“İnsanlık dışı olmanın özü… kayıtsızlıktır.” [2] Ocak 2011’de, SBF-DER’in düzenlediği forum-panelde, “Hrant, ‘Ermeni soykırımı var,’ ...
“İnsanlık dışı olmanın
özü… kayıtsızlıktır.”[2]
Ocak 2011’de, SBF-DER’in düzenlediği forum-panelde, “Hrant, ‘Ermeni soykırımı var,’ dediği için katledildi. Resmî ideolojiye karşı çıktığı için katledildi. Katil kim sorusu beyhude bir sorudur. Katil Mustafa Suphi’yi katledenler, Kızıldere’ye, 15-16 Haziran’a saldıranlardır. Hrant’ın katili T.‘C’ devletidir. Ben, bunu dediğim için yargılanıyorum… Daha da yargılanacak olsam da, Hrant’ın katili Türkiye devletidir, bu gerçek değişmez… Onlardan adalet beklemiyoruz. O adaleti biz getireceğiz. O adaleti Tekel işçileri, KCK davası protestosunda panzerin üstüne çıkan Kürt çocukları getirecek,” demiştim…
Bunları dedikten bir yıl ya da Ahbarik Hrant’ın katlinden beş yıl sonra, diyebileceklerimde esasa dair en ufak değişiklik bile söz konusu değildir.
Resmî ideolojik yalan ve manipülasyonla yaşanılan Türkiye’de, bir kez daha ve asla vazgeçmemecesine Hrant’ın katilinin, Ermeni Soykırımı’nın müsebbibinin aynı devlet (ve geleneği[3]) olduğunu ifade etmekten geri durmayacağız…
Çünkü yalanla yaşamak kötüdür. İnsanı sıkar, boğar, daraltır. Hiçbir yerde huzur bulamazsınız. Anlam veremediğiniz bir telaş ve tedirginlik hâli hücrelerinize sinmiştir; kurtulamazsınız.
Yalan, geçmişteki bir kabahati gizlemek için söylenmişse, vaziyet daha da fenadır… Hele saklamaya çalıştığınız kabahat, öyle kabahat mabahat değil, basbayağı büyük bir suçsa, tedirginlik yakanızı muhtemelen uykuda da bırakmayacaktır.
Kolay mı? “Katlettiğinin üstüne yatarsan, hayatını katliamları inkâr etme üstüne inşa edersen, bir gün bir de bakarsın, katlettiğin kendin olmuşsun. İnkâr, kendini çok ağır ödeten bir insan zaafıdır. Bedeli çok ağırdır,” Yıldırım Türker’in işaret ettiği gibi…
Hayır, “Örtbas eden resmî tarih” karşısında susmayacağız…
Katil(ler)in kim(ler) olduğunu haykıracağız…
Buna mecburuz. Çünkü “Dink dosyasında trajik sona doğru”[4] ilerlenirken; Sedat Ergin’in, “Dink cinayeti dosyası… üstü kolay kolay örtülemeyecek bir gidişata girmiştir,” türünden karşılıksız beklentileri yerine; Karin Karakaşlı’nın, “Türkiye demokrasisinin boş bırakılan yerinde Ermeni ve Kürt sorunu durur, Ergenekon davasının boş bırakılan yerindeyse Hrant Dink cinayeti,” uyarısını ciddiye almalıyız…
O DERDİ Kİ
O; “Türkiye’liyim... Ermeni’yim... İliklerime kadar da Anadoluluyum. Bir gün dahi olsa, ülkemi terk edip, geleceğimi ‘Batı’ denilen o ‘hazır özgürlükler cenneti’nde kurmayı, başkalarının bedeller ödeyerek yarattıkları demokrasilere, sülük misali yamanmayı düşünmedim. Kendi ülkemi de o türden özgürlükler cennetine dönüştürmek ise temel kaygım oldu... Şu anda yaşayabildiğim ya da yaşayamadığım haklara da bedavadan konmadım, bedelini ödedim, hâlâ da ödüyorum,”[5] derdi…
Onu en iyi betimleyen, sanki (ya da bana göre) bu satırlardı…
Bunları diyen, Ahbarik’i, malum tarihî anlayış ve refleksleriyle katlettiler…
Ahmet İnsel’e, “Hrant Dink davasında daha derine inmeye engel olan kasabanın büyük sırrı nedir?” sorusunu telaffuz ettirerek; Ermeni meselesine ilişkin soru(n)ları bir kez daha güncelleyerek…
Kasabanın -herkesin malumu olan- “sırrı” ne mi?
Devletin katil olduğu ve Ermeni Soykırımı gerçeği…
Burada bir parantez açıyorum: Hrant’ın katlini, Ermeni Soykırımı ve resmî tarihten soyutlayarak, bir cinayete indirgemek, böyle sunmak ve “tartışmak” Ona (ve gerçeğe) yapılabilecek en büyük haksızlıktır…
İyi de soru(n)ların (ve cinayetin) esası ne mi?
Bakın şu aralar Kandıra F-Tipi’nde yatmakta olan değerli yoldaşım Ragıp Zarakolu bunu nasıl yanıtlar!
SORU(N)LARIN (VE CİNAYETİN) ESASI
Şunlara dikkat çekiyor Ragıp Zarakolu:
“Haçik Muratyan, çok sevdiğim genç bir Ermeni gazeteci. Bana göre 2010 yılının ‘olayı’ olan, ama her nedense dost ve karşıt basın tarafından pek dikkate alınmayan Ankara’da düzenlenen ilk ‘1915 Konferansı’na da katılıp, görüşlerini cesurca dile getirmişti.
Meşum 19 Ocağın kasveti omuzlarımıza binerken, Armenian Weekly’de ‘Hiç Kimse Hrant Dink Olamaz: 96 Yıllık Yalnızlık; Üstüne Bir 4 Yıl Daha Yalnızlık’ başlıklı son derece anlamlı, sorgulayıcı bir yazı yayınladı…
Şöyle diyor Sevgili Haçik Muratyan:
Hrant Dink’in İstanbul’un bir caddesinde katledilmesinin üstünden dört yıl geçmesine rağmen, Türkiye’deki binlerce insanın Dink’in cenazesinde haykırdığı ve takip eden aylar ve yıllar boyunca yüzlerce gazetecinin tekrarladığı ‘Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz’ sloganına bir türlü ısınamadım.
Dink’in katlinden birkaç gün sonra Boston’daki bir anmada konuşurken, hiç kimsenin Hrant Dink olmadığını söylediğimde aleni olan şeyi vurgulamıyordum. Ben sadece tek bir adam görmüştüm kaldırımda ensesinde kurşunla, yüzükoyun uzanmış. Tek başınaydı. O sırada diğer Hrant Dinkler neredeydiler?
O meşum günden sonra, Türkiye’de -bilmiyorum ama suçluluk veya kızgınlık duymayıp da-Hrant’ı tanıyan pek çok kişinin sesi daha çok duyulur oldu. Ve kendisini hiç tanımamış pek çok kişinin de şimdi sesi çıkıyor ve yaşamları derinden etkilenmiş durumda. Ancak, duygu ve mürekkep seline rağmen, Türkiye’deki ve dışarıdaki büyük öfkeye rağmen ve ‘Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz’ sloganının sürekli tekrarlanmasına rağmen -ya da bu yüzden mi demeliyim-, Hrant bugün en az dört yıl önce o kaldırımda olduğu kadar yalnız.
Ayrıca, olaydan sorumlu bireyler yakalanmadılar ve tetiği çektiği söylenen kişi muhtemel tahliyesine gün sayıyor. Dahası, Hrant’ın adı meslektaşları ve tanışlarının çoğunun söz ve eylemleri açısından bir onaylanma ve doğrulanma vasıtası olarak kullanılıyor sanki Hrant’ı tanıyor olmak, aydın olmanın getirdiği sorumluluklardan muaf olmayı getiriyormuş gibi.
Bu yanılmazlık abidesini berkitmek için, Hrant’ın kendisine ölüm sonrası yanılmazlık statüsü atfetmek gerekli hâle geldi. Çoğu kez, Hrant’ın söz ve eylemlerinden bazılarını eleştirmek koşulsuzca, sorgusuz-sualsiz reddedilmiş ve anısına hakaret olarak görülmeye başlanmıştır. Daha da kötüsü, Türkiye’deki bazı ilerici yazar ve aktivistler, kendi proje ve ürünlerini Hrant tarafından onaylanmış -ve dolayısıyla eleştirilemez- gibi göstererek Ermenilere, Türklere ve dünyanın kalanına sunuyorlar.
Hiç kimse Hrant Dink değildir. Hatta bazen Hrant Dink bile kendisi değildi, çünkü kimse, -bir aydın olarak ve daha da önemlisi bir Ermeni olarak- tamamen kendisi olamaz ve iddiaları dillendirmeme, ancak belli sınırlar içinde eleştirme ve yas tutma, en eften püften muhalefetlere kahramanlıkmış gibi alkış tutma konusundaki baskıların derin ve güçlü olduğu Türkiye’de bedel ödemeden kurtulamaz.
O hâlde hiç kimse Dink olamaz ve hiç kimse bu münasebetle Ermeni de olamaz. Geçmişle yüzleşen Türkiye’nin önemi üzerine klimalı odalarda nutuk çekmek, bugün Türkiye’deki bir aydın veya aktiviste, -Ermeni olmak şöyle dursun- Ermenilerin acılarını ‘paylaşma,’ ‘hissetme’ ve ‘anlama’ ve de imhalarına yas tutma hakkını vermez.
24 Nisanda İstanbul’da bir grup aydın ve aktiviste hitaben vermek istediğim mesaj, paylaşma, hissetme ve anlamanın imkânsız olduğu -ve daha da açıkçası, bunun bir önem taşımadığı- idi. Türk milli ekonomisi büyük oranda Ermenilerin zorla mülksüzleştirilmesi üzerine inşa edilmiştir. Bugün Türkiye ve Ermenistan arasındaki güç asimetrisi bu mülksüzleştirmenin bir ürünüdür. Ve mülksüzleştirmenin kapsamı, ne kadar gerçek olursa olsun, paylaşma, hissetme ve anlama sözcüklerini inandırıcılıktan uzaklaştırmaktadır.
Fakat bunun bir yolu var. Ermenilerle gerçek bir bağlantı, donuna kadar mülksüzleşme ve -Der Zor çöllerinde- aşağılanmadan başlar. Türkiye vatandaşlarının klimalı salonlarını bırakıp anma ve empati kurma adına Der Zor’da yürümeye başlamalarının ve ardından Ermeni soykırımını üstlenip tazmin etmelerinin tam zamanıdır. Evet, kimilerine çok sert gelecek bir yazı. Ama, Haçik Muratyan haksız mı?
Suçu inkâr, üstünü örtmeye çalışma, failleri saklama, aklamaya çalışma, ceza hukukunun en temel ilkelerine aykırı olduğu gibi, ayrıca bir suçtur.
4. yılına gelen Hrant Dink davasında bütün bunlar yapıldı. Bu, kamunun suçu üstlenmesinden başka bir anlama gelmez mi.Hrant Dink davası, mikro bir 1915 davasıdır ve asıl suçluyu, ‘devleti’ işaret etmektedir.
İşte, Temel Demirer de, lafı kıvırtmadan buna işaret etmektedir.
Hasılı, ‘Hrant’ın arkadaşı’ olmak, söylemesi kolay ama pek öyle taşınası bir yük değildir! Hrant, mahkûm olursa Der Zor yollarına düşerek ülkeyi halkı gibi terk edeceğini söylemişti.
Ve onu, bu yola düşürdüler, ‘Sen istedin’ deyip.”[6]
Evet, Hrant’ın katli, Ermeni Soykırımı ve resmî tarihle bire bir bağıntılıdır!
Nihayetinde soykırım ile resmî tarih konusunda suskunsanız; Hrant’ın katlinden siz de sorumlusunuz…
GERÇEĞE DAİR HERŞEYİN ÖZETİ
Komik değil mi?
Hrant Dink suikastı davasında savcılık mütalaasını açıklayan savcı, Hrant Dink’i Ergenekon’un Trabzon Hücresi’nin öldürdüğüne kanaat getirdiklerini, ama bunu ispatlayacak delilleri olmadığını söyledi!
Komedi bir yana da, Hrant’ın katli ardından “Emniyet”teki kareler ve diyaloglar gerçeğe dair herşeyin özeti değil miydi?
Olduğu gibi aktarıyorum:
“Görevli: (Samast’a ve diğer görevlilere sesleniyor) Tek çekelim kardeş, bak bakalım. Bir tarafınıza biriniz geçin. Tamam... Şimdi dur yanına geçin abi, bir kişi daha geçsin. Gerekli biri gelsin bana.
Görevli: (Ogün Samast’ın solundaki) Salih Bey’i çağır bana, Salih Bey’i.
Görevli: (Arkasındaki) Polis yelekli arkadaş gelsin, gir koluna İsmail abi.
Samast: Abi... (Fotoğraflarla ilgili yanındaki polise bir şeyler söylüyor.)
Görevli: Bunlar bizim arkadaşlar basın değil.
Görevli: Dosyana konulacak, savcılığa gidecek de...
Görevli: Nasıl dönelim, tam yan dönecek. Şu şekilde mi? (Dönüyor)
Görevli: (Arkadaki) Ben yandan alacağım, tam yandan siz duvara bakıyorsunuz karşı duvara bakıyorsunuz. Komiserim sen şey yaparsın.
Görevli: (Samast’a sesleniyor) Gel sen şöyle, ikimizi beraber çeksinler. Rahatsız olma samimi söylüyorum. (Bu sırada yanındaki Samast’a sarılıyor)
Samast: Zaten olmuyorum. Olsun bitsin abi.
Görevli: (Samast’la konuşuyor) Ogün, kendi şeyimiz. Kendi arşivimiz deriz ya hani. Dosyaya koyarız. (Eliyle kamera arkasındakileri işaret ederek) Bu abi mesela olay yeri inceleme, bu abi yardımcısı.
Görevli: (Samast’la konuşuyor) Abine güzel bir poz ver lan, hem de gülerek hadi şöyle.
Görevli: Arkadan şeyi de çıkarsın. (Bayrağı kastediyor) Çıkart, tut şöyle. Tut tut güzelce aç. Şöyle güzelce indir yüzünü görelim bak bize abi. Görevli: (Yüzü görünmeyen) Aslanım benim.
Görevli: (Soldaki, kravatlı, cep telefonu çalıyor) Efendim abi, nasıl abi (Bu sırada Ogün Samast, elindeki bayrağı katlamaya başlıyor)
Görevli: O elindekini ne yapacağını biliyorsun değil mi? (Bu söz üzerine Samast bayrağı öpüp tekrar kot montunun cebine koyuyor.)
Görevli: (Telefonla konuşan) Abi ondan bilgim yok abi... O zaman dur şeyi arayayım... (Bu sırada Samast sigara yakıyor yanına başka biri geçiyor)
Görevli: (Cep telefonuna bakıyor. Sonra Samast’a gösteriyor, veriyor. Sırtını sıvazlıyor, bu sırada çay servisi yapılıyor) Buraya bak çok kötü bakıyorsun, işte gözleri kaldırıyorsun.
Görevli: Sonunu güzel bağladın ama, gülüyorsun. (Jandarma ve polisle Atatürk’ün sözünün yer aldığı takvimin önünde yan yana fotoğrafı çekiliyor.)
Samast: (Jandarmaya dönüyor.) Bunu çıkartmak istiyorum abi. Çıkartacağım. (Jandarma hiçbir şey söylemiyor ve bayrağı çıkarıp poz veriyor.)
Görevli: (Samast’a sesleniyor.) Duvara bakıyorsun arkadaş. Karşı duvara, bu tarafa şimdi karşı tarafa bakıyorsun. (Bir polis diğer tarafa döndürüyor.)
Görevli: Arkadan Salih, sen de geç beraber gideriz.
Görevli: Sadece bizim kendi arşivimiz için anlatabildim mi, sadece kendi arşivimiz için.
Samast: Ben ne anlatacağım.
Görevli: Hayır hayır... Yani Trabzon’dan biletini alıyorsun, otobüse binip gidişin bizim kendi arşivimiz için yani bu Jandarma ve Emniyet Müdürlüğü’nün kendi arşivine.
Görevli: Söylüyorum sana. Yoksa bir tek gazetede bir tek yayın kuruluşunda geçerse ben o..... çocuğuyum, kendi adıma anladın mı? Sana da onun için söylüyorum kendi arşivimiz için anlatabildim mi yani?
Görevli: Bunları zaten biz verirsek biz sorumluyuz.
Görevli: Seni değil bizi tefe koyarlar.
Görevli: Orasını geçtik Ogün, tatmin oldu. Orasını geçtik, sen şimdi abinin sorduğu soruları tatlı tatlı... He sor abisi. (...)
Görevli: Gece mi çıktın Trabzon’dan hatırlıyor musun?
Samast: 03.30- 03.00 sıraları.
Görevli: Gündüz 03.30. O zaman 17’sinde çıktın Trabzon’dan, bir gün öncesi vardın oraya. 12 saat zaten sanırım. Kaçta indin sabah? 03.30 olsa, kaç gibi indin İstanbul’a? Akşam 8 falan olur. O zaman kaç gibi indiğini hatırlıyor musun Esenler’e?
Görevli: Tamam çok sıkıştırmayalım. Tamam, şeye geliyoruz. Çok önemli değil banka kısmına geliyoruz.
Görevli: Şimdi bir-iki gün yattın, hayır hayır bir saniye.
Samast: Hiç şey yapmana gerek yok abi, gittim direkt...”[7]
Bundan sonra konuşulan, aranan, sorgulanan, ayan-beyan olmayan ne ki?
DEVLET(İN) KASTI
Evet, orta yerde bir “ihmal” ya da “suistimal” falan değil; bal gibi devlet(in) kastı söz konusudur!
“Hrant Dink’in öldürülmesinin ‘hayırlara vesile olacağı’nın propagandasını yapanlar, zanlının çocuk mahkemesinde yargılanması kararını ve yılsonunda çıkacak kararla verilecek cezanın da sembolik bir hâl alabilmesi ihtimalini ‘cık cık cık’, ‘pes vallahi’ diyerek kınıyorlar. Gelinen noktada ancak böylesi bir çaresizlik içinde kınayabilirler, çünkü davanın başından beri adaletle değil, Türkiye Ermenilerinin rehinlik durumunun sorgulanmasıyla gerçekçi olabileceğini anlamak istemiyorlar.”[8]
Siz bakmayın Hrant’ın katlinin 4. yıldönümünde TBMM’de cinayetin araştırılması için oluşturulan komisyonun başkanı AKP Milletvekili Mehmet Ocaktan’ın, “Raporumuzda cinayette polis ve jandarmanın ihmal ve kusuru olduğunu yazdık. Ancak bunun gereği yapılmadı. Cinayetin arka planı, siyasi bağlantıları, çete bağlantıları ortaya çıkartılamadı,” demesine!
Ya da Hrant Dink’in kardeşleri Hosrof ile Yervant Dink’in açtıkları davada, İstanbul 6. İdare Mahkemesi’nin, Emniyet teşkilâtının bağlı bulunduğu İçişleri’ni “ağır hizmet kusuru” gerekçesiyle suçlu bulmasına!
Mesele bu tür ifade ve “tutumlar”ın çok ötesindeki devlet gerçeğiyle ilintilidir.
Mesela Dink suikastının, cinayetten beş ay önce mafya lideri Ayvaz Korkmaz’ın adamlarına 100 bin liraya ihale edildiği ortaya çıktı. Suikast, “Ödemedeki sıkıntı” nedeniyle yapılmamış…
Kim bunun, bu “ihale”nin üzerine gitti? Kimse…
Sonra Hrant, öldürülmeden önce defalarca tehdide maruz kalmadı mı?
Devletin emniyet güçlerinin suikastın öncesini ve sonrasını neredeyse bütün ayrıntılarıyla bildiği ortaya çıkmadı mı? Cinayetinde
Ancak devlet hiçbir önlem alınmadı.
Ve tüm bunlar yetmezmiş gibi,
İçişleri Bakanlığı’nın, Hrant Dink cinayetinde kusur ve ihmalleri görülen polislere dair ön inceleme raporu uyarınca İstanbul emniyetinde görevli biri amir, ikisi komiser, beş polise soruşturma izni verildi. Kararda; polis memurları Bahadır Tekin ve Özcan Özkan’ın 17 Şubat 2006’da Trabzon emniyetinden gönderilen, Yasin Hayal’in Dink’e yönelik ciddi eylem yapacağı kaydı sonrasında, ihbarda geçen Ümraniye’deki adrese gitmeyip, cinayetten sonra, gitmiş gibi sahte tutanak tuttuğu saptandı…
Ayrıca aradan 3.5 yıl geçtikten sonra Dink’i İstanbul’da koruyamayan beş polise soruşturma izni verildi. Ama İstanbul valisi ve İstanbul emniyet müdürü gibi üst düzey yöneticilerin soruşturulmasına gerek görülmedi!
Yine içişleri bakanının sorumluluğu gündeme bile gelmedi…
Bunlar ve benzerleri Hrant’a devlet(in) kastı değilse ne?
Bu bir devlet mantık(sızlığ)ıdır; tıpkı AİHM’deki T.“C” gibi…
AİHM’DEKİ T.“C”
Biliniyor: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 2007 yılında suikast sonucu öldürülen Hrant Dink’le ilgili davada Türkiye’yi suçlu buldu. Mahkeme, Dink’in olası saldırılara karşı korunmamasını, “İfade özgürlüğünün ihlâli” olarak nitelerken ‘Türk kimliğine hakaret’ten dolayı mahkûm olmasının ardından suikasta kurban gittiğine dikkat çekildi, toplam 133 bin 595 avro ödemeye mahkûm edildi.
Türk devletinin Hrant Dink’in yaşam hakkını korumada başarısız olduğu yönündeki şikayeti değerlendiren AİHM, Türk güvenlik güçlerinin milliyetçi çevrelerin Dink’e yönelik yoğun düşmanlığını dikkate almış olması gerektiği görüşünü benimsedi. AİHM; hem İstanbul hem de Trabzon polisi ile Trabzon jandarmasının suikast girişimi ihtimaline karşı bilgilendirildiğinin, hatta şüphelilerin kimlik bilgilerinin belirlendiğinin, İstanbul Savcılığı ve İçişleri Bakanlığı müfettişleri tarafından ortaya koyduğunu ifade etti. Açıklamada, “Bu şartlar ışığında, suikast tehdidi ‘gerçek ve yakın’ olarak değerlendirilmeliydi.” denildi.
Türk yetkililerin suikastı engellemek için kendilerinden beklenen her şeyi yapıp yapmadığını da değerlendiren mahkeme, suikast planının ve bunun an meselesi olduğunun rapor edilmediği ve bunu engellemek için önlem alınmadığını belirtti.
Hrant Dink’in polis koruması istemediğini belirten mahkeme, “Fakat, hakkındaki suikast planlarını bilmiyor olabilirdi. Dink’i korumak için harekete geçmesi gereken plan hakkında bilgilendirilen Türk yetkililerdi” dedi.
Konuyla ilgili soruşturmaların etkili olmaması ile ilgili şikayeti de inceleyen mahkeme, Trabzon ve İstanbul’daki sorumluların etkili şekilde soruşturulmadığına hükmetti.
Hrant Dink’in ifade özgürlüğü davasıyla ilgili iç hukuk yolu tükenmiş olmasa da bu nedenle aşırı milliyetçilerin hedefi olduğunu belirten AİHM, bu durumun ‘demokratik bir toplum için gerekli olma’ şartını karşılamadığını ifade etti. Mahkeme, devletin, “Herkesin kamuoyundaki tartışmalara korkusuzca katılarak görüşlerini açıklayacağı bir ortam sağlaması” sorumluluğunu yerine getirmediğine hükmetti. AİHM, Dink ailesinin soruşturma sonuçlarına etkin şekilde ulaşmasına imkân sağlanmadığı gerekçesiyle de Türkiye’yi mahkûm etti.
Ancak bunlardan daha önemli olanı, Türkiye’nin AİHM’de Dink’i “Nazi subayı”yla bir tutan savunmasıydı!
T.“C”nin skandal ifadelere yer verilen savunmada, Dink’in mahkûm olmasına neden olan yazıyla “Halkı tahrik ettiği, nefret söyleminde bulunduğu”nu iddia ederek, suikastta tek suçlunun Hrant olduğuna dikkat çekildi!
İçişleri Bakanlığı’nca, “Ölümü kendi kusuru,” denildi…
Nihayetinde gerçek, “Devlet bizi utandırmaktan hâlâ geri durmuyor; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne onu Alman Nazileriyle benzeştiren rezilce savunmalar gönderiyor, gönderebiliyor,” diyen Deniz Kavukçuoğlu’nun işaret ettiği üzereydi…
“DALGA” GEÇİYORLAR: YALAN, MANİPÜLASYON, VD’LERİ!
AİHM’deki tavır sonrasında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün talimatıyla Dink suikastı için devreye giren Devlet Denetleme Kurulu, iki üyenin koordinasyonunda soruşturma ekibi oluşturarak çalışmalarına başladı!
Bu bir “gaz alma” operasyonu ya da balanstı…
Tıpkı Ogün Samast’ın, Dink cinayetinde hata ve kusurunun yüzde 21 olduğunu, yüzde 79 hata ve kusurun ise, diğer etkenlerde olduğunu söylemesi gibi…
Bunlar boş lafazanlıklardı…
Aslolan, avukatların baskısıyla, cinayetinin işlendiği saatlerdeki telefon kayıtlarını isteyen mahkemeye GSM şirketlerinin o bölgede ‘baz istasyonumuz yok, o sırada kimse konuşmuyordu’ yanıtını verip, “O dakikalarda Şişli’de kimse telefonla konuşmamış” olduğu gibi absürd bir tutum içine girmeleriydi…
Aslolan, mahkeme Dink ailesinin avukatlarının talebinin aksine cezanın üst sınırını uygulamamasıydı… Böylece Samast’ın cezaevinde kalacağı süre infaz hesabına göre 2 yıl 2 ay düşmesiydi…
Devlet bizlerle “dalga” geçiyorken; dört yanımızı da yalan, manipülasyon, vd’leri kuşatıyordu…
Mesela duruşmada kendisini kurban olarak tanımlayan Samast, “Bu süreç, Hayal’in okuttuğu yazılarla, beni sürüklediği kin ve nefret girdabında kaybolmamla başladı. Orhan Pamuk ve Dink’i vatan haini, bize küfreden, bizi aşağılayan işte bunlar diye hedef gösteren ben miydim?” diyebiliyordu!
Mesela Cengiz Çandar, “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Dink cinayetini ‘hazmedemediğini’ söyleyerek defalarca o konudan ‘mahcubiyet duyduğunu’ üzerine basa basa vurguladı,” derken; Dilek Kurban da, 27 Ocak 2011 günü Cumhurbaşkanı Gül’ün Hrant Dink cinayetine ilişkin Devlet Denetleme Kurulu’nu harekete geçireceğini öğrendik… Devleti yücelten bir siyasi kültürde, bir cumhurbaşkanının samimiyetle üzüntüsünü dile getirmesi eşine ender rastlanan bir durum,” vurgusuyla devletin aklıyorlardı!
Oysa devlet bir kez daha bizlerle “dalga” geçiyordu; tıpkı “dava süreci”nde kanıtlandığı üzere!
“DAVA SÜRECİ”?!
Hızla, sıralıyorum!
Öncelikle bu “dava süreci”nde, “Samast ‘Suça sürüklenen çocuk’ oldu”!
Sonra da Dink ailesinin avukatı Fethiye Çetin, “Katili tanıyoruz, adalet istiyoruz”! derken; Orhan Kemal Cengiz’in ifade ettiği gibi: “Dink cinayeti davasında… başladığı günden bu yana bir arpa boyu yol gidemedi…”
Oral Çalışlar’ın, “Devlete egemen olan irade, bu cinayetin katilleri üzerine gitmekte neden isteksiz?” türünden liberal “şaşkınlığı”nın; Cengiz Çandar’ın, “Dink suikastında iş sadece yargıya dayanmıyor. Dönüp dolaşıp yürütmeye dayanıyor aslında. Çünkü davanın ‘sis perdesi’ ardında gizlenmesi, yürütmenin sorumluluğunda,” itirafının altını çizerek, Karin Karakaşlı’nın, “Dört buçuk yıldır arpa boyu yol katedilmesine izin verilmeyen Hrant Dink cinayetinin hissettirdiği tam da bu değil mi: Ağır, öldürücü bir sessizlik...” saptamasını aktarmalıyım…
“Dink davasını müsamere olarak nitelendiren”ler[9] haksız değildir! Çünkü, bilgi edinme yasası kapsamında Cumhurbaşkanı, Başbakan, Dışişleri, Adalet ve İçişleri bakanlıklarına sorular gönderen Hrant’ın Arkadaşları, her zamanki gibi ve hâlâ yanıtsızdırlar!
‘Agos’ Genel Yayın Yönetmeni Rober Koptaş’ın, “Sürekli umutlanıp yeniden hayal kırıklığına uğruyoruz. Bir döngüye hapsolduk ve bu hepimiz için taşınması zor bir yük,” saptamasının altı çizilerek unutulmamalıdır ki, söz konusu “dava süreci”nde, Mehmet Y. Yılmaz’ın da işaret ettiği üzere, “Hrant için adalet bu kadar!” Bundan ötesi de mümkün değil!
Kolay mı? O “adalet” ki Hrant Dink’in tehdit altında olduğunu bildikleri hâlde hiçbir önlem almayan MİT görevlileri Özel Yılmaz ve Handan Selçuk’la ilgili beş yıllık zamanaşımı süresi dolduğu için dava açılmamasına karar vermiştir; ve bu tutum tesadüf değildir…
Çünkü nihayetinde Derya Sazak’ın, “İstanbul’da görülmekte olan dava, nedense bu “derin devlet”organizasyonunu açığa çıkaracak yönde ilerlemiyor… Hanefi Avcı’nın kitabındaki mantık işliyor, ‘Hrant öldürüldü, katil yakalandı, cinayet aydınlandı’...” formülasyonundaki gibiydi senaryo icabı her şey…
HRANT’IN KATİLİ (=DEVLET)
Lafı uzatacak, dolandıracak değilim: Hrant’ın katili bellidir; katil devlettir…
İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde Dink davasının 14 Kasım 2011 tarihli 21. duruşma öncesinde Hrant’ın Arkadaşları’nın okunan resmî mütalaaya karşı koydukları alternatif mütalaada, “Hrant’ı öldürenler devlet içindedir ve ortada bunun sayısız kanıtı vardır,” ifadesinden; “Hrant Dink’in avukatlarının, cinayetin arkasında dokunulamaz, hesap sorulamaz bir yapı olduğunu belirterek, ‘Suçlu devletin kendisi’ demesi”ne…
BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, Meclis’te düzenlediği basın toplantısında Hrant cinayetiyle ilgili değerlendirmesinde, “Dink’in katli bir devlet cinayetidir,”[10] tespitini dillendirip ekledi: “Dink cinayeti MGK’da kararlaştırıldı”![11]
Kaldı ki “Cinayet öncesi yaşananlar ya da cinayete hazırlık süreci”[12] caninin/ katilin kim olduğunu da net biçimde ortaya koymaktaydı Yalçın Yusufoğlu’nun izahındaki üzere…
Cengiz Çandar, “Binlerce kişi ‘Katil devlet hesap verecek’ sloganı attı,” derken; M. Utku Şentürk’ün ifadesiyle, “Hrant Dink’in görünmeyen katilleri” meçhul ve müphem değildir…
ONA YANİ “BİZ”DEN BİRİNE DAİR
Metin Altıok’un “Ölsem ayıptır, sussam tehlikeli/ Çok sevmeli öyleyse, çok söylemeli,” dizelerinde betimlediği gerçeğe benzer Ahbarik Hrant…
Michael Cashman’ın, “Sessizlerin sesiydi” diye tanımladığı O; 1915’te dedesi şans eseri kurtulmuş Fransalı Ermeni Michel Marian’ın, “Bize moral ve ahlâki açıdan yol gösterirdi. Ermenileri de etkiledi. Siyaset insanları yüz yıldır hep bildiğimiz kelimeleri söylediler ama Hrant, farklı telleri tıngırdattı. Ermeniler için bu, çoğulluğun keşfi oldu,” biçiminde betimlediği bir etkiydi…
Tuba Çandar’ın, “Adı vicdan olan her yerde yaşayacak,” notunu düştüğü Hrant, “Dilin Gücü”nü kanıtlayan; “Düşüncelerinden taviz vermeyen, yalan söylemeyen, tevil etmeyen, apaçık konuşan; ama söylediklerini karşısındakini ötekileştirmeden, nefrete, sevgisizliğe kapılmadan, yürekle ve vicdanla söyleyen, karşısındakinin yüreğine ve vicdanına seslenen dildi...”[13]
Ama bunlarla birlikte olsa da, bunun da ötesinde O bir geleceğin taşıyıcıydı; sosyalistti…
“Hrant Dink sosyalistti.
O büyük yürüyüşün; kardeşlik ülküsünün yoldaşlarından biriydi…
Bakınız…
Size bir başka Hrant’tan bahsedeyim:
Hrant Yegavyan!
Hrant Dink gibi o da Malatyalı’ydı.
Arapgir doğumluydu. 19 yaşındaydı. Tıbbiye öğrencisiydi. Sosyalistti. ‘Ermeni komitacı’ olduğu iddiasıyla İstanbul Beyazıt Meydanı’nda 1915’te idam edildi.
Bu ‘Ermeni Komitacı’nın son sözü ne oldu bilir misiniz:
‘Yaşasın Sosyalizm!’…
Sosyalistler’in yoldaşıydı
Hrant Dink’in safı da belliydi:
O, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda sosyalizmi savunduğu için dayak yiyen Erzurum mebusu Varteks Efendi’nin yoldaşıydı.
O, İstanbul’da idam edilen sosyalist Dr. Bene Torosyan’ın, yazar Keğam Topuzyan’ın, öğretmen Tovmas Tovmasyan’ın yoldaşıydı.
O, Beyrut’ta Spartakist hareketin kurucusu İstanbul doğumlu Artin Madeyan’ın yoldaşıydı.
O, Nazi infaz mangasının 1942’de Fransa’da kurşuna dizdiği Adıyaman doğumlu şair komünist Misak Manuşyan’ın yoldaşıydı.
O, 1944-47 tevkifatlarında yakalanıp ağır işkencelerden geçirilen TKP merkez komitesi üyesi Aram Pehlivanyan’ın yoldaşıydı.
O, Büyükadalı komünist bakkal Barkef Şemikyan’ın yoldaşıydı.
O, hayatları sürgünde geçmiş sosyalist Jak-Vartan İhmalyan kardeşlerin yoldaşıydı.
O, TKP’nin gizli çekmecelerini yapan marangozcu Sarkis Usta’nın yoldaşıydı.
O, 1951 Komünist Tevkifatı’nda Ermeni olduğu için en ağır işkencelere uğrayan Hrant oğlu kalorifer tesisatçısı Vahe Damgaciyan’ın yoldaşıydı.
O, 1 Mayıs 1977’de Taksim’de ezilerek ölen Garabet Ahyan’ın yoldaşıydı.
O, yüzbinlerce Türk, Kürt, Ermeni, Yahudi, Rum, Laz, Gürcü, Çerkez vs. sosyalistlerin yoldaşıydı…”[14]
Son bir şey daha: Hrant neo-liberallerin “arkadaşı” olabilir, olmasına; ama bizim yoldaşımızdır!
12 Ocak 2012 13:49:38, Ankara.
N O T L A R
[1] 14 Ocak 2012 tarihinde Ankara’da AKA-DER’in düzenlediği “Hrant Anması’nda yapılan konuşma… Kaldıraç, No:129, Şubat 2012…
[2] George Bernard Shaw.
[3] “Anlamlar gelenekle aktarılan şeylerdir. Gelenekler değiştikçe anlamlar da değişir. Anlamın tarihselliği, zaten onun değişebilirliğini yapan şeydir.” (…) “Gelenek, her şeyden önce, geride kalmış olan bazı şeylerin bugün de yaşamakta, etkisini devam ettirmekte olmasını ifade eder. Bu nedenle, her dönemde, onu sahiplenenler, korumak isteyenlerle geçmişi fazla önemsemeyen, buna karşılık geleceğe yönelik beklentileri yüksek olanlar ve yenilikçi bir tavırla onu eleştirenler arasında, bitmeyen bir tartışma vardır.” (Doğan Özlem, Anlamdan Geleneğe Kimlikten Özgürlüğe-Kavramlar ve Tarihleri III, İnkılap Kitabevi, 2011, s. 32-76.)
[4] Kemal Göktaş, “Dink Dosyasında Trajik Sona Doğru”, Vatan, 21 Ağustos 2011, s.17.
[5] Tuba Çandar, Hrant, Everest Yay., 2011.
[6] Ragıp Zarakolu, “Hiç Kimse Hrant Dink Olamaz”, Evrensel, 19 Ocak 2011, s.8.
[7] Pınar Öğünç, “Dört Yılın Özeti: ‘He, Sor Abisi?’…”, Radikal Hayat, 19 Ocak 2011, s.3.
[8] Talin Suciyan, “Hrant Dink Davası: Utanma ve Rehine Layık Görülen Adalet”, Toplumsal Tarih, No:204, Aralık 2010, s.12.
[9] “Müsamerenin Sondan Bir Önceki Perdesi!”, Evrensel, 15 Kasım 2011, s.3.
[10] “Dink’in Katli Bir Devlet Cinayetidir”, Cumhuriyet, 17 Kasım 2011, s.4.
[11] “BDP’li Önder: Dink Cinayeti MGK’da Kararlaştırıldı”, Haber Türk, 17 Kasım 2011, s.18.
[12] Yalçın Yusufoğlu, “19 Ocak, 14.30’da Agos’ta...”, Sesonline, 18 Ocak 2010.
[13] Oya Baydar, “Hrant’ın Dili”, T24, 19 Ocak 2011.
[14] Soner Yalçın, “Hrant Dink, Liberallerin Eline Esir Düştü!”, Hürriyet, 16 Ocak 2011.
Yorumlar