“ Objektifiz ama tarafsız değiliz. Tarafsız olmak korkaklıktır. Çünkü insan doğru ve yanlış arasında tarafsız olamaz.” [1] “Demo...
“Objektifiz ama tarafsız değiliz.
Tarafsız olmak korkaklıktır.
Çünkü insan doğru ve
yanlış arasında tarafsız olamaz.”[1]
“Demokratik Açılım” diye başlatılan şey doğal seyrinde “Milli Birlik Projesi” yüzüyle karşımıza çıkarken; Şahan Dicle’nin, “Paradigmal değişim mi, sistemi restore etme çabası mı?”[2] sorusuyla doğrulayan özelliklerle biçimlenmiştir…
Bu da gidişatın “Açılımın Açmazları” terimiyle betimlenmesine haklılık kazandırmaktadır!
Sadece konuya ilişkin yaşananlardan -gelişigüzel- bazılarını hatırlamak bile, bu meselenin AKP (ve kimi egemen çevreler) için bir paradigma değişimine değil, restorasyon girişimine denk düştüğünü gösterir.
Örneğin “Bugün Meclis açılım tartışıyor ama salt 1979’da dönemin Bayındırlık Bakanı Şerafettin Elçi’nin, ‘Ben Kürdüm. Türkiye’de Kürtler var’ dediği için 27 ay hapis yatmış” olması bile; samimi bir açılımın ilk adımının “özür dilemek” olduğunu vurgular.
SORU(N) VE ÖZÜ NE?
Verili koordinatlarda, yani şu aşamada soru(n), “umut-umutsuzluk” dikotomisinde ele alınamaz…
Yani “Evet iyimser olmak, iyiyi dilemek gerekir. Ama maalesef kalıcı bir barış için gereken şartlardan da uzaklaşıldığını görüyorum, üzülüyorum,” diyen İsmet Berkan öznesiz bir çerçevede “neyin ne” olduğunu perdelerken; “Soru(n) ve özü nenin?” yanıtını gölgeler…
Kaçınılması gereken tam da budur…
Anımsayın, anımsatın!
“Cumhuriyet”, zora yaslanmış Türkçü bir ulus-devlet yaratma projesiydi. Tarihi bir zorbalık üzerinde yükseldi.
Bilindiği üzere Türkiye’nin modernleşme tarihi, özellikle son 200 yılda yoğunluk kazandı. Askerin, ulemanın ve bürokrasinin Osmanlı’nın dağılmasını engellemek amacıyla başlattığı modernleşme girişimi, Temmuz 1908’deki İkinci Meşrutiyet müdahalesiyle bir sıçrama yaptı. Bu sıçramayı 31 Mart 1909 ayaklanmasına karşı yürütülen temizlik harekâtı izledi.
Cumhuriyet’in kuruluşu, bu askeri müdahale sürecinin devamıydı. İttihat ve Terakki’nin önderliğinde başlatılan egemen-milliyetçi yapılanma Cumhuriyet döneminde ulus-devlet formülüyle ivme kazandı. Türk ulus devleti milliyetçi bir ideolojiyle biçimlenirken, orduyu itici güç olarak kullandı.
“Cumhuriyet”, gayrimüslimlerle birlikte; Kürtler başta olmak üzere, memleketin Türk olmayan Müslümanlarını Türkleştirmek için kuruluşundan bugüne, elinden geleni ardına koymadı. Arzulanan ve gerçekleşen arasındaki mesafe epey büyükse de, asimilasyon Cumhuriyetin Kürt meselesinde takip ettiği en sistematik siyaset oldu.
“Cumhuriyet” dönemi boyunca süren Kürtleri asimile etme projeleri, “tek ulus/tek devlet” formülünün temel taşları arasındaydı. “İnkâr” ve “imha” Kürtler konusundaki temel yöntemdi. Tabii, gayrimüslimler de “millileştirme” hedefinden ve benzer yöntemlerden nasiplerini aldılar.
1942 yılında çıkarılan ve azınlıkları sürgüne gönderen Varlık Vergisi Kanunu yoluyla gayrimüslimler mülksüzleştirildiler. Ya da sermaye Türkleştirildi!
6-7 Eylül 1955 saldırganlığının arkasında, elbette, İttihat ve Terakki artığı, etnik temizleme hedefi yatıyordu ki, bunların tümü, Onur Öymen’in “Dersim konusundaki tutumu kadar doğal”dı…
Çünkü sözünü ettiğim “gelenek”, ta 1923 yılında, “Bu memleket tarihte Türk’tü; bugün Türk’tür ve Türk kalacaktır,” diyen Mustafa Kemal’le, Kemalizm ile doğrudan ilintilidir… Ya da başka deyişle Kemalizm, İttihat ve Terakki’nin Türkleştirme politikasını devralmıştır…
“MİLLİYETÇİLİK”İN KAPSAMA ALANI
“Milliyetçilik” deyip geçmeyin; o, Türk(iye) toplumunun ve siyaset(sizliğ)inin ideolojik harcıdır. Yani Ahmet Oktay’ın ifadesiyle, “Milliyetçilik, dünyadaki en tehlikeli görüşlerin toplamıdır.”
Bu öylesine bir “harç” ya da “toplam”dır ki, Kürt meselesinde, “ulusal solcu” Orhan Bursalı’dan,[3] “İslâmcı” Numan Kurtulmuş’a[4] veya SİP/ “TKP”ye[5] hemen herkesi aynı eksende hizalar!
Bunun nedenini de, “Kendini beğenmişlik, kibir ve bencillik yurtseverliğin özüdür… Yurtseverlik yerküremizin, her biri demir bir kapıyla çevrili küçük noktalara bölünmüş olduğunu varsayar. Belirli bir noktada doğma şansına sahip olanlar, kendilerini diğer noktalarda yaşayanlardan daha iyi, daha soylu, daha büyük, daha zeki sayarlar. Bu nedenledir ki, o seçilmiş noktada yaşayan herkesin görevi, üstünlüğünü diğerlerine dayatabilme uğruna savaşmak, öldürmek ve ölmektir,” sözleriyle açıklar Emma Goldman…
O hâlde milliyetçikle/ resmi ideolojiyle hesaplaşma ekseninde ele alınması gereken bir açılım tartışmasında, geri adım sorunu, çözümsüzlüğe mahkûm ederki, verili durumda da olan budur zaten.
MESELE NASIL TANIMLANMALI?
O hâlde şimdi, burada durup, “Kürt Sorunu” dediğimiz meselenin nasıl tanımlanması gerektiğini, nasıl tanımladığımızı konuşmalıyız.
Öncelikle “Kürt sorunu, bir ulusun içindeki diğer bir ulusun kendi ulusal egemenliğine sahip olabilmesi ve bu egemenliği diğer ulusla nasıl paylaşacağı meselesidir,”[6] diye sunulsa da, bu değildir!
Veya Şükrü Küçükşahin’in altını özenle çizdiği “Kürtçe bireysel hak”lar mı? Elbette yetmez!
Kürt meselesi, “alt-üst” hiyerarşisinde açıklanması mümkün olmayan bir kolektif haklar sorunudur ve ulusaldır. Ve tabii, Ulusların Kaderini Tayin Hakkı çerçevesine yerleştirir.
Yani soru(n), ne ilkesel ne de güncel düzlemde, ne sadece insan hakları paketleriyle ne de muhatapsız düzen içi düzenlemelerle çözülecek gibi değildir.
Şimdiye dek sömürgeci devletin kolayına kaçıp, bastırdıkça, susturdukça yok saydığı soru(n), bugün postmodern siyasetin sihirli değneği addedilen “insan hakları”/ “demokratikleşme” illüzyonlarıyla hasıraltı edilemez, yatıştırılamaz… Bu türden haklar, “AB’ye uyum süreci”nin[7] “demokratikleşme” çerçevesine sığmaz, sığamaz…
“Tekrar etmek isterim, Kürt meselesi, demokratikleşme ile falan çözülecek safhayı geçti. Her şeyden önce, Kürtler artık sadece, bireysel insan hakları talep etmiyor, en hafif deyimle, ‘kolektif hak’ talepleri söz konusu.”[8]
Bu nedenle her şeyi açık açık, “sınırlara”/ “kırmızı çizgiler”e itibar etmeden tartışmalıyız!
Evet, evet her şeyi… Tıpkı “Federasyon ve benzeri konuları daha açık konuşalım ki, bazılarımızın rüyası hepimizin kâbusu olmasın,” diyen Nuray Mert gibi…
AKP (POLİTİKASI)
AKP patentli “açılım” açmazlardan malûl bir düzen içi düzenleme girişimi olması yanında; PKK’yi tasfiye amaçlı bir operasyondur…
Bu konunun asli temelini inkâr ederek, meselenin etrafından dolaşmak, AKP’nin ilan ettiği “açılım” marifetiyle “Kürt Sorunu”nu manipüle etmenin önemli bir yöntemidir.
Gerçekten de ortada Seyfi Öngider’in ifadesiyle, “PKK’nin tasfiyesine yönelik devletin yeni bir hamlesi var!” Hepsi o kadar!
AKP’ye göre “Türkiye’de ulusal bağlamlı bir Kürt sorunu yok; Kürtlerin bireysel sorunları var”!
Bu sorunlar için ise, “Bireysel hakların geliştirilmesi ve “milli birlik”in güçlendirilmesi gerekir!”
Örneğin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, “İmralı’nın görüşlerinin dikkate alınması” ya da DTP’nin muhatap kabul edilmesi seçeneğini kesinlikle devre dışı bırakıp, “Konunun görüşüleceği zemin bellidir, MGK’dır, Bakanlar Kurulu’dur. Bu konuda kimse başka bir zemin aramasın” derken; AKP politikalarının ne anlama gelip, neyi hedeflediğini de bütünüyle ortaya koymaktadır…
Gerçekten de Okan Müderrisoğlu’nun, “Davutoğlu, İmralı’ya kırmızı Erbil’e yeşil ışık yaktı,” formülasyonu; veya Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi işler danışmanı Yalçın Akdoğan’ın, “DTP’nin açılım sürecini Öcalan’ı kurtarmaya, PKK’yı meşrulaştırmaya indirgemesi stratejik bir hata olduğu gibi, verilen mücadelenin mahiyetini ortaya koyması açısından da çok manidardır. DTP’nin içler açısı söylemleri süreci zehirliyor” vurgusu AKP politikalarının niyet ve mahiyetini yeterince aydınlatan verilerdir…
Kaldı ki AKP içinde de ciddi bir şöven tutuculuk direnci söz konusudur. Örneğin yürütülen çalışmaların yöntemine ilişkin endişelerini dile getiren AKP Kırıkkale Milletvekili Vahit Erdem, “Basına gazetelere yansıyan süreç ve gidişi, adeta ayrıştırıcı mahiyet taşıyor. Birleştiricilikten ziyade bir Kürt milliyetçiliği oluşturuluyor. Terörle ilgisi olmayan normal vatandaş bile tahrik oluyor adeta” derken; bu “kaygıları” okşayan Başbakan Erdoğan da, DTP’lere “Arzu etmeyiz ama bu işi tamamen sil baştan yaparız” tehdidini yükseltiyor.
İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a gelince, o da “açılım” çalışmaları çerçevesinde şehit ailelerini dinledikten sonra “Askerimizi, polisimizi vuranların affedilmesi kesinlikle kabul edilemez. Bu açılıma destek veren partileri de desteklemeyeceğimizi buradan bir kez daha ilan ediyoruz. Bu süreçte onların hassasiyetleri bizim hassasiyetlerimizdir” diyor!
Toparlarsak AKP politikası sadece Kürt meselesinde değil, genel olarak bir demokrasi sürecine temel teşkil edecek bir zihniyet dünyası yaratmış değildir; bu da onun doğasından kaynaklanmaktadır…
SAMİMİYETSİZLİK (VE BAĞINTILAR)
Bir şeyi daha belirtmekte yarar var; AKP politikasını belirleyen diğer özellik de “samimiyetsizlik”tir!
Tıpkı Suriyeli Kürt yazar Hoşeng Ose’in, “Kürt sorununu güvenlik penceresinden görmeye devam ederek ‘açılım’ı içişleri bakanına devreden Erdoğan, sosyal adalet sözünden dönmüş oldu. Bazı Türk aydınlarsa, Türkiye tarihine büyük katkısı olan Kürtlerden sanki yeni keşfettikleri bir arkeolojik esermiş gibi söz ediyor,”[9] saptamasında vurguladığı üzere…
Bu kadar da değil; “açılım” denilen şey, AKP’nin politik hamleleri için de kullandığı bir “koz”dur.
Örneğin bu konuda Murat Yetkin, “Ergenekon soruşturması, bugün Kürt sorununun açılması önünde çıkabilecek muhtemel engelleri önleyici rol oynamış mıdır?” sorusu yanıtını ararken; Cüneyt Özdemir de, Ergenekon konusundaki “istihbarat savaşları”na dikkat çekiyor.
Geçerken bir not düşeyim; Ergenekon ile “mücadele” ederken; kendi “derin (denilen) devleti”ni ve keyfi adaletsizliğini de örgütleyen AKP Başbakanı Erdoğan, “Önceki iktidarları Ergenekon’u korumak ve sümenaltı etmekle suçlasa” da, AKP Adana Milletvekili Dengir Mir Mehmet Fırat, bir subayın ‘İrticayla Mücadele Planı ihbarına çok benzeyen bir mektubun beş-altı yıl önce kendisine geldiğini açıklayıp, “Başbakan’a söyledim, pek önemsemedi” derken altını çizdiğimiz samimiyetsizliğin ne anlam taşıdığını da gözler önüne sermektedir!
Demek ki, Başbakan için “darbe girişimleri”, “demokrasiye yönelik tehditler”, “cunta oluşumları” vb. değil; bunların gündeme getirileceği kritik zamanlamadır önemli olan!
ABD MÜDAHALESİ
AKP’nin “açılım” dediği şeyin, ABD İmparatorluğu’nun Ortadoğu politikalarıyla bağıntılı olduğu da herkesin bilgisi dahilindedir.
ABD’nin borsa ve finansal çevrelerinin gazetesi ‘Wall Street Journal’de “Türk-Kürt Barışı İçin Şans” başlığıyla yayımlanan makalede Türkiye’nin Kürt sorununun çözümü için ABD’nin devreye girmesi gereği savunuldu.
Konuya ilişkin olarak Henri Barkey de, “Ortadoğu’da dış politika başarısı arayışında olan Obama işe PKK’dan başlayabilir. ABD hem Türkiye hem de Kürtlerle iyi ilişkileri sayesinde PKK’nın silah bırakmasına yardım edebilir; PKK silahını Washington’a teslim edebilir, ABD de karşılığında Türkiye’ye teminat sunabilir,”[10] derken; ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Avrupa ve Avrasya’dan sorumlu müsteşarı Matt Bryza Kürt meselesinin “çözümü” konusunda şunları ekliyor:
“Türk arkadaşlarımdan bazen ‘Türk olmak ne demek’ diye sorular duyduğum oluyor. Pek çok etnik kökenin birleşmesinden bugün Türk tanımı ortaya çıkıyor. En ideal çözüm Kürtlerin düşünülmesi ve kendilerini yüzde yüz Türk vatandaşı olarak hissetmelerinin sağlanması. Bunun için ekonomik kalkınma, Kürtlerde entegre olmak için arzu, Türklerde ise onları kabul edecek hoşgörü ve elbette ki PKK terörü ve Kürt bölücüğü sorununun çözülmesi gerekiyor. Denklemin iki tarafı da aynı anda ilerlemeli. Kürtler kendilerini bütünüyle entegre hissettikçe ve Güneydoğu’ya refah geldikçe PKK terörü giderek ortadan kaybolacak.”
Buraya dikkat, ABD yetkilisi doğrudan PKK’nin tasfiyesinden söz ederken; “haklar”dan tam da bu tasfiye için söz etmektedir!
İyi de “haklar” ne mi? Yine Henry Barkey, “Kürt sorununda çözümün anahatları belli: Vatandaşlık tanımını daha kapsayıcı kılmak, kültürel reform ve bir miktar ademi merkeziyetçilik,”ten[11] söz ediyor!
Bunlar bütünüyle “bireysel hakları” aşmayan; “kolektif haklar”a ise asla kapı açmayan düzen içi düzenlemeler; evet, evet hepsi bu ve bu kadar!
Elbette ABD patentli “açılım”ın bir de, spekülatif özellikler taşısa da, bölgesel “senaryolar”ı söz konusudur!
‘Uluslararası Kriz Grubu’na göre Kürtler ABD’nin çekilmesi ile oluşacak çatışma ortamında Türkiye’ye katılmayı tercih ediyor. Barzani’nin kalem müdürü de “Türkiye’nin koruması ile rahat ederiz” dedi
‘Uluslararası Kriz Grubu’, 9 Temmuz 2009’da yayımladığı Irak ve Kürtler raporunda, Irak’ta Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve federal hükümet arasında giderek artan çatışma ortamına dikkat çekilip, şöyle denildi: “Bir yılda artan yıkıcı siyasi çatışma ortamında, Kuzey Iraklı Kürt liderler, ‘Kürt bölgesinin’ Türkiye’ye ‘yeni Musul’ olarak katılmasını tercih ediyor.”
Aynı konuda Cengiz Çandar da şunları ekliyor: “Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetimin adı açıklanmayan bir yetkilisi, “Bağımsız olmak hakkımız, fakat bu olmazsa ben Türkiye ile olmayı Irak’la birlikteliğe tercih ederim. Çünkü Irak demokratik değil” diyerek, tek çıkış yolunun bölgenin ‘Musul vilayeti’ adıyla Türkiye’ye, Türkiye’nin de kendi içindeki Kürtlerin durumuna çözüm olarak AB’ye katılması olduğunu ifade etti.”
GÜNEY (KUZEY IRAK) FAKTÖRÜ
Önce bir şeyin altını çizelim: Irak Kürdistanı’ndaki “jeolojik tahminler”e göre petrol ve doğalgaz rezervleri şöyle:
Petrol- 45 milyar varil; Doğalgaz- “6000” milyar metreküp civarında.
Irak Kürdistanı’ndan 2009’da petrol ihracatı günde 100 bin varil. 2010 için öngörülen 300 bin, 2011 için 500 bin, 2012 için ise 1 milyon varil.
Bu durumda da Cengiz Çandar ekliyor: “Türkiye’nin tüketimi günde 500 bin varil. Doğalgaz ise yılda 36 milyar metreküp. Irak Kürdistanı doğalgazının ihracı için henüz altyapı yok ama olduğunda yılda 60 ila 70 milyar metreküp ihracat yapabileceği tasarlanıyor.‘Açılım’ın dinamiklerini gelin bir de bu rakamlar ışığında düşünelim...”
Gerçekten de Türkiye’nin Kürt “açılımı”nı tartıştığı günlerde, İstanbul’a gelerek Kuzey Irak’ın yatırım potansiyelini anlatan Dr. Khaled Salih, bölgedeki yatırımcılar arasında 500 Türk şirketi bulunduğunu söyledi. 2009 yılında 16 milyar dolarlık 145 projenin onaylandığını belirten Salih, “Yatırımcı Türk şirketlerine kapımız açık” mesajı verdi.
Doğan Enerji Yatırımları Sanayi Ticaret AŞ de, Irak’ın kuzeyindeki Erbil arama ve geliştirme ve Khalakan arama projelerini yürütmek üzere oluşturulan 2 ayrı proje şirketine, doğrudan yüzde 50 oranında payla yatırımcı olarak katıldı.
Görüldüğü gibi Cengiz Çandar’ın, “Irak için ‘uzlaşmalar’, Türkiye’deki Kürt açılımının zamanlaması ve seyri ile yakından ilgili,” itirafındaki üzere tüm bu tartışma ve senaryoların elbette bir Güney (Kuzey Irak) faktörü söz konusudur.
Mesud Barzani, 1 Ağustos 2009 tarihli Newsweek’teki demecinde Türkiye ile ilişkilerde kaydadeğer ilerlemeyi sürdürmek istediklerini, Kuzey Irak’taki PKK varlığının abartıldığını, PKK’nın Türkiye’ye saldırmasına izin vermediklerini anlatan Barzani, Amerika çekildikten sonra Türkiye ile müttefik olmaları ihtimalini de “Türkiye Irak’ın tamamında olumlu rol oynayabilir. Onlar bu role hazırsa biz de hazırız. Ama içişlerimize müdahaleyi kabul edemeyiz” diye değerlendirdi.
“Şimdi bahar havası geliyor” diyen Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani ekliyor: “Silahlı ortama son vermemiz lazım. Barıştan, kardeşlikten söz ederken silahı konuşmak doğru olmaz.”[12]
“PKK’nın çizgisini benimsemediklerini” vurgulayan Barzani, “Değişirler veya Kürt halkı onları atar!” deyip, Habur’daki karşılamayı da “Akıllıca değildi” diye eleştirdi.
Bunlarla birlikte “Ankara’nın PKK’ya karşı işbirliğine en sıcak bakacak Kürt siyaset adamlarının başında da Barham Salih geliyor”ken;[13] ‘Demokrat Partisi’nin Uluslararası İlişkiler Sorumlusu Safin Dizai de, “Sorunun her iki taraf için de silahla çözülme dönemi artık geride kalmalı. Bu noktada PKK Türkiye’nin iç meselesi. Evet, PKK’nın bazı yapıları bizim bölgemiz içinde. Hatta bizler PKK ile savaşmadığımız için suçlandık. Ancak, Nisan 2008’den itibaren yeni bir dönem başladı ve bu dönem beni çok umutlandırıyor,” diyor.
Aynı konuda Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani, “Kürt açılımı konusunda iyimserim, umutluyum. Bu kez çözüm yolunda gerçekten ciddi bir adım atıldı” diyor; Neçirvan Barzani de, “Türkiye ile ilişkilerimiz yeni bir döneme giriyor. Umudumuz ilişkilerin gelişmesi yönündedir. Türkiye ile ilişkilerimize geçmişten bu yana baktığımızda çok ciddi mesafe kat ettiğimizi görüyoruz. Türkiye ile kalıcı ilişkiler, bizim için önemli” mesajı veriyor.
Bu işin bir yanı; ötekine gelince; Barzani’nin “Bir yılda yaptığınızı yüz yılda kimse yapamadı” diye övdüğü Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Barzani ile görüşmesi sonrası, “Ortak gelecek vizyonumuzda terör yok” deyip; AB tarzı birleşme önerirken; Fikret Bila vurguluyor: “Davutoğlu ile Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani’nin başkanlık ettiği heyetler arası görüşmeden PKK ile mücadele konusunda tam bir mutabakat çıktığını söyleyebiliriz.
Davutoğlu’nun, “PKK tasfiye edilirse önümüzde parlak günler var, ama kardeşin kardeşi vurması devam ederse o zaman parlak günler olmaz” görüşüne Barzani de katılıyor ve ‘Elimizden geleni yaparız’ diyor.”
DEVLET İLE SERMAYE
Bunlar olurken; Sami Suruş’un ifadesiyle “Türkiye Kürtleri koz olarak görüyor.”[14] Bu da devlet ile sermayenin tutumunda net olarak yansıyor.
“Devlet” dedim; “değiştirilemez” ve “hatta değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddeler arasında olan Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 3. Maddesi, bir “kutsallık zırhı”dır. Bunun anlamı ise, “Üniter Devlet=Türk Ulus-Devleti”dir!
Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK), hükümetin yürüttüğü ‘Kürt açılımı’na ‘devam’ tavsiyesinde… yani devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü pekiştirmek, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak üzere sürdürülen çalışmaların devamında” yarar görmesinin ardında yatan zihniyet budur!
Kaldı ki Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un, 19 Ekim 2009 tarihinde Habur’daki 34 kişinin serbest bırakılmaları sonrasında yaşananları eleştirip, “Şehit yakınlarının ve gazilerimizin duyduğu üzüntüyü paylaşıyorum” dediği; “PKK silah bırakmalı.” “Gelin teslim olun, Türk adaletine güvenin” çağrısı yaptığı tabloda Kürtlerin kolektif hak ve istemlerini AKP hükümetinin “açılım”ına sığdırma imkân yoktur!
İyi de AKP’nin adımları ne anlama geliyor, diye soracak olursanız…
Bunun taşıdığı anlamı da şöyle izah ediyor İsmet Berkan, “Hükümet sık sık TRT Şeş gibi ezber bozan adımlar atacak. Ve bunu da DTP ile PKK’nın muhalefetine rağmen yapacak. Bana göre süreç bundan sonra hep böyle işleyecek… Kürt kökenli yurttaşlarımızın gözünde PKK’nın marjinalleşmesi sağlanacak…”
Nihayet Erdoğan şehit ailelerine güvence verirken “tek bayrak, tek vatan, tek devlet” vurgusu yapıp, “Üniter yapımız üzerinde spekülasyona müsaade etmeyiz” derken; devlet ve sermayenin zihniyeti sergiliyor…
Örneğin TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ “Açılımın başarıya ulaşması hâlinde Türkiye’nin tarihine damgasını vurmuş önemli bir meselesini çözmüş olacağız. Daha da önemlisi, ülkemizi çeyrek yüzyıldır acılara boğan terörizm belasından da kurtulacağız,” diyor!
Yetmez mi?
KABUL EDİLEBİLİRLİK! (YAŞAR KEMAL’İN DEDİKLERİ!)
Aslında devlet ile sermayenin yapmak istedikleri, “Kürt Sorunu”nu ulaştığı koordinatlarda kabul edilebilirlik sınırlarına çekmektir ki, Yaşar Kemal’in konuya ilişkin dedikleri de, nihayetinde bu kapsamdadır!
Yaşar Kemal’in, “Çözüm, temel insan haklarını tanımaktadır” vurgusuyla dedikleri şunlardır:
“Kürtlerin istedikleri nedir, bunun çokça sorulduğu yok. Varsa da yoksa da bölünme. Kürtler bölünme istemiyorlar…
“Anadolu’da tek kültürlü devlet kurmak Türkiye’nin aleyhinedir…”
“80 yıl, bu adamlar niçin bunca yıllar dağlarda diye düşünmedik. Vatandaşlık ödevlerini bekledik de, eğitim, sağlık, yatırım, devletin vatandaşlarına vereceği hizmetleri vermedik. İnsan olarak, vatandaş olarak haklarını vermek akıllara gelmedi…
“Çözümün ne olduğunu herkes biliyor: Uygar dünyanın vazgeçilmez olarak kabul ettiği insan haklarının tanınması. Azar azar, korka korka değil gerçek bir çağdaş demokrasinin gerekleri olarak tanınması...”
CHP!
Yaşar Kemal’in çerçevesi, “düzen”in ihtiyacı olan düzen içi düzenlemenin ta kendisidir; “Kürt Sorunu”nu “kalkınmacı” bir mantık(sızlığ)a indirgemektir; ancak “ulus devlet milliyetçi(lik)leri”nin buna temelden itirazı vardır.
CHP lideri Baykal, hükümetin Kürt açılımına yönelik kırmızı çizgilerini sıralarken; “Bizim etnik kimliğimiz Türk milli kimliği içinde herkesin yer almasına yönelik bir davettir, bir çağrıdır, bir el uzatmadır” deyip; Başbakan Tayyip Erdoğan’ın DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ile görüşmesini değerlendirirken, “Bu konuşma hem Kandil’le de yapılmış konuşma sayılır, hem de İmralı’yla yapılmış konuşma sayılır. Görüşmenin muhatabı hiç kuşku yok PKK’dır, PKK’nın çeşitli biçimlerde yansımasıdır” derken çizdiği tablo, İzmir’de DTP konvoyuna saldırının tahrikçilerinden birisi olan CHP’yi betimler!
Özetle CHP Muğla Milletvekili Gürol Ergin, partileri olmasa Türkiye’de birçok şeyin farklı olacağı vurgusuyla, “CHP olmasaydı bugün İmralı’daki alçak terörist başı Meclis’te olurdu” derken; “CHP, demokrasinin laiklik ve cumhuriyetin olmazsa olmaz tamamlayıcısı olduğunu kağıt üzerinde kabul etse de, ‘Türkiye’nin özel koşulları nedeniyle’ demokrasinin bu ülkede cumhuriyet için büyük bir tehlike oluşturabileceğini düşünenlerin partisidir.”
MHP!
MHP, malumun ilamından başka bir şey değildir; hiçbir zaman da asla bundan “farklı” olmadı; olamazdı da! Ama hakkını verelim; bunun böyle olduğunu da asla inkâr etmedi…
“Tek bayrak, tek dil, tek millet kırmızı çizgilerimizdir. Varsa çiğnemeye cüret eden ayaklarını denk alsınlar,” diye haykıran MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, “Bozguncuların bilmesini istediğim şudur. Yeri gelirse can feda olsun, Anadolu yeniden fethedilir,” derken; DTP’nin İstanbul’da, Habur Sınır Kapısı’ndaki karşılamaya benzer bir karşılama yapmaya hazırlanmasına tepki göstererek “İstanbul Habur’a benzemez, AKP yönetimi bunun altından kalkamaz” diye de ekliyor!
Aslı sorulursa; ulaşılan koordinatlarda “Bahçeli, MHP’yi ve yerini adeta yeniden tanımlamaya başlamıştır. Oysa ne MHP, ne de Bahçeli, yasadışı yöntemleri uygulamaya ve yeraltına girmeye hazırlanan bir kişi görünümündedir,” diyen Tarhan Erdem’in saptaması yerli yerindedir; Büyük Birlik Partisi’nin de eklenmesi gereken gelecekteki tehlikelere dikkat çekmektedir!
“ULUSAL SOL” VE LİBERALLER
Hikmet Çetinkaya’nın kaleminden, “PKK terörünü durdurmak için adım atmak hepimizin görevidir.
Sağcısı solcusu, liberali muhafazakârı gerçekten Türkiye’nin var olan sorunları karşısında birlikte hareket edebiliyorlarsa Meclis’te grubu bulunan DTP’yle ilişki kurmaktan çekinmemelidir.
Demokrasi bilincinin geliştiği, bireyin özgürce düşüncesini ifade ettiği toplumlarda oturulup konuşulur, tartışılır…
DTP, Kürt kökenli yurttaşlarımızın oylarını almış bir siyasal oluşumdur.
Onları dışlamayıp ortak bir çözüm arayışına girmeliyiz…
Artık kan gölünde siyaset yapmanın zamanı çoktan gelip geçti.
Toplumsal barışa giden yol diyalogdan geçer.
Sözüm DTP’lilere...
PKK’yle aranıza mesafe koyun, bir kez olsun ‘PKK terör örgütüdür’ deyin.
Silahlar sussun, dağdakiler insin, teslim olsun!” diye haykıran “Ulusal Sol”dan çeşit çeşit liberallere dek zikredilenlerin tümü “misak-ı milli”nin raison d’état (hikmet-i hükümeti) ile çevrelenmiş bakış ve ele alış tarzlarıdır…
Örneğin, “Kürt açılımı da giderek Apo açılımı hâline geliyor!” diyen Cüneyt Ülsever’den tutun da; ‘Taraf’ yazarı Orhan Miroğlu’nun, “PKK silah bırakmadan korucuların silahını alamazsınız”; veya ‘Radikal’ yazarı Necmiye Alpay’ın, “PKK hem silahlı mücadeleden vazgeçmiyor, hem de demokratik çözüm istiyor. Bu bir düğüm noktası; çok geniş bir kesimi Kürtlerin özgürlük mücadelesiyle dayanışma içinde olmaktan alıkoyan bir politika”; ya da ‘Sabah’ yazarı Hasan Bülent Kahraman’ın, “Demokrasinin PKK düğümü” dedikleri eksen “PKK’yi silahsızlandırma”ya hizmet ederken; “PKK’nin neden silahlı olduğu” gerçeğini “es” geçer!
Zaten liberallerin temel özelliği ve işlevi de tam da buradadır!
Oysa “Kürt Sorunu”nu tartışırken, öncelikle sömürgeci egemenliğin eteklerindeki taşları dökülmelidir; bu yapılmadan tutarlı olmak, riyakârlığa son vermek mümkün olmaz!
Bir Kürt’ün, Ümit Fırat’ın, “Silahlara veda için tüm koşullar uygun” dediği koşullarda; yine bir Kürt, Sebgetullah Seydaoğlu’nun, “DTP, Kürtlerin milli duygularını tatmin etmek dışında somut hiçbir projeye sahip değil. Aksine Kürtlerin sınıfsal ve sosyal yapısı konusunda gizli bir statükocu zihniyete de sahip,” saptamaları mı doğrudur, tutarlıdır?
Veya “Şu anda ‘iş’in çok başında, başlangıç aşamasındayız. Fena gitmiyor,” diyen Cengiz Çandar’ın; ya da Tarhan Erdem’in, “Bahçeli ve Öcalan’ın benzerliği”nden[15] söz etmesinin riyakârlığından şüphesi olan var mı acaba?
DTP
Nizam Mardini’nin, “Türkiye’nin beslendiği demokratik havadan yararlanamayan DTP’nin en büyük ironisi varlığını PKK’yla ilişkilendirmesi,”[16] eleştirisine muhatap kalsa da DTP, kimileri ne derse desin, politik alanda kilit önemde bir parti.
Gerçekten de DTP Batman Milletvekili Ayla Akat Ata’nın ifadesiyle, “DTP ile PKK’nın söylem ve talepleri örtüşüyor”ken; bunun böyle olması da son derece doğal…
Aynı konuda, “DTP, PKK’nın siyasi kanadı değildir. Kürt sorunun çözümünü isteyen bir taraftır,” diyen DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın “Kürt açılımı” ile ilgili açıklamalarını “Proje yok, niyet var” diye değerlendirdiği[17] kesitte; DTP Diyarbakır İl Başkanı Fırat Anlı, “Şimdi hükümetin, devletin Kürt sorununa ilişkin yeni bir politika üretmesi arayışları önem kazanıyor,” derken; DTP Muş Milletvekili Sırrı Sakık’ın, Başbakan Tayyip Erdoğan ile DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün yaptığı görüşmeyle ilgili “Sıkılan yumrukların açıldığı” ifadesi; DTP Van Milletvekili Özdal Üçer’in ise, “Bir Abdullah İmralı’da, bir Abdullah da Çankaya’da, ikisi karşılıklı oturduğu taktirde barış ortamının daimi olacaktır,” deyişi abartılı bir “iyimserlik”ten malûldü…
Gerçekten de “DTP’nin topu AKP’ye bırakıp”, “AKP’yi daha cesur olmaya ve baskılara boyun eğmemeye çağırması”[18] makûl bir politik tutum değildi!
Bunun böyle olduğu kısa sürede ortaya çıkarken; “Hükümetin Kürt açılımı konusunda bilinen resmi söylemlerin dışına çıkamadığını” belirten DTP yöneticileri “AKP, muhalefete çanak tutuyor” diyor; DTP Grup Başkanvekili Selahattin Demirtaş da,[19] hükümetin elinde somut bir şey olmamasına rağmen “demokratik açılım”a destek verdikleri vurgusuyla, Başbakan Erdoğan’ın kısa sürede sergilediği değişimin kendilerini kaygılandırdığını açıklıyor.
Aynı konuda DTP Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk ise,[20] İçişleri Bakanı Atalay’ın açıklamalarının kendilerinde hayal kırıklığı yarattığını belirterek, “İçi boş bir konuşma yaptı, hatta geri adım attı. Mutlaka İmralı ve dağ, çözümün bir parçası hâline getirilmeli. Eğer bu süreç de tıkanırsa, zaman Kürtler de ayrılığı tartışmaya başlayabilir,” vurgusunu yapmakta.
Nihayet DTP lideri Ahmet Türk son noktayı koydu:[21] “İçinde yeni bir anayasanın bulunmadığı bir açılımın başarı şansı yoktur. DTP’nin içinde olmadığı kalıcı bir çözüm süreci mümkün değildir.”
“Sorunlar muhatap alınmadan, Başbakan’ın bakış açısıyla çözülemez. Başbakan’ın çözüm konusunda samimi olduğuna inanmıyoruz. Bu konu siyasi malzeme yapılacak bir konu değildir. Çözüm konusunda bizim umudumuz kırılmamıştır. Cin şişeden bir kez çıktı, tekrar şişeye kapatamazlar. Başbakan’ın bölgeler için ayrı ayrı konuşması doğru değildir.”
Bir şey daha: PKK dağ kadrosunun lideri Murat Karayılan, “İmralı’nın kararına uyarız,” derken;[22] Abdullah Öcalan’ın, açılım süreci görüşmelerinde muhatap olarak DTP’yi gösterdiği[23] de unutulmamalı.
ABDULLAH ÖCALAN VE PKK
Abdullah Öcalan’ın “Ben radikal demokratım. Çözümün öncülüğünü radikal demokratlar yapacaktır. Tarihi günler yaşıyoruz, tarihi bir süreçten geçiyoruz”;[24]veya avukatları aracılığıyla yaptığı açıklamada, “Ben eski ben değilim. Hürriyet gazetesi de eski Hürriyet değildir. Geçmiş geçmişte kaldı. Devlet de eski devlet olamayacak”[25] vurgusunun altını çizerken; “Ben daha öncesinde reel sosyalizmin etkisiyle bir takım şeylerin olabileceğini düşünüyordum. Bugün görüldüğü gibi Rusya ve Kafkasya’nın durumu ortada. Çin sosyalizm ile ancak ABD’ye hizmet ediyor. Çatışma, şiddet, ölüm benim mantığım değildir. Bu nedenle ben bunlardan vazgeçtim. Demokratik siyaseti ve özgürlüğü esas alıyorum…”[26]
“Ben gelişecek çözüm için toplumsal Lozan diyorum… Cumhuriyetin bütünlüğünden, demokratik çözümden yanayız…”[27]
“… ‘Demokratik çözüm ve barış konusunda umutluyum’, burada demokratik çözüm ve barış raporu hazırlayıp devlete sunacağım. 1921 Anayasası’nı esas alacağım. Demokratik çözüm ve barışın yol haritasını hazırlayacağım… Kürt sorununun çözümü konusunda Cumhurbaşkanı ve Başbakan da bazı şeyleri görüyorlar…”[28] dediği herkesin bilgisi dahilindedir…
Evet, orta yerde bir “değişim” söz konusu; hem de Leyla Zana’nın, “Ben de değiştim PKK da”[29] dediği türden; kaldı ki bunu inkâr edip, saklayan da yok zaten…
Bu gerçeğin ışığında devam edersek; aynı kesitte Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Galip Ensarioğlu, “AKP, PKK’yı çözmek istiyorsa bunu Öcalan’sız yapamaz”; Osman Gençer, “Öcalan’ın ilk ipuçları diyebileceğimiz bu ifadeleri, eskiye göre bir hayli yumuşak… Ayrı devlet kurmak istediğini, ancak şimdi bundan vazgeçtiğini, federasyon da istemediğini vurgulayıp, devletin bütünlüğünden bahsediyor. Geçmişteki uç isteklerin çoğunun törpülenmiş olduğu açıkça anlaşılıyor”; derlerken veya Bağımsız Milletvekili Kamer Genç, Kürt sorununun çözümü için devletin PKK’yla görüşmesini önerirken; ‘Washington Enstitüsü’nden Scott Carpenter, AKP’nin “Kürt açılımında” PKK lideri Abdullah Öcalan’ın sürece dahil edilmesinin iyi bir fikir olmadığının altını çizerek, “Öcalan Nelson Mandela değil” dedi.
Evet, AKP “açılımı”, baştan beri hem PKK’siz, hem de Abdullah Öcalan’sız bir dayatmadır; bu da bugün tüm netliğiyle ortaya çıkmıştır!
Avukatlarıyla görüşmesinde AKP’nin “Kürt Açılımı”na ilişkin düşüncelerini aktaran Abdullah Öcalan, “Açılım” için, “Tuzak olduğu yönünde şüphelerim var.” “Açılım hikâye, amaç PKK’yı tasfiye etmek. Bundan sonra grup murup da gelmeyecek,”[30] deyip, ekliyor: “Demokratik çözüm gelişmezse Türkiye 1990’larda, 2005’te ortaya çıkan savaştan çok daha yüksek seviyede bir savaşla yüz yüze kalabilir…”[31]
Bu tabloda PKK’ye gelince: Zübeyir Aydar, “Hükümetin ne yapacağını tam anlamış değiliz. Bir yol haritası da olduğundan söz edilemez. Bizim tarafta ciddi bir güvensizlik olduğunu söyleyebilirim” derken;[32] KCK Yürütme Konseyi Başkan Yardımcısı Cemil Bayık da, “Ortada Kürt sorununun demokratik siyasal çözümü yoktur. İnkâr ve imhanın sürdürülmesi var” vurgusuyla ekliyor: “Süreç savaş yönünde gelişmekte ve kaçınılmaz gibi görünmektedir.”[33]
Bütün bunlardan ne sonuç mu çıkar? Kürt hareketi AKP’ye ve onun “açılım”ına güvenmezken, bundan sonraki atılacak adımlar konusunda net bir görüşünün olmadığı… Kürt hareketi içerisindeki farklı odakların farklı eğilimler sergilediği… Bunun ise Kürt hareketini kendini sonu belirsiz bir “Bekle gör politikası”na endekslemesine yol açtığı…
Özetle, Kürt hareketi bir süre daha AKP’nin atacağı adımları bekleyip ona göre (kısa vadeli) tavır(lar) alacağa benziyor…
“AÇILIM”IN AÇMAZLARI
Serpil Yılmaz’a, “Kürt açılımı milli birlik projesi hâline nasıl geldi?” sorusunu sordurtan; Cengiz Çandar tarafındansa, “… ‘Dağdan indirmek’ ve ‘dağa çıkmayı önlemek’ dersleri...”[34] ile “Kandil’dekilere ‘havuç’ ve ‘sopa’...”[35] kapsamında irdelenen; Murat Yetkin’e, “Yeşil”, “Sarı”, “Kırmızı senaryo”lu “Kürt açılımında üç ihtimal”den[36] söz ettiren AKP “açılımı”, Kürtlerin üzerinde sallanan ve egemenlere, “Açılımın siyasi polemiğe ve ‘operasyonlar dursun, af çıksın’ söylemine indirgenmesi kamuoyundaki havayı tersine çevirebilir,”[37] dedirten bir “Demokles Kılınç”ından başka bir şey değildir!
Şunu açık açık ifade etmeliyim: “Tarihi fırsat”, “Açılım”, “Demokratik çözüm”... Bunlar birer “fantezi”, bugünkü “durumda” “Kürt sorunu” çözülemez. Bu kötümserliğimin nedeni, “demokratik” çözümü polis akademisinde aramanın saçmalığı değil, özgürleşme süreçlerine yer vermemesidir!
Asli kilit soru(n) budur!
Kürt sorununun çözümü için “atılan adımları destekliyoruz” denilen 162 imzalı bildiri de; Ali Bulaç da, “Umutlu olmak zorundayız,” diye haykırsa da; Aysel Tuğluk’un, “Kürt açılımında bir konsensüs görülse de, Kürtleri muhatap almadan sorunu çözme dalgası hızla yol alıyor. Bana göre, çerçevesi çizilmiş bu stratejinin temel unsurlarından biri de Kürt siyasetine yönelik eşgüdümlü olarak yürütülecek etkisizleştirilme politikasıdır,” uyarısını dillendirdiği güzergâhta Diyarbakır Merkez Kayapınar Kaymakamlığı, Roni, Rojbin, Sosın, Bezar ve Roşan adlarının yanı sıra kültür merkezine verilen Kürt ozan Cegerxwin’in adını da sakıncalı buldu!
Bir şey daha: A&G Şirketi’nin araştırmasına göre, nüfusun yüzde 69.3 Güneydoğu’da silahlı mücadele dışında adım atılmasının gerekli olduğunu düşünürken, yüzde 69.6 dağdaki PKK’lılara af çıkarılmasını istemiyor!
Hiç kimsenin, “bu bir tanımadır” diye,[38] göklere çıkarmaması gereken AKP “açılımı”ndan çıksa çıksa bu çıkar; başkası değil!
DÖNÜŞ VE -13 KASIM 2009’DA- NE OLDU?
Barış heyetinin dönüşü ve 13 Kasım 2009 TBMM’si…
Bu konuda İsmet Berkan “Kandil’den gelenler için bu eylemin adı ‘Teslim olmak’tır… Silahının tetiğinden uzaklaşan her parmak bir kazançtır, unutmayın,”[39]derken; en “iyi”sinin bile soruna nasıl baktığını gözler önüne sererken; Bölgesel Kürt Yönetimi’nin Başbakanı Neçirvan Barzani ise, PKK’lı grubun karşılanmasındaki gösterileri “provokatif” diye niteledi!
Sonra da “tarihi”(?!) denilen; Nuray Mert’in, “… ‘Tarihi oturum’un fos çıkması kaçınılmazdı” diye yorumladığı TBMM oturumu!
Bu konuda, “Her ne kadar hükümet yalakaları ‘Buna da şükür!’ diyerek ‘demokratik açılımın ilk adımlarının’ atıldığını birbirlerine muştulasalar da TBMM’de açılım falan yapılmamıştır,” vurgusuyla Cüneyt Ülsever ekliyor:
“İçişleri Bakanı’nın o gün verdiği bilgilere göre şu ana dek yapılanlar:
a) 18 yaş altındaki tüm çocukların Çocuk Mahkemeleri’nde yargılanmasını sağlamaya yönelik kanun tasarısı Meclis’e sunulmuş.
b) Geçen hafta cezaevlerinde tutuklu ve hükümlülerin yakınlarıyla anadillerinde görüşmesine imkân sağlayan yönetmelik yürürlüğe girmiş.
c) Vatandaşlarımızın kullandığı farklı dil ve lehçelerle ilgili üniversitelerimizde akademik araştırma yapılması, enstitü kurulması ve seçmeli ders konması gibi uygulamalara izin verilmiş.
d) Özel televizyonların farklı dil ve lehçelerde 24 saat yayın yapmasına imkân verecek yönetmelik değişikliği bir gün önce Resmi Gazete’de yayınlanmış.
Bakan’a göre bundan böyle yapılacak işler ise şunlar:
a) Yaylalara çıkış yasağı kaldırılacak,
b) Üç denetim mekanizması kurulacak: i) Ayrımcılıkla Mücadele Komisyonu, ii) Sivil bir İnsan Hakları Kurumu, iii) Bağımsız Kolluk Şikâyet Mekanizması,
c) Yerleşim birimlerine yerel talep hâlinde eski isimlerinin verilebilmesine imkân sağlanacak,
d) Siyasi propaganda hakkının önündeki bazı yasal engeller kaldırılacak,
e) Siyasi partilerin seçim çalışmalarında vatandaşlarımızın kullandığı farklı dil ve lehçelerde seslenebilme imkânı verecek çalışmalar yapılacak.
Bunlar yeni adımlar mı? Evet!
Ancak, Allah aşkına elinizi vicdanınıza koyun ve şu soruya cevap verin:
Altı aydır ‘Kürt açılımı’ yapacağım diye tutturan, Meclis’te mutlak çoğunluğa sahip bir hükümetin eteğindeki taşlar bu kadarcık mı?
Meseleye tersten yaklaşalım: Yukarıda sıralanan ‘açılım maddeleri’ DTP ve PKK’nın Kürt halkı adına talep ettiği:
a) Anayasal kimlik,
b) Anadilde eğitim (anadilin öğrenilmesi değil),
c) yerel yönetimlerin yetkilerinin büyük çapta güçlendirilmesi gibi taleplerle yakından uzaktan ilgili mi?
Genel af nerede?
Bu öneriler karşısında PKK’nın silah bırakacağına kim inanır?
Ben de Başbakan’a soruyorum:
‘Analar ağlamasın diye yapacaklarınız bundan mı ibaret?’
Yoksa, anaların ağlamamasını siz mi istemiyorsunuz?
AKP 338 sandalyeye sahip. Üstelik, AKP+DTP TBMM’de 358 (338+20) oya ulaşıyor!
Buna rağmen, AKP ‘Kürt meselesi’nde yapısal bir adımı bir türlü atmıyor!
Neden? ‘Eğer, Hükümet Kürtler adına konuşanların ifade ettiği 1) Anayasal kimlik tanımı, 2) Anadilde eğitim, 3) Yerel yönetimlere geniş özerklik vb. gibi talepler konusunda ‘açılım’ yapmaya kalkarsa örneğin (AKP’nin) Diyarbakır, Van, Mardin milletvekillerini tatmin edecek ama ‘açılımlar’ Edirne, Yozgat, Samsun, Antalya, Erzurum milletvekillerini tatmin etmeyecek.’
Açılıma engel bizzat AKP’nin içinde!
Yalakalar istedikleri kadar birbirlerini muştulasınlar, 13 Kasım Cuma günü dağ fare doğurmuştur!”[40]
TEHDİT/ TEHLİKE!
Evet Hakkâri Valisi Muammer Türker, “Dağ fare doğurursa bizim için, Türkiye için felaket olur. Öyle bir ihtimali aklıma bile getirmek istemiyorum” dese de, durum bu!
Kaldı ki Mekselina Leheng’in, “Emine Ayna’nın muhatap tartışması bu sürecin diline tamamen ters bir durumdur. Bu süreçte daha çok DTP içinde siyaseti çok iyi bilen, ılımlı kişiler konuşmalı,” vurgusuyla süreci daha da sağa (ve dolayısıyla da çıkmaza) mahkûm ettiği tabloda Ertuğrul Kürkçü’nün dikkat çektiği üzere, “Oluşmakta olan yeni güç dengesi, ‘çatışmasızlık’ı ima etse de ‘barış’ı ima etmiyor.”[41]
İsmet Berkan’ın, “Kürt Sorununda, kırmızı çizgiler var ve olacak elbette ama umut da var,” türünden lafolojisini bir yana bırakırsak; “Türkiye Kürt meselesinde demokratik çözümü erteledikçe, kanlı ‘çözüm’ fırsatları artıyor. Sorun çözüm üzerine bölünme yaşayan Türk tarafında,”[42] Muhammed Nureddin’in dikkat çektiği gibi...
İYİ DE NE YAPILABİLİR?
Bu konuda Kürt meselesini dile getirdikleri için yargılananların önerilerini anımsamak yerinde olur.
Örneğin Haluk Gerger, hükümetin samimiyetinin “dış mihrakların” değil, İmralı’nın önerilerine uygun davranmakla ölçüleceğini ifade ederken, Fikret Başkaya da, sorunun yalnızca Türklerle değil, Kürtlerle de konuşulması gerektiğini; İsmail Beşikçi ise başta yargı ve üniversitelerin özeleştiri yapması gerektiğini belirttiği üzere.
Kürt sorununa ilişkin açıklamaları nedeniyle 1994-1995 ile 1998-1999 yılları arasında hapis yatan Gerger bugünkü sürece ilişkin, “Türkiye, Kürtleri inkârdan kaynaklanan sıkışıklığına karşı manevralar üretiyor. Onun için de doğrusunu isterseniz karamsarım. İkinci söylemek istediğim şu: Şimdi Türkiye’ye onların sevdiği bir deyimi söyleyeyim: Dış mihraklardan bir çözüm, reform talebi var. Bunu Obama çok açık biçimde hem TBMM’de söyledi, hem de Ahmet Türk’le görüşerek pratikte de gösterdi. Bence doğrudan bu coğrafyadan kaynaklanan, ayakları bu coğrafyaya basan, yani içerden kaynaklı, otantik, yerel çözüm önerisi de var; o da İmralı’dan geliyor. Bu açık. Şimdi ben hükümetin samimiyetine ölçüt olarak bunu koymaktan yanayım. Şimdilik gördüğümüz dış mihrakların önerileri doğrultusunda göz boyamacılığı yapılıyor,” diyor…
Terörle Mücadele Yasası’na muhalefetten 20 ay hapis cezasına çarptırılan Fikret Başkaya, Kürt sorununun tartışılmaya başlamasının olumlu olduğunu ancak konunun gerektiği gibi tartışılmadığı vurgusuyla, “Önce Türkiye’nin yetkili adamları çıkacak televizyona diyecek ki ‘Biz 80 yıldır yanlış yaptık Şimdi bu yanlıştan dönüyoruz.’ Şimdi bunu yapmıyorlar” deyip; İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın ‘Türk tarafı’yla konuştuğunu vurgusuyla, “Her gün yazısı okunan köşe yazarına gidip de sormanın ne âlemi var, TÜSİAD’la konuşmanın ne âlemi var?” diye sorup ekliyor: “Siz diyorsunuz ki burada şiddeti durduracağız. O zaman karşı tarafın ilgili adamlarını muhatap almamanız mümkün mü?”
Kürt sorunu üzerine araştırmalarıyla tanınan, sekiz kez cezaevine girip çıkan, yaşamının 17 yılını cezaevinde geçiren İsmail Beşikçi ise, “Bu ortamın dikkati çeken en önemli özelliği devletin ve hükümetin hiç özeleştiri yapmaması, geçmişle yüzleşmemesidir. Hâlbuki bu aşamada yargı organlarının ve üniversitelerin özeleştiri yapmaları, geçmiş uygulamalarıyla yüzleşmeleri gerekir. Asimilasyona, inkâra, imhaya dayalı politikalar ve uygulamalar bu iki temel kurumun işbirliğiyle gerçekleştirilmiştir,” diyor.
Tüm bunlar birer öneri(ler) paketidir; “Kürt ‘Açılımına’ Dair Bildiri”deki üzere…
Kürt ‘Açılımına’ Dair Bildiri: Adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir...
Kürt sorunu seksen yıllık bir tabuydu. Şimdilerde tabu olmaktan çıkmakta ve konuşulmakta ama yapılan konuşmaların, söylenen sözlerin reel bir karşılığı olup olmadığı hâlâ tartışmalı. Nitekim Temmuz ayının sonunda ‘Kürt açılımı denilene Ağustosun sonunda ‘demokratik açılım’ deniyordu, Eylül sonunda artık ‘huzur ve uzlaşı projesi’ deniyor... Eğer bir sorunu çözmek gibi samimi bir niyetiniz varsa, önce onu adıyla çağırmanız gerekir. Unutmamak gerekir ki, farklı biçimlerde ifade edilse de ‘açılım’ daha önce de gündeme gelmişti. Bir başbakan ‘Kürt realitesini tanıyoruz’ dedi, bir daha ağzına almadı, alamadı, bir başkası ‘AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçiyor’ dedi o da bir daha ağzına almadı, alamadı... Zira söylediklerinin reel bir karşılığı yoktu. Neden olmadığı rejimin niteliğiyle ilgili tartışmayı angaje ediyor. Zira, Türkiye’de hükümet olmak hükmetmek anlamına gelmiyor.
Kürt sorunu ulusal bir sorundur. Ezilen ulusun kendi kaderini tayın etmesi sorunudur. Ezilen ulusun kendi kaderini tayın etmesi de, gönüllü birlikte yaşamayı da, ayrılmayı da içerir. Kürtlerin ne istediğinin netleşmesi, iradenin ortaya çıkması, sınırsız bir tartışma ortamının sağlanmasını, ifade [düşünce] özgürlüğünün önündeki tüm engellerin ortadan kaldırılmasını gerektirir. Bir sorunun nasıl çözüleceği, ne olduğundan bağımsız değildir. Kürt sorunu nedir? Kürt sorunu neden bir sorundur? Bu sorun günümüze kadar neden çözülmeden gelmiştir? Sorunu yaratan esas unsurlar nelerdir? Gibi temel sorular hiçbir zaman gündeme getirilmiyor, tartışma konusu yapılmıyor... Eğer orta yerdeki sorun, ulusal mahiyette bir sorunsa ki öyledir, onu demokratikleşme çerçevesinde çözmek mümkün değildir. Zira, demokratikleşmeyle Kürt sorununun çözümü arasındaki ilişkinin yönü demokratikleşmeden Kürt sorununa doğru değil, Kürt sorunundan demokratikleşmeye doğrudur. Başka türlü ifade etmek gerekirse, Kürt sorununun önceliği vardır. Bunun anlamı, ezilen bir halk olan Kürtlerin gasbedilmiş haklarının iadesi, demokratikleşme denilenin kapsadığı, kapsaması gerekenden başka/farklı şeyleri de içerir. Geçerli yaklaşım sorunun bireysel haklar temelinde çözüleceği şeklinde. Kürt sorununun çözümü doğrudan kolektif hakları içeriyor. Elbette kolektif haklarla bireysel haklar arasında bir çatışma söz konusu değildir.
Başbakan ve içişleri bakanı ne yapacaklarını değil, neyi yapmayacaklarını sayarak konuşmaya başlıyorlar... Cunta anayasasına dokunmadan seksen yıllık zihniyetle hesaplaşmadan sorunun çözüleceğine inanan var mı? Hâlâ Kürtçe’nin bir dil olarak kabul edilmemesi demek, o dili konuşan halkın varlığının da inkâr edilmesi demektir. Böyle bir anlayışla sorun çözülebilir mi? Bu anlayışta ısrar devam ederse, Kürt çözümü, Türk çözümsüzlüğü olmaya devam edecektir. Kürt sorununun kaynağında, devletin inkâr, imha ve asimilasyon siyaseti vardır. Devlet Kürtlere doğal haklarını teslim ederek, bu politikadan, bu uygulamalardan geri adım atabilir. Kürtlerin ihtiyacı olan lütuf değil, haksızlığın giderilmesidir. Bunun da yolu doğrudan sorunun tarafı olanla, Kürtlerle, Kürt örgütleriyle, Kürtleri temsil eden kurum ve kişilerle görüşmekten geçiyor. Oysa hükümet Türk tarafıyla görüşmeyi yeğliyor...
Biz aşağıda imzası bulunanlar, her şeye rağmen ‘açılım’ denilenin olumlu bir gelişme olduğu düşüncesiyle, sorunun çözümüne dair görüşlerimizi kamuoyuyla paylaşmayı, etik ve entelektüel sorumluluğun bir gereği sayıyoruz:
Eğer sorun gerçekten çözülmek isteniyorsa,
1. Devlet öncelikle Kürt halkına yapılan tarihsel haksızlığı açıkça ifade etmeli, Kürt halkından özür dilemeli, özeleştiri yapmalı; seksen yıllık resmi ideoloji ve resmi tarihle hesaplaşmaya cesaret etmelidir;
2. Terör ve terörist söyleminden, ‘son terörist yok edilinceye kadar... dilinden uzaklaşılmalıdır;
3. ‘Biz kardeşiz’ ‘bin yıldır birlikte yaşıyoruz’, ‘din kardeşiyiz’ vb. söyleminin asıl amacı, Kürtlere doğal haklarını, insan olarak sahip oldukları haklarını, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını vermemenin, ya da olabildiğince asgari düzeyde tutmanın gerekçesi yapılmak isteniyor. Bu yaklaşım terk edilmelidir;
4. İfade özgürlüğünün önündeki tüm engeller ortadan kaldırılmalıdır.
5. Askeri operasyonlar durdurulmalıdır. PKK ateşkes ilan ettiğinde devlet ateşe devam ediyor. Böyle bir durumda PKK’ye silah bırak demenin bir kıymet-i harbiyesi olamaz;
6. Seksen yıllık dönemde ama asıl son 25 yılda öldürülen 40 bin insanın, yakılıp yıkılan 4 bin köyün, yerlerinden zorla sökülüp atılan 4 milyon insanın hesabı birilerinden sorulmalı, verilen zararlar ‘tazmin edilmeli’, koruculuk sistemine derhâl son verilmelidir;
7. ‘Bir başka ulusu ezen ulus özgür olamaz’ ilkesinin bir gereği olarak, Kürtlerin özgürlüğünün Türklerin de özgürlüğü olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır;
8. Gerekli hâle geldiğinde referandum seçeneği gündemde olmalıdır...
Unutulmaması gereken bir şey daha var: özgürlüğü için mücadele etmekte kararlı bir halkı yenmek mümkün değildir. Öyleyse işe sorulması gereken soruları gerektiği gibi sorarak, tartışılması gerekeni gerektiği gibi tartışarak, şeyleri adıyla çağırarak başlayabiliriz...
Saygılarımızla...
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
İsmail Beşikçi, Fikret Başkaya, Mahmut Konuk, Sibel Özbudun, Temel Demirer, Ragıp Zarakolu, Sait Çetinoğlu, Babür Pınar, Ayhan Çınar, Paşa Öztürk, Engin Bayramoğlu, Oktay Etiman, İsmet Erdoğan, Özgür Başkaya, Yücel Demirer, Attila Taygun, Deniz Zarakolu, Büşra Beste Önder, Hüseyin Taka, Hüseyin Gevher, Mehmet Özer, Recep Maraşlı, Cemil Gündoğan, Ahmet Önal, Adnan Caymaz, Ali İmren.
“ÇÖZÜM İÇİN”
Recep Maraşlı,“Çözümün temeli siyasi eşitlik ve yeniden yapılanmadır…
“Siyasal eşitlik ilkesi oldukça basit görünüyor, ama köklü yapısal değişiklikleri gerekli kılıyor. Şu anda ‘çözüm’ için istenen fikirler daha çok, batan gemiyi kurtarmak için ‘uygulanabilir, kabul edilebilir, ucuz maliyetli’ düşüncelerdir...
Çare, konunun uluslararası niteliğini görmezden gelmek değil, onun evrensel normlara göre değerlendirilip çözülmesi ve hukuksal güvence altına alınmasıdır,” derken; bu yolda da “Eşitlik temelinde bir ‘federal birlik’ sorunu temelden çözer” vurgusuyla ekliyor Kemal Burkay:
“Hükümet, çözüm konusunda gerekli köklü, kararlı adımları atmayı düşünmüyor bile. Medyaya yansıyan çözüm formülleri ve hükümet yetkililerinin açıklamaları ise düşünülen adımların palyatif olduğunu gösteriyor: 20 milyon Kürt’e, koca bir halka-ulusa uygun görülecek haklar bunlar mı? Adeta, ‘alın işte bununla idare edin!’ deniyor... Kürtler dilenci mi?”
SONUÇ YERİNE: “DEMOKRATİKLEŞİYOR MUYUZ?” VERİLERİ
Bu durumda “Demokratikleşiyor muyuz?” sorusuna somut verilerle ve de “burjuva demokrasi”si denilen şeyin nihayetinde bir sınıf diktatörlüğü olduğu bir an dahi unutulmadan yanıt verilmelidir…
Günümüzde burjuva devletlerinden bahsederken kullanılan “demokrasi” kavramının ya da “demokratik devlet” tanımlamasının, esasen burjuva sınıf egemenliğinin biçimlerinden birisi olduğunu bir an olsun akıldan çıkartmamak gerekli.
Evet, parlamenter burjuva cumhuriyeti tüm vatandaşlarını “siyasal olarak eşit” varsaydığını “iddia” eder etmesine; ama bu pratikte böyle midir? Böyle olması mümkün müdür?
Söz edilen “eşitlik”, olsa olsa, biçimseldir; lafızdır!
Hepsi bu ve bu kadar!
Kaldı ki bu biçimsellik dahi, kapitalizmin “normal dönemleri” içindir!
Ancak burjuva iktidarın gücüne kaynaklık eden kapitalist temel, sürekli bir istikrara ve güvenceye sahip olamadığından ötürü, olağanüstü hâl, kapitalizm için olağanlaştırılmıştır!
Çünkü burjuva iktidarın maddi temelleri, kapitalizmin kaçınılmaz biçimde sürüklendiği ekonomik krizlerle birlikte sarsılır, parçalanır.
O hâlde kapitalizmin “demokrasi”sinin de bir bir baskı aygıtına (polise, orduya, mahkemelere ve hapishanelere) ihtiyaç duyduğunu unutmadan; en baskıcı olanları gibi en “demokratik” burjuva devleti de kapitalist sınıfın iktidarını ve egemenliğini korumaya hizmet ettiği “es” geçilmemelidir!
Özetle adına “burjuva demokrasisi” denilen iktidar ilişkisinin de nihayetinde bir diktatörlük olduğu saptaması, radikal sosyalistleri, revizyonist ve liberalden ayırt eden turnusol kâğıdıdır.
Öte yandan ise burjuva demokrasisi denilen sınıf egemenliğinin asli unsuru/ varoluş zemini, kimi demokratik hak ve özgürlükler değil, kapitalist sömürü ilişkilerinin kendisidir.
Bunun içindir ki kapitalist sömürü ilişkileri tehlikeye girdiği anda, demokratik hak ve özgürlükler, burjuva devletin baskı aygıtları aracılığıyla askıya alınır, ortadan kaldırılır.
Ayrıca unutulmamalıdır ki burjuvanın “demokrasisi” her sınıf için aynı anlama gelmez; insan(lık)ın özgürleşmesi için evrensel model oluşturmaz.
Demokrasi, insanlığın tarihsel-kültürel birikimi ve ezilen-sömürülen yığınların mücadeleleriyle ortaya çıkar.
Dolayısıyla demokrasi farklı tarihsel-sınıfsal kökenlere ve içeriklere sahiptir.
Bu bağlamda da burjuva sınıf egemenliği koşullarında, radikal sosyalistler ile işçi sınıfının demokratik hak ve özgürlüklerini geliştirme mücadelesi, kapitalizmi yıkma yolunda başvurulan mücadele alanıdır.
V. İ. Lenin’in de, “Demokrasi işçi sınıfının kapitalistlere karşı kurtuluşunda muazzam derecede önemlidir,” dediği olgu budur…
Hakkında çok söz edilen “demokratikleşme” konusunda son bir vurgu: Kapitalist sistem, yukarıdan aşağıya bir müdahale olarak reformlara başvurduğu anın, en zayıf olduğunu, “demokratikleşme” yaygaralarına gizler…
“Açılım” deyince, bu nokta kesinlikle unutulmamalı/ unutturulmamalı…
24 Kasım 2009 16:06:48, Ankara.
N O T L A R
[*] 28 Kasım 2009 tarihinde Hamburg’da Avrupa Demokratik Haklar Federasyonu ile Avrupa Türkiyeli İşçiler Federasyonu’nun düzenlediği “Kürt Açılımı ve Ergenekon” başlıklı panelde yapılan konuşma… 29 Kasım 2009 tarihinde Hanover’de Avrupa Türkiyeli İşçiler Federasyonu’nun düzenlediği “Kürt Açılımı ve Ergenekon” başlıklı panelde yapılan konuşma… Kaldıraç, No:106, Aralık 2009…
[1] Jorge Ricardo Masetti.
[2] Şahan Dicle, “Paradigmal Değişim mi, Sistemi Restore Etme Çabası mı?”, Özgür Mezopotamya, 16-20 Kasım 2009, s.6.
[3] “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, ‘ayrılma’ anlamına gelmez! Bu hak, aynı zamanda birlikte yaşama hakkı olarak kullanılır ve bu çok daha değerlidir, çağdaştır ve gelecek garantilidir! Hele Türkiye gibi kaynaşmış bir ulus için çok daha değerli ve gereklidir! Emperyalist uşaklığı yapmayın!” (Orhan Bursalı, “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”, Cumhuriyet, 27 Ağustos 2009, s.6.)
[4] Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, “demokratik açılım” çalışmalarına ilişkin, “Bu süreçte Öcalan’ın sürece dahili asla söz konusu edilmemelidir. Ne kendisiyle, ne de avukatlarıyla, doğrudan ya da dolaylı olarak görüşme ya da pazarlıktan kaçınılmalıdır” uyarısında bulundu. (“Öcalan Sürece Dahil Edilmemeli”, Cumhuriyet, 30 Ağustos 2009, s.6.)
[5] “TKP: Türkiyeli Çözüm İstiyoruz”, Cumhuriyet, 12 Ağustos 2009, s.5.
[6] İsmet Berkan, “… ‘Çözüm’de Kritik Soru”, Radikal, 18 Ağustos 2009, s.3.
[7] Geçerken AB’ye dair anımsatayım: “AİHM’e göre bir parti yasaların ya da anayasal sistemin değiştirilmesini önerebilir ancak kullanacağı araçlar ve önerilen değişiklik demokrasinin temel ilkelerine uygun olmalı.” (Murat Sevinç, “Herri Batasuna ve DTP”, Radikal İki, 19 Temmuz 2009, s.1-4.)
[8] Nuray Mert, “Kürt Meselesinde Mayın Haritası”, Radikal, 6 Ağustos 2009, s.14.
[9] Hoşeng Ose, “Kürtler Arkeolojik Eser Değildir!”, Radikal, 10 Eylül 2009, s.18.
[10] Henri Barkey, “Obama Önce PKK’ya El Atsın”, The Wall Street Journal, 22 Haziran 2009.
[11] Henry Barkey, “Öcalan Çözümün Sessiz Aktörü”, Radio Free Europe, 12 Ağustos 2009.
[12] Hasan Cemal, “PKK Silah Bıraksın Dağdan İnsin!”, Milliyet, 15 Ekim 2009, s.17.
[13] Cengiz Çandar, “Kürt Demokrasisinde Bir Aşama”, Radikal, 26 Temmuz 2009, s.11.
[14] Sami Suruş, “Türkiye Kürtleri Koz Olarak Görüyor”, Ghad, 28 Mayıs 2009.
[15] Tarhan Erdem, “Bahçeli ve Öcalan’ın Benzerliği”, Radikal, 24 Ağustos 2009, s.15.
[16] Nizam Mardini, “DTP Varlığını PKK’yla İlişkilendirerek Ciddi Bir Çelişki Yaratıyor”, Sefir, 18 Eylül 2009.
[17] “Türk, TÜSİAD’la Görüştü”, Hürriyet, 30 Temmuz 2009, s.16.
[18] Muhammed Nureddin, “AKP Baskılara Direnip Açılımda Kararlılık Göstermeli”, Şark, 31 Ağustos 2009.
[19] Geçerken anımsanması gereken bir not: “Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün, ‘İmralı’da hareket var’ başlıklı yazısı üzerine DTP Grup Başkanvekili Selahattin Demirtaş, ‘Aslında Adalet Bakanlığı izin verse Ertuğrul Özkök İmralı’ya gitse, görüşebilse Türkiye’yi rahatlatacak sonuç mümkün olabilir’ dedi.” (“Özkök İmralı’ya Gidip, Görüşebilse Türkiye Rahatlar”, Hürriyet, 19 Temmuz 2009, s.22.)
[20] Bir not daha: Tuğluk, “Birlikte yaşama güvenini artırıcı ortak dil kullanmamız gerekiyordu. Orada geri kaldık. ‘Askerler de ölmesin’ diyebilseydik, birazcık bu ölümler karşısında buna tahammülümüz olmadığını ısrarlı söyleyebilseydik, belki farklı bir noktada olabilecektik” de demişti. (“Kürt Sorununda DTP de Yetersiz Kaldı”, Milliyet, 29 Temmuz 2009, s.16.)
[21] Bir diğer not daha: DTP’nin düzenlediği “Demokrasiye barışa ve çözüme çağrı yürüyüşü” finalinde Diyarbakır’da bir araya gelen 50 bini aşkın kişiye hitap eden DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk Sivil toplum örgütleri ve sendikalara da seslenerek “Eylemler yapıyorsunuz oysa milyarlarca dolar bu savaşa gidiyor. Bunun için de barış için de eylem ve yürüyüş yapın. TÜSİAD’a MÜSİAD’a tüm iş çevrelerine sesleniyorum. İstikrarın sağlanması sermayenin tüm Türkiye’de yayılmasını istiyorsanız yoksulluğun ortadan kaldırılmasını istiyorsanız ey iş adamları gelin barış için çaba gösterin diyoruz. Ortaya koyacağınız çaba sermayenizi katlar” dedi. (“Ahmet Türk İşçiye ve Patrona Seslendi!”, 15 Temmuz 2009, http://haber.sol.org.tr/ devlet-ve- siyaset/ahmet- turk-isciye- ve-patrona- seslendi- haberi-15704)
[22] “Karayılan: İmralı’nın Kararına Uyarız”, Radikal, 8 Eylül 2009, s.11.
[23] “Abdullah Öcalan Tehdit Etti”, Cumhuriyet, 3 Ekim 2009, s.7.
[24] “Abdullah Öcalan: Erdoğan Süreci Yürütemiyor”, Özgür Ortam, 18-24 Temmuz 2009, s.5.
[25] “Öcalan: Çözün, Nasıl Çözerseniz Çözün”, Birgün, 27 Temmuz 2009, s.9.
[26] Cem Emir, “Abdullah Öcalan: Ben Eski Ben Değilim”, Hürriyet, 27 Temmuz 2009, s.15.
[27] “Öcalan: Müzakereler Başlatılmalıdır”, Özgür Ortam, 4-10 Temmuz 2009, s.7.
[28] Abdullah Öcalan, “Çözümün Dili”, Özgür Halk, Yıl:1, No:1, Haziran 2009, s.38.
[29] Faruk Balıkçı, “Ben de Değiştim PKK’da”, Taraf, 27 Ekim 2009, s.12.
[30] “İmralı Fikir Değiştirdi: Açılım Hikâye”, Radikal, 31 Ekim 2009, s.10.
[31] “Öcalan DTP’lileri de Eleştirdi”, Cumhuriyet, 5 Eylül 2009, s.5.
[32] Oral Çalışlar, “Kongra-Gel’den Zübeyir Aydar: ‘Kandil’den Şimdilik Geliş Yok’…”, Radikal, 22 Kasım 2009, s.13.
[33] “Cemil Bayık: Süreç Son ve Büyük Savaşa Doğru Gidiyor”, http://anonymouse.org/cgi-bin/anon-www.cgi/http://www.gundem-online.net/haber.asp?haberid=79393
[34] Cengiz Çandar, “… ‘Dağdan İndirmek’ ve ‘Dağa Çıkmayı Önlemek’ Dersleri...”, Radikal, 13 Eylül 2009, s.11.
[35] Cengiz Çandar, “Kandil’dekilere ‘Havuç’ ve ‘Sopa’...”, Radikal, 19 Eylül 2009, s.9.
[36] Murat Yetkin, “Kürt Açılımında Üç İhtimal”, Radikal, 12 Eylül 2009, s.12.
[37] Murat Yetkin, “Kürt Açılımı: Tamam mı, Devam mı?”, Radikal, 13 Eylül 2009, s.12.
[38] “Cumhuriyeti kuranlar, ‘Kürt realitesini’ Süleyman Demirel’den yetmiş sene kadar önce tanımışlardı”! (Mesut Yeğen, “Kürt Meselesi: Ne Oldu?”, Radikal İki, 2 Ağustos 2009, s.1-4.)
[39] İsmet Berkan, “Dağdan İniş Süreci mi, Başka Bir Şey mi?”, Radikal, 20 Ekim 2009, s.3.
[40] Cüneyt Ülsever, “Dağ Fare Doğurdu”, Hürriyet, 15 Kasım 2009, s.24.
[41] Ertuğrul Kürkçü, “Barış, Sokakta Kurulacak!”, Emek&Özgürlük, No:1, Eylül 2009, s.2.
[42] Muhammed Nureddin, “Açılımın Alternatifi Şiddet”, Haliç, 19 Ağustos 2009.
Yorumlar