Yaratıcılık, varoluştaki en büyük isyandır. Dikkat, dikkat! Duyduk, duymadık demeyin! “Her suçlu bir burjuva her burjuva ...
Yaratıcılık, varoluştaki
en büyük isyandır.
Dikkat, dikkat! Duyduk, duymadık demeyin!
“Her suçlu bir burjuva her burjuva bir suçludur,” diye haykıran komünist B. Brecht’ten “mülhem”; Koç Holding’in himmetiyle sahnelenen 11. İstanbul Bienali huzurlarınızda!
Sanat, artık Koç’un “şefkatli” kollarında ve himayesinde…
Onunla, “Sanat yapılabilir,” diyenler de var; “Sanat yaptığını iddia edenler” de!
Bu ne kepazelik?
Mevlana’nın, “Her kanat denizi aşamaz” uyarısını; ya da Voltaire’in, “Kendisini başkalarının kurtarmasını bekleyen kişiler yalnızca kölelerdir,” sözlerini nasıl unutursunuz?!
Evet, evet bu ne kepazeliktir!?
Kimilerinin “Kızıl Bienal” dediği şey, “sanat”ın yoksullaştırılarak/ yoksunlaştırılmasıdır sermayedarların himayesinde; kapitalist piyasanın sanatı metalaştıran pazarlamacılığında!
Sermayenin İstanbul’daki Bienali’nin kavramsal çerçevesi, Bertolt Brecht’in “Üç Kuruşluk Opera” oyunundaki ünlü şarkısından: “İnsan neyle yaşar?” sorusu üzerine kurulu...
Soru Brecht’e, müziği Kurt Weil’a ait. 80 yıl öncesinin amansız bir kapitalizm eleştirisi... “Mülkiyet”-“Sermaye”-“Karapara”-“Emek”-“Suç”-“Ahlâk”-“Hırsızlık” üzerine eleştirel düşünceyi vurgulayan, sorgulamayı, hesaplaşmayı tetikleyen, bellek kaybını önleyen bir ders...
İşte o derste haykırılan:
“Sayın Baylar, bize hep ders verirsiniz:/ ‘Aman, günah, ayıp, kötü, yanlış.’/ Aç karnına kuru öğüt çekilmez/ Önce doyur beni, ondan sonra konuş./ Sende göbek, bizde ahlâk nedense./ Şimdi bizi iyice dinle bak:/ İster şöyle düşün, ister böyle/ Önce ekmek gelir, arkadan ahlâk./ Artık vermek gerek, unutmayın sakın/ Tüm nimetlerden, payını yoksulların./
İnsan neyle yaşar: Ezip hiç durmadan/ Soyup, dövüp, yiyip yutarak insanları./ Yaşayabilmek için hemen unutmalı/ İnsanlığını unutmalı insan/ Katı gerçek budur, kaçınılmaz./ Kötülük yapmadan yaşanamaz./
Efendiler bize ‘ahlâksız’ dersiniz/ ‘Kötü kadın, utanmaz, fahişe’…/ Aç karnına suçlanmak hiç çekilmez/ Önce doyur beni ondan sonra söyle/ Sende şehvet, bizde edep nedense/ Şimdi bizi iyice dinle bak:/ İster şöyle düşün, ister böyle/ Önce ekmek gelir, ardından ahlâk./ Artık vermek gerek, unutmayın sakın,/ Tüm nimetlerden, payını yoksulların!”
Evet, evet tüm nimetlerden yoksulların payını isteyen bu haykırış/ çığlık; şimdilerde, ve de “sanat adına” Koç’un sponsorluğuna emanet edilmek isteniyor!
Birileri bu postmodern illüzyona/ yalana; “Hayır”, “Olmaz”, “Durdurun bu çirkinliği” demeli!
“Küreselleş(eme)me” dünyasında hayatımız kapitalist yalanın, illüzyonun bombardımanı altında geçiyor.
Her türlü bilgiye istediğimiz anda ulaşma imkânının yeniliğini çoktan geride bıraktık, artık her türlü bilginin bize istediği anda ulaşması söz konusu. Bu bombardımanın içinde nitelikli bilgiyi ayırt etmeye zaman yok. Zihni karmakarışık bir toplum hâline geliyoruz...
Yaşadığımız sözde bilgi bombardımanı içerisinde, her şey gibi bunun üzerine düşünmeye de zaman ayıramıyoruz.
John Berger, ‘Kıymetini Bil Herşeyin’ başlıklı yapıtında, konuya ilişkin olarak şunların altını özenle çiziyor:
“İnsanlar her yerde -çok farklı koşullarda- kendilerine ‘Neredeyiz?’ sorusunu soruyor. Bu coğrafi değil, tarihi bir soru. Neler yaşıyoruz? Nereye sürükleniyoruz? Neler kaybettik? Güvenilir bir gelecek öngörüsü olmaksızın yaşamaya nasıl devam edeceğiz? İnsan ömrünün ötesine uzanan bir tahayyüle sahip olma kabiliyetimizi nasıl yitirdik?”[2]
İnsanın, insan; sanatın, sanat olmaktan çıkartıldığı bir cinnet kesitinde; sermayenin/ piyasalaştırılmanın müdahalesi; insan ve sanatı, insan ve sanat olmaktan çıkartmışken tahayyül ve yaratı, evcilleştirilerek; isyan olmaktan, nisyana tahvil edilmiştir!
İstanbul’daki Bienal denilen soytarılıkla yapılmak istenen de budur…
BİNEAL GÜZELLEMESİ
Kirli ve çirkin, güzellenir mi?
Çıkarı olanlar tarafından “Evet”!
Ancak bu kirlinin “kirini” aklamaz; tıpkı, çirkini de (ne denli makyajlarsa makyajlasın) güzelleştiremeyeceği gibi…
Örneğin 11. Uluslararası İstanbul Bienali Direktörü Bige Örer, “Bienalin dünyamızın güncel sorunlarına dikkat çeken, izleyiciyi yeni sorular sormaya yönelten yaklaşımı var,” diyor; demesine de!
Soru(n)ların ne olduğuna teğet geçiyor; evet, evet teğet geçiyor!
Bakın Zeki Coşkun ne diyor: “Masum bir soru: Bienal’in 12 Eylül günü başlaması rastlantı mıdır? 12 Eylül’ün hiç mi hiç zikredilmemesi rastlantının rastlantısı mıdır?”
Bienali güzelleyenler için bu soru(n) ve benzerleri yanıtsız kalıyor; Koç’un sponsorluğundaki bir “etkin(siz)lik” için bundan daha doğal ne olabilir ki?
Hayır, bunlar böyleyken; birileri kalkıp da, Ümran Bulut gibi, “Bienaller her zaman toplumsal olanın yanındadır,” demesin!
Her genelleme, her zaman kurtarmaz!
Bu sermayenin Bienalidir; bu Bienalde kim, hangi niyetle yer alırsa alsın; böyledir bu!
Hatta; “Bienaller dünyanın her yerinde tartışma konusudur. Herkesi memnun eden bir bienal aramak saçmadır,” diyen Hasan Bülent Kahraman’ın “maruzatı”na karşın böyledir bu!
Biz bu Bienalde, memnuniyeti değil; Bienalin kimin Bienali olduğunu tartışıyoruz; sonra da bunun gölgelenmemesi gerektiğinin altını çiziyoruz!
Nihayet Bienalin sınıfsal karakterini gölgelemek konusunda bir örnek vermek gerekirse; alın size Necmiye Alpay’ın laf salatası:
“11. Bienal’le ilgili olarak sanatın özerkliği sona erdi diye yazanlar oldu sözgelimi. İyi bir tartışma. Ancak, şu soru var: Sanatın özerkliği, sunumun özerkliğiyle mi kaimdi de şimdi yok oldu? Bence öyle değil. Sanatın özerkliği, yapıtın kendi yaratıcısından da özerkliği anlamına gelir.”
Hiç eveleyip, gevelemeyin: “Sanatın özerkliği” değil sadece “bağımsızlığı” da; sermayeden/ meta fetişizminde uzak olduğu ve durabildiği kadar gerçektir; hepsi bu ve bu kadar; değil mi?
Bu arada; sakın ama sakın ola sponsorların “sanatsever veya hayırsever” olduğundan falan da söz etmeyin!
Çünkü Julian Stallabrass’ın ifade ettiği gibi, “Sanat sponsorluğu yapan birçok şirket imaj sorunu yaşar ve kültürel cömertlikle prestijlerini cilalamak isterler. BP’nin Tate Gallery’le uzun süreli ittifakı bunun örneğidir. Benzer şekilde Alman tütün şirketi Reemstma sınırlı sayıda üretilen posterler ve paketler aracılığıyla West sigaraların tanıtmak için Documenta 9 sergisinin sponsorluğunu yapmıştır. Wu (Chin-Tao), ABD’de çok önemli bir sanat sponsoru olan sigara şirketi Philip Morris’in çevirdiği entrikalara ilişkin çarpıcı bir öykü anlatır: Şirket New York’ta sigara yasağı önerisine muhalefet etmiş ve bu yasak kabul edildiği takdirde tüm sanat yardımlarını durduracağı tehdidini savurmuştu ancak tehdit işlemedi... Wu (Chin-Tao) ve Rectanus’un (Mark) işaret ettiği üzere şirketler verdikleri paranın karşılığını misliyle alır. (...) Şirketler sponsorluk üstenmeden önce karşılanması gereken özgül talepler öne sürer. (...) Rectanus’a göre sponsorluk kararını belirleyen temel ölçütler, kültürel etkinliğin şirketin hedef kitlesine uygun ve serginin basında yankı uyandırma olasılığının yüksek olması ve kültürel etkinlikte rol alan birey veya grupların tanıtıma uygun olmasıdır.”[3]
NEYİN (SERMAYENİN) BİENALİ?
Kimse “Neyin Bienali?” (sponsoru) sorusunu gölgelemeye kalkışmasın!
Bu konuda Direnistanbul’un, ‘11. Uluslararası İstanbul Bienali’nin açılışında yaptığı eylem ile dağıttıkları bildiride herkesi ‘Direnal’lerinin bir parçası olmaya çağırması, eşyayı adıyla çağıran cesur bir tavırdır.
3 numaralı Antrepo önünde, ‘Direnal’ bildirisi dağıtan, kendilerine ‘Direnistanbul Kültür Komiserliği’ olarak adlandıran protestocular, ana sponsor Koç Grubu başta olmak üzere, Bienal’e destek veren her kesimi tiye aldılar: İstanbul, ‘İsyanbul’ Eczacıbaşı, ‘Cezacıbaşı’ Turkcell, Ürkcell DHL, DFL (Defolun) olmuştu.
Bildiride “militarizm”, “su kaynaklarının ticarileşmesi”, “kentsel dönüşüm projeleri”, “sağlığı paraya tabi kılan ilaç endüstrisi” eleştiriliyor, sanat bürokratlarına ve tüccarlarına karşı “Zaaart deyin” çağrısı yapılıyordu; özetle bunlar müthiş önemliydi…
Onların; “Biz, sanatın ve yaratıcılığın, fuar ve bienallere sıkıştırıldığını düşünüyoruz. Bu etkinlikler, asıl amacını kaybetti. Tümüyle ticari hâle geldiler. Bizi bu bienalde harekete geçiren en önemli nokta da dünyada ezilenlerin yanında anılan Brecht, Marx gibi bazı isimlerin konu edilmesi. Oysa bienalde sanatçılar büyük sermayeyle buluşuyorlar’ derken, bunu ‘sponsorlu-muhalif’ bir ortam olarak adlandırıyorlar,” diye haykırdıkları gerçek üzerine kafa yorulmalıdır!
Hayır, hayır; her şey bu denli açıkken; Esra Aliçavuşoğlu gibi, “Anti-kapitalist ve anti-küreselleşme hareketlerine çokça yer veren (“Ne”, “Nasıl”, “Kim İçin” sorularının kısaltmasıyla) WHW; kültür endüstrisinin çıkmazlarının, iki yüzlülüklerinin farkındalığında, sistemin dışından konuşmayı yeğliyor. Sorun şu ki, tam da bu sistem içinde yer alan bir bienalin içindeler... Ancak, sistem içinde sisteme karşı konuşan, tavır alan bir bienal bu,” diyen “asılsız mazeretler”e sarılamazsınız!
“Sistem içinde sisteme karşı konuşan, tavır alan” diye bir şey olamaz!
Olamaz çünkü; bunu yaptınız diye Koç Holding’in size sponsor olması için kapitalizmin kapitalizm, burjuvaların da burjuva olmaması gerekir![4]
Meral Tamer’in ifadesiyle, “Bienal’e Koç ivmesi” boylu boyunca orta yerdeyken; yok böyle şey! Çünkü küratöryal ücretler Bienalin toplam 2.050.299 Euroluk bütçesinin yüzde 1.21’ini oluşturuyor.[5] Bunu da WHW cebine indiriyor!
Ahu Antmen’in bile, “11. Bienal’in açılışıyla ilgili tartışmalar daha çok işin sponsorluk boyutuna odaklandı. Sponsorluk meselesi gerçekten de yenilip yutulması zor manzaralar çıkardı karşımıza,” demek zorunda kaldığı tabloda; “WHW kolektifi üyeleri, politika ve ekonominin bu kadar baskın olduğu bir çağda, Bienali bir ‘meta-araç’ olarak düşündüklerini ve sanatın ‘eleştirel düşüncenin yenilmediği bir alan’ olarak kalması gerektiğini söyleseler” de; durumu kurtarmış olmuyorlar; gerçekler ortadayken!
Kaldı ki Koç Holding sponsorluğunda İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 2009’da 11. kez düzenlenen Antrepo No 5’te yapılan Uluslararası İstanbul Bienali’nin açılış törenine aralarında Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Şakir Eczacıbaşı, İKSV Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Asım Kocabıyık, Koç Holding CEO’su Dr. Bülent Bulgurlu, İstanbul Vali Yardımcısı Feyzullah Özcan, Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı’nın da bulunduğu 3 bini aşkın konuk (yani ağırlıklı sanat sevici burjuva) katıldı.
Koç Holding CEO’su Dr. Bülent Bulgurlu, Bienal’e sponsor olmaktan memnuniyet duyduklarını dile getirerek, “Bienal’in İstanbul ve ülkemizin tanıtımında üstlendiği rol çok önemli. Sanat dünyamıza ve sanatçılarımıza yeni ufuklar açıyor,” dedi…
Yine İstanbul Bienali’ne 2016 yılına kadar sponsor olan Koç Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç da konuşmasında, güncel sanatın düşünen, yaratıcı, üretken nesiller yaratmaya yardımcı bir sanat dalı olduğunu belirterek, şunları ekledi:
“İstanbul Bienali dünyadaki sanat etkinlikleri arasında yerini aldı. Bienal sayesinde İstanbul, sanat çevrelerince daha da cazibe merkezi hâline geliyor. Toplumsal gelişmeye katkıda bulunacak çalışmalara destek olmaya özen gösteriyoruz. Toplumsal gelişmişliğin en önemli göstergelerinden biri de sanat. Bienal, güncel sanatın ülkemizdeki gelişiminde çok önemli bir yere sahip...”
Bunlar; bu somut veriler; neyin ne, nasıl ve kimin için olduğunu anlatmıyor mu?
“Yetmez” diyenlere, çarpıcı bir örnek de, “İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKVS) Başkanı Şakir Eczacıbaşı ile bienal sponsoru Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç’u kutluyorum. Demek ki, bu ülkenin üretimi unutmayan büyük patronları, kriz bile olsa toplumsal sorumluluklarını göz ardı etmiyor,” diyen Meliha Okur’un satırlarından…
Dikkat edin Meliha Okur, “büyük patronlar”a teşekkür ediyor!
Kolay mı? Örneğin modern ve çağdaş Türk sanatı müzayedesini düzenleyen Sotheby’s yetkilileri, “İstanbul’un canlı sanat ortamı ve hep popüler olan İstanbul Bienali, sanat piyasasının bu özel bölgesindeki inanılmaz momentumu gösteriyor. Bu etkenler, Türkiye’nin önde gelen sanatçılarından bazılarının önemli yapıtlarını içeren çağdaş Türk sanatı başlangıç müzayedesinin, çağdaş Türk sanatının uluslararası sanat piyasasına çıkmasının ortamını oluşturdu. Sotheby’s Türkiye’yle yakından ilgilenmektedir ve Türk müşterilerinin şirket için ne kadar önemli olduğunun farkındadır,”[6] derlerken; Bienaller ile nelerin önünün açıldığını da hepimize anlatıyorlar…
Bunları “es” geçmek mümkün ve muhtemel mi?!
SORU(N) VE ELEŞTİRİSİ
Bienal Sponsoru Koç Holding adına konuşma yapan Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç’un, “Holding olarak Bienal sponsorluğumuzdan yana büyük memnuniyet duyduğumuzu ve bu işbirliğine karar verdiğimiz gün kadar heyecanlı olduğumuzu ifade etmek isterim,” dediği basın toplantısında konuşan küratör WHW üyeleri Ivet Curlin, Ana Deviç, Natasa Iliç ve Sabina Saboloviç’in açılış konuşması, Mustafa Koç tarafından biraz sıkıntıyla dinlendi!
Bu tabloya ilişkin olarak da Ali Şimşek şu yerli yerine oturan tespiti yapıyordu:
“Gerçekten çok ilginç bir sahneyle karşılaştığımız söylenebilir. Aynı masada sosyalizmin açık propagandası ve sponsor olarak Türkiye’nin en büyük sermaye gruplarından birinin sahibi. Kendisi bir video-art olacak kadar düşündürücüydü doğrusu. Gerçekten sosyalizmin ve kapitalizmin barıştığı bir ‘çok kültürlü’ toplantıda mıydık sahi. Bu konudaki sorumuz da teknik aksaklık mazeret gösterilerek cevaplanmadı doğal olarak. Aslında bu yaşanan görüntü, söz’ün aslında ne kadar rutinleştiğini, bir jeste dönüştüğünü, hiçbir tehdit oluşturmadığının en çarpıcı ve ‘ürpertici’ örneğini de oluşturuyor. Burası gerçekten de güncel sanatın politik önermelerinin ‘sıfır noktası’!”
Evet; “söz’ün rutinleştiğini, bir jeste dönüştüğü, hiçbir tehdit oluşturmadığı” bir kesitte burjuvazi parasıyla “sanat”cılık, “solculuk” oyunu oynuyor ve birileri de buna ortak oluyor! Yapandan çok, yaptıran için yüz kızartıcı bir durum bu!
Kuşku yok; Koç’un ana sponsorluğunda gerçekleştirilen Bienal’in 2009’daki “Marksist söylemleri” kimilerini şaşırttı…
Daha çok, liberal söylemlerin geliştirilmesine alışkın olunan Bienal’in 2007 yılındaki teması “Küresel Savaş Çağında İyimserlik”ti. ABD’nin Irak’ı işgaline tüm dünya tepki gösterir, savaş karşıtı eylemler hız kazanırken Bienal, sanatçılara bu şartlar altında iyimser olmalarını öneriyordu.
Ne olmuştu da bu sene neredeyse muhalefete söz bırakmayacak keskinlikte bir sol söylemle sunulmuştu Bienal?
Gayet basit: “Söz’ün rutinleştiğini, bir jeste dönüştüğü, hiçbir tehdit oluşturmadığı” bir kesitte “eleştiri çalıyordu” sermayenin bienal’i…
Örneğin Necmi Sönmez, Bienalin Marksist ve devrimci bir söylemin ön plana çıkartılmasının bu ideolojiyi evcilleştirmek amacıyla yapıldığının altını çiziyordu; haklıydı…
Kaldı ki, “Bu bienal sanatçıların söylemlerinin sahnesi olmaktan çok seçkinlerin gösteri(ş) alanı olmaya başlıyor! İşleri yörüngesinden saptırma ve sulandırma becerimiz, bienalin üç milyonu aşkın işsiz gencin ortalıkta dolaştığı dönemde çok gerekli olan ‘marksizm /sosyalizm’ üstünden sunulan içeriklerini, bir karnavala dönüştürmeyi başarıyor!” vurgusuyla Beral Madra da ekleyerek, soruyordu:
“Karnaval iyidir, hoştur, ama hakikâtleri örtebilir... Oysa, sanat özellikle günümüzde hakikâtlerin örtülmesini değil, açılmasını istemiyor mu? Sanatçılar öyle ya da böyle bir hakikât peşinde değil mi? Yoksa bana mı öyle geliyor?”
Bienal küratörleri, “Küresel dünyada ortak bir diyalog ve kültür yaratmak için gerekli olduğunu” söylüyorlarken;[7] siz boşverin, “Mustafa Koç’un rahatsız olduğu da gözlerden kaçmadı” türünden tahlillere! Ha, zaten önemli olan Mustafa Koç’un rahatsız olması/ canının sıkılması değil ki… Hepimizin zaman zaman, çoğumuzun zaman zaman canı sıkılıyor; hele ki yaşadığımız günlerde… Ama hiç birimizin “can sıkıntısı” - Mustafa Koç gibi- gazetelere “haber” olmuyor! İşte sponsorluğun gücü bu, burada!
SANAT (/BİNEAL) NE?
Ulaştığımız ufukta, yine “klasik soru(n)lar”a dönmekte yarar var.
Gerçekten de sanat ne, bundan ne anlamalıyız?
Öncelikle “Sanat” konusunda, “Sadece eleştirel gerçeklik yeterli değildir,” der Yılmaz Güney… Bu müthiş önemlidir!
Ayrıca Alman sanatçı Joseph Beuys’a da sorarlar, “Politik eylem için hangi araçlar seçilebilir?”; O da, “Ben sanatı seçtim” yanıtını verir… Bu da müthiş önemlidir!
Bunlarla birlikte, her toplumsal şekillenmenin yarattığı insan tipinin özellikle altını çizen Anatoli Vasilyeviç Lunaçarski, sanatçıların yaşadıkları çağdan ne denli beslendikleri ve sorumlu olduklarına yönelik gerçeklerin altını çizer.
Ama Lunaçarski’nin, bir sanatçının çağından sorumlu olduğuyla ilgili mekanik, slogancı bir yaklaşım sergilediği sanılmasın sakın. Aksine, yaşadığı döneme damgasını vuran her sanatçıyı hangi tür koşulların yarattığıyla birlikte, koşullarıyla ilintili durumları analiz etmiştir.
Ona göre bir eğlendirme aracı olmayan, insanın yaşamla ve gerçeklerle arasındaki ilişkiyi yansıtan sanat, kaynaklandığı en temel bağlamlarda yakalanıp, anlamlanıyor. Bu nedenle de sanatın beslendiği temel dinamikler hiçbir çağda değişmiyor.[8]
Konuya ilişkin bir şey daha: Marksistler, “Sanatın gerçeğini politikada aramak gerekir” demedi. Bugün de kimsenin öyle bir iddiası yok.
Ne var ki, insanın tüketim nesnesine dönüştürüldüğü, her noktasında savaşların sürdüğü, silah harcamaları, yoksulluk ve eğitim sorunlarının diz boyu olduğu bir dünyada sanatın bunlara bir cevap üretmemesi ya da en azından araması da olanaksız.
İşte soru o: Hem bugünün sanatını yapmak, hem sanatın gerçekliğinden ödün vermemek, hem de politik olmak nasıl gerçekleştirilecek?
Bunun yanıt(lar)ı, Yılmaz Güneyile Joseph Beuys’un işaret ettiklerinde saklı!
Bunu unutmadan ilerlersek: “Soğuk Savaş”ın sona ermesinin ardından devreye giren “Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i” (“YDD”), sınır tanımayan bir serbest ticaret rejimini uygulamaya koyarken, sanatı da derinden etkiler.
Bu süreçte, sanat da sanat kurumları da temelden bir dönüşüme uğrar. Müzeler başka kentlerde şubeler açmaya başlar, - Julian Stallabrass haklı olarak bunları mağaza zincirlerine benzetiyor-; şirketlerin logoları ile müzelerin logoları, sanatçıların isimleriyle markaların isimleri yan yana, üst üste dört bir yanı süsler. “Dev sergiler, imajlarını tazelemek isteyen devletlere, kentsel dönüşüm projelerini satmak isteyen yerel yönetimlere aracılık eder. Kimlik, farklılık, melezlik, ‘sınırların aşılması’ gibi temalar etrafında örgütlenen bienaller de, yeni dünya düzeni’nin gösterilerinden biri olmaktan öteye gidemez; diğer sanat kurumları gibi, zamanla şirketlere özgü bir kurumsal yönetim disiplininin, ‘sanat yönetiminin’ etkisine girer.”[9]
Çünkü “çağdaş sanat” denen sanat türü, enstalasyon gibi maliyetli işlere girişmeye başladığından beri, sponsorluğa ve kamu fonlarına bağımlı olmaya daha açık hâle geldi. Bu da, şirketlerin sanata müdahil olması ve müzelerin ticarileşmesinin hızlanması demek elbette. Şirketler, her ne kadar sanata “katkılarını” büyük bir lütuf gibi reklam malzemesi olarak kullanıyorlarsa da, koyduklarının çok daha fazlasını geri aldıkları, verilerle ortaya konuyor. Tabii, bununla da bitmiyor. Şirketler, sponsor olmadan önce etkinliklerle ilgili koşullar öne sürüyor, örneğin basında yankı uyandırmaya uygun olmayan ya da şirketlerin hedef kitlesine hitap etmeyen işlere pek bulaşmıyorlar.
Peki, bizim güncel olarak aklımızda olan sorulara gelelim. Mesela bir banka, neden banka kurmanın banka soymaktan daha vahim olduğunu söyleyen, icraata geçmese de en azından bu fikri yayan bir işe para verir?
Çünkü neo-liberal kapitalizm, “alttakiler”in sanata, sanat ürünlerine erişimini giderek daraltmış, bu alandaki etkinlikleri burjuvazi, şirketler vb. adına temellük etmiştir. Böylelikle, örneğin bienal etkinliklerinin izleyicilerinin (genç, yüksek öğretimli, orta/ orta üst sınıf İstanbullular) gösterilerden “ihtilalci” mesajlar çıkartma olasılığı neredeyse sıfırdır. Dahası salt estetik bir zevki değil, “toplumsal içerikli bir mesaj”ı da tüketiyor olmak, sponsor-küratör-izleyici arasında daha derinlemesine bir “muhabbet” bağına yol açacaktır.
Genel olarak bienaller, sadece çağdaş sanatın içeriğinden dolayı değil bienal adının da “uzak” duruşu dikkate alınırsa, çok halkın katıldığı etkinlikler olmuyor nihayetinde. Bunun bir nedeni var. Hayır, önce ekmek geldiği için değil.
“Bienaller, yerli halktan çok kozmopolit sanat izleyicisine hitap etme eğilimindedir. Her ülkenin önemli kültür ürünlerini küresel piyasaya sürmek için rekabet ettiği uluslararası sanat ya da ticaret fuarlarını model alırlar. Bu rekabetin, ülke pavyonlarında cisimleşen fiziksel formu, pek çok bienalde artık kullanılmıyor olsa da, ulusal rekabet atmosferi zaman zaman varlığını korur. Bunun da ötesinde, bu sergilerin küratörleri olan gezgin uzmanlar, küresel sanat sisteminin ürünleridir.”[10]
Kolay mı? Paul Virilio demiş ki: “Çağdaş sanat; tabii iyi hoş da, ne ile çağdaş?”
Öyle ya, banka kuranlarla da, banka hortumlayanlarla da, bankaya kart borcunu ödeyemeyenlerle de, banka soyanlarla da çağdaş olmak, nasıl bir sanat eder?
Julian Stallabrass’ın altını defalarca özenle çizdiği gibi, 1990’larda sanat dünyasının beğenisine uygun biçimde eğilmiş bükülmüş tüketimi kamçılayan gösteri, üretim ile tüketim arasındaki karşılıklı ilişki konusundaki eleştirel düşünceye baskın çıkıyor.
Söz konusu baskın çıkışın 2000’lerde vardığı nokta, sanatın özgürlüğünün inandırıcılığını ve gücünü giderek kaybetmesi olarak kendisini gösteriyor.
O yüzden yazar içinde yaşadığımız koşullarda, kendilerini sermayeye hizmet etmekten kurtarmaya çalışan, sanat sistemine içkin olan çelişkileri vurgulayan işleri, “açıkça kullanışlı işler” olarak tanımlıyor.
“Özgür sanatı meşrulaştıran özerklikle bağları koparmak, serbest ticaret düzeninin maskelerinden birini indirmektir” diyerek sanatın bir küresel kalkınma modeli olarak serbest ticaret sistemiyle birlikte hareket etmesini önlemenin gereğini savunuyor.
Benjamin Buchloch’a da göre devletin benimsediği kültür modeli şirketleşmiştir, şirketler de estetik deneyimi modaya indirgemeye çalışmaktadırlar. Sanat çoktan yenilmiş midir? Neo-liberalizmin güçlü kollarına teslim olmuş mudur? Ne yapmak gerekmektedir?
Bunun için de “YDD”de bienallerin rolü konusunda Stallabrass, önce Liverpool Bienali’ni giderek yaygınlık kazanan kozmopolitizm sevdasına örnek gösteriyor ve şunları yazıyor:
“Sanat dünyası zaten uzun zamandan beni kozmopolitti ama daha önce gördüğümüz gibi, Soğuk Savaş’ın bitmesi sanat dünyası pratiklerinde ve alışkanlıklarında hatırı sayılır bir değişime neden oldu. Yeni Pazar arayışıyla dünyanın dört bir yanına dağılan iş dünyası yöneticileri gibi, yeni türeyen gezgin küratörler nesli de aynı yolu izlemeye başladı; bir bienalden ya da ulus aşırı etkinlikten diğerine, Sao Paolo’dan Venedik’e, Gwangju’ya, Sidney’e, Kassel ve Havana’ya mekik dokudular...”
Sanat dünyasının genelinde çok olumlu karşılanan bu gelişme, maalesef modernizmin çizgisel, tekil, beyaz ve maskülen ilkelerinin yerini, nihayet çoğul, çeşitli, gökkuşağı renklerinde karmakarışık pratik ve söylemler aldığını göstermiyor. Bilakis bienallerin olağanüstü yaygınlaşmasının altında, yeni müzelerin mantar gibi çoğalmasına, eskilerinin büyütülmesine ya da yeniden inşasına neden olan güçler yatmakta:
“Hükümetler, kentlerin birbiriyle yatırım, şirket yönetim merkezleri ve turizm konularında küresel düzeyde giderek yoğunlaşan bir rekabet içinde olduğunun farkındadır. Bu yarışta en başarılı olan kentler, dinamik bir ekonomiye sahip olmanın yanı sıra çok çeşitli kültür ve spor faaliyetleri de gerçekleştirmek zorundadır. Bienal, dünya kenti olmaya heveslenen- bir kentin sahip olması gereken marifetlerden yalnızca bir tanesidir; belli bir turist kesimini (ki bazıları olağanüstü varlıklıdır) çekmesi ve kenti terk etme ihtimali olan kent sakinlerini eğlendirmesi umulan bir etkinliktir.”
“YDD”de, bu sergiler, yeni ekonomik ve politik güçlerin kültürel düzeyde geliştirilmesinin bir parçası. “Kuşkusuz daha özgül amaçlara da hizmet edebilirler.”
O hâlde?!!!
Burada durup, 11. Uluslararası İstanbul Bienali’ni ayakta alkışlayan sanat sevicilerine soralım: O hâlde?!!
SONUÇ: MÜMKÜN!
“YDD” kaosunun orta yerinde; “Bilmediğini bilmeyen özne”yi yaratan postmodern yabancılaşmasıyla yüzyüzeyken; sermayenin/ kapitalist piyasanın kanlı/ kahredici egemenliği sürdükçe soru(n)lara, “sonuç” yazmak olası değil; en iyi sonuç, “Yeryüzü Aşkın Yüzü Olunca” yazılacak…
Kolay mı ortada, paradoksal görünse de “bildiğini bilmemek”/ “bilmediğini bilmemek” açmazı var boylu boyunca…
Günümüzde “politik” olmak ve “sanat” ne anlama geliyor?
Bugün insanlar neye inanıyorlar (ya da neden hiçbir şeye inanmıyorlar)?
Uğruna savaşım verilecek acil meseleler, neden artık toplumsal dayanışmaya yol açmıyor?
İnsanlar özellikle gençler-neden artık eskisi kadar umutlu ya da öfkeli değiller?
Neden artık kimse dünyayı değiştirmek istemiyor?
Küresel vahşi kapitalizm dünyayı mahvederken seyretmek, yalnızca seyretmek neden artık çoğunlukla tek seçenekmiş gibi görünüyor?
Evet, evet H. Clausen’in, “Öğrenmek pahalıdır ama bilmemek çok daha pahalı,” diye betimlediği postmodern vahşet kesitinde; sermaye/ ve piyasalaştırma ilişkilerine dair her şeyi yeniden sorgulamalı ve sorgulamakla da kalmayıp reddetmeliyiz!
Bu mümkün (ve gerekli)! Çünkü kapitalizm insan(lık)a, “modern” denilen çağın kahredici yalnızlığını, yabancılaşmasını yani sürekli kaygı, hareketsizlik, borç, rekabet içinde çalışma ve yalnızlığını armağan eder!
Örneğin Hodgkinson’a göre,[11] reklamların sürekli sahte özgürlük ve mutluluk vaadiyle sarıp sarmaladığı dünyamızın bir adım ötesine geçebilmek gündelik hayat içinde hiç de zor değil.
“Modern” dedikleri çağ insanı giderek yalnızlığa itmektedir. Paylaşmak yerine tükettikçe mutlu olduğunuz bir bencillik sunmaktadır. Eğlence ve kültür tamamen tüketme ve anlık vakit geçirme üzerine kurulu hâle gelmiştir.
Sanat da, kapitalist kültür endüstrisinin metasına tahvil edilmiştir.
Oysa, ürettiğimiz, yaşama kendimizden bir şeyler kattığımız sürece varız. Sürekli sıkılma hissi bundandır esasında.
Sadece edilgen ve tüketici olarak yer aldığınız bir sistem sizi oyalamak ve ertesi sabah tekrar aynı rutine dönmeniz için çalışır.
Kendimizi özgür kılmak yaşamımızı yeniden üretken ve bağımsız hâle getirmekten geçiyor.
Düşünmeye vakit ayırmaktan. Sanata, itiraza, yaratmaya yani bu dünyayı yaşanır kılmayı yani korku insan(lar)ı bencil ve hareketsiz kılarken; boyun eğmemeyi “olmazsa olmaz”laştırıyor.
İnsanı insan; sanatı sanat olmaktan çıkartan piyasa ilişkileri ağında; onu nihayete erdirecek o güne dek; düşünen aklın karamsarlığı ile çarpan yürekliliğimizin umutlarına sarılmalıyız…
Ya da “Evet karamsarım ama umutsuz değilim… Cesur insanlar kötümserliği umuda çevirebilir,”[12] diyebilmeliyiz…
Bu mümkün… Edebiyatın ustalarında Gabriel Garcia Marquez’e “Karamsar bir insan olduğunuzu söylüyorsunuz ama kitaplarınızda her şey ne kadar kötü olursa olsun hep bir umut var, bu nasıl oluyor?” diye sormuşlar; O da “Dünyanın güzel olacağına inanmıyorum, ama inanmak istiyorum” demiş ya…
Lacan’ın “kendini bilmeyen bilgi” olarak tanımladığı (Zizek’in) bilinçdışı kavramının, ulaşılamayan (bastırılmış) bilgi(sizlik) olduğu yabancılaşma koordinatlarında itirazı ve umudu diri tutmak mümkün…
“Hayatta her şey gibi sanat da bir hizmet ve mücadeledir. Bütün insanlığı daha doğruya, daha iyiye ve daha güzele götürmek için çalışacak, hitap ettiği kimselerde bu doğru, iyi ve güzelin hasretini uyandırmak ve bunlara gidecek yolu işaret etmek isteyecektir” diyen Sabahattin Ali’yi doğrulayarak…[13]
Bu(nlar) mümkün…
Mümkün için sanatın yeniden bağımsız yaratıcılığıyla başkaldırıp, yol açması gerekiyor…
21 Eylül 2009: 13:19:42, Ankara.
N O T L A R
[*] Devrimci Demokrasi, Yıl:8, No:162, 2-16 Ekim 2009.
[1] Osho.
[2] John Berger, Kıymetini Bil her şeyin-Hayata Tutunma ve Direnişe Dair Notlar, Çev: Beril Eyüboğlu, Metis Yay., 2009.
[3] Julian Stallabrass, Sanat A.Ş., Çev: Esin Soğancılar, İletişim Yay., 2009.
[4] Geçerken eleyelim: “Devletin bütün kurumlarının desteklemesi gereken bu bienale Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin katkı payı yüzde 5.” (Doğan Hızlan, “Bienalİstan(bul)”, Hürriyet, 13 Eylül 2009, s.28.)
[5] Mustafa İğrek, “Gayet Politik, Gayet Ekonomik Bir Bienal”, Zaman, 11 Eylül 2009, s.23.
[6] Esra Aliçavuşoğlu, “Türk’ün Piyasayla İmtihanı”, Cumhuriyet, 11 Eylül 2009, s.16.
[7] Kaan Kangal, “… ‘Kapitalizmi Eleştiren’ Bienal Başlıyor”, Evrensel, 11 Eylül 2009, s.12.
[8] Anatoli Vasilyeviç Lunaçarski, Sanat ve Edebiyat Üzerine, Çev: Ülker İnce, Kırmızı Yay., 2009.
[9] Julian Stallabrass, yage, arka kapak.
[10] Julian Stallabrass, yage, s.46-47.
[11] Tom Hodgkinson, Özgürlüğün Manifestosu-Özgür Yaşam Kılavuzu, Çev: Neşe Olcaytu, e Yay., 2009.
[12] Erdem Öztop’un Oya Baydar ile Röportajından: “Evet Karamsarım Ama Umutsuz Değilim”, Cumhuriyet Kitap, No:1021, 10 Eylül 2009, s.4.
[13] Sabahattin Ali aktaran: A’dan Z’ye Sabahattin Ali, Hazırlayan: Sevengül Sönmez, Yapı Kredi Yay., 2008.
|
Yorumlar