“Kışın ortasında,
en sonunda öğrendim ki
içimde yenilmez bir yaz var.”[2]
Bir deli bir kuyuya taş atar da, bin akıllı çıkarmaya uğraşır ya; tam buna “benzedi” AKP patentli “açılım” hikâyesi …
“Bu neden böyle oldu” mu?
Yanıt; Nermi Uygur’un, “Tartışmaların büyük bir bölümü bitmek nedir bilmiyorsa, bu, örtük-açık dayanılan başlangıç-temellerinin ya da ilkelerin doğru mu yanlış mı olduğu ciddi bir biçimde gözden geçirilmediği için böyledir,”[3] saptamasında…
Belki de en sonda söylenmesi gerekeni; en başta demek gerek: AKP patentli “açılım” hikâyesi; özü ve işlevi açısından bir “Kurt kapanı”ydı ve bu konuda başından beri hep böyle düşündük/ dedik…
“AÇILIM”!?!?!?!?!?!?
Yakın geçmişte; AKP patentli “açılım” kapanına dair karşılıksız iyimserlikle bezenmiş spekülasyonlar eşliğinde papatya falı açanlar; “deneyler”inin karaya oturduğu bugünde şaşkınlar…
Şaşkınlığın nedeni “Kürt Ulusal Sorunu”nu, AKP’ye havale eden karşılıksız ve anlamsız beklentiler… Ya da Albert Camus’nun, “Deney yaparak deneyim edinemezsiniz. Deneyim yaratılmaz. Deneyim yaşayarak edinilir,” uyarısını göz ardı etmeleri…
Evet, AKP’den “açılım” bekleyenler şimdi bir deneyimi yaşayarak edindiler; bu çok acı ve pahalı oldu…
Örneğin; “… ‘Açılım’ son yılların ikinci büyük aldatmacası mıdır? Birincisinin adı “Hayata Dönüş Operasyonu”ydu. Sonu benzemesin, ama “açılım”ın buraya kadar olan kısmı fena hâlde ona benzemeye başladı,” diyen Necmiye Alpay’ın, hüsran dolu saptamasındaki üzere…
Ya da “… ‘Açılım’ ile ‘Kapanış’ Arasında...” vurgusuyla, “… ‘Demokratik Açılım’ı başlatarak büyük umutlar ve beklentilere yol açan hükümet, kötü kılavuzların gösterdiği yönde önüne mayınlar döşeyerek ilerlemeye başlamış gibi bir izlenim uyandırıyor,” diyen Cengiz Çandar’a ne demeli?
Liberaller müthiş bir hayal kırıklığı içindeler; ancak önemli olan bu değil; esas olan, AKP patentli “açılım”ın kapana dönüşerek; milliyetçi/ faşist/ ırkçı “hassasiyetler”i paramiliter düzlemde tırmandırması…
“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, demokratik açılım sürecine karşı çıkanların barış ve demokrasiden korktuklarını belirtir”ken;[4] bugün AKP patentli “açılım” hikâyesinden geriye kalanı da Hasan Celal Güzel şöyle özetliyor: “Demokratik açılım elbette devam edecektir. Lâkin, ne teröristbaşı, ne terör örgütü, ne de onun siyasî temsilcisi muhatap alınacaktır…”
VERİLİ DURUM
Muhammed Nureddin’in, “AKP’nin modern ve demokratik bir Türkiye inşa etmek için stratejisini gözden geçirmesi gerekiyor.”[5] “AKP reform dersini geçemedi”[6] diye yorumladığı verili durum, tam da budur; böyledir; yani süreç kilitlenmiştir.
Bu sadece benim görüşüm değil; en hızlı “açılımcılar”dan Oral Çalışlar da benzer şeylerin altını çizip, diyor ki: “Kürtler, ‘açılım’ hareketiyle birlikte yaşamlarında bir değişiklik olacağı umuduna kapılmış ve çeşitli beklentiler içine girmişlerdi…
Bu beklentiler, hepimizin bildiği gibi, geçtiğimiz yılın [2009-b.n] sonlarına doğru bir hayal kırıklığına dönüştü…
Anayasa Mahkemesi oybirliğiyle DTP’yi kapattı, Güneydoğu’da yasal siyasetçilere yönelik yaygın bir tutuklama gerçekleştirildi. Tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edilen yöneticilerin sıra hâlinde dizilmiş beklerken çekilmiş elleri kelepçeli fotoğrafları, vicdanlarda tepkiyle karşılandı.
Hangi analizi yaparsanız yapın, ‘somut tablo’ ortada...”
Kimse; “somut tablo”yu “arızi bir durum” veya “geçiş” ya da “sancılı süreç” diye yorumlamaya kalkışmasın!
“… ‘Ezber toplum’u olmaktan kurtulamadığımız sürece, burnumuz çamurdan çıkmayacak.‘Demokratikleşme’ ezberimizin yeni sözcüğü, ‘sancılı süreç’! Sanıyoruz ki, belli sözcükleri kullanırsak, sorunu tespit etmiş olacağız ve bazı sözleri yeterince tekrarlarsak selamete çıkacağız. ‘Sancılı süreç’ adlandırmasını yapmak, bu süreçten selametle çıkmayı vaat etmez...”[7]
Toparlarsak; Orhan Pamuk’un, AKP’nin “Kürt meselesine ilişkin yumuşak ve liberal tavır geliştirmek yerine, sert tavır izlediği” vurgusuyla, “Hükümet konuya yumuşak biçimde nasıl yaklaşacağını bilmezse, sorun maalesef devam edecek,” diyerek “egemen (=sömürgeci) Kürt politikaları”ndan kopamadığını itiraf ettiği koordinatlarda “Kürt Meselesi” temelde ulusal eksenli politik bir soru(n)dur; kolektiftir; tarihsel bağıntıları söz konusudur…
Bu özellikleri dışlayan, görmezden gelen herhangi bir uygulama ve öngörünün yani Türkiye’deki egemen “inkârcı mantık(sızlık)”ın ulaşacağı pozitif bir sonuç söz konusu değildir; olamaz da…
PARANOYAK TOPLUMDA LİNÇ HİSTERİSİ
Ayrıca bırakınız pozitif sonuçları; toplumsal linç histerilerini de “olağanlaş”tırıp, sıradanlaştırır; yaşa(tıl)dığımız gündelik örneklerdeki üzere…
Kimse küçümseyip, inkâra kalkışmasın; geçiştirmesin; kimlik politikalarından beslenen şövenizmin şaha kalktığı toplumsal paranoya linç histerisini güçlendirip/ yaygınlaştırıyor…
Yani Adorno ile Horkheimer’in, “Kitle kültürü faşist devlet ile aynı işlevi görmektedir,” dediği şey; “Şiddet, şiddete başvuranları da ihlâl eder,”[8] gerçeği eşliğinde sokakları kuşatıyor!
Örnek mi? İstanbul Dolapdere’de DTP’li göstericilere silahla saldıran ve gazetelerde fotoğrafları yayınlanan saldırganların hemen o akşam serbest bırakılmasını veya Kürtlere ve solcu gruplara karşı son yıllarda birçok kez linç girişimlerini ya da “Sol görüşlü beş öğrencinin tutuklanmasını protesto için üç otobüsle Edirne’ye giden grup kente giremedi; binlerce kişi ‘Edirne’ye giremezler’ diye slogan attı,” haberini veya “Erzincan’da basın açıklaması yapan sol görüşlü 11 üniversiteliyi ülkücülerin linç etmek istedi”ğini[9] anımsayın…
Tabloya bir de Manisa/ Selendi’de Ocak 2010 başlarında Romanlara yönelik linç girişimini ve sürgünü ekleyelim!
Ardından da, sözü Oral Çalışlar’a bırakalım: “… ‘Bu olaylara müdahil olan linççilerin acaba kaçı sorgulandı, tutuklandı, yargılandı? Kaçı ceza aldı?’ diye sorduğumuzda, epey moral bozucu bir tabloyla karşılaşıyoruz... Çoğu örnekte linççilerin ceza almadıklarını, hatta bazı durumlarda tam tersine mağdurların cezalandırıldığını görüyoruz...”
Verili tabloda “açılım”ın açtığı sayfa budur; böyledir!
KARŞILIKSIZ İYİMSERLİK VE BEKLENTİ(LER)!
Karşılıksız iyimserlik ve beklentilerin görmek, kavramak zorunda olduğu budur; ve bunun Türkiye’nin içinde debelendiği ekonomik kriz ve siyasal iktidar boşluğuyla doğrudan bağıntısı söz konudur…
Murat Yetkin’in, “Kürt sorununda yeni adımlar”dan söz ettiği; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, “Kürt sorununun çözümü konusunda iyi şeyler oluyor,” sözleriyle yazar Yaşar Kemal’in açıklamalarının geniş yankı uyandırdığı “pembe/ucuz düşler”den gelindi bugünlere…
Aynı günlerde DTP Muş Milletvekili Sırrı Sakık, “Çok hızlı adımlarla barışa yürümemiz gerekiyor. Cumhurbaşkanının sözleri bizi umutlandırıyor. Bu iklimin Türkiye’nin her yerine yayılmasını istiyoruz”; Muhsin Kızılkaya, “Devlet ve PKK, Kürt sorunu çözümüne geçmişte olmadığı kadar çok yakın”; Prof. Dr. Vahap Coşkun, “Kamuoyu konuya karşı duyarlı. Ümitli bir bekleyiş var”; gazeteci-yazar Altan Tan, “Türkiye’deki Kürtler ve Türkler devletin bazı kurumları ve uluslararası güçlerin çözüm noktasında irade koyduklarını görüyoruz”; GÜNSİAD Başkanı İsmail Bedirhanoğlu, “Kürt sorununun çözümüne çok yakın bir dönemdeyiz. Fırsat değerlendirilmeli”; İHD Diyarbakır Şube Başkanı Muharrem Erbey, “Çözümü konusunda olumlu hava var. Bu olumlu hava mutlaka devam ettirilmeli,” diyorlardı…[10]
Beş benzemezin, hemfikir olduğu şey, “ortak yalan”dan başka bir şey değildi! Ancak o günlerde yalana yalan demek kolay değildi; “bozgunculuk”la, “barış düşmanlığı”yla “suçlanma”yı göze almaktı!
Bu durum; bugün, verili koordinatlarda, altı defalarca çizilerek anımsanmalı, anımsatılmalıdır…
Kolay mı? Daha dün “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ‘Kürt sorununu çözen siyasi lider’ olmak istiyor. İç ve dış koşulların buna uygun olduğunu algıladığı andan itibaren de, birtakım adımlar atma yönünde girişimlerde bulunmaya başlamış durumda,” diyen Oral Çalışlar, bugün “Beklenen olmadı. Alışagelmiş şeyler oldu. Yeniden başladığımız yere mi dönüyoruz?” diye feryat ederken; politikanın karşılıksız iyimserlik ve beklentilerin “pembelikleri”ne ciro edilemeyeceğinin de altını çizmiş oluyordu…
DTP YANILGISI
Geçerken belirtelim; DTP’de de benzer yanılgılar yaşandı.
Yol açtığı sonuçlar da tahripkâr oldu… Kim bunu inkâr edebilir?
Sadece bir örnek: İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Kürt açılımı çerçevesinde DTP’yi ziyaret ettiğinde Ahmet Türk’ün, süreçten umutlu olduğunu söylediğini[11] unutmak, unutturmak mümkün mü?
Yeri geldi; Nermi Uygur’un, “Baba yanılır, ana yanılır, ağabey yanılır, abla yanılır, bakan yanılır, başbakan yanılır, başkan yanılır, öğretmen yanılır, yargıç yanılır, komutan yanılır, birinci yanılır, ödül kazanan yanılır, büyük adam yanılır, deha yanılır,”[12] sözünü anımsatarak ekleyelim: Hatalardan özeleştirel dersler çıkartmadan yol almak mümkün değildir…
AKP POLİTİKASI
AKP’nin “açılım” politikalarının ABD patentli (ve “BOP” onaylı) olduğu “sır” değildir.
Evet AKP “açılımı”, “kendine Müslüman”lığın ya da “ihtiyacı kadar demokrat”lığın en bariz göstergesiydi! Veya yukarıdan aşağıya emreden, komut veren bir “demokratlık”tı!
Hatırlayın Başbakan Erdoğan, hamasi söylevler eşliğinde “İster Kürt sorunu, ister Güneydoğu, ister Kürt açılımı deyin, bunun üzerinde bir çalışma başlattık” açıklamasını yaparken, AKP milletvekillerini de Yunus’un şiiriyle “Söz ola kestire başı” diye uyarmıştı!
İyi de bu emreden “ceberut demokrasi gösterisi” de niye miydi?
Bu soruyu, AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, “Açılım gerçekleşirse MHP ve BDP, İşçi Partisi’ne döner,”[13] diye yanıtlarken; Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da ekliyordu: “PKK’yı muhatap alan bir çalışma yok. İmralı’yı muhatap alan bir çalışma da yok. Ama realiteler var. Örgütü ne kadar minimize edebileceğiz, önemli olan bu...”[14]
Yalanı malzeme olarak kullanan AKP’nin “açılım” politikaları kendini adım başı tekzip etmekteyken T.“C”nin “esneyebileceği” limitteydi; düzen içi sınırlarla çevrelenmişti…
Kaldı ki, “AKP ordu ile danışıklı dövüş hâlindedir. Biraz özgür durmaya çalışan Kürtleri hapishanelere tıkıyor. Kürtlerin özgür-demokratik siyaset yapmak isteyen kesiminin önünü kesiyor, orduyu bahane ediyor. Yani Kürtlere bana sığının diyor. Bir yandan Kürtleri tasfiye ediyor öte yandan para vb. şeylerle bazı ailelerle Kürtleri kendine bağlamaya çalışıyor, bu açılım falan değil,”[15] diyen Abdullah Öcalan da benzer kanıdadır…
ŞÖVENİZM!
Egemen yalan(lar)la beslenip, desteklenen AKP’nin “açılım” politikalarının sınırı, T.“C” resmi ideolojisinin “esneyebileceği” (kolektif hakları reddeden) bireysel haklar kadardır!
Üstelik bu resmi ideoloji, kimi liberal yanılsamaların hilafına, Türk(iye) burjuvazi tarafından da –son kertede- desteklenmektedir; çünkü sömürgeci Türk(iye) burjuvazisi sermaye birikimini gayrımüslim emval ve emlaki üzerinden sağladığı için resmi ideolojiyle hesaplaşmayı, hele ki kopuşmayı göze alamaz. Resmi ideoloji yalnızca T.“C” devletinin kurucu ideolojisi olmakla kalmaz, aynı zamanda Türkiye burjuvazisini yaratma yolundaki uygulamaların meşrulaştırıcı çerçevesini oluşturmaktadır.
Bu da bu her fırsatta “raison d’état”ın yanında yer alıp, “devletin bekası”nı daima yurttaş hak ve özgürlüklerinin önüne koyan ve buna itirazları da şövenizm ve linçlerle bastıran CHP’den MHP’ye resmi ideolojik dayatmaları devreye sokmaktadır…
“İNCELTİLMİŞ” EGEMEN SÖYLEM
Resmi ideoloji şöven politikalarını “inceltilmiş” egemen söylemi “sol”a, “liberal” saflara da mal ederek payandalarken “olağan”laştırıp, “sıradan”laştırıyor…
Örnek mi?
Yıldıray Oğur’un, “PKK darbe yaptı, DTP kapatılacak”; Sedat Ergin’in, “BDP, her kararda Öcalan’ın icazetini mi bekleyecek?” “Gelinen kritik yol ayrımında, Kürt siyasi hareketinin önemli bir karar alması gerekiyor. Bir eliyle zeytin dalını tutup, diğer eliyle de silahı işaret edip sonuç almaya çalışma yönteminin demokrasi dilinde yeri yok,” söylemindeki üzere…
Ya da Elif Çakır’ın, “Açılalım da, bu kadar saçılmayalım”; Bejan Matur’un, “PKK’nın meşruiyet çıkmazı”; Kadri Gürsel’in, “… ‘Biz ayrılıkçı değiliz’ diyor ve orada duruyorlar; genel söylemleri bu. Bir yenilgi psikozu mudur onları daha fazlasını söylemekten ve yapmaktan alıkoyan?” yollu “uyarıları”ndaki gibi…
Bunların hepsi, ama hepsi “liberallik” adına yapılıyorken; liberalliğin neye hizmet ettiğinin adını da varın siz koyun!
Ya “sol” adına; “Emek yanlısı, emek dostu Kürtler, demokratik mücadelenin emek yanlısı, emek dostu ‘Türkler ‘ olmadan kazanılamayacağının artık bilincine varmalıdırlar. Bir etnik sorun partisi olmaktan çıkıp, tüm halklar için özgür, demokratik, sosyalist bir Türkiye için mücadele veren, bunun için de amaca uygun araçlar kullanıp müttefiklerini de bu amaca uygun seçen bir Türkiye partisi olmalı, özellikle ABD ile AB’ye mesafeli durmalı, amaca ulaşmak için her şey mübah Makyavelizminden uzak durmalıdırlar. CHP ile MHP’yi aynı kefeye koymak gibi kaba yorumlardan uzaklaşıp, CHP’nin yıllardır geçerli Kürt raporunda yer alan demokratik programın icrasında işbirliğine açık olmalıdırlar,” diyen Mustafa Sönmez’e ne demeli?
CHP’nin ne olduğunu ne dediğini bilmeyen var mı hâlâ?
CHP’nin “sol”la, “Kürt Meselesi”nin çözümüyle alâkâsı falan yok; ayrıca da bunların da tam karşısında…
Kimse ama kimse armutla elmaları toplamaya kalkışmasın!
Acı tecrübeleriyle o dönem kapandı; şimdi sağcı sağcıdır; faşist faşisttir; şöven şövendir; liberal liberaldir; solcu da solcudur!
Artık sağcıların, faşistlerin, şövenlerin, liberallerin solcular hakkındaki marazi fikirlerine kulak vererek yol almak veya bunlara itibar etmek mümkün değildir ve bir sonuca vardıramaz…
Kimse Türkiyeli solculardan karşılıksız pembe iyimserliklerin ucuzluğu adına içinde sağcıların, faşistlerin, şövenlerin, liberallerin bulunduğu “çözüm paketleri”ne “Evet” demesini beklemesin; çünkü bu “çözüm paketleri” burjuva yalanından başka bir şey değil!
“Solcu kimliğiyle tanınan ve 22 Temmuz seçimlerinde AK Parti’den İstanbul milletvekili olan Ayşenur Bahçekapılı, uzun yıllar İstanbul Barosu’nda ve Türkiye Barolar Birliği’nde yönetim kurulu üyeliği yaptı, bir ara da Murat Karayalçın başkanlığındaki SHP’nin İstanbul il başkanıydı” diye takdim ediyor AKP Grup Başkanvekili Ayşenur Bahçekapılı’yı Neşe Düzel…
Bakın bu “parlak” (döneklik) kariyerinin sahibi olarak, neler diyor O:
“Sol, kendi içinde ciddi bir açılım yapmak zorunda. Solun kavramları, değişim, özgürlük, eşitlik, kardeşçe yaşamaktır. Sol bu kavramlara sahip olduğunu söylüyor ama bu kavramların hayata geçirilmesi için hiçbir şey yapmıyor. Sol kesimde AK Parti’yle ilgili bir ön yargı ve AK Parti karşıtlığı var. Sol kesimdeki bu AK Parti karşıtlığı, açılımı desteklemeyerek bir demokrasi karşıtlığına dönüşüyor…
DTP bir milliyetçilik problemi içinde. O da Kürt milliyetçiliği yapıyor. DTP bir siyasi parti olmalı ve sadece Kürtler için değil herkes için hak, özgürlük ve eşitlik istemeli. Ayrıca DTP’de geçmişteki deneyimlerinden ötürü hep bir tuzağa düşürülme, oyuna getirilme korkusu var. Siyasal partilere ve sisteme güvenmiyorlar. Haklı olabilirler ama siyasetteki değişimi de algılamak zorundalar. Siyasi partilere olan güvensizlikleri, karşı tarafın da onlara güvenmemesine ve ‘ya bizi bölmek istiyorlarsa’ kuşkularına yol açıyor…”[16]
Şimdi mesele onları kaale alıp, almayacağımızdadır; biz “Almayalım, almayacağız,” diyoruz… Bundan ötürü kimse bize “dogmatizm”le/ “sol çocukluk”la/ “sekterlik”le suçlamaya kalkışmasın; eşyayı adıyla gibi çağırmak; ne “dogmatizm”dir; ne “sol çocukluk”; ne de “sekterlik”!
Kimilerini kızdıracak olsak da şunları belirtmeden geçmeyelim; “Kürtlerden vatandaşlık ödevlerini bekledik de, eğitim, sağlık, yatırım, devletin vatandaşlarına vereceği hizmetleri vermedik… Kürt halkı gibi bir halk dağdakileri kolaylıkla indirir. Kimse çocuklarının ölmesini istemiyor. Kürt halkı barış istiyor,” diyen Yaşar Kemal’in duruşu; ne Kürtlere ne Türklere muhtaçı oldukları barışı falan getirmez…
“Su ıslaktır” demek çözümleyici olmayan bire saptamadır; sadece ve olsa olsa…
LİBERAL ZEVZEKLİK
Hayır; resmi ideolojiyi onu devreye sokan ekonomi-politik saiklerle yekten karşısına almayan; alması da mümkün olmayan “liberal zevzeklik”le yol almak mümkün değildir!
Yani “Hoşavayno turo malyoyo, nafık buğro ğalyo” der bir Süryani Atasözü; bunun Türkçesi, “Güvendiğim yüce dağ, küçücük bir taş kadar etmedi”dir!
Veya AKP patentli “açılım” hikâyesinin ulaştığı verili/ linç durumu bunun kanıtıdır!
Siz liberal zevzekler; “AKP bu ülkeyi ‘demokratikleştiriyor’ mu?” dediniz!
Şimdi bu iddiayı öne süren liberal zevzekler; bunun “nasıl”ını da bize açıklamak durumundalar…
AKP tarımın yok edilmesini protesto eden çiftçiye “ananı al da git” diyerek mi “demokratikleştiriyor” ülkeyi?
Özlük haklarının ellerinden alınmasına karşı sokaklara dökülen Tekel işçisinin üzerine gaz bombası atarak mı?
Muhalif, hatta “muhalifimsi” basının üzerine “maliye terörü” uygulayarak, milyarlarca TL vergi cezası keserek mi? Halka “okumayın bu gazeteleri” talimatını vererek mi?
Parti içerisinde bir “Başkanlık sultası” kurarak, en küçük çatlak sesi disiplin/ihraç mekanizmasıyla susturarak mı?
Polisi ağır silahlarla donatarak mı?
Seçmene buzdolabı, koltuk-kanepe takımı, çamaşır makinesi dağıtarak mı?
Manisa/Serendi’de Romanları süren zorbalara arka çıkarak mı?
İstanbul/Tarlabaşı’nda DTP’nin kapatılmasını protesto eden göstericilere silah doğrultanları serbest bırakarak mı?
Kasım 2008’de yine İstanbul’da göstericilere pompalı tüfekle saldıranlara “itidal tavsiye edip” ancak ardından da “Bu koşullarda vatandaş ne kadar itidal gösterebilir, bilmiyorum” diye sorarak mı?
Deniz Feneri davasını örtbas ederek mi?
Hrant’ın öldürülmesinde devlet görevlilerinin “ihmal”lerini gözler önüne seren gazeteci Nedim Şener’in Hrant’ın katillerinden daha yüksek ceza talebiyle yargılanmasına göz yumarak mı?
Bunlara verili/ linçli durumda gözlerini kapatan liberal-solculardan Mithat Sancar, Kürtlere “Negatif değil, demokratik siyaset” yapmayı öneriyor; “Taraf”çı Şahin Alpay da, “IRA nasıl tasfiye, ETA nasıl marjinalize oldu”yu anlatıyor; AB’den Joost Lagendijk de, “AKP’nin 2010’da sözünü tutmasının vakti geldi” diye buyuruyor!
Onlar bunları suratları kızarmadan buyururlarken şimdi, “en büyük servetimizin aklımız” olduğunu ve MÖ 2414-2375’de yaşamış Mısırlı bilge Ptah Hotep’in, “Dinlemesini bilmeyen cahillerin hiç bir işi yürümez. Bir şey başaramazlar. Onlar için cehaletle bilgi bir olup, başkalarını işine yarayan onların elinde zarar verir,”[17] sözlerini de anımsama/ anımsatma zamanıdır…
“Liberal zevzeklik” böyle olur da, “AKP Kürtleri”nin itirazı farklı mı olur!
Örneğin “Kürt Demokratlar Hareketi sözcüsü Ahmet Acar, ‘açılım’ sürecini bir milat olarak nitelendirirken DTP’yi yetersiz, PKK’yı ise provokatif davranmakla suçlayıp, ‘Kürtler çözüme yönelen hükümeti takdir etmeli, cesaretlendirmeli ve bu fırsatı değerlendirip geliştirmelidir,’ diyor”ken; Aytekin Yılmaz de ekliyor: “Ankara ve Kandil arasına sıkışan DTP çizgisi, artık bağımsızlığını ilan edebilmeli… Kürt siyasi hareketi kendi iradesini ortaya koyabilmeli…”
Evet, “liberal zevzeklik”le “AKP Kürtleri”nin itirazları birbirini bütünlüyor; ABD’nin “Kuzey Irak” denilen Güney’deki müttefikleri de öyle!
“KUZEY IRAK” DENİLEN “GÜNEY”E DAİR
“Kuzey Irak” denilen “Güney” konusunda “İsveç Dışişleri Bakanlığı Politika Planlama Başkanı ve eski İstanbul Başkonsolosu Ingmar Karlsson, ‘Kuzey Irak’ta ABD ve Türkiye’ye bağımlı fiili bir Kürt devleti kurulmasının kaçınılmaz olduğunu’ söyler”ken; Bağdat ve Erbil’de yaptığı görüşmelerin ardından 21 Aralık 2009’da Türkiye’ye dönen İçişleri Bakanı Beşir Atalay, PKK tehdidinin sona erdirilmesi için atılacak somut adımlar konusunda değerlendirmelerde bulunduklarını açıkladı.
Aynı konuda Oral Çalışlar, “ABD, Kuzey Irak’taki Kürdistan yönetimi ve Türkiye; bir süredir üçlü toplantı yoluyla PKK’nın tasfiyesini ve Mahmur kampının boşaltılmasını konuşuyor. İçişleri Bakanı Beşir Atalay, konuya ilişkin olarak umutlu açıklamalar yapıyor. Belli ki, taraflar arasında bir uzlaşma sağlanmış durumda,” derken; Namık Durukan da ekledi: “Barzani Mahmur’a karşılık Kerkük’ü istedi.”[18]
Aynı günlerde ‘El Rafideyn’ gazetesine göre, Obama’nın Irak’ın kuzeyindeki bölgesel Kürt hükümetine, Kürt, Arap ve Türkmenler arasında paylaşım savaşına sahne olan Kerkük için “tatmin edici çözüm” sözü verdiği öne sürüldü. [19]
Tüm bunlar; “AKP patentli ve ABD onaylı “açılım” hikâyesinin bir parçası olabilir mi; böyle yorumlanabilir mi?”
Bu soruya yanıt aramak nafile bir çaba olmayacaktır!
“SADECE DEMOKRASİ” Mİ?
“Açılım süreci”nin ulaştığı koordinatların giriftliğinde artık her şey “sadece demokrasi ve demokratikleşme” perspektifine sığmıyor; sığdırılamaz da!
Yani Erdal Güven’in, Türkiye’nin bugün hâlâ ‘Kürt sorunu’nun içinde debelenmesinin nedeni, anti-demokratik yapısını bir türlü dönüştürememesinden kaynaklanıyor,” saptaması beyhude ve nafiledir!
Ayrıca sorunu bu eksende ele alan ÖDP Genel Başkanı Alper Taş[20] ile DTP Grup Başkanvekili Selahattin Demirtaş’ın[21] öner(iler)i/ talep(ler)i, meselenin “ulusal” yanını ilişkin olarak yeterli değildir; bunun “Neden”i/ “Niçin”i/ “Nasıl”ı; “AKP ‘Açılım’ı Resmî İdeolojik Kapana Dönüşürken”de yanıtlanmaktadır.[22]
AKP “AÇILIM”I RESMÎ İDEOLOJİK KAPANA DÖNÜŞÜRKEN
“Yarın… cesaretimiz kadar olacaktır.”
(Rojdestvenski.)
AKP “açılım”ı resmî ideolojik kapana dönüştü(rüldü); ya da “(A)çılım (K)apandı (P)olitikası” yeniden ihya edildi…
Burjuva medyasının “Bir açılım hatırası” manşetiyle sunduğu kareler, “açılım”ın ne olduğunu özetlerken; verdiği “ideolojik mesaj”la Kürtlerin onurunu kırmakla sınırlı kalmayıp; Karl Marx’ın çizdiği “Kara tende ezildiği sürece emek, beyaz tende asla özgür olamaz,” (http://www.zcommunications.org/zquotes/276.) tarihsel çerçevesine saygılı onurlu Türkleri de aşağılıyor…
Diyarbakır’ı kucaklamayan, Diyarbakır’ın “Evet” demediği herhangi bir “çözüm”ün olmayacağı, olamayacağı ayan beyan ortadayken; “Kürt Meselesi”nin adı “ulusal” ve niteliği “kolektif” olarak konmadan Kürtlerin “sosyal”, “kültürel”, “demokratik” haklarını ilerletme türünden kısmi reformlarla yol almak, mesafe kaydetmek mümkün değildir…
Ancak yaşananların bir kez daha ortaya koyduğu üzere Anadolu’nun Türk kesimi barışa hazır değil; bu böyle hâlâ ve ne yazık ki…
Bunun böyle olmasından ötürü AKP “açılım”ı resmî ideolojik kapana dönüş(türül)müştür. Bunda kesinlikle şaşırtıcı bir yan yoktur. Çünkü AKP’nin, Kürt Ulusal Sorunu’nu kolektif haklar düzleminden soyutlayıp ABD/AB standartlı “Bireysel Haklar” düzlemine indirgemesi, “açılım”ın ilk günlerinde Genelkurmay Başkanı’nın da onayladığı üzere, resmî ideolojinin “hayır” diyemeyeceği bir refleksti.
AKP’nin “kardeşlik” retoriğine ve AKP ile asker-sivil bürokrat elit arasındaki iktidar çatışmasının şiddetine bakıp AKP’yi resmi devlet ideolojisinin, Türk egemenlik sisteminin dışında sananlar AKP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından neden kapatılmadığını unutmuş görünüyorlar. “AKP kapatılırsa Doğu’da başka düzen partisi kalmaz” diye bağıran burjuva medyasının feryadını hatırlamıyorlar…
Gelinen noktada, Kürt sorununun ulusal niteliğini gölgelemeye yönelik manevralar, İsmail Beşikçi Hoca’yı doğrularcasına iflas etmiş; AKP eliyle devreye sokulan “açılım”, “liberallerin en muhafazakârı, muhafazakârların en liberali” AKP’nin niyet ve kapasitesini bir kez daha ortaya koyarken, sonuçları itibariyle Türkiye’de politik alanı da daraltmıştır.
Politik alanın daraldığı güzergâh, liberal yanılsamanın nihayete erdiği; CHP-MHP faşizan söyleminin öne çıkartıldığı, TSK’nın Trabzon’da bir savaş aracı olan Oruç Reis fırkateyninden mesajlar verdiği, Tekel işçilerinin gazlandığı, Bayramiç ve İzmir örneklerinde olduğu üzere linçlerin yaygınlaştığı ve sıradanlaştığı, krizin sonuçlarının tüm sonuçlarıyla ortaya çıktığı bir toplumsal huzursuzluk ve istikrarsızlık tablosuna denk düşmektedir.
Böylesi bir tablo, doğası gereği iktidar bloğunun parçalandığı bir “iktidar boşluğu”na denk düşer; her “iktidar boşluğu” da, sermayenin yeniden yapılanma gereksinimi doğrultusunda ve kaçınılmaz olarak yeni iktidar arayışlarına yol açar.
Kriz koşullarında sermayenin yeniden yapılanma arayışı, Kürtlerin özgürlük mücadelesinden emekçilerin iktisadî-toplumsal taleplerine, hiçbir toplumsal talebe olumlu yanıt verme olanağına sahip değildir. “Demokratik” olarak tanımlanan iktisadî cebir yöntemlerinin imkân dâhilinde olmadığı Türkiye’de sermayenin yeniden yapılanması ancak iktisat-dışı cebir totalitarizmi ile mümkün olacaktır.
Bülent Arınç’a “suikast girişimi”nden Barış ve Demokrasi Partisi’ne yönelen son operasyona dek tüm somut veriler de, yukarıda zikredilen olasılığa işaret etmektedir. “Kürt sorunu”na ilişkin devlet tutumu giderek “düzen içi çözüm”den “oy hesapları”nı dışlayan bir “hâl”e doğru evrilmektedir. Sevk zincirine vurulu, tek sıra dizilmiş Kürt politikacıların ya da başına bastırılarak diz çöktürülen seçilmiş belediye başkanının basına servis edilen fotoğrafı bu “hâl”in emarelerinin en önemli örneklerindendir. Bu gidişat Fikret Başkaya’nın kapitalizmin sürdürülemez özelliklerinin, onu daha baskıcı, saldırgan ve totaliter kıldığı yolundaki saptamasını doğrularken, Kürt halkının büyük bölümünü de bir “kopuş” noktasına doğru sürüklemektedir.
Buraya dek ifadeye gayret ettiğimiz tabloda “demokratikleşme” beklentileri giderek daha karşılıksız sanrılara dönüşüyor. Bu sanrıların “düzen içi düzenleme” ekseninde savunulması AKP ile liberaller arasındaki farkları ortadan kaldırmaktadır. Benzer biçimde, “düzen içi düzenlemeler” karşısında kopartılan fırtına da, CHP ile MHP arasındaki farkları yok etmektedir. Böylelikle sistem, siyasal güçlerini yeniden dizilime tabi tutarken, aynı zamanda kutuplaştırmaktadır da. Bu da kaçınılmaz bir hesaplaşmanın startını oluşturuyor.
Ancak söz konusu kamplaşmada taraf olmak, ne Kürtlerin ne de emekçilerin yararınadır. Şimdi yapılması gereken, Jean Jacques Rousseau’dan Marx’a uzanan hattın ifade ettiği gibi barışı bir “toplumsal adalet” olarak tasarlamaktır; bu ise, nihaî olarak Kant’a dayanan, ve “serbest piyasa”yı bir önkoşul olarak gören “Ebedî (ya da verili demokrasi koşullarına içkin) Barış” fikrinden kopuşu gerektirir. Serbest piyasa ve onu kutsayan görüşlerden hiçbiri barış getiremez. Bir “toplumsal adalet” olarak barışı kurabilmek için Kürtlerin mücadelesiyle Anadolu emekçilerinin toplumsal taleplerini “birbirlerini destekleme” retoriğinden kurtarıp toplumsal bir eylemin ittifakına dönüştürmek gerekiyor ki bu da, eninde sonunda resmî ideolojiyi, solculuğun tüm liberal ve ulusal versiyonlarını kesinlikle reddeden “Ezilenlerin Tarihsel Bloğu”nu oluşturmaktır.
Anlaşılmalı ki; Oruç Reis fırkateyninden Kürtlere olduğu kadar emekçilere ve anlayan herkese gözdağı verilmiştir. Diyarbakır’daki adliye sarayı önünde sevk zincirine vurulan Kürt politikacıları ve seçilmiş belediye başkanları nezdinde emekçilere diz çöktürülmekte, Ankara’da tekel işçileri nezdinde Diyarbakır yoksulları gazlanmaktadır. Saldırı hepimizedir. Ya aşağılanmayı, gazlanmayı ve kabul edeceğiz ya da…
Tercih bizim!
Bunları daha önce, “açılım”ın tezgâhlandığı ilk günde, “Kürt ‘Açılımına’ Dair Bildiri: Adıyla Çağırmamak Bir Yalan Söyleme Yöntemidir...”de söylemiştik…
“Açılım”ın başında, herkesin “Açılım Sarhoşu” olduğu koşullarda yazdıklarımız, kimilerine “kötümser kehanet(ler)” gibi gelmişti…
Umarız bu sefer de öyle olmaz
Dedik ya tercih ve gelecek bizim! 2 Ocak 2009.
Sibel Özbudun, Temel Demirer, Yücel Demirer, Kamer Konca, Mahmut Konuk, Sait Çetinoğlu, Fikret Başkaya, Gün Zileli, Nalan Temeltaş, Erdal Doğan, Güngör Şenkal, İsmail Beşikçi, Ayhan Çınar, Sinan Çiftyürek, Tuncay Atmaca, Kadir Cangızbay, Ragıp Zarakolu, Ahmet Önal, Attila Tuygan, Fatime Akalın
TUTUM(UMUZ) NE OLMALI?
“Kürt Meselesi”, öncelikle Kürtlerin sorunudur; kolektif haklar sorunudur; nihayetinde “ulusal” ve “kimlik”e mündemiçtir!
Ancak sadece “kimlik”e mündemiç yanıtla, tek başına ele alınması hâlinde Türk emekçilerine maledilmesi mümkün görünmeyen bu soru(n); aynı zamanda bir Türk sorunudur; Türklerin öncelik taşıyan soru(n)larından biridir.
Şimdi saltçı bir “demokrasi” ve “hoşgörü” söylemi ile sınırlanmaması gereken soru(n), iki halkın kardeşliği önündeki ırkçılık/ faşizm barikatına karşı eşitlikçi-özgürlükçü ekonomi-politik mücadele eksenine oturtulmalıdır…
Hayır; bu mücadele demokrasi ve Kürtlere karşı “hoşgörü”yle sınırlanamaz; çünkü “hoşgörü” özünde “tahammül etmek” anlamına gelir.
Kürtler, “tahammül etmek” zorunda olduğumuz bir eşitsizliğin tarafı olarak algılanmamalıdır; çünkü “Kürt Meselesi” özünde bir “Türk Sorunu”dur; farklı düzlemli eşitsizlikten kaynaklanmaktadır…
Kürtler, Türklerle eşittir; soru(n) bunun politik düzlemde, sınırlanmadan tanınmasıdır ki, bunun için de hâkim ulusun, hâkim etnisitenin, hâkim katmanın ve hâkim sınıfın “hâkim” olmaktan çıkartılması “olmazsa olmaz”dır!
Bunun yolu da söz konusu eşitlik için hâkim ulus, hâkim etnisiteye, hâkim katmana, hâkim sınıfa ve ayrıcalığa karşı mücadele etmektir.
Bu insani bir görevdir; etik bir yükümlülük; ahlâki bir zorunluluktur…
Artık yeni bir döneme girdik. Kürtlerin ne yapacağı, birlikte ne yapacağımız kriz ve kapitalizmin yeniden (iktisat veya iktisat dışı cebirli) yapılanma arayışından muaf değildir; olmayacaktır…
Bu bağlamda da “Tutum(umuz) ne olmalı” sorusunun yanıtı; “Burjuvaziden bağımsız tavır almak” olmalıdır; hem de, “Tavır almak dediğin miras kalır. İnanmak miras kalır. Çaba, miras kalır,”[23] gerçeğini unutmadan!
“SONUÇ YERİNE”
Ulaşılan koordinatlarda şimdi yeniden; Karl Liebknecht’in, “Her halkın ana düşmanı kendi ülkesindedir,” uyarısını; ‘Komünist Manifesto’nun, “Bir bireyin bir başkasını sömürmesi ortadan kalktığı ölçüde, bir ulusun bir başka ulusu sömürmesi de ortadan kalkacaktır,”[24] sözü eşliğinde anımsamalı, anımsatmalı ve toplumsallaştırmalıyız…
Bu da “Başkaldıran insan nedir? Hayır diyen insan,” diyen Albert Camus’nün, “Başkaldırıyorum; öyleyse varız,” haykırışına kulak vermek; Yunan mitolojisindeki “Baba fallusu kesmek” esprisini kavrayarak “devlet baba”ya başkaldırmak;[25] “Buğro na’imo gsonıd qatoro,” diyen Süryani Atasözü’nün Türkçesinin “Ufacık bir taş kocaman bir kayayı durdurabilir,” olduğunu anımsak ve liberallerin, “Türkiye’nin Kürtlerle yeni bir uzlaşma zemini aradığı her geçen gün biraz daha anlaşılıyor,”[26] yalanına itibar etmeden; T.“C”nin “kendi” Kürtlerini yaratmak istediğini unutmamak gerek…
Bunlar böyleyken; “çözüm”ün “BDP’ye katılmak”tan ya da “destekçilik”ten geçmediğini; yapılması gerekenin “iltihak” değil, programatik temelleri netleştirilmiş ittifak olduğunu; yani Kürtlerin özgürlük mücadelesi ile Türklerin ekmek (emek) savaşımını örtüştürüp; coğrafyamızı neo-liberal faşizmin cehennemine dönüştürmek isteyen gidişata “Dur!” demek olduğunu; Max Horkheimer’ın, “Önceleri tapınılan ulusal topluluk düşüncesi, sonunda sadece terörle ayakta tutulabilir olur. Bu, liberalizmin bir çırpıda faşizme geçme eğilimini ve liberalizmin ideolojik ve siyasal temsilcilerinin de kendi muarızlarıyla uzlaşmaya yatkınlığını açıklamaktadır,”[27] saptaması eşliğinde anımsamalıyız…
“Ya çözüm” mü? O zaman alacak; bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın!
8 Ocak 2009 10:17:43, Ankara.
N O T L A R
[1] 9 Ocak 2010 tarihinde Ankara Özgür Üniversite’de “Açılım Kapanı” başlıklı Konferans’da yapılan konuşma… Demokrasi ve Özgürlük, No:3, Şubat 2010…
[2] Albert Camus.
[3] Nermi Uygur, Yaşama Felsefesi, Denemeler, Ara Yay., 1989, s.76.
[4] Erdal Şen, “Korkakların En Büyük Paranoyası Barıştır”, Zaman, 2 Aralık 2009, s.15.
[5] Muhammed Nureddin, “DTP’nin Kapatılması AKP’nin de Geleceğini Etkileyecek”, Haliç, 19 Aralık 2009.
[6] Muhammed Nureddin, “AKP Reform Dersini Geçemedi”, Haliç, 15 Aralık 2009.
[7] Nuray Mert, “Sancılı Süreç”, Radikal, 15 Aralık 2009, s.10.
[8] Keane John, Şiddetin Uzun Yüzyılı, Çeviren: Bülent Peker, Dost Kitabevi Yay., 1998, s.87.
[9] “İki Kentte Tehlikeli Gerginlik”, Radikal, 4 Ocak 2010, s.9.
[10] Aktaran: Oral Çalışlar, “MHP’li Kürt: ‘Öcalan’la Görüşülebilir’…”, Radikal, 29 Temmuz 2009, s.11.
[11] “Yol Haritasına İhtiyaç Var”, Cumhuriyet, 14 Ağustos 2009, s.4.
[12] Nermi Uygur, Yaşama Felsefesi, Denemeler, Ara Yay., 1989, s.74-75.
[13] “Açılım Gerçekleşirse MHP ve BDP, İşçi Partisi’ne Döner”, Zaman, 4 Ocak 2010, s.11.
[14] Aktaran: Murat Yetkin, “Arınç: Baykal’ın Elini Bile Öperiz”, Radikal, 30 Ağustos 2009, s.10.
[15] “Öcalan: Belediye Başkanlarına Operasyon Provokasyondur”, Süreç, 2-8 Ocak 2010, s.7.
[16] Ayşenur Bahçekapılı, “Başbakan Hayatını Riske Atıyor”, Taraf, 30 Kasım 2009, s.11.
[17] Mısırlı bilge Ptah Hotep’in (MÖ 2414-2375) eserinden; Christian, J.The Wisdom of Ptah-Hotep, Spiritual Treasures from the Age of the Pyramids, Constable, London, 2004.
[18] Namık Durukan, “Mahmur’a Karşılık Kerkük’ü İstedi”, Milliyet, 24 Aralık 2009, s.19.
[19] “Obama’dan Kürtlere Kerkük Vaadi”, Radikal, 24 Aralık 2009, s.15.
[20] Bkz: “ÖDP Çözüm Yolundaki Adımları Destekleyecek”, Radikal, 7 Ağustos 2009, s.10.
[21] Bkz: “DTP’nin Cebindeki Dört Açılım Talebi”, Radikal, 14 Ağustos 2009, s.10.
[22] Günlük, 2 Ocak 2010, s.7.
[23] Demet Güngör, “Avrupa’nın Üniversiteleri Yanıyor”, Radikal İki, 6 Aralık 2009, s.8.
[24] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Partisi Manifestosu, Çev: Levent Kavas, İthaki Yay., 2005, s.111.
[25] Yunan mitolojisine göre, insanlık varlığını Adem ile Havva’ya değil, “Gaia (Yeryüzü) ile “Uranüs (Gökyüzü)”nün çiftleşmesine borçludur… Gaia ile Uranüs müthiş bir şehvetle, durmadan çiftleşir. Bunun sonunda Gaia, sürekli olarak gebe kalır. Uranüs, şehvetli bir erkek olarak, sürekli sevişir ve Gaia’nın üzerinden hiç inmez. Bu çiftleşme sonunda Gaia’nın rahminde çocuklar oluşmaya başlar.
Ama Baba Uranüs, Gaia’nın üzerinden hiç inmediği için, ana rahminde biriken çocuklar bir türlü dışarı çıkamaz. Rahimde hapis kalır. Sonunda ana rahmindeki çocuklardan biri olan Kronos, yani “Zaman tanrısı” eline bir bıçak alır ve babasının fallusunu keser. Acıyla kıvranan baba, geri çekilir ve o anda çocuklar özgür kalıp dışarı çıkarlar. İnsanlık işte Kronos’un bu cesur babaya isyanı sayesinde çoğalır.
[26] Hasan Bülent Kahraman, “Bir Şeyler Olacak Yarın Bir Şeyler...”, Sabah, 29 Mayıs 2009, s.22.
[27] Max Horkheimer, Akıl Tutulması, Çev: Orhan Koçak, Metis Yay., 2005, s.67. |
Yorumlar