Konuşulmayan şey
tam olarak düşünülemez.1
Neo-liberal saldırganlığın küresel planda tökezledikçe otoriterleştiği güzergâhta dinsel fanatizmle taçlandırılmış hassasiyet faşizminin sıradanlaşarak, olağanlaştırıldığı bir kesitten geçiyoruz.
Sanal demokrasi buharlaşırken; özgürlüklerin de hayalete dönüştüğü koordinatlardaVoltaire’in 1770’te bir din adamına yazdığı mektuptaki, “Monsieur l’abbé, je déteste ce que vous écrivez, mais je donnerai ma vie pour que vous puissiez continuer à écrire/ Bay rahip, yazdıklarınızdan nefret ediyorum, ancak yazmaya devam edebilmeniz için hayatımı veririm,” haykırışı yine ve bir kez daha anımsanmalıyken; Kürtçe ifadesiyle, “Tu rêxistinek, tu serokek, tu ramanek, tu alayek, tu axek, tu bawerî û tu partîyek her wekî din ji mirov hê nehêjatir e/ Hiç bir örgüt, hiç bir lider, hiç bir düşünce, hiç bir bayrak, hiçbir toprak, hiç bir inanç, hiç bir parti vs insandan daha değerli olamaz,” gerçeğin de altı özenle ve defalarca çizilmelidir…
Çünkü eleştiri (ve ifade) özgürlüğüne ilk sırada, “Ama”sız, “Fakat”sız yer vermeyen hiçbir özgürlük gerçek özgürlük olarak nitelenmeyi hak edemez…
Bu bağlamda ele alınması gereken, eleştiri (ve ifade) özgürlüğü konusundaki vahim ihlâllerden olgulardan birisi de V. S. Naipaul vakasıdır…
SORU(N) NE?
Hatırlayın! Hilmi Yavuz, “Yazar dostlarımız, Müslümanları aşağılayan V.S. Naipaul’le yan yana oturmayı nasıl içlerine sindirecekler?” diye sormuş ve ardından büyük bir gürültü kopmuştu.
Beşir Ayvazoğlu’nun, “Sahi, Sir Vidia bu kadar konuşulmayı hak ediyor mu?” provokatif çanak sorusu eşliğinde Nobel’li yazar Naipaul’un Avrupa Yazarlar Parlamentosu’na katılımı, Müslümanların“kimlik imhası çabalarını sömürgeci yönetimlerin geçmişteki çabalarından daha vahim bulduğu” şeklindeki görüşlerinin yol açtığı tepkiler üzerine gelişi engellendi.
Bunda Hilmi Yavuz’un kilit rolü küçümsenmemelidir!
Ahmet Hakan’ın haklı benzetmesiyle: “Aktolgalı beylerbeyi Hilmi Yavuz haykırdı: “Hedef Naipaul’dur, ilerle!”
Yandaş medya ortalığı tozu dumana kattı.
Ve sonunda Naipaul denilen “Nobel’li kefere’nin Türkiye topraklarına girişi engellenmiş oldu.
Ne diyelim?
‘Zafer inananlarındır’ mı diyelim?
‘Gazanız mübarek olsun’ mu diyelim?
‘Gaza’ ve ‘Zafer’ tamam da...
Cevaplanması gereken bir soru ortada kaldı.
Soru şudur:
9 yıldır Naipaul’u radarında tutan, Naipaul hakkında makaleler yazan, en son Naipaul kampanyası başlatan, televizyonlarda Naipaul ile ilgili tartışmalara giren Hilmi Yavuz, acaba Naipaul’u okudu mu?
Hilmi Yavuz’un Naipaul hakkında yazdığı makalelere bakıyoruz, televizyon tartışmalarında söylediklerine kulak veriyoruz. Vardığımız sonuç hep şu oluyor: Hilmi Yavuz, Naipaul’u okumamış.
Naipaul hakkında hep ikinci kaynaklardan alıntı yapıyor, temel metinlere hiç referans vermiyor.”
KİTABI OKUNMADI!
İstanbul’da istenmeyen adam ilan edilen V.S. Naipaul’un ‘İnananlar Arasında’ kitabı için çok şey söylendi ve yazıldı. Ama görünen o ki kimse bu kitabı okumadı!
Acı ama gerçek bu!
“Dijital Çağda Edebiyat” başlıklı komisyonun moderatörü, yazar Cem Akaş, Avrupa Yazarlar Parlamentosu’ndaki (AYP) görevinden istifa ettiğini açıkladı. Akaş, yaptığı yazılı açıklamada, “Hilmi Yavuz, hayatında Naipaul okumamıştı. Gazete köşesinde 2001’de yazdığı Naipaul yazısını, Rana Kabbani adlı Suriyeli yazarın Naipaul incelemesine dayanarak kaleme almıştı. Aynı yazıyı 2010’da, aradan geçen zaman içinde Naipaul’u yine okumamış olarak, AYP vesilesiyle yeniden yayımladı. Cihan Aktaş, Naipaul’u okumadığı gibi, Kabbani’yi de okumamıştı. O da protestosunu, Yavuz’un Kabbani’den cımbızladığı alıntılara dayanarak yaptı,” diyordu…
Aslı sorulursa “Hilmi Yavuz adlı şairimizin ‘entelektüel kalibresini’ de hiç okumadığı belirtilen Naipaul hakkında söylediklerinden sonra görmüş olduk. Kendisi bu yaklaşımı ile İslâmi kesimin fikir özgürlüğü konusundaki temel güdülerini de dolaylı yoldan ifşa etmiş oldu.
Sonuçta, İslâmi kesimin ‘aydınları’ bunu yaparsa, din adına bir sergi açılışına saldıran eli sopalı cahil bir güruhun neler yapabileceğini tahmin etmek güç değil. 1993’te 33 aydın ile 2 otel çalışanının böyle bir güruh tarafından yakılarak öldürüldüğü Sivas katliamı da burada kaçınılmaz olarak akla geliyor.
Uzun lafın kısası, gerçekten -iddia edildiği gibi- ‘ileri demokrasiye’ doğru mu ilerliyoruz, yoksa bu kisve altında bizim için başka şeyler mi hazırlanıyor, Türkiye için bu sorunun önemi bizce giderek artıyor.”[2]
SORU(N)LAR!
Öncelikle Nedim Gürsel’in, “İslâmı eleştirmek ne zamandan beri aşağılanacak ya da kabullenilmez bir davranış oldu?” sorusunun…
Mario Levi’nin, “Bize çok ters gelebilir ama kendi görüşlerimizin meşruiyeti için karşıt görüşlerin de varlığına saygı göstermeliyiz,” önerisinin…
Murat Uyurkulak’ın, “Kusturica ve Naipaul gibi zatlar risksiz bir alanda duruyor, çemkirmek rahat iş. Yanı başımızda Kürtlerin anasını ağlatıyorlar,” saptamasının… altı özenle çizilmelidir…
Kaldı ki Ali Şimşek’in ifadesiyle de yazar, “parazit dememiş”!
“Hilmi Yavuz dedi diye doğru kabul ettik. Aslında V. S. Naipaul, doğrudan ‘Müslümanlar parazittir’ dememiş. Yani muhafazakâr-milliyetçi basının üzerine atladığı ve pompaladığı ‘parazit’ sıfatının aslı yok.
Naipaul, Arap olmayan Müslüman ülkeleri gezip bu ülkelerdeki İslâmi köktencilik için ‘parazit’demiş. Ayrıca Bülent Somay’ın ‘NTV Soruyor’da belirttiği gibi, ‘Müslümanlığa hakaret’ ile ‘Müslümanlara hakaret’ ayrı şeyler. Bir grup Müslüman için parazit ifadesini kullanması daha da ayrı…
Naipaul vakasıyla karşı karşıyayız. Kendilerini sınıf ilişkilerini cımbızlayan kolay bir kültürelcilikle sarhoş eden sağ muhafazakâr aydınlar birden Sartre kesiliverdiler başımıza. Başta şairi azam Hilmi Yavuz olmak üzere…”
Bu tür ucuzluklarla gerçekten de tartışılması gereken “Naipaul üstüne geliştirilebilecek düzeyli bir tartışmanın önü kesildi. Bilgi ve hoşgörüden yoksun mutlak ‘inanç’ ağır bastı…”[3]
SALDIRGANLIK
Naipaul’u tartışmak yerine, Ona saldırıldı; kolektif linç histerisi yaşandı…
Özetle Naipaul “onur konuğu” olduğu Avrupa Yazarlar Parlamentosu’na gelemedi. “Linç”, “ölçüsüzlük”, “abes” olarak nitelenmesi mümkün atmosferde bir tür “entelektüel linç” hayata geçirildi…
Ezgi Başaran’ın, “Sömürge aydını deyiminin mucidi Edward Said yaşasaydı sormak isterdim;‘kendine Müslüman aydın’ diye de bir tip olabilir mi? Yoksa bu bir oksimoron mudur?” sorusu eşliğinde “Naipaul’a, yapılanların bana ‘Kuzuların Sessizliği’ filmini hatırlattığını itiraf edeyim.
Ha ‘Kuzuların Sessizliği’nde anlatılan Dr. Hanibal Lecter, ha Naipaul! Dr. Lecter insan eti yiyen bir ruh hastası, bir katildir ve bir hapishaneden diğerine özel bir uçakla taşındığı sahne gerçekten unutulmazdır, seyrederken insanın tüyleri ürperir..
İneceği uçağın dört bir yanını sarar özel güvenlik birimleri. Dr. Lecter’in yüzünde gözlerini açıkta bırakan ama ağzını ve burnunu kapatan demirden bir maske vardır.
THY yetkilileri Naipaul hakkında yazılanları okumuş olmalılar ki, “bu tehlikeli yolcuyu Türkiye’ye getirmek kolay da nasıl koruyacağız?” diye telaşa kapılmışlar.
Yetkililer güvenlik tedbirleri uygulamak için organizasyonu düzenleyenleri aramışlar.
Oysa El Beşir Türkiye’ye geldiğinde böyle bir korku yaşanmadı.
Soykırım suçlusu El Beşir elini kolunu sallaya sallaya Türkiye’ye geldi ve gitti.
Bir yazarı, bu tarz bir infazla karşı karşıya bırakmak, onu kendini tanıyamaz hâle getirmek, korkunç bir şey. Bu manzaraya her ne gerekçeyle olursa olsun, katkıda bulunanların samimiyetle davrandıklarına ve meselelerinin sömürge aydını olarak suçladıkları Naipaul’a karşı, ‘Doğu’dan, yana tutum almak olduğuna zerre kadar inanmıyorum…
Ey Naipaul’a linç törenine kalemleriyle katkı sunanlar, sorarım size, Batı sömürgeciliği döneminde, hangi sömürge halkın kendisi de, dili de, kültürü de yüzyıl boyunca sistemli olarak inkâr edildi?
Hangi sömürgeci ülke, sömürgeleştirdiği bir halkı yüzyıl boyunca yeryüzünden silmek için yığınla proje-program tasarlayıp durdu, katliamlar yaptı?
Ve yeryüzünde nerede, milyonlarca insanın konuştuğu bir dil, XXI. yüzyılda bile, mahkeme kayıtlarına ‘bilinmeyen bir dil’ olarak geçiyor?
Bu konulara dair yazılarınız, fikirleriniz hani nerede?”[4]
Gerçekten de bu tür aslî konularda “çıtı” çıkmayanlara ilişkin olarak Murat Uyurkulak’ın, “Bu tertemiz ruhlu, prensip müptelası, hayatı mazlumları müdafaa etmekle geçmiş, düzgün ve meşru sanatçı tespit uzmanı zatlara parlamentolarında muvaffakiyetler temenni ediyorum. Sadece Müslümanlar değil, işçiler, emekçiler, kadınlar, çocuklar, Kürtler, Aleviler, eşcinseller vs. de onlara çok şey borçlu!” diye dalgasını geçtiği güruhun tutumu, olsa olsa “entelektüel sefalet”in “hassasiyet faşizmi” olarak adlandırılabilir.
Tam da bu saldırganlık karşısında anımsamadan/ anımsatmadan geçmeyelim:
“Aydın” denen kişi çoğunluğun uydusu değildir, haklının yanında, zayıfın savunucusudur.
“Aydın”, kendinden başkaları için sesini yükselten, kendi hassasiyetlerinin dışında kalanları da gözeten kişidir.
“Aydın”, iktidara meydan okuyarak, sorun çıkartarak aydınlatandır.
Aydınlığı, çıkar hesabı bilmeden ve korkusuzca yayma cesaretidir.
Hakikât uğrunda her türlü fanatizme karşı savaşı göze alandır.
DİNSEL FANATİZM
“Fanatizme karşı savaş” bağlamında V. S. Naipaul konusunda çok önemli bir örnek verirsek… Ali Bulaç diyor ki!
“Dostumuz Hilmi Yavuz, haklı olarak İslâm dinine ve Müslümanlara ağır hakaretler yağdıran bu sömürge aydınını davet edenleri eleştirdi ve toplantıya katılacakların bunu içlerine nasıl sindireceklerini sordu.
Bunun üzerine Beşir Ayvazoğlu, Cihan Aktaş ve birkaç duyarlı yazar toplantıdan çekildiklerini açıkladı. Fakat davet edenler ‘Bunda ne var, adam gelsin dinleyelim, çoğulculuk bunu gerektirir,’ deyip olayın vahametini küçültmeye çalıştılar.
Mademki davet edenler dine saygılı muhafazakâr zatlardır. Bu tür benzer olayların tekrar yaşanmaması için genel kaideyi hatırlatalım, Kur’an’da ele alındığı şekliyle meseleyi tahlil edelim:
Müslümanlar zayıf oldukları Mekke’deyken, istemedikleri hâlde müşriklerin sohbetlerine katılır, bu arada Kur’an ve Hz. Peygamber (sas) hakkında yapılan alaycı konuşmalara kulak misafiri olurlardı. Bu sohbetlere müdahale etme imkânları yoktu, içleri acıyarak da olsa dinlemek zorunda kalırlardı. Medine’ye geldiklerinde de, onlardan bir bölümü, özellikle inancı henüz tam yerine oturmamış olup bazen kuşkuya düşenler bu sefer Yahudi hahamlar, münafıklar veya müşrik Araplarla sohbetlerinde benzer alaycı konuşmaları dinlerlerdi. Durum farklılaştığından -çünkü artık Müslümanlar güç ve kuvvet sahibi olmuştu-, artık onlarla oturmak zorunda değildiler. İşte buna işaret etmek üzere şu ayet indi: ‘O, size Kitap’ta: ‘Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz,’ diye indirdi.’[5]
Kur’an-ı Kerim, İslâm’ın kutsallarının alay konusu olduğu sohbetlere katılmayı yasaklamakta, bu sohbetlere tanık olanların hemen toplantıyı terk etmelerini emretmektedir. Yasaklanan, gayrimüslimlerle sohbet, fikri alışveriş, seviyeli ve zihin açıcı tartışma (dünya barışına, insanların huzur ve refahına zemin hazırlayacak müzakere ve muarefe) veya faydalı beşeri ilişki değil, İslâm’ın kutsallarının, (mesela Allah’ın birliği, Kur’an, Hz, Peygamber’in şahsiyeti, sahabeler, İslâm’ın hükümleri, inançları vb. konuların) alay konusu olmasıdır. Bunun ‘hoşgörü’yle veya ‘düşünce ve ifade özgürlüğü’yle ilgisi yoktur. Belli bir edeb dairesi içinde her düşünce dile getirilebilir, tartışılır. Ama alay, hakaret/tahkir, küçük düşürme başka bir şeydir.
Benim bildiğim, Naipaul eski Naipaul’dur. Davet edenler de, daveti savunanlar da hepimizi fazlasıyla rencide etmiştir.”[6]
Dikkat edin Ali Bulaç, “4/Nisa, 140 (ve ayrıca 5/Maide, 57-58; 6/En’am, 68.)” suretlerini refere ederek, ifade özgürlüğünün sınırlanması gerektiği inancını bizlere dayatan bir fanatizmi de “alay, hakaret/tahkir, küçük düşürme başka bir şeydir” türünden “gerekçeler”e yaslamaktadır!
Ancak ifade özgürlüğü tartışması inançlara kurban edilemez!
Edilirse de, ifade ve düşünce özgürlüğünden söz etmek mümkün olamaz; olsa olsa, “hassasiyet faşizmi”nden söz edilebilir!
“HASSASİYET FAŞİZMİ”
Hilmi Yavuz da, Naipaul olayında “linç edildiği”nden söz ediyorsa da; bu fiili linçler ülkesindeki yaygın “hassasiyet faşizm(ler)i” için hiç uygun bir metafor değil; “Çünkü” diyor ve ekliyor Aslı Aydıntaşbaş:
“Hassas milletiz ya, memlekette bir ‘hassasiyet faşizmi’ almış başını yürüyor. İran halkını inim inim inleten Ahmedinecat’a, Sudan’da dünyanın tescil ettiği soykırımı organize eden Ömer el-Beşir’e tek laf etmeyen Türk aydını, iş Hint asıllı yazar V. S. Naipaul olunca aslan kesiliyor.
Kolay değil, hassasiyetlerimiz var. Güneydoğu’da 3000 boşaltılmış köy, binlerce faili meçhul cinayet olsa da; asıl Balkanlar’daki hassasiyetlerimiz o kadar kabarık ki, daha iki ay önce Yugoslav asıllı film yönetmeni Emir Kusturica’yı yaka paça attık memleketten…”
Kaldı ki Türkiye’ye gelmekten vazgeçen Nobel Ödüllü V.S. Naipaul daha 4 ay önce İstanbul’da bir panele katılmış ve Naipaul’u “istemeyenler” o zaman hiçbir eleştiride bulunmamıştı…
Hatırlanacağı üzere Naipaul İstanbul’da düzenlenen ‘İstancool’ etkinliğine katılmıştı. 2010 Ajansı’nın Temmuz ayında düzenlediği panele katılan Naipaul, kitabından okumalar yapmıştı.
Aralarında Hanif Kureshi, Gore Vidal gibi edebiyatçıların, Elif Şafak, Serdar Gülgün gibi yazarların da bulunduğu bu etkinliği de 2010 Ajansı üstlenmişti...
Naipaul ‘A Writer’s People: Ways of Looking and Feeling’ adlı kitabından okumalar yaptı, ‘Vogue’ İtalya Genel Yayın Yönetmeni Franca Sozzani sorular yöneltti. Naipaul’un söylediği hiçbir söz sıkıntı yaratmadı. Adam geldiği gibi sessiz sedasız gitti.
Pek seçkin, dünyayı takip eden yazarlarımızın haberi olmadı!
Arif Dirlik’in ifadesiyle, “Bu olayda da yeni olan bir şey yok. Eleştirel entelektüel uğraş her zaman politik baskı ve kültürel bağnazlık (bunun özellikle dinsel çeşidi) karşısında savunmasız olmuştur. Baskı, farklı tarihsel bağlamlarda farklı biçimler almıştır. Çağımız, entelektüel özgürlükler, akılcı düşünce ve kültürel demokrasi alanlarında yüzyıllık mücadeleyle elde edilmiş kazanımları geriletmek isteyen kendine özgü bir anti-entelektüalizm biçimine sahip. Bu geriye dönüşün küresel çapta gözlemlendiğine dikkat etmek gerekiyor: şimdi Sarah Palin biçiminde karikatürize edilmiş olan ABD’deki Bush çetesinden, sözde Konfüçyüs Enstitüleri’nde karikatürize edilen Çin’deki Konfüçyüs işportacılarına, İslâm ve Hindu tutucularından, temsil ettiklerini iddia ettikleri karmaşık geleneklerin karikatürü hâline gelmiş olan Hilmi Yavuz gibilerine...
Eleştirel entelektüelin baskı görüyor olması zaten yeterince acı verici. Tüm bunları daha da buruk hâle getiren, kısmen eleştirel entelektüellerin, tüm bunların gündeme getirilmesinde oynadıkları rol... Naipaul hadisesi tipik bir örnek teşkil ediyor…”
Hepsi bu!
NAİPAUL KİMDİR?
Hayır buradan V. S. Naipaul’ün görüşlerini benimsediğim, savunduğum sonucu çıkarılmasın!
Naipaul’ün görüşlerini benimsediğim gibi, şiddetle karşı çıkıp, eleştiriyorum…
Naipaul vakasında savunduğum onun düşüncelerini özgürce ifade edebilme özgürlüğüdür…
Hızla sıralarsak: Vidiadhar Surajprasad Naipaul 1932’de Trinidad Tobago’da doğdu.
Az gelişmiş ülkeler üzerine kaleme aldığı eserlerle tanındı.
Seçtiği temalarla dikkatleri üzerine çeken yazar 2001 yılında Nobel Ödülü’nü kazandı.
İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından biri olarak gösterilen Naipaul, ‘David Cohen Ödülü’, ‘Booker Ödülü’ gibi birçok ödül aldı.
Edward Said ve Derek Walcott, Naipaul’ü yeni kolonyal (sömürgeci) dönemi savunmakla suçlamıştı.
Hint milliyetçiliğine de sempati besleyen bir yazar olarak biliniyor.
Yani “Naipaul, bu Hint kökenli İngiliz yazar, Hindistan’dan Venezüella’nın Kuzey doğusundaki minik Trinidad Adası’na göçmüş yoksul bir ailenin çocuğu. Doğduğu ve üniversite öğrenimi için İngiltere’ye gidinceye kadar yaşadığı yer de Trinidad. Yani, Hint kökenli, Trinidadlı bir İngiliz yazardan söz ediyoruz... Peki, neden İngiliz?
Herhâlde İngilizce yazdığından ve kendini İngiliz edebiyatına ait saydığından. Biyografisinde, İngiliz gazetesi The Times’ın 2008’de yayımladığı bir listede, onu 1945’ten o tarihe kadar en büyük elli İngiliz yazarı arasında yedinci sıraya koyduğunu okudum. Demek ki yazarın aidiyetinde, ait olduğu etnik köken dışında da ölçütler olabiliyor...”[7]
ÖZELLİĞİ
Gülçin Şenel’in, “Kitaplarında İslâmı aşağılayan, İslâm’a ve Müslümanlara hakaret eden, sömürgeci bir yazardır,” diye betimlemeye çalıştığı yazar aslında Edward Said’in, “Sömürgeci aydın” tanımıyla tıpa tıp örtüşmektedir…
Onun için olumlu bir şey yazmam mümkün olmasa da, onun yazma ve konuşma, yani ifade özgürlüğünü -kendime rağmen olsa da- sonuna dek savunuyorum; buna karşı çıkanların karşısına dikiliyorum; biliyorum, Edward Said’de aynısını yapardı…
Çünkü… O eleştiriyordu… Kaldı ki “Naipaul sadece İslâm ülkelerini değil, kendi ülkesi olan Hindistan’ı da eleştirdi,” Ömer Faruk Reca’nın da işaret ettiği gibi…
“V. S. Naipaul’un… kitaplar yazmak dışında ikinci en iyi yaptığı şey insanları kızdırmaktır. Veya, İngiliz bir gazetecinin sözleri ile ‘Gerçekleri söyleyip düşman kazanmak.’
Bir zamanlar en iyi arkadaşlarından biri olan Paul Theroux’yu o kadar kızdırdı ki Theroux onu yerden yere vuran 376 sayfalık bir kitap yazdı. Başbakan iken Tony Blair’e ‘korsan’ dediği için 10 Downing Street’e davet edilmedi.”[8] Vb’leri, vb’leri…
Kötücül zekânın nasıl bir şey olduğunu Naipaul’ün dilinde görüyordunuz. İran, Pakistan, Malezya ve Endonezya insanlarını o “kötücül zekâ” ile ince ince aşağılıyordu...
Kolay mı? Sömürgeleşmiş kalifiye bir beyin, efendisine tapan zeki ve sadık bir köle zihni vardı Naipaul’de...
Yalnız burada dikkat edilmesi gereken bir şey var... Naipaul kimilerinin sunduğu gibi bir “İslâm eleştirmeni” değildi. Naipaul’ün İslâm düşüncesine/ maneviyatına/ felsefesine/ doktrinine yönelik entelektüel tek bir eleştirisi yoktu!
Bunların yanında “Naipaul, sadece edebi eserlerinde sergilediği sömürgeci, misantropik görüşleri nedeniyle tartışmalı bir yazar değildi. İslâmcı radikalizmi kendince değerlendirmek üzere, İran devriminin hemen ardından dört Müslüman ülkeye yaptığı gezilerden derlediği ‘Among the Believers’(1981) Müslüman dünya’yı son derece sığ ve aşağılayıcı biçimde değerlendiriyordu.
Üstelik, işin peşini bırakmayıp, daha sonra, bu ülkelere yeniden gitti ve benzer bir anlayışı sergilediği ‘Beyond Belief’ (1998) adlı ikinci bir kitap yazdı. Bu kitapların edebi hiçbir yönü yok.
Dahası, kimse tartışmalı kitaplarını okumadığı için farkında değil ama, Naipaul, bu kitaplarda sadece dindarları değil, hoşlanmadığı tüm fikirleri aşağılamak için vesileler buluyor. Pakistan ve İran’a ilişkin bölümlerde uzun uzun, bu ülkelerde karşılaştığı Marksist, solcu aydınlar, alaycı biçimde konu ediliyor…”[9]
NİHAYETİNDE!
Nihayetinde!
Zeynep Oral’ın işaret ettiği gibi oldu: “Sonunda tahammülsüzlüğün zorbalığı kazandı.
Herkesin içi rahat etsin: Naipaul gelmiyor.
Daha kısa bir süre önce benzer bir olayı Antalya Film Festivali’nde yaşadık. Emir Kusturica olayından sonra, bu köşeden soruyordum: ‘Hrant Dink’i öldürdük, Orhan Pamuk’a hayatı zindan ettik, Emir Kusturica’yı Sinema Festivali’nden kovduk... Sırada ne var?’
Meğer sırada Naipaul’a ‘istemezük’ çekmek varmış!
Ya benim gibi düşün, ya öl!
Baştan anlatayım derdimi: Daha önce bin kez söyledim. Tekrarlıyorum: Benim derdim o sinemacıya, bu yazara, şuna ya da buna yapılan haksızlıktan öte bir şey!
Benim derdim her geçen gün, daha ırkçı, daha dinci, daha çok şiddet üreten bir toplum olmamız!
Benim derdim tahammülsüzlüğümüz!
Bizim gibi düşünmeyene söz hakkı tanımamak. Bırakın söz hakkını, yaşam hakkı tanımamak!”
Evet, evet “Heykelleri ucube ilan eden” Başbakan Tayyip Erdoğan, Balkanlar’da dinlerarası uzlaşı için onlarca kez zirve toplayan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Avrupa başkentlerinde Türkiye’de ‘farklı dinlere gösterilen hoşgörü’yü anlata anlata bitiremeyen Başmüzakereci Egemen Bağış, ne Naipaul ne de Kusturica aforoz edilirken kendi mahallelerine karşı seslerini çıkarmışlar ya da çıkarabilmişlerdir.
Celal Üster’in “Sanatsal değil dinsel bir linç” tespiti ile birlikte yazar Nilüfer Kuyaş’ın “Türkiye son zamanlarda niçin müminlik yarıştırmaya, Müslümanları kim kötülemiş bekçiliği yapmaya başladı?”sorusuna katılmamak elde değil. Bu soru, “Türkiye’de neden antisemitizm kaygı verici biçimde sürmektedir?” ya da “Neden Türkiye gayrimüslim din adamlarının öldürüldüğü bir ülke olarak anılmaktadır,” gibi sorularla genişletilebilir.
Naipaul tartışmasında sessiz kalan bir başka lider de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’ydu.
Oysa 47. Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne jüri üyesi olarak çağrılan ünlü Sırp yönetmen Emir Kusturica’ya, 10 Şubat 1999 günü Magazin Gazetecileri Derneği’nde verilen “yılın en iyi sanatçısı”ödülünü aldığı toplantıda Ahmet Kaya’ya, 41 yaşında kafasına bir odun vurup öldürülen Sabahattin Ali’ye, 17 Haziran 1951 günü bir motorla Türkiye’den ayrılmak zorunda bırakılan Nâzım Hikmet’e, 19 Ocak 2007 günü güpegündüz, işlek bir caddede kurşunlayarak katledilen Hrant Dink’e ve benzerlerine uzanan bir hunharlığın ardında eleştiri (ve ifade) özgürlüğüne tahammülsüzlük vardır…
ELEŞTİRİ (VE İFADE) ÖZGÜRLÜĞÜ
Evet eleştiri (ve ifade) özgürlüğü olmadı mı; böyle olur…
Oysa, “Özgürlüğünüzü güvence altına almak istiyorsanız, düşmanınızı bile baskılardan korumalısınız: bu görevinizi yerine getirmezseniz, o baskıya önünde sonunda siz de uğrarsınız,” derdi Thomas Paine…
Oysa, “Bu dünyada bireyin özgür, araştırıcı zihninden daha değerli bir şey olmadığına inanıyorum. Zihnin, kimse tarafından yönlendirilmeksizin, dilediği yönü seçme özgürlüğü uğrunda savaşırım. Bireyi sınırlandıran ya da yok eden her türlü düşünce, din ya da yönetime karşı savaşmam gerekir,” derdi John Steinbeck…
Oysa, “Düşünceye gem vurmak, zihne gem vurmak demektir; bu ise rüzgârı zapt etmekten daha zordur,” derdi Gandhi eleştiri (ve ifade) özgürlüğü konusunda…
Oysa V. S. Naipaul vakası veslesiyle Gündüz Vassaf’ın dediği üzere; “Özellikle ifade özgürlüğüne ilişkin konuştuğumuz konuları, 100 yıl önce de konuşuyor olabilirdik.
Sadece Türkiye’de değil, dünyanın hemen her yerinde yaygınlaşan tahammülsüzlük ortamında, hâlâ Voltaire’in ‘fikirlerine katılmıyorum ama ifade etmeni savunurum’ sözlerinin hatırlatılıyor olması, uygarlığımızın günümüzdeki konumu açısından ibret vericidir.”
Eleştiri (ve ifade) özgürlüğü yalnızca sözde kaldığı, siyasal iktidarın “kendine demokrat”lığına karşı çıkanların susturulup kapatıldığı bir ülkede yazarın muhalif tavırlarını koruması “olmazsa olmaz”dır…
Çünkü her türlü kültürel ve edebî etkinliğin esası eleştiri (ve ifade) özgürlüğü anlamlanır.
Bu özgürlüğün önüne çekilen doğrudan ya da dolaylı duvarlar yani ifade özgürlüğüne karşı sansürün ve şiddetin engellenmesi için öncelikle (Hilmi Yavuz gibi) “Vicdan moderatörleri”nin[10]manipülasyonlarına karşı çıkılması gerekiyor…
“Her aykırı iddia karşısında hemen ‘mahallenin namusu elden gidiyor’ nidasıyla çıkıp kendilerini siper eden”lerin[11] işlev “zındık” ilan edilenler için cadı avlarının önünü açan McCarthyciliği tecessüm etmektir…
Oysa bir yazarın, bir sanatçının ilksel işi, ne biliyor, ne hissediyorsa, bunu sanatının kuralları içinde başkalarına iletmektir. “Şunu söyleyebilirsin, bunu söyleyemezsin” diye bir dayatma düşünülemez.
Sanatçı iletmek istediğini iletmekte sonsuz özgürse, biz hepimiz de onun ilettiği şeyi eleştirmekte sonsuz özgürüz. Ama bunun “yaptırım”ı buraya kadardır; yani eleştirmek! Hepsi bu ve bu kadar…
Nedim Gürsel’in, “Bir yazar soykırımı desteklememişse, ırkçı ve faşist değilse, demokrasi adına o yazarın söz almasına karşı çıkamayız,” dediği koşullarda; Levent Yılmaz’ın işaret ettiği gibi, “Bir insan İslâm karşıtı da, Hıristiyanlık karşıtı da olabilir. Şiddet eğilimine dönüşmediği sürece bu görüşler tartışılabilir boyuttadır.”
Kaldı ki Naipaul’ün vatandaşı, yazar Hari Kunzru, ‘Avrupa Yazarlar Parlamentosu’ndaki konuşmasında ifade özgürlüğünün önemi vurgulayarak, “Salman Rüşdi ve Muhammed karikatürlerindeki tartışmalardan doğru ve fazla ışık çıktığı söylenemez. İfade özgürlüğü, saldırganlıkların eşiğinde duruyor” derken; Naipaul’ün toplantıya gelmemesine üzüldüğünü belirterek ekledi:
“Burada her türlü eğilimi, akımı konuşmak gerekirdi. Bu toplantı da hepsine açık olması gerekirdi. ‘Şu çeşit düşünceleri istemiyoruz’ gibi bir sesin yükselmesi doğru değil. Kimse gücenmesin ama Hrant Dink ve Orhan Pamuk’u burada açmak gerek. TCK’nın 301. maddesi Türklüğe hakareti cezalandırma eğiliminde. Orhan Pamuk Ermeni soykırımıyla ilgili röportajında bir şeyler söyledi. Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra katilin polis karakolunda Türk bayrağının önünde gülümseyen polislerle fotoğrafları yayımlandı. Hiçbir Avrupalı yazar bu tehdit altında çalışmak istemez.”[12]
TEMEL İNSAN(LIK) HAKKI: ELEŞTİRİ (VE İFADE) ÖZGÜRLÜĞÜ
Eleştiri (ve ifade) özgürlüğü temel insan(lık) hakkıdır; insan olmanın ve kalmanın vazgeçilmezidir… Yani Sokrates’in ifadesindeki üzere, “Size ne yapacağınızı söyleyebilirler, ama ne düşüneceğinizi asla”!
Eleştiri (ve ifade) özgürlüğünün dinsel fanatizmin “hassasiyet faşizmi”ne kurban edilmesiyse bir insan hakları ihlâlidir.
Bu bağlamda egemen devletin hakları kısıtlaması, bu hakların kullananları cezalandırması ya da çeşitli sınırlamalarla kullanılmaz hâle getirmesi burjuva varoluşun doğasına mündemiçtir.
Eleştiri (ve ifade) özgürlüğünün Türkiye’deki hikâyesine gelince neyin ne ve nasıl olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Bir başka deyişle, coğrafyamızda eleştiri (ve ifade) özgürlüğünü yalnızca İslâm dinin muhafızlığına soyunmuş işgüzarlar engellemezler…
Mesela T.“C” Anayasası’nın 25. maddesine göre, “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir”. “Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.”
26. maddesine göre, “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü, radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayınların izin sistemine bağlanmasına engel değildir.”
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 19., Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 19., Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddelerine göre uluslararası, anayasanın 25 ve 26. maddelerinin de ulusal koruması altında olan düşünce ve düşündüklerini ifade etme ve yayma hakkı; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “Handyside v. United Kingdom (5493/72) kararında” işaret ettiği gibi, sadece “hoşa giden” düşünceler için değil “Devleti veya toplumun herhangi bir kesimini inciten, şoke eden ya da rahatsız eden” görüşler için de geçerlidir.
Diğer taraftan ifade özgürlüğünün işlevlerinden birisi “tartışmaya yol açması” olup “konuşmanın huzursuzluğa yol açması ve hatta insanları kızdırması bu işlevin doğal sonucu ve hatta gereğidir. O önyargılara ve daha önce oluşmuş kanaatlere saldırabilir ve düşünceyi kabul ettirmek için alışılmadık önemli etkiler doğurabilir. Bu nedenle ve sınırsız olmamakla birlikte, ifade özgürlüğü sadece kamusal rahatsızlığın, kızgınlığın ve huzursuzluğun ötesinde ciddi ve somut bir zararın var olduğunun açık ve mevcut tehlikesi gösterilmedikçe, sansür edilemez ve cezalandırılamaz,” denmesine denir ama kazın ayağı hiç de böyle değildir…
Örneğin ‘BİA Medya Gözlem Masası’nın 2010’un üçüncü çeyreğine dair hazırladığı rapora göre, düşünce ve ifade özgürlüğüyle ilgili suçlarla yargılanan, saldırıya uğrayan gazeteci, yazar, siyasiler ve medya kuruluşlarıyla hapisteki korkunç boyutlardadır.[13]
Toparlarsak; sadece Naipaul vakası değil; bunların yanında düşüncelerini ifade etmek isteyen üniversite öğrencilerinin maruz kaldığı şiddetle ve yine eylem sırasında 19 yaşındaki bir genç kızın polisin tekmeleriyle bebeğini kaybetmesiyle, cezaevlerindeki hasta tutukluların serbest bırakılmamasıyla, duvarların arkasında yapılan işkencelerle… baskı ve şiddet olanca pervasızlığıyla hüküm sürüyor hâlâ topraklarımızda!
“DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK MÜ?” DEDİNİZ?
Siz hâlâ “Demokrasi ve özgürlük mü?” diyorsunuz?
Hayır, yüz bin kere hayır!
Tekelci (sürdürülemez) kapitalizm koşullarında eleştiri (ve ifade) özgürlüğünün “demokrasi” dayatmalarına itiraz, karşı çıkış ve isyan dışında hiçbir güvencesi yoktur ve olamaz da…
Çünkü Louis Latzarus’un dediği gibi, “Demokrasilerde, halkı kendin yönettiğine inandırmak sanatına politika denir”!
Çünkü devlet-demokrasi ve özgürlük hususundaki birtakım tarihsel hakikâtler, Lenin’in de değindiği üzere olduğu gibi durmaktadır: “Devlet varoldukça, özgürlük yoktur. Özgürlük olacağı zaman, devlet de olmayacaktır”. Bu nedenle en demokrasinin ötesine yöneltmek icap etmektedir.
Özlenen eleştiri (ve ifade) özgürlüğü de tam burada olacaktır…
Hem de Walter Benjamin’in “Düşünü kurduğu hiçbir örnek yoktur yıkıcı karakterin. Gereksindiği şeyler de azdır, hele en az ihtiyaç duyduğu şey: Bilmek’tir, yıkılanın yerine neyin geleceğini bilmek,” diyerek işaret ettiği tipoloji konusunda eklediği gibi:
“Yıkıcı karakterde, asıl heyecanı olayların gidişine karşı duyduğu altedilemez kuşkularda bulan ve her şeyin ters gidebileceğine her an hazır olmanın verdiği tarihsel insan bilinci vardır. O nedenle güvenilirliğin ta kendisidir yıkıcı karakter.
Hiçbir şeyin kalıcı olduğunu kabul etmez yıkıcı karakter. Ama işte bu yüzden her yerde bir takım yollar görür. Başkalarının duvarlar ve dağlarla karşılaştığı yerde de bir yol görür o. Ancak bir yol gördüğü içindir ki her yerde de engelleri ortadan kaldırmak zorundadır. Her zaman kaba değil, zaman zaman en soylu şiddetle. Her yerde bir yol gördüğü için de kendisi hep yol ağızlarındadır. Zamanın hiçbir anı sonraki anın neler getireceğini bilemez. Var olanı yıkıntıya çevirir bu karakter, yıkıntı olsun diye değil, tersine bu yıkıntıdan geçecek yolu açmak için.
Hayatın yaşanmaya değer olduğu duygusu içinde yaşamaz yıkıcı karakter, intihar etmek zahmetine değmez diye yaşar sadece…”
3 Mart 2011 22:33:54, Ankara.
N O T L A R
[*] Güney Dergisi, No:56, Nisan-Mayıs-Haziran 2011…
[1] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.194.
[2] Semih İdiz, “İslâmi ‘Aydınımıza’ Voltaire’i Öneririz”, Milliyet, 27 Kasım 2010, s.21.
[3] Celal Üster, “Allah Akıl Fikir Versin...”, Cumhuriyet, 25 Kasım 2010, s.19.
[4] Orhan Miroğlu, “Oryantalizm ve Edebiyat”, Taraf, 25 Kasım 2010, s.11.
[5] 4/Nisa, 140; ayrıca bkz. 5/Maide, 57-58; 6/En’am, 68.
[6] Ali Bulaç, “Hiç Davet Edilmemeliydi”, Zaman, 25 Kasım 2010, s.27.
[7] Ataol Behramoğlu, “Güney, Kaya, Naipaul...”, Cumhuriyet, 27 Kasım 2010, s.6.
[8] Metin Münir, “Kızdırma Ustası Naipaul”, Milliyet, 25 Kasım 2010, s.10.
[9] Nuray Mert, “Naipaul Kavgası ve ‘Demokratlar’…”, Hürriyet, 27 Kasım 2010, s.31.
[10] Leyla İpekçi, “Naipaul, Lübnan Ermenileri, Başbakan, Sanatçılar, vs...”, Taraf, 26 Kasım 2010, s.5.
[11] Şükrü Ergin, “Ömür Biter Zındıklar Bitmez”, Radikal, 29 Kasım 2010, s.31.
[12] “Bu arada simultane çevirmenin, ‘Ermeni soykırımı’ sözünü ‘sözde Ermeni soykırımı’ diye çevirme işgüzarlığı da günün tuhaflıklarından biri olarak kaldı.” (Cem Erciyes, “Parlamento’dan Tam Özgürlük Çağrısı”, Radikal Hayat, 26 Kasım 2010, s.11.)
[13] “İsim İsim Yargılanan Gazeteci, Yazar ve Siyasetçiler”, Bianet, 29 Aralık 2010
|
Yorumlar