2010.)
[14] Suat Taşer, Evrende Ellerimiz, İş Bankası Kültür Yay., 2010.
[15] Doğan Kuban, “Üniversite Sorunu”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, Yıl:24, No:1223, 27 Ağustos 2010, s.2.
[16] Kardinal Richelieu, aktaran: İsmail Özmen, “Dünya Düşünce Ansiklopedisi”.
[17] Leo Strauss, Politika Felsefesi Nedir?, çev: Solmaz Zelyut Hünler, Paradigma Yay., 2000, s.67.
[18] İki yıl hapsi istenen türkücü Pınar Sağ, “Kaypakkaya suçlu değil kahramandır!” vurgusuyla, “Suç ve suçluyu övmek kavramı çok izafi. Kime göre suç ve suçlu? Köylülerin, çiftçilerin ve işçilerin birleşerek sınıfsal ayrılıkların üstesinden gelmesi gerektiğini haykıran devrimciler suçlu olabilir mi? Bu davayı açarken amaçları, bundan sonra bu isimlerin kullanılmaması. İnsanların kullanmaya, anmaya korkmaları. Oysa sanatçı korkak olmaz, ortada olmaz. Benim rengim bellidir ve kızıldır. Ben sahte açılım kahvaltılarında değil, halkın içinde bildiğim doğruyu söyleyerek varım. Bu davadan da onur duyuyorum. Benim hayattaki birinci gayem bu ülke için bedel vermiş devrimcileri unutmamak ve unutturmamaktır. Yapacağım savunmada da söyleyeceklerim farklı olmayacak,” (Onurkan Avcı, “Kaypakkaya Suçlu Değil Ben de Suçluyu Övmedim”, Birgün, 8 Mayıs 2010, s.7.) dedi.
Ayrıca Pınar Sağ, Şişli 2. Sulh Ceza Mahkemesi’nde yaptığı savunmasında Kaypakkaya hakkında verilmiş bir mahkeme kararı olmadığından suçlu olmadığını, bu nedenle suçluyu övme gibi bir durumun söz konusu olamayacağını belirterek, “Deniz Gezmiş’in öldürülmesinde şüpheli durumda olanlar bugün özür diliyorsa Kaypakkaya’nın da suçlu olamayacağını, hakkında bir mahkûmiyetle sonuçlanmış yargılama olmadığı için suçlu kabul edilemeyeceğini düşündüm ve bunu ifade ettim. Kaypakkaya suçlu kabul edilemeyeceğinden suçluyu övmek de söz konusu olamaz,” dedi. (“Pınar Sağ Savunma Yaptı”, Cumhuriyet, 11 Mayıs 2010, s.9.)
[19] Çağdaş Gemik, 27 Ekim 2008’de ‘dur’ ihtarına uymadığı iddiasıyla polis Mehmet Ergin’in açtığı ateş sonucunda öldü. Soruşturma sürerken Antalya Vali Yardımcısı Mehmet Seyman 6 Kasım 2008’de savcılığı “Gizli” ibareli bir yazı yazarak, şunları kaydetti: “Polis Ergin tarafından ‘ikaz amaçlı olarak havaya ateş edilmiş’ açılan ateş sonucu Gemik’in motosiklet üzerinde kaçarken boynundan yaralanarak olay yerinde hayatını kaybettiği anlaşılmıştır. Olayla ilgili soruşturma işlemleri hakkında bilgi verilmesi hususunu arz ederim.” (İsmail Saymaz, “Avukata Soruşturma: Valilik Aleyhine Kamuoyu Oluşturdun!”, Radikal, 14 Şubat 2010, s.10.)
[20] Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, PKK örgütü lehine slogan attıkları için bir ceza davası çerçevesinde Esmer Savgın ve Kerem Savgın’ı mahkûm ettiği için Türkiye’yi toplam 20 bin avro manevi tazminata mahkûm etti. 2001 yılında kutlanan Newroz bayramı sırasında PKK lehine sloganlar attıkları iddiasıyla yargılanan iki kişi, ifade özgürlüğü haklarının kısıtlandığı ve adil yargılanmadıkları gerekçesiyle açtıkları davayı 2 Şubat 2010’da kazandılar. (“AİHM: PKK Lehine Slogan Atmak da İfade Özgürlüğüdür”, Evrensel, 4 Şubat 2010, s.6.)
[21] Benzer bir olay, 1997 yılında Gaziantep’te yaşanmıştı. Baklavacı dükkânının kapısını kırarak baklava ve fıstık çalan A.K, A.A, L.H. ve Metin Subaşı, “çete oluşturarak hırsızlık yapmak” suçundan yargılanmış; 18 yaşından küçük olan A.A, A.K. ve L.H. 6’şar yıllık cezalarını ıslahevlerinde çektikten sonra serbest kalmış, olay tarihinde reşit olan Metin Subaşı ise 9 yıl hapse mahkûm edilmişti. (Salih Yeşil, “1 TL’ye Karşılık 362 Yıl Hapis İstendi”, Evrensel, 14 Mayıs 2010, s.3.)
[22] Julius Fuçik’in, 1943 ilkbaharında Prag’daki Pankrats Hapishanesi’nde yazdığı ‘Darağacından Notlar’ın girişinden.
[23] Suphi Taşhan, Kilometre Taşları, İş Bankası Kültür Yay., Mayıs 2010.
Yorumlar