“Soru sormak, öğrenmektir.” [2] Benden bir kez daha “Eğitim-YÖK-Üniversiteler” konusunda konuşmam istediğinde, aklıma ilk...
“Soru sormak,
öğrenmektir.”[2]
Benden bir kez daha “Eğitim-YÖK-Üniversiteler” konusunda konuşmam istediğinde, aklıma ilk gelen Sadi-i Şirazi’nin, “Çocuklarımızı kuzu gibi büyütmeyelim ki, ileride koyun gibi güdülmesinler,” sözü oldu…
O hâlde konuşmamın başında dikkatinizi çekmek istediği ilk şey, “Eğitim-YÖK-Üniversiteler”in kapitalizm koşullarındaki işlevinin, sizleri “Kuzu-Koyun” gibi biçimlendirmek olduğudur.
Kolay mı? Louis Althusser’in ‘İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları’ başlıklı kitabında mükemmel özetlediği gibi, kapitalizmin devam etmesi bir rıza alanı yaratıp, insan yaşamını bütünüyle kuşatan ve insanın aranışlarını sınırlayan, alternatifleri kötürüm hâline getirip, insanı bir tür yalnızca yaratılmış ihtiyaçların içinde, toplumsal olarak ürettiği fetişlerin peşinde tüketerek, “Kuzu-Koyun” gibi biçimlendiren bir sistem olmasında yatar…
İlki bu; ikincisi ise önünde “Prof. Dr.” Takısı olan Atilla Yayla isimli “zatın” şu saptaması: “Üniversiteler birer eğitim kurumu olduğu kadar birer işletmedir de. Akademisyenlerin işletmecilikten anlamaları iyi bir şey olmakla beraber ender karşılaşılan bir durum… Bu yüzden üniversitelerde işletme idaresiyle akademik idare birbirinden ayrılmalı. Rektörler yalnızca akademik işlerle ilgilenirken, üniversite işletmesi daha profesyonel kişiler tarafından yürütülmeli…”[3]
Bir şirket CEO’su gibi konuşan “işletmeci” Atilla Yayla’nın dediklerine dikkat edin: O, kapitalist eğitim(sizlik)in ne olduğunu veciz biçimde özetliyor…
Bitmedi! Dahası da var; örneğin, “Üniversite fabrika kuruyor rektör fabrikatör oluyor…
Meclis’teki teknokentlerle ilgili tasarı yasallaştığında üniversiteler fabrika kurabilecek…
Akdeniz Üniversitesi de, Türkiye’de fabrika kuran ilk üniversite olmak için kolları sıvadı. Rektör Prof. Dr. İsmail Kurtcephe, ‘Tasar yasallaştığı zaman 3 ay içinde fabrikamızı hizmete sokacağız,” diyor![4]
Ne alâ değil mi?!!!
KAPİTALİST EĞİTİM(SİZLİK)
O hâlde YÖK’ün ne olduğunu biz(ler)e en iyi anlatıp, özetleyen şeyden, yani kapitalist eğitim(sizlik)ten başlayalım…
Burjuva eğitimin amacı, birbirine benzeyen, bağımsız davranamayan, basit komutlarla harekete geçirilebilen, standart vatandaş kalıbına uygun, dünyayı ve sistemi sorgulamaktan uzak “ortalama insan” yaratmaktır. Burjuva ideolojisini benimseterek, en dinamik çağında gençleri pasifize ve atomize ederek, sindirerek, alternatif fikir beyan edemeyen, pasif, el pençe divan ilişkilere alıştırılmış insanlar yetiştirmektir.
Burjuva eğitim sistemi herkesi kıyma makinesinden geçirmeyi amaçlar. Hiç kimse askerde atılan tokatı garipsemez, çünkü bir yabancıdan gelen ilk tokadı daha ilkokul sırasında yiyerek egemenin kim olduğundan çoktan haberdar edilmişizdir.
Kolay mı? Sessizlik ve onun kültürü hâkimdir okullarda. Sessiz olmalısın! SESSİZ! Müfredatın dışında herhangi bir konuda konuşamazsın. O müfredat ki, burjuvaziye ve onun devletine kulluğu buyurur, o sessizliktir ki, işine, ekmeğine el atıldığında, işten kovulduğunda sesini çıkarmamanı sağlar. Eğitim süresince kurulan ilişkilerin formatı da daha sonra patronla ve komutanınla kurulacak ilişkilerin aynıdır.
Amerikalı bir öğretmen olan John Taylor Gatto’nun araştırmasına göre, Amerika’da ve tüm dünyada 1905’lerden itibaren yaygınlaşan zorunlu kitle eğitiminin amacı şuydu: “Vasat düşünürler üretmek, insanın ruhsal boyutunu bastırmak, çocukların liderlik özelliklerini silmek, boş ve zaaf sahibi yurttaşlar yetiştirmek. Tüm bunların hedefi de toplumu ‘yönetilebilir’ kılmak. (…) köylü ve işçilerin, burjuvazi aleyhine tehlikeli bir dayanışma içine girmelerini engellemek. İşte modern endüstrileşmiş zorunlu eğitim, bu alt sınıfları bir cerrah bıçağı gibi bölmeye yarıyor. Yaşa, test başarısına, konu ve alanlarına göre sürekli kompartımanlanan cahil kitle, daha çocuklukta birbirinden ayrılıyor. (…) Zorunlu eğitim, çocuklara hiç durmadan tüketmelerini öğretmedi; ondan da iyi bir şey yaptı: onlara düşünmemeyi öğretti. Ve böylece, yeni oluşan serbest pazarda çocuklar, oturup yeni çıkacak ürünleri bekleyen ördeklere döndüler.”
Burjuva eğitiminin biçimsel kuralları, toplumsal eşitsizliğin eşitlik olarak yutturulmasına yardımcı olur.
Bugün kapitalizmle birlikte eğitim, artık kompleks bir süreci ifade ediyor. Eğitim politikası, eğitim finansmanı, eğitim yönetimi, eğitim yöntemi, eğitim hizmetleri, eğitim müfredatı gibi başlıklardan bağımsız bir eğitim sisteminden bahsetmek mümkün değil. Bunlara sınıfsal temelde baktığımızda akla şu sorular geliyor; kimin hizmetine sunulan, kimlerce finanse edilen, kimin politikalarına yarayan ve kimi denetleyen bir eğitim sistemi?
Burjuvazinin müfredat dediği şey esasen kendi görüş ve politikalarının eğitim alanında nasıl hayata geçirileceğinin planıdır. Bu nedenle müfredat burjuvazinin sınıfsal egemenliği dışında düşünülemez. Burjuvazi resmî müfredatın dışında okunan, konuşulan, yapılan her şeyi cezalandırır; öğretmenlerini sürgüne, öğrencileri ise disiplin kurullarına yollamaktan geri durmaz.
“Peki bu eğitim(sizlik)le ne hedeflenir” mi?
Burjuva eğitim sistemi eşitsiz bir yapıya sahiptir. Burjuva gençler paralı ve pahalı okullarda tüm imkânlara sahip olarak okurlarken, işçi ve emekçi sınıftan çocukların ve gençlerin böyle bir şansı yoktur. Onlar burjuva devletin sözüm ona parasız dediği köhnemiş ve bakımsız okullarda, her türlü eğitim araç ve gereçlerinden yoksun bir şekilde, burjuvazinin kendisine layık gördüğü eğitim hakkını kullanmaya çalışıyorlar.
Bugün üniversitelere ve okullara hâkim olan burjuva devletin eğitim anlayışının ne olduğu, okullarda hüküm süren askerî kışla disiplininden rahatlıkla anlaşılabilir.
Unutmayalım ki, üniversiteler de burjuvazinin düzeninin bir parçasıdırlar ve bu düzenin yarattığı sorunların dışında kalmaları olanaksızdır. Eğitimdeki eşitsizliğin, gerici, baskıcı ve bilimsel olmayan eğitim anlayışının, okullardaki anti-demokratik yönetimlerin ve kalitesiz eğitimin sorumlusu burjuva devlettir. Bu alanda da tek amacı kâr etmek olan burjuvazi, eğitim sistemini metalaştırmış ve özel üniversiteler sayesinde eğitim kurumlarını “bacasız fabrika”lara dönüştürmüştür.
Kapitalist eğitim(sizlik)te insan insanın kurdudur… Çürüyen kapitalist sistem toplumsal ilişkileri her geçen gün dejenere eder. Kapitalist eğitim sistemi öğrencilerin arkadaşlık kurma, yaşama bağlanma ve umutlu olma olanaklarını, kariyer sağlama, öne geçme, birinci olma boş düşleriyle biçimlendirir.
Burjuva eğitim sistemi insanı yarış atına dönüştürürken, toplumsal sorunlardan uzaklaştırır. Ezbere dayalı sistemiyle bencilleştirir.
Nihayet, “Sonunda anladık ki, okula gitme zorunluluğu insanların büyük bir bölümünün öğrenme hakkını kısıtlamaktadır,” sözlerinde işaret ettiği gibidir her şey, Ivan Illich’in sözündeki üzere…
BURJUVA EĞİTİM(SİZLİĞ)İN GÜNCEL SORU(N)LARI
Kapitalizmde her seviyede eğitim, burjuva sınıfın çıkarlarına hizmet edecek insanları yetiştirmenin kurumsal ifadesidir. Bilim, kapitalist sistemde sermayenin çıkarlarına hizmet ettiği oranda önemlidir. Dolayısıyla bilim ile sermayenin çıkarları arasında böylesine bir bağ vardır.
Çünkü kapitalizm, sistem genelindeki ekonomik çıkarlarını korumak ve devamlılığını sağlamak için özellikle eğitim kurumlarına kendi politikasını dayatır. İhtiyacı olan ucuz iş gücünü sağlayabilmek için eğitim kurumları üzerindeki politikasını eleme ve rekabet üzerine kurarken; kitleleri de ideolojik aygıtlarıyla abluka altına alıp, zihinleri bulandırır.
Kolay mı? Tarihteki bütün sınıflı toplumlarda eğitim, egemen sınıfın ideolojisinin yeniden üretiminin ve topluma yayılmasının, kabul ettirilmesinin bir aracı olarak işlev görmüştür. Egemen sınıflar, hegemon konumlarını koruyabilmek ve bireyleri üretim ilişkilerine uygun olarak yetiştirmek için eğitimi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır. Bu bağlamda eğitim, egemen sınıfların ideolojik araçlarından biridir.
Antik toplumlardaki eğitim sisteminden feodal toplumdaki kiliselere ve kapitalist toplumdaki üniversitelere kadar eğitimin başlıca amacı, egemen sınıfların çıkarlarına göre şekillendirilen toplumu mevcut sistemin devam etmesi gerektiğine ikna etmek, yeni kuşakları sistemin kendini yeniden üretebilmesi için gerekli formasyona sahip hâle getirmektir. Egemen sınıfın kalıpları dışına çıkan eğitim anlayışları, tarihin her döneminde şiddetle reddedilmiş, yasaklanmış ve engellenmiştir.
Kapitalist toplumda da eğitimin anlamı farklı değildir, ancak kendisinden önceki toplumlara göre çok daha karmaşık bir işleve ve işleyişe sahiptir. Kapitalizm için eğitim, bir yandan burjuva sınıfın toplum üzerindeki egemenliğini sürdürebilmesinin bir aracı ve eğitim kurumları da burjuva ideolojisinin üretildiği ve yayıldığı yerlerken, diğer yandan da sermayenin hizmetine sunulmak üzere nitelikli işgücünün yetiştirildiği, kapitalistler sınıfı için meta üretiminin yapıldığı kurumlardır. Bu durum kapitalizmin ortaya çıkışından bu yana böyledir ve bu niteliği gittikçe artmaktadır.
Dini kurumlar, eğitim sistemi, hukuk sistemi, medya gibi tüm araçlar ideolojik aygıtın birer parçasıdırlar. Burjuvazi bu araçları son derece etkin bir şekilde kullanarak ve her gün bu araçlara yenilerini ekleyerek, hatta kimi zaman kendisine karşı olan araçları bile tersyüz edip içini boşalttıktan sonra topluma iade ederek ideolojik bombardımanını sürdürür.
Kapitalist toplumda dünyaya gelen herkes, doğduğu andan itibaren bu ideolojik bombardımana maruz kalır. Önce aile içinde, sonra okulda ve ardından üniversitede verilen eğitim tek bir amaca yöneliktir; bireyi kapitalist toplumla uyumlu bir hâle getirmek ve bu şekilde tutmak. Okul evresi bittiğinde ideolojik eğitim başka araçlarla devam eder. Bu kapsamda burjuva medyanın ulaştığı güç korkutucu boyutlardadır. Medyanın yanı sıra din, kültür, ahlâk gibi araçlarla süregiden ideolojik eğitim kişiyi ölünceye kadar bırakmaz.
Burjuva devletin toplumun tamamını genel ve zorunlu bir eğitime tabi tutması kuşkusuz kendisinden önceki toplumlarla karşılaştırıldığında muazzam bir ilerlemedir. Fakat bu noktada burjuva eğitimin amacı, toplumu oluşturan bireyleri, kendisinin ve yaşadığı dünyanın bilincinde olan ve edindiği bilgiyi toplumun yararına kullanan özgür insanlara dönüştürmek değil, bu bilgiyi burjuva sınıfın çıkarları doğrultusunda kullanan ve bunu da fazla soru sormadan itaatkâr bir şekilde yerine getiren ücretli kölelere dönüştürmektir.
Toplumun geneline uygulanan eğitim sistemi ile sadece küçük bir azınlığın, burjuva çocuklarının aldığı eğitim arasında, her alanda olduğu gibi derin bir uçurum vardır. Egemen sınıfın çocuklarının okuduğu okullar ile toplumun geri kalanının eğitim gördüğü okullar arasındaki fark, kapitalist toplumun sahip olduğu eşitsizlikle doğru orantılı olarak her geçen gün daha da artmaktadır. Burjuva devletin bütün ideolojik argümanları eğitim sisteminin içeriğine de yansımıştır. Ders kitaplarında öğrencilere verilen sosyal bilgiler baştan aşağı gerici ve idealist bir içerikle doludur. Öğrencilerden bunları anlaması değil ezberlemesi istenir. Araştıran ve sorgulayan, doğru bulmadığını eleştiren, doğru bildiğini sonuna kadar savunan bir kafa yapısı burjuva eğitim anlayışıyla asla bağdaşmaz. Onun istediği kendisinin doğru dediğine doğru diyecek, yanlış dediğine yanlış diyecek, kısacası egemen ideolojiyi tartışmasız kabul etmeye yatkın, edilgen hâle gelmiş beyinlerdir.
Kimi ülkelerde daha demokratik bir işleyişe sahip gibi görünse de, kapitalist sistemin tamamında başta üniversiteler olmak üzere tüm eğitim kurumları burjuva devlet aygıtının ya doğrudan bir parçasıdırlar ya da onun güdümündedirler. Son yıllarda Türkiye’de de kurulmakta olan özel üniversitelerin ve okulların varlığı, devletin eğitim sistemi üzerindeki etkisinin azaldığı anlamına gelmez. Burjuva devlet çok çeşitli ve karmaşık mekanizmalarla eğitim sistemi üzerindeki kontrolünü sürdürmektedir.
O hâlde üniversitelerde ve okullarda devrimci gençliğin ve eğitim emekçilerinin yürüteceği mücadele hangi politik eksen üzerinde ilerlemelidir?
Sorunun özü mücadelenin ve örgütlenmenin burjuva devletten ve onun ideolojisinden bağımsızlaşması, üniversitelerde sınıf mücadelesinden kopuk ve bağımsız bir mücadelenin var olamayacağının kavranmasıdır.
Unutmalıdır ki, üniversiteler de burjuvazinin düzeninin bir parçasıdırlar ve düzenin yarattığı sorunların dışında kalmaları olanaksızdır. Eğitimdeki eşitsizliğin, gerici, baskıcı ve bilimsel olmayan eğitim anlayışının, okullardaki anti-demokratik yönetimlerin ve kalitesiz eğitimin sorumlusu burjuva devlettir. Bu alanda da tek amacı kâr etmek olan burjuvazi, eğitim sistemini metalaştırmış ve özel üniversiteler sayesinde eğitim kurumlarını “bacasız fabrika”lara dönüştürmüştür.
ÜNİVERSİTE(LER) VE YÖK BELASI
“Üniversite sınavlarındaki umut tacirliği”nden, “Vasıfsızlaşan üniversite diploması sıradanlığı”na uzanan serüvende son aşama, “Sınıf atlama hayalinden iş bulmama kaygısı”na geçişle birlikte burjuva egemenliğin ulaştığı koordinatlarda, üniversitelerin üniversite olmaktan çıktığından kuşku yoktur…
Bunun nedeni sadece, Kastamonu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Bahri Gökçebay’ın, “Liyakat değil, sadakat aranıyor,” diye betimlediği YÖK değil, onun da hizmet ettiği burjuva eğitim...
Evet, “Fikri ve fikrini savunma kudreti olan gençlerin hem fikirlerine hem de bedenlerine bir müdahale olan 12 Eylül darbesinin kurduğu rejim, form değiştirmiş hâliyle üniversitede sürüyor”ken;[6] yani Fikret Bila bile, “Üniversite düşünce ve ifade özgürlüğünün beşiğidir, öyle olmalıdır. Ama bu Türkiye için geçerli değil,” demek zorunda kalmışken; artık üniversitede daha fazla sivil polis olacak, üstelik özel yerlere de sahip olacaklar. Üniversite yönetimleri de adeta karakol gibi öğrenci avına çıkacak.
YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın imzasıyla üniversitelere gönderilen yazıda, ‘Güvenli olmayan ortamda özgür düşünce çıkmayacağı’ belirtilerek alınması gereken önlemler sıralandı… YÖK Başkanlığının ‘Özgür ve Güvenli Üniversite’ başlıklı toplantıda aldığı ve 81 il valiliğine gönderilen kararlarında, öğrencilerin potansiyel tehlike ve tehdit olarak görülmesine devam ediliyor!
5 Aralık 2008’de ‘Radikal’ gazetesine “Üniversitelerde polis ve jandarma istemiyoruz” diye açıklama yapan YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın, iki yıl sonra 2010 yılında aksi bir karara imza attığı koordinatlarda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, “Yeni bir üniversite sisteminin Türkiye’ye gelmesi gerekir. YÖK Kanunu’nun muhakkak yenilenmesi gerekir. En aykırı fikirler üniversitelerde rahatlıkla tartışılabilmeli. Hiç kimse fikrinden dolayı, düşüncesinden dolayı çekinmemeli. Üniversite zaten tolerans, anlayış, fikirlerin tartışıldığı bir yerdir,” lafları ciddiye alınabilir mi?
Kaldı ki üniversitelere getirilmek istenen polisiye uygulamalar, AKP’nin özgürlükçülükten ne anladığının açık bir göstergesidir. 12 Eylül öncesinde ve faşist cunta döneminde yapılan bu uygulamalar yeniden çekmeceden çıkartılacak ve eski tezgâhlar sahnelenecektir. Bilinmez değil; polisin girdiği yerde sivil faşistlerin gücü hep artmıştır…
Bu durumda sorulması gereken soru: Polisin üniversitenin asli unsuru olduğu dizayda, üniversitenin neden bir toplama kampına dönüştürüldüğüdür?
Bunun yanıtı bir zamanlar eski CHP Başkanı Deniz Baykal’ın “YÖK meselesi rejim meselesidir” formülasyonundadır.
Bir de bunu doğrulayan şu haberde: “YÖK’te reforma şiddetle ihtiyaç var,” diyor, TOBB 6. Türkiye Ticaret ve Sanayi Şurası’ndaki konuşmasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve ekliyor: “Şu anda bizim önümüzdeki hedeflerimizden bir tanesi, onu da burada açıkça söyleyeyim, bazen ana muhalefet şöyle bir ifade kullanıyor, ‘YÖK’ü kaldıralım dedin’ diyor. Değerli arkadaşlar, hiçbir yerde benim dilimden, ‘YÖK’ü kaldıralım’ ifadesini duyamazsınız. Ben, ‘YÖK’ü reforme edelim’ dedim”![7]
YÖK deyince Deniz Baykal da, Recep Tayyip Erdoğan’da aynı! Kolay mı YÖK, üniversitelerin pazar ekonomisi standartlarına uygun olarak, tektip askerî örgütlenmesini düzenleyen bir koordinasyon aygıtı olarak; burjuva eğimin aslî amaçlarına hizmet etmektedir!
Dün “ulusalcılar”ın, bugün ise neo-liberal İslâmcıların kontrolündeki YÖK, bu seferde AKP kökenli cumhurbaşkanının atadığı başkanının yönetiminde, kuruluşundaki asli amaçları yerine getiriyor. Eskiden olduğu gibi burjuva nizam ve intizam çerçevesini ön plana çıkarıyor.
Burjuva egemenliği pekiştirme amacıyla kurulmuş YÖK’ün, başındaki yöneticilerin değişmesiyle hiçbir şey değişmez, ki değişmedi de…
Bunun nedeni YÖK’ü YÖK yapan aslî gerekçeyle ilgilidir ki, bunun da ne olduğunu YÖK’ün değişen başkanları ve değişmeyen işlev ve refleksleri çok açık biçimde gösteriyor, kanıtlıyor...
Kaldı ki mesele asla YÖK değil, sistemdir; YÖK sadece bu sistemin bir parçasıdır…
AKP hükümeti kamuoyunun, öğrenci kesiminin ve üniversitelerdeki eğitim emekçilerinin YÖK’e karşı duydukları rahatsızlığı arkasına almaya çalışarak, yasa tasarısını üniversitelerin “demokratikleşmesi ve özerkleştirilmesi” adına hayata geçirmeye çalıştığı günlerden bugüne geçen hikâyeyi anımsayın![8]
Bu bile YÖK’ün zalimlerin silahı olduğunu anlatmaya yeter de artar bile… YÖK dün Kemalistlerin elindeydi; bugün de neo-liberal İslâmcıların elindeyken; yine aynı şeye hizmet ediyor; egemen(ler)e, egemenliğe…
Hiç şüphe yoktur ki, bizler açısından ne 12 Eylül rejiminin mirasçısı YÖK’ün, ne de sermayenin has temsilcilerinden AKP’nin icraatlarının birbirinden hiçbir farkı yoktur…
Sorun bu ikisi arasında bir tercih yapmak değil, burjuvaziden ve devletinden bağımsız bir politika geliştirebilmektir.
Çünkü YÖK, sadece 12 Eylül rejiminin bir kalıntısı değil; bununla birlikte kapitalist egemenliği pekiştiren bir baskı aygıtıdır.
Hatırlayın 6 Kasım 1981’de, 12 Eylül cuntası tarafından bütün üniversitelerin yönetim kurulları tasfiye edilerek yerlerine bizzat askerî cuntanın atadığı rektörler getirilmesiyle birlikte yine cuntanın çıkardığı 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu ile hayata geçirilen YÖK (Yüksek Öğretim Kurulu) sayesinde de üniversiteler ve yüksek öğretim kurumlarında köklü değişiklikler yapılarak, rejimin istediği tipte bir düzen kurulması sağlanmıştı.
Amacını, “Yüksek öğretimle ilgili her konuda temel, ana belirleyen olmak” ve bu amaçla “yüksek öğretim kurumlarının organize edilmesi, eğitim ve öğretimle ilgili tüm detayların belirlenmesi” görevini yerine getirmek olarak ilan eden YÖK’ün ilk icraatı; üniversitelerde okuyan ve çalışan ne kadar sosyalist, devrimci, demokrat ve ilerici unsur varsa bunları dışarı atmak ve kendi elleriyle polise teslim etmek oldu.
Gerici ve baskıcı 12 Eylül rejiminin çıkardığı 1402 sayılı sıkı yönetim yasası ile birlikte 3 binden fazla eğitim emekçisi işlerinden oldu ve son derece ağır baskılara maruz kaldılar.
Hatırlayın Yüksek Öğretim Kanununun 53. maddesine göre, “İdeolojik amaçlarla devletin ve milletinin bölünmez bütünlüğüne kasteden, din, dil, ırk, sınıf, din ve mezhep ayrılığına dayanarak cumhuriyeti yıkmaya çalışan faaliyetlerde bulunanlar” derhâl okuldan atılıyor ve cumhuriyet savcısına teslim ediliyordu. Ayrıca bu sebeplerle üniversiteden atılan bir öğrenci ya da eğitimci bir daha başka bir üniversitede de okuyamıyor veya çalışamıyordu.
O günden bugüne değişti? Hemen hemen hiç!
Yine hatırlayın: YÖK’ün iki ana hedefi vardı: birincisi öğrenci gençliğin ve eğitim emekçilerinin her türlü örgütlü mücadelesini boğmak ve bu yolla toplumsal sorunlara en duyarlı kesimlerden birini pasifize etmek; ikincisi ise düzenin tekrar sağlanmasıyla birlikte üniversitelerin asıl işlevlerine dönmesini sağlamak, yani daha fazlasıyla burjuvazinin hizmetine sunulduğu kurumlar hâline getirmek…
YÖK’ün tarihi bu yönde atılmış adımlar ve eğitimin ticarileştirilmesi çabalarıyla doludur.
ANAP hükümeti döneminde (1990) 418 sayılı kanun çıkarılarak ve harçlara yüzde 1000’lere varan oranda zamlar yapılarak, işçi ve emekçi çocuklarının üniversitelerde okuması zorlaştırılıyordu. Öğrencilerden alınan har(a)çlar arttıkça, devletin üniversitelere yaptığı katkı da kademeli olarak azaltılıyordu. 1992 yılında mediko-sosyal denilen sağlık hizmetleri tamamen paralı hâle getirildi.
Özel üniversitelerin yüksek öğretim kurumları içindeki oranı, üniversite sayısı itibariyle yaklaşık 1/3 düzeyine erişmiş durumdadır.
Ulaşılan koordinatlarda artık mesele YÖK olmaktan çıkmıştır; bir bütün olarak baktığımızda sorun burjuva eğitim sistemidir.
“ALTERNATİF EĞİTİM(İMİZ)”
“Vicdan ve ahlâk oluşamamışsa insan eğitilmemiş demektir,” saptamasından hareket eden “Alternatif Eğitim(imiz)”, “İnsanlığın yarattığı tüm hazinelerin bilgisiyle kafanızı zenginleştirin,”[9] diyen V.İ. Lenin’in “öğrenmek” vurgusunun altını özenle çizer…
Kuşkusuz “öğrenmek” sözcüğü, tek başına bize yeterli bir açıklama getirmez, “Neyi öğrenmeli, nasıl öğrenmeli?” sorularının da yanıtlanması gerekir. Aksi hâlde öğrenme faaliyeti içi boş bir çabadan, öğrenilen bilgiler de gerçek hayatta karşılığı olmayan akademik ve kitabi bilgilerden ibaret bir yığın olarak kalacaktır.
Bu bağlamda Cesare Pavese’nin, “Ders verilmez, alınır”; Umberto Eco’nun, “Öğrenmek, yalnızca ne yapmamız gerektiğini ya da ne yapabileceğimizi bilmek değildir, aynı zamanda ne yapabilirdik ve ne yapmamamız gerekirdi, onu bilmektir”; Seneca’nın, “İnsan okul için değil, hayat için öğrenmelidir,” uyarılarını “es” geçmesi mümkün olmayan “Alternatif Eğitim(imiz)”, zihinleri dünyayı değiştirerek estetize etmenin hayat ve hayal bilgisiyle şekillendirecek ve yeni ufuklar kazandıracak, eğitim olmaktan çıkmış bir eğitimdir…
Bu bağlamıyla da anadilde ve parasız, bilimsel demokratik tartışma ortamı, politeknik eğitim yöntemi, özerk demokratik yönetim tarzı gibi temel ilkelere sarılan “Alternatif Eğitim(imiz)”, doğası gereği sermaye ve devlet ilişkilerinin dışında, burjuva eğitim(sizlik) sistemine bir karşı duruştur…
Bu yanıyla bireyi insana, insanı topluma, toplumu doğaya yabancılaştıran özel mülkiyet sistemine karşı eşitlikçi, komünal toplumun bilgisini, duygusunu, bilincini üreten yeni tipte bir okuldur.
“Alternatif Eğitim(imiz)”, sınıflı toplumlarda zorunluluğun ifadesiyken; yine “Alternatif Eğitim(imiz)” için bilimi özgürleştirmek de ancak ve ancak onu çıkar bağlarından kopartmakla mümkün olur.
“Alternatif Eğitim(imiz)” bir bütün olarak burjuva eğitim sistemine cepheden karşı olmaksızın, burjuva eğitimin sınıfsal karakterini sergilemeksizin, onunla sürekli eğitim yöntemi bakımından da mücadele içinde olmaksızın mümkün olamazken; temel işlevi, dünyanın değiştiğini yeniden keşfetmeye değil, değiştirmeye hizmet etmek olmalıdır.
Dünyayı değiştirmek, doğası gereği bilgi edinme mücadelesidir.
Bugün YÖK’e, YÖK şahsında aslî aktör burjuva eğitim(sizlik)e karşı mücadeleyi yükseltirken; “Alternatif Eğitim(imiz)” için de mücadeleyi, tüm ezilenlerle yürütmek olmazsa olmazdır…
Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
3 Kasım 2010 10:23:22, Ankara.
N O T L A R
[1] 4 Kasım 2010 tarihinde Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde düzenlenen “Üniversiteler ve YÖK” başlıklı panelde yapılan konuşma… Kaldıraç, No:115, Kasım 2010…
[2] Xenophan.
[3] Atilla Yayla, “Üniversitemizin Sorunları ve Çözüm Yolları”, Zaman, 22 Ekim 2010, s.24.
[4] Kenan Baş, “Üniversite Fabrika Kuruyor Rektör Fabrikatör Oluyor”, Zaman, 28 Kasım 2010, s.3.
[5] Yaman Törüner, “Eğitime Ne Harcıyoruz?”, Milliyet, 1 Kasım 2010, s.10.
[6] Dinçer Demirkent, “12 Eylül’le Hesaplaşma mı Dediniz?”, Radikal İki, 12 Eylül 2010, s.8.
“Erdoğan: Seçimler Haziran'ın İkinci Haftasında, Hürriyet, 2 Kasım 2010,http://www.hurriyet.com.tr/gundem/16197072.asp
[8] Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresinin üçüncü yılı geride kalırken, Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ve üniversitelerde yaşanan değişim daha net görünür oldu. YÖK’te önceki Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından atanan tek üye kaldı: Prof. Dr. Ali Ekrem Özkul. Onun da görev süresi 2010 sonu itibariyle doluyor. 20 üyesi bulunan YÖK’te geriye kalan 19 isim ise Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından atandı. Üniversitelerde de Sezer’in izi hızla yok oluyor. 94 devlet üniversitesinden 58’ini Cumhurbaşkanı Gül atadı, 36’sı ise Sezer döneminde atanmıştı. Sezer tarafından atanan 36 rektörden 15’inin görev süresi aralık ayında, 21’inin ise 2011 Şubat-Mayıs tarihleri arasında doluyor. Böylece, üniversitelerdeki Sezer dönemi de tamamen kapanıyor. (Betül Kotan, “Sezer’den Geriye Tek İsim Kaldı”, Radikal, 4 Ekim 2010, s.10.)
[9] V.İ. Lenin, Marx, Engels, Marksizm, Sol Yay., s.523-527.
|
Yorumlar