“Zamanın eli değdi bize Çoktan değişti her şey Aynı değiliz ikimiz de…” [1] “Postmodern Zamanlar”ın karanlığından “Elveda” ya...
“Zamanın eli değdi bize
Çoktan değişti her şey
Aynı değiliz ikimiz de…”[1]
“Postmodern Zamanlar”ın karanlığından “Elveda” yaygaralarının tekzip edildiği bu günlere ulaşmak hiç de kolay olmadı!
İşçi sınıfının 1 Mayıs 2009’da Taksim’i yeniden kazanıp, Tek-el’iyle başkent Ankara’da “kurtarılmış” çadır kentini kurduğu günlere büyük diyetler ödenerek gelindi…
Neo-liberal solcu vazgeçişten, egemen ideolojik bombardımana uzanan yoğun bir karşı saldırı karşısında adım adım ilerlenen, “ateşi ve ihaneti gördük” diye betimlenilmesi mümkün olan zorlu bir süreçti bu…
Bu süreçte karşı saldırının iki kırılma noktasından birisi 2009’da Taksim’in yeniden kazanıldığı 1 Mayıs, ikincisi ise Tek-el işçilerinin işçi demokrasisiydi…
Söz konusu iki olgunun dersleri, radikal sosyalistler tarafından kavranmalı, kavratılmalıdır…
O hâlde 1 Mayıs’la başlayalım.
İlk kez 1856’da Avustralya’nın Melbourne kentinde taş ve inşaat işçilerinin günde sekiz saatlik iş günü için Melbourne Üniversitesi’nden Parlamento Evi’ne kadar başlattığı yürüyüş ile start alan 1 Mayıs, 1906 yılında Selanik’te işçi ve emekçilerin sermaye kesimine karşı geliştirdiği direniş şiarının ardından emekçilerin ortak mücadele ve direniş takvimi hâline geldi.
Coğrafyamızda ise 1923’te 1 Mayıs Amele Bayramı ilan edildi ama bir yıl sonra kitlesel kutlamalar yasaklandı. Günümüzde ise verilen mücadele ve ödenen bedellerden sonra 1 Mayıs ‘Emek ve Dayanışma Bayramı’ olarak tekrar ilan edildi.
Ancak bu kez de Taksim emekçilere kapatılmıştı. Klasik bir görüntü hâlini alan Taksim kapatmasına karşı emekçi sendikaları kararlılıklarını yinelerken, hükümet kanadı bildik söylemleri tekrar etti.
1 Mayıs öncesinde provakatif eylemlerin gerçekleştirileceği söylentileri ve ülkeye sızan “canlı bomba” hikâyeleri bir kez daha kapladı ortalığı. Bu işin bir yanıydı; öteki ise 1 Mayıs’ın, coğrafyamızda uzun yıllardan beri tartışılagelmesidir.
Önce 1 Mayıs’ın kutlanıp kutlanmaması tartışılmış, DİSK ile sosyalist çevreler “kutlanmalı” derken; Türk-İş, hükümetler, o yılların muhalefet partileri, karanlık güç odaklarının oluşturduğu cephe, 1 Mayıs’ın “Komünistlerin, bölücülerin, anarşistlerin bayramı” olduğunu dile getirerek; 1 Mayıs’ın kutlanması hâlinde “ülkenin bölüneceği”ni bile öne sürüp, 1 Mayıs’ı kutlayanlara saldırmış, tutuklatmıştır.
Öyle ki, 1 Mayıs’ı kutlamak isteyeceğinden şüphelenilen, ilerici olduğu bilenen kişiler 1 Mayıs’tan bir gün önce “komünist avı”na tabi tutularak gözaltına alınıp, “1 Mayıs tehlikesi sona erdikten”(!) sonra serbest bırakılmışlardır. Ya da 1 Mayıs günü yakasına kırmızı karanfil takanlar izlenmiş, tutuklanmıştır.
1976’dan itibaren 1 Mayıs, DİSK ile kitlesel bir biçimde kutlanmaya başlanmış; 1976’da yüz bini aşkın işçi ve emekçinin Taksim’de 1 Mayıs’ı kutlaması egemen güç odaklarını telaşlandırmış; 1977 1 Mayıs’ı bir kontrgerilla provokasyonu ile kana bulanarak, 35 işçinin yaşamını yitirdiği bir katliam gerçekleştirilmiştir.
1978 1 Mayıs’ı her şeye rağmen kutlanmış, 1979’da 1 Mayıs, sıkıyönetim terörüyle boğulurken; 1980 darbesinin ardından 1989’a kadar 1 Mayıs kutlamaları yapılamamıştır. Bu yılda Türk-İş saflarındaki sınıftan yana sendikacıların ve 1989 Bahar Eylemleri’nde öne çıkan ileri işçi kesiminin baskısıyla 1 Mayıs’ın kutlanması yeniden gündeme gelmiştir.
1990’da ise 1 Mayıs gösterileri fabrikalara yayılmış, iş bırakılan bölgelerde 1 Mayıs kutlanmıştır. Bu yıllarda 1 Mayıs izin alınmadan fiili bir biçimde kutlanmıştır. 12 Eylül sonrasının izinli ilk 1 Mayıs kutlaması, 1992’de İstanbul’da Gazi Osman Paşa meydanında yapılmıştır. 1993 yılında, ileri işçilerin ve sendikacıların baskısı üzerine Türk-İş, 1 Mayıs’ı ilk kez alanda kutlamıştır. 1993’te Türk-İş, Şişli Abide-i Hürriyet Meydanı’na çıkarken, DİSK ise Pendik’te miting gerçekleştirmiştir.
İlk ortak kutlama ise 1994’te mümkün olmuş, Türk-İş, DİSK, Hak-İş ve daha sonra KESK adını alacak olan Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu’nun içinde yer aldığı Demokrasi Platformu, 5 Nisan kararlarına karşı Abide-i Hürriyet Meydanı’nda 1 Mayıs’ı ortak kutlamıştır.
2007-2008 yıllarında kolluk kuvvetlerinin sert müdahalesi ile karşı karşı ya kalan emekçiler, 2009’da 1 Mayıs 1977 katliamının gerçekleştirildiği alana çıktılar…
Türkiye tarihinin karanlık sayfalarından birisi olan 1 Mayıs 1977 katliamıyla Taksim Meydanı’nda 34 insan öldürülmüştü.
O güne dair “MİT’in olayları bildiğini ancak engellemediği”ni dile getiren İstanbul Valisi Namık Kemal Şentürk, polisin olaylara müdahalede yetersiz kaldığını anlatarak, “Polisin havaya ateş açması işleri iyice karıştırdı. Panikle birlikte olaylar kontrolden çıktı” vurgusuyla şunları diyordu:
“Bülent Ecevit, olaylardan kısa süre önce geldi. Taksim’de miting yapacak. MİT’ten istihbarat geldi. Sheraton Oteli’nin bilmem kaçıncı katından uzun namlulu silahla suikast düzenlenecek diye uyardılar. Ben de Sheraton Oteli’nin bilmem kaçıncı katına kadar biliyorsunuz da o zaman suikastçıları niye yakalamıyorsunuz?’ dedim. Sonra Ecevit’e haber gönderdik. Çok tedirgin olduk…”
Evet 1 Mayıs 1977 katliamı ardından gerçekleştirilen son kutlama 1978 yılında yapılmıştı.
Ardından da Taksim Meydanı egemen yasakçılık açısından bir “tabu” hâline getirildi; sıkıyönetim ve 12 Eylül müdahalesinden sonra Taksim işçilere kapadı. Taksim Meydanı 31 yıl sonra yeniden kazanıldı.
Sözünü ettiğimiz tarihte, ezilenler ve ezenler açısından Taksim’in tarihi önemi ortadadır.
Gerçekten de Hakan Koçak’ın ifadesiyle, “Türkiye işçi sınıfının ülkenin sembolik merkez olan Taksim meydanında miting yapma iradesinin tarihi 1950’lerin başlarına kadar uzanır. Bu konudaki birçok girişim engellense de talepler hep canlılığını korur.”[2]
Tıpkı Pablo Neruda’nın, “Adımlar bin yıl bu alanı/ çiğneseler bile/ dökülen kanı silemezler/ Binlerce ses bu sessizliği/ şaşırtsa bile/ düştüğünüz bu saati/ unutturamaz/ Yağmur alandan ve taşların/ arasından/ oluk oluk akacak/ Ama ateşten adımızı/ söndüremeyecekler,” dizelerinde betimlediği gibi önemlidir Taksim!
Bunu hâlâ kavrayamayanlar ne büyük bir aymazlıktan malûldür!
I.1) DEVLET ŞİDDETİ
Devlet, kendisi için bir itibar simgesi hâline getirdiği Taksim’i, fütursuz/ açık şiddet saldırganlığıyla “savunmakta”dır!
2007, 2008 ve 2009 yıllarında Taksim’i hedefleyen devrimci 1 Mayıs eylemlerine yönelik egemen saldırganlık bunun kanıtıdır.
Örneğin, ‘Türkiye İnsan Hakları Vakfı Dokümantasyon Merkezi’nin “1-4 Mayıs 2009 tarihli İnsan Hakları Raporu Günlükleri’nde bu konuya ilişkin şunlara dikkat çekilmektedir:
“1 Mayıs 2009’da İşçi Bayramı’nı Taksim Meydanı’nda kutlamak isteyen gruplara kolluk güçleri müdahale etti. İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın bizzat yönettiği müdahalelerde önceki yıllarda olduğu gibi kolluk güçlerinin aşırı güç kullanımı dikkat çekti. Bir polis telsizinden yapılan duyuruda Feriköy Semti’ndeki polis ekibinin gaz bombasının bittiği ve eylemci gruplara atılmak üzerelere daha fazla gaz bombası istendiği duyuldu. Zırhlı bir polis aracının içindeki polis memuru ise kovaladığı gruba megafonla ‘kaçmayın ulan kaçmayın, gelin buraya vatan hainleri’ şeklinde seslendiği görüldü.
1 Mayıs 1978’de Taksim Meydanı’nın işçilere yasaklanmasının ardından 31 yıl sonra Taksim Meydanı’nda yapılan ilk kutlamalarla ilgili açıklama yapan İstanbul Valisi Muammer Güler, 21’i polis memuru toplam 41 kişinin yaralandığını 108 kişinin de gözaltına alındığını açıkladı. Gözaltına alınan 108 kişi işlemlerinin ardından 2 Mayıs 2009’da serbest bırakıldı. Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) ise gözaltına alınanların sayısının 400’ü geçtiğini belirtti. Gözaltına alınanlardan 5 kişi gözaltında işkence ve kötü muameleye maruz kaldıklarını savunarak İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi’ne başvurdu. Türkiye Komünist Partisi (TKP) yaptığı açıklamada Tarlabaşı Semti’nde kolluk güçlerince gözaltına alınan 2 üyesinin boş bir araziye götürülerek fizikî şiddete maruz kaldığını duyurdu.
Tarlabaşı’ndaki şiddet olaylarından birisine tanık olan bir kişinin kaydettiği görüntülerde ise 5 polis memurunun etkisiz hale getirdikleri bir genci kimsenin görmediğini sandıkları bir köşede dövdükleri görüldü.
KESK İstanbul Şubeler Platformu Sözcüsü Nebahat Bükrek, Taksim’de yapılan 1 Mayıs kutlamaları sırasında şiddet uygulayan polis memurları hakkında yasal işlem yapılması için yargıya başvuracaklarını açıkladı...”
Ayrıca ÇHD’den Taylan Tanay, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün ve Vali Muammer Güler’in “1 Mayıs’ta 108 kişi gözaltına alındı” açıklamasına itiraz edip, “Resmi rakamlar doğru değil. Bize yapılan başvurular ve bizim takip ettiğimiz 15 karakolda saptadığımız rakam 400’ü aştı. Emniyetin açıkladığı rakam Cumhuriyet Savcılığına haber verilmiş ve adliyenin haberdar olduğu tutmalar için geçerli. Zira polis gözaltına aldığı kişilerin büyük çoğunluğunun kaydını tutmadı, yapılması gereken zorunlu işlemler olan doktor raporunu almadı,” dedi.
Aslı sorulursa 2009 1 Mayıs’ının devlet şiddeti açısından iki sembol görüntüsü vardı. İlki, bir evin camından gizlice çekilmiş kamera kaydıydı. Kayıtta; bir genç beş polis tarafından evire çevire dövülüyor, sonra da gözaltına alınıyordu. İkinci görüntü ise iki polisin kolunda götürülen Naciye Kaplan’a ait gazete fotoğrafıydı. Aynı sokakta gözaltına alınan, hem o sırada hem de Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü’nde dövüldüklerini öne süren iki mağdura ait kayıtlar, “kayıt dışı gözaltının” kanıtı oldu. Çünkü, dört polisin soruşturulduğu dosyada, ne Kaplan’a ne de Aladağ’a ait bir yakalama tutanağı ve gözaltı kaydı var.
Tarlabaşı’ndaki Alhatun Sokağı’na bakan bir pencerenin arkasında, titrek bir elin tuttuğu kamera şu görüntüyü kaydediyordu: Bir genç, maskeli polislerce yere yatırılarak tekmeler, yumruklar ve coplarla dövülüyor, sonra da götürülüyordu. O kişi, 28 yaşındaki Öztürk Aladağ’dı.
İddiaya göre aynı sokakta gözaltına alınan bir diğer kişi 22 yaşındaki Naciye Kaplan’dı. Kaplan, 8 Mayıs’ta verdiği ifadesine kanıt olarak gazetelerde yayımlanan bir fotoğrafını sunuyordu. Fotoğrafa göre Kaplan, koluna girmiş, biri maskeli iki polisçe götürülüyordu. Kaplan, fotoğraf öncesi ve sonrasını şöyle anlattı:
“Sokağın iki tarafında yüzleri maskeli 10’dan fazla polis sıkıştırdı. Gazetede, yüzü belirgin hâlde görünen şahıs ve diğerleri bana ve iki kişiye cop ve tekmeyle vurdular. Yüzü maskeli polis arkamdan tekme atıyordu. Çelme takıp yere düşürdü, vurmaya devam etti. Başıma vurdular, kasklarıyla, ayaklarıyla bastılar. “Kaç kişinin altına yatıyorsun? Anan mı sizi pazarlıyor? Kimler sizi s...? Biz de depoya götürelim, s...! Baban mı seni hamile bıraktı?” dediler. Beyoğlu Emniyeti’ne saçımdan sürükleyerek soktular. Tutanak istedik, ‘Dayaktan doymadınız mı, tutmuyorum, çıkın gidin’ dediler.”
22 yaşındaki Kaplan’ın sağlık raporunda ise boyun hareketlerinde kısıtlılık, sol meme altında ağrı, her iki bacakta, sol diz kapağı ve baldırında morluk, sağ bileğinde şişlik, sol şakağında morluk saptandı. Kaplan, raporla birlikte 8 Mayıs’ta şikâyette bulundu. İki dosya 13 Mayıs’ta birleştirildi. Aladağ’ın kanıtı kamera kaydı, Kaplan’ınki gazete kupürleriydi.
Tam da bu tabloda 1 Mayıs gözlemcisi olarak gelen Almanya’nın ikinci büyük sendikası IG Metall’in yönetim kurulu üyesi Wolfgang Rhode, 2009 1 Mayıs gösterilerinde de polisin orantısız güç kullandığını açıkladı açıklamasına ama; bunlar “kan davası”ndan vazgeçmeyen T.“C”nin umurunda değildi!
Evet, “hem suçlu hem de güçlü” devlet şiddeti ve inkârı buydu; böyleydi; 2 Mayıs 2008 tarihli gazetelerin manşetlerine de şöyle yansımıştı!
Cumhuriyet: “1Mayıs’ta AKP Terörü”… Vatan: “… ‘Ayaklar’ Ayak Altında”… Güneş: “Polisin Gazabı”… Milliyet: “Neden?” Hürriyet: “1 Mayıs Polis Devleti”… Radikal: “AKP’nin Demokratlığı Buraya Kadarmış… ‘Önlemler’, Gün Ağarmadan İşçi Dövülerek Başladı (üst başlık)…” Sabah: “Gazcı Kardeşler (İstanbul Valisi Muammer Güler ve İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah fotoğrafı ile birlikte)”… Takvim: “Polis Bayramı!”… Taraf: “Ver Lan Şu Bombayı (Vali Muammer Güler’in “hastane yakınında yanlışlıkla patladığını” söylediği gaz bombasının bir polis tarafından atıldığı, Ahmet Şık’ın fotoğraflarıyla kanıtlanıyor)”… Akşam: “Şanlı Taksim Müdafaası”… Evrensel: “Orantılı Faşizm”… Birgün: “Öldürmeye Çalıştılar… Dün AKP hükümeti İstanbul’da Halka Faşizmi Yaşattı (üst başlık)”… Bugün: “1 Mayıs Dehşeti”…
I.2) YALAN(CI)LARA KARŞIN TAKSİM’LE OLAN(LAR)
İyi de Taksim’le olan(lar) nedir mi?
Öncelikle; “İşçilerin, emekçilerin, sosyalistlerin son üç yıldır gösterdiği kararlılık sayesinde Taksim’e çıkıldığının” altını çizen DİSK Genel Sekreteri Tayfun Görgün’ün ifadesiyle, “Meydandaki beş bin kişi polis engellemesi nedeniyle arka sokaklarda sıkışan binlerce emekçinin de sesi oldu…”
Evet, “Taksim’de yapılan zaferin provasıdır”![3]
Ve 2007 ile 2008’in yolunu açtığı 2009’la da “1 Mayıs moral ışığı oldu. Bu ışığın yolunda ilerleyeceğiz.” “1 Mayıs kürsüsü Taksim’e konulmuştur. Artık kimse bu kürsüyü kaldırmamalıdır,” Süleyman Çelebi’nin deyişiyle…
1 Mayıs 2009’un önemi: Onun yolunu açtığı 1 Mayıs olmasıdır.
1 Mayıs 2009 muktedirin kalesinde önemli bir gedik açtı. Açılan gedik ama büyüyecek/ büyütülecek olan bir gedik!
Bu “gedik”in önemini kavrayamayanlar; önemsizleştirerek “küçümseme”ye kalkışarak ucuz yalanlara sarılanlar da oldu; işte birkaç örnek!
Birincisi; Mehmet Süha Alparslan’dan:
“- Müdürüm, alana 50 işçi daha alabilir miyiz? - Makûllerse al içeri. - Makûl değillerse? - At tokadı.
Evet, 1 Mayıs 2009’a damgasını vuran diyalog bence bu.
Pangaltı, Halaskargazi, Beyoğlu, Bomonti’de makûl olmayan göstericileri biber gazı ile uyuşturan, Feriköy’de faşistlerin baltalı keserli desteği ile 1 Mayısçıları savuşturan İstanbul Emniyeti, görevini başarılı bir şekilde gerçekleştirmenin gururu ile rahat bir hafta sonu geçirmiştir umarım.
Ya alana giren makûller, izinliler?
32 yıl sonra ‘Taksim’i fethettik’ mi diyecekler…
Alana izinlilerin dışında giremeyen, orantısız güç muhatapları, yaralananlar, gözaltına alınanlar, darp edilenler… Oligarşi makûlleri kutsadı!”[4]
Mehmet Süha Alparslan’ın naklettiği “diyaloga” dair kendi yalanından başka bir tanık var mı? Yok elbette!
İkincisi de; Nebat Bükrek’ten:
“Makûl grup hiç engellenmediği gibi; bir an önce Taksim’e ulaşsın ve hızlansın diye gazlandı… Vali ve emniyetin sınırlarını çizdiği ‘makûl topluluk’ Taksim’de anmasını gerçekleştirirken binlerce emekçi, kamu emekçisi ve komitenin çağrısına uyarak gelen katılımcı, polis saldırılarından korunmaya çalışıyordu. Şimdi biz gerçekten Taksim’e çıktık mı? Ya da emekçiler gerçekten Taksim’e girdiler mi?”[5]
Evet, gerçekten Taksim’deydik! Hem de kızıl sancaklarımızla ve dövüşe dövüşe…
Hem de; “DİSK terörü” başlığı ile manşetten verdiği haberinde bazı grupların Taksim Meydanı civarında polis güçleriyle çatışmasının tüm sorumluluğunu Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’na yüklen Vakit Gazetesi’nde yer alan haberde “Hak-İş ve Türk-İş heyetleri Taksim’e gelip çelenk bırakırken, günlerdir Taksim Meydanı inadını sürdüren DİSK, beraber geldiği sol gruplarla beraber Taksim’i savaş alanına çevirdi,” dediği gibi…
“Nihayet şunu da belirtmek gerekir ki, herhâlde 1 Mayıs ile yan yana gelecek en son kelime ‘makûl’ kelimesidir! Hemen herkes 2009 yılı ‘makûlde buluştukları için’ İstanbul Valisi’ni ve sendikaları övdü. Cihangir’den Mecidiyeköy’e kadar geniş bir alanda gün boyu süren sokak çatışmaları ‘radikallerin aşırılıkları’ diye mahkûm edilip, 2009 yılı 1 Mayıs’ının sakin geçtiği bile söylendi. Oysa sokak çatışmaları açısından 2009 yılının geçen 2008 yılından farkı yoktu ve ‘makûlde buluşmak’ denilen durum hükümetin, valiliğin geri adım atmasından başka bir şey değildi. 1 Mayıs’ta ‘makûl’ olmak gerektiğine ilişkin vaazlar saçmalıktır. İşçi sınıfının kanı, canı pahasına verdiği mücadeleleri simgeleyen 1 Mayıs neden ‘makûl’ diye tanımlanan tutumların, taleplerin egemen olduğu bir gün olacakmış ki? 1 Mayıs’ın tarihi buna izin vermez... Nitekim Kadıköy’e giden her daim ‘makûl’ Türk-İş’in yüzüne kimse bakmadı, herkesin gözü ‘makûl’ü zorlayan Taksim’deydi.
Bugünkü sistem, egemen anlayış 1 Mayıs’a anlamını veren ‘birlik, mücadele, dayanışma’ gibi değerleri makûl buluyor mu ki? ‘Makûl’ü değil ama ‘toplumsal meşruiyeti’ temel alması gereken işçi-emekçi hareketi, kapitalist sisteme en sert eleştirilerini 1 Mayıs’ta yapmayacak da ne zaman yapacak? Varsın 1 Mayıs işçilerin en ‘aşırı’ taleplerini dile getirdiği, en ‘gayri makûl’ sloganlarını haykırdığı bir gün olsun!”[6]
Evet böylesi bir anlayışla biz; “1 Mayıs’ta Taksim’e çıkılmasın” diyen liberallere inat; hem de dövüşe dövüşe ve kızıl sancaklarımızla Taksim’e çıktık…
İki bin kişiyle Taksim’e çıkarak bir tabuyu yıktıklarını belirterek, “Taksim tabusunu yıkmak bizim başarımızdır. Üyelerimiz Taksim’e çıkmıştır. 50 dakika orada kalmışlardır. İşçiler yıllardır süren özlemlerini gidermişlerdir,” diyen Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu’dan; “1 Mayıs nisbeten olaysız kutlanırken Taksim’e çıkan gruplar bir tabuyu yıktı. En anlamlı eylem ise ‘1977 katliamının failleri bulunsun’ diyen Genç Siviller’indi,” diyen ‘Taraf’çılardan farklı bir şeydi bu…
Kapitalizmle hesaplaşmadan, darbeler gibi bilumum olumsuzlukların nedeninin kapitalizm olduğunu ortaya koyan bir kararlılığın cüretiydi 2009’un 1 Mayıs’ı…
I.2.1) 2009 TAKSİM’İNE İTİRAZ(LAR) VE GERÇEK
Elbette her devrimci şey gibi devrimci 2009 1 Mayıs’ına da devrimci olmayan itiraz ve “eleştiriler” geldi…
“1 Mayıs 2009 Değerlendirmesi ve Emek Partisi 1 Mayıs’ta Neden Kadıköy’deydi?” başlıklı talihsiz “itiraz”da bunlardandı.
“1 Mayıs solcuların bayramı değildir!” aslî argümanına temellendirilen bu indirgemeci/ ekonomist tutum tarafından dillendirilen, “Taksim’de ne olmuştur ki?” sorusuna, yine kendi kavlince verdiği yanıt şudur: “Vali ve emniyetle anlaşan sendikalar, ‘makûl bir sayı’da (isterse bu sayı 10 bin olsun, isterse 50 bin) anlaşarak o sayıyla Taksim’e çıkıp çiçek bırakmışlar; orada birer konuşma yapmışlardır... Olan budur; ne daha fazla ne daha az!”[7]
El insaf!
Ya Taksim yolunu açan (arka sokaklarda dahil) çatışma! Bun(lar)dan haberiniz yok mu? Kör, sağır mısınız?!
Hatırlayın; Başbakan Tayyip Erdoğan, 1 Mayıs kutlamaları için Taksim’de miting yapma konusunda ısrarcı olmayan, hükümetin çağrısına uyarak Kazancı Yokuşu’na çelenk koymayı kabul eden Hak İş ve Türk İş konfederasyonlarının yönetimlerini kabul ve taltif etti…
Hak-İş yönetimi, Erdoğan’ın ardından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik ile TBMM Başkanı Köksal Toptan tarafından da kabul edildi; bir kez daha taltif edildi...
İşbirlikçilik buydu!
Bundan başka, “1 Mayıs” deyince bir “reformcu”, bir de “devrimci” olanı vardı…
Yeri geldi; altını çize çize anımsatalım: 2009 1 Mayıs’ı, 2007 ve 2008 1 Mayıslarında gösterilen kararlılığın, devrimci irade ve direnişin üzerinden, 2009’da da aynı kararlı tutum sayesinde kazanımla sonuçlanmıştır.
Kitlelerin sergilemiş oldukları militan ve kararlı duruş, bu duruş sonrasında devletin bir lütuf olarak sunsa da Taksim meydanını “makûl” de olsa açmak zorunda kalması, Taksim alanına 2007’den sonra tekrar ve daha kalabalık çıkılarak, kürsü oluşturulması 2009 1 Mayıs’ında mücadele eden tüm güçler için bir kazanım, ileriye doğru bir adımdır.
Bu kazanımın gerisinde, Pangaltı’dan Taksim’e yürüyebilen kitlenin önünün açılmasında, uzlaşmacı tutum değil, Mecidiyeköy’den, Taksim’e kadar olan bölgede, sokak sokak yürütülen direniş vardır.
Devletin estirdiği teröre ve tehditlerine rağmen Taksim’de 1 Mayıs kutlamak için gelen binlerce işçi-emekçinin, devletin geçmiş yılları aratmayan terörüne karşı kitlesel direnişi, kararlılığı takdire şayandır. Gösterilen kitlesel sokak direnişleri önümüzdeki süreçte hak ve özgürlüklerimizin nasıl elde edileceğinin bir göstergesi olmuştur.
Tıpkı “esneklik” denilen “4/C köleliği”ne karşı dövüşen Tek-el işçileri gibi…
II. AYRIM: TEK-EL MÜCADELESİ
“Küreselleşme” alt başlıklı neo-liberal talanın, kural tanımayan sınırsız emek sömürücü ve kârın maksimizasyonu hedefi; 4-C gibi emeğin köleleştirilmesinden tutun da, özelleştirmeye kadar uzanan bilumum çılgınlıkları da devreye soktu, sokuyor da…
Bunların böyle olması, işçi sınıfının Tek-el işçileri örneğindeki gibi başkaldırısını da devreye sokuyor…
II.1) ESNEKLİK, 4-C KÖLELİĞİ
Tekel işçilerinin direnişiyle gündeme gelen ve sanki yeni bir şeymiş gibi konuşulmaya başlanan 4-C statüsü, aslında oldukça eski bir uygulama olması yanında, işçi sınıfı için tartışılanın çok ötesinde bir anlama sahiptir.
Çünkü 4-C, devlet işletmelerinin ya da devlete ait işyerlerinin kimi kollarının özelleştirilmesi sonucu işlerini ve mevcut iş sözleşmelerinden kaynaklanan haklarını kaybeden işçilerin; sözleşmeli personel olarak, yine devlete ait kurumlarda ya da alanlarda hem geçici olarak, hem esnek çalışma koşullarında, hem düşük ücretlerle çalıştırılmalarını; hem de işçilerin mevcut örgütlenmelerini ve örgütlenebilme dinamiklerini engellemeyi öngörmektedir.
Bu uygulamanın ilk adımları Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesi ile atılmıştı.
İkinci adım ise, darbeden hemen sonra 1983 yılında işbaşına getirilen Özal hükümetiyle atıldı. Yani ilk Özal hükümetinden bu yana ve hiç şaşmadan tüm burjuva hükümetlerce parça parça hayata geçirilip, on binlerce işçi işsizliğe mahkûm edildi.
Söz konusu uygulama ne AKP hükümeti ve Erdoğan’la, ne de Türkiye ile sınırlıdır. AKP hükümeti de, Erdoğan da kendilerinden çok evvel başlatılmış ve tüm burjuva hükümetlerin uyguladığı ve bundan sonraki tüm burjuva hükümetlerin de uygulayacağı emperyalist/kapitalist uluslararası planı uygulamakla memur edilmişlerdir.
Bu da genel olarak iş alanlarının taşeronlaşmasına yani esnekleştirilmesine ilişkin stratejidir.
Bunum içindir ki TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Ümit Boyner, sadece Türkiye değil, tüm dünyada yaygınlaşan istihdamsız büyüme sürecinin yeniden tekrarlanma ihtimaline karşı işgücü piyasalarına esneklik sağlamanın tek çare gibi gözüktüğünü söylemiştir.
“Neden” mi? Biraz daha açarak izah edersek:
“Nedir esnek işgücü piyasası? Esnek olmayanı hangisidir? Esnek olmayanı, iş yasalarının geçerli olduğu, sendika, grev, toplusözleşme hakkının işçilerin kayıtlı çalıştırılmalarının hukuki zorunluluk olduğu çalışma düzenidir. Bunu esnetmek demek, bu hakların budanmasıdır kısaca. İşten çıkarmanın kolaylaştırıldığı, tensikatın tazminat yükünden kurtarıldığı, mesai, uzun süreli tepe tepe çalıştırma imkânlarının sınırsızca kullanıldığı, vahşi kapitalizm dönemine dönüş talebi, isteğidir. Esnek istihdam talebindeki gerekçeye bakar mısınız: İşgücü, işsizlik artarken istihdam imkânı azalıyor... Tam bir fırsatçılık…
Bu fırsatçılığı, bilindiği gibi 4-C kepazeliği ile AKP iktidarı yapıyor. Onca işsiz varken 4-C merhametimize niye burun kıvırıyorsunuz, diye tütün işçilerini azarlıyorlar. AKP iktidarı neo-liberal uygulamaları ile kamuda tepe tepe esnek istihdam politikası uyguluyor, tabii ki TÜSİAD da isteyecek...
Bu arada, demokrasi denildiğinde mangalda kül bırakmayan AB hatırına demokrat TÜSİAD’cıların 4-C direnişindeki işçilere yokmuş gibi davranmaları dikkatlerden kaçmıyor. Tütün işçilerinin direnişini, sendikal haklar, örgütlenme, toplusözleşme hakkı mücadelesini, demokrasi mücadelesinin dışında gören ve yokmuş gibi davranan TÜSİAD’cıların, onların medyadaki, akademiyadaki pabucumun demokratlarının maskesi bir güzel düştü. Hasan Cemal’ler, Taha Akyol’lar, Cengiz Çandar’lar ve onların taklitçileri, demokrasi deyince mangalda kül bırakmayanlar, 4-C mücadelesi ile ilgili kaç satır yazdılar, kaç kelam ettiler acaba?[8]
Hemen, hemen hiç…
Hem de; AKP tarafından “istihdam fazlası” oldukları gerekçesiyle 15 bin 600 personeli kamu kurumlarına yerleştirmek için çalışma başlatılıp; hükümetin, söz konusu personelin “önemli bir kısmını” 4-C kapsamında kamuda “değerlendirileceği” ifade edilirken!
II.1.1) ÖZELLEŞTİR-ME TALANINA ÖRNEK
Geçerken özelleştir-me talanına ilişkin bir parantez açmak gerekiyor!
Bilindiği gibi özelleştirme, ihtiyaç alanlarını sağlayan ekonomik kanalların piyasalaşmasını sağlamak üzere, 1970’ler kapitalizminin krizini aşmasında önemli bir icat olarak karşımıza çıkmıştı. Özellikle son 30 yıl içinde öyle bir etki ve uygulama alanı yarattı ki, ideolojik meşruiyetini sadece ve sadece “kamuya gelir sağlamak” gibi bir cümleye dayandırabiliyor. Bu ideolojik hegemonya arkasına, ekonomiye ve topluma musallat olmuş “hantal devlet”ten kurtulmayı da vaat eden liberal düşünceyi alıyor.
Ama “kazı ayağı” Tek-el örneğindeki üzere böyle ya da söylendiği gibi değil; şu örnekler bile yeterli!
Mesela ‘Tütün, Tütün Mamülleri Tuz ve Alkol İşletmeleri A.Ş.’ Genel Müdürlüğü’nün 33 ildeki 200’e yakın taşınmazı Resmi Gazete ilanı ile satışa çıkarılmasına ilişkin olarak, Tekgıda İş Genel Başkanı Mustafa Türkel, Tekel, ihalelerin şaibesiz ve yandaşlara verilmeden kamuoyuna açık yapılmasını isteyip,“Adeta birilerine yağma ediliyor, ucuz pahalı demeden satılıyor. Fatura da işçiye çıkarılıyor,” derken; Tekel’in Kartal Cevizli’deki arazisinin tahsis edildiği Bilim ve Sanat Vakfı’nın başkanlığını iktidara yakınlığı ile bilinen Yeni Şafak gazetesi yazarı Prof. Dr. Mustafa Özel’in yaptığı ortaya çıktı…
Gerçekten de Erdoğan’ın “AKP iktidarı döneminde Tekel’in ne gayrimenkulü ve ne de menkulü kimseye peşkeş çekilmemiştir” sözlerinin ardından Tekel’in Kartal Cevizli’deki arazisine yapılmak istenen İstanbul Şehir Üniversitesi’nin bağlı olduğu Bilim ve Sanat Vakfı’nın (BİSAV) Yönetim Kurulu Başkanı’nın iktidara yakınlığı ile bilinen Yeni Şafak gazetesi yazarı Prof. Dr. Mustafa Özel olduğu ortaya çıktı…
Prof. Özel’den önce ise vakfın başkanlığını Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu yapıyordu. Kartal Belediye Başkan Yardımcısı İbrahim Doğan üniversite projesi adı altında araziye “otel, alışveriş merkezi ve plazaların” inşa edilmek istendiğini belirterek “İmar planları yapılırken belediyenin tüm yetkileri gasp edildi. Arazinin tarikata bağlı bir vakfa verileceği başından belliydi. Konuyu yargıya taşıyoruz” dedi.
II.2) DEVLETİN TEK-EL KORKUSU
Tek-el korkusu, AKP’nin başat fobisidir; en son 1-2 Nisan 2010 Ankara’sında olanlar gibi…
Tek-el işçileri eylem programını açıklamak için sendikanın çağrısıyla Ankara’ya gitti ve Başbakanın da “Ülkenin güzel günlerine gölge düşürmekle” suçladığı işçiler devletin kuralsız saldırısına maruz kaldı…
Anımsayın; dört bir yanından gelen Tekel işçileri önce şehrin girişinde, sonra da Türk-İş önünde polis barikatıyla durduruldu. Polis Türk-İş’e giden yollarda barikat kurdu. Biber gazıyla ortalık savaş alanı gibiydi
Tüm engellemelere rağmen Tekel işçileri, Ankara’da tekrar bir araya geldi. 4-C statüsüne geçmeyi kabul etmeyerek Ankara’da eylem yapmak için Türkiye’nin dört bir yanından gelen işçiler ve destekçileri önce, şehrin girişinde, daha sonra da Türk-İş Merkezi önünde polis barikatıyla durduruldu. Hareketli saatlerin yaşandığı eyleme müdahaleyi, Ankara Valisi ve Emniyet Genel Müdürü helikopterle havadan yönetti. Sayıları 3 bin civarında olan işçiler için 5 binden fazla polis memurunun görevlendirilmesi gözlendi.
Evet Tek Gıda-İş Genel Başkanı Mustafa Türkel, “İşçilere polis müdahalesi talimatını hükümet verdi,” derken; Türk-İş Genel Merkezi’ne gitmek isteyen işçilere çok sert müdahale eden polis orantısız güç kullandı.
Özetle 12 bin polisin bulunduğu Ankara’da 7 bini aşkın polisin ablukası altındaydı işçiler.
KESK Genel Sekreteri Emirali Şimşek konuya ilişkin açıklamasında Tekel işçilerinin, Türk-İş’e gitmelerinin engellenmesinin hiçbir hukuksal dayanağı olmadığını belirterek, “Polisin ve Ankara valisinin medyaya yansıyan provokasyon iddiaları da asılsız ve komiktir. Gerçekleşen polis saldırılarında olayları provoke eden bizzat polisin kendisi olmuştur,” dedi.
Mehmet Y. Yılmaz’ın ifadesiyle “Tekel işçilerinin Ankara’da Türk-İş Genel Merkezi’ni ziyaretlerine karşı izlenen şiddetle bastırma ve yıldırma politikası hükümetin ‘demokrasi anlayışını’ ortaya koyan bir tür turnusol kâğıdıdır… Bu da AKP’nin ‘cici demokrasisi’ işte!”
Ama bu kadarla da “sınırlı” değil! Örneğin Ankara Valiliği, 78 gün eylem yapan 123 Tekel’ci hakkında altı ayrı dosya oluşturarak savcılığa suç duyurusunda bulundu. Tek Gıda-İş Sendikası Başkanı ile konfederasyon başkanları da suçlandı…
Özetle Tek-el işçilerinin, 1 Nisan 2010’da Ankara Valiliği’nin tüm engelleme girişimlerine ve tehditlerine rağmen Sakarya Caddesi’ne girip, ikinci günde de azgın saldırılara maruz bırakılmasının ardında yatan devletin Tek-el işçilerinden nefreti ve onların sınıf hareketinin öncü simgesi olmasından kaynaklanıyordu…
Hatırlanacağı üzere Bülent Arınç, 18 Ocak 2010’da TRT 1’deki konuşmasında, “Ben, toplumsal muhalefetin genişlemesinden, büyümesinden, bir cephe hâline gelip sokaklara çıkmasından memnun değilim... Parlamentonun içindeki siyasi partilerin eleştirisi veya bizi yıpratmasına biz gülüp geçiyoruz. Çünkü hiç etkili değiller ama karşımızdaki muhalefet sokağa çıkar da bunun içerisinde hanım kardeşlerimiz, gençler, onların yavruları çıkar ve bunlar üzerinden iktidar yıpratılmaya çalışıyorsa, ben bir siyasetçi olarak bundan çekinirim, endişe ederim,” derken bu korkuyu dile getiriyordu…
Gerçek odur ki eylemleriyle Tek-el işçileri, egemenler için haklı bir korku kaynağıdır…
Örneğin Tire’de 2010 Şubat ayında yapılan meşaleli yürüyüşe katılanlar emniyette sorgulandı. Emniyete çağrılan yaklaşık 90 kişiye ‘Hükümete karşı mısınız? Neden kaldırımda değil de yolda yürüdünüz?’ gibi sorular yöneltilmiştir…
Tek-el işçilerine destek vermek için Adana’da yürüyüş yapan 50’den fazla kişiye Kabahatler Kanunu’na göre 143 lira ceza kesildi; hem de ‘Adana Özgürlükler Derneği’ Başkanının ifadesiyle, “Yürüyüşlerde hiç olay çıkmayıp, çevreye hiç zarar verilmemişken”…
İstanbul’da Çekmeköy Mehmetçik Lisesi’nde okuyan 24 öğrenci, okulda Tek-el işçilerine destek etkinliği düzenledikleri için ilçe milli eğitim müdürlüğünün kararıyla okuldan atıldı…
Tez-Koop-İş Sendikası’nın örgütlü olduğu TÜBİTAK’ta, Tek-el işçilerine destek vermek amacıyla düzenlenen 4 Şubat 2010 tarihinde işe gitmeme eylemine katılan Aynur Çamalan’ın işine son verildi...
Örnekler çoğaltılabilir; ama bu kadarı bile yeter de artar…
“İyi de bunlar neden” mi? Gayet basit: Tek-el işçilerini ısrarlı sınıfsal mücadele kararlığı ve azminden…
II.3) TEK-EL’İN ÖNEMİ
Bir turnusol kağıtı olan Tek-el, sınıfın yeniden başlangıcı için kilit önemdedir…
Kolay mı? “77 gün! Tam on bir hafta eder, iki buçuk aydan fazla! Türkiye’nin dört bir köşesinden kopup 15 Aralık günü Ankara’ya gelen Tekel işçileri, 77 gün boyunca kar ayaz demediler, polis copu gaz demediler, mahrumiyet özlem demediler, bozkırın ortasına yerleştiler, mücadele ettiler, direndiler ve ilk raundu kazandılar! Danıştay’ın Tekel işçisine 4-C kölelik sözleşmesini imzalamak üzere hükümet tarafından tanınmış olan 30 günü aşırı derecede kısıtlayıcı bulan kararı, aynen gerilim filmlerinin son dakikalarında kurtuluşun kapısını açan olay gibiydi. Karar açıklanmasaydı, işçiler, hemen ertesi gün, 4-C kölelik sözleşmesiyle işsizlik arasında bir seçim yapmaya zorlanacaktı. Hükümet ve burjuvazi işçilerin tamamının çözüleceğini, hepsinin 4-C’yi imzalayacağını, mücadelenin ciddi hiçbir kazanım elde etmeden sona ereceğini ve böylece Tekel işçisinin yenilgisini gören işçi sınıfının ‘baksana mücadeleyle de olmuyor’ diye yeniden geri çekileceğini nasıl heyecan ve umutla bekliyordu!
Ama Danıştay kararıyla birlikte mücadelede yeni bir gün doğdu. Şimdi Tekel işçisi, belirsiz bir süre boyunca mücadelesine devam etme olanağına kavuşmuş durumda. Bu olanak iyi kullanılırsa, bugün ilk raundu kazanan işçi, mücadelenin tamamını da kazanabilir ve bu toprakların bütün işçilerine ve emekçilerine nasıl mücadele edileceğini gösterebilir.
Danıştay kararını ‘hukuk sözünü söyledi’ ya da ‘hak yerini buldu’ türünden dar hukuksal kalıplar içinde ele almak, son derece yanıltıcı. Her yargı kurumu, en azından önemli davalarda, kararlarını, yaşanan somut anın somut gelişme ve güç dengelerinin ışığında ve etkisi altında verir. Bu kararda elbette hükümet ile yüksek yargı kurumları arasında son yıllarda süregiden, son haftalarda ise doruğuna ulaşan sürtüşmelerin etkisi olabilir. Bu, Türkiye hâkim sınıflarının kendi aralarındaki çekişme ve çatlakların, işçi sınıfı ve emekçiler açısından eşi bulunmaz olanaklar yarattığını somut olarak gösteren bir örnektir.
Ama bundan çok daha belirleyici olanı şudur: Tekel işçisi bu kararı 77 günlük direnciyle, azmiyle, fedakârlığıyla kopardı aldı. Tekel işçisinin Danıştay kararı aracılığıyla elde ettiği bu kısmi zafer, bu bakımdan Türkiye tarihinin en büyük işçi eylemi olan 15-16 Haziran’ın büyük zaferine benziyor…
Bugün Tekel işçisi elbette 15-16 Haziran gibi bütünsel bir zafer kazanmadı, sadece kısmi bir zaferdir elde edilen. Ama iki durumun benzerliği, Danıştay kararına formalist bir hukuk yaklaşımıyla bakmanın yanlışlığını hatırlatıyor.
İşçi sınıfının uluslararası tarihinin yüz aklarından Paris Komünü (1871), 72 gün ayakta kalabilmiş, daha sonra burjuvazinin rövanşist saldırıları altında can vermişti. Tekel işçilerinin Ankara’nın göbeğinde kurdukları ‘Sakarya Komünü’, 77 gün (çadırların söküldüğü günü de sayarsak 78 gün) yaşadı! Ve yenilgiyle sonuçlanmadı.
Elbette Paris Komünü, işçi sınıfının tarihte ilk kez siyasi iktidarı burjuvazinin elinden aldığı ve kendi kendini yönettiği bir deneyimdi. Tekel işçisinin Ankara’nın Sakarya bölgesinde kurduğu ‘Direniş Sokağı’ bu anlamda Paris Komünü ile aynı ölçekte ele alınabilecek bir tarihsel olay değil.
Ama Paris Komünü uluslararası işçi sınıfının belleğine onurun ve özgürlüğün bir simgesi olarak kazınalıberi, değişik türden toplumsal mücadele deneyimleri de ‘komün’ olarak anılıyor. Örneğin üç yıl önce, Meksika’nın Oaxaca eyaletinin başkentinde işçiler, emekçiler ve yoksul halk, şehrin resmî yönetimini felç ederek her yeri halk tarafından yönetilen bir özgürlük alanına çevirince, iktidarın sınıf karakteri değişmese de bir ‘Oaxaca Komünü’nden söz edildi…
Kelimenin bu dar ve sınırlı anlamında, Tekel işçisinin Ankara’da Türk-İş önünde oluşturduğu işçi özgürlüğü alanı, özellikle çadırkentin kurulduğu Ocak ortasından itibaren, ‘Sakarya Komünü’ olarak anılmayı hak ediyor. Modern Türkiye tarihinde bu deneyime benzer tek bir deneyimden söz edilebilir: Zonguldak madencilerinin, Aralık 1990’da, kentin neredeyse bütün emekçi halkının desteğiyle bir ay boyunca şehri bir özgürlük alanı hâline getirmeleri bazı bakımlardan benzer bir özellik taşır.
Neden mi ‘Komün’? Çadırkenti ziyarete giden herkes oranın nasıl bir özgürlük alanı olduğuna tanıklık edecektir. Baskı güçlerinin kendilerini gösteremediği bir yerdi Sakarya çadırkent. Hükümet o iradeyi bulabilse, çadırkenti fiziksel anlamda bir gece sabaha doğru yapacağı bir baskınla yerle bir edebilirdi. Ama bütün mesele de burada ya: Hükümet o iradeyi bulamadı. Tekel işçisinin mücadele gücü, kararlılığı ve her şeyden önemlisi bütün toplum nezdinde destek bulan haklılığı ve meşruiyeti, devletin çadırkenti yıkmasına izin vermedi. Böylece, burjuvazinin hâkimiyetindeki bir devletin, üstüne üstlük eli sopalı bir devletin başkentinin orta yerinde, işçi sınıfı bir özgürlük alanı yaratmış oldu. Bu özgürlük alanında, her şey ortaklaşa yaşanıyordu.
Bu özgürlük alanı, 12 Eylül gericiliğinden bu yana toplumun çeperine itilmeye çalışılan, halka öcü gibi gösterilen sosyalist hareketlerin işçi sınıfıyla dostça, kardeşçe ve özgürce yaşadığı bir alan hâline geldi aynı zamanda. Her an polis baskısı ile yaşayan sosyalistler, bu özgürlük alanında bayraklarıyla, sloganlarıyla, bütün sembolleriyle özgürce var oldular. Üstelik, bazılarının sandığı gibi bu bir parazit ilişkisi değildi. Çadırlarda konuştuğumuz işçiler arasında o kadar çok insan ‘ben bugüne kadar sosyalistler hakkında ne kadar yanlış düşünmüşüm’ dedi ki! Dahasını söyleyeyim (gerekirse çadır ve insan ismi de veririm): Daha ilk tanıştığımızda kendisinin ‘ülkücü’ olduğunu (ve sosyalist fikirlerin etkisinde kalmaya başlayan birçok işçiden farklı olarak) ‘ideolojisine ihanet etmeyeceğini’ ifade eden bir işçi ne söyledi biliyor musunuz? Sosyalist gruplar olmasa, direnişin kesinlikle bu kadar uzun sürmeyeceğini!
Nihayet Tekel işçisi ve Sakarya bu 77 gün boyunca, Türkiye’nin işçisinin, emekçisinin, yoksulunun, ezileninin Mekkesi hâline geldi. 17 Ocak mitingi ve 20 Şubat eylemi için onbinler Ankara’ya aktı. Ülkenin dört bir köşesinden emeğe saygı duyan sayısız siyasi, toplumsal, yerel çevre Sakarya’yı ziyaret etti. Sakarya sadece Tekel işçisinin değil, Türkiye işçisinin ve emekçisinin tamamının özgürce nefes alıp verdiği yer oldu.”[9]
Tam da bunun için Tek-el direnişine kadar işçi sınıfı, pek çok cephede peş peşe alınan çok sayıda yenilgiden sonra adeta üzerine “ölü toprağı” serpilmiş gibiydi. Sendikalar çoğunlukla, üyelerinin hak ve çıkarları ile sınırlı mücadeleler yürütürken, örgütsüz milyonlarca işçi ve emekçi açısından itibarlarını büyük ölçüde yitirmiş durumdaydılar. Özellikle son birkaç yıl içinde sınıfın hak kayıpları hızlanmış; sendikalar, üyelerinin daha fazla hak kaybına uğramaması için haklarından bir bölümünü kaybetmeye rıza göstermeye başlamışlardı. Esnek çalışma, kriz nedeniyle ücretlerin düşürülmesi, kısa çalışma ödeneği uygulamaları gibi, bugünden bakıldığında kriz koşullarında kurtuluş gibi görülen pek çok düzenleme hayata geçirildi. Özellikle son yıllarda yoğunlaşan bütün bu gelişmeler, sınıfın iç çözülüşünü ve kendi içinde yaşadığı parçalanmayı daha da artırıcı bir etki yarattı.
Tek-el işçilerinin örnek mücadelesi, tamamen çözüldüğü, hatta yok olduğu ilan edilen işçi sınıfı mücadelesinin gücünü dost düşman herkese yeniden hatırlattı. İşçiler için nesnel olarak gelişmekte olan gerçeklerin, öznel yönden de kavrandığında sınıfın oluşum sürecinin en somut örnekleri, direniş süresinde belirgin bir biçimde görüldü.
Bugünden sonra herhangi bir alanda yürütülecek mücadelede Tek-el direnişinin ilk referans olacağını söylemek mümkün. İzmir’deki Tariş İplik Fabrikası’ndan atılan 600’e yakın işçinin fabrika önünde mücadele etme kararı almış olması, şimdiden en taze örnek olarak dikkat çekiyor. Benzer şekilde Sinter Metal ve Çemen Tekstil işçileri gibi hakları için direnen işçiler, Tek-el işçilerinin kararlılığını ve mücadelesini kendilerine örnek alıyorlar.
Bu bağlamda Tek-el bir örnektir.
Giderek yaygınlaşan işçi hareketi dalgası Tek-el işçilerinin eylemi ile başladı. Tariş İplik ve Dokuma Fabrikası’ndaki ve Gaziantep Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan Çemen Tekstil’deki grevle sürüyordu.
II.3.1) TEK-EL’İN ÖĞRETTİĞİ
“Tekel direnişinden emekçilerin öğrenecekleri o kadar çok şey var ki... Sınıf olmayı, kapitalizmin dayattığı bireyci yaşama inat dayanışmayı, dostluğu, kardeşliği, mücadeleyi, direnci öğrenmek gibi.
Bu eylem bizlere sendikaların gerçekten sınıf örgütü olup olmadıklarını anlamamızı sağladı…
İşte Tekel emekçilerinin direnişi, kapitalizmin baş aşağı götürmeye çalıştığı, emek değerlerine karşı bir direniş hattının oluşturulmasının ilk nüvesidir.
Uzun süredir, sessiz ve direnme yetilerini kaybetmiş, her kaybı sineye çeken Türkiye işçi sınıfı; istenirse, göze alınırsa sermaye saldırılarına karşı konulabileceğini tekel eylemi ile gösterdiler.
Sadece emekçiler değil, sol ve sosyalist kesimler de bu süreçten dersler çıkarmışlardır. Kapitalizmin yarattığı yoksullaşma ve ötekileşme sonucu oluşan geniş halk yığınları, sol politikaların uzağında yaşıyorlar. Oysa yoksul toplum kesimlerinin yaşamlarına müdahale edici politikalar üretildiği oranda, ciddi bir toplumsal muhalefetin örülmesi mümkündür.
Ancak böyle bir toplumsal muhalefetin örülebilmesi için, geniş halk yığınlarına, dışarıdan bilinç götürmek yerine, bizzat mücadelenin öznesi olmak ve içinde mücadele etmek gerektiğini bu eylem hatırlattı.
Tekel direnişi ırkçı şoven politikalara karşı, emekçilerin barışın harcı olabileceklerinin de ispatıdır. Nitekim düne kadar egemenlerin ayrıştıran düşmanlaştırılan politikalarının etkisindeki emekçiler, bu eylemde emeğin barışının, ancak halkların barışından geçtiğini gördüler. Hükümet yetkililerinin eylemi bölen ayrıştıran açıklamalarına rağmen Sakarya caddesinde Kürt ve Türk emekçileri birlikte kazanacaklarını biliyorlar.
Kuşkusuz Tekel eylemi emekçilerin kırılan umutlarının yeşermesine neden oldu. Ve bir başka dünyanın mümkün olduğu konusunda yeni bakış açısı yaratı.”[10]
Nihayet “Tekel işçisi, bireysel düzeyde üzerine düşeni önemli ölçüde yaptı ve yapmaya devam ediyor. Ama sanırım temel sorun, Tekel direnişinin başından bu yana sendikaların tutumunda.Direniş sürecinde bu köşede defalarca belirtildiği gibi, bu direniş, işçi sınıfı mücadelesi tarihinde önemli bir yer edindiyse; bu, sendikal önderlik ya da sendikal dayanışmanın değil doğrudan Tekel işçilerinin ve onların yanında olan emekçilerinin eseridir…”[11]
II.3.2) LİBERALLER, ULUSAL “SOL”CULAR!
Sendika bürokratlarının maskesini indirmekle kalmayan Tek-el mücadelesi, “yeni ve demokratik bir yapı isteyenler”in siyasi sözcüsünün AKP olduğuna inanan liberal yalanı da yerle yeksan etti…
Ya da “Tekel işçilerinin eylemleri hem medyada hem toplumda çok yankı yaptı. Medyanın bir kısmı ve muhalefet, AKP hükümetini yıpratır umuduyla, direnişe dört elle sarıldı,”[12] diyen zihniyet karşısında; “Tekel direnişi, hükümet için bir turnusol kağıtıdır. Tekel işçilerine saldıran bir hükümet, darbecilerle mücadele ettiğine kimseyi inandıramaz,”[13] diyen Seyfi Öngider’i saptamasını doğruladı…
Ya “Koşullanmış akıllara aykırı görünse de, emperyalist sermayenin ve siyasetin kuşatması altındaki Türkiye’de, orduyla işçi sınıfı arasında bir yazgı ortaklığı olduğunu düşünüyorum.
Zulmedilen Tekel işçisiyle polis arabalarına tıkılarak karakollara ve adliye binalarına götürülen emekli ya da görevdeki subay arasında bir kader yakınlığı görüyorum.
Bu yazgı ortaklığı, kader yakınlığı dediğim şey, aslında Türkiyemizin geleceğidir.
Geleceğin bağımsız, onurlu, demokrat, sosyal adalet ilkelerinin egemen olacağı Türkiyesi; laik, yurtsever, Cumhuriyetçi orduyla ve işçi sınıfıyla savaşarak ve onlar çökertilerek değil, onlardan güç alarak kurulabilir. Yaşamakta olduğumuz Türkiye gerçekliği süreçlerinde işçi sınıfı ve ordu birbirini daha yakından tanıyıp anlamaya çalışmalıdır,”[14] diyen Ataol Behramoğlu mu?
İşçi sınıfı, orduyu, darbeleri geçirildiği işkence tezgâhlarından, örgütlerinin kapatılmasından, ücretlerin dondurulmasından, kitlesel işten atılmalardan… gayet iyi bilir; tıpkı “ulusal sol” yalakalığın ne anlam taşıdığını bildiği gibi…
Tek-el’i tanımlayan tek şey emek eksenli sınıfsal dayanışmadır; hepsi bu!
II.4) ONLARA MÜTEŞEKKİR VE MİNNETTARIZ
Neo-liberal karşıdevrimin kamusal varlıkları sermayeye peşkeş çekme, güvencesizleştirme, taşeronlaştırma, esnek istihdam kavramları kadar, sınıf dayanışması, direniş, özveri, kararlılık gibi unutturulmak istenen ulvi kavramların tekmili Tek-el işçileriyle Sakarya’daydı…
Onlar biz(ler)e unutulan/ unutturulmak istenen bir ütopyanın azmini anımsattılar!
Evet, evet Sakarya Komünü hiç unutulmayacak…
Tek-el şimdi tüm coğrafyamıza yayıldı; İstanbul’da Marmaray ve iftaiyeciyle, İzmir’de Tariş’le, Antep’te Çemen Tekstil işçisiyle her yerdeki ezilenlerle…
Hak-İş Genel Sekreter Yardımcısı Mustafa Paçal’ın, “Küreselleşmeye, AB’ye, sosyal diyaloğa, sivil toplumculuğa karşı ‘hayırcı’ bir çizgiden, ‘evet ama nasıl olmalı?’ çizgisine gelebilirsek yeni sendikal stratejiler için önemli adımlar atabiliriz. Aksi hâlde sendikal hareketi ulus-devletlerin, milliyetçiliğin dar alanından kurtaramayız,” diye liberal zırvalara sarıldığı bir kesitte; Tek-el işçilerine ve mücadelelerine; Hamdullah Uysal’ın aziz anısına müteşekkir ve minnettarız…
O hâlde, “Teşekkürler size, bütün bir 2010 kışını Ankara’da geçirenler,
80 gün sonra başları dik, gururla çadırlarını toplayanlar.
Siz sadece kendi meselenizi savunmadınız.
Siz sadece Tekel işçisi değildiniz.
Siz Türkiye’nin dört bir yanında güvencesiz çalışanların, işçi cehennemlerinde sesi kısılanların, işsizlerin yoksulların sözcüsü oldunuz.
Bilinmeyen, görülmeyen, göz ardı edilen hatta unutulan, unutturulan bir meseleyi; Sınıf meselesini, sosyal meseleyi boylu boyunca ortaya koydunuz.
Teşekkürler size, moral verdiniz. Bundan böyle haksızlığa uğrayanların, hakları gasp edilenlerin seslerini daha cesur çıkacak.
Herkese bir kez daha gösterdiniz: Mücadele edenler hep kazanmaz ama kazananlar hep mücadele edenlerdir.
Mücadele edenlerin kendi hukuku yarattığını öğrettiniz. Bir parkta bile toplanmanıza tahammül edemeyenler 80 gün boyunca Ankara’nın merkezinde yarattığınız fiili durumu izlemekle yetindiler.
Yasallıkla meşruluğun çok farklı şeyler olduğunu öğrettiniz. Meşru olmayan yasaların bir hükmü olmadığını kanıtladınız.
Siz, tıpkı 1961 yılında Saraçhane Meydanı’nda toplanan 100 işçi gibi,
Siz, tıpkı 1963’te Kavel fabrikasındaki “kanunsuz” ama meşru grev gibi,
Siz, tıpkı 15-16 Haziran 1970’deki on binlerce işçi gibi,
Siz, tıpkı 1989 baharındaki kamu işçileri gibi Türkiye işçi sınıfı tarihinde bir kilometre taşı oldunuz.
Teşekkürler size, direnişinizden sonra sınıf hareketinde hiçbir şey artık eskisi gibi olamaz.
Siz çıtayı yükseltiniz, moralleri yükseltiniz.
Belki uyuyan sendikaların ve sendikacıların pek çoğunu uyandıramadınız ama sınıfın diri ve dinamik kesimine örnek oldunuz.
Tekel bir simgeydi. Tekel satıldı, peşkeş çekildi.
Ama siz öyle bir final yaptınız ki yıllarca unutulmayacak.
Tekel’i bir mıh gibi toplumun bilincine çaktınız.
Az iş başarmadınız, sizin etrafınızda kocaman bir toplumsal ittifak oluştu.
Sizin etrafınızda emek silkindi, sizin etrafınızda derinden derine bir dayanışma yaratıldı.
Teşekkürler size!”[15]
Size ve parçası olduğunuz işçi sınıfına; onun mücadele azmine; 2009’daki gibi Taksim’in yolunu açan ve 2010’da da açacak cüretine…
Toparlarsak; Bilgesu Erenus’un deyişiyle, “Tekel İşçilerinden öğrenilen aslında, bilip de unuttuklarımızdır!”[16]
Tek-el işçileri bir kıvılcım çakmışlardır. Fakat bu kıvılcım henüz bozkırı tutuşturmaktan uzaktır.
Şimdi Tek-el’in yeniden anımsattıklarını alanlara taşımak gerekiyor.
Tekel direnişinin ruhunu büyütmek güncel bir görevdir.
8 Nisan 2010 16:03:45, Ankara.
N O T L A R
[*] 11 Nisan 2010 tarihinde Antakya Aka-Der’in düzenlediği “Egemenlerin Tarihsel Bunalımı ve 1 Mayıs” başlıklı panelde yapılan konuşma… 16 Nisan 2010 tarihinde Ankara Aka-Der’in düzenlediği “1 Mayıs: Esaret Zincirlerini Kıralım” başlıklı panelde yapılan konuşma… Newroz, Yıl:4, No:128, 15 Nisan 2010…
[1] Murathan Mungan, “Bana Geri Ver”.
[2] Hakan Koçak, “İşçi Sınıfının Uzun Taksim Yürüyüşü”, Toplumsal Tarih, No:185, Mayıs 2009, s.53.
[3] “Taksim’de Yapılan Zaferin Provasıdır”, Mücadele Birliği, No:138, 6-20 Mayıs 2009, s.12-13.
[4] Mehmet Süha Alparslan, “Makûl İşçiler İçeri”, Birgün, 5 Mayıs 2009, s.9.
[5] Nebat Bükrek, “Biz Taksim’e Girdik mi?”, Evrensel, 5 Mayıs 2009, s.2.
[6] Seyfi Öngider, “1 Mayıs ‘Gayri Makûl’ Olma Günüdür!”, Radikal İki, 10 Mayıs 2009, s.5.
[7] İ. Sabri Durmaz, “1 Mayıs’ta Taksim’de Ne Oldu, Ne Yapıldı?”, Evrensel, 6 Mayıs 2009, s.8.
[8] Mustafa Sönmez, “İşsizlik Çarpıtmaları ve Pabucumun Demokratları...”, Cumhuriyet, 17 Şubat 2010, s.12.
[9] Sungur Savran, “Sakarya Komünü’nün Zaferi!”, Radikal İki, 7 Mart 2010, s.6.
[10] Murat Işık, “Direnişin Öğrettikleri…”, Günlük, 14 Şubat 2010, s.4.
[11] Özgür Müftüoğlu, “Tekel Direnişinde Sendikalar Hatalarını Tekrarlamamalı…”, Evrensel, 19 Mart 2010, s.4.
[12] Atilla Yayla, “Tekel İşçileri ve Bir İstihdam Aygıtı Olarak Devlet”, Zaman, 19 Şubat 2010, s.26.
[13] Seyfi Öngider, “Tekel Çadırı En İyi Sığınaktır!”, Radikal İki, 28 Şubat 2010, s.1.
[14] Ataol Behramoğlu, “İşçi Sınıfı ve Ordu”, Cumhuriyet, 27 Şubat 2010, s.6.
[15] Aziz Çelik, “Teşekkürler Size!”, Birgün, 4 Mart 2010, s.4.
[16] Bilgesu Erenus, “Biz Daha Özgür Yazalım Diye…”, Evrensel Kültür, No:220, Nisan 2010, s.74.
|
Yorumlar