“Başkalarına vermeden sahip olamayacağınız tek şey hürriyettir.” [1] Kavafis’in, “Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok./...
“Başkalarına vermeden
sahip olamayacağınız
tek şey hürriyettir.”[1]
Kavafis’in, “Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok./ Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,/ Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de,”[2] dizelerindeki uyarı elbette herkes içindir; ama en çok da sanatçılar için…
Hem de Theo Angelopoulos, “Şiir, inanç ve hayal eksik artık hayatımızda. İnancımız yok, oysa yeni şeyler yapabiliriz,” diye haykırırken…
Evet, evet bir tekdüzelik, tekboyutluluk, tektiplilik dört yanı kuşatırken; yani çok şey Susan Ertz’in, “Yağmurlu bir pazar günü öğleden sonra ne yapacaklarını bilmeyen milyonlar, bir de ölümsüzlük isterler”; Michel de Montaigne’nin, “Çağın yozlaşmasına, tek tek her insan katkıda bulunur; kimi değerbilmezliğiyle, kimi yasa tanımazlığıyla, kimi zındıklığıyla, kimi zorbalığıyla, kimi açgözlülüğüyle, kimi hainliğiyle, herkes gücüne göre,” sözlerindeki istihzada betimlenirken; şimdilerde sanatın sınırsız düş gücünün mücadeleciliğiyle gerçeğe sarılmalı… İçtenlikli bir inatla ılımlılığı, ortacılığı reddetmeli… Yalın iyimserliğin umutlarıyla ölümsüzlüğe inanıp, bağlanarak Henrik İbsen gibi haykırmalıdır: “Çoğunluk her zaman haksızdır”!
Sınırsız düş gücünün mücadeleciliğiyle gerçeğe sarılmak… dedim!
Düş görmek… müthiş bir güçtür; insan(lık)ın serüveni düşsüz olmaz, olamaz…
Çünkü Marcel Proust’un, “Bir insanın çok acı çekmesini önleyen, çoğu zaman, düş gücünden yoksun olmasıdır”; Carl Gustav Jung’un, “İnsanlığın tüm yapıtlarının kökeninde yaratıcı düşlem yatar,” sözleriyle betimlenmesi mümkün olan düş gücünün gerçekle toplumsallaştırılması gerekir.
Gerçek, her zaman öne çıkan, çıkartılan görüngü değildir; hatta perdelenen, arkada bırakılandır…
Tam da bunun için Umberto Eco, “Gerçek, güzel olduğu kadar alçakgönüllü bir genç kızdır; onun için her zaman örtünür”; Jean de
Sınırsız düş gücünün mücadeleciliğiyle gerçeğe sarılanlardan söz edilince, elbette Enver Gökçe, Pablo Neruda, Nâzım Hikmet Ran, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Leonardo da Vinci, Victor Jara’dan söz etmeden olmaz…
Örneğin “Ve döne döne ateş/ Döne döne madde /.../Dövüşe dövüşe madde/ Değişe tokuşa madde/ Öyle bir vakte erdi ki devran/ Döne döne esir/ Döne döne gaz/ Döne döne atom/ Döne döne madde/ Dövüşe çekişe madde/ Ve zaman değişe değişe/ Yosun titreşe, yeşilleşe/ Işık dura değişe,” dizeleriyle -40 Kuşağı’nın kuyuya atılmış Yusuf’u- Enver Gökçe…
Yoksulluğun, onun şiirindeki dışavurumu, güçlünün karşıtı olmadır; çünkü Onun için halk çoğul öznedir.
Kolay mı? 1940 Kuşağı içinde, Türkiye’nin gerek doğusu ile batısını, gerekse köy ile şehri, poetik bir yarılmaya düşmeden aynı tinsel evren içinde gösteren tek şairdi Enver Gökçe.
O bir dirençtir; vazgeçmeyiştir Pablo Neruda misali…
Söz konusu dirençtir; vazgeçmeyiş olmadan sanatçı sanatçı olmuyor; sanat da sanat…
* * * * *
Milton Friedman’ın, “Tarih, kapitalizmin siyasal özgürlük için zorunlu bir koşul olduğunu söylüyor,” zırvasına inat; insanın insana kulluğunu aşmaktan yanadır sanat…
Hem de “Yedi kat yerin altından uğultular geliyor./ Çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır./ Haram sevaboldu, sevap haramdır./ Ak kurt, kara tahtayı daha bir yol kemirir,/ çekin ki körükleri/ ateşe girdi demir./
Çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır./ Duyuldu kim ölüm satılıp kâr edile,/ kendi kendilerin reddü inkâr edile/ ve duyuldu kabuğuna tık ettiği civcivin./ Duyuldu uykusundan uyandığı/ zincirinden başka kaybedecek şeyi olmayan devin./
Yedi kat yerin altından uğultular geliyor./ Medet yoktur, bakma geri./ Kantarma zapteyleyemez oldu beygiri./ Çıkmış üzengiden, ayağı yok mu?/ Kan sızar, şâk olmuş, dudağı yok mu?/ Gider, böyle gider, dahi gider/ bu âteş yolların durağı yok mu?/ Bu yol orda biten yoldur./ ‘Türabolmak ne müşküldür...’
Çekin ki körükleri/ ocağa girdi demir./ Bir ateş külçesi düştü buzların ortasına./ Alâmetler belirdi, kıyamet alâmetleridir./ Haberdir, erişmekte kaynayan su galeyan noktasına,” diye haykıran Nâzım Hikmet Ran’ın- dizelerindeki üzere…
* * * * *
Ayrıca, “Ey Sanat! Seni bana musallat ettiler. Eğer ben de seni başkalarına musallat etmezsem, yuf olsun!!!” diyen Bedri Rahmi Eyüboğlu …
O, renklerin ustası, sözün ustası, şair ve ressamıydı (1911- 21 Eylül 1975)...
Hem resim dünyasında yaşadı, hem de şiir dünyasında... Ama en çok, en çok bu ülkenin toprağında, suyunda, havasında yaşadı.
Doğaya tutkundu. Yaşama tutkundu. Anadolu’ya tutkundu. En çok tutkularında yaşadı.
Yaşamının her anını doludizgin yaşamaya, soluk soluğa yaşamaya adamıştı.
Yaşamı coşkuyla sevmeye, tutkuyla sevmeye adamıştı: “Sevmek bu dünyayı çerden çöpten/ Sevmek bir zerresini ziyan etmeden/ Sevmek dinlenmeden sevmek,” dizelerindeki üzere…
Renklerle, çizgilerle ya da bin bir sözcükle, şiirinde ya da resimlerinde yaptığı, bu sevgiyi ve yaşama sevincini ortaya koymaktı.
Şiirlerini hep bu coşkuyla yazdı. Resimlerini hep bu coşkuyla yaptı.
Şiirlerine resmi, resimlerine şiiri kattı.
Halk şiirinin deyişlerinden, türkülerin, masalların, tekerlemelerin özelliklerinden yararlandı. Onları çağdaş bir kucaklayışla, yalın bir dille, hani neredeyse yüreğine banarak yeniden yarattı. Şiirleri tanığımdır.
“İçerisine insan kokusu sinmiş mısralara vurgunum. Bıçak gibi kemiğe dayansın yeter. İğri büğrü, kör topal, kabulüm...” derdi.
Yüreğinde sevda taşıyan her delikanlı, cebinde onun şiirini taşırdı: “Karadutum, çatal karam, çingenem/ Nar tanem, nur tanem, bir tanem/ Ağaç isem dalımsın salkım saçak/ Petek isem balımsın ağulum/ Günahımsın/ Vebalimsin./ Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan/ Yoluna bir can koyduğum/ Gökte ararken yerde bulduğum/ Karadutum, çatal karam, çingenem/ Daha nem olacaktın bir tanem/ Gülen ayvam, ağlayan narımsın/ Kadınım, kısrağım, karımsın,” dizelerindeki gibi…
* * * * *
Ve “Akıl ve bilgelik deneyimlerin ürünüdür.” “Yalınlık, yetkinliğin doruğudur,” diyen Leonardo da Vinci (1452-1519) bir dâhi olması yanında; tıpkı Cervantes (1547-1616), Shakespeare (1564-1616), Mozart (1756-1791) gibi, Rönesans’ın tetikleyicisi, öncü bilimcisi, sanatçısı, düşünürü, kuramcısı, göstermenin ustasıydı…[3]
Aydınlanmacıların öncüsü olarak Leonardo’nun çok yönlülüğüne kafa yorulmalıdır. Çünkü O, hep olay sonuç bağlantısı içinde nesnelerin, bunlar arasındaki ilişkilerin kökenine inmeye çalışmış bir sanatçıydı.
Leonardo da Vinci metinleri, ilkçağdan kalan şaşırtıcı fragmanlar gibi insanı alabildiğine büyüleyip derinden sarsar. Bu metinlerde bir antikçağ filozofu gibi düşüncelere dalmış görünse de, ayakları yere sağlam basan biri olduğu sezilebiliyor ilk ağızda onun. Bunun için Leonardo’ya özgü, özgün bir dille sanata, bilime bakmak zorunlu hâle gelir.
Ayrıca hayvanseverliği ünlü büyük dâhinin. Kafesteki kuşları satın alıp salıveriyor, sonra hayvanlarla ilgili içten, sıcacık öyküler yazıyor, bir vejetaryen aynı zamanda.
Yapayalnız ama güçlü bir kişilik yapısı yansıttığı hâlde, ömrünün sonlarına doğru, yine de hiçbir şey öğrenememiş biri olduğundan yakınıyor Leonardo.
Yaşamasını öğrendiğini sanırken, belki aslında ölmeyi öğreniyor, bunu yine kendisi dillendiriyor. Oysa Freud, “Daha herkes uyurken karanlıkta, erkenden uyanan bir insan” olarak tanımlıyor onu.
Cemal Yıldırım, Leonardo’yu şu satırlarla tanıtıyor bize: “Onun gözünde sanat, felsefe ve bilim kültürün bütünlüğünde birleşen, etkileşim içinde gelişen çalışmalardı. Sanatı salt yaratıcı imgelemin, felsefeyi soyut düşüncenin, bilimi deneyin ürünü sayıp birbirinden ayrı tutmak yanlıştı. Leonardo değişik ölçülerde de olsa, hepsinde yaratıcı imgelemin, soyut düşüncenin ve olgusal deneyimin payı var demekteydi.”
* * * * *
Sonra “Çevremde gördüklerimden gittikçe daha fazla etkileniyorum... Ülkemin, Latin Amerika’nın ve diğer dünya ülkelerinin yoksulluğu... Varşova’da Yahudiler için dikilen anıtları, Atom bombasının yol açtıklarını, savaşın insanlığa ve çocuklarına verdiği çürümeyi, yıkımı kendi gözlerimle gördüm... Ama aynı zamanda sevginin, şefkatin, özgürlüğün neler yapabildiğini, mutlu insanın neler başarabildiğini de gördüm. Tüm bunlar yüzünden, sadece barış aramam yüzünden hüzün ve mutlulukta gitarımın tellerine ve ağacına, yüreği yara gibi delen dizelere, hepimizi kendi içimize baktıracak ve dünyayı yeni gözlerle görmemizi sağlayacak sözlere sarılıyorum,”[4] diyen Victor Jara…
O, yoksunluğun gerçek şiddetine karşı derin duyarlılığa sahipti. Şarkıları günlük yaşam mücadelesinde rol oynuyor, bazılarını oldukça rahatsız ediyordu. “Sonuç”: Elleri kesildi, işkence görerek öldürüldü. Tek suçu müzik yapmaktı…
Ancak diz çökmedi, vazgeçmedi; devrimci şarkıların en önemli isimlerinden birisi olarak; asla unutulmamacasına…
* * * * *
Bir de Marc Chagall var. O, XX. yüzyılın en ilginç sanatçılarından biridir.
1887’de, Rusya’nın güneyinde, Polonya sınırı yakınındaki Vitebsk kasabasında, orta hâlli bir Yahudi ailesinin dokuz çocuğundan biri olarak dünyaya gelen Chagall, Birinci Dünya Savaşı’nı, saflarında yer aldığı Büyük Ekim Devrimi’ni, İkinci Dünya Savaşı’nı, Nazilerin Yahudi soykırımını yaşamıştır…
Sanatçının şiirsel imge dünyasına ışık tuttuğu Chagall biyografisinde, o kargaşalı, zorlu yıllar boyunca kocaman buketleri, melankolik palyaçoları, uçan sevgilileri, düş ürünü hayvanları, İncil peygamberleri, damda çalan kemancılarıyla folklorik, şiirsel ve usdışı bir imge dünyası yaratan sanatçının yapıtlarına yeni yorumlar getiren Jonathan Wilson, Chagall’in ünlü ‘Damdaki Kemancılar’ının büyülü bir yanı olduğu vurgusuyla ekler:
“O dönemde Vitebsk’te yaşayanların dama çıkmaları hiç de tuhaf bir olay değildi. Bazen çok korktuklarında, bazen de çok sevindiklerinde dama çıkarlardı. Örneğin, Chagall’in büyükbabası, sık sık dama çıkar, havuç yiyerek çevreyi seyredermiş...”
Wilson’ın bu sözleri, Gabriel Garcia Marquez’in yapıtlarını anımsattı bize, özellikle de ‘Yüz Yıllık Yalnızlık’ını... Garcia Marquez, sonradan, romanında dile getirdiği o büyüleyici öykülerin çoğunu ninesinden, dedesinden dinlediğini anlatmamış mıdır?
Chagall de, Garcia Marquez de, çoğu kez, gerçeklikten, yaşamın ta kendisinden, hem de kendi yaşamlarının gerçekliğinden yola çıkarlar, esinlenirler; dahası, kimi zaman, gördüklerini, dinlediklerini, yaşadıklarını, biri resimlerinde, öbürü anlatılarında nerdeyse olduğu gibi yansıtır. “Olduğu gibi”, ama bir farkla: Birinin tuvaline, öbürünün sözlerine uçsuz bucaksız düşgücünün tılsımlı değneği değer. Böylece, gerçeklik, olanca olağanlığından sıyrılır; bize gerçekliği çok daha iyi sezdiren kendine özgü bir olağandışılığa bürünür…
Chagall ne denli büyülü gerçekçi ise, Garcia Marquez de o ölçüde gerçeküstücüdür belki de…
Evet, büyülü olan, Chagall’in ‘Damdaki Kemancıları’ değil, onları resmedişidir. Tıpkı gerçeküstü olanın, Garcia Marquez’in anlattıkları değil de, onları anlatışı olduğu gibi.
Her ikisi de “yalan söylerler”, gerçeği daha güçlü kılmak adına…
Ki bu da bir tür gerçeğe sarılmaktır…
İÇTENLİKLİ İNATÇILIKLA ILIMLILIĞI, ORTACILIĞI REDDETMEK…
İçtenlikli inatçılıkla ılımlılığı, ortacılığı reddetmeye… dedim!
Konfüçyüs’ün, “İçtenlik ve doğruluk tüm erdemlerin temelidir,” dediği şey; Arthur Schopenhauer’in, “İnatçılık, iradenin kendini zihne dayatmasının sonucudur,” sözlerindeki kararlılıkla bütünleşirse; işte o zaman sanatı sanat olmaktan çıkaran ılımlılık, ortacılık aşılabilir.
Çünkü Oscar Wilde’ın, “Ilımlılık ölümcül bir şeydir”; Horatius’un, “Azla yetinerek yaşamayı bilmeyen, köle kalır yaşamının sonuna dek”; Jean de
Söz konusu bağlamda içtenlikli bir inatla ılımlılığı, ortacılığı reddedenler örneklemek gerekirse Ruhi Su’dan, Can Yücel’den, Caravaggio’dan, Claude Chabrol’dan söz etmek gerekir…
Ezgileri susturulamayan Ermeni kökenli komünist bir yürekti Ruhi Su…
“Ama benim memleketimde bugün/ İnsan kanı sudan ucuz/ Oysa en güzel emek insanın kendisi/ Kolay mı kan uykularda kalkıp/ Ninniler söylemesi,” diye haykıran O, komünist olduğu için uzun yıllar yasaklı bir sanatçı olarak yaşamayı göze alarak, diyetini hayatıyla ödemişti…
1912’de doğan ve Ermeni tehciri nedeniyle ailesini yitiren Ruhi Su, “Ender sanatçılarımızdandı”[5] diye anılmayı sonuna dek hak eden; acılarla, çilelerle dolu yaşamı cezaevlerinde törpülenmiş bir isyandı...
O, “Benim için türkü söylemek bir aşk hâlidir: Ne onlar beni ne de ben onları aldatırım,” derken; Refik Köksal da Ona ilişkin olarak eklemişti: “Ruhi Su, yaşamının her döneminde büyük sıkıntılar görmüş yurtsever bir sanatçı. Dünyaya geldiği 1912 yılından aramızdan ayrıldığı 1985 yılına kadar, ‘kaç-göç yılları’ diye adlandırılan Birinci Dünya Savaşı, Adana Öksüzler Yurdu’nda yaşadıkları, müzik hayatında yaşadığı baskılar, tutuklanmalar, işkenceler ve nihayet pasaport alamadığı için ölüme mahkûmiyeti...73 yıllık hayatında, tüm bu baskılara boyun eğmeden onurlu bir direnişin, kararlı bir devrimcinin, üretken bir sanatçının disiplini ile şiirde, operada, halk türkülerini seslendirmede, toplumsal sorumluluğunu ön planda tutan bir kişilik görüyoruz.”
Gerçekten de Nâzım Hikmet’in şiirde gerçekleştirdiği sanat ve siyaset ustalığını Ruhi Su da müzikte büyük bir başarıyla hayata geçirmişti.
Çünkü O, ezilen, sömürülen, soyulan halkının sesi olmayı yeğlemişti. Yunus Emre, Köroğlu, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal gibi halk ozanlarının yapıtları onun sesinde ve sazında yeniden yaşam bulurken, Alevi-Bektaşi ekin ve geleneğinin ürünleri de daha geniş toplum kesimleriyle tanışma şansını yakalamıştı.
Yaşamı boyunca yılmadan sesi, sazı, türküleri ve mücadelesiyle “Halkımın desteğini gördüğüm için sürdürdüm ve hep bu işle yaşadım” diyen Ruhi Su’nun, “Devrimci müzik nedir?” sorusuna yanıtı; “Halkın özlemleridir. Ekmekten aşka kadar halk neyin özlemini çekiyorsa odur”du…
Özetle O Anadolu insan sevgisini ve felsefesini türkülerle günümüze taşırken şöyle haykırmıştı: “Benim kâbem insandır./ Kuran da kurtaran da/ İnsan oğlu insandır.”
* * * * *
Can Yücel ilk anımsadığım, “Sevgi emekmiş,/ Emek ise vazgeçmeyecek kadar,/ ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş...” dizeleriyle; ‘Yakın Tarih’indeki umut dolu pırıl pırıl ışıklı, “Gün gelir bu işe millet de şaşar/ Tam kurşun işlemez deminde karanlığın/ Bir ateşböceğidir başlar,” haykırışıyla; yine ‘Mesel’indeki “Ters bir nota verdi Tanrı Elçisi:/ Zaptiyelerdeydi en büyük hata!/ Denize dökünce Marx’ı, Engels’i,/ Kitaplardan geçti balıklara da.../ Diyalektik Materyalizm illeti!../ Ne mucize, ne ağ, ne de tırata,/ Yutmuyorlar artık!” istihzasıdır…
Sevdası Güler Yücel’in, “Bizim evde şiir pişerdi, aşk pişerdi... Harlı bir adamla, şiir ve aşk pişirmek kaç insana nasip olur? Düşünün ne kadar şanslı olduğumu.” “Gitgide ona yaklaşıyorum galiba. Bilmiyorum beni nasıl kabul edecek? Umarım iyi karşılar. Yaşarken taşınması ağırdı. Yaşadıktan sonra o adın taşınması daha da ağırlaştı. Bu ağırlık nereden geliyordu? Başka türlü bir yaşam modeli örneğiydi bizim yaşamımız. Günlük yaşamın değerleri bizim için önemli değildi. Hiç arabamız olmadı ya da hiç kaloriferli evde oturmadık... Doğanın içinde yaşamayı istedik,” diye anlattığı O; şiirin isyancı, ele avuca sığmaz afacan çocuğuydu...
Her daim genç, her daim âşık, her daim bilge... Özgünlükte en hızlı koşan... Birikimlerde ve birikimlerden yararlanmakta ipi en önce göğüsleyen... Eleştiri oklarıyla kahkahaçiçeklerini sarmaş dolaş kılan... İsyanı, başkaldırıyı, baştacı edendi...
Evet bir şiirinde “Benim en güzel şiirim yaşamımdır” dedi Can Yücel kendini en iyi anlatarak: “Yaşamayı yaşamak istiyorum, demiştim,/ Neylersin ki bu damda bu dem/ Ayaklarımla uyaklarımda zincir,/ Böyle topal koşmakla geçiyor günlerim,/ Oysa -methetmek gibi olmasın kendimi ama- /Yaşamım benim en güzel şiirim.”
Evet tam da böyleydi; bunu bir kez daha teyit ederken yine Onun ‘Bi Sen Eksiktin Ayışığı’ başlıklı şiirini anımsamakta yarar var:
“Bileklerimizi morartmış yeni Alman kelepçeleri,/ Otobüsün kaloriferleri bozuldu Kaman’dan sonra/ Sekiz saat oluyor karbonatlı bir çay bile içemedik,/ Başımızda pirensip sahibi bir başçavuş./ Niğde üzerinden Adana Cezaevi’ne gidiyoruz.../ Bi sen eksiktin ayışığı / Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya!”
Evet buydu Can Baba; sosyalist, itirazcı ve reddeden…
* * * * *
“Aydınlığın ve karanlığın ressamı” olarak Caravaggio (1571-1610), Barok dönem resminin en ilginç sanatçılarındandı…
39 yaşında ölen Caravaggio’ya zamanla kısa sanat yaşamında yapmış olabileceğinden çok daha fazla yapıt yakıştırılmış; hangi resmi Caravaggio’ya, hangilerinin onun izinden giden ressamlara ait olabileceği her zaman tartışma konusu olmuştu.[6]
Üretkenliğiyle Caravaggio, gençlik döneminden başlayarak, gelenekselleşmiş kalıpları kırmaya yönelmiş, Kardinal Francesco del Monte’nin koruması altına girdiği yıllarda bile özellikle azizleri betimleyen resimlerinde hep alışılmışın dışına çıkarak papalık çevrelerinin tepkisini çekmişti. Dinsel resimlerinde sokaktan seçtiği serserileri ve fahişeleri model olarak kullanan sanatçı, beş parasız olduğu yıllarda bile hep dik başlı ve geleneklere karşı bir tutum içinde olmuştu.
Caravaggio’nun Roma’daki S. Luigi dei Francesci Kilisesi Contarelli Şapeli için yaptığı resimlerden “Aziz Matta ve Melek”in ilk biçimi, rahiplere o kadar ters gelmişti ki, resmin yeniden yapılmasını istemişlerdi. İncil yazarlarından biri olan Aziz Matta resimde sıradan bir işçi ya da rençber görünümündeydi. Büyük ayakları resmin dışına taşıyor gibiydi, bacak bacak üstüne atmış olarak oturması ise hem tuhaf hem de kabaydı. Zarafetten yoksun melek figürü de cahil birine yol gösterircesine azizin elini zorla kitaba doğru bastırır gibiydi. Kilise ileri gelenleri, Caravaggio’nun sıradan bir kişiyi yüceltirken aslında Aziz Matta’yı sokaklardan kurtaran İsa’ya öykündüğünü kavrayamamışlardı.
Caravaggio’nun yerleşik estetiğe ters düşen ve insanı hayrete düşüren resimleri sanatçıları, aydınları ve ileri görüşlü kilise önderlerini büyülerken, pek çok tutucu kilise yetkilisi ile akademik ressamların da olumsuz tepkisini çekmişti. Ama sanatçının başı yalnızca tutucu yetkililerle değil, yasalarla da sık sık belaya girmişti.
1600’de bir ressama saldırmakla suçlanan Caravaggio, ertesi yıl bir askeri yaralamış, 1603’te bir başka ressamın şikâyeti üzerine hapse atılmış, bir yıl sonra da Romalı muhafızları taşladığı için tutuklanmıştı. 1605’te sevgilisini korumak amacıyla bir adamı yaralamış, 1606’da bir tartışma sonucunda Ranuccio Tomassoni adında birini öldürmüştü.
Sanatta da hayatta da uzlaşma nedir bilmeyen Caravaggio çok genç yaşta zatürreeden öldüğünde, ardında, Caravaggioculuk ya da “tenebrismo” akımını bırakacaktı.[7]
* * * * *
Sonra da “Seyirciyi tokatlayan yönetmen” anılan Claude Chabrol, ‘Yeni Dalga’ akımının kurucularındandı...
Sevin Okyay’ın, “Claude Chabrol seksen yaşında aramızdan ayrıldı. Fransa burjuvazisi rahat bir nefes almıştır herhâlde. Üstat onların kusurlarını yüzlerine vurmaktan pek hoşlanırdı. Bu işi de sık sık yapardı”; Defne Gürsoy’un, “Claude Chabrol’ün akıllardan ve gönüllerden silinmeyecek hatırası kuşkusuz Fransız burjuvazisini bezmeden, yorulmadan tekrarlara düşmeyerek eleştiren bakışı olacak,” dedikleri Chabrol’ün ölüm haberini ‘Libération’ gazetesi, “Fransa’nın aynası kırıldı” başlığıyla verirken; eski Kültür Bakanı Jack Lang, “Chabrol yaşamın simgesiydi” diyordu.
Fransız burjuvazisi ve kapitalizmini kıyasıya eleştiren, güzel ve neşeli yaşamayı seven, mizahı gündelik dilinden hiç eksik etmeyen Chabrol’ün eserleri uzmanlara göre Fransız toplumunun bire bir yansımasıydı.
24 Haziran 1930’da Paris’te dünyaya gelen Claude Chabrol bir eczacının oğluydu. II. Dünya Savaşı sırasında ailesinin yerleştiği Creuse bölgesinin Sardent kasabasında büyüdü. İlk gençlik yıllarında bu taşra şehrinin sinema kulübünde projeksiyonculuk yaparken sinemaya tutuldu. Kendi deyişiyle “15.5 yıl hukuk, 4 yıl da babamın ısrarıyla eczacılık fakültesinin 1. sınıfında 4 sene okuyarak” eğitim faslını ebediyen kapattı. Paris’te Hollywood filmlerine uyduruk Fransızca başlıklar bulmakla özetlediği Amerikan Fox şirketinde basın ataşeliği yaparken bir yandan da film eleştirileri yazmaya başladı.
‘Cahiers du Cinéma’ ve ‘Arts’ dergilerindeki yazılarıyla dikkat çekecekti. Daha o tarihlerde ustası, esin kaynağı olarak gördüğü Alfred Hitchcock hakkında Eric Rohmer ile ortaklaşa bir kitap yazar. Dergide tanıştığı François Truffaut ve Jacques Rivette ile çok yakınlaşır, klasik sinemanın kurallarına aykırı bir anlayışı burada birlikte geliştirirler. Chabrol’ün ilk eşi Agnes’e kalan bir mirastan yararlanan genç eleştirmen bu parayla, daha sonraları Yeni Dalga’nın açış manifestosu kabul edilecek ‘Le Beau Serge/ Yakışıklı Serge’i (1958) çeker.
Chabrol bir süre sonra Eric Rohmer, François Truffaut, Jacques Rivette ve Jean-Luc Godard’dan oluşan Yeni Dalga ekibinden uzaklaşacaktır. 1964’te evleneceği ikinci eşi, Fransız sinemasının önemli kadın oyuncularından Stéphane Audran fetiş aktrisi olacaktır. İçinden çıktığı ve yakından tanıdığı, hayatı boyunca kendine konu, hedef edineceği burjuvaları kıyasıya yerdiği, dalga geçtiği filmlerinin ciddi bir bölümünde Audran’ı kullanacaktır. Sonraları en büyük fetişi hâline gelecek Fransız sinemasının küçük “büyük” kadını Isabelle Huppert gibi.
Sanatçının genellikle taşra eşrafının yaşamını işlediği eserleri zaman zaman kara mizaha varan komedilerle, XIX. yüzyıl yazarı Maupassant’ın hikâyelerini andıran popüler ve istihzayı elden bırakmayan polisiyelerle bezenmiştir. Angaje bir yönetmen olmadığını söylese de, her vesileyle Fransız burjuvazisi ve kapitalizmini tam bir sosyo-psikolojik yaklaşımla kıyasıya eleştirmişti.
Özetle “Chabrol ne aşka inanacak kadar ‘Fransız’, ne kefarete inanacak kadar romantiktir. Küçük burjuvalar da onun ‘insan kötüdür’ünden paylarını alırlar”dı;[8] Onu betimleyen de buydu zaten…
YALIN İYİMSERLİĞİN UMUTLARIYLA ÖLÜMSÜZLÜĞE İNANIP, BAĞLANMAK…
Nihayet yalın iyimserliğin umutlarıyla ölümsüzlüğe inanıp, bağlanmak… dedim!
Öncelikle Henry Wadsworth Longfellow’un, “Karakterde, davranışlarda, üslupta, her şeyde en yüce yetkinlik yalınlıktır”; Philip James Bailey’in, “Yalınlık doğanın ilk adımıdır, sanatın ise son adımı”; Walt Whitman’ın, “Sanatların sanatı, anlatımların en görkemlisi, edebiyatın gün ışığı, yalınlıktır,” saptamalarındaki üzere yalın olmak, olabilmek önemli ve ayırt edicidir…
Düşünceden davranışa, görmekten kavramaya yalın olabildiğiniz kadar iyimser olabilir ve karamsarlıkla aranıza mesafe koyabilirsiniz.
Halen Katlar’ın deyişiyle, “İyimserlik başarıya götüren inançtır. Umut ve güven olmadan hiçbir şey yapılamaz”ken; karamsar, her fırsatta güçlüğü görür; iyimser ise her güçlükte fırsatı…
İşte umut da, “ölümsüzlük” de anlamı böyle bulabilir…
Yani Terentius’un, “Hayatın olduğu yerde umut da vardır”; Pearl S. Buck’un, “Umut olmadan ekmek yemek de yavaş yavaş açlıktan ölmektir”; Fyodor Dostoyevski’nin, “İnsanlığın ölümsüzlüğe olan inancını yok ederseniz, yalnızca sevgi değil, dünyayı ayakta tutan tüm yaşam güçleri o saat kurur gider”; Jean Giraudoiu’nun, “Bu dünyada ölümsüz olmanın bir tek yolu vardır: Ölümlü olduğunu unutmak,” sözlerindeki toplumsal bilinçli inancın ne olduğunu kavrayabilirsiniz…
“İnanç”, o; Franz Kafka’nın, “İnanç, giyotine benzer, onun kadar ağır, onun kadar hafiftir”; Pearl S. Buck’un, “İnsana olan inancımın dışında hiçbir inanca gereksinim duymuyorum,” sözlerine yansıyan insanî bir güçtür…
Bu insanî gücün yani yalın bir iyimserlik ve umutla ölümsüzlüğe inanıp, bağlanmanın en çarpıcı örneklerini Yılmaz Güney’de, Paul Gauguin’de, Marc Chagall’da, Frederic François Chopin’de, Jack London’da bulabilirsiniz…
Yılmaz Güney eğilip bükülmeyen birisi, adı ve soyadı gibi.
Adının anlamı çok açık, ama soyadının anlamı da bunu bütünlüyor. Pütün, bir dağ yemişinin kırılmaz, parçalanmaz çekirdeği anlamına geliyor. Zorluklar ve baskılar karşısında parçalanmadan ve her mihnete katlanarak, kendi yolunda gidiyor.
Yılmaz Pütün’ün hikâyesi Güney’de başlar. Ama ailenin bileşimi ilginçtir. Siverek’ten kan davası nedeniyle göç etmiş bir baba, Muş yöresinden Rus işgali nedeniyle göç etmiş bir anne, Adana’nın Yenice köyünde evleniyor. Topraksızlar, baba yetenekli, anne desen destanlarla büyümüş ve çocuklarını da destanlarla büyüten birisi.
Yoksulluk bir yandan, gurur ve onur diğer yandan, bir tür kendi kendine yetme çabası, çocuklarının ise okuyup bir gün bu illetten kurtulacağı inancı hepsi bir arada bulunuyor. Pütün ailesinin özü “varolanla tatmin olmamak üzerine kurulu”, dengesiz bir aile, kabına sığamıyor. Annede ve babada isyan hâli yakın çevresiyle sınırlı kalırken, bu isyan Yılmaz’da büyüyor ve Anadolu toprağına düşüyor.
Çukurova’dan İstanbul’a yazarlık, “komünizm propagandası”ndan mahpusluk, sinema güzergâhında Yılmaz Güney, eşkıyalıkla başlayan hikâyesinden yeni bir aşamaya geçip, toplumcu bir kahraman, bir yönetmen olur. Eşkıya, halkının hikâyelerinden ve direniş destanlarından besleniyor, bu kez bir halk önderine ve halkın içinden gelen devrimciye dönüşür.
Yaşamı ve mücadelesiyle Yılmaz Güney, yalnızca Türkiye’de değil, bütün dünyada Üçüncü Dünya’nın sinemasıyla sözcüsü olmuş birisidir. O kadar kritik sorulara hayatıyla ve eserleriyle yanıtlar vermiştir ki, Güney bundan sonra da bu insanların tarihinin, direnişinin bir sembolü olacaktır…
O, doğrudan aktif siyasal yaşama katıldı, yıllarca hapis yattı, bir kez boynunu büktüğü görülmüş müdür? Bir yandan yazılı eser verirken, öte yandan filmleri dağıttı, yazdı, yönetti, oynadı, kurgusunu yaptı, hatta seslendirdi. Sinema işini bütün boyutlarıyla ondan daha çok aktif bir şekilde yapan bir başka sanatçı ismini buyurun siz söyleyin?[9]
Onu en iyi anlatan şeylerden birisi de mahkemede söylediği sözdür: “Kapitalist sistemde sermaye sahiplerinin bir sınıf teşkil ettiğini ve nasıl bu sınıfın tahakkümü önlenmiyorsa, ben de aksi düşünce ile emekçi sınıfın sömürülmesine karşıyım. Ben komünist propaganda yapmıyorum diyemem. Başarabilirsem gerçek bir komünist olabilirim.”
Yılmaz Güney’in hayatı bir destandır. O insanlık tarihinin en etkileyici Eşkıyalık destanını yazdı. Eşkıyalık hikâyelerinde halk kendisini ezen iktidara başkaldıran kişiyi korur kollar, onu kendinden biri olarak görür, Türkülerinde ve anılarında onu yüceltir. Yılmaz Güney gerçekten bu hikâyelerle büyümüş birisi olarak onları gerçekleştirmek için belirli açılardan mazbut bir hayat süren gerçek bir devrimciye dönüşmüş büyük bir sanatçıdır.
* * * * *
Tıpkı bir diğer Çukurovalı gibi… Zülfü Livaneli’nin, “Romanları şu an yaşadığımız çağı en insanı boyutta anlatıyor,” diye betimlediği yaşayan “efsane” Yaşar Kemal’e gelince; 1956’dan beri Yaşar Kemal’in fotoğraflarını çeken, yarım yüzyılı aşan dostu Güneş Karabuda’nın, “Dilinin zenginliği ve kendine has kalemi onun en büyük başarısı. Herkesin hayranlıkla okumasının en büyük nedeni bu olmakla birlikte, ele aldığı konular, olaylar o kadar vurucu ki insanlar büyük bir merakla okuyorlar,” dediği Onun ilk şiir kitabı ‘Bugünlerde Bahar İndi’ başlıklı yapıtını hazırlayan Güven Turan’ın, kitabın önsözünde ifade ettiği üzere, “Yaşar Kemal’in 1940’lardan 1970’lere uzanan bütün yazı hayatı içinde ilkgençlik yıllarının ‘Âşık’lığını, ‘Âşık Kemal’liğini, hiç bırakmamış”tır.
Evet “O zaten şairdir. İlle de şiir ölçülerinde yazanlar mı şairdir? Onun hikâyeleri, romanları şiirin en hasını, şairaneliğin en yüce örneğini taşırlar…
Destanları, halk edebiyatını, halk şiirini bilen bir düzyazı ustası elbet şiirde de ustalığını gösterecekti.”[10]
Kolay mı? O Yaşar Kemal’dir…
* * *
“Köpeğe atılan bir kemik yardımseverlik değildir. Yardımseverlik en az köpek kadar aç olduğunda etini onunla paylaşmaktır...”; “Zaman bulamıyorsanız, dünyanın da sizi dinleyecek zaman bulamayacağından emin olabilirsiniz,”[11] haykırışlarıyla ve ‘Yanan Günışığı’, ‘Beyaz Diş’, ‘John Barleycorn’, ‘Uçurum İnsanları’, ‘Deniz Kurdu’, ‘Martin Eden’, ‘Demir Ökçe’, ‘Vahşetin Çağrısı’, ‘Elsinore’da İsyan’, ‘Yol’, ‘Atalarının Tanrısı’, ‘Kurdun Oğlu’ (‘Kurt Kanı’), ‘Soğuğun Çocukları’, ‘İnsanın Sadakati’, ‘Âdem’den Önce’, ‘Balık Devriyesi Hikâyeleri’, ‘Kızıl Veba’, ‘Güney Denizi Hikâyeleri’ başlıklı yapıtlarıyla tanıdığımız Jack London…
O, ‘68 Kuşağı için çok önemli bir yazardı...
Söz konusu geleneğin halkalarından, güçlü yazarlarından olan Jack London, 12 Ocak 1876’de San Francisco’da doğdu. Özgünlüğünü, yaşama sınıfsal perspektiften bakmakla sağlayan ve Amerikan romanına ilk kez işçi sınıfının sorunlarını sokan O, bu güçlü romancı kadrosu içinde kendini var etmeyi başaran bir yazardır.
Üretken bir yazar olan Jack London, imzasını attığı romanlarının ve öykülerinin konularını kendi serüvenlerle dolu yaşamından, yolculuklarından, görüp izlediklerinden aldı, yazdıklarıyla toplumunun -özellikle alt kesimlerinin- yaşamlarını aktardı. Gerçeği bulma aşkıyla dolu olan, düşüncelerini yazdıklarında cesurca sergiledi; dünyayı kavrayışı, düşünsel zenginliği, olanca yoğunluğu, dobra dobra, yalın anlatımı ile güçlü ve etkileyici bir yazar oldu.
Asıl adı John Griffith London’dı. Evlilik dışı bir çocuktu ve soyadını, o sekiz aylıkken annesinin evlendiği kocasından aldı. Çocukluk yılları yoksulluk içinde geçti; küçük yaşından itibaren gazete satıcılığı, teknelerde tayfalık, deniz polisliği, balıkçılık gibi işlerde çalıştı ve buralarda toplumun alt tabakalarındaki insanları tanıyıp onların yaşamlarını gördü. Tekneyle San Francisco körfezini dolaşıp istiridye korsanlarını izledi (Balık Devriyesi Hikâyeleri bu serüvenin öykülerinden oluşur), bir gemiyle tayfa olarak Japonya’ya gitti. 18 yaşındayken, 1893 ekonomik paniği sırasında yük trenleriyle Washington’a yürüyen işsizler ordusuna katıldı, ABD’nin birçok bölgesini gezdi.
1894 yılında artık o sosyalist bir militandı ve kütüphanelerde Darwin, Marx, Spencer, Nietzsche okuyarak kendini eğitti. Bu düşünürlerin düşüncelerinden etkilendi. 4 yıllık liseyi bir yılda bitirip California Üniversitesi’nde kısa bir süre okudu. 1896’da Sosyalist İşçi Partisi’ne girdi, aynı yıl partisinin Oakland Belediye Başkan adayı olarak seçime katıldı. 1897’de okuldan ayrılıp “Altına Hücum” döneminde Alaska’ya giden altın arayıcılarına katıldı. Bir süre hapiste kaldı. Döndüğünde yine yoksul ve işsizdi ve şansını yazarlıkta denemeye karar verdi.
Jack London müthiş bir enerjiyle yaşadı ve yazdı. 17 yılda ilginç konularla dolu 50’den fazla kitaba imzasını attı.
Sosyal Darwinizme inanan Jack London’da bireycilikten sosyalist düşünceye doğru ağır ağır ilerleyiş vardır. İnsana karşı olan düzenlerin getirdiği toplumsal adaletsizlikler Jack London’ın asıl sorunudur ve bunların üstesinden gelebilmek için insan güçlü olmak zorundadır.
Güçlü kahramanlar Jack London’ın belirgin özelliğidir. ‘Âdem’den Önce’de “uzak geçmiş”i, ‘Kızıl Veba’da “uzak geleceği” anlatır. İnsanı insan yapan uygarlık tasarımına büyük değer verir ve uygarlık olmadığında toplumsal yaşamın nasıl olacağını ‘olmayana ergi’ yöntemiyle araştırır. London, uygarlığın insana getirdiklerini anlatırken bu alegorik öyküleri aracılığıyla kendine özgü sosyalizm anlayışını da aktarmaya çalışır.
Özellikle ‘Martin Eden’ ve ‘Demir Ökçe’[12] ile devrimci bir yazar olarak Jack London, bireysel başkaldırı felsefesiyle ilerici demokratlıktan sosyalistliğe geçen, kendine özgü bir edebiyat çizgisi izledi. (Dos Passos, Upton Sinclaire, Sinclair Lewis ve John Steinbeck’in gelişmesinde önemli etkileri oldu.)
Ve nihayet Jack London, en çok okunan romanlarından ‘Martin Eden’ın kahramanı gibi yaşamına kendi eliyle 22 Kasım 1916’da son verdi.
“SONUÇ”: BİR HATIRLATMA!
Sanatın işlevi üzerinde çokça tartışma yapılabilir hâlâ…
Ancak bu konuda Ernst Fischer’in sözleri bize ışık tutar: “Toplumsal işlevinden kaçmadığı sürece, sanat, dünyanın değişebileceğini göstermeli, değişmesine yardımcı olmalıdır.”
Söz konusu saptama, sanat ile sanatçının ne yapması, ne olması gerektiğini yeterince açıklar.
Sanatçının, sanat yapıtına taşıdığı, taşıması gereken toplumsal bir sorumluluk söz konusudur. Yani sanatçı, sanatı dünyayı temsil etmenin yolu, bir toplumsal bağ, sınıfsal mücadelede silah, insanî bir zenginlik, toplumsal bilinç olarak kabul etmelidir.
Bunun için bizim sanatımız, insanın insanî niteliklerine yabancılaşmasına, yozlaşmaya karşı mücadele ederek, onu tekrar insanîleştiren başkaldıran estetik eylemdir.
Bu bağlamda başkaldıran sanat için (örneklerdeki üzere), K. Marx’ın, “Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve onlar kendilerini ve şeyleri, bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar... Yeni bir dil öğrenmeye başlayan kişi, onu hep kendi anadiline çevirir durur. Ama ancak kendi anadilini anımsamadan bu yeni dili kullanmayı başardığı ve hatta kendi dilini tümden unutabildiği zaman o yeni dilin özünü, ruhunu özümseyebilir,” sözü unutulmadan Henrik İbsen gibi, cüretkârca haykırmalıdır: “Çoğunluk her zaman haksızdır”!
3 Ekim 2010 13:32:04, Ankara.
N O T L A R
[*] Newroz, Yıl:4, No:152, 10 Kasım 2010…
[1] Alan White.
[2] Cevat Çapan, Kavafis’ten Yüz Şiir-Bir Başka Deniz Bulamazsın, Helikopter Yay., 2010.
[3] Leonardo da Vinci’nin Türkçe kaynakçası: Defterler (Çev: Turhan Ilgaz, Hil, 1992), Bilmeceler/ Kehanetler, (Çev: Samih Rifat, Sel, 2001), Da Vinci’nin Not Defteri, (Çev: Kasım Doğan, Carpe Diem, 2006), Paragone/ Sanatların Karşılaştırılması (Çev: Kemal Atakay, Notos, 2007)
[4] Joan Jara, Victor Jara-Yarım Kalan Şarkı, Çev: Algan Sezgintüredi, Versus Yay., 2010.
[5] Sönmez Targan, “Ölümünün 25. Yılında Ruhi Su’yu Anlamak”, Cumhuriyet, 19 Eylül 2010, s.2.
[6] New York Metropolitan Sanat Müzesi’ndeki ‘Çalgıcılar’, St. Petersburg Hermitage’daki ‘Lavtalı Çocuk’, Berlin Gemäldegalerie’deki ‘Amor Omnia Vincit’, ‘Vaftizci Yahya’nın Roma’daki Capitoline Müzeleri ile Corsini Galerisi ve Kansas kentindeki Nelson-Atkins Müzesi’nde bulunan üç ayrı versiyonu, Vatikan Müzeleri’ndeki ‘İsa’nın Çarmıhtan İndirilmesi’, Roma Borghese Galerisi’ndeki ‘Meyve Sepeti Tutan Çocuk’, Floransa Uffizi Galerisi’ndeki ‘Genç Bacchus’ gibi başyapıtlar, Caravaggio’nun kısa sanat yaşamının tüm evrelerini gözler önüne serdi.
[7] Bu yepyeni akım, aydınlık ve karanlık alanların dramatik etkiyi arttırmak amacıyla karşıtlık oluşturacak biçimde düzenlenmesine dayanıyordu. Koyu bir fon üstünde verilen figürler, bir ışık demetiyle aydınlanıyor ve oluşan ışık-gölge karşıtlığı sonucu hacim kazanıyordu. Caravaggio’nun etkileri Rembrandt ve Velázquez gibi büyük ustaların yapıtlarına da yansıyacak, ama onun anlayışının en önemli temsilcisi Fransız ressam Georges de
[8] Fatih Özgüven, “Haneke’nin Babası Chabrol”, Radikal, 16 Eylül 2010, s.20.
[9] “Nihat Behram ile Güney arasında gerçek anlamda bir efendi/köle diyalektiği işledi... Tipik bir durum olarak Behram, yurtdışına çıktıklarında, büyük işler başarmış adam edasına büründüğünde herhâlde yediği tokadın etkisiyle, efendisinin ‘kirli çamaşırlarını ortaya dökmeyi’ büyük bir marifet saydı. Ama tarihin diyalektiği burada da işlemektedir: Ortaya dökülenler, yalnızca Behram gibi bakıldığında kirliydi. Anlatılmayanlar, ya da ortadaki gerçek çatışmayı derinliğine kavrayanlar için bir insanın nasıl korkunç koşullarda böylesi eserleri üretebilmesi arasındaki mesafeyi gösterdiğinden Yılmaz Güney’in gerçek bir ‘masal kahramanı olacak denli’ işler yaptığını, nihai olarak ise inadını, isyanını, öfkesini, meşruiyetini, erdemini göstermektedir. Elimizde iki seçenek var, korkunç koşullarda üreten, yaratan ve sevilen bir sanatçı, ya da büyük sanatçıydı ama ipe sapa gelmez bir insandı. Aklı başında herkes için ilki geçerlidir, ikincisini yalnızca köle ruhlulara bırakalım, onlar da kaçınılmaz bir biçimde sanal zaferlere ihtiyaç duyacaklardır.” (Zahit Atam, “Yılmaz Güney Gittiği Yerde Kendi Nizamını Kuruyordu”, Birgün, 25 Eylül 2010, s.11.)
[10] Doğan Hızlan, “Yaşar Kemal Zaten Şairdir”, Hürriyet, 15 Eylül 2010, s.20.
[11] Jack London, Bana Göre Hayatın Anlamı, Derleyen ve Çeviren: Yiğit Yavuz, İmge Kitabevi, 2009, s.103.
[12] Demir Ökçe (1907), emekçilerin direnişi ve yenilgisinin romanıdır. 1900’lü yıllarının ekonomik bunalım sırasında, kapitalizmin emperyalizme dönüşmesinden doğan toplumsal sorunlar, sendikalar, grevler, işsizlik, açlık yıllarıdır. Devrim için her şey hazırdır ama oligarşi de hazırlıklı, örgütlü ve acımasızdır. Bu “oligarşik yapı”nın adıdır Demir Ökçe. Epik, öğretici bir anlatım vardır bu yapıtta. Faşizmin yükselişinin düşsel anlatımıdır ve Jack London’ın siyasal tavrını belirleyen yapıtlarından biridir.
|
Yorumlar