SÜRDÜRÜLEMEZ KAPİTALİZMİN KRİZİ: SÜRÜYOR, BÜYÜYOR! SALDIRGANLAŞAN İMPARATORLUK “NEO-OSMANLI”...
SÜRDÜRÜLEMEZ KAPİTALİZMİN KRİZİ: SÜRÜYOR, BÜYÜYOR!
SALDIRGANLAŞAN İMPARATORLUK
“NEO-OSMANLI” AKP İLE ABD
TÜRK(İYE) SİYASETİ
TÜRK(İYE) EKONOMİSİ
AKP “DEDİKLERİ”!
“DERİN (DENİLEN) DEVLET”E KARŞI “MÜCADELE” (Mİ?)
AKP “KAPANI” = “MİLLİ BİRLİK PROJESİ”
MİLLİYETÇİLİK BELASI
AZINLIK(LAR)IN HÂLİ
KEMALİZM
TÜRK(İYE) İNSAN(SIZLIK)I
ARANAN YANITIN NÜVESİ: TEK-EL İŞÇİLERİNİN MÜCADELESİ
“Biz yeni bir hayatın acemileriyiz
Bütün bildiklerimiz yeniden
biçimleniyor aşkımız yeniden,
Son kötü günleri yaşıyoruz belki
güzel günleri de yaşarız belki
Kekre bir şey var bu havada
Geçmişle gelecek arasında
Acıyla sevinç arasında...” [1]
Her şeyin, her yerde; yerkürenin yedi iklim dört coğrafyasında müthiş hızlandığı bir kesitte; sürdürülemez kapitalizm ile burjuva iktidarları alt üst oluyorken; Türkiye de, Kürdistan da bundan bağışık değil; hızlanan tarihin tam orta yerinde topraklarımız…
Kar altındaki coğrafyamız, Ankara’nın orta yerindeki direngen Tek-el, Antep’deki ‘Çemen Tekstil’ ve İstanbul’daki ‘İtfaiye’ işçileriyle, İzmir’deki ‘Kent A. Ş.’ direnişçileriyle ve dağlarındaki yok edilemeyen umutla dim dik ayakta…
Topraklarımızda yeniden, bir kez daha “Ekmek ve Özgürlük” mücadelesinin sloganları yükseliyor…
Onlarla “genel grev”de omuz omuzaydım; onların selamını getirdim sizlere; hepinizi aydınlık bir geleceğe olan inançları ve onu yaratmak mücadelesini sürdüren alt edilemez iradeleriyle kucaklıyorlar…
Hiç kimsenin kuşkusu olmasın; kriz içinde debelenen sürdürülemez kapitalist vahşete karşı verilen bu kavga, daha da büyüyecek…
SÜRDÜRÜLEMEZ KAPİTALİZMİN KRİZİ: SÜRÜYOR, BÜYÜYOR!
‘Le Temps’daki söyleşisinde Fransız filozof Andre Compte-Sponville’in, “Bugün borçla zenginlik yaratmaya ve bunu da yalnızca bir kesime, para babaları ile onlara hep daha çok kazandırarak ücretlerini ve yıl sonu primlerini arttırmaya çalışan, bu amaçla da ihtiraslarında ve pervasızlıklarında sınır tanımayan bir avuç finansal aktöre aktaran, mutasyona uğramış bir kapitalizm ile karşı karşıyayız,” diye betimlediği sürdürülemez kapitalizm temellerinden sarsılıyor; üçüncü büyük bunalımını yaşıyor…
Ulaştığı yıkıcılık kapasitesiyle insan(lık)ın topyekûn imhasına denk düşen “küreselleşme” alt başlıklı sürdürülemez kapitalizm; George Soros’un, “Kurallarına göre oynamakla kuralları koymayı birbirinden ayırmalıyız,”[2] dediği riyakârlıkta somutlanırken; kapitalizm “küreselleşme” dediğinin “nihayeti”yle de yüz yüzedir…
Oysa her şey ne güzeldi! Kredi maliyetleri neredeyse sıfırlanmış; varlık fiyatları astronomik boyutlara ulaşmış; ihtiyati fonlar, türev varlıklar, repolar, türev varlıklardan gene türevlendirilmiş yeni varlıklar... köpük köpük balonlar yaratılmıştı. Finans piyasalarının “dâhi” beyinleri “sanayi-sonrası ileri hizmet toplumunun” inşasını geçekleştirmişlerdi.
Öyle ki, dünya mal piyasalarında her 1 dolarlık sanayi üretimi, eşanlı olarak 25-30 dolarlık bir finansal işlemi yaratır hâle gelmişti. 2006 yılında ABD ekonomisinin yıllık ulusal geliri 12.5 trilyon dolar olarak hesaplanmaktaydı. Buna karşın, aynı sene “türevlendirilmiş” finansal varlıkların değerleri küresel piyasalarda 1200 trilyon dolar (yani ABD ulusal gelirinin 100 misli!) olarak ölçülmekteydi.
Küresel finans ekonomisinin 2000’li yılları büyük bir coşkuyla geçmekteydi.
Dahası, ulus devletler artık piyasaların düzenlenmesi görevlerinden uzaklaştırılmış ve sermayenin gereklerine göre “yönetişimci/ hakem devlet” yalanlarıyla yeniden biçimlendirilmişti. Bunun da ötesinde işçi sınıfının ideolojisi itibarsızlaştırılmış ve üniversitelerden ve akademik çevrelerden uzaklaştırılmıştı. Kısaca “tarihin sonu”na ulaşılmış idi!
Küresel kriz tam da bu sırada patlak verdi. Reel dünyadan kopartılmış sahte değerler sisteminin iflası 2007 yazında başladı; 2008 sonuna gelindiğinde geride 40 trilyon dolara yakın “toksik” değersiz finansal kâğıt ve 50 milyon yeni işsiz bırakarak...[3]
Kapitalizm artık bir “devri saadet”in sonunda!
Bu noktada Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Dominique Strauss-Kahn, yeni bir resesyon tehlikesine dikkat çekti; dünyada yeniden ekonomik darboğaz görülebileceği uyarısında bulundu; “çift dipli kriz modelinin (double-dip recession) ciddi bir risk olduğu”na dikkat çekti.
Evet kapitalist dünya ekonomisinde, ama özellikle gelişmiş ülkelerde, uzun bir süre için “Yeni Normal”in, tarihsel ortalamaların altında bir büyüme hızı, yüksek işsizlik oranları olacağı anlaşılıyor.
Ekonomist Heizo Takenaka iki dipli “W” tipi bir resesyon olasılığının güçlü olduğunu vurgularken Roubini, toparlanmanın “V” değil “U” tipi olduğunu söylüyor.
Michael J. Elliot’un şirketinin, 52 ülkede 1200 CEO’yu kapsayan anketinin sonuçları da iyimser değildi.[4]
Kimi aklı evellerin “Bitti-Bitiyor-Bitecek” dediği kriz, “sosyal” özellikler kazanarak büyüyor ve sürüyor!
Anımsayın: 1929-1932 krizi 810 gün sürmüştü ve o süreçte borsa tam yüzde 90 oranında düştü…
1973-1974 krizi 450 gün sürmüştü ve o süreçte borsa tam yüzde 48 oranında düştü…
2000-2002 krizi 660 gün sürmüştü ve o süreçte borsa tam yüzde 49 oranında düştü…
Son krizin (2007-2008 kesitindeki) 410. gününde borsa tam yüzde 49 oranında değer kaybetti...
Ayrıca 1980-2010 kesitindeki son 30 yıla, “neo-liberal” döneme bakıldığında kapitalizmin bir dizi irili ufaklı mali kriz yaşadığı görülmektedir:
1987 Wall Street krizi, 1990 yılında Japonya’da gayrimenkul balonunun patlaması…
1992’de Avrupa döviz kuru sisteminin krizi…
1994’de Meksika krizi…
1997’de Güneydoğu Asya’da yaşanan kriz…
1998’de Rusya krizi…
2001’de dot.com krizi ve ABD’de resesyon…
İçinden geçmekte olduğumuz resesyon ise, İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan yedinci büyük çaplı resesyondur.
1967, 1970-1971, 1974-1975, 1980-1982, 1991-1993, 2001-2002 yıllarında karşılaşılan resesyonlar her seferinde eğilimsel olarak daha uzun sürme ve daha derin etkileri olma özelliğine sahiptiler.
Ne var ki bu krizlerin hiç biri şu anda yaşamakta olduğumuz kriz kadar “derin ve yaygın değildi…
Ancak yaşanan kriz; üçüncü büyük bunalımdır; “Uzun Dalga”nın sonudur!
Marksist “Uzun Dalga” yaklaşımının ana önermelerine göre
i) Kapitalizmde kâr oranlarının düşme eğilimi 20-30 senelik uzun bir dönemde açığa çıkar.
ii) Uzun durgunluk evresinde karşı eğilimler (başta devlet müdahaleleri olmak üzere) ana eğilime (kâr oranının düşme eğilimi) tâbi olurlar.[5]
iii) Uzun durgunluk evresinde çevrimsel, konjonktürel krizler daha sık, derin ve uzun olur.
iv) Kapitalizmi krize, uzun durgunluk evresine sokan dinamikler sisteme içseldir, ancak yeni bir uzun canlanma evresine geçiş dışsal etkenlerce (“sistem şokları”) belirlenir.
v) Krizden çıkışın ve yeni bir genişleme evresinin önkoşulu sermayenin değersizleşmesi ve yıkımıdır.
Evet, olan tam da budur (yıkıma eşitlenmiş) bir topyekûn değersizleşme…
İşte birkaç veri:
Dünya Ekonomik Forumu’nun yayımladığı rapora göre, 2009 yılında sadece Kuzey Amerika, Japonya ve Batı Avrupa’da 12 milyon kişinin işini kaybettiği açıklandı. Dünyada ise 27 milyon kişi işsizler ordusuna katıldı…
Dünya Bankası’na göre devam eden küresel ekonomik toparlanma, mali teşviklerin etkisi zayıfladıkça yılın sonlarına doğru yavaşlayacak. Dünya Bankası’nın Küresel Ekonomik Beklentiler 2010 raporuna göre, finans piyasalarında sorunlar devam ediyor ve yüksek işsizlik ortamında özel sektör talebi geriliyor.
Rapor, finansal krizin en kötü aşaması geride kalmış olabileceğine rağmen küresel toparlanmanın kırılgan olduğu uyarısında bulunuyor. Raporda krizin etkilerinin önümüzdeki 10 yılın finans ve büyüme tablosunu değiştireceği öngörülüyor.
Dünya Bankası baş ekonomisti ve Kalkınma Ekonomisi kıdemli başkan yardımcısı Justin Lin konu ile ilgili olarak şunları söyledi: “Ne yazık ki, bu derin ve sancılı krizden bir gecede çıkmayı bekleyemiyoruz; ekonomilerin ve işlerin yeniden yapılandırılması yıllar alacaktır. Yoksullara çıkacak fatura çok ciddi olacaktır. Hibelere ve sübvansiyonlu kredilere bağımlı olan en yoksul ülkeler, sadece kriz öncesi sosyal programlarını sürdürebilmek için ilave 35-50 milyar dolarlık finansmana ihtiyaç duyabilir.”
Raporda, ekonomilerin şu zamana kadar uğradıkları zararları telafi edebilmeleri için birkaç yıla daha ihtiyaç duyacakları uyarısında bulunuluyor. 2010 yılında, krizin gerçekleşmemiş olması hâlinde ortaya çıkacak olan aşırı yoksul sayısına ilave olarak 64 milyon insanın daha aşırı yoksulluk (günde 1.25 dolardan az) içinde yaşayacağı tahmin ediliyor…
Alman ekonomisinin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez görülmemiş bir çöküntü yaşadığı ve 2009 yılında yüzde 5 oranında küçüldüğü açıklandı… Deutsche Bank Yönetim Kurulu Başkanı Ackerman’a göre de, “Kimi sektörlerde daralmanın yüzde 40’lara ulaşması” söz konusu!
Joseph Stiglitz’in, “Ağır bir resesyona sürükleyecek,” diye nitelediği “Yunanistan ekonomisini kurtarma yolları arıyor”ken; “Borç batağına saplanan Yunanistan’ın zor durumda…”[6] olduğu yolunda haberlerle yoğunlaşıyor.
Obama’nın, “İnsanlar işlerini kaybetmiş durumda. Acı çekiyorlar. Yardımımıza ihtiyaçları var. İstihdam konusu, 2010’da en çok odaklanacağımız konu bu olmalı,” dediği ABD’de, geneldeki işsizlik oranları aşağılara çekilemezken, eyaletlerden de kötü haberler geliyor. 2009 Aralık ayı itibariyle 43 eyalette işsizlik oranları artarken, 600 bin, genelde de 6 milyon Amerikalının iş bulma umudunu kaybettiği belirtiliyor…
Bunlara bir ek daha: IMF, 2010 Ocak ayında yayınladığı çalışmasında, ABD ekonomisinde 2009 yılındaki yüzde 2.5 oranındaki daralmadan sonra 2010 ve 2011 yıllarındaki büyüme hızlarını sırasıyla yüzde 2.7 ve yüzde 2,4 olarak tahmin ediyor. Ancak, ABD’nin üretimdeki bu performansının bir bedeli de bulunuyor. IMF ve ABD Bütçe Dairesi verilerine göre, kriz öncesinde yüzde 2.2 seviyesinde bulunan bütçe açığı/ GSYİH oranı 2009 yılında yüzde 9.9’a kadar yükselmiş durumda!
Yine kriz öncesinde GSYİH’nin yüzde 42’si düzeyindeki kamu net borçları da 2009’da yüzde 53’e fırlamış.
Bütçe açığının 2010 yılında bir zirve yaparak yaklaşık 1.6 trilyon dolara ulaşması bekleniyor. Bundan sonra ise atılacak adımlarla açığın 2014 yılında 700 milyar dolar seviyelerine gerileyeceği ve sonradan ekonomik dengelerle birlikte tekrar artacağı tahmin ediliyor. 2011 2020 kümülatif bütçe açığı tahmini ise 8.5 trilyon dolar civarında bulunuyor.
ABD kamu borcunun 2009 yılındaki 7.5 trilyon dolardan 2020 yılında 18.5 trilyon dolara yükselmesi bekleniyor.
Asya kıtasının en büyük havayolu şirketi ve 16.5 milyar dolar borcu bulunan Japon Havayolları JAL, iflastan koruma sürecine girdi… Japon ekonomisi de JAL’dan farksız…
Evet IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn, aşılamayan krizin yeni politik iklimlere geçişi de zorunlu kıldığını da ifade ediyor. Bu politik iklim değişikliğinin zımnen anti-sendikal, anti-emek muhtevada olacağından kimsenin şüphesi olmasın...
Ki bu da kriz içinde sınıf mücadelesinin yoğunlaşarak, yaygınlaşması anlamına geliyor…
“Büyük krizler bu yüzden işçi sınıfını büyük bir kararın eşiğine getirir. İşçi sınıfı ya krizin yükünü üstlenecektir ya da krizi kapitalizmin devrilmesiyle kendi lehine aşacaktır. Başka bir şekilde söyleyecek olursak, büyük krizler toplumun bütünü için bir karar anıdır. Kapitalistler açısından krizin aşılması mutlaka işçi sınıfının mevzilerini geriletmeyi gerektirir...”[8]
Söz konusu “geriletme gereği” de emperyalist-kapitalizmin daha da saldırganlaşmasını olmazsa olmaz kılar…
SALDIRGANLAŞAN İMPARATORLUK
Emperyalist-kapitalizm içeride gerileşip, “öteki” ilan ettiklerine karşı ırkçılığa ve topyekûn saldırganlık silahına sarılıyor…
Örneğin “Yüzyıl önce Avrupa’da Musevilere reva görülen konum, bugün Müslüman göçmenlere uygulanıyor”ken[9] aşırı sağcılık giderek yoğunlaşıyor/ yoğunlaştırılıyor…
Söz konusu tabloda Rami G. Huri, “Göreve başladığında büyük umutlar uyandıran ABD başkanı bir yılda hiçbir somut başarı kaydetmedi,”[10] derken; Ergin Yıldızoğlu da ekliyor: “… ‘Obamania’ bir yılda bitti…”
Örneğin ABD Başkanı’nın Guantanamo esir kampını kapatmak için verdiği süre sona erdi. Beyaz Saray’ın “çok tehlikeli” oldukları gerekçesiyle 47 esiri yargılanmadan tutma kararında ısrar etti…
Bu arada Obama’ya layık görülen “Nobel Barış Ödülü”nün heba olduğu kanısı giderek yaygınlaşıyor. Quinnipiac Üniversitesi’nin anketine göre Amerikalıların yüzde 66’sı Obama’nın bunu hak etmediğine inanıyor...
Ayrıca Obama, Pentagon’un uluslararası operasyonları için kesenin ağzını açtı… ABD Başkanı, Afganistan’a yeni asker göndermek için 33, Irak, Afganistan ve Pakistan operasyonlarını sürdürmek için 159, Pakistan ekonomisine destek için 1.3 milyar dolarlık ödenek istedi.
Toplam 3.83 trilyon dolarlık harcama öngören 2011 mali bütçesini Kongre’ye sunan ve bazı harcama kalemlerini üç yıl için “dondurma”yı öneren ABD Başkanı Barack Obama, savunma harcamalarında 708 milyar dolarlık “rekor düzeyde” bütçe talep etti. 1.66 trilyon dolarlık açık öngörüsü ile yeni bir dünya rekorunu daha elde eden tasarıda, Pentagon’un taban bütçesinin de yüzde 3.4 arttırılarak 549 milyar dolara çıkarılması öngörüldü.
Evet, Obama savaş ısrarından geri adım atmıyor!
Bu konuda da Bob Herbert, “Afganistan ve Irak’ta kesinlikle zorunlu olmayan iki savaşı rahatça başlatan ABD, kaybedildiğini bildiği Vietnam’a da asker yollamaya devam etmişti”;[11] Mj Akbar, “Obama’nın yıkıcı bir ideolojiye önerdiği meşruiyet ‘Afpak’ coğrafyasının ötesine yayılacak bir yıkım yaratacak,”[12] diyorlarken; “ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon), 25 yıllık aynı anda iki cephede savaşa hazır olma askeri stratejisini, çeşitli bölgelerde farklı tarzlarda savaşa hazır olacak tarzdaki ‘Her Yerde Teröre Karşı Savaş’la değiştirerek yeniden yapılanmaya gidiyor…”
“Barışçı” diye sunulan Barack Obama başkanlık görevine başlar başlamaz Afganistan’a daha çok kaynak ayırmak istediğini dile getirdi ve ülkeye 21 bin ilave ABD askeri gönderirken;[13] NATO Genel Sekreteri Jaap De Hoop Scheffer de, “NATO güçleri, Afganistan’da başarısız olursa terörizm bütün dünyaya yayılır,” açıklamasını yaptı…
Ancak Obama ve NATO saldırganlığı Afganistan’da “çözüm” değil, olamayacak da!
Gerçekten de Ahmed Mufik Zeydan’ın, ABD saldırısına beklenmedik yerlerde patlama gerçekleştirerek yanıt veren Taliban bu savaşı kazanabilir. ABD’nin kayıpları giderek artıyor,”[14]dediği çerçevede David Davis açık açık, “Afganistan Vietnam’a benzemek üzere!”[15] diyor…
Bunlara ek olarak Afganistan yetmezmiş gibi Yemen’e de “cephe” açılıyor...
“ABD’nin Afganistan ve Pakistan’dan sonra Yemen’deki Kaide’ye karşı gizli bir üçüncü cephe açtığı iddia edildi. ABD’nin Kaide’yle savaşması için Yemen’e 70 milyon dolar verdiği ve Yemen güçlerinin eğitilmeleri için subaylar gönderdiği belirtiliyor…” diyen Fevaz El Acemi ekliyor: “ABD’nin Kaide’ye karşı açtığı iddia edilen bu gizli cephe çok tehlikeli. Kaide ve Husiler mezhepçi ve etnik söylemlerle Arap vatanı üzerindeki Amerikan-Siyonist planlarını bilinçli veya bilinçsiz biçimde hayata geçiriyor. Bu söylemler, düşmanlarının ümmeti parçalamak için kullandığı en önemli silahlar. Arap ülkelerinin, ABD’nin Yemen’de üçüncü cephe açmasını önlemek için ortak duruş sergilemesinin, Yemen’i desteklemesinin ve yöntemleri Arapların düşmanları dışında kimseye hizmet etmeyen Kaide’yi sonlandırmasının zamanı. Bu yapılmazsa Yemen ikinci Pakistan’a dönüşebilir.”[16]
Evet “Sana’yı ziyaret eden Amerikan Senatosu İç Güvenlik Komitesi Başkanı Joseph Lieberman, Yemen’deki bir Amerikalı yetkiliye dayanarak ‘Irak dünün savaşıydı, Afganistan bugünün savaşı. Eğer önceden harekete geçilmezse Yemen yarının savaşı olacak,’ diyor.”
Ya “2003’teki ABD işgali olan 30 yıllık savaşlardan sonra radyasyon ve toksik çöplüğüne dönen; topraklarında zehir saptanan kuzeyden güneye uzanan 42 yerde kanser ve anormal doğum oranları yükselen” Irak? mı
Orada da bir şey değişmedi; direniş sürüyor!
Ve nihayet İran!
Örneğin ABD Merkez Kuvvetler Komutanı General David Petraeus, İran’ın nükleer tesislerine yönelik planlar geliştirdiklerini ve İran’ın “kesinlikle bombalanabileceğini” söyledi. CNN’e konuşan Petraeus, İran’ın nükleer tesislerinin sıkı korunduğu hatırlatılınca, “Valla kesinlikle bombalanabilirler” dedi…
Ayrıca ABD, “olası İran saldırılarını önlemek gerekçe”sine sarılarak, Körfez bölgesindeki müttefiklerine silah satışlarının hızlandırıyor… ABD İran kaynaklı füze “tehdid”i gerekçesiyle Basra’ya denizden füze savunma sistemi yerleştirip bu ülke açıklarına avcı füzeleri donanımlı Aegis tipi savaş gemilerini sevk etti…
Bunlara ek olarak ABD saldırganlığının Kolombiya’ya yeni askeri üsler açması ve Haiti’yi de “insani yardım” adı altında işgal etmesi ve Honduras’daki askeri darbe de, ABD emperyalizminin Latin Amerika’ya müdahalesinden bağımsız düşünülemez…
“NEO-OSMANLI” AKP İLE ABD
Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, oradan da Kafkasya ve öteki coğrafyalara uzanan saldırganlık emperyalistler ve işbirlikçileri eliyle yürütülüyor!
Bu noktada ABD’nin Ortadoğu ve Kafkasya politikalarında, “Neo-Osmanlı”cı AKP bir koçbaşı işlevi üstlenmeye çabalıyor!
Örneğin, “Önemli bir diplomatik arabulucu hâline gelen Türkiye, Ermenistan’la ilişkileri normalleştirir ve Kürt milliyetçiliğiyle uzlaşma zemini bulabilirse, önünde çok iyi bir asır uzanacak. Bu sorunları çözmüş bir Türkiye, Obama yönetimi için mükemmel bir ortak olur,”[17] diyen Stephen Kinzer’in saptamalarına “model ortaklık” konsepti çerçevesinde bakmak gerekir…
Bilindiği üzere “Model ortaklık, 11 Eylül’den sonra ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Türkiye için seçtiği ‘model ülke’nin yerine geliştirilen bir kavram. Türkiye’nin Müslüman ülkelere model oluşturması yaklaşımı çok tartışma yaratmış ve kabul görmemişti. Onun yerine geliştirilen ‘model ortaklık’ kavramı tuttu.”[18]
Bu kapsamda ABD Ulusal Güvenlik Konseyi sözcüsü Mike Hammer, Obama’nın Türkiye’yi önemli stratejik ortak olarak gördüğünü belirtip “Bu stratejik ortaklığı daha fazla derinleştirmek çıkarımıza,” diyor…
O hâlde saptanması gereken ilk şey, AKP’li “Neo-Osmanlı”cı yönelimlerin de ABD patentli ve icazetli olduğudur!
“Türkiye’nin Ortadoğu’daki ağırlığı giderek artıyor”ken;[19] İlyas Harfuş’un deyişiyle, “Türk dış politikasının Osmanlı köklerini canlandırdığı veya İslâmi eğilime kapıldığı söyleniyor. Fakat ortadaki tek somut gerçek şu: Ankara bölgesel ittifaklarını siyasi ve ekonomik çıkarları doğrultusunda yeniden tanımlıyor.”[20]
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, 8 Aralık 2009 günü Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’nın Washington’da düzenlediği ‘Türk Siyasetinin İlkeleri’ konulu konferansta “Asıl eksen değiştiren Avrupa. Türkiye küresel barış çabasında. Eksen nerede? Eksen Ankara’da” vurgusukapsamında “Türkiye’nin Yeni Osmanlıcı-İslâmcı kimliği ile ana jeopolitik ekseni, diğer eksenlerde tali hareketler olsa bile, doğal olarak Güney ekseni yani Ortadoğu olmaktadır.”[21]
“ABD’nin AB’ye ilgisi azalırken Türkiye’nin de dış politikada Osmanlı’nın son dönemini hatırlatır şekilde Avrupa’dan çok komşularına ağırlık verir gibi görünmesi insanı geçmişe götürüyor. Bölgede yeni bir düzenin doğması yerine eski dengeler canlanabilir.”[22]
İyi de Türkiye Batı’dan kopuyor mu? Yüzünü Doğu’ya mı çevirdi?
Bu soruyu ‘The Economist’in, “Türkiye’nin Batı’dan uzaklaştığı falan yok”;[23] Morton Abramowitz ile Henri Barkey’in, “Türkiye’nin Batı’dan uzaklaştığı korkusu abartılı,”[24] diye yanıtladığının altını çizerek ekleyelim:
“Türkiye Batı’dan kopmuyor. Yüzünü Doğu’ya çevirmiyor. Tam tersine daha çok Batıcı oluyor. Çünkü başta ABD ve İngiltere olmak üzere tümüyle Batı, Türkiye’nin yeni bir rol üstlenmesini, Ortadoğu’da etkin bir aktör olmasını ve kendi suflesiyle iş görmesini istiyor.
Türkiye’den beklenen Batı politikalarının sıkı takipçisi ve uygulayıcısı olmasıdır…”[25]
Neo-liberal AKP’de, ABD için bunu yapmaya çabalıyor!
TÜRK(İYE) SİYASETİ
AKP, bunları yapmaya çabalaya dursun; yeküredeki tüm kriz eğilimleri ve gerçeği de bire bir coğrafyamıza yansıyor; iç dinamiğin çelişkilerini daha sert pozisyonlarda, çatışma eksenlerinde konumlandırıyor…
Örneğin “iç siyaset”te olanları, “Cadı Kazanı ve Cadı Avı” olarak niteleyen Murat Yetkin ekliyor: “Ne zaman cadı kazanı kaynatılıp cadı avı başlatılmışsa, gördüğümüz, iş başındakilerin bir yönetme sıkıntısı içinde olduğu ve bunun topluma yansıdığıdır.”
Gerçekten de “egemen koalisyon”un çatırdadığı gidişatta eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, “devletin hasta olduğu” vurgusuyla, “Devlette kurumlar arasında güvensizlik varsa, şüpheler varsa o devlet sorunludur. Ben asker olarak emniyetin istihbaratına güvenmiyorsam, çünkü bana istihbarat getirecek kurum benim hakkımda istihbarat topluyor. Bunlar gerçek vakalar. Adalet Bakanlığı İçişleri Bakanlığı’na, MİT Emniyet’e, Emniyet MİT’e güvenmiyor. O zaman bu devlette hastalık var,” diyor…
Söz konusu gerilimle iç içe geçen “Ergenekon/ darbe” tartışmaları bizi; Olli Rehn’in ifadesiyle, “Türkiye’deki demokratikleşme çabalarının kilidinin Ergenekon” olduğu kolaycılığına savurmamalıdır!
Çünkü coğrafyamızda demokrasi verili egemenliğin tüm türevlerinden kurtulmaktan başka anlam taşımaz; “egemen koalisyon”un dağılması, çatırdamasıyla da Türkiye’ye demokrasi gelmez; demokratikleşmez…
Aslında olan net: “Türkiye, sarsıntılar içinde hızla bir uçurumun kenarına sürükleniyor. İlk bakışta neredeyse anlaşılmaz gibi görünen genel tablo, aslında bir dizi temel çelişkinin iç içe geçmesinin ürünü. Ülke, bir süredir üç büyük savaşın etkisi altında kıvranıyor: Bütün bölgeyi saran emperyalist sürekli savaş, Kürt sorunundan doğan savaş ve burjuvazinin politik iç savaşı. Üstelik bu savaşların her biri ötekileri etkiliyor ve ortaya bir kördüğüm çıkıyor. Bu savaşların ilerici bir çözüme açılması, Türkiye’nin bugünkü güç dengeleri içinde mümkün değil.
Düpedüz iç savaşa mı? (…)
Türkiye’nin uçuruma doğru bu gidişini durdurmanın yolu, ülkenin kimyasını değiştirmekten geçiyor. Bütün bu mücadelelere sınıf mücadelesini eklemekten geçiyor. Sınıf mücadelesi Türk işçi ve emekçileri; Kürtlere ve Romanlara saldırmak yerine gerçek suçluya, kendilerini işsiz ve aşsız bırakan kapitalist sistemle mücadeleye yöneltecektir. Bugün işçi sınıfının tamamen gerici ideolojilerin etkisi altında olduğunu söylemek bizim iddiamızı çürütmez, güçlendirir! Onları bu gerici ideolojilerden kurtaracak olan tam da sınıf mücadelesidir. Mücadele eden, hükümetin baskısıyla, devletin polisiyle, burjuvazinin medyasıyla karşı karşıya gelen insanın bilinci değişir. Toplumun çelişkilerini farklı biçimde algılamaya, hiddetini gerçek davalara yöneltmeye başlar.”[26]
Hayır! Türkiye demokratikleşmiyor; E. Fuat Keyman’ın ifadesiyle, “Türkiye iyice muhafazakârlaşıyor”!
“Yaldızlı açılım lafziyatı”nın pratiği baskıların katmerlenmesidir!
Örneğin Muhammed Nureddin’in, “Kıbrıs’a 35 yıldır barış getiremeyen Türkiye’nin, derin tarihsel unsurlar barındıran Ermenistan sorununu çözme girişimi ilerleme sağlamayabilir,”[27] dediği; ya da Avrasya Kamuoyu Araştırmaları Merkezi’nin yaptığı araştırmaya göre, Alevilerin yüzde 89’unun AKP’nin “Alevi açılımının” samimi olmadığını düşündüğü; veya Kürt Meselesi’ne bağıntılı “AKP Açılımı”nın, Ergenekon yaygaralarının kocaman bir “hiç” olduğu üzere…
‘Türkiye’yi Anlama Kılavuzu-2010’ çalışmasına göre, halkın yüzde 75’i gelecekten kaygılı;seçmenlerin umutsuz; halkın yüzde 49’unun partilerden umutsuz olduğu; vatandaşların yüzde 26’sının “Bu sorunlar sürer gider”; halkın yüzde 65’inin “Ülke kötüye gidiyor” dediği güzergâhta coğrafyamızda ekonomi-politik bir kilitlenme yaşanıyor; topraklarımız kilidi açacak anahtarını arıyor…
Evet; “Sermaye merkezileştikçe, oligarşik yapılar, bürokrasi, yeni teknolojiler geliştikçe izleme ve kontrol yöntemlerinin de geliştiğini, terörizme karşı savaş döneminde ülkelerin adeta birer ‘Panopticon’a (herkesin bir merkezden her an izlendiği tutukevi projesi) dönüştüğünü biliyoruz”;[28]Türkiye’de de olan bu!
Bu noktada işçilerin, yoksulların, ezilenlerin, kadınların, Alevilerin, Kürtlerin, ötekileştirilenlerin emekçilerle neo-liberalizmle mücadele programını esas alan bir birleşik devrimci alternatifte buluşması neo-liberal dayatmanın ileri mevzisi AKP karşısında şimdi öngörülemeyecek ölçüde güçlü bir muhalefet odağı oluşturabilir. Tek çıkış yolu halkın, yoksulun, emekçinin, kadının, gencin siyasete girerek çürümüş partilere karşı kendi seçeneğini yaratmasıdır…
TÜRK(İYE) EKONOMİSİ
Bu mümkündür; ekonomik koşullar ve siyasal gereksinimler de bunu imkân dahilinde kılmaktadır…
Kolay mı? Dünyayı sarsan krizin Türkiye’yi teğet geçmediğini vurgulayan İsmail Çoban, “Bunun farklı olduğunu” söylerken; Salim Tanıl’ın ifadesiyle, “İçinden geçmekte olduğumuz kriz, doğrudan doğruya dünya ekonomisinin yaşadığı derin krizin Türkiye topraklarındaki ifadesidir…
“Dünya kriziyle Türkiye krizi arasındaki temel bir uyumsuzluk, Türkiye’deki ekonomik krizin özgül karakterinin en dikkat çekici yanını ortaya koyuyor…
“Türkiye bir finansal çöküş yaşamaksızın ağır bir üretim krizine girmiştir…”[29]
Bu da krize “sosyal” karakter kazandırıp, Tekel işçilerinin direnişindeki üzere “toplumsal” sonuçları kaçınılmaz kılmıştır!
Krizin “sosyal” karakter kazanması, rotasını “toplumsal” sonuçlara kırması anlamı taşır ki, bu da kilit önemdedir…
Vatandaşların pek çok mal ve hizmet için devlete akıl almaz tutarlarda vergiler ödemek zorunda bırakıldığı Türkiye’nin[30] 2010 yılında, büyük kısmını işçi ve memurun ödediği gelir vergisinden 43 milyar TL hedeflenirken, kurumlar vergisinden de 20 milyar TL. bekleniyor. Bunlarla birlikte sadece akaryakıt ve doğal gaz kullanımından beklenen ÖTV ise 30 milyar TL’dir!
Günlük kullanımda vatandaşlar, pek çok mal ve hizmet için çok yüksek tutarlarda vergi ödüyor. Dolaylı vergilerin yüksekliği, günlük yaşama olumsuz etkilerinin yanı sıra vergideki adaletsizliği de artırıyor. Mevcut uygulamada çok kazananlar genellikle az, az kazananlar da çok vergi ödemek zorunda kalıyor.
Örneğin 3.65 liraya satılan bir litre benzinin 2.45 TL’si, 3 TL’lik konuşmanın 1 TL’si, 7 TL’lik sigaranın 5.47 TL’si vergiye gidiyor.
Söz konusu tablonun adaletsizliğiyle, hayatın etkilenmesi kaçınılmazdır!
Bunlara eklenmesi gereken bir diğer kalem de Türkiye’nin dış açığının 25 milyar dolar çıkması beklentisidir. Ayrıca yine 2010’da özel sektörün 41 milyar dolar, kamunun 13 milyar dolar anapara ve faizini ödemesi gerekiyor. Ya da 2010 yılında Türkiye, toplam 79 milyar dolar ödemekle mükellef…
Sıkıntı tam da burada!
Diyelim ki “3 milyar doları birleşme ve satın alınma, 4 milyar dolarlık özelleştirme-haydi, 4 milyar dolarlık da yatırım olsun! Toplam giriş 11 milyar dolar ediyor! Kalan açık 69 milyar dolardır!”
Bu(lar) ve kamunun finansman açığı ne olacak?
Devam edelim: Küresel krizin tırmanışa geçtiği 2009 yılında Türkiye bütçesi 52.2 milyar TL açık verdi. Böylece bütçe açığı 62.8 milyar TL açık öngören Orta Vadeli Mali Programın altında kalırken, 10.5 milyar TL açık hedeflenen 2009 yılı Bütçe Kanunu’nun beş kat üstünde gerçekleşti.
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, 2009 bütçe gerçekleşmelerini açıkladı. “Kriz nedeni ile açık yüksek” diyen Şimşek, 2009 merkezi yönetim bütçe giderlerinin 267.3 milyar lira olduğunu ifade ederek, faiz hariç bütçe giderlerinin 214.1 milyar lira, bütçe gelirlerinin ise 215.1 milyar lira olduğunu kaydetti. Bakan Şimşek, bu çerçeveden bakıldığında 2008 yılında 17.4 milyar lira olan bütçe açığının 2010 yılında ise 52.2 milyar lira olduğunu söyledi.
2000 yılında, milli gelirin (GSMH’nin) yüzde 8’ine ulaşmış bulunan merkezi yönetim bütçe açığı, 2009’da yeniden yüzde 6’yı geçmiştir.
1983-1994 döneminde yıllık ortalama enflasyon oranının yüzde 62.7’ye, 1995-2001 döneminde de yüzde 71.6’ya yükselmesinin en önemli nedeni de bu yüksek bütçe açıkları olmuştu. Çok emek ve sıkıntılar pahasına, bütçe açığının milli gelire oranı, 2003’te yüzde 9’a, 2004’te yüzde 5’e, 2005’te yüzde 1’e, 2006’da yüzde birin yarısına kadar düşürüldükten sonra, 2007’den başlayarak yeniden yükselmiş ve 2008’de yüzde 2’ye yaklaşmıştı. 2009’daki yüzde 6’lık oran tehlikenin yaklaşmakta olduğunu göstermektedir.
Bunlara eklenmesi kaçınılmaz başka artılar da var: Türkiye’nin bir yıl içinde elde ettiği toplam gelirin yüzde 5 ini en yoksul 14 milyon insan paylaşıyorken; en zengin 14 milyon insan toplam gelirden yüzde 47 pay alıyor ve nüfusun 42 milyonu bir yılda elde edilen gelirin yüzde 31 ile yaşarken, nüfusun geri kalan 28 milyonu yüzde 69’uyla yaşıyor.
TÜİK verilerine göre, en üst gelir grubundaki yüzde 20’lik grup, toplam gelirin yüzde 46.7’sini alırken; kapitalist sistemin paçasından adaletsizlik ve eşitsizlik akıyor!
Örneğin Abdüllatif Şener, “Gerçek işsizliğin yüzde 30’un üzerinde olduğunu, 13 milyon insanın yoksulluk sınırının altında yaşadığı”nı söylüyor!
Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun ‘İşgücü Piyasası Bülteni’, 2009’un ilk 10 ayında bir önceki 2008 yılının aynı dönemine göre aylık ortalama işsizlik artışının 1 milyon kişi olduğu açıklıyor!
Merkez Bankası tarafından 2010 yılbaşı öncesi yayımlanan Finansal İstikrar Raporu’na göre, 2009 yılının ilk 9 ayında hane halkının borçları yüzde 8.7 oranında büyürken, hane halkının toplam gelirleri içinde borçlarının miktarı yüzde 5.6 oranında arttı!
Sosyal Güvenlik Kurumu istatistiklerine göre esnaf borç batağında yüzüyor. 2 milyon 226 bin 797 esnafın 1 milyon 669 bin 130’unun sigorta ve prim borcu bulunuyor. SGK’nin esnaftan alacağı ise 23 milyar 508 milyon lira civarında!
Konutta sorunlu krediler krizin etkisiyle tırmanmaya başladı. 2007 yılında 5 bin 257 kişi konut kredisini ödeyemezken bu sayı 2008’de 9 bin 848, Kasım 2009’da 18 bin 124 kişiye ulaştı!
Krizin başlangıcından beri tekstil başta olmak üzere sanayide sorunlar yaşayan Denizli’de aktif nüfusun üçte ikisinin icralık olurken, kente 150 bine yakın icra dosyası var!
Nihayet Ekonomik kriz sosyal çöküntüye de neden oldu; Çorum’da 2010 yılının ilk iki haftasında 5 kişi intihara kalkıştı. Bunlardan 4’ü yaşamını yitirdi!
AKP “DEDİKLERİ”!
Tam da bu tabloda “Kriz teğet geçti” diyor AKP (ve Erdoğan); “Hayır” diyenlere de celalleniyor!
Hem de ne celallenme; AKP (ve Erdoğan) kendine “Hayır” diyenleri “Darbecilik”le/ “Ergenokonculuk”la “suçlayıp”/ “terbiye etmeye”/ “ıslaha” gayret ediyor!
AKP (ve Erdoğan)’dan “demokrasi” bekleyenlerin kafası karıştıkça karışırken; Necmiye Alpay gibi, “Kişisel olarak, AKP’nin üzerinde ‘F tipi’ bir vesayetin (baskının değil, vesayetin) varlığından emin değilim. Ama yokluğundan da emin değilim. Başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere yöneticileri ne kadar karizmatik olurlarsa olsunlar, biat kültüründen uzaklıklarına kefil olunabilir gibi gelmiyor bana, tıpkı o kültüre bağlılıklarına da kefil olunamayacağı gibi. Oysa her iki yönde de kesin hükümlerle konuşan yazarlar var ve benim bu konudaki itirazım bu kesin hükümlülüğedir,” türünden “ebelep-gübelep” laf salatalarıyla gerçeğe “es” geçmeye özel önem veriyorlar!
Oysa Salih El Kallab’ın, “ABD’nin kararıyla olmasa da teşvikiyle ortaya çıktığı da gözardı edilemez,”[31] vurgusuyla betimlenen AKP; neo-liberalizmin seçeneğidir; demokratlığı da olanaksızdır!
Bu bağlamda, “AKP’ye şüpheci yaklaşmalı,” diyen Mısırlı sosyolog Dr. Saadettin İbrahim hiç de haksız değildir; ayrıca da Kai Strittmatter’in deyişiyle “Eleştiriye tahammülü olmayan, popülizme başvuran ve partisini tek başına yöneten Tayip Erdoğan 4. Murat’ı andırmaktadır.”[32]
Evet; Fethullah Gülen vaftizli AKP (ve Erdoğan), yalan, manipülasyon ve takiyedir!
Örneğin liberal Cengiz Aktar bile, “AKP bizi aldatmadı, ama nefesleri bu kadarmış,” derken; Yıldırım Türker de ekliyor: “AKP’li takiyeciler, demokrat taklidi yapıyorlardı.”
Liberallerin ve en İslâmcı muhafazakârı, İslâmcı muhafazakârların en liberali AKP (ve Erdoğan) ne özgürlükçü ne de demokrattır!
AKP (ve Erdoğan) ceberut bir zorbalıktır!
Örnek mi? Çoook!
Recep Tayyip Erdoğan’ın memleketi Rize’ye yaptığı ziyaret sırasında yolu ulaşıma kapattıkları gerekçesiyle Başbakanlık korumaları ile tartıştıktan sonra gözaltına alınan 35 yaşındaki Şenol Topçu tutuklandı.
Lafı uzatmadan diyeceğimizi diyelim: “Anadolu Kaplanları” denen yeni zenginlerin siyasi temsilcisi AKP, Kemalistlerin (ve bürokrasinin) anti-demokratik uygulamalarının halkta yarattığı bezginlikten de yararlanarak, halkın en güvendiği kurumların başında gelen TSK’yi köşeye sıkıştırmaya başladı.
AKP ordunun açıklarını bulup ortaya çıkardıkça, yalnızca ordu ile pazarlık gücünü güçlendirmektedir. Çünkü AKP bir sistem partisidir ve sistemin en güçlü koruma gücünü saf dışı etmesi beklenmemelidir.
Liberaller, askeri vesayet rejiminin sona erdirilmesinden söz ediyorlar. Ve bunun için başta Kürtler olmak üzere, Müslümanlar, Aleviler ve solcuların AKP ile ittifak yapmalarını istiyorlar.
Silahlı güçler, (ordu ve polis) esas olarak sistemi korumak için vardırlar. Sistemin düşmanları dış düşmandan çok, iç düşmandır. Ordunun iç düşmana karşı geliştirdiği savaş planları liberalleri hayretler içinde bırakmaktadır. O kozmik odalarda Kürtlere ve sosyalistlere karşı hazırlanmış çok ayrıntılı savaş planları vardır ama AKP o planları açıklamaz. Çünkü AKP esas olarak o egemenlerin cephesindendir.
AKP’nin o cepheden olduğunu anlamak için bir iki örnek yeter. Birinci örnek, 1 Mayıs İstanbul, ikinci örnek, Tekel işçileri, üçüncü örnek, BDP’ye yapılan operasyonlar. İşçilere 1 Mayısta ve Ankara’da yapılanların, Kürtlere yapılan operasyonların diğer hükümetler zamanında yapılanlarla farkı var mı?
Liberallere sormak gerekir; siz 1 Mayısta o tazyikli suları, o gaz bombalarını yiyen işçilerin yerinde olsanız AKP ile ittifak yapar mısınız? Siz kış günü Ankara’da suya dökülseniz, iki ay soğukta ekmeğiniz için direnseniz, Başbakan size başkalarının hakkını çalıyormuşsunuz gibi davranıp, “Ben kimseye yetim hakkı yedirmem,” dese, AKP ile yinede ittifak yapmayı savunur musunuz?
Sizin çocuğunuz hayvan otlatırken kışladan atılan havan topu ile öldürülse, dağdakine “Dağdan inin ovada politika yapın” deseler, ama ovada politika yapan seçtiğiniz belediye başkanınız tutuklansa, her gün 25-30 parti üyeniz “Terörist” diye tutuklansa yine AKP ile ittifakı savunur musunuz? Yirmi beş yıl savaşırken muhatap aldıklarını, barış için muhatap almayız deseler, siz yine de AKP ile ittifak yapmayı savunur musunuz?
Bize sorarsanız, biz ittifak yapmayız, yapmayacağız!
Biz, 1980 öncesi “Faşist yuvalar dağıtılsın, kontrgerilla dağıtılsın” diyor ve bunun için mücadele ediyorduk. Bunu söylerken o günün hükümeti ile ittifak yapmak aklımızın ucundan geçmedi. Bu gün de “Kontrgerilla dağıtılsın!” “Kapitalist askeri vesayet kalksın!” diyoruz…
Bunun için AKP ile ittifak yapmaya değil, bunun gerçekleşmesi için mücadele etmeye gerek var. Çünkü AKP de “O” cephede ve bizim yanımızda değil, karşımızda. Bu ülkede askeri vesayet kalkacaksa, bu ülkeye barış gelecekse, bu ülkede demokratik haklar genişleyecekse, bu yalnızca Türk ve Kürt halklarının mücadelesi ile olacaktır…
“DERİN (DENİLEN) DEVLET”E KARŞI “MÜCADELE” (Mİ?)
AKP, “Derin (denilen) Devlet”e karşı “mücadele” mi veriyor?
“Kozmik Oda”ya bile girildi mi?
Öncelikle “Derin (denilen) Devlet” eksenli meseleler, “raison d’état”sıyla AKP’yi de içerir ve bir burjuva partisi olarak da aşar…
Ya “demokrasi”, “demokratikleşme” mi?
Örneğin “Kozmik Oda”ya bir devlet görevlisinin değil, halkın girmesi demokrasiyi getirir!
Başka türlüsü “demokrasi” değil, egemenler arası pazarlıktır; asla ötesi değil…
“Mesela” mı diyorsunuz? Emniyet, istihbarat, hatta yargı, “Balyoz”/ “Ergenekon” vb. operasyonlarından sürekli bilgi sızdırırken, “Kozmik Oda”dan tek bir bilginin sızmamasına ne dersiniz?
İyi de “Bir devir kapanıyor. Diriliğini iç düşman üreterek ve bunlara karşı yılmadan savaşmaktan alan bir devlet düzeninden çıkışın sancıları, karmaşası yaşanıyor.” “Silahlı Kuvvetler siyasal parti olma niteliğini yitirdikçe, ‘istismar etme’, ‘etkileme ve yönlendirme’, ‘rahatsız etme’ kapasitelerini kaybettikçe, Türkiye toplumu da demokratikleşme yolunda ilerleyecektir,” diyen Ahmet İnsel’in (ve benzerlerinin) maruzatlarına gelince; demokrasi ve demokratikleşme bu denli “tedrici” ve “düzen içi” değildir, olamaz ve AKP “etkinliği” kapsamında da ele alınmamalıdır…
Yeri geldi anımsatalım: “Ergenekon söylemi çerçevesinde, ‘militarizme karşı demokrasi mücadelesi’ soylu kisvesi altında, otoriter siyasetlere nasıl mazeret bulunduğu”[33] unutulmamalı; yani “Ergenekon söylemi çerçevesinde, otoriter bir siyaset anlayışı ve uygulamasına mazeret bulunuyor…
Bakın, işçi, emekçinin hak arama eylemleri bile gelip, provokasyona dayandı. Ankara Valisi, Tekel işçilerine karşı uygulanan, insanlık dışı sindirme önlemlerini, ‘provokasyon’ mazeretine sığınarak savuşturma yoluna gitti.
Tüm otoriter rejimler, sistemler ve iktidarlar, kendilerine karşı çıkan herkesi, her şeyi, ihanet, hıyanet, provokasyon olarak kestirip atarlar. Hep birileri, ihanet içindedir, olmayanlar ‘gaflet ve delalet’ içinde kötü emelli birilerine alet oluyorlardır, bu nedenle her tür yöntemle sindirilmeyi, susturulmayı hak ederler. Bu uğurda kesilen parmaklar acımaz!
Bakın, Kürt meselesi de aynı çerçeveye oturmadı mı? Reşadiye olayında, parmaklar Ergenekon’u gösterdi. Olmadı, ‘Derin devlet’e karşı, ‘derin PKK’ provokasyonundan bahsedildi. Oysa, durum gayet net; iktidarın Kürt açılımına aklı yatmayanlar, kendi bulundukları yerden tepki gösteriyor...”[34]
Tüm bu ve benzerleri, “demokrasi”/ “demokratikleşme” adına kabul edilebilir mi?
Ederseniz; “Taraf”çılar sizi “demokrat”; yok etmezseniz “darbeci/ Ergenekon”cu ilan ederler…
Aslı sorulursa bu, hep kendine yontmak isteyen nalıncı keseri mantık(sızlığ)ıdır; tıpkı AKP’nin bir “kapana” dönüştürdüğü “Kürt Açılımı”; yok pardon “Milli Birlik Projesi” gibi…
AKP “KAPANI” = “MİLLİ BİRLİK PROJESİ”
AKP ile liberallerin ve de AB’nin[35] zırvalarına değinmeden önce, açık açık belirtelim: “Bugün Kürtler ve Kürdistan, Ortadoğu’nun ortasında bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış olarak varlık mücadelesi, yaşam mücadelesi vermektedir. Herkes için doğal olan haklar, insanın insan olmaktan dolayı sahip olduğu haklar Kürtler için yasaktır,”[36] diyen İsmail Beşikçi’nin ifadesi “Kürt Sorunu”nun da ne demek olduğunun en net izahıdır…
Ulaşılan koordinatlarda bir kez daha kanıtlandığı üzere, “Kürtlerin yanı sıra ilerici, demokrat, sosyalist çevrelerde büyük umut yaratan ‘açılım’ süreci, bugün derin bir kriz içinde. Bunun nedenini anlayabilmek için ‘açılım’ adıyla anılan sürecin kendisinin doğasını doğru kavramak gerekiyor. AKP hükümetinin TSK desteğiyle yürütülen ‘açılım’ politikası, esas olarak Türkiye Kürtlerine değil Irak Kürtlerine, daha yalın biçimde söyleyecek olursak Barzani yönetimine bir açılımdır. Türkiye burjuvazisi ve devleti, ABD’nin himmetiyle, Barzani politikasını değiştirdi, onun yönettiği bölgeyi ekonomik, politik ve askeri olarak himayesine almaya yöneldi.
Türkiye’de ‘açılım’ diye anılan süreç, bu yeni yönelişin türevidir. Amacı, Kürt savaşının bu yeni ilişki önünde bir engel olarak yükselmesini önlemek... Daha açık şekilde söylenecek olursa, ‘açılım’ın Türkiye içindeki ayağının amacı, Kürt sorununu değil Kürt hareketini çözmektir. Bunun için de bir dizi yöntemle, Türkiye’nin Kürtleri AKP saflarına, AKP olmazsa Barzani saflarına kazandırılmak isteniyor. ‘Açılım’ sürecinin bugün içine girdiği krizin kilometre taşlarını incelemeye yerimiz yok. Ama sonuç şu: ‘Açılım’, Kürt halkı Barzanicileşmeyi reddettiği için krize girdi.”[37]
“Misak-ı Millici” AKP’nin, ABD patentli “kapanı” Kürt muhalefet ve itirazını tasfiye ederek, ehlileştirip, düzen içileştirme girişimidir…
Mustafa Erdoğan’ın da ifadesiyle, “Aslında AKP, Kürt açılımıyla, Kürtleri AKP’lileştirmeyi kastediyor. Kürtlere bazı rahatlamalar sağlayıp onları AKP kanalıyla sisteme entegre etmeye çalışıyor.”
Zaten AKP’nin ne yapmak istediği de, çok net ve açıktır; “çözüm” adına çözümsüzlüktür!
AKP Tanıtım ve Medya Başkanlığı, “açılım”ı halka anlatmak için, ‘Soruları ve Cevaplarıyla Demokratik Açılım Süreci’ başlıklı bir kitap bastırarak bütün teşkilâtlarına dağıttı. 30 soruya verilen 30 yanıttan oluşan kitapçığa göre; “Ölümlerin ve gözyaşının durmasıyla şehitlerimizin ruhu şad olacak, Öcalan, kesinlikle affedilmeyecek, PKK silah bırakmadıkça operasyonlar sürecek ve koruculuk sistemi terör bitene kadar kaldırılmayacak. Kitaptaki bazı sorular ve yanıtları şöyle:
“Abdullah Öcalan’ın affı veya yeniden yargılanması söz konusu mu?
- Öcalan’ın affedilmesi veya yeniden yargılanması kesinlikle söz konusu değildir ve olamaz. Böyle bir sürecin hukuki olarak gerçekleşmesi de mümkün değildir.
“Açılım terör örgütüne verilen bir taviz midir?
- AKP Hükümeti hiçbir illegal yapı ve oluşuma asla taviz vermez.
“Sürece rağmen terör devam ederse ne olacak?
- Dünyanın hiçbir yerinde size silahla saldıranlara siz çiçek buketleri ile karşılık veremezsiniz. Kısa vadede silaha karşı silahla mücadele edilir. Ancak hiçbir zaman silahla kesin ve kalıcı çözüm elde edilememiştir.
“Koruculuk sistemi ne olacak?
- Terör devam ettiği sürece koruculuğun ortadan kaldırılması söz konusu olamaz.
Açılım sonucunda referandum yapılacak mı?
- Hayır. Çünkü temel hak ve özgürlükler referandum konusu olamaz.”
Evet, AKP tam da bunları yapmak istiyor!
İyi de bunları yapmak isteyen AKP, bunları yapıyor diye neden “demokrat” ilan edilsin ki?
Kaldı ki Avrasya Kamuoyu Araştırmaları Merkezi’nin araştırmasına göre Kürtler, AKP’nin ‘açılım’ konusunda samimi olmadığını düşünüyor. “Açılım süreci”nde Kürtlerin yüzde 67.5’i AKP’nin samimi olmadığına inanıyorken, yüzde 13.3’ü de kararsız olduğunu ifade ettiler.
Örnek oluşturması nedeniyle AKP sözcülerinin “çocuk eylemciler” konusunda iktidarın alacağı önlemlere ilişkin söylemini anımsayalım.
Yaşları 18’in altındaki “eylemciler” çocuk mahkemelerinde yargılanacaklar, ceza yasasında değişiklikler yapılacak, cezalarını çocuklara özel infaz kurumlarında çekeceklerdi.
“Demokratik açılım” sözü ortaya atıldığında alınacağı söylenen ilk önlem çocuk eylemcilere ilişkin bu düzenlemeleri içeriyordu. Sonra da, ilk rafa kaldırılan önlem paketi de bu düzenlemeler oldu.
Ayrıca 16 Ocak 2010’da tarihinde Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, cezaevleri şartlarını beğenmeyerek beş mahkûmla birlikte eylem başlatan Abdullah Öcalan’a, “Orası otel falan değil” diye seslendi…
Demokratik Açılım çerçevesinde Öcalan’ın talimatı üzerine Kandil ve Mahmur’dan gelen ‘Barış ve Demokratik Çözüm Grubu’ Ankara’da Türkiye Barış Meclisi’nin düzenlediği konferansa katılan grubun sözcüsü M. Şerif Gençdal, Ankara’da TBMM’ye de gitmek istedikleri ancak emniyet yetkilileri tarafından, gitmemeleri yönünde uyarıldıkları belirterek, “Daha önce gelmek istediğimizde gözaltına alındık. Ancak eğer imkân verilirse, koşullar uygun olursa Meclis’e gidip tüm kesimleri ziyaret etmek isteriz” dediler…
Sonra da Mahmur Mülteci Kampı ile PKK’nin Kandil’deki askeri kanadından gelen 34 kişinin getirdikleri, Kürt sorununun çözümü için koşulların yer aldığı mektupların kaybolduğu belirlendi...
Bu ve benzerleri “demokrat” AKP’yi yeterince deşifre etmiyor mu?
Bizce ediyor!
Kaldı ki BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Kongrede Kürtlere “asimilasyonu reddedin, anadilde eğitim için Milli Eğitim’in kapısına dayanın”, annelere de “kanın durması için askerlik şubesi kapılarına dayanın” çağrısı yaparken; yaşanandan dersler çıkartıldığının da ipuçlarını vermektedir…
Yine BDP Grup Başkanı Nuri Yaman, partisinin belediye başkanlarına yönelik gözaltı ve tutuklama kararlarının “demokratik açılım”ın koordinatörü İçişleri Bakanı Beşir Atalay tarafından verildiğini belirterek, “Atalay kelepçe koordinatörüdür.” “Bir elde kelepçe, diğer elde açılım olmaz,” diyor.
İçişleri Bakanı’nın açıklamalarıyla hükümetin açılımda “yeniden gaza bastığı” yorumları yapıldığına işaret eden Yaman, “Hükümet gaza o kadar çok basmış ki, Emniyet’in elinde gaz bombası kalmamış” diye konuştu.
Ayrıca “AKP’nin askeri vesayetle mücadelesinin inandırıcı olmadığı”nı belirten BDP Grup Başkanı Nuri Yaman, AKP hükümetinin Kürt açılımının inandırıcılığını kaybettiğini belirterek “Açılım adı altındaki açmazlarının geldiği nokta şu olmuştur: Kürt açılımı kelepçeye, Roman açılımı sürgüne, Alevi açılımı da oyalamaya dönüşmüştür.” “Hükümetin Kürt açılımı, umut pompalamaktan öteye gitmedi,” dedi.
Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi (CTP) üyelerinin, Abdullah Öcalan’ın hükümlü bulunduğu İmralı Adası’ndaki Yüksek Güvenlikli F Tipi Cezaevi’ndeki iki günlük incelemeden olumlu gözlemle ayrıldığı belirtildiği; AİHM’in, nüfus cüzdanlarında alfabesinde olmayan q,w,x harflerinin kullanılmasına izin vermeyen Türkiye’yi haklı bulduğu güzergâhta AB balonu da patlarken ya liberaller mi? Onlar bir rüyadan uyanmanın mahmurluğuyla, “enseyi karartmama” eğilimleri arasında salınıp duruyorlar!
Oral Çalışlar, “Kürtler topluca tutuklanıyor farkında mısınız?” diye haykırırken; Cengiz Çandar da, “Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Güneydoğu’da olup-bitenlere gözünü açması ve ‘Açılım’ politikasında fazla gecikmeden ‘makas değiştirmesi’ gerekiyor...” “Yani, ‘Açılımın önünü açmak’ gerekiyor. Kürtlere yönelik sevecen ve ‘barışçı söylem’le...” diye AKP’ye “akıl veriyor”!
Ya reklamcı Rasim Ozan Kütahyalı mı? O da; “İçişleri Bakanı Beşir Atalay demokratik açılım projesi bağlamında bir basın toplantısı yaptı...
Herkes için AK Parti hükümetinin bu girişimi çok çok isabetlidir... Türkiye’nin tüm vicdan sahipleri bu demokratik açılım sürecini bu sebeple desteklemeli...
Herkes hasretle bu sürecin hızlanmasını istiyor. BDP’nin tabanı da tavanından farklı olarak bu bağlamda Başbakan’ı tam destekliyor... Ben Başbakan’a güveniyorum... AK Parti hükümetine güveniyorum...” diyerek AKP önünde secdeye varıyor…
Zaten liberallerden bundan başka ne beklenebilir ki?
MİLLİYETÇİLİK BELASI
Ya “milliyetçilik” veya “ulusal solculuk” mu?
Namık Kemal Zeybek’in, “Türk milliyetçiliği ‘ezen’ olamaz... ‘Baskıcı’ olamaz... ‘Zorlayıcı’ olamaz...” palavrasını bir kenara bırakıp, gerçekçi ve dürüst olursak: Tarihe kaydedilen Ermeni soykırımı, ardından Kürtlere dönük katliamlar, sonra mübadeleler, onu izleyen Trakya olayları, Varlık Vergisi faciası, 6-7 Eylül olayları gayrımüslüm azınlıkların ülkeyi terk etmesine yol açmıştır. 1950’de, 1975’te ve 2000’de İstanbul’daki ve Türkiye’deki azınlık nüfusları bu iddianın doğruluğunu gösteren somut kanıtlardır.
Bu nedenle bir övünç vesilesi olarak Türkiye’nin nüfusunun yüzde 99’unun Müslüman olduğu söylenir. Oysa yüzyıl kadar önce, Osmanlı’nın son döneminde bugünkü Türkiye’yi oluşturan topraklar üzerinde yaşayanların yaklaşık yüzde 20’si Müslüman değildi. Bir imparatorluk olan Osmanlı’da Hıristiyan nüfus her zaman ciddi oranlardaydı ve Rumeli’deki topraklarını kaybettikçe azaldı; ancak sadece Rumeli değil Anadolu da din ve milliyet bakımından çoğulcu bir yaşama sahipti. Doğu Anadolu ve Çukurova’da Ermeniler, İstanbul, Ege ve Karadeniz’de Rumlar, Güneydoğu’da Asuri, Nasturi ve Süryaniler Hıristiyan nüfusu oluşturan başlıca topluluklardı. Ayrıca etnik olarak Türk, dini inanç olarak ise Ortodoks Hıristiyan olan “Karaman Türkleri” de Niğde-Konya civarında yaşıyordu. Çeşitli şehirlere dağılmış Yahudiler de dikkate alındığında Anadolu’da yaşayan her beş kişiden biri Müslüman değildi. Nüfusun bu bileşimi siyasi temsil kurumlarına da yansırken, örneğin 1908 Aralık ayında toplanan Meclis-i Mebusan’daki 26 Rum, 14 Ermeni, 10 Slav ve 4 Yahudi mebus yaklaşık beşte biri oluşturuyordu.
Ancak 1970’lere gelindiğinde her beş kişiden biri yok olmuş, bu toprakları terk etmiş ve Müslümanlar yüzde 80’den yüzde 99’a gelmişlerdi. Bu bir başarı mı gerçekten? Yoksa düşünmeye, sorgulamaya ve tarihimizle yüzleşmeye davet eden bir durum mu? Eski Osmanlı toprakları olan Mısır ve Suriye’de bugün hâlâ nüfusun yüzde 10’dan fazlası Müslüman değil. Oralarda da bir modernleşme ve uluslaşma süreci yaşandı ve Arap milli kimliğine dayanan devletler kuruldu. Onlar yüzde 99 hâline gelmeyi beceremediler mi? Yoksa bizim yaptığımızda bir sorun mu var?
Hrant Dink’i vuran faşist militanları anlamak gerektiğinden söz edenlerce ırkçı olmadığı, “kültürel” olduğu ileri sürülen Türk milliyetçiliği, geç kalmış bir milliyetçilik olarak hiç de masum değil. Örneğin, yine geç milliyetçiliğin ürünü İtalyan ve Alman devletlerinin faşizme ve Nazizme ebelik yapması bir tesadüf olarak görülebilir mi? Türk milliyetçiliği de bir dizi bozgun ve yenilginin ardından gelişen geç ve reaksiyoner bir milliyetçiliktir; içinde güçlü bir ırkçı, militarist damar barındırır…
Balkan Savaşı’nda beklenmedik bir şekilde bir bozguna uğrayınca, artık Avrupa’da tutunamayacaklarına inanan İttihatçılar, Doğu Trakya ve Anadolu’ya çekilip buraları Türk ve Müslüman yapmaya karar verdiler. 1913’ten itibaren yoğunlaşan Türkleştirme sürecinin bir parçası olarak, Ege’den 150 bin kadar Rum’un adalara ve Yunanistan’a göç ettirilmesinde dönemin İttihat ve Terakki İzmir Kâtibi Celal Bayar’ın rolü büyüktür. Savaş sırasında Karadeniz’deki Rumlar zorla sürülürken en büyük felaket ise yüz binlerce Ermeni’nin katledildiği 1915’teki “tehcir” olacaktı.
Milli Mücadele sonunda Ege’deki Rumların büyük kısmı Yunan ordusuyla birlikte Anadolu’yu terk ederken, geri kalanlar da “mübadele” ile gönderildi. “Dinsel temelde” yapılan mübadelenin en hazin yönlerinden biri etnik olarak Türk olan, Türkçe konuşan ve Yunan harfleriyle Türkçe yazan yüz bin kadar Karaman Rum’unun da Yunanistan’a gönderilmesidir.
Batı Trakya’daki Türk-Müslümanlar gibi mübadele dışında tutulan İstanbul Rumlarını temizlemek ise Cumhuriyet döneminin marifeti oldu. 1955’teki 6-7 Eylül katliamının ve Kıbrıs olayları dolayısıyla İnönü hükümetinin 1964’te aldığı bir kararın sonucunda o tarihlerde hâlâ 100 binden fazla olan İstanbul Rumlarının 30 bin kadarı daha göçe zorlandı. 1974’teki Kıbrıs savaşından sonraki yıllarda ise Rumların sayısı birkaç bine inecekti. Bu arada “tehcir” edildikleri Suriye’den geri dönmeyi başaran Ermeniler ve Mardin civarındaki Asuri-Süryaniler de unutulmadı tabii. Bitip tükenmeyen göçler sonucunda bugün artık 50 bin kadar Ermeni ve birkaç bini bulmayan Süryani kaldı. 1934 Trakya olayları ve 1942 Varlık Vergisi ise başta Yahudiler olmak üzere geri kalan gayrimüslimlere bu toprakları dar etti ve terke zorladı.
Bu etnik temizlikte sadece ideolojik veya milli güvenliğe bağlı nedenler yoktu. En az bunun kadar, belki bundan da önemlisi gayrimüslimlerin servetlerinin yağmalanmasıydı; yani sermaye transferi, sermayenin Türkleştirilmesiydi. Böylece Türk ulus-devletinin inşası için ekonomik kaynak yaratılırken, kapitalist gelişmeyi sağlayacak sermaye de millileştirilmiş oluyordu.
İşte böylesi bir süreçte yüzde 99 olduk! Her beş kişiden birini yok ettik! Bu süreç esasen dinsel temelde yürüdüğü için Müslüman olan Kürtler Anadolu’dan sürülmekten kurtuldular. Zaten başka bir ülkeye gönderilemeyecek kadar çoktular ve bir zaman sonra da “Dağ Türkleri” oldukları ilan edilerek, asimilasyona tabi tutulacaklardı. Dinleri farklı olsa bu temizlikten kurtulmaları herhâlde mümkün olmazdı.
Şimdi sıra Romanlara mı geldi bilmiyoruz ama Manisa’nın kasabaları arasında dolaştırılan Romanlara bakıp da, “Bizde ırkçılık yoktur, nereden çıktı bu öfke, bu nefret” diye, eğer ikiyüzlülüğün değilse cehaletin ürünü olan, laflar artık tahammül edilir gibi değil…[38]
Tam bu noktada söz Erkan Goloğlu’na bırakmak yerinde olacak:
“Kahve sahibi, ‘küfürlü konuşan bu kişilerden halkın bıktığını’ söylüyor. Kahveci acaba, hepsi mürebbiyelerin elinde büyümüş insanlardan müteşekkil saray erbabından mı söz ediyor? Selendi halkı, küfür edince ağzına biber sürmekle tehdit, tedip ve terbiye eden annelerin kucağında mı yetişmiş?
Selendi’nin MHP’li Belediye Başkanı, dışarıdan gelenlere ilçe halkının hoşgörülü davrandıklarını açıklamış. Hoşgörülü davranma tekelini elinde tutan bir zalimin sesidir bu, şüpheniz olmasın. Nerede hoşgörü bir kalkan gibi kullanılıyordur, anlayın ki o kalkanın arkasında bir zalim vardır.
‘Çingenler’ mi? Onlara başkanı hoş görme şansı verilmez, hor görülmeye müstahaktır onlar.
Başkana göre onlar, tam ortam yumuşamışken, halka ağır küfürler ederler, o ana kadar ‘hoşgörülü davranan’ halk zıvanadan çıkar, isyan eder, sokağa dökülür ve Romanları dışarı atar.
Bütün bu olup bitenler ‘tasvip edilmez ama Romanlar da küfür etmiştir.’
Ermenileri 1915’de yok etmek aslında iyi bir şey değildi ama...
1917’de Karadeniz sahillerinden Rumları göçürmeyi kim isterdi ama...
1924’de her iki tarafın mübadillerinin ağlayarak ayrıldığını biliyoruz ama...
1938’de Dersim mağaralarında Kürt Alevileri boğmak kötüydü ama...
Daha sayayım mı? 6-7 Eylül, Çorum, Maraş, Sivas ve her biri için itinayla cilalanmış ‘ama’lar mı sıralayayım?
İçimizdeki faşizmi, kurduğunuz cümlenin ilk kısmı değil, ‘ama’ları anlatır.”[39]
Bunlar böyleyken; “Galiba ilk yapmamız gereken hepimizin neredeyse genetik kodlarına işlemiş durumdaki ırkçılığın varlığını inkârdan vazgeçmek,” diyen İsmet Berkan ne yapılması gerektiğinin altını çizerken; Nuray Mert de ekliyor: “Dilim döndüğünce anlatmaya çalışıyorum; tarihle yüzleşmek, hesaplaşmak zor iştir! Dahası, kendiyle yüzleşmeye girişemeyen tarihle yüzleşmeye kalkışmamalıdır…”[40]
AZINLIK(LAR)IN HÂLİ
Türkiye’de egemen milliyetçiliğin doğrudan tehditlerine maruz bırakılan azınlık(lar)ın hâli, maalesef ağır bir trajedide somutlanır…
Fener Rum Patriği Bartholomeos, CBS televizyonunda tartışma yaratan “çarmıha gerildim” sözlerinden sonra yıllardır süren temkinli üslubunu bir kenara bırakarak “Oksijenimiz kalmıyor. Patrikhane tükeniyor,” derken işte birkaç örnek…
Avrasya Kamuoyu Araştırmaları Merkezi’nin yaptığı araştırmaya göre, Türkiye’de yaşayan gayrimüslimlerin yüzde 66.6’sı kendilerine fiili ayrımcılık yapıldığını ve yüzde 77’si gayrimüslim olduğu için güvenlik endişesi yaşadığını ifade ediyor…
Türkiye’de Yahudi komşu istemeyenlerin oranı yüzde 42’dir…
İsrail’deki Türkiye Musevileri Toplumu’nun başkanı Eyal Peretz 2009’da Türkiye’den İsrail’e göç edenlerin sayısının 10 kat arttığını söyledi…
KEMALİZM
Milliyetçiliğin/ veya “ulusal solculuk”un bu denli güçlü olmasının ya da Kürtler ile azınlık(lar)ın hâlinin giderek ağırlaşmasının ardındaki asli dinamiklerden birisi “ulus devlet” kurucusu Kemalist resmi ideolojidir...
“Küçük kızım Ada İstiklal Marşı’na ‘Atatürk’ün şarkısı’ diyor, 29 Ekim’e ‘Atatürk tatili’, T.C. bayrağına ise ‘Atatürk bayrağı’…” der ulaştığı boyutlarda Kemalizmin ne anlam taşıdığını anlatmak için İzmir Ekonomi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden Gökçen Karanfil…
Gerçekten de bir “din” olarak Kemalizm budur; çünkü oluşumu itibariyle Kemalizm bir ulus devlet kurma aracı/ resmi ideolojisidir; ulus devletçi bir pragmatizmdir…
Örneğin “Atatürk dini, Milli Mücadele yıllarında siyaseten kullandı. ‘Kanun-i Esasi’miz Kur’an’dır... Allah’ın emirlerine uymadığımız için geri kaldık’ dedi.”
“Meclis’i öyle bir İslâmi gösterişle açtı ki, Atatürk’e göre çok muhafazakâr olan Karabekir ‘bu kadarı fazla’ dedi. Bunu, ahaliyi kazanmak için yaptı.”
“Milli Mücadele’den sonra ise laiklik yolunda ilerledi. ‘Biz gökten indiği zannedilen kitaplara göre değil, hayatın gerçeğine göre politika yapıyoruz,’ dedi…”[41]
Ayrıca Kemalizm ulus devleti kurmak ve kurulmuş devleti tahkim kendi “raison d’état”ı dışında her şeyi mevcudiyetini yok saymış; farklılıkların da ulus devleti içinde eritmesini zorunlu görmüştür.
Örneğin “Büyük Taarruz’a hazırlanırken, ‘Türkiyeliler’ diye konuşan Mustafa Kemal, İzmir’i aldıktan sonra beyanatına, ‘büyük ve asil Türk milleti’ diye başladı.”[42]
Lozan’ın yeni kurulan Türk devleti için önemini İnönü’nün şu cümlelerinde ete kemiğe büründürüyor: “Mütecanis (türdeş), yeknesak (tek düzenli) bir vatan. Dışarıya karşı olağandışı kayıtlarından ve hükümet içinde hükümet demek olan iç ayrıcalıklardan arınmış bir durum…”[43]
Bunlarla birlikte Kemalizmin 1930’larda karşısına çıkan totaliter/faşizan rejimlerden doğrudan doğruya etkilendiği kesindir.
Bir ulus devlet projesi olarak Kemalizmin öncüllerini burjuva dünya görüşü oluştururken; XIX. yüzyıl Alman Romantizmi, onun akıl ötesi bir dünya tasavvuru ve ulusçu kaynakları da, XIX. yüzyıl materyalist düşüncesi de, Kantçı sayılabilecek bir Aydınlanma arayışı da, aşırı devlet merkezli faşizan/totaliter rejim özellikleri de Kemalizm ile iç içedir…
“Bütün darbeler ‘ulu önder Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak’, ‘onun hedef gösterdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak’ ve ‘Atatürk’ün tarif ettiği türden bir demokrasiyi yeniden tesis etmek amacıyla’ gerçekleştirildi. Böylece, adı ister ‘ihtilal’, ister ‘muhtıra’, ister ‘balans ayarı’, ister ‘e-darbe’ olsun hepsi de gayri meşru olan bu müdahaleler, güya partiler ve ideolojiler üstü bir referansa dayanarak yapılmış gibi sunularak, toplum gözünde meşrulaştırıldılar. Dolayısıyla darbecilerin, kendilerine tertemiz ve güçlü bir dayanak sağlayan Atatürkçülüğü biraz daha kutsallaştırması, biraz daha tabulaştırmaları gayet mantıklıdır…”[44]
TÜRK(İYE) İNSAN(SIZLIK)I
Nihayet “resmi ideoloji”nin biçimlendirdiği “Türk(İye) İnsan(sızlık)ı”na gelince…
Çocuklarının yüzde 20’si depresyonda olan Türkiye’deki yoksulluk ve işsizlik talih oyunlarına ilgiyi iyice arttırırken; krizin etkili olduğu 2007-2008 yıllarında Türk insanı Milli Piyango, İddaa, Spor Toto, Şans Topu, Sayısal Loto, On Numara, Hemen Kazan ve at yarışlarına 11.3 milyar lira yatırdı. Milli Piyango, Sayısal, İddaa, Spor Toto ve at yarışlarının 2007’de 5.2 milyar lira olan toplam hasılatı yüzde 19.03 artışla 2008’de 6.2 milyar liraya çıktı...
Bu işin bir yanı; ötekine gelince, o da şöyle: “Kaçırılan, satılan, organları çalınan çocuklar; tecavüze uğrayan, fuhuşa zorlanan çocuklar! Ve elbette şiddete maruz kalan, şikayet etme cesaretini gösterip kayda alınanın yanında eziyete katlanan, karakolda şikayetini geri almaya zorlandığı için durumu istatistiklere yansımayan kadınlar. Çığ gibi artıyor!”[45]
Yani Türk(iye) toplumunda “Şiddet kültürünün kaynakları gürül gürül... Aileden, sokaktan, okuldan, askerlikten, işyerinden... Çağlıyor!”[46]
Bunların bir kaçınılmazı olarak -Sabancı Üniversitesi ve TÜBİTAK’ın katılımıyla düzenlenen araştırma Türkiye’de artan eğilimi ortaya koydu:- “Türk insanı dindarlaşıyor…”
Araştırmadaki deneklerin yarısı bilimin “yararlı” olduğunu düşünmekle birlikte deneklerin beşte biri bilimin yarardan çok zarar verdiğini ifade ediyor.
‘Türkiye’de Dindarlık’ araştırmasının bulguları gerçekten de çok çarpıcı; çünkü, Türkiye’de yaşayanların yüzde 80’i “Tüm dini gruplar eşit haklara sahip olmalı” dese de iş pratiğe gelince durum değişiyor. Yüzde 54’lük bir kesim farklı dinden olanların görüşlerini anlatan kitap yayımlamasının engellenmesini istiyor!
Tüm bunlarla birlikte Sosyoloji Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Birsen Gökçe, “Toplumdaki kutuplaşmaların çatışmaya dönüştüğünü”, Sosyolog Hakan Yavuz da yaşanan toplumsal çözülmenin çatışmayı da beraberinde getirdiğini belirterek, “Türkiye’de kanunsuzluk, anarşi ve toplumsal bağların zayıflaması anlamına gelen anomi dönemi yaşanıyor,” dedi...
Söz konusu “anomi dönemi”nde öne çıkan önemli bir toplumsal figür de “linç”tir!
Hatırlanacağı üzere 6 Nisan 2005 günü Trabzon’da hapishanelerdeki kötü koşullara dikkat çekmek için bildiri dağıtanlara saldırılmasıyla linç meselesi gündemimize girdi. Aslında bu tarihten önce de linç vakalarına rastlanıyordu ama bu hadiseden sonra linç teşebbüsleri daha dikkati çeker oldu. Ocak 2010’un ilk haftasında da Erdirne, Erzincan, Mersin ve Selendi ilçesindeki linç olayları ile sarsıldık.
Türkiye giderek lincin normalleştiği, hatta bir norma, bir idare tekniğine dönüştüğü bir toplum hâline geliyor. Medyanın ve devletlûların bu linç girişimleri konusundaki tavrı aşağı yukarı şöyle: Milliyetçi halkımızın damarına basılmamalıdır! Bu milletin özüne yabancı, “bu topraklar”ın değerlerine kayıtsız “yabanlar” milletimizi kışkırtmamalıdır, “provokasyon” yapmamalıdır, yoksa... Celalettin Cerrah’ın veciz ifadesiyle “vatandaşın güzel tepkisi” devreye girer! İnsan hayatına kast edenleri milletimiz, güzel vatandaşımız olarak kodlayıp varlıklarını dahi “provokasyon” olarak gördüklerine aba altından sopa gösteren bu dili tanıyoruz![47]
Bu dil “devlet”e aittir…
Gerçekten de Türkiye’de son yıllarda yoğunlaşan toplumsal gerginlik, Manisa’da zirveye çıkıp, patladı. Erdoğan’ın “Vatandaşlarıma sabır tavsiye ederim ama tabii sabır nereye kadar?” sözlerinin ardından ülke Sakarya’dan, Çanakkale’ye birçok “linç girişimi”ne sahne oldu…
Evet, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Vatandaşlarıma özellikle sabrı tavsiye ederim. Fakat tabii bu sabır nereye kadar olacak? Eğer siz vatandaşın mağazasının camlarını indirirseniz, hayatına kastederseniz, vatandaş kalkıp elinde böyle bir tedbiri, böyle bir imkânı varsa o da kendisini savunma yoluna gidecektir,” sözleri 4 Kasım 2008’de Kürtler ile ellerinde bayraklar olan bir grup Roman’ın karşı karşıya gelmesi ve Mustafa B. adlı kişinin, pompalı tüfekle Kürtlere doğru ateş açması sonrasında etmişti.
Gözaltına alınıp bırakılan Mustafa B.’yi, çok sayıda “sabrı taşan vatandaş” izledi. En son Manisa Sedenli’de yüzlerce kişi 30 yıllık komşuları olan Romanların araçlarına ve evlerine saldırdı.
Kayıtlara göre, Erdoğan’ın “sabır” dilemesinden bu yana 2008’de bir, 2009’da 12 ve yeni yılda da dört linç ve saldırı meydana geldi. Linçlerle ilgili kimse tutuklanmadı. Buna karşın bir linç mağduru İstanbul’da, ikisi Edirne’de tutuklandı. Ve Manisa’da olduğu gibi, evini terk edenler de yine onlar oldu. ‘Pompalı vatandaş’ Mustafa B., Nisan 2005’ten Kasım 2008’e kadarki 31. vakaydı.
Başbakan Erdoğan’ın “sabır” dilediği bu saldırıyı iki gün sonra Adana’daki linç izledi. Hadırlı Mahallesi’nde 6 Kasım’da 18 yaşındaki Tekin Erdik, motosikletini çalmaya çalıştıkları ileri sürülen Kürt kökenli üç kişi tarafından öldürülünce mahalleli ayağa kalktı.
Türkiye, 2009’a “Demokratik Açılım” projesiyle girdi. Yedi aylık uykuya dalan ‘sabrı taşan vatandaş’ da işte bu tarihten sonra yeniden uyandı. İlk iki linç haberi, daha önce dört kez linç alanına dönen Sakarya’dan geldi:
Arundhati Roy’un, “Havada faşizmin kokusu var,” diye anlattığı linççi “devlet dili”ni öne çıkaran kesitten geçen Türkiye, geleceğini biçimlendiren bugünde nasıl bir yarın sorusunun yanıtını aramaktayken; Tek-el işçilerinin mücadelesi aranan yanıtın nüvesidir…
ARANAN YANITIN NÜVESİ: TEK-EL İŞÇİLERİNİN MÜCADELESİ
“Nasıl bir gelecek?” sorusuna verilecek yanıtın nüvelerini oluşturan Tek-el işçilerinin savaşımı, yolumuzu ve yönümüzü tayin etmede, kilit önemdedir…
Çünkü Tek-el işçileri, gasbedilmek istenen haklarını savunmak için direnişe geçtiler, mücadele ediyorlar…
Ankara’nın ayazında hak mücadelesi veren işçiler, Tekel’in özelleştirilmesi sonucu doğan mağduriyetlerini Türkiye’ye duyurmakla kalmadılar, Zonguldaklı madencilerin Özal döneminde Ankara’ya başlattıkları yürüyüşten bu yana en etkili sendikal eylemi gerçekleştirdiler. Ekonomik kriz ve işsizliğin doruğa çıktığı koşullarda, “Sınıf hareketi bugün değilse ne zaman kendini gösterir?” sorusunun artık bir yanıtı var.
Hükümet sözcülerinin “Ya 4-C ya hiç” dayatması, “merhamet” söylemi, “kapının önüne koyma” tehdidi sökmedi. Dondurucu soğukta polisin tazyikli suyu onları dağıtamadı. Çadırlar kuruldu. Halaylar çekildi.
Eşler, çocuklar, öğrenciler, aydınlar, müthiş bir dayanışma sergilediler. 1970’lerin Ankara’sında “Alpagut Grevi” gibi direnişler tiyatrolarda da sahnelenir, AST’nin önü dolar taşardı.
Türk-İş ile Sakarya Caddesi arasındaki Tekel direnişi, gerçek bir yaşam sahnesine dönüşmüş durumdayken; vatandaşlığı “çifte” olan yani 2006 yılında Kraliçe II. Elizabeth ve vârislerine bağlılık yemini ederek Britanya vatandaşı olan Mehmet Şimşek’e,[48] yani bugünkü Maliye Bakanı’na göre de, “Tekel işçilerine hükümet merhamet etti”, merhametten maraz doğdu!
Bakalım, Tekel işçilerinin günlerce süren bu direnmesi mi yaman yoksa Başbakan ile Maliye Bakanı’nın söyledikleri mi? Kısacası, el mi yaman, bey mi yaman?
Göreceğiz... Görecekler…
Tek-el işçileri, 4-C’yi “makyajlayan” önerileri kabul etmedi; çünkü “4-C’li ne işçi ne kamu emekçisidir”!
Hayır; işçiler dayatmalara boyun eğmeyecekler…
Çünkü yaklaşık 10 bin işçi için öngörülen 4-C elbisesi, sıradaki özelleştirme sürecindeki şeker ve elektrik çalışanları için de söz konusudur. 4-C uygulaması ile çalıştırılan hâlihazırda 23 bin kişi vardır. Bunların 10 bini Milli Eğitim, 3 bin 500’ü İçişleri, 2 bin 700’ü Adalet, yaklaşık 2 bini Sağlık bakanlıklarındalar. Tütün işçileri, AKP icadı 4-C cenderesini -haklı olarak- istemiyorlar.
Çünkü biliyorlar ki, 4-C’ye geçtiklerinde ücretli çalışma süreleri azaltılacak. Ücretleri düşecek. İhbar ve kıdem tazminatı haklarını kaybedecekler. Fazla mesai ücreti almayacaklar. Emeklilik koşulları imkânsıza yaklaşacak. 4857 sayılı yasaya göre, işçi tanımına girmeyecekler ve toplusözleşme haklarından yararlanamayacaklar. Ücretli izin hakları budanacak. Örneğin 4 ay çalışanın sadece 4 gün ücretli izin hakkı olacak...
4-C ile çalıştırılanlar bu zulümle çalışıyorlar, “Özelleştirme Uygulamaları Sonucunda İşsiz Kalan ve Bilahare İşsiz Kalacak Olan İşçilerin Diğer Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Geçici Personel Statüsünde İstihdam Edilmelerine” ilişkin çerçevenin mucidi AKP, şimdi tütün işçilerini bu çembere sokmaya, yeni özelleştirmelerle de diğer binlerce işçiyi yine bu kazanda kaynatmaya niyetli. Gelin görün ki, baltayı taşa vurdular. Tütün işçileri bizi 4/C cenderesine sokamazsınız, diyorlar. Peki hükümet ne yapacak? 4-C’nin şartlarını değiştirmek, işin kimyasına aykırı; mevcut 23 bine de o hakları tanımak demek. İşçilerin taleplerini kabul etse, bütün özelleştirme ekseni yamulacak. İki ara, bir dere dedikleri durum bu...
Hatırlayalım ki, 2001 krizi sonrası Kemal Derviş-IMF işbirliğinde gerçekleştirilen azgın özelleştirme planını, parmak ısırtan bir saldırganlıkla gerçekleştiren, neo-liberal AKP iktidarı oldu. Bu, sayılarla da sabit. AKP’nin iktidara geldiği 2002 sonunda KİT’lerin ürettiği katma değer, milli gelirin yüzde 5’i iken 2009 sonunda yüzde 1.5’e düşecek kadar KİT eritildi, özelleştirilerek... Aynı dönemde 384 bin olan KİT çalışan sayısı, özelleştirmelerle yaşanan daralma sonucu 202 bine indi. Özelleştirme, AKP’nin şehvetle icra ettiği bir uygulama. Sadece özelleştirme değil, sağlık, eğitim gibi sosyal hizmetleri de kamudan alıp özele devretmek, ticarileştirmek, merkezden belediyeye kadar kamusal hizmetleri taşeronlara devretmek, bunu yaparken sendikaları devreden çıkarmak, onları işlevsizleştirmek, esnek istihdamın bütün biçimleri ile emeği en ucuza mal etmek... Bütün bunları yaparken, yandaş, cemaat mensubu bir sermayedar kitlesine yontmak, onları palazlandırmak... Bu zihniyetteki bir iktidarın, geleceğe emsal olacak hak bilirliğe yanaşması kolay olmayacaktır. Zalim zulmünden vazgeçmeyecektir... [49]
Söz konusu yanıt; özelleştirmeci kapitalist talana karşıdır!
Söz konusu yanıt; Tekel işçilerinin eyleminin amacını aştığını, bunun hak arayışı değil, hükümete karşı aleni bir kampanyaya dönüştüğünü ve eylemin yasal olmadığını vurgulayan Başbakan Erdoğan’ın, “Kullanılıyorsunuz, evlerinize dönün. Bu sürece 2010’un Şubat ayı sonuna kadar sabredip, sonra yasal adım neyse atacağız.” “Bizi Tekel işçisi iktidar yapmadı. Bizi millet iktidar yaptı,” haykırışına karşıdır!
Çünkü Mustafa Kemal Coşkun’un da çok haklı biçimde ifade ettiği üzere, “Bugün Tekel işçileri 24 Ocak kararlarıyla yaygın bir biçimde uygulamaya sokulan özelleştirme politikaları nedeniyle kaybettikleri haklarını geri istiyorlar. Dolayısıyla 30 yıl önce alınan kararlara doğrudan doğruya muhalefet ediyor, direniş gösteriyorlar. Gecikmiş de olsa bu direniş genişler, giderek tüm işçi ve emekçileri kapsarsa emeğe yönelik baskıcı politikaların çöpe atılmaması için hiçbir neden yok. Çünkü Tekel işçilerinin sorunu aslında tüm işçi ve emekçilerin sorunudur.”
Çünkü,“özelleştirme” denilen talanın ne olduğunu bir kez daha gözler önüne seren Tekel bir kez daha gözler önüne serdi:
i) Neo-liberalizmin bir çağdaşlık sorunu olarak dikte ettirmeye çalıştığı “özelleştirme” uygulamalarının özü, tıkanmakta olan sermaye birikimine yeni rant olanakları sağlamaktır…
ii) AKP, her türlü “hoşgörü” ve “kardeşlik” mesajlarına karşın aslında sermaye sınıfının en gözde partisidir. Hakkında yapılan dini benzetimlemeler bir yana, AKP özünde ulusal ve uluslararası sermayenin partisi olarak görev başındadır. Sadece Tekel işçilerinin kararlılığı karşısındaki tavrı değil, AKP’nin hükümet olduğu dönem boyunca uygulamakta olduğu iktisadi ve sosyal politikaların emekçiler aleyhine sonuçları net olarak gözler önündedir…
iii) Tekel işçilerinin direnişi bir yandan da “ücretli emek-sermaye çelişkisinin” artık geride kaldığı, “sivil demokrasinin bütün toplumu kucaklamakta olduğu” savlarına dayalı “boyalı” devrimlerin aslında neo-liberalizmin sözcük oyunlarından ibaret olduğunu dost-düşman herkese açıkça göstermiştir. Kendini yenileme telaşıyla, siyasi yelpaze içerisinde kulvar kapmaya çalışan bazı “modern sol” makamların, “sınıfsal temele dayalı sol ideolojinin artık terk edilmesi gerektiği” iddiaları da kapitalizmin diyalektiği içerisinde buhar olmuştur.
Nihayet Tekel işçilerinin direnişi, bundan sonra günlük hayatın pratiği içerisinde nasıl şekillenirse şekillensin, Türkiye emek ve demokrasi tarihinde ayırt edici bir dönüm noktası olarak anılacaktır.[50]
Evet Tek-el işçilerinin eylemleri AKP’nin neo-liberal iktidarını sarsıyor, öğretiyor, yol açıyor...
Görünen o ki, Tek-el işçilerinden sonra öteki işçi eylemleri 2010’a damgasını vurup, kapitalizmle çatışmaya girecek…
Tek-el işçilerinin haklı direnişi, sınıfsal örgütlü gücün bir siyasal iktidarı nasıl etkileyebildiğini gösterdi.
İşte mücadele bu ve bunun ötesidir!
Bu ülkede işçi sınıfı “Elveda proletarya” diyenlerin aksine hiçbir yere gitmemişti; buradaydı; bizimleydi. “Proletarya” ona elveda diyenlere elveda dercesine kaya gibi dinçti ve harekete hazırdı.
Ve hepimize bir kez daha “Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrimi satın alamazsınız. Devrimi yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak,” diyen Ursula K. Le Guin ile V. İ. Lenin’in, “Kapitalist tahakküm uluslararasıdır. Bu nedenledir ki, tüm ülkelerde işçilerin kendi kurtuluşları için yürüttükleri mücadele ancak işçiler uluslararası sermayeye karşı birlikte dövüşürlerse başarılı olur,” uyarısını anımsatmaktadır…
Beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ederim…
Şan olsun; hepimize Tevfik Fikret’in “İşte gerçek özgürlük/ düşümüzdeki gelecek çağlarda:/ ne savaş, ne savaşan, ne salgın,/ ne saltanat, ne yoksulluk, ne ezen, ne ezilen,/ ne yakınma, ne de zulmün kahrı,/ ne tapılan, ne tapan/ ben benim, sen de sen!” şu dizelerini terennüm ettiren “Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik” kavgasına…
4 Şubat 2010 01:20:48, Ankara.
N O T L A R
[*] 7 Şubat 2010 tarihinde Almanya Demokratik Haklar Federasyonu’nun Bremen’de düzenlediği toplantıda yapılan konuşma… 11 Şubat 2010 tarihinde Atina Politeknik Üniversitesi’nde Anadolu Halkları GEFİRA Kültür Merkezi’nin düzenlediği “Demokratik Alçım mı? Emperyalizmin Türk Devletini Yeniden Yapılandırması mı?” başlıklı panelde yapılan konuşma… Sosyalist Mezopotamya, No:27, Mart 2010…
[1] Cemal Süreya.
[2] George Soros, aktaran: A. Dorfman, Blake’nin Terapisi, çev: Esin Sungur, Agora Yay., 2004, s.1.
[3] Erinç Yeldan, “Kapitalizmin İki Yüzü”, Cumhuriyet, 27 Ocak 2010, s.13.
[4] Ergin Yıldızoğlu, “Davos ve ‘Yeni Normal’…”, Cumhuriyet, 1 Şubat 2010, s.12.
[5] Kapitalizmde kâr oranının düşme eğilimi şu iki temel nedenden kaynaklanmaktadır: i) sermayenin organik bileşimindeki (yani değişmez sermayenin değişir sermayeye oranı) artışın artı-değer oranındaki artıştan hızlı olması; ii) üretken olmayan emeğin üretken emeğe oranındaki değişim…
[6] Yorgo Kırbaki, “Yunanistan Tefeci Faiziyle Dış Borç Aldı, Ülke Ayağa Kalktı”, Radikal, 27 Ocak 2010, s.7.
[7] “Umutsuz Sayılar”, Milliyet, 18 Ocak 2010, s.12.
[8] Salim Tanıl, “Dünya Ekonomisinde Kriz ve Türkiye Kapitalizmi”, Devrimci Marksizm, No:10-11, Kış 2009/ 2010, s.79.
[9] Melda Yeğenoğlu, “Avrupa’da Yeni Irkçılık”, Radikal İki, 24 Ocak 2010, s.8.
[10] Rami G. Huri, “Obama’nın Değişimi Süslü Laflardan İbaret”, The Daily Star, 20 Ocak 2010.
[11] Bob Herbert, “Vietnam’dan Ders Almadık”, The New York Times, 7 Temmuz 2009.
[12] Mj Akbar, “ABD’nin Ilımlı Taliban’ı…”, The Times of India, 12 Nisan 2009.
[13] “Taliban’a Karşı Kanlı Savaş Yeni Başladı”, Financial Times, 2 Temmuz 2009.
[14] Ahmed Mufik Zeydan, “Afganistan Bir İmparatorluğu Daha Yutacak Gibi Görünüyor”, Mısriyyun, 8 Temmuz 2009.
[15] David Davis, “Afganistan İçin Zaman Daralıyor”, The Independent, 1 Mayıs 2009.
[16] Fevaz El Acemi, “Yemen ikinci Pakistan’a Dönüşebilir”, Şark, 29 Aralık 2009.
[17] Stephen Kinzer, “Türkiye ABD İçin İdeal Müttefik”, The Guardian, 6 Nisan 2009.
[18] Ferai Tınç, “Model Ortaklık”, Hürriyet, 18 Aralık 2009, s.24.
[19] Fehmi Hüveydi, “Mısır Liderliği Kaybediyor”, Sebil, 23 Aralık 2009.
[20] İlyas Harfuş, “Türkiye’nin Değişimi Çıkarlarıyla Uyumlu”, Hayat, 19 Ekim 2009.
[21] Nejat Eslen, “Jeopolitikte ve Kimlikte Eksen Kayması”, Radikal, 12 Kasım 2009, s.15.
[22] Mary Dejevsky, “Türkiye’nin Oyun Alanı Genişledi”, The Independent, 20 Ekim 2009.
[23] “Türkiye’nin Batı’dan Uzaklaştığı İddiası Temelsiz”, The Economist, 3 Aralık 2009.
[24] Morton Abramowitz-Henri Barkey, “Batı, Türkiye İçin Eskisi Kadar Önemli”, National Interest, 7 Aralık 2009.
[25] Güray Öz, “Batıcılar Batı’dan Kopamaz”, Cumhuriyet, 4 Kasım 2009, s.6.
[26] Sungur Savran, “Hayati Bir Dönemeç”, Radikal İki, 17 Ocak 2010, s.6.
[27] Muhammed Nureddin, “Tarih Türkiye’yi Zorluyor”, Şark, 26 Nisan 2009.
[28] Ergin Yıldızoğlu, “Demokratikleşme Tartışmalarına Bir Katkı”, Cumhuriyet, 20 Ocak 2010, s.4.
[29] Salim Tanıl, “Dünya Ekonomisinde Kriz ve Türkiye Kapitalizmi”, Devrimci Marksizm, No:10-11, Kış 2009/ 2010, s.67.
[30] Vergi sistemi içinde dolaylı vergiler; katma değer vergisi (KDV), özel tüketim vergisi (ÖTV), özel işletim vergisi (ÖİV) çok büyük bir yer kaplar.
[31] Salih El Kallab, “AKP, Amerika’nın Ilımlılık Modeli”, Rey, 19 Ocak 2010.
[32] Kai Strittmatter, “Erdoğan 4. Murat’a Benzedi”, Süddeutsche Zeitung, 5 Mart 2009.
[33] Nuray Mert, “Ergenekon Gölgesinde Demokratikleşme (2)”, Radikal, 24 Aralık 2009, s.10.
[34] Nuray Mert, “Ergenekon Gölgesinde ‘Demokratikleşme’ (1)”, Radikal, 22 Aralık 2009, s.10.
[35] “Bask ulusu için Batı Avrupa’da hak yoktur.” (Julen Arzuaga, “Bask Örneği: Batıda Olmayan Haklar”, Hukuk ve Toplum, No:29/6, Kış 2010, s.25.)
[36] İsmail Beşikçi, “Ulusların Kendi Geleceğini Tayin Hakkı ve Kürtler”, Hukuk ve Toplum, No:29/6, Kış 2010, s.5.
[37] Sungur Savran, “Hayati Bir Dönemeç”, Radikal İki, 17 Ocak 2010, s.6.
[38] Seyfi Öngider, “Her Beş Kişiden Birine Ne Oldu?”, Radikal İki, 24 Ocak 2010, s.4.
[39] Erkan Goloğlu, “… ‘Ama’ Faşizmi”, Radikal, 9 Ocak 2010, s.2.
[40] Nuray Mert, “Tarihle Yüzleşmenin Dayanılmaz Ağırlığı”, Radikal, 26 Kasım 2009, s.12.
[41] Taha Akyol, “Şeriatı Övdü, Dini Kullandı”, Taraf, 18 Kasım 2009, s.14.
[42] Taha Akyol, “Atatürk Askerî Metotlara Alışkındı”, Taraf, 16 Kasım 2009, s.11.
[43] Turgut Özakman, Cumhuriyet-Türk Mucizesi, Bilgi Yayınevi, 2009, s.328.
[44] Ayşe Hür, “Totem, Tabu ve ‘Mustafa’ Filmi”, Taraf, 20 Aralık 2009, s.12.
[45] Avni Özgürel, “Şiddet... Şiddet!”, Radikal, 14 Ekim 2009, s.15.
[46] Ali Güzel, “Şaşılacak Bir Şey Yok: Şiddet!”, Radikal, 26 Kasım 2009, s.17.
[47] Kaya Akyıldız, “Linç ve Sol”, Radikal İki, 10 Ocak 2010, s.5.
[48] “Ben, Mehmet Şimşek, samimiyetle ve doğrulukla deklare ederim ki İngiliz vatandaşı olduğumda Majesteleri Kraliçe II. Elizabeth’e ve vârislerine bağlı kalıp yolunda ilerleyeceğim...” diyordu Mehmet Şimşek 2006’da İngiliz vatandaşı olmadan hemen önce. Eğer, kendisine özel bir uygulama yapılmamışsa, vatandaşlık töreni çerçevesinde bir de ‘taahhüt’te bulunuyordu: Birleşik Krallığa bağlılığımı sunarım ve hak ve özgürlüklerine saygı duyacağım, demokratik değerlerini savunacağım.” (“Hem Majestelerine, Hem Atatürk İlkelerine Bağlı Bakan”, Radikal, 9 Ekim 2007, s.6.)
[49] Mustafa Sönmez, “Zalimin Zulmü Varsa Mazlumun Grevi Var...”, Cumhuriyet, 1 Şubat 2010, s.12.
[50] Erinç Yeldan, “TEKEL İşçisinin Öğrettikleri”, Cumhuriyet, 3 Şubat 2010, s.13.
|
Yorumlar