“Bunca bilgiden sonra ne bağışlaması?
Düşün ki tarihin aldatıcı yolları,
yapay dehlizleri çoktur, ve
iletir, aldatır fısıldayan aşırı hırslarla,
yönlendirir bizi boş şeylere…”[1]
“Artık olmaz, o - la - maz” denilen, -hem de Obama ham hayalini de yerle yeksan ederek- bir kez daha, Honduras örneğindeki üzere oldu.
“Olan”a gelince…
I. AYRIM: “GENEL”İN VERİLERİ
Fidel Castro, Honduras’taki askeri darbenin başarıya ulaşması hâlinde Latin Amerika’da “darbeler dalgası” yaşanabileceği uyarısı yapıp, bu durumda Latin Amerika’daki ABD eğitimli orduların solcu liderlere karşı benzer hareketlere girişebileceğinin altını çizerek, “Eğer Zelaya makamına geri dönemezse, pek çok Latin Amerika hükümeti darbeler dalgası tehdidi altına girer” dedi.
Noam Chomsky de, ‘Latin Amerika’nın Askerileştirilmesi’ başlıklı yazısında şunlara dikkat çekiyordu: “ABD, Latin Amerika’daki ‘radikal halkçı’ sol iktidarlara karşı mücadele etmek için, sağcı rejimlere verdiği askeri-mali yardımları ve askeri eğitim programlarını hızlandırdı. Sözün kısası, Obama’nın seçim kampanyasını belirleyen slogandaki, ‘inanabileceğin değişim’, ‘barış içinde bir dünya’ya doğru hareketleri kapsamıyor.”
James Petras ise, ‘Obama’nın Latin Amerika Politikası’na daha geniş/ kapsamlı bir değerlendirmeye tabi tutup, şu noktalara dikkat çekmektedir:
“Obama hükümetinin bölgede üçlü bir strateji izlediği görülmektedir: 1) Meksika, Kolombiya ve Peru gibi sağ hükümetlerden destek sağlamak, 2) Brezilya, Arjantin, Şili, Uruguay ve Paraguay gibi “merkez” hükümetler üzerindeki etkisini arttırmak, 3) Küba, Venezüella, Ekvator, Bolivya ve Nikaragua gibi sol hükümetleri izole etmek ve zayıflatmak…
Obama’nın Bush yönetiminden devralıp genişleterek devam ettiği politikaların stratejik alanlarını sıralamak ve özetlemek de mümkündür: 1) Latin Amerika’nın ABD küresel politikası içerisindeki oldukça düşük öncelik sırası; 2) Uyuşturucu konusunda askeri işbirliği; 3) Meksika ve Kolombiya gibi bölgenin en sağcı hükümetleriyle yakın işbirliği; 4) Küba’da ekonomik ambargoya devam; 5) İçerideki korumacı politikalarına karşın serbest piyasa söylemi; 6) Emperyalist genişlemeci politikasının bir aracı olarak IMF’nin pozisyonunu güçlendirmek; 7) Brezilya’da Lula, Arjantin’de Fernandez, Uruguay’da Vasquez ve Şili’de Bachelet gibi “merkezde bulunan hükümetler” ve Venezüella’da Chávez, Bolivya’da Morales, Ekvator’da Correa ve Nikaragua’da Ortega gibi “sol ve ulusalcı merkez-sol” hükümetleri birbirinden ayırmak, ilişkilerini kesmek; 8) Merkez-sol hükümetlerde istikrarı sarsmak için Bolivya’da Sta Cruz, Ekvator’da Guayaquil ve Venezüella’da Maracaibo gibi geleneksel sağcı kanattan beslenen ayrılıkçı bölgesel elit hareketleri desteklemek…[2]
ABD’nin, Latin Amerika’ya tekrar müdahalesinde somutlanan verili gidişatta, bir karşı-devrim odağı olarak Kolombiya’nın rolü/ konumu başattır.
Gerçekten de Fidel Castro’nun da, ABD’nin Kolombiya’yla yaptığı üs anlaşmasıyla, Venezüella’da Chávez’in devrimci hükümetini ortadan kaldırmayı ve ülkedeki petrolün denetimini ele geçirmeyi amaçladığını söylediği tabloda Kolombiya sert eleştiri ve itirazların da boy hedefidir.
Örneğin Ekvador’un başkenti Quito’da 11 Ağustos 2009’da düzenlenen Güney Amerika Ulusları Birliği (UNASUR) zirvesine, bölge ülkelerinin Kolombiya’da ABD’nin askeri varlığını genişletmesine yönelik endişeleri dile getirdiler.
Kolombiya Devlet Başkanı Álvaro Uribe’nin katılmadığı zirvede, Latin Amerika liderleri ABD’nin Kolombiya’da uyuşturucuyla mücadele gerekçesiyle asker sayısını arttırma planını eleştirdi. Venezüella Devlet Başkanı Chávez, ABD’yi bölgede savaş çıkarmaya çalışmakla suçlarken Ekvador Devlet Başkanı Rafael Correa, bölgede tansiyonu hızla arttıran planı “açık bir provokasyon” olarak nitelendirdi.
ABD’nin gerçek stratejisinin, dünya hâkimiyeti olduğunu söyleyen Chávez, Kolombiya’nın Palanque üssünün ABD askeri uçakları tarafından kullanılmasının, ABD’ye Şili’nin güneyine kadar bütün kıta çapında askeri üstünlük sağlayacağına dikkat çekti.
Evet, (Peru destekli) Kolombiya’nın Latin Amerika’daki sol dalgaya karşı saldırgan koçbaşı misyonu ile taltif edildiği ABD müdahalesinde Honduras’taki “önleyici darbe” tesadüf değil, büyük bir planın parçasıdır.
Bu noktada bir liberalin, Mark Weisbrot’un da işaret ettiği üzere, “Honduras krizinin ABD’nin arabuluculuk girişimiyle çözüleceğini beklemek çok fazla iyimserlik olurdu.
ABD’nin, bölgenin geri kalanının isteyip ihtiyaç duyduklarıyla çelişen çok fazla çıkarı var. Birincisi, Honduras’ta ABD askeri üssü var ki bu Orta Amerika’daki tek örnek. Zelaya’nın yürürlüğe koymak istediği anayasa reformu, seçmenlerin topraklarında yabancı askerlerin bulunmasını reddetmesine yol açabilirdi. Her ne kadar siyasi sistem olarak demokrasiyi tercih etse de, demokrasi ile askeri üs arasında bir seçim yapılması gerektiği durumlarda Washington’ın geçmişi iyi değil.” [3]
I.1) “İMPARATOR”UN OBAMASI
“Obama’nın farklı bir Amerikan başkanı olduğuna şüphe yok,” diyen Özdem Sanberk’e aldırmayın; Obama, olsa olsa, sistemin “seçtiği” bir başkan olarak; onu seçen sistemden bağışık değildir ve olamaz da!
“Sistem” dedim; bu konuda Al Capone isimli bir gangster, “Bizim Amerikan sistemimiz, ister Amerikanizm deyin, ister kapitalizm, ne derseniz deyin, her birimize iki elimizle kavrayıp azamî yararı sağlayabileceğimiz büyük bir fırsat sunuyor,” derken; Edward Said de ekler: “Amerikan siyaseti tabii ki derinden çelişkilidir, ama anti-entelektüalizm… ortak damarını oluşturur. Bu, ideolojik anlamda basit, temel, geleneksel, dünyevî ve Amerikan olmayan herşeye karşı derin bir kuşkuyu içermektedir…”
Evet, nihayetinde “siyahların en beyazı” olan O, “İmparator”un Obama’sıdır…
Bu noktada “Obamania”nın hiçbir anlamı ve karşılığı yoktur.
“Neden” mi? Öncelikle “Neden Obama?” sorusunu yanıtlayalım…
Bilindiği üzere Bush dönemi ABD hegemonyası açısından tam bir felaket oldu. ABD’nin rakipsiz ateş gücünün yıkmaya yeterken, yapmaya gelince etkisizliğini, tüm zaaflarını gözler önüne serdi. Dahası, dostlarını kızdırdı, rakiplerini birbirine yakınlaştırdı, ABD’nin liderlik ve kabul ettirme kapasitesi adeta dibe vurdu.
Tam bu konjonktürde, ABD egemen sınıfının, askeri sınai kompleksin yönetici seçkinlerinin, dış politika duayenlerinin Obama’nın arkasına geçmiş olmaları bir rastlantı değil. Obama gibi biri gerekiyordu onlara, özellikle küresel bir mali kriz başlarken: Afrika kökenli, adı dahil, Müslümanlıkla bağları var, çok iyi bir konuşmacı, tüm kişisel siyasi tarihi uzlaşma yaratma, karşıtlarıyla orta yol bulurmuş gibi yaparak ‘yapının’ içine çekme becerisine dayanıyor... Bir hegemonya restorasyonu projesi için adeta “biçilmiş kaftan”dı…
“Obamania” böyle tezgâhlanıp, ambalajlandı…
Yani “Obamania” adlı fantezi oyunun ilk perdesinde, Demokrat Parti’nin, seçimleri siyah, savaş karşıtı, hatta halkçı bir adayla kazanmasını izledik. Artık ırkçılık aşılıyor, ABD günahlarından arınıyor, küresel saygınlığını, liderliğini onarıyordu.
“Obamania”nın II. Perdesi’nde oldukça farklı bir gösteri izliyoruz. Obama’nın, bankalara milyarlarca dolar yardımdan, Afganistan savaşını tırmandıran uygulamalarından sonra halkçılığı, savaş karşıtlığı, Demokrat Parti saflarında dahi sorgulanıyor, “Sağlık Reformu”na ilişkin umutlar sönüyordu; ya da vb’leri, vb’leri…
Burada durup, “Toplumsal yaşam esas olarak pratiğe ilişkindir. Teoriyi mistisizme yönlendiren tüm gizemler akılcı çözümlerini insan pratiğinde ve bu pratiğin anlaşılmasında bulurlar,” gerçeğinin altını özenle çizerek Obama’nın kimi marifetlerine -kısaca- göz atalım:
i) Başkanlık kampanyası sırasında ABD’yi “ırkçı” diye niteleyen eski rahibi Wright’la yollarını ayıran Obama’nın yeni rahibi, İslâm için “hatalı din” tanımlaması yapan Carey Cash oldu…
ii) ABD’nin Kaliforniya eyaletindeki Mojave Ulusal Parkı’nda Birinci Dünya Savaşı’nda ölen askerler anısına dikilmiş haça karşı “hükümetin herhangi bir dini destekleyemeyeceğine” dair anayasa hükmünün ihlâl edildiği gerekçesiyle başlatılan hukuk savaşında, Obama yönetimi “haçın korunması” yönündeki görüş bildirdi…
iii) ABD yaklaşık 21 yıldır iktidarı elinde bulunduran Myanmar’daki cunta ile doğrudan bağlantı kurma kararı aldı. Her fırsatta dünyaya demokrasi ve insan hakları dersi veren ABD’nin, cunta yönetimi ile diplomatik ilişkiye geçeceğini açıklaması tepkiyle karşılandı…
iv) “Guantanamo’yu kapatmıyor, Bush yönetiminin ‘koruyucu tutuklama’ politikasına yeni ‘uzatmalı tutuklama’ başlığı altında devam ediyor, askeri komisyonlarla aynı gemide ve haksız yere tutuklama ile ilgili kanunu reddediyor…”[4]
v) Oysa… ABD Başkanı, işkence fotoğraflarını açıklamaktan vazgeçmişti. Bunun nedenini, Ebu Garib’teki olayları soruşturan tümgeneral itiraf etti: Tecavüz görüntüleri var...
vi) Bunlar yetmezmiş gibi Guantanamo Komutanı David Thomas, yıllardır süren “işkence” iddialarını 20 dakikada yok etmeye çalışır gibi defalarca aynı sözleri söyledi: “Yaptıklarımız gurur verici”…
vii) Nihayet, A. J. Langguth’un anımsattığı üzere, “Obama işkence meselesiyle uğraşırken ve bazı eski yetkililer işkenceyi savunurken hatırlamakta fayda var: ABD Soğuk Savaş’ta diktatörlüklerin Latin Amerika’nın dört bir yanına yayılmasına yol açarken, Amerikan ajanları bu ülkelerde muhaliflere işkence yapılmasına açıkça yardım etti…”[5]
viii) ABD Senatosu, Obama’nın Guantanamo esir kampının kapatılması için istediği finansmanı reddederken, Irak ve Afganistan savaşları için 2009 yılında 91.3 milyar dolar ek bütçe ayrılmasını kabul etti. Senato’daki oturumda ek savaş bütçesi 3’e karşı 86 oyla onaylandı. Senato’da onaylanan ek bütçeyle beraber 2009 yılında Irak ve Afganistan savaşına harcanacak paranın 900 milyar doları aşacağı belirtiliyor... Ayrıca ABD’nin 2009’da 513 milyar dolar olan savunma bütçesi 2010’da 534 milyar dolara çıkacak…
ix) “Kampanyasında ülke içinde işsizliği azaltmaktan Afganistan’da güvenliği sağlamaya dek bir dizi vaatte bulunan Obama hiçbir sözünü yerine getirmedi…”[6]
“İran’ı tehdit eden Obama, nükleer silahları ve yerleşimleriyle hukuku ihlâl eden İsrail’e sesini çıkaramıyor. Yeni başkan sadece bir dekor…”[7]
“Ortadoğu’yu temsilcilere boğmasına rağmen Filistin sorununda somut ilerleme kaydetmeyen Obama Bush gibi vaatlerin ötesine geçemeyecek…”[8]
“İsrail yerleşimleri ve nükleer silahsızlanma konusunda kulağa hoş gelen şeyler söyleyen Obama, iş pratiğe gelince kendisiyle çelişiyor…”[9]
x) Bu kadarı yeter mi? Yetmesine yeter de; “Acaba ‘dünyanın lideri’ Barack Obama’nın dünyayla arasındaki balayı sona mı erdi?” sorusunu dillendiren Saad Muhyu’nun şu saptamalarını da nakletmeden geçmeyelim:
“Yeni damatla pek çok ‘eş’ arasındaki sorunlar balayının bitmek üzere olduğuna işaret ediyor. Kuzey Kore tecride Japonya’nın üzerinden geçen bir füzeyle cevap verdi. Rusya Doğu Avrupa’daki füze kalkanına yönelik vaatlere inanmadı ve Gürcistan sınırına yeni güçler konuşlandırdı. Kendisiyle sıcak biçimde tokalaşan Avrupa Afganistan ve diğer kriz bölgelerine konusunda vaatten başka şey vermeyecek.
İran kendisini ABD yönetimiyle diyaloğa hazırlasa da, Obama’nın güleryüzlü bir Bush olmasından endişelenerek hâlâ dikkatli bir ilişki kuruyor. Chávez ve Küba’ya yönelik açılımlarına rağmen, Fidel Castro Obama’nın sözlerinden memnun olduğunu ancak fiiliyata dökülmesini daha çok istediğini belirtti.
İsrail’de Başbakan Binyamin Netanyahu tarihin en aldatıcı dansına hazırlanıyor. Washington’da Obama’ya, kapsamlı barış çabasına girerek Suriye ve Filistin süreçlerinde müzakere önersini kabul edeceğini ama aslında Filistinliler ve Lübnan’dan başlayıp İran’a kadar savaşları tutuşturma sürecinde faaliyet göstereceği fikrini bildirecek…”[10]
Özetle konuşmayı bile beceremeyenlerin yönettiği ABD emperyalizmi; Isaiah Berlin’in, “Siyasi milliyetçilik kaçınılmaz olarak saldırganlığı doğurur”; [11] V. İ. Lenin’in de, “Emperyalizm dış politikasında yürüttüğü demokrasiye yönelik saldırgan politikasını ayni şekilde gericiliğe varan ölçüde iç politikasında da yürütmektedir. Bu anlamda emperyalizmin, zaten demokrasiye sadece karşı olması değil, aynı zamanda demokrasinin tümüyle toptan inkârı olduğu tartışma götürmezdir,” saptamalarını doğrulayan bir saldırganlık ve emperyalist müdahale aygıtıdır!
Tablo bu; “Nobel ödül”lü Obama da bunun asli parçası…
Bunun Latin Amerika’ya yansımasına gelince, bu konuda şunlara dikkat çekiyor Immanuel Wallerstein: “George W. Bush’un başkanlık dönemi, Latin Amerika’da geçen iki yüzyıl boyunca sol ve merkez sol siyasal partilerinin yaşadığı en büyük seçim başarısına denk gelmişti. Obama’nın başkanlık dönemi ise, Latin Amerika’da sağın intikam anı olma riskini taşıyor.
Bunun sebebi ise aslında aynı şey: ABD gücünün düşüşe geçmesi ve dünya politikasında ABD’nin merkezi rolünün sürüyor olmasının birlikte devam etmesi. ABD hem kendisini dayatmayı beceremiyor hem de bununla beraber herkes tarafından oyun sahasına kendi yanında girmesi bekleniyor.” [12]
I.2) SİNİR UÇLARI
Obama, ABD emperyalizmi için Latin Amerika’da yükselen sol dalgaya yönelik olarak “sağın intikam anı olma” imkânı/ ve tehdididir; üstüne üstlük de ABD hegemonyası açısından çok ama pek çok gereklidir…
Çünkü Dominik’deki ABD karşıtı hareketlenmeden; Kostarika’ya uzanan itiraz ve Uruguay’daki eski Tupamaru gerillası ve ‘Birlik Cephesi’ adayı Jose Mujica seçim başarısı ABD için yaygınlaşan bir tehlikedir…
ABD, buna acilen “Dur” demelidir; çünkü ABD’nin kıtadaki en güvenilir müttefikleri dahi süreçten, El Salvador gibi etkilenmektedir…
El Salvador’da 2009 Mart’ında yapılan seçimlerde ülkenin ilk solcu devlet başkanı seçilen Mauricio Funes 1 Haziran 2009 günü düzenlenen törenle yemin ederek görevine başladı. Eski gazeteci ve gerilla Funes ilk icraatı olarak Küba ile yeniden diplomatik ilişki kurarken ABD ile dost kalmaya devam edeceği sözünü de verdi.
Küba, her zamanki gibi Latin Amerika ve ABD emperyalizmi için kilit önemini korumayı sürdürüyor…
Obama ile değişen bir şey de olmadı; örneğin, Obama’nın işbaşına gelmesi sonrasında da Küba ambargosu sürüyor; Havana’da konser vermek isteyen New York Filarmoni Orkestrası’na geçit verilmedi.
Ancak, ABD ambargosunu işlevsizleştiren önemli bir karar Amerikan Devletleri Örgütü (OAS)’dan geldi: 47 yıl sonra Havana’nın örgüte yeniden katılmasının yolunu açan bir karar alındı.
Lugo, Güney Amerika Ortak Pazarı (MERCOSUR) ve UNASUR üyesi olan tüm ülkelerin Kolombiya topraklarında kurulan ABD askeri üslerine karşı fikir belirtmesi üzerine ABD ile olan söz konusu anlaşmayı bozma kararı aldığını söyledi.
Daniel Ortega’nın Devlet Başkanlığı’ndaki Nikaragua da Paraguay’dan farksız…
Tablo vahim özellikler kazanırken; Obama şahsındaki imkân/ ve tehdit, öncelikle, Latin Amerika’nın sinir uçlarını kaşıyarak, asi kıtadaki dayanışmayı parçalamayı hedeflemektedir.
Mesela Lula’nın Brezilya’sı, tüm “halkçı” retoriğine karşın, -Paul Sweeney’nin, “Gerçek başarı, başarısız olma korkusunu yenmektir,” sözündeki üzere- Obama için bir kalkış noktasıdır; eldeki en önemli kart(lar) ise, “İmparator”un uşaklarıdır!
I.3) “İMPARATOR”UN UŞAKLARI
Isaiah Berlin’in, “Totaliter ülkelerde insanlar soruları cevaplamak yerine, soruların sorulmasını engellemeye çalışır. İnsanların soru sormasını engellemenin bir yolu, onları baskı altında tutmaktır. İnsanların, kuralları veya görüşleri veya kurumları sorgulamalarına izin vermezsiniz; soru sorma alışkanlığının kendisini yıkıcı diye ortadan kaldırırsınız,”[13] deyişiyle örtüşen “İmparator”un doğrudan uşaklarının ilk ve en önemlisi Kolombiya ise, en az onun kadar önemli olan ikincisi de Peru’dur.
I.3.1) KOLOMBİYA
Bir narko-ekomi siyasasının uzantısı olarak Kolombiya, teröristliği ayan beyan ortada olan bir devlettir.
Evet, evet “devlet terörü = Kolombiya”dır…
Örnek mi? ABD’deki Demokrat Kongre üyeleri, Uribe’nin sendika liderlerinin öldürülmesine göz yumduğu açıkladı.
Kolombiya’da 10 gün kalarak araştırma yapan BM Raportörü Philip Alston’a göre Kolombiya ordusu, sivilleri sistematik bir şekilde katlediyor.
Ayrıca Kolombiya Savcılığı’nın, 22 yılda işlenen cinayetler üzerine yayınladığı rapora göre, eski paramiliterler, 22 yılda yaklaşık 21 bin kişiyi öldürdüklerini, 380 çocuğu zorla askere aldıklarını, 132 kişiyi kaçırdıklarını itiraf ettiler.
Savcılığa bağlı Adalet ve Barış birimi başkanı Luis Gonzalez, 2003-2007 arasında af kapsamında tasfiye edilen toplam 31.000 paramiliterin verdiği ifadeler sonucunda 16 Haziran 2009 tarihi itibariyle paramiliterlerin işledikleri yaklaşık 21.000 cinayeti itiraf ettiklerini, bunun bir dehşet olduğunu söyledi.
FARC, işte böylesi bir vahşet ve kokuşmuşluğa karşı sosyalizm ve özgürlük mücadelesi veriyor; sadece Uribe’ye karşı değil; aynı zamanda ABD emperyalizminin bölgesel müdahalesine karşı…
Kolay mı? Kolombiya, 7 askeri üssün ABD tarafından kullanılması için anlaşmaya varıldığını duyurdu.
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, 18 Ağustos 2009 günü Washington’da Kolombiya Dışişleri Bakanı Jaime Bermudez ile görüşmesinden sonra yaptığı açıklamada, anlaşmanın, terörle ve uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadele için ABD’nin Kolombiya üslerini kullanmasına imkân tanıyacağını söyledi.
Dışişleri Bakanlığı, “üzerinde anlaşılan metnin imzalanmadan önce iki ülke hükümetlerince inceleneceğini” belirtti. Kolombiya’nın ABD askerlerini daveti Ekvador ve Venezüella gibi bölge ülkelerinin tepkisini çekiyor.
Özetle ve Nikolas Kozlof’un işaret ettiği gibi, “Uribe’nin ülke topraklarında yedi ABD üssü kurulmasına izin verme kararı, Andlar bölgesinde (Venezüella, Kolombiya, Ekvador, Peru ve Bolivya’yı kapsayan bölge) savaş propagandasını kızıştırdı.”[14]
Bu da Peru’nun “önemi”ni artırdı…
I.3.2) PERU
Latin Amerika’daki bir gericilik kalesi olarak Peru’nun kilit önemi konusunda Heinz Dieterich, özellikle şunların altını çizer:
“Uribe-Bush-Obama ve UNASUR Quito’da hâlâ Andino bölgesinin askeri olarak işgalinin pazarlığını yaparken, Washington Peru’nun askeri işgali noktasında adımlarını çoktan atmıştı bile. Peru Savunma Bakanı Rafael Rey’in sözleriyle bunu ifade ederse: ‘Kuzey Amerikalıların Peru’da uyuşturucu ticareti ile savaşa karşı mücadeledeki işbirliği çok olumludur ancak ne yazık ki şu an stratejik VRAE (Apurimac ve Ene nehirleri vadisi) bölgesinde uyuşturucu ticaretiyle iç içe geçmiş bulunan yıkıcılığa karşı savaşta Kuzey Amerika’nın yardımından söz etmiyoruz.’
Bir devlet memurunun yerel bir radyoya söylediği bu sözler ‘Plan Kolombiya’yı Peru’nun kalbine, Brezilya’nın Amazon bölgesinin çok yakınına ve Bolivya’nın sınırlarına kadar genişletmeyi içeren ‘Washington-Alan García projesi’ni açığa çıkarmakta; Rafael Rey’e göre Washington’un Kolombiya’daki askerî üsleri bölge için bir tehdit ifade etmemektedir. ABD’nin askerî varlığını ve üslerini, 2012’deki Peru seçimleri öncesinde bu bölgede isyancı güçlere karşı büyük bir saldırı için istediğini belirtti.
García-Washington projesinin çifte amacı vardır:
1- Peru kitle hareketinin yükselişinin halkçı bir başkan adayını iktidara taşımaması, bunun yerine oligarşik bir şahsın başkan olması için gereken baskıcı politik/askerî koşulları yaratmak.
2- Monroe’cu askerî yayılmacılığın Cono Sur’a (Arjantin, Şili, Uruguay, Paraguay bölgesi) gelmesini kolaylaştırmak.”[15]
Morales’in, “dünyanın en kötü devlet başkanı” olarak tanımladığı García bu nitelemeyi gerçekten de hak ediyor. Morales kesinlikle haksız değildi! Çünkü sömürgeciliğin isyancı red cephesikarşısında García (ve elbette Uribe) kadar uyumlu bir işbirlikçi bulabilmesi enderdi…
I.4) İSYANCI RED CEPHESİ
Başını Bolivya, Ekvador, Venezüella’un çektiği isyancı red cephesi, “Zalime engel olmayan zulme ortaktır” kararlılığı ve Dolly Patron’un, “Gökkuşağına ulaşmak istiyorsan yağmura katlanmak zorundasın,” sözünde vurguladığı ısrarla “Direnişten İsyana, İsyandan Devrime” yönelen güzergâhta (“sol” lafazanlıklara rağmen![16]) ilerliyorlar.
Örneğin Morales Amerika yerlilerine, “Direnişten isyana, isyandan devrime gidiyoruz: İkinci ve nihai bağımsızlık vakti gelmiştir,” diye haykırırken; Amerikan yerlilerinden de “ilkinden 200 sene sonra Amerika’nın ikinci ve nihai bağımsızlığını kendi elleriyle kazanmalarını” istiyor.
Peru’daki Titicaca gölü kıyısında düzenlenen Amerikan Yerlileri Zirvesine mesaj yollayan Morales, yerli halklarına “kendi kaderlerini kendi ellerine almalarını ve arzu ettikleri dünyayı kendi elleriyle kurmaları” çağrısında bulundu.
Amerikan kıtasının hep sömürüldüğünü hatırlatarak, bir İspanyol atasözündeki üzere, “Unutmak bağışlamaktır” diye haykıran Bolivyalı yerli lider, resmi tarihin Amerika’nın istilasını “Amerika’nın keşfi”, soykırımı ise “fetih” olarak takdim ettiğini belirtti ve “Bugün de zenginliklerimize serbest ticaret anlaşmalarıyla el atmanın adını entegrasyon koydular...” dedi.
Anti-emperyalist duruşuyla ABD’nin Latin Amerika’daki sıkı müttefiki Kolombiya’da mevcut yedi askeri üsse de net tavır koyan Morales, UNASUR toplantısında da şu öneriyi de dillendirdi: “Bu konuda tüm kıtada referandum düzenleyelim.”
“Kamusallaşmaların hızlandığı” kesitte “darbe bekleyen” Ekvador’da, Bolivya’ya benzer bir tutumda ısrar ediyor.
Ekvador’da ABD’nin Manta Üssü’nün resmen kapatılıp, ülkede kalan son 15 ABD askerinin de ülkeden ayrılmasından yani 18 Eylül 2009 tarihinde sonra açıklama yapan Dışişleri Bakanı Fander Falconi, 10 yıldır süren “ABD’ye itaat politikasının” sona erdiğini belirterek, “Latin Amerika ülkeleri her tür baskıya ve boyun eğdirme girişimine karşıdır” dedi.
Ekvador Güvenlik Bakanı Miguel Carvajal da, üssün kapatılmasını ülkenin “bağımsızlığı” açısından zafer olarak nitelendirdi.
Correa, komplonun Honduras’taki darbeyle ve ABD tarafından beslenen uluslararası sağcı oluşumların bölgede değişim sürecini geliştiren hükümetlere karşı başlattıkları saldırıyla bağlantısı olduğunu belirtip, “Uyanık olmalıyız, ‘Yurttaş Devrimi’mizi öldürmeye çalışıyorlar, ancak endişelenmeyin; köpekler havlıyorsa, doğru yolda ilerliyoruz demektir,” dedi.
Kolombiya’ya “rest” çekenlerden birisi de Chávez’in Venezüella’sı…
Görmeyen, bilmeyen yok: Chávez’in Venezüella’sıyla ABD işbirlikçisi Uribe’nin Kolombiya’sı arasında savaş rüzgârları esiyor.
2008 yılında FARC’ın Ekvador’daki kampını basıp Caracas’ı örgüte para ve silah vermekle suçlamasının ardından çıkmış kriz “geçti” derken, ABD’nin uyuşturucuyla mücadele “adına” Kolombiya’da mevcut yedi üssüne yeni asker konuşlandırma planı ve Uribe’nin sınıra asker göndermesi gerilimi tetikledi. Kolombiya askerlerinin Venezüella sınırını geçtiğini öne süren Chávez, bu ülkeye petrol sevkıyatını kesip orduya “çatışmalara hazır olun” talimatı verdi.
10 Ağustos 2009’da Ekvador’da düzenlenen UNASUR zirvesinde, diğer Latin liderleri kıtada savaş rüzgârlarının estiğine dair uyarmanın ahlâki görevi olduğunu söyleyen Chávez, “Bu Latin Amerika’da bir savaşa yol açabilir” dedi.
Chávez’in Venezüella’sı ezilenlerden yana saf bağlayan çıkışları ve uluslararası ilişkileriyle ABD emperyalizme meydan okuyor.
Örneğin Chávez, CNN’de Larry King’in programında, eski ABD Başkanı Bush’un 2002’de ülkesindeki kısa süreli darbe girişiminde tutsak olduğu sırada kendisine suikast düzenlemeye çalıştığını söyledi.
Darbecilerin Bush’tan suikast emri aldığını, ancak bazı askerlerin itirazı nedeniyle ölümden kurtulduğunu anlatan Chávez, ABD’nin hâlâ kendisini devirmek istediğiyle ilgili endişeleri olduğunu belirtti. Chávez, King’in “Hangi ülkenin size zarar vermek istediğini düşünüyorsunuz” sorusu üzerine, ABD’yi kastederek “Tabii ki imparatorluk. Kolombiya’daki 7 ABD üssü Venezüella’ya karşı büyük bir tehdittir” dedi.
Yine Chávez, 20 Eylül 2009 günü halka seslendiği ‘Merhaba Başkan’ programında yaptığı konuşmada, “Bir yanda gülümseyen, kadın haklarından, sosyal güvenlikten, atom bombaları olmayan bir dünyadan bahseden bir Obama, diğer yandaysa Honduras’taki darbenin arkasında olan ve Kolombiya’da 7 tane üs açan emperyalist ülkenin başkanı Obama var.” “O, Andromeda galaksisinde kaybolmuş. Feci bir labirente giriyor. Anlamıyor, iyi niyetli genç bir adam ama biraz daha eğitim görmeli. Honduras’a müdahale istemiyoruz, imparatorluk pençelerini çeksin istiyoruz,” dedi.
II. AYRIM: HONDURAS ÖRNEĞİ
Her şey, “11 Ekim 2008” tarihli bir haberdeki üzere şöyle başladı:
“Orta Amerika ülkesi Honduras’ta parlamento, ABD karşıtı birliğe katılmayı onayladı. ABD’nin Amerikalar İçin Serbest Ticaret Bölgesi (FTAA) girişimine karşı, Venezüella ve Küba’nın çağrısıyla kurulan Latin Amerika için ALBA bloğunun üye sayısı Honduras ile birlikte 6’ya çıktı.
Daha önce Latin Amerika’daki antiemperyalist ve sol iktidarların kurulduğu Bolivya ve Nikaragua ile Karayib ülkesi Dominik Cumhuriyeti ALBA’ya katılmıştı. Oylama yapılırken binlerce Honduraslı parlamento etrafında gösteri yaparak ALBA’ya katılımı destekledi.
Zelaya’nın sağcı olmasına karşın, göstericiler ve parlamentodaki sol muhalefet karara destek verdi. Muhalefetteki Ulusal Parti lideri Antonio Rivera, ‘yoksulların yararına gözüken hiçbir kararın karşısında duramayacaklarını’ söyledi.”
Burası, “kopuş”tu…
Sonra da, Honduras’ın (genel) durumuyla arkası geldi; Carlyle’ın, “Deneyler, en iyi öğretmenlerdir. Yalnız okul masrafları biraz çoktur,” sözündeki üzere…
II.1) HONDURAS’IN (GENEL) DURUMU
Honduras, Orta Amerika’da 7 milyon nüfusa sahip, işsizliğin yüzde 30, enflasyonun yüzde 15 civarında olduğu ve nüfusun büyük bölümünü tarım kesiminde yaşadığı yeni sömürge bir ülkedir.
Ayrıca da, CIA ve ABD ordusunun bölgedeki operasyonları açısından çok önemli bir merkezdir. Ordusunun üst kademesi her zaman ABD’nin ünlü “işkenceci yetiştirme okulunda” eğitilmiş komutanlardan seçilir.
Askeri darbeyle devrilen Zelaya, devlet başkanlığı seçimlerini, 2005 yılında, Liberal Parti’nin adayı olarak iş çevrelerinin desteklediği bir programı savunarak kazandı. Ancak ekonomik koşullar bozulurken yükselmeye başlayan toplumsal muhalefeti yedeğine alabilmek için, giderek ulusalcı, halkçı bir çizgi geliştirmeye başladı. Zelaya, “oligarşiyi” haksız kazanç elde etmekle eleştirdi, asgari ücreti yüzde 60 arttırdı; bölgede ABD’nin serbest ticaret projelerine karşı şekillenen ALBA’ya katıldı.
Bu gelişmeler karşısında Honduras egemen sınıflarının güçlerini bir araya toplamak için kolları sıvadıklarını, CIA kaynaklı, ABD’nin kamu diplomasisi (rejim değişikliği) araçlarından USAID ve National Endowment for Democracy’den finansal destek olarak, Arcadia Foundation gibi karanlık örgütlerin de katkısıyla “Barış ve Demokrasi Hareketi”ni kurduklarını görüyoruz. Zelaya’nın da iktidarda kalabilmek için, ikinci kez seçilmesine olanak sağlayacak bir yasal değişiklik önerisine yönelik bir reform projesini gündeme getirdiğini... Ordunun müdahalesi, bu projenin anayasaya aykırı olduğu gerekçesinden kaynaklandı. ABD’nin başından beri sürecin içinde olduğunu, salt ikircikli tutumundan değil, üst düzey bir diplomatın, “Komutanlarla görüşüyorduk, darbeyi engellemeye çalıştık ama başaramadık” sözlerinden de anlıyoruz.
The Guatemala Times’ın, “Honduras darbesi buzdağının yalnızca tepesidir. Şimdi sırada kim var?” başlıklı başyazısı da bize ABD’nin bölgede ALBA’ya karşı yeni bir inisiyatif başlatmakta olduğunu düşündürüyor...
Evet, Honduras darbesi bir “ilk” olması yanında “test” bağlamlı bir “örnek” de olacaktı; kimi “anlamsız” beklentilere karşın!
II.2) DARBENİN NİTELİĞİ
Gelelim Publius Dvidius Naso’nun, “Öğrenmek güzel şeydir, bir düşmandan bile olsa,” deyişini anımsatan darbenin niteliğine…
Bilindiği üzere Orta Amerika ülkesi Honduras’ta Devlet Başkanı Zelaya, ikinci defa seçilmesini sağlamak amacıyla anayasa değişikliği için referanduma gitmek isteyince, ordu, yüksek mahkeme ve kongreyle karşı karşıya geldi. 2009 Kasım’ında yapılacak seçimlere katılmak için referandum düzenlemek isteyen Zelaya, anayasa değişikliğine karşı çıkan Genelkurmay Başkanı General Romeo Vasquez’i görevden aldı ve Vasquez’in göreve iadesine karar veren yüksek mahkeme kararını da tanımayacağını açıkladı.
Zelaya, referandumu da yasadışı olarak nitelendiren yüksek mahkemenin “sadece güçlülerin ve zenginlerin haklarını savunduğunu ve demokrasi açısından sorun yarattığını” söyledi. Ordu yetkililerinin oy sandıklarını vermeyi reddetmesi üzerine, Zelaya ve destekçileri 25 Haziran 2009 sabahı askeri üsse girerek sandıklara el koymuştu. Kriz nedeniyle Savunma Bakanı ile kara, hava ve deniz kuvvetleri komutanları istifa etti.
Sonrasına gelince… Devlet Başkanı Zelaya, Kongre, yargı ve ordunun ortaklaşa darbesiyle yüzyüze bırakıldı… Böylece de Orta Amerika’da Soğuk Savaş sonrası ilk kez bir askeri darbe gerçekleştirildi… Özetle Honduras’ı darbeye götüren gelişmeler adım adım şöyle gelişti(rildi):
Ocak 2006’da başkanlığa seçilen Zelaya, Chávez’in izinden gidip Anayasa’yı değiştirmeye kalkışınca anayasal kriz çıktı.
Zelaya, tekrar aday olup dört yıl daha başkanlık yapmasını sağlayacak şekilde anayasanın değiştirilmesini “Referanduma götürelim mi, götürmeyeyim mi” diye sorduğu, bağlayıcılığı olmayan, halkın nabzını ölçmeye yarayacağını söylediği bir referandum düzenlemeye kalktı.
Tarihi 28 Haziran 2009’da belirlenen referandum için Yüksek Mahkeme’den yasadışı hükmü, Kongre’den ret kararı çıktı.
Buna rağmen Zelaya, seçimlerin güvenliği ve lojistiğinden sorumlu orduyu referandumdaki görevini yerine getirmeye çağırdı. Ama Genelkurmay Başkanı Romeo Vasquez Velsquez, “Referandum yasadışı ve anayasaya aykırı” diyerek sandıklar, oy pusulaları ve diğer seçim malzemelerini dağıtmayı reddetti.
Zelaya da Velsquez’i görevden alıp Savunma Bakanı Edmundo Orellana’nın istifasını kabul ettiğini açıkladı.
Ancak Yüksek Mahkeme oybirliğiyle Velsquez’i görevine iade ederek restleşmeyi tırmandırırken, başkentte yüzlerce asker yığıldı. Zelaya bir askeri üsse “vatandaş yürüyüşü” düzenleyerek burada bulunan seçim malzemelerine el koymaya çalıştı.
Kongre azil yollarını aradığı Zelaya için ‘akli durumu başkanlığa müsait değil’ kararı çıkarınca, Zelaya kendi partisinden Kongre Başkanı Roberto Micheletti’ye “Beni Kongre değil, halk seçti. Sen değersiz, ikinci sınıf bir Kongre üyesisin. Görevini bana borçlusun” diye seslendi.
Yüksek Mahkeme, Kongre ve genelkurmayın yanı sıra insan hakları ombudsmanının seçmenlere sandığa gitmeyip evde oturmaları, referandumun ne adil ne de güvenliği olduğu çağrısı yaptı.
Sandıklar, oy pusulaları seçim merkezlerine dağıtılırken, referandum günü şafak sökmeden yüzlerce asker Zelaya’yı tutukladı.
Yüksek Mahkeme yasa ve düzeni koruma gerekçesiyle orduya Zelayı’yı devirme talimatı verdiğine dair bir açıklama yayımlayarak şu ifadeleri kullandı: “Anayasayı desteklemekle görevli silahlı kuvvetler yasaları korumak için hareket edip anayasaya karşı hareket edenlere yasaların gereğini uygulamak zorunda kalmıştır.”
Kongre, Zelaya’nın hiç yazmadığını söylediği bir istifa mektubunu onayladığını duyururken, başkanın görevden alınmasını “kötü idare, sürekli olarak anayasa ve yasaları ihlâl, kurumların hüküm ve emirlerine saygısızlıkla” gerekçelendirdi.
Ardından da Zelaya, zorla yurtdışına sürgün edildi; bu duruma yönelik tepkiler karşısında kongre, yargı ve ordu elbirliğiyle devirip sürdükleri Zelaya’nın ülkeye dönme kararına “Tutuklarız” resti çektiler.
Darbe karşısında Fidel Castro, ‘Ya Darbe Ölecek ya da Anayasalar’ (10 Temmuz 2009) başlıklı makalesinde, Honduras’ın yalnızca darbe mağduru bir ülke değil, aynı zamanda ABD’nin işgaline uğramış bir ülke olarak görülmesi gerektiğini söyledi.
Öte yandan Maurice Lemoine’ın anlattığı gibi, “Amerika Devletleri Örgütü’nden Birleşmiş Milletler’e, Avrupa Birliği’nden ABD Başkanı Barack Obama’ya kadar tepkiler hep aynıydı: 28 Haziran’da Kostarika’ya zoraki olarak iltica etmek zorunda kalan Zelaya’yı deviren askeri darbe, yargısız infazla kınandı. ‘Görevine ve halk egemenliğinin kendisine tanıdığı fonksiyonlara derhâl dönmesi’nin altını çizen BM Genel Meclisi başkanı Miguel d’Escoto ‘Uluslararası topluluk tarafında başka hiçbir seçeneğinin kabul edilmesinin mümkün olmadığını,’ belirtti.
Kimi çevreler, 29 Kasım’daki başkanlık seçimleri sırasında yasak olmasına karşın yeni bir manda talebiyle ‘anayasayı ihlâl eden’ eski başkanın meşruiyetini sorgulamaktan yanaydı. Bu bir hata veya yalandı. Devlet başkanı, topladığı dört yüz bin imzaya dayanarak oylama gününde Honduraslıların anayasa yapacak bir milli meclis seçmelerini istedi. 1982 anayasası yeni bir düzene kadar kendini sağlama almıştı.[17] Mevcut anayasa özel maddeler taşıyordu ki, o maddelerden birisi, başkanın yeniden seçilmesini engelliyor ve bu durumun reformla değiştirilmesinin de önüne geçiyordu. Halka giydirilmeye çalışılan çok tuhaf bir deli gömleğiydi bu, öyle ki ‘devletin bütün güçlerinin kaynağı olan egemenliğine’ aitti. Bunlar temel yasaların yeniden yazılmasını gözden geçirmiş olmak anlamına geliyor hâliyle; Yani aslında Zelaya’yı koltuğundan eden, yeniden seçim meselesinin ötesinde...
Gerçekte üç büyük günahı işledi Zelaya: Merkez Sağ’dan gelen (Liberal Parti) birisi olarak ülke üzerinde her zaman hüküm sürmüş olan sosyo-ekonomik elitlerden koptu; maaşlara asgari yüzde 60 zam yaptı; Amerika halkları adına Bolívar Ittifakı’na, ALBA’ya katıldı ve neo-liberalizmle kopuşu göklere çıkaran Bolivya, Küba, Ekvador ve Venezüella cephesinde yer aldı. Kıtasal sağın topyekûn taarruz ettiği bu örgütlenmenin en zayıf halkası da bu cepheydi.
Nisan 2002’de başkan George W. Bush, Chávez’i devirme girişiminde bulunmuştu. Barack Obama ise darbeci Roberto Micheletti’yi yargılamakla işe başladı. Fakat kendisinin ‘Honduras’ın tek başkanı Zelaya’dır,’ şeklinde açıklama yapmasına rağmen dışişleri bakanı Hillary Clinton, golpista’lara Kostarikalı başkan Oscar Arias’ın arabuluculuğunu teklif ederek bir oksijen çadırı sundu. Bu tutum Amerika Devletleri Örgütü’nü oyunun dışında bıraktı. Washington da Zelaya’ya karşı çok büyük baskılar uyguluyor. Pentagon’un Honduras Palmerola’da stratejik olarak değerlendirilen bir askeri üssü var. Buna karşılık Manta (ALBA üyesi Ekvador’da) üssünü kaybedeli çok olmadı. Bu üs, Correa’nın isteği üzerine kapatılmıştı. Eylül 2008’de başkan Bush tarafından atanan büyükelçi Hugo Llorens 2002-2003 yılları arasında Ulusal Güvenlik Konsey’inde üst düzey görevliydi ve sorumluk alanı Venezüella darbesiydi. 28 Haziran’dan önceki günlerde ‘muhalefet liderlerinin ve askeri yöneticilerin’ katıldığı bir toplantıda yer almıştı.[18]
Arias tarafından yapılan ilk öneri, bir ulusal uzlaşma hükümetinin kurulması (yani Zelaya’nın gerçek bir iktidara sahip olmadan başkanlığa dönüşü) geri çevrildi. Aynı öneriyi Micheletti de reddetti, ki bu durum Bayan Clinton’u çileden çıkartmaya yetti. Bakan ona tepsi içinde, galip çıkacağı bir çeşit kriz sunuyordu oysa ki... Washington ikili mi oynuyor? Beyaz Saray ile Dışişleri Bakanlığı-Pentagon ikilisi arasında yoksa bir anlaşmazlık mı var?”[19]
Soru(n)lar ortadaydı; en önemlisiyse tüm yanıtlar ABD (ile Obama’nın) aleyhineydi…
Çünkü Guillermo Almeyra’nın işaret ettiği gibi, “ABD’nin üssünde Honduras Büyükelçisi Lorens’in katılımıyla dikkatle hazırlanan darbe, Chávez ile yakın ilişkide olan komşu ülkelere, bölgedeki tüm ilerici hükümetlere karşı yapılmış bir darbedir.”[20]
Ve en önemlisi de, “Honduras’taki darbeyi ‘başkan anayasayı ihlâl edecekti’ diye haklı çıkarmaya çalışanlar yalan söylüyor. Söz konusu anayasayı 1982’de, iktidarı devretmeye hazırlanan askeri diktatörlüğün himayesinde oligarşi hazırlamıştı. Darbe, iktidar imtiyazlıların elinde kalsın diye yapıldı,”[21] diyen Johann Hari, Álvaro Vargas Liosa[22] ile ‘The Independent’ın[23] yalan ve tezviratlarını alt üst ediyor…
Honduras’taki darbe, halka, halkın taleplerine karşı yapılmıştır!
Darbenin arkasında ABD emperyalizmi, bölge gericiliği, Honduras oligarşisi ve uluslararası tekeller var…
Venezüella merkezli haber sitesi Aporrea’da çıkan bir haber yorumda, darbenin arkasında uluslararası ilaç tekellerinin bulunduğu belirtildi.
Orta Amerika Sosyal Gözlemciliği isimli kuruluş tarafından yapılan açıklamaya göre, Zelaya’nın ALBA’ya girilmesini kabul ettikten sonra ilaç hammaddelerini Avrupa ülkeleri ya da ABD yerine Küba’dan alma kararı “ilaç mafyasını” harekete geçirdi. Bugün Honduras’ta ilaç ihtiyacının yüzde 80’ininden fazlasının ulusalararası ilaç şirketleri tarafından sağlandığı belirtiliyor.
Habere göre Glaxo SmithKline’ın bölgedeki merkezi Panama’da, Pfizer’in Kosta Rika’da, Novartis, Bristol Myer ve Aventis’in merkezleri Guatemala’da bulunuyor. Honduras, 2009 başlarında bu firmalardan yüksek fiyatlı ilaçlar yerine, Küba’dan ilaç almaya karar vermişti. Kuzey Amerika ve Avrupa’nın güçlü ilaç lobileri buna izin vermek istemedi.
Bu da darbeyi tetikleyen unsurlardan oldu…
II.2.1) DARBENİN (OBAMA/ABD) BAĞINTILARI
Darbenin (Obama/ABD) bağıntılarına gelince; bu konuya değinmiş olsak da, şunları eklemek gerek…
Öncelikle Greg Grandin’in ifade ettiği gibi, “Zelaya’nın devrilmesi konusunda Washington karışık mesajlar verdi. OAS ve AB gibi aynı zorlamayla birlikte darbeyi kınamadı ve örneğin darbenin arkasındaki yabancı bankalardaki hesapları dondurmak gibi, yapabileceği baskıyı uygulamayı reddetti.”[24]
Evet, Obama yönetimi, devrik Zelaya’nın koltuğuna geri dönmesi konusunda ülkedeki geçici Micheletti hükümetine baskı yapmak için ülkeye yaptığı 30 milyon dolarlık yardımı kestiğini, “Bu karar, geçici hükümete ülkedeki statükonun sürmesinin kabul edilemez olduğunu gösteren açık bir mesajdır” diyerek açıkladı açıklamasına ama…
“Ama” hakkında Justin Raimondo da şunların altını çiziyordu: “ABD hükümetinin Honduraslılara erdem ve demokrasi hakkında konferans vermeye hakkı yok…
Honduras’ın modern tarihi, sosyopolitik bir sistem olarak militarizme karşı verilen bir savaşın hikâyesidir. O zamandan beri Honduras, erken Meksika ‘imparatorluğundan’ ve kısa ömürlü ‘Orta Amerika Federasyonundan’ ayrı bir parça olarak ortaya çıktı. Honduras ordusu, ülkenin politik yaşamında olduğu kadar ekonomik yaşamı üzerinde de bir tekel oluşturdu; yolsuzluk şahlandı, ülke askeri bir demir yumrukla yönetildi. Honduras’ta olanlar komşularındakilere benzemiyordu.
Ordu ayrıca bölgesel serbest piyasa anlaşmalarıyla tasması çıkarılan ateşli çekişmeden girişimci sınıfı da korudu. 1970’lerde ordunun hegemonyasına toplumun her kesiminden yükselen bir karşı çıkış vardı.
Mevcut Honduras anayasası, Carter döneminin sivil yönetime geçiş yapma baskısı altında yazıldı ve ilan edildi. Ülke on yıllarca General Policarpo Paz García’nın cuntası altında yönetildi; ordu, seçimlere de izin veren kendi demokrasi anlayışını yerleştirdi. Ronald Reagan’ın Beyaz Saray’a çıkmasıyla demokratikleşme baskısı azaldı ve ordu askeri ve ekonomik baskısını artırdı. Askeriyedeki milyonlar generallerin kasalarına aktı ve ülke, ABD’nin bölgedeki gizli eylemleri için bir üs olarak kullanıldı. ABD’nin hedefinde sol Sandinista hareketinin etkisindeki Nikaragua vardı.
Bush döneminde ABD, Venezüella rejimini değiştirmeyi amaçlayan garip bir açık ‘kapalı’ operasyon başlattı. Utanmazca müdahale etme taktiklerine başvurmayı istemeseler de ABD donanması Güney ve Orta Amerika sahillerine indi; hükümetleri devirmek için ‘kadife’ devrimler gibi diğer yollar denendi.”[25]
Yani Honduras’ta darbeyi düzenleyen “ABD’nin has çocukları”!
Tam da bu gerçek ışığında “Honduras’ta devrik hükümetin Dışişleri Bakan Yardımcısı Patricia Vale, ABD yönetimini, darbeye dahil olmakla suçladı.”
BM’deki konuşmasında Pentagon’un Honduras’taki darbeye destek verdiğini savunan Chávez, Obama’nın demokrat mı yoksa darbeci mi olduğunu “Kimsin sen Obama” diye sorguladı.
Haftalık televizyon programı ‘Alo Başkan’da da, Obama’yı, Zelaya’yı deviren darbecilere destek vermekle suçladı.
ABD Başkanı’na “Hareketlerinle sözlerin çelişmesin ve dünyayı kandırma” diye seslenen Chávez, “Obama, Honduras’taki askerlerini çek, darbecilere verdiğin desteği kes, banka hesaplarını dondur, vize taleplerini reddet, böylece bu hükümet hemen düşer” dedi.
Zelaya da, ‘Havana Küba’ radyosuna verdiği demeçte de “ABD’nin Honduras’la ticaret konusunda tedbir almasını bekliyoruz, zira darbe yönetimi ABD’yle ticaret sayesinde ayakta duruyor” dedi.
ABD’nin darbecilere karşı, vizelerin askıya alınması ve mal varlıklarının dondurulması gibi tedbirler aldığını hatırlatan Zelaya, “Ama darbeye son verilmedi. Ticari tedbirlerle darbe rejimine son vermek iki dakikayı bile almaz” diye konuştu.
II.3) DEVLET TERÖRÜNE DİRENİŞ
Honduras’taki darbe deneyi, bir başka açıdan da devlet terörüne karşı müthiş bir direniş örneğidir.
Honduras’taki darbeci terör deyip geçmeyin!
“Darbeciler, güvenlik kuvvetlerine istedikleri kişileri tutuklama emri olmaksızın göz altına alma kararnamesi çıkarttı”; ardından da Zelaya’nın gizlice ülkeye dönmesinden bu yana darbe hükümetinin terör estirdiği ülkede en az iki göstericinin polis tarafından öldürüldüğü açıklandı.
Roberto Micheletti yönetimine karşı 29 Haziran 2009’da sokağa dökülen göstericilerle askerler arasında çıkan çatışmalarda 2 kişinin öldüğü… Telesur televizyonu, Tegucigalpa’daki başkanlık sarayının çevresinde askerlerin göstericileri göz yaşartıcı gazla dağıtmaya çalıştığını, olaylarda yaklaşık 60 kişinin yaralandığını ve onlarca kişinin de gözaltına alındığını duyurdu. Ülkenin 3 büyük sendikası da ülke çapında grev başlatma kararı aldı.
Öte yandan Tegucigalpa’da 12 Ağustos 2009 günü düzenlenen gösteriye polis müdahale etti. Binlerce kişinin katıldığı gösterilerin ikinci gününde, Kongre binası yakınında gerçekleşen olaylarda polis kalabalığı dağıtmak için göz yaşartıcı gaz kullanırken, yaklaşık 100 kişi gözaltına alındı.
Darbecilerin tehditlerine rağmen ülkesine dönüp, Brezilya Büyükelçiliği’ne sığınan Zelaya, darbecilerin sinir sistemini etkileyen zehirli gazlarla kendilerini öldürmeye çalıştığını açıkladı.
Askerlerce kuşatılan elçilik binasına gaz atıldığını kaydeden Zelaya, binada kendisiyle kalanların da gazdan etkilendiğini, bazılarının burnunun kanadığını ve nefes alma zorluğu yaşadığını belirtti. Zelaya, binadan hava örneği alan bir doktorun, komaya ve kalp kirizine yol açan HCN maddesine rastladığını ifade etti.
Brezilya Dışişleri Bakanlığı’ndan adını açıklamayan bir yetkili, elçilik binasında zehirli gaz kullanıldığını doğruladı.
Ancak darbecilerin terörüne karşı Honduras’ta örnek bir direniş sergilendi.
Nihayet en önemlisi: Zelaya’nın binlerce taraftarı asker ve polisle çatışırken eşine az rastlanır bir manzara yaşandı. Tegucigalpa’da makamına gitmeye çalışan Meclis Başkan Yardımcısı Ramon Velazquez, öfkeli Zelaya yanlılarınca tekme tokat dövüldü…
II.4) MANUEL ZELAYA
Kimse inkâr edemez; Zelaya ısrarlı çıktı!
28 Haziran 2009’daki darbe ile sınır dışı edilen Devlet Başkanı Zelaya 25 Temmuz 2009 günü Nikaragua-Honduras sınırının Las Manos bölgesinden ülkesine ayak bastı.
Zelaya, ülke topraklarına girerken binlerce yandaşı tarafından coşkuyla karşılandı. Başında beyaz kovboy şapkasıyla ülkesine “sembolik” bir giriş yapan Zelaya, ordunun ilkelerini ihlâl etmek ve şiddetin tırmanmasına neden olmak istemediğini söyleyerek, ülkesinin topraklarında yarım saatten az kaldıktan sonra tekrar Nikaragua’ya geçti.
Zelaya, Venezüella televizyonu Telesur’a yaptığı açıklamada, “Korkmuyorum ama çıldırmış da değilim” dedi.
Sokağa çıkma yasağına rağmen Zelaya’nın sınır bölgesindeki yandaşları sokaklara dökülerek askerler ve polisle çatıştı. Polis, göstericileri dağıtmak için göz yaşartıcı gaz kullanırken göstericiler, taş atarak polise karşılık verdi. Aynı saatlerde San Pedro Sula şehrindeki darbe hükümeti destekçileri de “Zelaya dönebilir, ama cezaevine” pankartları taşıyarak gösteri yaptı.
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Zelaya’nın Honduras’a girme girişiminin “düşüncesizce” olduğunu söyledi ve demokrasinin yeniden inşa çabalarına katkıda bulunmadığını belirtti. Ordunun ülke yönetimine atadığı Micheletti de Zelaya’nın davranışını “hastalıklı ve aptalca” olarak nitelendirdi.
Bir parantez açıp belirtelim: Clinton’ın tavrı, anlam yüklüdür; göz ardı edilmemelidir…
II.5) ZELAYA’NIN DÖNÜŞÜ
Bir çok denemenin ardından Zelaya’nın 21 Eylül 2009’da ülkesine dönmesi ortalığı karıştırdı. Brezilya elçiliği “Zelaya burada, elçilik binasında” açıklamasını yaptı.
Zelaya ile basın önünde telefon görüşmesi yapan Chávez de “Dostum Mel hayatını tehlikeye atarak dört arkadaşıyla iki gündür dağları taşları aşıp ülkesine döndü” dedi.
Zelaya’nın yerel bir televizyon kanalında “Demokrasinin yeniden tesisi ve diyalog için Honduras’tayım” mesajı vermesinin ardından taraftarları BM binasının önünü doldurdu.
Zelaya’nın sürgüne gönderilişinin 86. gününde ülkeye gizlice girdiği haberlerinin duyulduğu sabah saatlerinde, darbe hükümetinin başkanı Roberto Micheletti, “Zelaya Honduras’ta değil Nikaragua’da bulunuyor” açıklamasını yaparken ordu derhâl sokağa çıkma yasağı ilan etti. Başkent Tegucigalpa’da halk, yasağa karşın kitlesel şekilde sokaklara çıktı ve Brezilya Büyükelçiliği’nin çevresinde toplandı.
Darbeci hükümet Zelaya’nın bulunduğu Brezilya Büyükelçiliği’nin elektriklerini kesti ve büyükelçilik binasına gıda maddesi taşınmasına engel oldu. Brezilya hükümeti ise, darbecileri, büyükelçiliklerine karşı herhangi bir saldırı düzenlememelerine ilişkin uyardı.
Ardından da polisin 23 Eylül 2009 günü Ulusal Direniş Cephesi tarafından Tegucigalpa’da düzenlenen ve 15 bin kişi katıldığı gösteriye müdahalesi sonucu bir kişi öldü, onlarca kişi gözaltına alındı. Ülkenin farklı kentlerinde de Zelaya yanlısı gösteriler düzenlendi.
Zelaya’nın dönmesi üzerine Ulusal Direniş Cephesi tüm halkı Başkanı karşılamaya ve hayatını korumaya davet ederken, darbe hükümeti sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan etti.
Buna rağmen binlerce kişi Zelaya’nın olduğu Brezilya Büyükelçiliği önünde toplandı. Zelaya, burada taraftarlarına seslenerek “Bu andan itibaren kimse bizi buradan çıkaramaz, bu yüzden tutumumuz ya vatan ve iktidarın geri alınması ya da ölümdür” dedi.
Tüm diyalog arayışlarına karşın Zelaya’nın darbeyle devrilmesi sonucu patlak veren krizi çözmek için yapılan görüşmeler sonuçsuz kaldı.
Ancak daha sonra Honduras’ta darbeyle görevinden uzaklaştırılan Zelaya ve darbeyle oluşturulan yeni yönetimin müzakerecileri arasında, Zelaya’nın görevine iadesi olasılığını öngören bir anlaşmaya varıldığı belirtildi.
Darbe sonrası geçici olarak devlet başkanlığına getirilen Micheletti ise, anlaşmanın Zelaya’nın akıbetini Yüksek Mahkeme ve Kongre’ye bıraktığını belirtti. Görev süresi Ocak 2010 sonunda dolan Zelaya, kongreden sürpriz beklemediğini belirtip anlaşmayı “Honduras demokrasisi için zafer” diye sundu.
III. AYRIM: “SONUÇ”
Evet, ABD Obama yönetimiyle birlikte Kolombiya ve Peru üzerinden Latin Amerika’daki sol rejimlere yönelik tehditleri yoğunlaştırırken, Honduras’taki darbe, olabilecekler konusunda meş’um bir işaret veriyor hepimize.
Eric Toussaint, ‘Medyanın Yalanları ve ‘Gözden Kaçırdıkları’…’ başlıklı yazısında altını özenle çizdiği üzere, “Avrupa ve Kuzey Amerika’da önde gelen medya şirketlerinin büyük çoğunluğunun, Ekvador, Bolivya ve Venezüella’da süregelen olaylara karşı takındığı düşmanca tavrı değerlendirmekte fayda var. Öyle ki bu düşmanlık, Honduras’taki hükümet darbesi ve Peru ordusunun Amazon’daki yerli nüfuslara yönelik baskıları karşısında utangaç ve suça iştirak niteliğindeki bir sükûta dönüşmüş durumda”yken; Latin Amerika’nın askerî diktatörlükler çağına ve onları destekleyen oligarşilerin kayıtsız şartsız egemenliğine geri dönmemesinin tek güvencesi, halkların onlara geçit vermeme kararlılığıdır.
Bu nedenledir ki, Latin Amerika’nın sol yönetimleri dikkat ve desteği her zamankinden daha çok gereksiniyor.
Buraya kadar ifade ettiklerimize birkaç not eklemek gerek:
i) Honduras’ta, Zeleya tekrar işbaşına dönse dahi, bu bir son olmayacak; aksine, ABD’nin asi kıtaya (tekrar) müdahalesinin “start”ını teşkil edecek; bu asla unutulmamalı.
ii) Herkes biliyor; iş-ekmek-özgürlük-bağımsızlık vd’leri; yani hemen hemen hepsi, küreselleşme kesitinde devrim sorunudur…
Çünkü “Kapitalizm, serbest rekabetçi döneminde demokrasiye denk, fakat tekelci aşamasıyla birlikte siyasi gericiliğe denk düşer,” der V. İ. Lenin ve ekler: “Genelinde kapitalizm ve özellikle emperyalizm, demokrasiyi bir illüzyona dönüştürürken, ama ayni anda da kitlelerin demokratik hareketliliğini yaratıyor, bir yandan yeni demokratik kurallar düzenlemeler koyuyor, ama diğer yandan da tam demokrasiyi tabiatıyla reddeden emperyalizmle, demokrasi için dalgalanan, daha fazla demokrasi ve özgürlük talep eden ve bunun için savaşan kitleler arasında ki antagonizmayı keskinleştiriyor.”
Hayır; artık emekçilerin, ötekileştirilenlerin, ezilenlerin, mağdur ve madunların ABD’nin “Demokrat” yönetiminin bayraktarlığını yaptığı, sınıf kimliği belirsizleştirilmiş bir “demokrasi”den bekleyebileceği bir şey yoktur; olamaz da…
Kapitalizmin sözünü ettiği “demokrasiyi, sermayenin, halkın yönetimi yalanı üzerinden sürdürülen iktidar biçimlerinden biri” olarak algılamalı; bunu unutmamalıyız!
iii) Bu durum karşısın Kübalı şair José Martí’nin Latin Amerika’nın halkçı kahramanı Simón Bolívar için yazdığı “Bolívar Amerika’nın gökyüzünde,/ mağrur ve kaşlarını çatmış,/ çünkü onun yapmadığı şey,/ hâlâ yapılmayı bekliyor,/ çünkü Bolívar için hâlâ/ Amerika’da yapılacak iş çok” dizeleriyle herkese hâlâ bir şeyler anlatmayı sürdürüyor…
iv) Son söz de yapılması gerekenlere ilişkin: “Bu dünyada en büyük suç, insanların taşıdıklarından kaçmak değilse nedir?” der Albert Camus…
31 Ekim 2009 11:40:28, Ankara.
N O T L A R
[*] Demokrasi ve Özgürlük, No:1, Aralık 2009…
[1] T. S. Eliot.
[2] James Petras, “ABD-Latin Amerika İlişkilerinin Değişen Hattı: 1990-2009”, http: //dissidentvoice.org/2009/05/us-latin-american-relations-in-a-time-of-rising-militarism-protectionism-and-pillage/
[3] Mark Weisbrot, “Latin Amerika İpleri Eline Almalı”, The Guardian, 30 Temmuz 2009.
[4] Justin Raimondo, “Obama’nın Demokratik Otoriterizmi”, Evrensel, 27 Mayıs 2009, s.10.
[5] A. J. Langguth, “ABD İşkenceyle Yeni Tanışmadı”, Los Angeles Times, 3 Mayıs 2009.
[6] Kasim Gafuri, “Obama’nın ‘Evet, Yapabiliriz’ Sloganı Fos Çıktı”, Camecam, 4 Ekim 2009.
[7] Hüseyin El Zavi, “Obama Eski Sahnenin Dekoru”, Haliç, 7 Ekim 2009.
[8] Fayez Reşid, “Obama Bush’tan Farksız”, Şark, 6 Ağustos 2009.
[9] Ahmed Amrabi, “Obama’nın Dediğiyle Yaptığı Arasında Dağlar Kadar Fark Var”, Beyan, 1 Ekim 2009.
[10] Saad Muhyu, “Obama’nın Dünyayla Balayı Bitiyor”, Haliç, 22 Nisan 2009.
[11] Isaiah Berlin’le Konuşmalar, Söyleşi: Ramin Jahanbegloo, Çev: Zeynel Kılınç, Yapı Kredi Yay., 2009, s.109.
[12] Immanuel Wallerstein, “Sağ Geri Geliyor”, Günlük, 21 Temmuz 2009, s.13.
[13] Isaiah Berlin’le Konuşmalar, Söyleşi: Ramin Jahanbegloo, Çev: Zeynel Kılınç, Yapı Kredi Yay., 2009, s.144.
[14] Nikolas Kozlof, “Kolombiyalı Elitler Bolívar Devrimi’nden Korkuyorlar”, Evrensel Hayat, 23 Ağustos 2009, s.10.
[15] Heinz Dieterich, “ABD, ‘Arka Bahçe’sini Arıyor”, Birgün Pazar, 20 Eylül 2009, s.2.
[16] “Gerçek inisiyatif sokaklardan Evo Morales’e, hükümete geçince, gücünü kaybetti. Soluklaştı. Ürkek, şaşın Evo Morales hükümeti, sınıf savaşımını karşılıklı icazet ve nezaket olarak algıladığından ellerinde yasaları, sözde hükümet güçleri, hakkı ve hukukuyla komik bir mazluma dönüştü” (Metin Yeğin, “Latin Solu’nun Çomağı”, 78 Tükenmez, No:8, Mayıs-Haziran 2009, s.37.)
[17] Le Monde.fr’nin ileri sürdüğü tez (29 Haziran), El Pais (Madrid, 29 Haziran), Liberation (Paris, 30 Haziran), ve The Economist (Londres, 2 Temmuz) tarafından da desteklendi.
[18] Anayasa’nın 2. Madde’si.
[19] Maurice Lemoine, “Darbe”, Le Monde Diplomatique Türkiye, No:7, 15 Ağustos-15 Eylül 2009, s.1.
[20] Guillermo Almeyra, “Honduras, Clintonvari Yumuşak Diktatörlük”, La Jornada, 2 Ağustos 2009.
[21] Johann Hari, “11 Eylül Latinlerin Peşini Bırakmıyor”, The Independent, 3 Temmuz 2009.
[22] “Latin Amerika’nın dolambaçlı cumhuriyet tarihindeki darbelerden farklı olarak, Honduras’ın devrilen başkanı yaşananların sorumlusu. Anayasayı delerek iktidar süresini uzatma hırsına kapılan Zelaya’yı durdurmak için işletilen süreç yasaldı, fakat iyi yönetilmeyince darbe olup çıktı.” (Álvaro Vargas Liosa, “Honduras Yasal Süreci Yanlış Yönetti”, The Washington Post, 1 Haziran 2009.)
[23] “Gelişmekte olan demokrasilerde bu sık rastlanan bir durum hâline geliyor: Seçilmiş bir lider görevde belli bir süre sınırıyla yüz yüze geliyor, ülkenin o olmadan yapamayacağına karar veriyor ve iktidarı elinde tutmak için şüpheli önlemlere başvuruyor. Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chávez de şubatta anayasayı değiştiren ve görev süresi sınırlarını ortadan kaldıran bir referandumu kazandı. Şimdi 2030 sonrasına uzanan bir iktidardan söz ediyor. İktidarı devretmeyi reddeden seçilmiş liderler aşağı Sahra Afrikası’nın on yıllardır belası…
Honduras örneği özgür seçimlerin, ancak kendine güvenli bir parlamento, bağımsız yargı, özgür medya ve tarafsız seçim denetçileri de varsa bir manası olduğunun altını çiziyor. Bir demokrasinin sağlıklı olup olmadığını gösteren asıl sınav seçim değil. İktidarın barışçı şekilde el değiştirmesinin mümkün olup olmadığı. (“Seçilmiş Lider Diktatörlük Taslarsa...”, The Independent, 30 Haziran 2009.)
[24] Greg Grandin, “Zelaya’nın Brezilya Satrancı”, Evrensel, 30 Eylül 2009, s.10.
[25] Justin Raimondo, “Honduras’ın Tarihi Uğrakları”, Evrensel, 3 Temmuz 2009, s.10.
|
Yorumlar