“Tedbîr ile aşk zevk virmez Tedbîr diyâr-ı aşka girmez.” [1] Yerkürede, üstüne konuşulabilecek en zor konularda, “Aşk” v...
“Tedbîr ile aşk zevk virmez
Tedbîr diyâr-ı aşka girmez.”[1]
Yerkürede, üstüne konuşulabilecek en zor konularda, “Aşk” ve “Sanat” üzerine konuşmam isteniyor benden; çok zor, hem de pek çok…
“Aşk” ve “Sanat” üzerine, son noktası konulmuş, dört köşe şeylerden söz ederek, sizlere bir reçete sunmam mümkün değil…
Çünkü “Bütün kitaplar yakılmalı/ Sevda üstüne ne söylenmişse yalandır,” diye haykıran Bedri Rahmi Eyüboğlu sonuna dek haklıdır…
Olsa olsa, sizinle, kendi hissiyatımı, buna mündemiç fikriyatımı paylaşabilirim…
O hâlde hadi gelin, aşk’la ya da önceli sevdayla başlayalım…
i) “Seviyorum, o hâlde varım,” der Unamuno…
Ardından ekler Dostoyevski, “İnsanları toptan sevmek ahlâksızlıktır,” vurgusuyla…
Her ikisi de doğru; çünkü sevda seçen, taraf olan bir varoluş hâlidir.
Neresinden bakılırsa bakılsın sevmek, sevdalanmak insanın kendini aşması/ yenilemesidir…
Bu bağlamda sevdanın yenileyen aşkın bir güç olduğu şüphe götürmez gerçektir…
ii) Takasa tahammül etmesi; ölçülmesi mümkün olmayan sevgi ne kadar büyükse, elbette olası kederi de o kadar büyük olacaktır…
Kolay mı, sevgi inceliktir.
Onu bilmeyen, ölmeyi de bilmez.
Çünkü sevda(lar), hayatın pusulasıdır.
Sevgi insanı insan yapan tükenmezliktir.
Tüm bunlardan ötürü “Sevginin bulunmadığı yerde akıl da arama,” der Dostoyevski…
iii) Sevmek iki defa yaşamak ise, sevda da ikinin bir olmasıdır.
Bu niteliğiyle sevgi insan(lık)ı birliğe; bireyci bencilliğin yalnızlığını aşan çoğulluğa götürür.
Evet sevda bir çoğullaşma, insanî toplumsallaşma durumudur…
Kolay mı sevmek, farkında olmak, anlamaktır.
Sevda yaşamın ‘elif ba’sıdır dersek, abartmadan, sadece basit bir gerçeğin altını çizmiş oluruz.
iv) Sevmeden anlamak, görmek mümkün değildir. Sevmeden ancak sizi durmadan içine çeken, yutan karanlığa bakabilirsiniz ki, bu da modern (kapitalist) toplumun bizlere dayattığı yabancılaşmış bir yok oluştan başka bir şey değildir.
Sözünü ettiğim sevdasızlık, aynı zamanda bir yalnızlık, insansızlıktır…
Veya Aldous Huxley’in, “Belki de bu Dünya, başka bir gezegenin cehennemidir”; S. Zizek’in, “Günümüzde vahşet o kadar derindir ki; artık trajik onur düzeyine yüceltilemez,” diye betimledikleri “insan(lık) durum(suzluk)u”dur…
v) Oysa unutulmamalıdır ki, modern (kapitalist) toplumun bizlere dayattığı vahşet kesitinde insan olmak ve kalmak, ancak sevdayla, sevdalarla mümkündür…
İnsan olmak ve kalmak, sevdanın ürünü tutkularla, zenginliğiyle, yani Yunus Emre’nin, “Aşık olmayan insan, yemişsiz ağaca benzer,” uyarısını göz ardı etmemekle mümkündür…
vi) Hayır, hayır sakın ola Faruk Nafiz Çamlıbel’in dizelerindeki üzere, “Ne şair yaş döker ne aşık ağlar/ Tarihe karıştı, eski sevdalar,” diye düşünmeyin, bu karamsarlığa kapılmayın…
Sevda, bitti denilen yerde yeniden çoğalarak başlayan insanî yaratıcılıktır.
Sevda tükenmez, teslim olmaz, vazgeçmez; Oktay Rifat’ın, “Öyle sevdalar vardır, biter biter başlarlar,” vurgusundaki üzere…
vii) Hayır, herkesten sevgi beklemeyin, çünkü onu siz yaratacaksınız; sevda sizi siz yapan, ele avuca sığmaz, kural tanımaz isyancı yanınızdır…
Sevdalanabildiğiniz kadar insansınızdır; hayata bağlanabilip, dünyayı değiştirebiliyorsunuz demektir.
viii) Beni O kılan, O’nu da Ben’leştiren sevda; severek, bağlanarak, başkaldırarak, sınırlanmayarak, baş eğmeyerek yani insanı insanîleştiren edimlerle öğrenilebilir…
Bunun için de “Sevda bir yaşam biçimidir,” denilmesinde hiçbir beis yoktur…
Oscar Wilde’ın, “Hangi sevilen yoksuldur ki?”; Özdemir Asaf’ın, “Sevmeye nokta koyan sınıfta kalır”; Alfred de Mousset’nin, “Ayrılık ve zamanın sevene etkisi yok”; Karacaoğlan’ın, “Sevsem öldürürler, sevmesem öldüm,” sözleriyle betimlenmesi mümkün olan sevda babında altı çizilmeden geçilmemesi gereken W. Goethe’nin şu dizeleridir: “Hakiki sevgi hep aynı kalabilendir,/ Her şey bağışlansa da/ Her şey yasaklansa da.”
ix) Sevilmeye değer olana bağlanan sevda; bir seçim olması yanında, kaçınılmaz olarak da taraflılıktır; taraf olmayan sevda yoktur…
Han Suyin’in, “Bir insanın bir insanı sevmesi, olsa olsa, iki yalnızlığın birbirine yaklaşması, birbirini tanıması, koruması ve avutması olabilir,” tanımındaki kadar kuru, vasıfsız ve sıradan olması mümkün olmayan sevda; gerektiğinde “Seni seviyorsam sana ne?” “Eğer senden hoşlanıyorsam bundan sana ne?” de diyebilmektir…
Şu çok açık: Tutkuları, fırtınası, alt üst ediciliğiyle sevdanın gücü her koşul altında hissedilir, yaşanılır; çünkü sevda insanın sıradanlığını aşmasıdır.
Sevgi ile ilerleriz; yolumuzu açarız; geleceğimizi kazanabiliriz ve sadece onunla başkaları için fedakârlık yapabiliriz.
Çünkü Sait Faik Abasıyanık’ın, “Her şey, bir insanı sevmekle başlar”; Richard Bach’ın, “Yüreğinde hissedersen, mesafe yoktur”; Victor Hugo’nun, “Sevmek, inanmanın yarısıdır” betimlemelerindeki gibidir sevda…
x) “İyi de aşk da neyin nesi” mi?
Sevdanın yoğunlaştırılmış, akkor hâlidir aşk; “Eğer kayıtsız şartsız sevmek elde değilse, aşkın hâli haraptır,” diyen W. Goethe’nin sözlerindeki üzere…
SEVDANIN AKKOR HÂLİ: AŞK
xi) Aşk konusunda çok şey söylendi kuşkusuz; okuduklarım bunların mütevazi bir cüz’ü; onlardan benim hiç unutamadığım W. Goethe’nin şu dizeleri:
“Biz nereden doğduk? Aşktan
Nasıl yok olur gideriz? Aşksız
Kendimizi aşmanın çaresi nedir? Aşk
İnsan aşkı bulabilir mi? Aşk yoluyla
Biz hep ne bağlamalı? Aşk.”[2]
xii) Okuduklarımdan unutamadığım başka şeyler de var…
Mesela “Aşk, ateş gibidir” diyen Hipholyte Taine’in saptaması…
Ya da onu “Aşk ateş gibidir, gıdasız kalınca söner” cümlesiyle tamamlayan Lermontov gibi…
Veya W. Shakespeare’in, “Aşk bir deliliktir”; Ovidius’un, “Aşk, bir çeşit savaştır”; Antoine de Saint Exupéry’nin, “Aşk, aynı yöne birlikte bakabilmektir”; Grasset’in, “Aşk kıyaslamanın son bulduğu andır”; Alexandre Dumas Fils’in, “Aşk, ne yüce bir çocukluktur”; Molière’in, “Aşk büyük bir hocadır”; Ch. Lehmann’ın, “Aşkın ne yasası, ne de sınırı vardır”; H. de Balzac’ın, “Aşk tezatlarla beslenir”; H. Heine’in, “Aşk yepyeni kalabilen eski bir masaldır,” sözlerindeki üzere…
xiii) Aşk yerkürenin, en isyancı, baş eğdirilemez şeyidir.
Örneğin aşk, özgür ve kendiliğinden oluştuğu zaman yeşerir ancak; tıpkı “Dünya sevgi sayesinde özgürleşir,” diyen W. Goethe’nin uyarısındaki üzere…
Baskıya, sınırlara tahammül edemeyen aşkın, baskılar karşısında rengi solar, onun aslî cevheri, öznesi özgürlüktür.
Hoş görmek, affetmek, bağlanmak, başkaldırmak, cüretkârlık aşkın temelidir; iş bu nedenle de William Congreve’nin deyişiyle, “Aşksız hayat yüktür”…
xiv) Azla da yetinmesini bilen bir büyüklük olarak aşk, her şeyin başlangıç noktası ve sonudur
Aşk, insanın yaşamak istemesi, yaşama taraf olması, onu değiştirme cüretidir.
Herkesin aşkı, göze alabildiği, fedakârlığı, hasılı kucaklarken “Güzelliğin on para etmez, bu bendeki sevda olmazsa,” diyen Aşık Veysel’in dizelerindeki cüretkâr/ isyankâr yüreği kadardır…
Bu özellikleriyle aşk, cüretkâr/ isyankâr yürekliliğinden başka kılavuz istemez, tek başına yol alır; bunun için de “Aşık dediğin Mecnun misali kör[dür],” Cahit Sıtkı Tarancı’nın dizelerindeki üzere…
İş bu nedenle insansızlaştırılan sanal aşklardan, distopik kehanetlere uzanan post-modern vazgeçiş labirentinde şimdi; Tahir ile Zühre’yi, Ferhat ile Şirin’i, Leyla ile Mecnun’u, Kerem ile Aslı’yı, Yusuf ile Züleyha’yı, Arzu ile Kamber’i, Mem û Zin’i bir kere daha anımsamalıyız!
İnsan(lık)ı yeniden böylesi aşkların cüreti kurtarabilecektir; iş bu nedenle “Her şey aşka boyun eğer,” der Çehov…
xv) Halil Cibran’ın ifadesiyle, “Her gün kendini yenilemeyen aşk, alışkanlık olur”ken; sürekli olarak filiz vermeyen aşk yavaş yavaş ölür…
Aşk değişmeyince, değiştirmeyince ölür. Yani aşk, sıradanlaşmakla ölür, unutmakla gömülür.
Elinde ne yoksa onu isteyen, “imkânsız” söylencelerine aldırmayan aşk, aklın, dayatılanın, sıradanlığın ötesine çıkmakla mümkündür.
xvi) Hayır aşk; ne Alfred Jarry’nin, “Aşk önemli olmayan bir edimdir, çünkü sonsuzca tekrar edilebilir”; ne de Orhan Pamuk’un, “Aşk, insan ruhuna güvenli bir sığınak bulma özlemidir” tanımlamalarındaki sıradanlığa ait değildir…
Siyahla beyaz gibi birbirine zıt bir sürü şekli olan aşk, olağanüstüdür, sıra dışıdır; tıpkı eskilerden bugünlere ulaşan deney aktarımlarındaki üzere:
Mesela, “Aşıkın gönlünde sabır ve kalburda su durmaz,” der ve ekler Şeyh Sa’dî: “Aşkı pervâneden öğren, ey seher kuşu: Yandı, can verdi, sesi çıkmadı…”
Mesela, “Aşık meyinden içen aşık ayılmaz,” der Aşık Veysel…
Mesela, “Ben aşıkım sözüm de benim aşıkanedir,” der Şeyhülislâm Yahya Efendi…
Mesela, “Aşk bir sihirbazdır, cehennemi cennet sandırır,” der Abdülhak Hâmid Tarhan...
Mesela, “Aşk, hiçbir afetten öğüt almaz,” der Mevlânâ…
Mesela, “Halleyleyemez mes’ele’yi aşkı müderris,” der Rûhî Bağdâdî…
Mesela, “Aşkdan gayri yâre bilmem ben/ Aşkdan gayri çâre bilmem ben,” der Keçecizâde İzzet Molla…
Mesela, “Dertsiz aşk, tam aşk değildir,” der Ferideddîn Attâr…
xvii) Murathan Mungan’ın, “Yok ki aşkın sonu/ Her aşk bir başka aşka bağlanır,/ Sürer, sürdürür kendini,” dizelerindeki aşk süreklilik içinde kopuştur; yenilenmedir;
Aşk deyince… Genceli Nizâmî gibi, “Aşık canının yağma edileceğinden korkmaz”; W. Goethe gibi, “Aşık olmadıktan sonra kalp ne işe yarar?” diye haykırır…
Çünkü aşk güneş gibidir, kör bile hisseder. O her yerdedir; ayan-beyandır; saklısı, gizlisi olmayandır; malum “Aşk ve öksürük saklanmaz,” der George Herbert…
xviii) Aşk dünyanın en evrensel olgusu, dilidir…
Kolay mı; “Aşkın dün-ü mezhebi, milliyeti yoktur,” der Abdülhak Hâmid Tarhan…
xix) “Tatlı acılık” diye de tanımlanması mümkün olan aşk, ve kahramanlık ikiz kardeştir.
İhtiyarlığa, gençliğe bakmayan aşk ile “delilik” ekseriya aynı şeydir.
Mucizeye inanma hâli de olan aşk, hayata koşmaktır ki, hayata yaklaştıkça aşkla tanışırsınız…
Rüzgâr gibi nereden eseceği belli olmayan aşk, bir yıldırım tıynetiyle de mücehhezken; hayal kurmak, başkaldırmak, itiraz etmek ve gözyaşı dökmek, ah çekmek de aşkın ayrılmaz parçalarıdır…
xx) Aşk; insanı teyakkuzda tutmadığı vakit tavsamaya başlamıştır. Yani aşk, insanın teyakkuzda geçirdiği bir dikkat ve şevkat hâlidir…
Bu özellikleri yanında aşk iki insanın bilinçlerini birleştirme, hayat ile toplumsallaştırma çabasıdır…
İş bu nedenle de “Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki; bir bütün olarak içimize sığmaz, sevdiğimiz insana doğru yayılır. Onda kendisini durduran başlangıç noktasına doğru geri dönmeye zorlayan bir yüzey bulur. İşte karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey, kendi sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür. Bizi gidişten daha fazla etkilemesinin, büyülemesinin sebebiyse, kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir,” der Marcel Proust…
xxi) Geceyi bile gün ışığına boğabilen aşkın, zaruret hâlinde, en iyi öğretmen olduğu su götürmez…
Başlaması kolay, bitirilmesi çok zor bir şey olarak aşk egemen olmaz ama biçimlendirir; ayrıca, yüreğinde tarifsiz bir merhamet gizli olan aşk, herkesi ilgilendiren ya da ilgilendirmiş bir tutkudur…
Aşk, duyguların şiiri, dili olması yanında; bir “çılgınlık”, göze alabilmedir; çünkü “Aşk, çılgınlık değilse aşk değildir,” der Barca ve ardından da ekler Konfüçyüs, “Aşk, dört nala giden at gibidir, ne dizginden anlar, ne söz dinler…”
Tekrarlayayım: Aşkta her zaman bir çılgınlık vardır. Ama çılgınlıkta da her zaman bir mantık vardır. Aşk, tümüyle bir çılgınlık değildir; ama çılgınlıkla birçok ortak yanı vardır; çünkü aşka kimse yasa koyamaz; aşkın en yüce yasası kendisidir.
xxii) Gerçek aşk ateş gibidir. Bir anda bütün duygularımızı harekete geçirir…
Gerçek aşkı tanıdığında, yaratıcıyı da tanırsın…
Çünkü aşk, insanî olana ulaşabilmek için insan yanımızın kanatlanması, başkaldırmasıdır…
Bu özellikleriyle de aşk; imkânsızın zaferi olduğunda doruğa ulaşır; sevgiliyi her gördüğünde yeniden doğar…
Bunun için de “İlk aşk devrimden farksızdır; hiç değişiklik olmadan sürüp giden hayat bir anda darmadağın oluverir,” diye not düşer İvan Turgenyev…
xxiii) Aşktan korkmak, hayattan korkmaktır; hayattan korkanlar ise çoktan öbür dünyayı boylamış sayılırlar; Georges Bernanos’un, “Cehennem dedikleri, artık âşık olamamaktır,” saptamasındaki üzere…
Hayata dair her şeyde aşkın da payı vardır; çünkü aşk, hayatın çiçeğidir; beklenmedik bir anda, yasa kural tanımadan açan; insan(lık)ı hayatın tüm yüklerinden, acılarından arındıran devasa bir güçtür…
xxiv) Yunus Emre’nin, “Türlü türlü cefanın adını aşk koymuşlar” dese de, ardından da “Aşık olamayan âdem benzer yemişsiz ağaca,” notunu düşmeden edemediği şey yani insan olmanın akkor hâli için Stendhal, “Aşk çok renkli bir çiçektir ama yetiştiği yer korkunç uçurumların kenarıdır”; Mevlânâ, “Altın ne oluyor, can ne oluyor; inci, mercan da nedir; bir sevgiliye harcanmadıktan, bir sevgiliye feda edilmedikten sonra”; W. Goethe, “Her şey için aşk!.. Aşk imkânsız bir çok şeyi mümkün kılar… “Aşk her şeye katlanabiliyorsa her şeyin yerini almayı daha da iyi bilir” notunu düşerler…
xxv) Mesele sadece aşkın mücadelesinde değil, bu coşkuyla Murathan Mungan gibi, “Ben sende bütün aşklarımı temize çektim,” diye haykırıp, D. H. Lawrence’in, “Bunlar âşık olmayı bilmiyorlar, onun için bu kadar kolay âşık oluyorlar,” uyarısını da göz ardı etmeden hayata içkin mücadele aşkı içinde olabilmektir…
Böylesine bir aşk, yalnız kendisinin haklı olduğuna inanır ve onun önünde de bütün engeller yok olur…
İhtiyacımız olan da tamı tamına budur…
xxvi) “Aşk”a dair efsaneyi bir kenara bırakıp; Osman Akınhay’ın, “Devrim yakın gibiyken aşk öne çıkarılmaz,” türünden mugallatalarına aldırmadan; aşk gerçeğine, yaşanmışına değğin; Lenin’in “küçük ringa balığı” diye hitap ettiği Nadezhda Krupskaya ile ilişkisinden söz etmeden geçmek olmaz…
Onların hikâyesi, yani 1917 Ekim Devrimi’ne büyük emek vermiş Lenin ve parti içinde kod adı balık olan ve yeraltı mücadelesinde görünmeyen mürekkeple şifreli mektuplar yazmak konusunda uzmanlaşmış olan ve Lenin’in “benim küçük ringa balığım” diye seslendiği Nadezhda’nın aşkları Sovyet Devrimi kadar büyüktü, yoksa devrim o kadar muhteşem olur muydu?[3]
Aşk vazgeçmeyen ısrarcı bir ölümsüzlüktür; evet, 78 yaşında, ilk aşkı, şimdi 86’sında da “Sevmenin yaşı olmaz,” diyen Mustafa Dede’ye “kaçan” Ayşe Nine’nin yaptığı gibi…[4]
Güzeli görme ve bağlanma biçimi olarak aşk, Fransız şarkılarının belki de en ünlüsü, “Les Feuilles Mortes/ Ölü Yapraklar”ın kulağınızda, beyninizde, yüreğinizde biteviye çınlamasıdır; “Gördün mü, unutmadım bana söylediğin şarkıyı.../ Bize benzeyen şarkıyı...” diye…
SEVDALI SANAT
xxvii) Sanat, işte bu şarkıyı söylemeyi hak etmiş cüret ile vardır; varolabilir…
Bilindiği gibi kendinin hakkını veren sanat, insanı alışılmış biçimlerden, ölçülerden, kökleşmiş algılamalardan kurtarıp, onun önüne yaratıcılığın ürünlerini serer. Bu soruyu yanıtlarken Ernst Fischer’in sorusunu göz önünde bulundurmak gerekir: “Sanat, insanla dünya arasında daha köklü bir ilişkiyi açığa vurmuyor mu?”
Sanatın, yaratılanın karşısına yeni bir yaratı koyma düşüncesinden doğduğunu da söyleyebiliriz. ‘İnsan ve Sanat’ yazısına geçen şu yargılar da göz ardı edilmemeli: “Toprağı düşünün; üzerine bir şey ekilip dikilmedikçe durup bekler. Üstüne tohum atılınca onu var eder, var ettiğini sonsuzluğa erdirir.” Toprak, ‘doğanın yaratıcılarını bekleyen, üretime hazır dev rahmi’dir.
Albert Camus, Başkaldıran İnsan’da “Sanatçı kendi hesabına yeniden kurar dünyayı” derken, düşüncenin özüne Hollandalı ressam Vincent van Gogh’un şu sözüyle varıyor: “Tanrı’yı bu dünyaya bakarak yargılamamak gerektiğine daha çok inanıyorum; başarısız bir taslağı bu onun.”
Sanatçı taslağı görüp, ona yeni biçimler, anlamlar kazandıran insandır. Bu konuda da şöyle der Vincent van Gogh: “Her sanatçı bu taslağı yeniden yapmaya, eksiğini tamamlayarak ona bir deyiş katmaya çalışır.”
Yaratıcılık dürtüsünden yoksun insan durağandır; yani aşksız, sevdasız, kavgasızdır.
Bu bağlamda yaratıcılık, aşka, sevdaya, kavgaya mündemiçtir.
xxviii) Kaldı ki Nelson Goodman’ın da ‘Dünyalar Nasıl Yapılır?’da ifade ettiği gibi, türü ne olursa olsun bütün sanat dallarını ortak bir mesaj çevresinde birleştiren şey, düz ya da eğreltilemeli olarak söylenen ya da resmedilen şeydir. İmlemeye dayalı olsun ya da olmasın, her sanat yapıtı, kullandığı ifade araçlarıyla, bir dünyayı yenileyip tekrar yapılandırabilir.[5]
Ancak burada unutulmaması gereken şey şudur: İnsan yenilenmeden, sanat yenilenmez. Yaratıcılığın ürünü olan sanat, tasarımlar bileşkesidir. En ilkelinden en gelişmişine, hiçbir sanatsal ürün tasarlanmadan yapılamaz. Tasarım gücü de insanda var. Üretimde bulunma, öykünme (doğayı düşsel öğelerle yeniden biçimleme, taklit, oyun kurma), düşünme, düşündüğünü uygulamaya sokma insana özgüdür. İnsan bu gücüyle değiştiriyor dünyayı. Bilim, sanat, düşünce insanın var olanla yetinmeme yeteneğiyle, merak duygusuyla gelişim göstermiştir. İçgüdüsünü bilinçli güdüye çeviren tek yaratık insandır.
xxix) Bu noktada aşk gibi, “Sanatın tarafı elbette var ve olmalı,’ diyen Derya Alabora ekliyor: ‘Sanatın bir derdi vardır. Dert olmazsa, maraz olmazsa zaten sanat olmaz. İnsanlar kendini tam hissettiğinde bir şeyleri yaratma ihtiyacı hissetmez, o yüzdendir ki sanat bir tarafı tutar.
‘Sanat elbette taraflıdır’ dedim. Zaten sanatta da, hayatta da, fikirde de tarafsız olan bir insan olabileceğini düşünmüyorum, olamaz da…”
xxx) “Ölüme karşı tek yanıt sanattır. Her sanat, insanın ‘kaderi’ne karşı isyandır,” der André Malraux; ve “Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı,” diye de ekler Albert Camus…
Ayrıca da Dostoyevski, “Ismarlama sanatı öldürür”; Paul Gauguin de, “Sanat ya intihaldir ya da devrim,” diye haykırır…
Sanatçı deyip geçmeyin, onların vatanı, renkleri, milliyetleri, cinsiyetleri yoktur…
Edmond Goblot’nun, “Sanatçı, benliğimi aşmayı bana öğreten, kendisinin yardımı olmadıkça bana, yabancı kalacak olan şeyi duymaya, anlamaya ve istemeye bende heves uyandıran, kendi ruhsal hayatını benimkine eklemek suretiyle beni daha olgun şekilde yaşatan kimsedir,” diye tarif ettiği onlar bize yerkürenin hepimize, kardeşlik ve barışa yetebileceğini öğretirler…
xxxi) “Ey insan! Sanat yalnız senindir,” diye haykıran Schiller için “Sanat özgürlüğün çocuğudur”; Edmond Goblot için ise, “Sanat çoğu kez yenilik getiricidir ve çoğu kez devrimcidir…”
Egemen ideoloji ile aralarına sınır çekmekte bir an duraksamayan sanatçılar; iktidarın elini eteğini öpmeyip, iktidarla aralarını mesafe koyarlar, Çin Seddi çekerler…
Hem de Theodor Adorno’nun, “Eğer eleştirmenler sonunda kendi sahalarında (sanat) yargıda bulundukları şeyi anlamaz olmuşlarsa ve propagandacı ya da sansürcü durumuna düşmeyi hevesle kabul ediyorlarsa, mesleğin o eski namussuzluğu gerçekleşiyor demektir. Bilgi edinme olanağı ve konumlarından kaynaklanan avantaj, kendi görüşlerini nesnellikmiş gibi dile getirmelerine izin verir. Ama bu, egemen tinin nesnelliğidir sadece. Gizleyici örtünün dokunmasına onlar da katılmaktadır,” eleştirisini asla unutmadan…
AŞK(İLE SEVDAN)IN DİLİ: ŞİİR, EDEBİYAT, TİYATRO
xxxii) Aşk ile sanat arasında müthiş bir illiyet ilişkisi vardır; bana göre en çok da aşkın dili olanlarının…
Mesela Can Yücel’in, “Saf şiir olmaz!/ Şiir dediğin mürekkeple yazılır!”; Wilfred Owen’ın, “Şairin bugün yapabileceği tek şey uyarmak… O yüzden gerçek şair gerçeğe bağlı kalmalı”; Mehmet Yaşın’ın, “Şair, dünyadan hiçbir şey beklemeden dünyayı sonuna kadar yaşayabilen böylece de sonuna kadar ölebilen kişidir,” diye anlattığı şiir/şair…
Örneğin “Önce şiir vardı. Her şey şiirden doğdu... Bu dünya şiirsiz yaratılmış olamaz, insanlık şiirle konuştu ilk kez. Şiir yazmak için yarattı ilk sözcükleri... Bu yüzden ozanlar bir çeşit evliya, ermiş, peygamber sayılmışlardır eski zamanlarda. Bugün bile gerçek ozanlar toplumların öncüsü sözcüsü, yol göstericisi oluyorsa bunu, şiirin evrensel diline, gücüne borçludurlar... Onlar insanlık ulusunun, bir gün er geç kurulacak o büyük, tek ulusun, tek toplumun öncüleridir,” der Oktay Akbal; sonra da ekler Lord Byron, “Ey, yıldızlar! Göğün şiirisiniz siz!” ile Percy Bysshe Shelley, “Şiir dünyanın gizli güzelliğinin peçesini kaldırır; bildik nesneleri ayrıksı kılar,” diye…
Gerçek odur ki aşk gibi, şiir de hiçbir zaman ısmarlanmamıştır: Ne zamanı vardır ne de mekânı. Ama bu nedenle hem zamanı vardır, hem de mekânı. Bir gün terekesi açılır, borcu ve alacağı ölçülür. Ama şairin ne borcu vardır, ne de alacağı. Habersiz gelir, habersiz gider.
Bu konuda Ahmet Telli’nin ‘Şiirime Dair’ başlıklı şiirinin finalini anımsamak ve anımsatmak yeter de, artar bile: Ve/ derim ki/ emperyalizme, faşizme/ şovenizme sıkılan bir mermi olabilmişse şiirim/ geriletmişse acıyı ve zulmü/ yırtılıp atılıyorsa küçük burjuva ellerde/ şiirimin verilmiş hesabıdır bu…”
xxxiii) Edebiyata gelince; yazmak, yaşayarak yaratmaktır…
Tıpkı Harold Pinter’in, “Yazdığım şeyin kendinden başka hiçbir şeye karşı hiçbir yükümlülüğü yoktur”; F. Scott Fitzgerald’ın, “Bir şey söylemek istediğin için yazmazsın, söyleyecek bir şeyin olduğu için yazarsın”; Eugene Ionesco’nun, “İnsanlar neden hep yazarlardan soruları yanıtlamalarını beklerler ki? Ben soru sormak istediğim için yazarım” saptamalarındaki üzere…
“Yazmak” deyince, George Orwell’in şu yol gösterici satırları da unutulmamalıdır: “Kitaplarda sık sık rastladığınız eğretileme, teşbih gibi söz sanatlarını hiçbir zaman kullanmayın. Kısa bir sözcük kullanabilecekken hiçbir zaman uzun bir sözcük kullanmayın. Bir sözcüğü çıkarınca da oluyorsa, mutlaka çıkarın. Etken fiil kullanılabilecek yerlerde hiçbir zaman edilgen fiil kullanmayın. Gündelik dildeki karşılığını bulabiliyorsanız, hiçbir zaman yabancı bir deyim, bilimsel bir sözcük ya da jargon kullanmayın. Ama baktınız ki ortaya dangul dungul bir şey çıkıyor, bu kuralların hepsini çiğneyin gitsin…”
Böylesine yazmak; aşkın ve hayatın aşkınlığıyla mümkündür…
xxxiv) Ferit Edgü, ‘Leş’ başlıklı kitabında böylesine yazmayı “bir başkası olmak” diye tanımlarken; Blanchot’ın “Yazmak, benden o’ya dönüşmektir” sözünün de anımsanması gerekir.
Ben ve O, ben ve öteki... Bu ikilemi en güzel dile getiren Rimbaud’dur: “Ben bir başkasıdır,” der.
Yazmak, başkalarına ulaşmaktır. Köprü kurmaktır. Başkası olmaktır; paylaşmaktır; çoğullamaktır; aşk ve sevda gibi…[6]
Behçet Çelik’in, “Edebiyatın, giderek işitmez olduğumuz, ama anbean beynimizi deşip ruhumuzu yoran uğultuları işitmemize aracılık ettiğini düşünüyorum; kesinlikle uğultuyu örtmek ya da bastırmak değil!” uyarısını dillendirdiği koşullarda edebiyatın görevi dünyayı keşfe çıkmak; sözcüklerin dünyasını keşfetmek bağlamlı heyecan verici bir yolculuktur. Aynı zamanda da yıpratıcıdır yazmak, yaraya tuz basmak gibi bir şey.
Bu günlerde aşkın ve hayatın aşkınlığıyla kutsanmış edebiyata her zamankinden de daha fazla muhtacız…
‘Yeşil Peri Gecesi’ başlıklı romanında toplumun ikiyüzlülüğünü, ahlâkî çöküşünü anlatırken, “Bizim milli ikilimiz suç ve ceza değil, suç ve nisyan… Bu dünya artık bir çirkef çukurudur” diyen Ayfer Tunç’un, “Bizim tarihimiz, unutarak gömdüğümüz günahlarımızın tarihidir. Kurcalayıp durmayın,” diye eklediği koordinatlarda Vladimir Makanin’in dillendirdiği soru şudur: “Ya günümüzde gerçekten de edebiyatsız yaşamayı öğreniyorsa insan? Yaşam kendine yeten bir devinim hâlini alıyorsa? Ya bizi ilgilendiren yalnız, her şeyin önüne geçen kendini koruma içgüdüsüyse?” Bu sözler çivi gibi aklıma çakıldı. Korkuyorum, eğer insanın artık edebiyata ihtiyacı yoksa, insanlığa da ihtiyacı yok demektir…”
xxxv) Nihayet tiyatro…
Ahmet Levendoğlu, “Tiyatronun özü gereği insana ve insan yaşamına ilişkin bir sözü olmalı,” derken; “Tiyatro, insanları eğitip bilgilendirecek olanaklar sunar,” diye ekler İngiliz aktrist Judy Dench de…
Burada önemli olan sahneye, gerçeğimizi, kimliğimizi, soru(n)larımızı çıkartarak ötekilerle paylaşmak/ çoğullaşmaktır…
Hayatın, aşkla estetize edilmesinden başka bir şey olmayan sanatda bundan başka ne olabilir ki?
“SONUÇ YERİNE”
xxxvi) Diyeceklerimi toparlayarak, sonluyorum.
Montaigne’ın, “Tek bir insanda bütün insanlığın hâlleri vardır,” saptamasını sonuna dek paylaşan birisi olarak sevdasız, sanatsız, hasılı kavgasız sıradan insan(lar) beni zerrece ilgilendirmiyor, bu denli sıradan olmamaları gerektiği dışında…
Şimdi aşkla, sevdayla, sanatla, kavgayla insan(lık)a dayatılan sıradanlığın aşılması için her ne gerekiyorsa, onun yapılması gerekir…
O hâlde George Clooney’in, “Günümüzde yaşadığımız her şeyin politik bir değeri, uzantısı var,” uyarısını unutmadan; tüm safsatalara sırt dönmek gerekiyor; tıpkı Jose Ortega Y Gasset’in satırlarında işaret ettiği gibi, “Bir insanlık gerçeği kendi tarihini tamamladığında, bir deniz kazasına uğrayıp öldüğünde, dalgalar onu safsatanın sahiline vurur, artık orada ceset hâlinde uzun zaman varlığını sürdürür. Safsata insan gerçeklerinin mezarlığıdır; ya da olsa olsa sakatlar hastanesidir.”[7]
xxxvii) Safsatalardan, vazgeçiş hurafelerinden, teslimiyet “teorileri”nden kurtulmak için şimdi biz(ler)e, Fatva Tukan’ın, ‘Yeni Yıla İkinci Dua’ başlıklı dizelerindeki gibi aşk (ve sanat) gerek…
“Aşk ver bize, aşk ver./ Aşkın içinde patlar bizim büyük cevherimiz/ Aşkın içinde ışıldar/ Aşk ile yeşerir türkülerimiz bizim/ Aşk ile yeşerip dökülür kalbimiz/ Dökülüp yayılır/ Ve zenginleşir toprağımız aşk ile./
Aşk ver bize, aşk ver/ Aşk ver ki, kuralım yeniden/ Yıkılan dünyamızı/Aşk ver ki/ Serpelim tekrar tekrar/ Bereketli kıvancı/ Kısır dünyamıza/
Kanat ver bize, kanat ver/ Açalım dörtbir yandan kuşatılmış bu zindanı/ Bu demirden, çelikten duvarları yıkalım/ Uçurtalım özgürlüğü ta yukarılara, doruklara/ Işık ver bize, aydınlık ver/ Zifir karanlıkları yarıp geçecek bir ışık ver/ Parlak soluğuyla hepimizi/ Yücelere fırlatacak bir aydınlık./
Özgürlük getir bize/ Var olmanın tek olanağını/ Tek amacı yaşamanın…”
xxxviii) Biz(ler)e bu imkânı, ancak aşk (ve sanat) ile Tagore’un, “Hayatta en büyük facia insanın kendisinin farkına varamamasıdır,” saptamasının muhatabı olmayan sevdalı insan(lık) sunacaktır…
Dikkatiniz için teşekkür ederim…
26 Ekim 2010 20:51:22, Ankara.
N O T L A R
[*] 5 Kasım 2010 tarihinde 1. Çeşme Tiyatro Festivali’nin kapanışında yapılan “Aşk ve Sanat” başlıklı konuşma… Kaldıraç, No:115, Kasım 2010…
[1] Fuzûlî.
[2] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.73.
[3] N. Krupskaya, İşte Lenin!, İnter Yay., 1995.
[4] “Üçüncü Bahar Yaşıyor Ömrüm”, Radikal, 21 Ekim 2010, s.2.
[5] Nelson Goodman, Dünyalar Nasıl Yapılır?, Çev: Akın Terzi, Pan Yay., 2010.
[6] Bu konuda negatif bir örneğe ilişkin olarak şunları der Oscar Wilde, “Bir yazar olarak George Meredith, dil dışında her şeyin ustasıdır; bir romancı olarak öykü anlatmak dışında her şeyin üstesinden gelir; bir sanatçı olarak anlaşılmazlığın dışında her şeydir.”
[7] Jose Ortega Y Gasset, Kitlelerin Ayaklanması, Çev: Neyyire Gül Işık, İş Bankası Kültür Yayınları, 2010.
|
Yorumlar