“Neler gördük neler bugüne kadar Daha gidilecek yerlerimiz var Bizi buralarda unutamazlar Kalacak bir türkü söyler gideri...
“Neler gördük neler bugüne kadar
Daha gidilecek yerlerimiz var
Bizi buralarda unutamazlar
Kalacak bir türkü söyler gideriz.”[1]
Değerli Dostlar, Arkadaşlar, Yoldaşlar,
Hayatı estetize edip çoğaltarak üreten bir sınıfın insanları olarak, sürdürülemez kapitalizmin geleceksizliğe, yoksulluğa, çürüme ve yozlaşmaya mahkûm ettiği yeryüzünün lanetlileri biz, hepimiz…
Olup bit(mey)eni Karl Marx, ‘1844 El Yazmaları’nda, “İşçiler [emekçi insan(lık)-b.n.] ne kadar fazla üretirse; o kadar az tüketebiliyor. Ne kadar fazla değer yaratırsa; o kadar az değere sahip çıkabiliyor. Emek; varlıklılar için saraylar, yoksullar için ise sefalet üretiyor,” diye tarif ederken; Catherine Malabou’nun, “Bilincin kapitalizmin ruhuyla çakışmasını önlemek için ne yapmalı?” sorusu bir kez daha anımsanmalı/ anımsatılmalıdır…
Slavoj Zizek’in, “Bugün birçokları Fukuyamacı (tarihin sonu). Liberal-demokratik kapitalizmin, mümkün olabilecek en iyi toplum için nihai bir formül olduğunu kabul ediyorlar. Onlara göre yapılabilecek tek şey, onu daha adil, daha hoşgörülü, vb. hâle getirmek,” diye ifade ettiği reformcu, liberal teslimiyetin dört yanımızı kuşattığı “postmodern zamanlar”ın yıkımı ortasında Walter Benjamin’in, “Amaç ne? Ölümün kaçınılmazlığına doğru giden bir dünyada, ilerleme hakkında konuşmak mı?” sorusu hâlâ güncelliğini koruyor!
Tıpkı Albert Camus’nun, “Özgürlük, dünyada tek bir insan tutsak kaldıkça bitmeyecek bir zindan cezasıdır,” saptamasında altını çizdiği vahim durum gibi…
Çürüme ve yabancılaşmanın daha da büyü(tül)düğü, meta fetişizmi ile egemen ideolojinin toplumun lifçiklerine dek sirayet ettiği koşullarda “İşçinin [emekçi insan(lık)ın-b.n.] kendi ürününden dışlaştırılması, sadece emeğinin bir nesne, dışsal bir varoluş olduğu anlamına gelmez, onun dışında bağımsız, ondan başka bir şey olarak var olduğu, karşısına dikilen bağımsız bir güç olduğu anlamına da gelir; yani işçinin nesneye aktardığı hayat, yabancı ve düşman bir şey olarak karşısına çıkar.”[2]
Yani emekçi insan(lık)ın yarattığı, düşmanı olarak onu yok eder…
Tam da bu momentte Neil McWilliam’ın “Tarihin sonunun ve sosyalizmin ölümünün ilan edildiği günümüzde, yeni mutluluk hayallerine belki de her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var,” deyişini anımsayarak; Nâzım Hikmet’in, “Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim/ Akarsuyun,/ Meyve çağında ağacın,/ Serpilip gelişen hayatın düşmanı,/ Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına/ -çürüyen diş, dökülen et-/ Bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp gidecekler,” diye betimlediği egemen(lerin) cehennemini nihayete erdirmek için şimdi yeniden yeni insan(lık) ve hayat sorununu konuşmak ve bu yoldaki umudu güçlendirmek için yan yana geldik…
I) SÜRDÜRÜLEMEZ KAPİTALİZMİN “YENİ -OLMAYAN- DÜNYA DÜZEN(SİZLİĞ)İ
Öncelikle ve kaçınılmaz olarak verili sürdürülemez kapitalizmin “yeni -olmayan- dünya düzen(sizliğ)i”nden söz etmemiz gerekiyor.
Michel Albert’in deyişiyle, “Bill Gates’in birkaç kâğıt parçası yüzünden tek başına bütün Guatemala nüfusundan, bütün Norveç nüfusundan fazla bir değerinin olması akıl dışı”yken; Bu “düzen(sizlik)”, derinleşerek yaygınlaşan bir eşitsizlik cehennemidir…
I.1) DERİNLEŞEREK YAYGINLAŞAN EŞİTSİZLİK
Mesela; Çocuk Vakfı’nca hazırlanan 2011’de Türkiye ve Dünya Çocuk Karnesi’ne göre, dünya çocuk nüfusu hızla artarken, çocuk ölümlerinde azalma olmadığına dikkat çekilerek, 800 milyon çocuğun yeterli beslenemediği, dünya çocuklarının 4’de 1’inin cılız olduğu belirtildi… 900 milyon çocuk temiz su içemezken; 850 milyon çocuğun da güvenli barınağı yok!
Mesela; 43 bin uluslararası şirketin yüzde 1’inden azı, dünya ekonomisinin yüzde 40’ını kontrol ediyor. ‘Süper yapı’ olarak isimlendirilen bu oluşum dünyada kârın yüzde 20’sini üretirken, ekonominin yüzde 60’ını oluşturan reel ekonomide önemli hisselere sahip!
Mesela; dünya hasılası 2010 senesi sonu itibarıyla 53.4 trilyon Avro düzeyinde gerçekleşmiş… ABD’nin dünya hasılası içindeki payı beşte birin çok az altında (yüzde 19.74) iken AB’nin yine dünya hasılası içindeki payı beşte birin biraz üzerinde (yüzde 21.68); dünya nüfusu tam yedi milyar, ama ABD artı Avrupa Birliği’nin toplam nüfusları yaklaşık sekiz yüz milyon, yani dünya nüfusunun yine yaklaşık yüzde on biri ama üretimleri dünya hasılasının yüzde kırkının biraz üzerinde; başka bir anlatımla dünya nüfusunun yüzde 11’i (ABD artı AB) dünya üretiminin yüzde 40’ını gerçekleştiriyorlar. ABD ve AB’nin dünya hasılası içinde payları yüzde yirmişer ama ABD’nin nüfusu 300 milyon, AB’nin 500 milyon olduğu için de ABD’de kişi başına gelir AB’deki kişi başına gelire oranla çok yüksek, iki katına yakın!
Mesela; küresel servetin yüzde 82.1’i, küresel yetişkin nüfusun yüzde 8.7’sinin elinde bulunuyor. ‘Credit Swiss’in ‘Küresel Servet Raporu’na göre, 230 trilyon dolarlık küresel servetin yüzde 38.5’i, serveti 1 milyon doların üzerinde yer alan yaklaşık 30 milyon kişinin elinde. Bu sayı, dünyanın yetişkin nüfusunun sadece binde 6’sı demek!
Bu kesimin 2010’da kontrol ettiği servetin oranı yüzde 35.6 idi. Yani büyüme sürüyor. Çıta, onda bir aşağı çekildiğinde de (100 bin doların üstündeki servet) durum daha çıplak biçimde ortaya çıkıyor; küresel servetin yüzde 82.1’inin, küresel yetişkin nüfusun sadece yüzde 8.7’sinin elinde bulunduğu anlaşılıyor.
Raporun listelerine bakılırsa ABD; 233 milyon yetişkinin sahip olduğu 58.1 trilyon dolarla küresel ligde birinci sırada yer alıyor. Yetişkin başına ortalama servet 248 bin dolar. Küresel çapta bakıldığında, serveti bir milyon dolardan fazla olan yetişkinlerin yüzde 34’ü ABD’de yaşıyor, sayıları ise 10 milyonu geçiyor.
Tersten bakalım; bin ABD dolarından daha az serveti olan yetişkinlerin oranı Afrika’da yüzde 61, küresel düzeyde ise yüzde 27! Yani her üç yetişkinden birinin “dünya malı” yok!
Mesela; Amerika’da bir işyerinde en tepedeki genel müdür ile işe yeni girmiş ofis boy arasındaki ücret farkı, eskiden en fazla 7 kat idi. Bugün bu fark, ABD örneğinde olduğu gibi 174 kata kadar çıkabiliyor!
Mesela; Alman Handelsblatt gazetesi, Yunan “zengin sınıfının” dünya bankalarında toplam 560 milyar Avro parası olduğunu açıkladı… Amerikan Merrill Lynch bankası, 2007’deki raporunda, AB ülkelerinde toplam 3 milyon “en zengin insanın” yine toplam 7.5 trilyon Avro’nun üzerinde oturduklarını açıkladı… Gelinen nokta, bildiğimiz anlamda kapitalizmin iflasıdır… Küresel ekonominin finans zenginliğini dünya nüfusunun yüzde birinin eline bıraktığı, kalan yüzde 99’dan da sürekli fedakârlık beklediği bir sistem daha fazla sürdürülemez!
“Mesela”lar kaçınılmaz olarak dikey ve yatay büyüyen yoksulluğu devreye sokarken, emekçi insan(lığ)ı bolluk içinde açlığa mahkûm eder…
I.2) DİKEY VE YATAY BÜYÜYEN YOKSULLUK
Sürdürülemez kapitalizm tarafından büyütülen dikey ve yatay yoksulluk dedim!
‘The New York Times’a göre, ABD’de zengin ve fakirler arasında artan uçurum “Amerikan rüyası”nı da olumsuz olarak etkilerken; her altı Amerikalıdan biri yoksul!
Ayrıca dünyada 800 milyon çocuk yeterli beslenemiyor!
‘Brookings Enstitüsü’nün araştırmasına göre, ABD kentlerinin aşırı yoksul mahallelerinde yaşayanların sayısı 10 yılda 3’te 1 oranında arttı. Bu bölgelerde yaşayanların yüzde 40’ının, ABD’de 4 kişilik bir aile için belirlenen yoksulluk sınırının altında yaşadığı kaydedildi… Yine 2008’deki mali kriz öncesine bakıldığında, Amerikalıların gelirlerindeki gerileme yüzde 6’nın üzerine çıkarken, yoksulluk içinde yaşayanların sayısı 46 milyonu aştı ve her 6 ABD’liden bir yoksullaştı!
Hollanda’da yoksul aile sayısı 2010 yılına göre yüzde 8.1 oranında arttı. Ülkedeki 7.4 milyon aileden 561 bini yoksulluk sınırı altında yaşıyor!
Almanya İstatistik Dairesi’nin verilerine göre, ülkede yaşayan göçmenlerin yüzde 26’sı yoksulluk sınırında yaşıyor!
İsveç’te on yıl içinde yoksulluk içinde yaşayan ailelerin 2 katına çıktı. On yıl önce yüzde 8 civarında olan yoksul çocukların oranı yüzde 15’e yükseldi. Bu, refah toplumunun en gelişkin örneği olarak gösterilen İsveç’te 220 bin çocuğun yoksulluk içinde yaşadığı anlamına geliyor… Ayrıca 15 bin evsiz ile İsveç’te evsizlik büyük bir toplumsal sorun olmaya devam ediyor!
Tarihçi Elena Nikolaidou’nun ‘Kıtlıkta Beslenme Önerileri’ başlıklı yapıtının en çok satanlar listesine girdiği Yunanistan’da, ‘İstatistik Kurumu’nun (ELSTAT) hazırladığı ‘2010 Gelir ve Yaşam Koşulları Raporu’na göre, nüfusunun yüzde 20.1’i yoksulluk riski ile karşı karşıyayken; her 5 kişiden biri yoksul…
Erkek nüfusun yüzde 19.3’ü, kadınların da yüzde 20.9’unun yoksulluk tehdidi altında… Nüfusun yüzde 22.7’si yeterli beslenemiyor, yüzde 15.4’ü ısınma, yüzde 18.8’i de elektrik, su ve telefon masraflarını karşılayamıyor!
Birleşmiş Milletler (BM) Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) açıklamasına göre, yerkürede 925 milyon insan yatağa aç giriyor.
Bu, dünya nüfusunun yüzde 13.6’sı ve önemli çoğunluğu gelişmekte olan ülkelerde olmak üzere 7 insandan birinin yatağa aç girdiği anlamına geliyor. Çocuklar, açlığın en görünür kurbanları. Dünyada yılda 10.9 milyon çocuk ölümünün en az yarısı yetersiz beslenmeden kaynaklı. Yani 5 milyondan fazla çocuk, açlıktan yaşamını yitiriyor.”
Kötü-yetersiz beslenmenin gelişmekte olan ülkelerdeki çocukların 3’te 1’ini etkiliyor. Aç çocukların yüzde 70’i Asya, yüzde 26’sı Afrika kıtasında!
Evet, dünyadaki açların sayıları 1 milyarın kapısına dayanmış durumda…
Bilim adamlarının yıllardır bu konuda alarm çanlarını çalmalarına karşın, seslerine kulak veren yok. Tok açın hâlinden anlamıyor. Daha da vahim olan, bu insanlık ayıbının uzun yıllardan bu yana artarak sürüp gitmesi, önünün bir türlü kesilememesi.
BM bünyesinde yıllardır açlıkla savaşan İsviçreli bilim adamı Jean Ziegler’in, ‘Kitle İmha Silahı’[3] başlıklı yapıtında, “Açlıktan ölen her çocuk, tasarlanmış bir cinayettir,” deniyor!
Oysa uzmanların yaptıkları hesaplamalara göre dünya, 6 milyarlık nüfusunun iki katını yani 12 milyar insanı rahatlıkla doyurabilecek kapasitededir. Bu durumda asıl faili başka yerlerde aramak gerekmektedir. Bu da uzun zamandır kimse için sır değil. Gıdadan yana sıkıntı yoksa, dünyada açlıktan her 5 saniyede bir insan neden ölmektedir? Bu, günde 37 bin insan anlamına geliyor!
I.3) “YDD” TAHRİBATINA 9 SOMUT ÖRNEK!
Bu tablo kaçınılmaz biçimde “YDD” tahribatını devreye sokarken; bu da bir insan(lık) yıkımına tahvil oluyor…
İşte bu konuda birkaç örnek!
Birinci örnek: Avrupa’nın en zengin ülkesinde bile düşük gelirlilerin ömrü daha kısa
Almanya’da 60 yaş üzeri halkın yüzde 26.4’ünün çalışabildiği, dolayısıyla ezici çoğunluğun işsiz olduğu, bu nedenle de “ancak öldürmeyecek kadar” bir emekli maaşı alabildiğine dikkat çekilirken 67 yaşında emekliliğin bu insanlar için “mezarda ve yoksul emeklilik” anlamına geldiği anımsatıldı!
İkinci örnek: Ekonomik krizin pençesindeki Yunanistan’da fuhuş artıyor... Çok sayıda ev kadını ve üniversite öğrencisinin fuhuşa yöneldiğini yazan ‘Proto Thema’ gazetesi, “Atina’da her gece çoğu ev kadını 3 bin Yunanlı müşteri avına çıkıyor,” diyor!
Üçüncü örnek: “Dünyada, her sene ortalama 1 milyon çocuk seks ticaretine kurban gitmektedir, parayla alınıp satılarak veya kaçırılarak seks turizminin, pornografinin ve fuhuşun bir parçası hâline getirilmektedirler. 5 yıl öncesine kadar çocuk seks turizminin yaşandığı yerler Tayland, Kamboçya, Hindistan ve Filipinler iken, çocuk seks turizmi şimdi Kostarika, Brezilya, Meksika ve Orta Amerika’da da yaygınlaşmıştır. Araştırmalara ve tahminlere göre Kamboçya’daki 800.000 fahişenin üçte birini çocuklar oluşturuyor. Çocuk fahişelerin sayısı Tayland’da 800.000, Endonezya’da 400.000, Hindistan ve Filipinler’de 100.000, Brezilya’da ise 500.000-2.000.000 gibi korkunç sayılarla ifade ediliyor.
Çocuk seks ticaretini, dünyadaki çatışmalardan, savaşlardan ve insan kaçakçılığından ayrı düşünmek mümkün değildir. Örneğin Kosova savaşından sonra, çeteler ailelerden 1000 Amerikan Doları’na aldıkları çocukları Yunanistan ve İtalya’da iki katına satmışlardır.
Dördüncü örnek: İnsan ticareti ya da insan kaçakçılığı, büyük kazanç sağlamak için (zorla çalıştırma, fuhuş, organ ticareti) yapılmakta. Fuhşa zorlanan ya da bunun için satılan kadınların sayısının yılda 700 bin ile 4 milyon arasında olduğu varsayılmakta... Cinsel kölelik düzeninden elde edilen kazançların yılda tahminen 12 milyar dolar olduğu varsayılmakta!
Beşinci örnek: Batılı dev ilaç şirketlerinin aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkede insanları kobay olarak kullandıkları ve binlerce insanın bu deneylerde yaşamlarını yitirdikleri iddialarına bir yenisi daha eklendi. ‘The Independent’ın haberine göre, 3 yıl içerisinde Batılı ilaç şirketlerinin yaptıkları deneylerde 893 Türk yaşamını yitirdi. Kurbanların sayısı Güney Kore’de 2861, Brezilya’da 2521, Çin’de ise 2520 kişi olarak veriliyor.
Gazete, sadece Hindistan’da bir yıl içinde gerçekleşen 1600 klinik deneyde 150 bin kişinin para karşılığı ya da tedavi umuduyla kobay olmayı kabul ettiğini yazdı. Habere göre, yasaların gevşek olduğu Hindistan’da aralarında AstraZeneca, Pfizer, Merck’in de yer aldığı dev Batılı ilaç şirketlerinin kullandığı kobaylar arasında okul çağındaki genç kızlar da bulunuyordu ve 13 yaşındaki Sarita adlı bir genç kız, ailesinin bilgisi dışında kobay olarak kullanılırken akciğerlerinin iflas etmesi sonucu öldü!
Altıncı örnek: Ekonomik kriz ve işsizlikle boğuşan İspanyollar, umudu Noel piyangosuna bağladı. 1892 yılından bu yana oynanan Noel piyangosunda, 2011 yılında büyük ikramiye 4 milyon Avroya yükseltildi!
Yedinci örnek: İtalya’da beş yatırımcı, ekonomik kriz nedeniyle içine düştükleri güç koşullarla baş edemeyerek peş peşe yaşamlarına son verdi. Ekonomik ve sosyal araştırmalar enstitüsü Eures’in 2009 yılını temel alarak yürüttüğü bir araştırma ise Çizme’de her gün işsiz durumdaki bir vatandaşın yaşamına son verdiği gerçeğini ortaya koydu.
Araştırma, ekonomik sıkıntılarla mücadele edemeyerek intihara yönelenlerin çoğunlukla erkekler olduğunu yansıttı. Küresel krizin ilk izlerinin gözlenmeye başladığı, Lehman Brothers’ın iflas ettiği 2009 yılını odak alan Eures’in araştırmasında İtalya’da 2986 kişinin intihar ettiği açıklandı.
2008 yılında İtalya genelinde 2828 intihar vakasının kaydedildiği bilgisini aktaran araştırma 2009’da gözlenen artışın yaşanan ekonomik krizle ilişkili olduğunu yansıttı. 2009’da yaşamlarına son veren 2 bin 986 kişiden 357’sinin işini kaybedenler olduğu, 2008 yılında işsiz kaldıkları gerekçesiyle ise 260 kişinin intihar ettiği belirtildi. Global krizin ilk etkilerinin yaşanmaya başladığı 2009’da İtalya’da işsiz kalarak bunalıma sürüklenen ve çareyi intiharda görenlerin 2008’e oranla yüzde 37.7 arttığı dikkat çekti!
Sekizinci örnek: İsveç’in Vänersborg yerleşim biriminde ‘Carema’ adlı şirketin işlettiği bir yaşlılar bakımevinde kalan 90 yaşındaki Anneli Möller açlıktan yaşamını yitirdi. Örebro ilinde bir başka yaşlı Margit Larsson alarm düğmesine defalarca bastı. 2 saat sonra görevli hemşire geldiğinde Larsson geçirdiği kalp krizi sonucu yaşama gözlerini yummuştu. Vänersborg şehrinde bir başka yaşlı düşerek beyin kanaması geçirdi. Olay gizlendi ve belediyeye bildirilmedi.
Bunlar iki yıl içinde Sağlık Sosyal Yardım Müdürlüklerine iletilen 369 şikâyetten sadece bazıları. Rekabetin eğitim, sağlık ve yaşlılık bakımı gibi hizmetlerin kalitesinin artmasına yol açacağını iddia ederek özelleştirmelere giden İsveç’te skandallar birbirini izliyor. Daha önce devlet ve belediyelerin sorumluluğunda olan sağlık ve yaşlılık bakımını devralan şirketler aşırı kârlar ederlerken özelleştirmelerin faturalarını toplumun en güçsüz kesimlerini oluşturan hastalar ve yaşlılar ödüyor. Özel şirketler yaşlıların yiyecekler, kullandıkları bezler ve sabunlar dahil her şeyde tasarrufa gidiyor. Yapılan araştırmalar yaşlılara doyabilecekleri kadar yiyecek verilmediğini, günlerce kirli bezlerinin değiştirilmediğini ve bazı yaşlılar bakım evlerinde sabun bulunmadığını gösterdi.
‘Carema’ şirketinin Stockholm’de bulunan Kastanya Yaşlılar Bakımevi’nde yiyecek ve temizlik malzemelerinde tasarruf yapılması için personele yarışma düzenlettirdiği ortaya çıktı. Özelleştirmelerden zarar gören bir başka kesim de sağlık çalışanları. Şirketler giderlerini azaltmak ve daha fazla kâr elde etmek için daha az personel alıyorlar. Bu uygulamaların mimarı ‘Carema’ üç yılda kârını beş kat artırdı. 2005 yılında 88 milyon kâr ederken bu miktar, 2009 yılında 624 milyon krona yükseldi. Şirketin kar oranı da yüzde 17.7’den yüzde 33.4’e yükseldi!
Dokuzuncu örnek: Oxfam, yoksul ülkelerde arazi satın alarak yerel halkı taşınmaya zorlayan uluslararası şirketlerin faaliyetlerinin giderek arttığını söylüyor. Oxfam, yayımladığı raporda 2001 yılından bu yana dünya çapında 200 milyon hektarı aşkın toprağın satıldığını ya da uzun vadeli kiralandığını açıkladı… Uluslararası şirketlerin kontrolüne geçen toplam arazinin hemen hemen yarısının Afrika kıtasında yer aldığını belirten Oxfam, Afrika’da satın alınan toprakların Almanya’nın yüzölçümüne denk düştüğüne dikkat çekti!
I.4) “YDD” HÂLİNİN “VERİLERİ”
Yaşanan tarihsel süreçte emeğin metalaşması ve değerinin gün geçtikçe düşürülerek sermaye birikiminde kullanılması, kuşkusuz Karl Marx’ın dediği gibi, “Tarihin kötü tarafından bir ilerletilmesi süreci”yken; sürdürülemez kapitalizmin “YDD” hâlinin “verileri” konusunda Eric Hobsbawn, “Genç erkek ve kadınların çoğu, içinde yaşadıkları zamanın kamusal geçmişiyle hiçbir organik bağı olmayan bir tür sürekli şimdide yetişiyor,” saptamasını dillendirken; kapitalist ahlâk(sızlık) aşılması gereken bir engel olarak emekçi insan(lık)ın karşısındadır…
‘Die Welt’in kamuoyu araştırmasına göre, birbiri ardına patlak veren krizlerin gençleri umutsuzluğa itip, geleceksizleştirdiği güzergâhta sürdürülemez kapitalizmin devreye soktuğu küresel felaketler, (Somali’deki kıtlık… Norveç’teki faşist kıyım… Yerküredeki savaş(lar)… Yunanistan’daki kriz…) burjuva medya tarafından insanlık tarihinin “kaderi”ymiş gibi sunuluyor! Soru(n)ların nedenleri ya “çalışmayan tembel insanlar”a bağlanıyor ya “bölgenin kaderi”ne!
Oysa ırkçılığı, yoksulluğu, kıtlığı besleyen kapitalizmdir; savaşların, yağmanın, eşitsizliğin nedeni emperyalizmdir!
Mark Fisher’in ifadesiyle,[4] içinde bulunduğumuz sistem siyasal hatta toplumsal sistem bütünüyle tüm ilişkilerin ve davranış kalıplarının şekillendiği bir yapıdır. Söz konusu yapı da “kapitalist gerçeklik”le somutlanan bir vahşettir!
Buna Jean Ziegler gibi, ‘Utanç İmparatorluğu’[5] da diyebiliriz…
Ziegler göre, inandırıldığımızın aksine, başka bir dünya mümkünken, öncelikle insanın kanını donduran kapitalizmin gerçekleriyle yüzleşmemiz gerekiyor.
Örneğin her yıl kaç Afrikalı canı pahasına ülkesini terk edip Avrupa’ya ulaşmaya çalışıyor? Yaklaşık iki milyon kişi... Sonuç? Sefalet ve ölüm… “Afrika hükümetleri balıkçılık haklarını yabancı kuruluşlara sattılar. Japonya, Kanada, Portekiz, Fransa ve Danimarka’nın fabrika-gemileri kıtanın sularını alt üst ediyor.
Yoksulluğa itilmiş, umutsuz, perişan Afrikalı balıkçılarsa kayıklarını teknelerini ucuz fiyata mafyanın insan kaçakçılarına satıyor ya da kendileri kaçakçılık yapmaya çalışıyorlar.” Ama gemileri açık denize uygun olmadığından çoğu batıyor ve insanlar ölüyor. Neden ölüyorlar? Çünkü Avrupa sahil koruma ve ilkyardım gemileri bu gemiler battığında yardıma gitmiyor.
Bunların altını çizen Ziegler, Afrika’da tarımın emperyalistlerce de yok edilişiyle ilgili de çarpıcı örnekleri verir…
“YDD” hâli elbette bunlarla da sınırlı değil!
Sahra Wagenknecht’in ‘Kapitalizm Komada’[6] başlıklı yapıtı söz konusu süreçte hükümetlerin, şirketlerin taşeronu hâline dönüşmeleriyle birlikte oluşan adaletsizlik ve yıkıma dikkat çekiyor.
Ayrıca da, bir avuç ekonomi çetesinin milyonlarca insanın hayatıyla oynaması sonucu ortaya çıkan yıkımı gözler önüne sererken; uzun menzilli füzeleri Kâbil’de kadın ve çocukları vurarak beş bin sivilin ölmesine neden olan ABD’nin, Unocal şirketinin önünü nasıl açtığını ve “Irak’a atılan ABD bombalarının neden olduğu yıkımın, Bechtel firmasına 600 milyon dolar” kazandırdığını gözler önüne seriyor!
I.5) SÜRDÜRÜLEMEZ KAPİTALİZM DEMOKRASİNİN REDDİDİR!
Buraya dek sıraladıklarımız ışığında açık, açık ve yüksek sesle ifade edersek; sürdürülemez kapitalizm demokrasinin reddidir!
“Kapitalizm demokrasiye metelik vermez. Zenginler arasında oynanan bir oyundur. Halklar da bu oyuna katılabilir,” Doğan Kuban’ın ifadesiyle…
Liberal kapitalizm eşittir demokrasi “iddiası”, bir yalan değilse; aptalca bir hurafeden başka bir şey olamaz…
Görüldüğü üzere “liberal kapitalizm eşittir demokrasi” hurafesi, kriz gerçeği karşısında bir kez daha alenen iflas ediyor.
İtalya ve Yunanistan’da yaşananlar, kapitalizmin krizinin sadece ekonomik değil, aynı zamanda ve kaçınılmaz olarak toplumsal ve siyasi bir kriz olduğunu da kanıtlıyor.
İflas eden, küreselleşme ideolojisinin yaydığı neo-liberal hayallerin yanı sıra burjuva demokrasisi “iddiaları”nın kendisidir.
Örneğin ‘The Economist’in, ‘Dünya Demokrasi Endeksi’ araştırmasına göre, 2011’de demokrasideki en büyük düşüş Avrupa’da gerçekleşti. Hiçbir Avrupa ülkesinin puanı 2010 yılına oranla artış göstermedi; Almanya, İtalya, İrlanda, İspanya, Portekiz, Yunanistan ve Finlandiya olmak üzere yedisinde düşüş yaşandı. Batı Avrupa’nın genelinde siyasi katılım düştü, güvenlik gerekçesi ile özgürlüklere yapılan kısıtlamalar arttı. ‘Demokrasi erozyonunun’ ana nedeni ise Avro Bölgesi krizi. En belirgin düşüş de seçilmiş liderlerin yerini teknokratların aldığı Yunanistan ve İtalya’da oldu.
Prof. Nikou Kotza’nın, “Avrupa’da borçlandırma yoluyla bir imparatorluk kurulduğu” için “otoriter demokrasiye doğru ilerlendiği” notunu düştüğü koordinatlardaki bu durum, anlamak isteyenler için kesin bir itiraftır!
Özetlersek: “Tarihin sonu”na gelmediğimizi biliyoruz…
Ancak şimdi Yunanistan’da, İtalya’da yaşananları gördükten sonra, “demokrasi”nin sonuna geldiğimizi düşünmeye başlayabiliriz. Hâlbuki, Avrupa Birliği bir “uygarlık projesi”, demokrasinin beşiği, Kopenhag Kriterleri, ülkeleri sivil asker bürokrasilerin elinden kurtaran bir demokratikleştirme aracı değil miydi?
Francis Fukuyama, “Doğu Bloku” çöktüğünde, “tarihin sonu”na gelindiğini açıklamıştı. Burada önümüzde “serbest piyasa”, dolayısıyla liberal demokrasi, dolayısıyla refah, istikrar, toplumsal olarak güvenlikli bir çağ açılıyordu. Bunun bize faturası en fazla, olaysız ve can sıkı bir yaşam olacaktı.
Ancak tarih savaşlarla, mali krizlerle, dinci akımların yükselişiyle, devrim, komünizm kavramlarını yeniden ortaya çıkaran toplumsal hareketlerle yoluna devam etti; “tarihin sonu” savının aslında, ABD hegemonyasını destekleyen fantezi olduğunu gösterdi.
“Bir başka muhafazakâr Amerikan yazarı Robert Kaplan ise 1997’de küreselleşmenin ilk mali krizi yaşanırken ve ilk karşı tepkiler ortaya çıkmaya başlarken The Atlantic Monthly’de ‘Demokrasi yalnızca bir an mıydı’ diye soruyordu. Kaplan’a göre Batı’nın büyük siyasi başarısı olan ‘demokrasi’ giderek bürokratik oligarşiye dönüşüyordu.
Kaplan, o zaman, bu dönüşümün kökeninde esas olarak dört önemli eğilim görüyordu.
Birincisi, ekonomik alandaki muazzam güç yoğunlaşmasıydı; dünyanın en büyük 100 ekonomisinden 50’sini dev şirketler oluşturuyordu. En büyük 200 şirket dünyanın toplam istihdamının binde 25’ini, ama ekonomik etkinliğin yüzde 28’ini gerçekleştiriyordu. En büyük 500 şirketse dünya çıktısının yüzde 70’ini üretiyordu.
İkincisi, bu kutuplaşmaya bağlı olarak seçkinler topluma hesap vermekten giderek daha çok uzaklaşıyor, kendilerini daha az sorumlu hissediyorlardı. Buna karşılık kitleler de adeta tüketen, üreten ‘koyunlara’ dönüşüyor, siyasete ilgilerini kaybediyorlardı…
Sonuç olarak Kaplan’a göre demokrasi olanaksızlaşırken yerini bürokratik oligarşik, otoriter rejimlere bırakmaya başlıyordu.”[7]
Evet Slavoj Zizek’in deyişiyle, “Kapitalizmle demokrasi arasındaki evlilik bitti”. Zizek’in bu sözleri belli bir kaygıyla söylemesinin nedeni demokrasinin geleceği hakkındaki karamsarlığı…
Zizek’in demokrasinin geleceği hakkında dile getirdiği kaygı Amerikan siyaset bilimci Robert Kagan’ın kitabında yaptığı bir tespitle de uyuşuyor.
“Tarihin Dönüşü ve Hayallerin Sonu/ The Return of History and the End of Dreams’ başlıklı yapıtında Kagan, önümüzdeki dönemin büyük mücadelesinin otoriter kapitalizmlerle olacağını savunuyor.
Bu durumda demokrasilerin, bu ekonomik kriz ortamında kendilerini nasıl tahkim edecekleri önemli bir sorun olarak gündemde duruyorken; yaşanan ekonomik kriz bu meseleyi gündeme taşıyor. 1930’larda yaşananlar hatırlanırsa, o dönemin ağır ekonomik krizi, orta sınıfların çökmesi ve paniği otoriter/ totaliter rejimlere doğru bir kaymanın önkoşulu olmuştu.
II) BÜYÜK BUHRAN VE…
Yüzlerce girift bağıntısı içinde sürdürülemez kapitalizmin büyük bir buhran ile yüzleştiği herkesin bilgisi dahilinde…
Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Christine Lagarde’ın, küresel ekonominin 1930’lu yıllardaki gibi büyük bir buhranı yaşama riskiyle karşı karşıya olduğuna dikkat çektiği düzlemde dünya kapitalizm sisteminin artık 1950 sonrası sosyal refah devleti biçimde evrimleşmesi mümkün görünmüyor. Çünkü bu pahalı bir modeldi, kendine özgü bir süreçti ama yaratılan kâr, sistemi sürdürmeye yetmedi ve 1970’lerde tıkandı; bu tıkanıklık da 2008 krizini doğurdu.
Aslında 1990’larda sosyalizmin likidasyonuyla kapitalizm ilk yıllarına, vahşi dönemine döndü. Acımasızca bir sömürüye denk düşüyor bu. Kapitalist kâr hırsı olduğu sürece bu sorunlar katlanarak devam edecektir.
Doğayı ve insan(lar)ı çürüterek yoluna devam eden kapitalizm, krizsiz düşünülemez, kriz ve yıkım kapitalizmin doğasında var, yani ona mündemiçtir.
Kapitalizm çoğaltarak yarattığı soru(n)ları çözmeye muktedir değilken; mevcut durum “Çekirge kaç kez zıplayacak?” sorusu ile tarif edilebilir…
Görüldüğü ve yaşandığı üzere, mevcut durum sistemin sürdürülebilir olmadığını gösteriyor.
Dünya ekonomisi, 2008’den itibaren bunalım içinde yaşıyor. Yüksek işsizlik, özellikle metropol ekonomilerde, OECD ülkelerinde sürüyor. Gelir dağılımı hem ülkelerin içinde, hem ülkeler arasında giderek bozuluyor. Hemen hemen her ülkede en zengin ilk yüzde 10’a giren hanehalkının harcanabilir geliri, en fakir yüzde 10 grubuna göre çok daha hızlı artıyor. Gelir dağılımında bozulma İsveç, Finlandiya, Norveç gibi ülkelerde dahi gözlemleniyor.
“Kriz kâhini” diye anılan Nouriel Roubini’nin, ‘The Wall Street Journal’a, “Karl Marx haklıysa bir noktadan sonra kapitalizm kendini yok edebilir. Piyasalar bu aşamada çalışmıyor” demesi ya da ‘The New York Times’a yazdığı makale ABD’li milyarder Warren Buffet’in de, “Zenginlerin fazlasıyla şımardığına” dikkat çekmesi boşuna değildir.
Dünya ekonomisinin bir fotoğrafı çekilse, yüksek işsizlik, bozulan gelir dağılımı, tam istihdamın çok altında bir faaliyet düzeyi, büyüyen bütçe açıkları, artan borç krizi riski görüntülenir. Dünya ekonomisinin süreğenleşen, kronikleşen bu kriz ortamından kurtulup kurtulamayacağı da belirsizdir.
Ege Cansen’in, “Krizin, bedavaya çözülmeyeceği malûm; anlaşmazlık hesabı kimin ödeyeceğindedir,” saptamasının güncelleştiği tabloda; Taha Akyol’un, “İşte kapitalizmin tarihinde bir “büyük kriz” daha gelip çattı. Öncekiler gibi bunun da hasarı olacak, yeni kurallar ve kurumlarla bu da aşılacak… Allah kolaylık versin!” avuntusu, gece mezardan geçerken ıslık çalmaya benzer!
Çünkü dünya ekonomisi çok korkutucu bir döneme girmiş bulunuyor. Piyasalardaki sert dalgalanmalar bu yeni durumun bir semptomu. Kapitalizmin dünyayı, bugün olduğundan daha büyük felaketlere sürüklemesini engelleyecek güçlerin acilen ortaya çıkmasına insanlığın her zamankinden daha çok gereksinimi var...
Kolay mı?
‘The Economist’in, dünya ekonomisinin bir karadeliğe doğru gidişini gösteren kapakla çıkarken; kapakta “Politikacılar dünya ekonomisi için bir şey yapana kadar... korkun” ifadesinin yer aldığı; Nouriel Roubini’nin, 2013’te dünyanın yeni bir krize sürükleneceğini belirtip, ABD, Avrupa ve Çin’in ötelediği sorunların 2013’te su yüzüne çıkacağını söylediği; ekonomide olacakları tahmin etmekteki başarısından ötürü “tatlı cadı” lakabı verilen Meredith Whitney’in, ABD ekonomisinde çift dip tehlikesi gördüğünü söylediği; ‘Alman Ekonomik Araştırma Enstitüsü’ üyesi Prof. Ali Bayar’a göre ikinci patlamanın gelmekte olduğu bir süreçtir yaşanan!
Ayrıca küresel krizin kontrol altına alınması konusunda artık çok geç kalındığını belirten Brüksel Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Bayar, “Büyük kriz kaçınılmaz boyutlara ulaşıyor” derken unutulmasın: Her kriz dönemi gündeme gelen Karl Marx, aslında eserlerinde hiçbir zaman krizlerin kapitalizmi çökerteceğini savunmadı.
Tam aksine Marx, kapitalizmin aynı zamanda bir krizler tarihi olduğunu söylemiş ve kriz dönemlerinde eğer işçi sınıfının bir çatışmaya girip kazanamaması durumunda yine kaybedenin işçiler olacağını ve kapitalizmin sermaye birikimini yenileyeceğini ileri sürmüştü.
Marx’ın esas öngörüsü asıl olarak krizlerin, politik çatışmalara zemin hazırlayacağı yani sınıf mücadelesine ilişkindi…
II.1) AB HAYALETİ + AMERİKAN KÂBUSU = ÇÖKÜŞ
“AB Hayaleti + Amerikan Kâbusu = Çöküş” formülünde somutlanan kriz, politik çatışmaların yani sınıf mücadelelerinin engin zeminini oluştururken; AB ve Avro hayaleti hakkında Saruhan Özel, “Avro bölgesi çökmezse Avro çöker,” diyor…
George Soros da, Avro’nun çökmesi ve Avrupa Birliği’nin dağılmasının küresel finans sistemi üzerinde felaket boyutunda etkiler yaratacağını; ‘The Economist’ de Avro’nun dağılması hâlinde dünyayı bir felaketin beklediğini; ‘The Financial Times’ yazarı Wolfgang Münchau ise Avrupa’nın bir yıkımın eşiğinde olduğunu söylüyor…
Söz konusu tabloda Almanya Başbakanı Angela Merkel, “Avro çökerse Avrupa da çöker deyişimin sebebi bu,” derken; Avrupa’nın ortak para birimi resmen çöküyor, Avro korkusu hızla yayılıyor. Avrupa’nın ortak para biriminin yakın gelecekte çözüleceğine dair beklentiler yeni boyutlar kazandı. Borç krizinin AB’nin ortak para biriminin yürürlükten kalkmasıyla sona ermesi hâlinde, bunun yıkıcı etkilerine karşı küresel dev sanayi şirketlerinin ve bankaların her gün yeni önlemler aldıkları ortaya çıktı. Bankalar “acil önlem” programları hazırlarken büyük sanayi ve ticaret şirketleri de “Avro Sonrası Dönem” için şimdiden çıkış yolları üzerinde çalışıyor.
Bu kapsamda Mark Leonard, “Uluslararası piyasalar Avro’yu değil Avrupa projesini sorguluyor”;[8] AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, “Avrupa’nın kendisini dönüştürmesi gerek yoksa çökecek,” derlerken; ‘The Financial Times Deutschland’, Avro bölgesinin bitişe doğru adım attığını belirttiği, ‘Avro Bölgesi Uçurumun Kıyısında Dans Ediyor’ başlıklı makalesinde, “Uluslararası finans piyasalarındaki birçok aktör, Avro bölgesinin uçurumun kıyısında dans ettiğinden ve hatta öne doğru o nihai adımı bile attığından emin” görüşü dile getirip, uluslararası piyasalardaki birçok etkili aktörün Avro bölgesinin çöküşün eşiğinde olduğuna inandığı görüşünü dillendiriyor!
Kolay mı?
Avrupa Bankacılık Otoritesi (EBA), stres testi sonuçlarına göre, AB’deki 90 bankadan, 8’i testte başarısız olurken 16 banka sınırı zor geçti. Başarısız 8 bankadan 5’i İspanya, 2’si Yunanistan ve biri Avusturya bankası oldu.
Prof. Carmen Reinhart’ın söylediği gibi, “Ağır çekim tren kazasına” tanık olunurken; “AB” deyip geçilemez…
Çünkü AB dünyanın en büyük pazarıdır, dünya piyasasında ABD’nin yeri yüzde 12 iken AB’nin yüzde 17’dir. Dünya askerî harcamalarındaki yüzde 21’lik yeri ABD’nin aşağısında olmadığı gibi Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’in toplam oranının iki katıdır.
Böylesi bir gerçekliğin alt üst olması, devasa bir ölçekli bir çöküşün kapısını açar; hele hele buna Amerikan kâbusu eklenirse…
ABD Merkez Bankası, “Dünya ekonomisindeki aşağı yönlü risklerin daha da arttığı” vurgusuyla dünyaya karamsar bakıyorken; ABD’de kamu sektörü borcu 14.2 trilyon dolara ulaştı. Bu rakam Amerikan ulusal gelirinin yüzde yüzünü aşmak üzere... Bu sonuçta özellikle 2008’den bu yana verilmiş olan bütçe açıklarının rolü kuşkusuz çok büyük. 2008’de Amerikan bütçe açığı 1.4 trilyon dolar, yani ulusal gelirin yüzde 10’u düzeyinde idi.
ABD, 14.3 trilyon dolarlık borçlanma limitinin sınırına geldi. ABD’nin borç artışı: 2002’de 6.40; 2003’de 8.18; 2006’da 8.96; 2008’de 10.61; 2010’da 12.39; 2011’de de 14.50 trilyon dolardı…
ABD’nin 2011 bütçe açığı 1.6 trilyon dolar. Milli geliri 15 trilyon dolar olduğuna göre milli gelirinin yüzde 10.9’u oranında bütçe açığı var. Bu açığı kapatmak için mevcut borca ek olarak borçlanmaya mecbur. Borçlanamaz ise eski borçların vadesi gelen bölümlerini ve faizlerini ödeyemez.
Bu borcun alacaklısı kim?
Olan ABD ekonomisinden çok ABD ekonomisine endekslenmiş küresel ekonomiye olacak gibiyken; bir önemli konu da bu alacaklıların kimler olduğu...
Borcun 4.5 trilyonluk bölümü değişik ülkelerin aldığı hazine bonolarından oluşuyor. Bunun içinde Çin’in payı 1.2 trilyon dolar, Japonya’nın payı 0.9 trilyon dolar. 3.6 trilyon dolar ABD’deki bireysel yatırımcılara, sigorta şirketlerine, bankalara ve fonlara satılan kâğıtlardan oluşuyor. 6.2 triyon dolar borç ise Merkez Bankası, sosyal güvenlik sistemi ve kamu fonlarının portföyünde. Kabaca borcun yaklaşık yüzde 70’i iç borç benzeri bir borç.
Dünyanın en büyük ekonomisi ABD aynı zamanda dünyanın en borçlu ülkesi konumunda bulunuyor. IMF verilerine göre, ABD 15 trilyon 154 milyar dolarla dünyanın en borcuna sahipken bu ülkeyi 13 trilyon 930 milyar dolarla Japonya, 2 trilyon 904 milyar dolarla Almanya, 2 trilyon 702 milyar dolarla İtalya ve 2 trilyon 483 milyar dolarla Fransa takip ediyor.
Jim Stanford, kriz olgusunun aslında kapitalist pazar ekonomisinin kaçınılmaz bir parçası olduğu vurgusu[9] eşliğinde tüm bunlar bir çöküşün alâmetleridir!
Tam da bu alâmetlerden hareketle Ergin Yıldızoğlu’nun, “Brüksel ve Washington’dakilere bakarak “Tanrılar mahvedeceklerini önce çıldırtırlarmış” diyen Yunan atasözünü anımsarsam acaba çok mu iyimser davranmış olurum,” saptamasının altını özenle çizmeliyiz…
Çünkü “Kriz sıfır noktasına yaklaşıyor”…
Anımsanacağı üzere Slavoj Zizek, 2010 yılında yayımlanan ‘Living in The End Times’ başlıklı kitabının tanıtıldığı BBC’deki programda krizi sorgulayarak, “Küresel kapitalizm sıfır noktasına hızla yaklaşıyor. Çevre krizi, kapitalizmin ekonomik kriz yaşanıyor, bu sorunu çözecek şok tedavi kapitalizmi daha da acımasız kılacak,” demişti...
II.2) FAŞİZM(LER) VE YÜKSEL(TİL)EN IRKÇILIK
Evet, soru(n)lar kesinleşip/ keskinleşirken; krizin nasıl seyredeceğine ilişkin tahmin ve yorumlarda, “Çokça atıfta bulunulan tarihsel örnek de 1920-1940 Almanya’sı oluyor…
O kesitin kısa özeti şöyle; 1914-18 arasındaki Birinci Dünya Savaşı’nı kaybeden Almanya, savaşın yükü yanında ağır savaş tazminatıyla da yüz yüze gelir.
1921-1924 arasında hiperenflasyon dönemi yaşar. 1923’te Hitler’in başarısızlıkla son bulan “birahane baskını” olur.
1929’da ise ABD’deki borsa çöküşü ve izleyen dönemde büyük depresyon gelir. Büyük depresyonda, ekonomiler sert biçimde küçülür. En çok ABD ve Alman ekonomisi zarar görür. Alman sanayi üretimi, 1929=100 kabul edilirse 1932 yılına gelindiğinde 60’a düşer. 1932 sonunda yapılan seçimler sonucunda, Hitler’in Nasyonal Sosyalist Partisi iktidara gelir.
Sonrası malum,” diyen Uğur Gürses ekler: “Tarihin tekrarı mı?”
Herkesin malumu olduğu gibi 1929 Büyük Depresyonu’yla başlayan iktisadi kriz süreci faşizmin koşullarını beraberinde getirirken; Eric Hobsbawm da ‘Kısa Yirminci Yüzyıl’da, faşist dalganın, insanlığın başına nasıl bela olduğunu açıklayarak derdi ki: “1929 krizi olmasaydı kesinlikle Hitler olmayacaktı (…) Ekonomik çöküş, faşizmi dünya için bir tehlikeye dönüştürdü…”
Bu saptamalar eşliğinde Henri Michel şu soruyu dillendirir: “Faşizm ne zaman kapıyı çalar; kapitalizm onu yardımına çağırdığında mı yoksa ‘emperyalist bir tekelcilik’te başarıya ulaştığında mı?”
Sonra da ekler: “Faşizm, demokrasilerin kronik hastalığına karşı bir ‘çare’ olarak yeniden ortaya çıkabilir; otoriteye başvurma, aşırı özgürlüğe karşılık olabilir ve şefler, teknolojik uygarlıkta kendini yitik hisseden kişiler arasından birlikleri için asker toplayabilir.”[10]
Michel’in uyarısı, üzerinde düşünülmeye değer bir sorudur ki, 2010’da Noam Chomsky de şöyle der: “Hitler’in radyodaki bazı konuşmalarını anımsayacak kadar yaşlıyım ve onu alkışlayan güruhun karakter ve ruh hâlini anımsayacak bir hafızam var; ve şimdi burada, kendi ülkemde “faşizmin kara bulutlarının toplandığına dair içimde berbat bir duygu var.”[11]
Bitmedi!
İtalya’da anayasanın 12. maddesi “faşist parti”nin kurulmasını hukuken yasaklamasına karşın Silivio Berlusconi’nin yöneticisi olduğu Özgürlükçü Halkçı Parti’nin (Pdl) beş milletvekili, bu engelin kaldırılması amacıyla Senato’ya taslak yasa önerisi sunarken; İtalyan televizyon kanalı RAI’de konuşan Silvio Berlusconi, faşizmin “küçük ölçekte bir demokrasi” olduğunu söyledi.
Faşist lider Mussolini’nin günlüklerini de değinen Berlusconi, Duçe’nin günlüklerini yıllardır komodininde tuttuğunu, onun sevgilisi Claretta’ya yazdığı mektuplarda İtalyanları yönetmek konusundaki düşüncelerine hak verdiğini söyledi. Berlusconi, “İtalya’yı yöneten kim olursa olsun mutlak güce sahip olamıyor, yönetenin emir vermesi mümkün değil” dedi. Salonda Mussoli’nin başında olduğu rejimin, demokratik bir rejim olmadığını anımsatan bazı okurlara Berlusconi’nin, faşist yönetim için “küçük ölçekte bir demokrasiydi” diye yanıt vermesi dikkat çekti.
Bunlar “tesadüf” değil; tıpkı ırkçılığın yükselişi gibi…
Örneğin AB’nin eski komisyon başkanlarından Romano Prodi, “Avrupa artık her şeyden korkuyor!” diyerek durumu şöyle özetliyor: “Diğer Avrupalı ülkelerin (bu arada Türkiye!) korkusu, Çin’le rekabet korkusu, Afrikalı göçmen korkusu, krizden çıkamamak korkusu, Avro korkusu...” Liste uzayıp gidiyor. Prodi’nin unuttuğu ya da açıkça söylemekten kaçındığı “İslâm korkusu” da çabası... Bunlar üst üste binerek, tedirginlikleri, tatminsizlikleri katlıyor...
Avrupa çokboyutlu düş kırıklığını, sürekli aşırı sağ partilere kayarak dışa vuruyor. Gün geçmiyor ki Avrupa parlamentolarına ilk kez giren, ikinci/ üçüncü parti konumlarına yükselen ve giderek koalisyon hükümetlerinde yer alan yeni “aşırı sağ” parti haberleri medyada yer almasın...
Eski İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw’ın, “İslâmofobi Avrupa sokaklarında var” diye betimlediği aşırı sağcılığın yoğunlaştığı coğrafyada ırkçılık “olağan” gündem maddesine dönüşüyor! Mesela yabancıların durumlarının ekonomik ve politik olarak kötürümleştiği Almanya…
‘Welt am Sonntag’ın aktardığı resmi istatistiklere göre, 1990-2009 arasında 47 kişinin aşırı sağcılarca öldürüldüğünün belirtilmesine rağmen 1990’dan bu yana öldürülenlerin sayısının 182 olarak tahmin ediliyor.
Alman Sosyal Demokrat Parti Genel Başkanı Sigmar Gabriel’in, Almanya’da aşırı sağcıların yıllarca hafife alındığına işaret ederek, bunun değişmesi gerektiğini söylediği koordinatlarda; “Dönerci Cinayetleri” olarak bilinen ve yabancıları hedef alan ırkçı Neo-Nazi saldırılarına yönelik araştırmaya göre, saldırıların arkasında Alman devleti var.
Evet, evet, “Federal Almanya tarihin en büyük ve en kanlı skandalı olma yolunda ilerleyen, şimdilik 8’i Türk 10 cesedin üzerinde yükselen Neonazi cinayetlerinde, soruşturma giderek devlet sorununa dönüşüyor,” Osman Çutsay’ın deyişiyle…
Sadece Almanya mı? Elbette hayır!
Mesela Milano’da sağlık bakanlığına bağlı bir poliklinikte anne ve babasının yüksek ateş ve öksürük şikâyetiyle getirdiği 11 aylık Hintli bebek Beg’in, ailesi ve küçük çocuğun oturma izni sürelerinin dolduğu gerekçesiyle tedavi edilmeyip; Hintli babanın, “Bebek Hintli değil İtalyan olsaydı böyle mi davranacaktınız?” sorusuna memurun, “Siz İtalyan değil Hintlisiniz, üstelik kaçaksınız!” diye yanıt verdiği İtalya gibi…
Ya da Bulgaristan, İsviçre, Belçika, İsveç, Danimarka, Romanya, Ukrayna, Avustralya, Yunanistan, Macaristan, Avusturya, Finlandiya örneklerindeki üzere…
Veya “Refah içindeki kuzey ülkeleri yükselen ırkçı, yabancı düşmanı, bağnaz liberal ekonomi dalgasından kaçamadı,”[12] denilen Norveç…
Gerçekten de Ulla Jelpke’nin, “Breivik canice bir yangın çıkardı, ama bu yangına benzin birçok kaynaktan, toplumun ortasından geliyor. İşe de tam buradan başlanmalıdır,”[13] diye betimlediği Norveç örneği ırkçılık için bir işaret fişeğidir…
Ayrıca Hollanda’da aşırı sağının önderi ve siyasetin yükselen yıldızı Geert Wilders hakkındaki ırkçılık ve Müslümanlara karşı ayrımcılık suçlamalarıyla açılan davadan beraat ederken; İngiltere’de durum farklı değil…
Ve Paris’in Seine-Saint Denis banliyösündeki Romanların, İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudilerin ölüm kamplarına gönderildiği yöntemle tahliye edildiği Fransa…
Yerküre böyle işte…
Yani James Petras’ın, yeni yıl için öngörülerini sıraladığı makalede, 2012 yılını “Bir Kıyamet Manzarası” olarak betimlediği üzere…[14]
III) YA TÜRKİYE (Mİ?)!
Mukaddesatçı muhafazakâr milliyetçi yalanın, neo-liberal manipülasyonun Türkiye’si, giderek otoriterleşen vahşetiyle sürdürülemez kapitalist genelden bağışık değildir; olamaz da…
Kolay mı? Eski ABD Elçisi Morton Abramowitz’in, Türkiye’de rejimin otoriterleşmesinin kaygı verici olduğunu belirttiği bir coğrafyadır sözünü ettiğim…
Hani Muhammed Nureddin’in, “Uludere bir günlük değil, asırlık hata”;[15] Cengiz Çandar’ın, “Siyaset suç hâline gelirse”; Ahmet İnsel’in, “Her şeyi terörle mücadele konsepti içine sokmaya çalışmanın vardığı saçma ama mantıki bir sonuç bu”; “Güvenlik siyasetinin güvensizleştirici niteliği”[16] vurgularıyla betimlenen bu durumu ‘The Economist’ ise, “Ankara’yı Kızdırmayın” başlığı ile yayımladığı analizde şöyle tarif ediyor:
“Recep Tayyip Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi 2002 yılında iktidara geldiğinde birçok kişi, ülke için İslâmcı bir gündemi olmasından korkuyordu. Ancak bugün daha büyük bir korku, birçok kişinin giderek ilerleyen otoriterleşme olarak gördüğüdür”!
İş bunlarla sınırlı değil! ‘Dünya Tabipler Birliği’ de, Türkiye’de yönetim totaliter” vurgusuyla ekliyor: “Yasama organının yetkilerini yok sayarak anayasaya aykırı kanun gücünde kararname çıkarılması, ülkedeki yönetimin demokratik değil totaliter bir yönelimi olduğunu ortaya koymaktadır”.
‘The Financial Times’ın da başyazısında “Türkiye otoriter bir yönetime doğru sürükleniyor,” dediği Türkiye cezaevlerinde 4 bin 50’si tutuklu olmak üzere toplam 8 bin 190 kişi “terör”den yatıyor. Verili rakamlar, terörle mücadelenin “illegal yöntemlerle” yürütüldüğü 1990’lı yıllar seviyesine çıktı. Dikkat çeken bir başka konu ise bu sayının değişen ceza yasaların yürürlüğe girdiği 2005’ten itibaren hızla artması oldu.
Türkiye’de öğrenciler, gazeteciler, avukatlar, sendikacılar ve askerlerin de arasında bulunduğu çok sayıda kişi art arda tutuklanıyor. Çoğunun tutuklanma nedeni ortak: “Terör.” Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre, 31 Kasım 2011 tarihi itibarıyla tüm ceza infaz kurumlarında bulunan tutuklu ve hükümlülerin sayısı 127 bin 831 olarak kaydedildi. Bunlardan 8 bin 190’ını “terör” suçundan yatanlar oluşturdu. Bu rakam içinde 4 bin 50 kişi tutuklu, 393 kişi hükmen tutuklu, 3 bin 747 kişi ise hükümlü ise olarak sıralandı. Bu “terör” şüphelilerinin sayısı, özellikle terörle mücadelede sert politikaların uygulandığı 1990’lı yıllar seviyesi ile yarışıyor. Terör suçlamasıyla tutuklananların sayısı 1992’de 3 bin 62, 1993’te 4 bin 977, 1994’te 6 bin 412, 1995’te 7 bin 25 oldu. Toplam sayı ise şöyleydi: 1992: 3 bin 584, 1993: 5 bin 824, 1994: 7 bin 56, 1995: 8 bin 862.
1999’da toplam sayı 10 bin 348 olurken 2000’de çıkan afla hükümlülerin sayısında büyük değişiklik olmazken tutukluların sayısı 1000’in altında düştü. Ancak 2004 yılında devlet güvenlik mahkemelerinin (DGM) kaldırılarak yerine özel yetkili mahkemelerin kurulması ile, değişen Türk Ceza Yasası, Ceza Muhakemesi Yasası’nın 2005’te yürürlüğe girmesinin ardından rakamlar hızla yukarı çıktı. Özellikle 2004’ten itibaren her geçen gün terör şüphesiyle tutuklanan veya hüküm giyenlerin sayısı arttı. Özellikle tutuklananların sayısı hızla yükseliyor. Cezaevlerinde terör suçlamasıyla yatanların sayısı yıllara göre şöyle: 2004: 3 bin 788, 2005: 3 bin 630, 2006: 3 bin 835, 2007: 4 bin 520, 2008: 5 bin 439, 2009: 6 bin 328, 2011: 8 bin 190.
Polis devleti zulmü tam istim çalışırken; “KCK” soruşturması kapsamında tutuklanan ve Kocaeli 2 No’lu F Tipi Cezaevi’ne kapatılan eski DEP Milletvekili Mahmut Alınak, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a cezaevinden gönderdiği “İnsanlık Ölmüştür” başlıklı mektupta, Kandıra F Tipi Cezaevi’nde yaşanan işkenceyi şöyle anlatıyor:
“Amerikan Guantanamo hapishanesini aratmayan bir tecrit hüküm sürüyor. Ben 12 Eylül hapishanelerinde de yattım. Ağır işkenceler gördüm, ama soyundurularak aranmadım. Gel gör ki ‘ilahi adalet, kardeşlik ve insan hakları’ sözcüklerini dilinden düşürmeyen iktidarınız zamanında hapishanede soyundurularak arandım”!
Tutuculuğun toplumsal hayatın tüm cephelerini sarıp/ sarmaladığı tabloda, AKP’yi “demokratlık”la taltif eden liberal yanılsamalar karaya oturuyor…
Hayır “askeri vesayet”in yerini “demokrasi” değil; AKP patentli polis devleti aldı…
“İktidar geometrisinde yer değiştirme”[17] ile burjuvazi için “gitti” askeri vesayet, “geldi” polis devleti; emekçiler için değişen hiçbir şey yok…
III.1) “İYİ DE AKP Mİ” DEDİNİZ?!
Recep Tayip Erdoğan’ın ağzından “Polis rejimin güvencesidir,” diye haykıran AKP otoriter rejimin alâmet-i farikasıdır! (Bu arada “Polis iyi düzenin babasıdır,” diyen birinin de Büyük (Deli) Petro olduğunu anımsatmadan geçmeyelim…)
Görülmesi gerek: “Artık, AKP = Devlet olduğuna göre… Sadece AKP değil, Türkiye de yol ayrımında,” Mehmet Tezkan’ın eklediği gibi, “Karşımızda artık yeni bir AKP var…
İsimler aynı... AKP’yi de hükümeti de yöneten kişilerde bi değişiklik yok… (…)
AKP devlet oldu… Ve devlet gibi davranmaya başladı…
Örnek mi? Başbakan, partisinin grup toplantısında Uludere için ‘Gösterdikleri hassasiyet sebebiyle gerek Genelkurmay Başkanı gerek bölgedeki komuta kademesine teşekkür ediyorum,’ dedi”!
“… ‘Devlet’ yöneten AKP’ye evet; ‘devlet’leşen AKP’ye değil,” diyen Cengiz Çandar gibi AKP şakşakçısı liberal aymazların dikkatine: “… ‘İkinci Cumhuriyet’, ‘Demokratik Cumhuriyet’ derken nurtopu gibi bir ‘muhafazakâr cumhuriyet’imiz oldu.
AKP, demokratik seçim ile güçlü bir iktidara sahip oldu ve devlet mekanizmasının başına geçti, yeni bir ‘tek parti dönemi’ açıldı, olan budur…”[18]
Şimdi AKP, burjuvazi ve emperyalizmin sözcüsüdür; neo-liberal talan ve sömürü politikalarının amansız taşıyıcısıdır artık…
III.2) TÜRK(İYE) EKONOMİSİ
Yerküre “Büyük Buhran”la sarsılırken Saruhan Özel gibileri, “Kriz gelmiyor, krizden çıkılıyor,” diye zırvalasa da, ‘The Wall Street Journal’a göre, “Türkiye tehlikeli sularda yüzüyor”.
Ayrıca ABD ve Avrupa’nın borç sorununa çare bulunamamasının sıkıntıyı yaygınlaştırdığına dikkat çeken ekonomistlere göre, “Türkiye ciddi risk altında”.[19]
“İyi de ekonomi neden hâlâ su üstünde” mi?
Merkez Bankası ödemeler dengesi verilerine göre, Ekim 2011’de kaynağı belirsiz 946 milyon dolar giriş yaptı. Bu girişle birlikte 2011 yılının ilk 10 ayında Türkiye’ye giriş yapan kaynağı belirsiz para tutarı 2010 yılının aynı dönemine göre yüzde 676 artışla 1 milyar 693 milyon dolardan 13 milyar 140 milyon dolar düzeyine yükseldi!
Kabul edilsin ya da edilmesin Türk(iye) ekonomisi kara paranın, kayıt dışının ve suçun yüzü suyu hürmetine ayakta duruyor…
İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası (İSMMMO) Başkanı Yahya Arıkan, suç ekonomisinin temelde kayıt dışı ekonomi içinde büyüdüğüne ve bu durumun kamu düzeni açısından büyük tehlike oluşturduğuna dikkati çekerek, “Ekonominin kara deliğine dönüşen, insanlarımızın canına ve malına kasteden suç ekonomisinin önüne geçmek gerek” dedi.
Türkiye’de 2010’da 362 bin şişe kaçak içki yakalandı. Her şişenin yarım litre olduğu kabul edilirse, bu 181 bin litre kaçak içki demek. Verilere göre bunun en az beş, ortalama on katı yakalanmadan piyasaya sunuluyor.
Ayrıca İSMMMO’nun, ‘Suç Ekonomisinin Türkiye Bilançosu’ başlıklı araştırmasına göre 2010 yılında 27 kalemde Türkiye’de yasadışı faaliyetlerde oluşan ciro en az 8 milyar TL. Araştırmaya göre suç ekonomisini oluşturan; kriminal ve kaçakçılığa dayanan illegal sektörlerde toplam yıllık net gelir de en az 3 milyar 250 milyon TL.
İSMMMO’nun, Emniyet Genel Müdürlüğü Faaliyet Raporu verileri ile Birleşmiş Milletler ve OECD suç istatistikleri üzerinden yaptığı araştırmaya göre; 2010 yılında yakalanan 12 ton eroin baz alındığında tahmini yılda 60 ile 120 ton arasında eroin Türkiye’den kaçak olarak geçiyor. Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suçla Mücadele Bürosu’nun raporlarında da Türkiye’den geçen eroinin yılda 100 ton civarında olduğu kabul ediliyor. Bu rakamlarla eroinin sadece yurt içindeki cirosu yıllık en az 1.8 milyar TL’ye ulaşıyor.
Fuhuş yasal faaliyetle yasadışı faaliyetin iç içe geçtiği, insan kaçakçılığı ve organize suçla da organik bağları olan bir sektör. Türkiye’de 56 genelevde 3 bin kadın seks işçisi çalışıyor. Bunun dışında 15 bin civarında kayıtsız seks işçisi olduğu ileri sürülüyor.
Kara paranın, kayıt dışının ve suçun yüzü suyu hürmetine ayakta duran Türk(iye) ekonomisi, aynı zamanda rantiye bir asalak ve soyguncudur da…
Türkiye genelinde icraya düşen konut sayısı 2010 yılına göre yüzde 5 artarken; yalnızca Samsun’da 8 ayda çoğunluğu banka borçları kaynaklı 60 bin yeni dosya açıldı!
Bunlarla birlikte AKP hükümetinin 8 yılında, Cumhuriyet’in 80 yılda borçlandığından daha fazla borçlandı. Buna karşın üç kat daha fazla faiz ödedi…
Özel sektör AKP döneminde, önceki 80 yılda borçlandığından 7.5 kat daha fazla borçlandı, cari açık 4.5 kat daha arttı…
AKP, 80 yıllık dış ticaret açığını neredeyse 2’ye katladı. Üstelik 8 yılda 1 trilyon 117 milyar dolar kaynak kullanan hükümet, bunun sadece 77.1 milyar dolarını yatırıma ayırdı…
80 yılda 242.7 milyar lira borçlanan devlet 8 yılda 253,2 milyar lira borç altına girdi…
80 yılın sonunda 2 bin 200 dolar olan kişi başına kamu borcu, 8 yılda 2 bin dolar arttı…
Kişi başına borç 80 yılda 3 bin 700, 8 yılda 2 bin 800 lira birikti…
Hazine 80 yılda 150 milyar, son sekiz yılda ise 213 milyar lira borçlandı…
80 yılda 135 milyar lira olan faiz ödemeleri son 8 yılda 408 milyar lirayı buldu…
Sekiz yılda önceki 80 yıldan daha fazla dış borç biriktirildi…
80 yılda 43 milyar dolar dış borç biriktiren özel sektörün 8 yıllık dış borç artışı 150,1 milyar doları buldu…
80 yılda 56.2 milyar lira olan şirketler kesiminin bankalara olan borcu son 8 yılda 425 milyar lira arttı…
İşsizlik sorunu daha da ağırlaştı, işsiz sayısı rekor kırdı…
80 yılda 57 milyar dolar olan Türkiye’nin cari açığı son 8 yılda 256 milyar doları buldu. Çarklar sıcak parayla dönüyor…
Sıcak para 8 yılda Türkiye’de yılda ortalama yüzde 20 dolar faizi, borsada ise dolar bazında yılda ortalama yüzde 27.5 kazandı…
80 yılda 246 milyar dolar olan dış ticaret açığı AKP döneminde 440 milyar dolar oldu…
Karşılıksız çekler 2009’da 2 milyona yaklaştı, karşılıksız çeklerin tutarı ise 18 milyar liraya çıktı…
Protesto edilen senetlerin tutarı 7 kat arttı…
Vatandaşların bankalara borcu 30 katına çıktı ve borcu gelirinin yüzde 41.2’sine ulaştı…
Bankalara tüketici kredisi borcu olanların sayısı 7 kat arttı…
Batık tüketici kredisi ve kredi kartı borçları 70 kat arttı…
2.2 milyon kişi bankalara borcunu ödeyemez durumda…
Yıllık icra sayısı 18 milyonu buldu…
Eşitsizliğin büyüdüğü tabloda emekçilere düşen ise yoksulluktur!
Siz bakmayın Atilla Yayla gibi liberallerin, “Gelir eşitsizliği artıyor mu?” türünden zırvalarına!
Türk(iye) ekonomisinde derinleşerek, yaygınlaşan bir eşitsizlik girdabında yoksul ile zengin arasındaki uçurum büyüyor…
Mesela Türkiye’de milyonerler kulübüne 1 yılda 7 bin 405 milyoner eklenirken, milyonerlerin hesaplarında tuttukları mevduat ise 60 milyar 158 milyon TL artış gösterdi. 2011’in ilk 5 ayı itibarıyla milyonerlerin toplam mevduat hesaplarındaki tutar 2010 sonuna göre 13 milyar 558 milyon TL artarken, 5 aylık dönemde milyoner mudi sayısı 4 bin 562 kişi arttı. BDDK verilerine göre, Türkiye bankacılık sisteminde 2011’in Mayıs’ı itibarıyla 644 milyar 109 milyon TL’yi aşan mevduatın yüzde 47.2’si milyoner hesaplarında tutuluyordu.
Ayrıca ‘Ekonomist’ dergisinin 2004 yılından beri düzenlediği ‘En Zengin 100’ araştırmasına göre, Türkiye’de 100 kişinin serveti 216 milyar doları buluyor.
Koç Ailesi’nin 7 yıldır birinci sırada olduğu listede, ikinci sırada 6-8 milyar dolar servetiyle Şahenk Ailesi, Erol Türkan ve Şevket Sabancı aileleri ve Ülker ailesi yer aldı. Onları da 5-6 milyar dolarlık servetle Şarık Tara ve Eczacıbaşı aileleri izledi.
Bunların yanında 2011 yılında dördüncüsü açıklanan Türkiye’nin en büyük şirketlerinin belirlendiği ‘Fortune 500 Türkiye’ listesine göre, 2010 yılında listede yer alan şirketlerin net satışları yüzde 28, ihracatı yüzde 24.2, net kârı ise yüzde 22.2 arttı. Küresel krizin izlerini silindi.
Türkiye Katılım Bankaları Birliği Genel Sekreteri Osman Akyüz, Katılım Bankaları’nın 2011 yılının ilk yarısında net kârlarının 358 milyon TL olarak gerçekleştiğini açıkladı…
Bu kadarı yeter değil mi?
İsterseniz biraz da emekçilerin durumuna göz atalım!
Mesela kurumsal olmayan nüfusun yüzde 87.5’i (10 kişiden 9’u) “evden uzakta bir haftalık tatili”, yüzde 65.7’si “beklenmedik harcamalarını” ve yüzde 81.7’si “yıpranmış ve eskimiş mobilyalarını yenileme ihtiyacını” ekonomik nedenlerle karşılayamıyor. Ciddi finansal sıkıntıyla karşı karşıya olan nüfusun oranı olarak tanımlanan ve belirlenmiş 9 maddeden en az 4 tanesini karşılayamama ya da mahrum olma durumunu tanımlayan “maddi yoksunluk” oranı ise 2009’da yüzde 63 iken 2010’da yüzde 63.5’e yükseldi!
Kurumsal olmayan nüfusun yüzde 43.8’inin konutunda “sızdıran çatı, nemli duvarlar, çürümüş pencere çerçevesi vb.” sorunların varlığı belirlendi. Nüfusun yüzde 43.3’ünün oturduğu konutta “izolasyondan dolayı ısınma sorunu” yaşanıyor. Yüzde 61.4’ünün hanesinin ise taksit ödemeleri ve borçları bulunurken bu borç ödemelerinin yüzde 28.3’ünün hanesine çok yük getirdiği belirlendi!
Yine Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, 2011 yılın üçüncü çeyreğinde 2010 yılın aynı dönemine kıyasla gıda, içki ve tütün harcamaları yüzde 12.3, giyim ve ayakkabı harcamaları yüzde 10, konut, su, elektrik, gaz ve diğer yakıtlar için yapılan harcamalar yüzde 5.7 arttı. Yani halkın kazandığı paranın en büyük bölümünü gıda ve içecek harcamalarına ayrıldı!
Gelelim sağlıkta OECD’nin en kötülerinden biri olan ve her bin kişiye 1.6 doktor, 1.5 hemşire düşen Türkiye’nin göstergelerine…
Mesela Türk-İş’in raporuna göre, OECD’nin sıralamasında 30. olan Türkiye’de 4 milyon çocuk çalışıyor…
Mesela ‘Dünya Demokrasi Endeksi’nde 89. sıraya gerileyen Türkiye “Özgür Ülkeler” arasında 112’nci sıradaki “melez rejim, yarı özgür” ülke…
Yolsuzlukta 10 üzerinden 4.4 kötü puanla 56…
İnsani Gelişmişlikte 93’üncü...
Uzun Yaşamada OECD sonuncusu...
Emeklilikte geçirebildiğimiz 14.5 yıl ile OECD’de sonuncu...
Nüfusta Çalışan Oranı yüzde 44.3 yani OECD’de en düşük…
Genel Eşitsizlikte 84’üncü…
Cinsiyet Eşitsizliğinde 77. ve OECD’de sonuncu…
Eğitimde Eşitsizlikte 102’nci…
Gelirde Eşitsizlikte 65’inci…
Geçim Zorluğunda 34 OECD ülkesi arasında 32...
Eğitim, Okuma Becerisinde (34 OECD ülkesi arasında) 32...
Eğitim Harcamalarında (34 ülke arasında) 33...
Akıl Sağlığı yüzde 47. yani OECD’de sonuncu...
Bir şey daha: OECD’nin her yıl yayımladığı ‘Bir Bakışta Toplum/ Society at a Glance’ Raporu’na göre, eğitim harcamalarında 34 OECD ülkesi arasında 33. sıradayız…
‘İnsani Gelişmişlik Raporu’nun 15 yaş üstü yetişkinler arasında okuma yazma bilenlerin oranında dünya sıralamasında 97’nciyiz…
‘OECD’nin Bir Bakışta Eğitim 2011 Raporu’na göre ise nüfusun ortalama eğitim süresi 6.5 yıl ve OECD sonuncusuyuz...
Söz konusu tabloda 2 milyon 550 bin işsizin yüzde 30’u bir yılı aşkın süredir iş bulamayıp, 200 bini aşkın kişi de 3 yıldır iş arıyorken; TÜİK’in (devletin) 19 Aralık 2011’de yayınladığı bilgilere göre, Dünya Bankası ölçütlerinde (kurumsal olmayan) nüfusumuzun yüzde 16.9’unu teşkil eden 12.0 milyon yoksulumuz var. AB ölçütlerinde ise yoksul sayımız 16.9 milyon. Ve de toplam nüfusun yüzde 23.8’ini oluşturuyor.
Özetle TÜİK’in ‘2010 yılı için Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’na göre, Türkiye’de nüfusun yüzde 16.9’u yoksulluk sınırının altında. Kentsel ve kırsal yerler için ayrı ayrı hesaplanan yoksulluk sınırlarına göre, kentsel yerlerde bu oran yüzde 14.3, kırsal yerlerde ise yüzde 16.6 oldu. Sürekli yoksulluk riski altında bulunanların oranı ise yüzde 18 seviyesinde.
Mesela depremle sarsılan Van’da nüfusun yarısından fazlası yoksulluğun simgesi sayılan Yeşil Kart sahibi. Kentte, 28 bin kişinin ise sosyal güvencesi yok. İşsiz sayısı resmi rakamlara göre yüzde 20 civarında.
Bu arada Türkiye’de toplam nüfusun yaklaşık üçte birinin yaşadığı kırsal kesimde, ülkedeki tüm yoksulların yarısından fazlası yaşıyor.
Ayrıca Türkiye’de 42 bin çocuk sokakta yaşıyor; çocukların yüzde 11’i hiç okula gitmedi. 15-19 yaş arasındaki çocukların yüzde 38’i en az bir kez göç etmiş. 15 yaşından küçük çocukların dörtte biri yoksulluk sınırının altında.
İşte Türkiye! Ya insanı mı?
III.3) ÇÜRÜYEN TÜRK(İYE) İNSANLIK)INDAN KARELER
Norman Cousins’in, “Mergaseta jiyanê ne mirin e, di jiyînê de, di nava me de ew tişten ku me destûra mirinê dabe wan in,/ Yaşamın trajedisi ölüm değil, yaşarken içimizde ölmesine izin verdiklerimizdir,” sözüyle özetlediği tabloda Türk(iye) insanını çürütüyor…
Bu öyle bir şeydir ki, işlerliğiyle kötülüğü sıradanlaştırıp, toplumsallaştırır…
Hannah Arendt’in, ‘Eichmann Küdüs’te /Kötülüğün Bayağılığı-Eichmann in Jerusalem/ A Report on Banality of Evil’ başlıklı yapıtında işaret ettiği gibi, kötülük hiç de sanıldığı kadar sıradışı ve istisnai değil, tam tersine “sıradan ve yaygın”dır.
Kötülüğün “kendisine doğru ve görev diye dayatılan şeyi sorgulamayan insan”dan olduğunu vurgular. Korku ve baskı durumunda çoğu yerde veya çoğunluğun boyun eğdiğini ama yine de, ‘bazılarının’ böyle davranmadığını, insanlığın tek teminatının bu olduğunu söyler.
Arendt, genel gidişi sorgulama tavrı göstermedikçe, hepimizin kolaylıkla kötülüğün bir parçası olabileceğimize işaret ederken; bir yerde de Türk(iye) insanını betimler sanki!
İşte bunu kanıtlayan vahşet verileri!
1) Aydın’da Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Uygulama ve Araştırma Hastanesi’nde 21 Aralık’ta kalp yetmezliğinden vefat eden Hacer Yıldırım’ın (80) altın kaplama dört dişinin söküldüğü ortaya çıktı!
2) Yasal süresi dolmasına rağmen hamile kadınlara kürtaj yapan iki doktor ve iki yardımcısı gözaltına alındı. Doktorların kürtajla aldıkları bebekleri poşete koyup çöpe attığı belirlendi!
3) Tokat’ta biri zihinsel engelli 12 ve 14 yaşlarındaki 2 kız çocuğuna, taciz ve tecavüz ettikleri belirlenen, aralarında bir işadamı ve bir gazetecinin de bulunduğu 13 kişi 10 Ocak 2012’de ilk kez hâkim karşısına çıktı. Sanıklardan gazeteci Yüksel M’nin çocukların porno görüntülerini de kaydettiği belirlendi!
4) Iğdır şehirlerarası otogarının tuvaletinde 11 yaşındaki bir kız çocuğu tecavüze uğradı. Şikâyet üzerine otogarda tuvalet işleten M.K. yakalanarak tutuklandı. 4 yıl önce eşi tarafından terk edilen ve biri zihinsel engelli dört çocuğuna temizliğe giderek bakmaya çalışan anne Şükran Y, “Ona sahip çıkamadığım için hayatım boyunca kendimi affetmeyeceğim” dedi!
5) İnternetteki sosyal paylaşım sitesinde sahte isimlerle açılan sayfalarda tuzağa düşürdüğü yaşları 15-17 arasında değişen 3 kıza tecavüz edip zorla fuhuş yaptırdığı öne sürülen Seçkin Lütfü Ö. ile kızlarla birlikte olduğu iddia edilen 35 kişi yakalandı. Ö’nün küçük kurbanlarını “Sonunuz Münevver Karabulut’tan beter olur” diye tehdit ettiği belirtildi… İhbar üzerine harekete geçen polis, teknik ve fiziki takip başlattı. 10 gün kadar süren çalışmada uzman çavuşluktan ihraç edilen Seçkin Lütfü Ö.’nün, A.N. (17), N.R. (16), A.L. (15) ile adları açıklanmayan yaşı 18’den büyük 4 kadını erkeklere pazarladığını tespit etti!
6) İzmir’den, 2004 yılında 4 ağabeyi ile birlikte Edirne’ye taşınan 21 yaşındaki N.D. Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’ne başvurarak 12 yaşından beri 4 ağabeyinin kendisine tecavüz ettiklerini öne sürerek yardım istedi!
7) Tokat’ın Turhal ilçesinde 20 yaşındaki F. D. ve 18 yaşındaki Y. D. öz babaları M. D’nin kendilerine tecavüz ettiğini ve para karşılığı erkeklere pazarladığını belirterek polisten yardım istedi!
8) Mersin’in Mut ilçesinde oturan annesi H. C’nin ikinci evliliğini yapmasının ardından Karaman’daki teyzesi F. S’nin yanında kalmaya başlayan 14 yaşındaki K. Ç. teyzesi tarafından para karşılığı zorla erkeklerle cinsel ilişkiye girmeye zorlandı!
9) Bursa’nın Osmangazi ilçesinde, kendisinden 2 yaş küçük kız kardeşini para karşılığı pazarladığı iddia edilen 30 yaşındaki abla suçüstü yakalandı!
10) Adana’nın merkez Yüreğir ilçesinde yaşayan 12 yaşındaki ilköğretim öğrencisi F.H. okulda rahatsızlanınca Adana Çocuk Hastanesi’ne götürüldü. F.H’nin hamile olduğunu belirleyen doktorlar durumu polise bildirdi. Psikologlar gözetiminde ifadesi alınan F.H. 2 erkeğin kendisiyle cinsel ilişkiye girdiğini, annesi K. H’nin de buna göz yumduğunu anlattı… F.H. annesiyle evine gittikleri M. A. İ. ile arkadaşı M. T’nin kendisiyle ilişkiye girdiğini sonrasında da sanıkların annesine 5 lira verdiğini anlattı. Anne K. H’nin ifadesinde sanıkların ısrarı üzerine “Kızını elle okşamalarına izin verdiğini” ileri sürerek “Bu kişilerin bu kadar ileri gideceklerini bilmiyordum. Dolmuş parası olarak da 5 lira verdiler. Para karşılığı kızımı pazarlamadım” dedi!
11) Adana’nın merkez Seyhan ilçesinde babasından ayrı yaşayan annesiyle kalan K.G (16) adlı kız sosyal paylaşım sitesi Facebook’ta M. E. ile tanıştı. K. G., 2011’in ağustos ayında evden ayrılarak erkek arkadaşı M. E. ile kaçtı. M. E., küçük kızla birkaç gün birlikte olduktan sonra K.G.’yi arkadaşlarına pazarladı. Bırakıldığı kişiler tarafından başkalarına pazarlanan ve uyuşturucu satmaya zorlanan K. G., 16 günde 23 kişinin tecavüzüne uğradı!
12) Kahramanmaraş’ta, ormanlık alanda 12 yaşındaki bir kız çocuğunun cesedi bulundu. Polis, Ş.D’nin, tecavüz edildikten sonra öldürüldüğü ihtimali üzerinde duruyor!
13) Şanlıurfa’da iki günde hastaneye başvuran 11 kız çocuk hamile… Hastaneye başvuran yaşları 14 ile 17 arasında değişen 11 kızdan birisi doğum yaparken 10’unun da hamile olduğu ortaya çıktı… Pazar ve pazartesi günü peş peşe hastaneye başvuran ve yaşları 14 ile 17 arasında değişen, B.M., H.Ç., S.M., Ş.Ç., T.B., Ş.Ç., Z.Ç., K.M., S.Ç. ve S.A’nın da hamile olduğu belirlendi!
14) 8 yıllık eşi Dilek E’yi otomobil alacak parayı kazanması için fuhuşa zorladığı iddia edilen Bayram E. hakkında 8 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı… Seyhan ilçesinde seyyar satıcılık yapan Bayram E, iddiaya göre; 17 Ağustos’ta, tezgâhına gelen 2 kişiye, para karşılığı eşiyle cinsel ilişkiye girmeyi teklif edip evine götürdü. Kocasının eve iki erkek getirdiğini gören Dilek E. ise, “Eşim beni araba parası kazanmam için fuhuşa zorluyor” diye polisten yardım istedi!
15) Akçadağ ilçesine bağlı Kepez köyü Mehmet Çelik İlköğretim Okulu’nda 7. ve 8. sınıfında okuyan kız öğrenciler, M. K. (12), A. A. (12), F. A. (13), M. B. (13), Y. H. Ö. (12), E. A. (15), E. Ç. (11), M. K. (12), Z. Y. (13), B. K. (13) ve H. P. (10) okulda sınıf öğretmeni olan M. E. Ş’nin (34) kendilerini sözlü ve fiziki olarak taciz ettiğini kendi öğretmenleri A. B’ye bildirdi. A. B’nin de durumu okul müdürüne bildirmesi sonrasında M. E. Ş. isimli öğretmen hakkında soruşturma başlatıldı. M.E.Ş’nin görevinden istifa ettiği öğrenildi!
16) Yıldırım ve Osmangazi ilçelerinde, otobüs duraklarında bekleyen kadın ve çocuklara cinsel tacizde bulunulduğu şikâyetleri üzerine polis harekete geçti. Şüphelinin, 43 ayrı suçtan kaydı bulunan Ersel Argun olduğu ortaya çıktı. Bir ay önce cezaevinden çıkan, evli ve 2 çocuk babası Argun, çıkarıldığı nöbetçi mahkemece tutuklandı. Argun’un, iki ay önce Gemlik’teki Yarı Açık Cezaevi’nde cezasını çekerken dosya taşımak için geldiği Bursa Adliyesi’nde öğle tatili nedeniyle verilen aradan yararlanıp B.A. isimli kadına cinsel tacizde bulunduktan sonra arkadaşlarının yanına döndüğü ortaya çıktı!
17) Manisa’da eşinden ayrı olarak 5 yaşındaki oğlu Y.E. ile birlikte yaşayan Fadime Esen (23), telefonla tanıştığı Yakup Aslan’ın daveti üzerine İstanbul’a taşındı. İkili birlikte yaşamaya başladı. Ancak Yakup Aslan, çocuğu banyoya kilitleyerek dövmeye başladı. Kendisi de şiddete maruz kalan Fadime Esen, 22 Temmuz 2010 günü evden kaçarak durumu polise haber verdi. Küçük Y.E. ağır yaralı olarak kurtarıldı. Çocuğun tırnağının çekildiği ve kafasının duvara vurularak işkenceye uğradığı tespit edildi!
18) Konya’da 9 yaşındaki F.K., altını ıslattığı gerekçesiyle üvey annesi L.K. (35) tarafından banyoda cinsel organı, yüzü ve vücudunun çeşitli yerleri ateşle tutuşturulan gazete kâğıtlarıyla yakıldığı iddiasıyla hastanede tedavi altına alındı!
19) Tekirdağ’da lunaparklarda çalışan 19 yaşındaki Ahmet A., sevgilisinin 5 yaşındaki kızına işkence ve cinsel istismardan tutuklandı. Komşuların şikâyeti üzerine ortaya çıkan olayın ardından hastaneye kaldırılan çocuk perişan hâldeydi!
20) Fevzi Çetin (27), travesti olan ve 2 yıldır evden ayrı yaşayan kardeşi Ramazan Çetin’i (24), yüksekten düştüğü için tedavi gördüğü hastane odasında 3 kurşunla öldürdü. Cinayet sonrasında soğukkanlılıkla hastane polisine teslim olan ağabeyin, “namusumu temizledim” dediği belirtildi. Aile cenazeye sahip çıkmayınca Ramazan Çetin, Kimsesizler Mezarlığı’na gömüldü!
Evet vahşet verilerinden kimileri bunlar!
III.4) UYUŞTURULAN GENÇLİK
Bu görüntüden, elbette ilk etkilenen uyuşturulan gençlik oluyor…
Gençliğine kasteden Türkiye’de, örneğin ‘Liseli Profili’ araştırmasının sonuçlarına göre, “Gençlerin yüzde 60’ının gençliğini yaşayamadığını; yüzde 57.2’sinin mevcut eğitim sisteminin bağımsız bir kişilik geliştirmeyi engellediğini; yüzde 51’inin bir gencin en önemli sorumluluğunun iyi bir öğrenci olmak olduğunu; yüzde 56’sının şiddetin gençler arasında yaygın bir davranış olduğunu düşündüğü ve gençlerin, gençlik dönemini stresli, kaygı ve korkuların yoğun olduğu bir süre olarak tanımladığı” Türkiye’de, her 10 gencin 9’u sosyal medyada ve zamanlarının çoğunu sosyal medyada harcıyor. Gençlerin uyumadıkları zamanın yarısı sosyal paylaşım sitelerinde geçiyor. Ve Türkiye’de gençler artık “mantık evliliği” istiyorken; yaşam tatminlerinin de düşük olduğunu belirtiliyor.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO), “Uluslararası Uyuşturucu Kullanımı ve Kaçakçılığı ile Mücadele Günü” nedeniyle yayımladığı raporda uyuşturucu madde bağımlılığının tüm ülkeler için tehdit edici boyutlara ulaştığını açıkladı.
Dünyada 180 milyon kişinin uyuşturucu kullandığının belirtildiği raporun Türkiye ile ilgili bölümünde ise şu görüşlere yer veriliyor: “Üniversite gençliğini hedef ve basamak olarak gören uyuşturucu tacirleri, şimdilerde ilköğretime kadar indi. Aile içi sorunlar, arkadaş faktörü uyuşturucu bağımlılığının artmasına neden oluyor.”
Bunlarla birlikte Ankara AMATEM’in yaptığı bir araştırmaya göre de uyuşturucuyu ilk kullanma yaşı ortalama 14.9’a kadar düşerken, bağımlıların yüzde 64’ünün ilk kullandığı maddenin ise esrar olduğu ortaya çıktı…
Görünen odur ki Türkiye, uyuşturucu trafiğinde adeta kilit ülke konumuna geldi.
BM’nin yayımladığı ‘2011 Dünya Uyuşturucu Raporu’na göre, Afganistan merkezli uyuşturucunun büyük bölümü, Türkiye merkezli olarak Avrupa’ya dağıtılıyor.
BM raporuna göre uyuşturucunun ana hattı şöyle: İmalat üssü olan Afganistan’dan 2009’da üretilen 115 ton eroin önce İran’a geliyor. Ardından bunun 82 tonu Türkiye’ye geçiyor. Türkiye’den de 65 ton uyuşturucu Avrupa’ya taşınıyor. Bu 65 ton uyuşturucunun ise 60 tonu doğrudan İngiltere, İtalya, Hollanda ve Almanya’ya gidiyor.
Afganistan-İran-Türkiye hattı uyuşturucu trafiğinde hayati önemde. 1998-2009 arasında uyuşturucu trafiği ikiye katlandı.
Yeri gelmişken belirtmeden geçmeyelim: Uyuşturucu belâsını küresel ve toplumsal düzeyde bir sorun hâline getiren kapitalizmin ta kendisidir… Uyuşturucu üretimi, dağıtımı ve kullanımı tüm dünyada güya katı yasaklar ve kurallara bağlanmış olsa da, ne bu işten para kazananların ne de kullananların sayısı azaldı. Aksine uyuşturucu kullanımı dalgalar hâlinde toplumları sarsan bir belâ hâline geldi. Bu dalgaların yükseldiği dönemler de özellikle ilginçti; 30’lar, 60’lar ve 80’ler. Yani tüm dünyada toplumsal muhalefetin ve huzursuzluğun yükseldiği yıllar. Bugünkü rakamlar, küresel düzeyde yaklaşık 200 milyon insanın, genç nüfusun da yaklaşık yüzde 5’inin uyuşturucu kullandığını ortaya koymaktadır. Gelişmiş kapitalist toplumlarda bu oranlar çok daha yüksektir.
IV) İNSAN(LIK) VE KAPİTALİZM!
Evet, sürdürülemez kapitalizm insan(lık) yok ediyor; hem maddi, hem de manevi alanda…
Örnek mi? İngiltere’nin ünlü multi milyoner çifti ABD’de bir gece kulübünün tuvaletinde uyuşturucu ve seks partisi yaparken yakalandı… Orlando’ya tatile giden Chris-Mary Gormon çifti, burada katıldıkları bir partide yapılan ihbar üzerine tuvalette basıldı. Yetkililer, Mary Gormon’ı tuvalette bir başka adamla sevişirken ağır dozda uyuşturucu kullanmış olan eşi Chris’i de onları izlerken buldu…[20]
Bunda şaşırtıcı bir şey yoktur!
Kapitalizmin yabancılaştırdığı insan(lık) budur ve böyledir…
Burada durup, Mehmet İnanç Turan’ın ‘İnsan Olması Engellenmiş İnsan’ başlıklı yapıtından uzunca bir bölümü aktarmalıyım:
“[Kapitalizmde] İnsanlar arasındaki toplumsal ilişki metaların kendi arasındaki ilişki olarak belirir. İnsan insanla ilişki kurmaz, meta meta ile ilişki kurar. Bu ilişki ‘şeyler’ arasındaki ilişkidir. İnsanın toplumsal faaliyetleri, nesnelerin (malların) faaliyetleri biçimini alır ve insanlar nesneyi kullanacağına nesneler onları kullanır: ‘Tıpkı bir dinde insanın kendi beyninin ürünü olan şeylerin yönetimine girmesi gibi, kapitalist üretimde de, insan, kendi elinden çıkma ürünler tarafından yönetilir’.[21]
Meta üretimi ve metalar dünyasının değiş-tokuş ilkesi yabancılaşmış emeğin başlangıcıdır. Ürün bireyin uzantısı olmaktan çıkar. Ürünler sadece birbirine sahip olma anlamında önem kazanır. İnsan emeğinin nesnesi (ürünü) önemini yitirir. Emeğin kendisi de bireyin dışavurumu, onun kişiliğinin yansıması olmaktan çıkar. Yani emek, onu ortaya koyan insana yabancılaşır. İnsan da ona.
İnsanlar arasında meta değişim ilişkilerinin kurulması, insanlar ile onların emek ürünleri arasındaki gerçek ilişkilerinin yok edilmesidir. Bunun sonucu, insanlar kendi aralarında kendi ürünleri aracılığıyla gerçek insanal ilişkiler kurmuş olmaktan çıkarlar. Artık, ‘birbirinin nazarında sadece birer ‘şey’ olarak var,’[22]olurlar.
Yabancılaşmanın ortaya çıkmasıyla birlikte birey kendi etkinliğinin amacı olarak, kendi özsel-bireysel güçlerinin gelişmesini hedefleyemez. Onun hedefleyebildiği, kendi varoluşunun, yaşamda kalabilmenin korunup sürdürülmesidir yalnızca. Yabancılaşmış emek gücüne (dolayısıyla onun kullanımından ortaya çıkan emeğe) sahip birey, yarattığı ürüne baktığı zaman kendi bireyselliğini duyguları aracılığıyla göremez. İnsan kendi istencini, kendi eylemini, toplumsal ilişkilerini, kendisinden ve diğerlerinden kopmuş bir güç gibi görür.
Meta üretimi sürecinde bireyin yarattığı ürün, karşı bireyin insanî ihtiyacını karşılamak için değil pazarda satılmak üzere üretilmiştir. Karşı birey de aynı amaçla üretim yapmıştır. Söz konusu olan yabancılaşmış emek ürünlerinin değiştirilmesidir. İnsani bir amaçla üretim yapılmamış, iki insan birbirine insanî olarak hizmet etmemiş, bencil bireysel çıkarlarını trampa etmiştir, İnsanî olmayan bir üretimde: ‘Ben senin için değil kendim için üretirim, tıpkı senin benim için değil kendin için üretmen gibi. Senin emeğinin ürünü benimle ne kadar az ilişkili ise, benim emeğinin ürünü de seninle o kadar az ilişkilidir. Bundan ötürü bizim üretimimiz insanın insan olarak göz önüne alındığı, insan için üretim değildir.’[23]
Burada, bir insanın ihtiyacını karşılamak için yapılan üretimin insan sevinci yoktur. Bu ilişkide iki birey de, ne kendisinin, ne de diğerinin yaşam belirtisini, çıkarsız ilişkiyi, ortaklığı görür. Yabancılaşmış emek. insan kişiliğinin yansıması olmadığından dolayı, pazara giren ürün insanal nesnelleşmeyi yansıtmaz. Özne (insan) ve nesne (mal) birbirine karşıt olarak durur. Bireyin varoluşu metanın varoluş durumuna indirgenmiştir. Kurulan ilişki, birbirine gereksinme temelinde hizmet eden insanî ilişki değil, aslında ürünlerin (nesnelerin) ilişkisidir, Üretim, araç hâlinden amaç hâline gelmiştir; üretimin amacı insan olmaktan çıkmış, çalışma da öz faaliyetin tek ve olumsuz biricik aracı olmuştur.
‘Bugün öz faaliyet ile maddi yaşamın üretimi öylesine birbirinden ayrılmıştır ki, maddi yaşam amaç gibi görünmekte ve maddi yaşamın üretimi yani çalışma da... araç gibi görünmektedir.’[24] Tüm bu gelişim insanların zıtlık temelinde bölünmesini doğrular. İnsanın karşısına diğeri ‘öteki’ olarak çıkar. ‘Sonuç olarak ötekilik yabancılaşmanın bir fonksiyonudur. Öteki tanınmayan, yabancı olandır. Toplum veya kişi ne kadar yabancılaşırsa ötekilik o kadar dehşet verici olur.’[25]
İnsan, doğanın bir parçasıdır. Doğa, insanın ölmemesi için birlikte kalmak zorunda olduğu vücududur, Meta üretiminin gelişme sürecinde insan doğadan ayrılarak, ona yabancı duruma gelerek, doğaya yabancılaşmıştır. Doğaya yabancılaşmak; doğanın farkında olmamak, doğanın insanın organik olmayan bedeni olduğunu unutmak, doğanın tahribini insanın varoluş aracına indirgemektir. Doğaya yabancılaşan insan, doğa ile maddi değişimini şimdi artık varolmayan insanî özüne uygun biçimde yapamaz.
Yabancılaşma bir yerde durmaz, hayatın her alanına yayılır. İnsan, özel mülkiyetin yarattığı bireysel çıkar temelinde kendi hasmı olarak gördüğü öteki insana da yabancılaşır. Fiziksel yaşamı sağlamak için, gerçek insanî yaşamı feda ederek kendine de yabancılaşır. İnsan olarak soyut bir etkinlik ve mide durumuna dönüşür. Hayatın anlamı karnını doyurmaktır bu yabancılaşmış birey için. Ayrıca yabancılaşmış emek, insanın türsel entelektüel yeteneklerini, insanın tinsel (düşünsel-psişik) özünü kendine yabancılaştırır.
Yabancılaşmış emek ne kadar fazla büyürse, kullanılırsa, yabancılaşmış insanın ruhsal yoksulluğu da o kadar artar. Entelektüel gelişimine, tinsel sevinç tadabilmesine zaman kalmaz. İnsanın insan yaşamı bir meta gibidir artık. Ölmeme hakkı için yaşar, yani gerçekte yaşamaz. Kapitalist meta üretiminin olduğu bir toplumda birey ne kadar çok meta üretirse, o kadar da kendisi ucuz meta olur, Metalar dünyası değer kazandıkça, insan dünyası değersizleşir. İnsan kendi kendini, insan niteliğini satarak, kendi insanlığından uzaklaşır.
Yabancı emeğin ürettiği nesne bireyden bağımsız olarak, yabancı bir güç olarak ona karşı koyar. Emek ürününün nesnelleşmesi insanî değil, nesnenin yitirilmesi veya nesneye kölelik olarak ortaya çıkar. Birey kendi emeğinden koptukça (dışsallaştıkça), kendi karşısında yarattığı yabancı dünya daha fazla güçlenir. Birey yaşamını metanın içine koyar. Böylece yaşamı kendisinin değil, metanın olur. Metayı yaratırken harcadığı emek gücü ne kadar çoksa, metanın içine kattığı yaşamı da o kadar büyüktür. Bireyin kendisine kalan yaşamsa o kadar küçüktür, o kadar az kendisinindir.
‘İşçi yaşamım nesneye koyar. Ama o zaman yaşamı kendisinin değil nesnenindir. Demek ki bu etkinlik ne kadar büyükse, işçi o kadar nesnesizdir.’[26]
Yabancılaşma en başta insanın kendinden ayrılması, kendini yadırgaması demektir. Yabancılaşan insan, kendi emeğinde kendini olumlamak yerine kendini yadsır. Çalışma eyleminden mutluluk duymaz. Zevk duymadığı için bedenine, ruhuna işkence eder. Çalışma istekli değil, zorunluluk gereğidir. Bu zorunluluk, bireyi hem kendi işine, hem de çalışan diğer bireylere kölece bir işbölümü ile bağlar. Bireyler yaşamlarını birlik temelinde birbirlerine bağlayamadıklarından dolayı, diğerlerinin yaşamlarıyla dövüşmek zorunda kalırlar. Karşısındaki bireyler ne kadar kötü yaşarsa, kendisinin o kadar iyi yaşayacağını düşünürler,
İnsanlar, bireysel çıkarla - gerçek ortak çıkarın çarpıştığı bir toplumda yaşıyorlarsa, kolektif çıkar bölünmüşse, bireyin benliğini gerçekleştirmesi, öz faaliyeti, genel ortak çıkar düşünülerek yapılamaz. Zaten bundan dolayı da birey benliğini ve öz faaliyetini kendisininki olarak olumlayamaz. Bu faaliyet gönüllü de yapılamaz. İşbölümünün getirdiği zorunluluk temelinde, bireysel çıkarı başa alarak yapılabilir. Üretim alanındaki iş paylaştırılmaya başlar başlamaz, herkesin kendisine dayatılan, onun çerçevesinden çıkamadığı, zorunlu olarak ona ait olduğu bir iş alanı olur. İnsan, eğer geçim araçlarını yitirmek istemiyorsa, mesleğine sarılmak durumunda kalır. Bu noktadan sonra, faaliyet (çalışma) alanı, başka bir işe (etkinliğe) olanak tanımaz. Birey birçok alanda kendini geliştiremediği gibi, kendini özgürce de gerçekleştiremez.
‘Bundan şu sonuca varılır ki, insan (işçi) artık kendini ancak yemek, içmek ve çoğalmak gibi hayvanal işlevlerinde, bir de olsa olsa konutta, süslenmede, vb. özgürce etkin duyabilir, insan işlevlerinde ise ancak hayvanlığını duyar. Hayvanal insanal, insanal da hayvanal duruma gelir.’[27]
İnsan kendi yaşamını, kendi bilincinin nesnesi durumuna getirecek güce sahip olarak hayvanlardan ayrılır. İnsanın bilinçli bir yaşamsal etkinliği vardır, Yabancılaşmış emek, süreci tersine çevirir. İnsanın yaşamını, varoluşunun aracı hâline getirir. Yani özgürlüğünü ve kendini gerçekleştirmesini, sadece varolmak, öylesine yaşamak için feda eder insan. Türsel yaşamdan kopan insan, türsel yaşamını fiziki varoluş aracına indirger. ‘Yaşamın kendisi ancak geçim aracı olarak görünür.’[28]
İnsan kendini, kendi faaliyetinin öznesi olarak göremez. Bu noktadan sonra insanın yaşamı kendi yaşamı olarak değil, yabancı gücün ona dayattığı yabancı bir insanın yaşamı gibi görünür. İnsanın öz etkinliği kendisine ilişkin değil, bu etkinliğin sonucundan yararlanan ötekine aittir. Bu, çalışan birey ile onun emek gücü üzerinden sömürü yapan bireyin arasındaki ilişkidir aynı zamanda.
‘Eğer emek ürünü işçiye ilişkin değilse, eğer bu ürün işçi karşısında yabancı bir erk ise, bu ancak o ürün işçi dışında bir başka insana ilişkin olduğu için olanaklıdır. Eğer işçinin etkinliği onun için bir işkence ise, bir başkasının zevki ve bir başkası için yaşama sevinci olmalıdır.’[29]
Toplumdaki sömürü ilişkisinde, sömürülen bireyin hem kendisi, hem de sömürüyü yapan ötekisi birbirine yabancılaşmıştır. Ancak, aralarında önemli bir fark vardır. Çalışan birey bu yabancılaşmada kendini maddi ve manevi olarak yoksullaştırır, insanlıktan uzaklaşmayı yaşar. Ürüne el koyan ötekisi, yabancılaşmadan yararlanır, insanlıktan uzaklaşmasına rağmen burada bir doğruluk görür; insanlıkdışılık yanılsama olarak ona insanî görünür, Sömürücüye de kişilik ve erk veren şey kendisinin özsel güçleri değil, yabancılaşmış güç olan sermayedir. Çalışan birey burjuvazinin uşağıysa, burjuva da kendi sermayesinin uşağıdır,
‘Varlıklı sınıf ile proleter sınıf, aynı insanal yabancılaşmayı temsil ederler. Ama birincisi kendini bu yabancılaşma içinde kendi yerinde duyar; bu yabancılaşmada bir doğruluk bulur, bu kendinin yabancılaşmasında kendi öz erkliğini görür ve onda insanal bir varoluş görünüşüne kavuşur; ikincisi, kendini bu yabancılaşma içinde yıkıma uğramış duyar, bu yabancılaşmada kendi erksizliğini ve insandışı bir varoluş gerçekliğini görür.’[30]
Yabancılaşmış emek, çalışan ile ürüne el koyan arasındaki ilişkiyi kurduğu için, ürüne el koyan ötekinin özel mülkiyete sahip olmasını gerektirir, Yabancılaşmış emek özel mülkiyeti şart koşar. Özel mülkiyet, yabancılaşmış insan yaşamının dışavurumudur, Bunlar birbirinden ayrılamaz artık. Malı sermaye gücüyle elinde tutan bireyle, çalışan birey birbirine yabancı olduklarından dolayı, birbirlerini insan olarak göremezler. İşçi insan olarak değil, sömürülecek üretken bir şey olarak görülür sermaye için, Çalışan birey zenginliği çoğaltan bir metadır öteki için, Kuşkusuz ki, yabancılaşmış üretimin faturasını çalışan birey öder. İki sınıf açısından birisinin zenginliği, diğerinin yoksulluğudur. Birbirlerini zorunlu ve karşılıklı olarak düşmanca dıştalarlar. Kendi varlıkları birbirine uyuşmaz biçimde karşıttır. Tarihin, sınıf mücadelesi olduğu bu gerçekten ortaya çıkar.”[31]
Şurası da görülmelidir ki, yabancılaşmış insanlar bu anlamıyla yoksul yaratıklardır, “insanlık fakiri”dirler. İnsanın insanî ilişkisizliği ve kendini yaratma yokluğu ne kadar büyükse, yoksulluğu da o kadar büyüktür. İşte yabancılaşmış insanın, gerçekte insan olmayanın trajedisidir bu!
Bu insan(lık) trajedisini de kapitalizm yaratmıştır…
V) KAPİTALİZME İSYAN!
Söz konusu trajedisi karşısında insan(lık)ın tek seçeneği, bu zulme karşı isyandır…
Oyun hep aynı... Sadece sahneler değişiyor... Ve mekânlar... Ve oyuncular...
Batı’da ekonomik kriz, artan işsizlik ve gelir adaletsizliği karşısında patlak veren sosyal öfke…
Doğu’da ise demokrasi talebiyle ayaklanan halklar, devrilen diktatörler…
Gezegenimizin bugünkü resmi bu değil mi? ‘Wall Street’i İşgal Et/ Occupy Wall Street’ eylemlerinin (OWS) Avrupa’da da yaygınlaşması ve süreklilik kazanması, Avro Bölgesi krizinin önce Yunanistan Başbakanı Papandreu, ardından İtalya lideri Berlusconi’yi istifaya zorlaması, resmin bir tarafı ise arka yüzde (tartışmalı özellikleri olsa da) “Arap Baharı” bulunuyor.
Anti-kapitalist mücadele yeniden sokaklara taşınıyor.
1999 Kasım’ında Seattle’daki (ABD) Dünya Ticaret Örgütü’nün toplantısının kitlesel mücadele ile engellenmesi, ‘küreselleşme’ye karşı, yığınsal mücadelenin 1980 sonrasındaki en önemli kilometre taşını oluşturur. Kapitalizmi uluslararası düzlemde sorgulayan bu eylemler kitlesel biçimini koruyarak, ama kapitalizmi çok daha derin şekilde sorgulayan bir mahiyete bürünerek 2001’de Cenova’ya, Melbourne’a, Prag ve Seul’e, Güney Fransa’ya taşındı. 2005’ten sonra uluslararası mücadelenin ivmesi düşmeye başladı ama ulusal düzeyde sosyal taleplerin öne çıktığı kitle grevlerinin Fransa’da İtalya’da İngiltere’de Yunanistan’da uç verdiğine tanık olduk.
Sonra, 2011’in ortalarında “Arap Baharı”…
İsyan ateşi dünyanın her yerinde, ABD’de, Avrupa’da, Fransa’da, İtalya’da, Yunanistan’da, Portekiz’de, İngiltere’de, İspanya’da, Şili’de, Filistin’de ve hatta İsrail’de yani yedi iklim dört bucakta, her yerde…
Herkes bir yere kaydetsin; bu dünya böyle kalmayacak, kalamaz da…
RADİKAL SOSYALİST ÜTOPYA
Bunun için de insan(lık)ın yeniden, “Sosyalizm, kapitalizmi tamir etmek değildir,”[32] diyen radikal sosyalistütopyaya olan ihtiyacı “olmazsa olmaz”dır…
Biliyorum! Dediklerime ilk itiraz, Sosyalizmin birinci büyük dalgasının geri çekilmesi ya da çözülüp, likide olmasına ilişkin olacak…
Bu böyle olmuş olsa da, unutmayın: Bir düşünce, ona inananlardan sorumlu değildir; yani birinci büyük dalgasının geri çekilmesi bir uygulama meselesidir…
Bundan da radikal sosyalist düşünce “sorumlu” ilan edilemez…
Ekim Devrimi ile Rusya’da kurulan İşçi devleti hiç kuşkusuz başlangıçta sermayeye, Çarlık rejimi kalıntıların derebeylerine karşı “diktatörlük” tesis etmeye çabalıyordu. Ama bu “diktatörlük”, işçiler, yoksul köylüler, aydınlar, işçi sınıfının diğer partileri için “işçi demokrasisi” anlamına geliyordu.
Söz konusu “işçi demokrasisi” bütün dünyada, yeni bir düzenin kurulması için en önemli esin kaynağı idi. 1918 Almanya devriminden İngiltere tarihinin 1920’lerdeki en büyük genel grevlerine, 1936 İspanya devrimine, 1930’ların Fransa işçi mücadelelerine ve üçüncü dünyanın ulusal kurtuluş mücadelelerine kadar en önemli esin kaynağı oldu Ekim Devrimi…
Bunu ve radikal sosyalizmin insan(lık)ın eşitlikçi-özgürlük tahayyülü olduğunu kim inkâr edebilir?
Mehmet İnanç Turan’ın, ‘İnsan Olması Engellenmiş İnsan’ başlıklı yapıtında altını çizdiği üzere:
“Kapitalizmde birey denen varlıkla gerçek insan çakışmaz. Bu toplumda kendini insan sanan birey sadece ‘yok olmamak için’ savaşım verir, her şeyi dolayımsız kendi bencil gereksinmesine bağlı kılar. Kendini insan türünün bir temsilcisi olarak değil, kendi özel çıkarının temsilcisi olarak görür. Öteki insanla ilişkilerini karşıtlık-imrenme-haset üzerine kurar. Bu nedenle böylesi toplumda birey olmak, bencil olmakla eşdeğerdedir.
Bencillik, insanın kendisine yönelik çıkarcı tutumu olduğundan dolayı, bireyin her şeyi kendisiyle ilişkili olarak ele almasına, kendi gereksinmesini diğer her şeyin üstünde tutmasına yol açar. Toplumsal ilişkilerin zorunlu yanından türeyen bencillik, bireyin içine girerek kendini onunla eşitler.
Burjuva sosyologlarının bugünün insanına bir madalya verir gibi övünçle söyledikleri, ‘önce birey olmak gerekir’ deyişi, ‘önce bencil olmak gerekir’ anlamına gelir. Ya da ‘birey olun, yani bencil olun, ama insan olmayın’ demektir bu, Bencillik açgözlülüktür, insan olanla bağdaşmaz. Rekabetçi toplumda rakipler arasındaki ilişki karşılıklı insan kayıtsızlığı temeline oturur ve hiçbir zaman doyuralamayacak ihtiyaçları içerir.
Dolayısıyla bu doyurulamayan açgözlülük, rakiplerin birbirine acımasızca saldırmasını zorunlu kılar.
Eşitsizlikçi toplumda yaşayan birey kendi gerçek kişiliğini gerçekleştiremez; gerçekleştirebildiği kişilik, bireyci maddi çıkarlarının sentezini savunmasıdır. Özel çıkarla şekillenmiş bu maddi sentez, bireyi ve karşısındaki bireyi insanlıkdışı davranmaya iter. Çıkar duvarlarıyla birbirinden ayrılmış bireylerin hepsi de kendi çıkarının peşinden koşarak birbirine benzer hâle gelirler. Benzerlik, çıkarları gerektirdiğinde birbirlerini çiğnemek konusunda gösterdikleri kararlılıktır.
Özgür olmayan insanın kendini ‘insan’ olarak duyumsaması ve bencilliğini, bireyciliğini kullanması için ‘insan haklarına’ ihtiyacı vardır. Burjuva toplum özgür olmayan bireye ‘insan haklarını’ bağışlayarak, bireyleri birbirinden korumaya çalışır, Hak kavramının kendisi, eşitsizliği ve diğeri adına kendi hakkından gönüllü olarak vazgeçmeyi gerektirir. ‘Birbirinden bağımsız olan bireyler özellikle kendilerini ve kendi iradelerini dayattıkları için ve bu temelde birbirine karşı tutumlarında bencil oldukları için, hukuk ve hak, feragat etmeyi zorunlu hâle getirir.’[33]
İnsan hakları, bireyin diğer bireylerle ve iktidarla ilişkilerini burjuva hukuk koşullarına uygun yasalarla düzenler. Eşitsizlikçi toplum içinde toplum ile birey arasında çıkar çelişkisi olduğundan, insan hakları bu ilişkileri onaylamaya yarar. İnsan hakları, bölünmüş ve birbirinden insani olarak kopmuş bireylerin alanıdır. Bu haklar, insanların maddi ilişkilerinden ve sınıfların birbirlerine karşı antagonist (uzlaşmaz) çelişkilerinden kaynaklanır. İnsan hakları, kapitalizmin ürettiği egoist insanın kendi bencil çıkarını koruma hakkıdır.
‘İnsan hakları adı verilen haklardan hiçbirisi, egoist insanın ötesine, bir sivil toplum üyesi olan insanın, yani, kendi kabuğuna çekilen, toplumdan ayrı biçimde kendi çıkarlarıyla özel kaprislerinin sınırları içerisinde hareket eden bir bireyin ötesine geçmez... Onları bir arada tutan tek bağ, doğal zorunluluk, ihtiyaçlar ve özel çıkarlardır, mülkiyetlerinin ve egoist benliklerinin korunmasıdır.’[34]
Burjuva toplumunda yaşayan bir insan diğer insanlarda kendi özgürlüğünü gerçekleştirmeyi değil, onlarda kendi özgürlüğünün önüne konan engeli gördüğünden dolayı ‘insan haklarına’ gereksinim duyar. Sözgelimi, özel mülkiyetçi toplumda mülkiyet hakkı, mülkiyeti öteki insanlara aldırmadan, ya da onların zararına olarak istediği gibi kullanma hakkıdır, Çalışma hakkı ücretli kölelik hakkıdır, sömürülmeyi kabul etme hakkıdır.
İnsan hakları toplumun egemen kurallarını yadsımaz, tersine onu destekler. Egemen olanlar insan haklarının boyutlarını, düzenin toplumsal koşullarını kabul etmekle ve onun içinde davranmakla sınırlamıştır. Ünlü 1789 İnsan Hakları Bildirgesi’nin 10. ve 11. maddeleri, ‘kamusal düzeni bozmamak koşuluyla’ insanın düşünce özgürlüğüne sahip olduğunu belirtir. Bu aldatmaca, burjuva toplumun, bireylerin hak ve olanaklarını eşitleyememesi düşünüldüğünde daha net açığa çıkar. Okuryazar olmayan için basın özgürlüğü ne anlama gelir? İşsiz bir insan için çalışma hakkı ne anlama gelir?
Burjuvazi, özgür olmayan insanı insanlıkdışılığın uçurumuna o kadar derin biçimde itmiştir ki, insanlar, insan haklarını gerçeklik hâline getirmekle uğraşmaktadır. İnsan haklarını kazanırlarsa, özgür insan olacaklarını sanmaktadırlar. Oysa, insan haklarının tanınması, burjuva devletin ve dolayısıyla onun demokrasisinin tanınmasından başka bir şey değildir. Feodal veya açık baskıcı bir devlete karşı bu haklar tarihsel bir ilerleme olsalar da, insanı özgürleştiremez. İnsan hakları alanı üzerinde verilen savaşım, insanın insan olmadığının, özgür olmadığının en güzel kanıtıdır. Bencil bireyin insan hakları, insan olamama hakkıdır ve insan olamayanın, özgür olmayan insanın onaylanmasıdır.
İnsan haklarının insanın özgürlüğünü içermediğini kabul etmek: ‘Söz konusu hakların mücadele etmeye değmediklerini savunmak anlamına gelmez; nasıl ki ücretli emek ve konuşma özgürlüğü için mücadele etmeye değmişse ve hâlâ değiyorsa, bunlar için de değer. Ancak, unutulmaması gereken içeriktir; haklar, egemen toplumu yadsımaz, onu olumlar ve genişletir.’[35]
İnsan hakları savaşımı yalnızca kendi başına eline alındığında reformist bir savaşımdır, burjuva demokrasisini isteme hakkıdır, Şüphesiz ki, çalışma hakkı kölelik hakkıdır; fakat aç kalmaktan daha iyidir. Düşünme ve bunu aktarma hakkı, düşüncelerini söyleyememekten daha iyidir. Anlaşılması gereken nokta, insan haklarının bu toplum içinde kazanılmasıyla, genişletilmesiyle, gerçek-özgür insana ulaşılamayacağıdır,
‘İnsan hakları, insanı dinden kurtaramaz, din hürriyetini sağlar insana; insanı mülkiyetten kurtarmaz, mülkiyet hürriyetini sağlar insana... insan haklarının modern devlet tarafından tanınması, köleciliğin antik devlet tarafından tanınmasından başka bir şey değildir. Antik devletin doğal temeli, kölecilikti; modern devletin doğal temeli ise, burjuva toplumudur, burjuva toplumunun insanıdır.’[36]
Bu burjuva toplumunun insan haklarına sahip olan insanı, kendisine aşılanmış bencillik haklarından kurtulmadan insanlaşamaz. İnsan ne zaman ki insan haklarına gereksinim duymayacaktır; işte o zaman insan olduğunu manevi-maddi dünyasında duyumsayacaktır.
Özgür olmayan insanın temeli, kapitalizmin ekonomik yapısında yatıyor. Meta üretimi-rekabet-yabancılaşma özgür olmayan insanı yaratıyor. Kapitalist ekonomik yapının kendisine uyan bir üstyapısı (devleti, hukuku, vb.) vardır, Üstyapı kurumları özgür olmayan insanı her gün yeniden üretir. Bu mekanizmayı devlet-toplum ayrılığında bulabiliyoruz. Devlet toplumun üstünde duruyor, bir egemen sınıfın yönetim aracı oluyor; yönettiği ve üstünde yükseldiği toplumun özelliklerini dile getiriyor. Bireysel özgürlüğü görünüşte onaylayan da, onu yok eden de bu devlettir. ‘Burjuva toplumda bireylerin özgürlüğü, onlardan bağımsız duruma gelmiş ve onların kendi öz özgürlükleri ile karıştırdıkları; mülkiyet, ticaret, sanayi gibi, yaşamlarının yabancılaşmış öğelerinin zincirden boşanmasından başka bir şey değildir; siyasal devletin temelini işte bu özgürlük oluşturur ve siyasal devlet de işte bu özgürlüğü onaylar.’[37]
Devlet, yabancılaşmış toplumun siyasi adıdır. En gelişkin burjuva demokrasisi bile, yöneten-yönetilen ayrımını ortadan kaldırmıyor. Bürokrasi eliyle insanlar bir eşya gibi yönetiliyor. Bürokrasi ile yönetilenlerin ilişkisi tam bir siyasal yabancılaşmayı oluşturuyor. Demek ki, devletin somut varlığı özgür olmayan insanı anlatıyor. Devlet, yöneten-yönetilen ayrımı, bürokrasi varlığını sürdürdükçe, özgür insandan söz edemeyiz.
Her demokrasi bir devlet demektir. Burjuva demokrasisi burjuva devlettir. İnsanlar ‘demokrasi oyunu’ içinde verdiği oy ile kendilerini özgür kıldıklarını, devleti belirlediklerini sanırlar. Oysa devlet, demokrasi eliyle insanın özgürsüzlüğünü onaylar, ‘Genellikle özgürlük ve demokrasi kavramları özdeş kabul edilir ve biri sık sık diğerinin yerine kullanılır. Aslında demokrasi, özgürlüğü engeller.’[38]
Demokrasi devlet demekse, devlet siyasal yabancılaşmanın aracı oluyorsa, yabancılaşmış insan özgür olmayan insan demektir; insan olmamak demektir. Özgür bireysel insan, siyasi devleti toplumsal kuvvet içinde eriterek kendini yaratabilir. Devletin kendisinden çekip aldığı kendi özgüçlerini geri alarak özgürlüğüne kavuşabilir. Özet olarak denebilir ki, devlet özgür olmayan toplumu ve özgür olmayan insani; özgür insan, devletsizliği, yani gerçek insanı anlatır,
Özgürlük ile zorunluluk birbirini dıştalar. Daha doğrusu, insan zorunluluğu kavrayabildiği, çözebildiği ve onun üzerinde egemen olabildiği zaman ancak özgür olur. Öğrenilmeyen, bilinmeyen, gizli kalan zorunluluk, insanı zorunluluğun kölesi yapar. Bu nedenle özgürlük zorunluluğun ötesinde başlar. Zorunluluğun içinde özgürlük yok, mecburiyet, yükümlülük vardır.
‘Gerçekte özgürlük âlemi ancak emeğin zorunluluk ve günlük kaygılarıyla belirlendiği alanın bittiği yerde fiilen başlamış olur’[39]…”[40]
T. S. Eliot’un, “Bi pêş de çûn çiqas be jî tenê ew kesên ku bi wêrekî diçin cihê gelekî dûr, kefş dikin!/ Ne kadar ileri gidilebileceğini ancak çok uzağa gitmeye cesaret edenler keşfeder!” uyarısını göz ardı etmeyenler buraya ulaşılacaktır…
Yeter ki Nâzım Hikmet’in, “Fevkalâde memnunum dünyaya geldiğime,/ toprağını, aydınlığını, kavgasını ve ekmeğini seviyorum”…
Yeter ki Hasan Hüseyin’in, “Sürün çocukları dağlara/ Özlemleri, öfkeleri sürün dağlara/ Bir gün göreceksiniz/ Birgün vurur yangını yüzlerinize...”
Yeter ki Ahmed Arif’in, “Öyle yıkma kendini/ öyle mahzun, öyle garip.../ Nerede olursan ol,/ içerde, dışarıda, derste, sırada/ Yürü üstüne üstüne,/ tükür yüzüne celladın,/ Fırsatçının, işbirlikçi hayının/ Dayan kitap ile,/ Dayan iş ile,/ Tırnak ile diş ile,/ Umut ile sevda ile, düş ile/ Dayan rüsva etme beni,” dizelerindeki radikal sosyalist irade “11. Tez”in ihtiyaçları doğrultusunda kararlılıkla hayata geçirilebilsin…
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim…
21 Ocak 2012 11:31:42, Ankara’da.
N O T L A R
[*] 21 Ocak 2012 tarihinde ‘Özgür Gelecek’ Gazetesi ile ‘Bakış Kültür Sanat Merkezi’nin Ankara’da (Tuzluçayır) düzenlediği toplantıda yapılan konuşma… 18 Şubat 2012 tarihinde Ankara Dersimliler Derneği’nde yapılan konuşma… Kaldıraç, No:130, Mart 2012…
[1] Özdemir Asaf.
[2] G. Brenkert, Marx’ın Özgürlük Etiği, Ayrıntı, 1998, s.32.
[3] Jean Ziegler, Kitle İmha Silahı, Ed. Seuil, Paris, 2012.
[4] Mark Fisher, Kapitalist Gerçekçilik: Başka Alternatif Yok mu?, Çev: Gül Çağalı Güven, Habitus Kitap, 2011.
[5] Jean Ziegler, Utanç İmparatorluğu, Çev: Hüseyin Boysan, Altın Kitaplar, 2011.
[6] Sahra Wagenknecht, Kapitalizm Komada, Çev: Emre Ertem-Emre Şahin, Yordam Kitap, 2011.
[7] Ergin Yıldızoğlu, “Bir Şeyin Sonu, Ama Tarihin Değil”, Cumhuriyet, 14 Kasım 2011, s.11.
[8] Mark Leonard, “AB’nin Gerileyişinin Kısır Döngüsünü Kırmalı”, Le Monde 30 Ağustos 2011.
[9] Jim Stanford, Herkes İçin İktisat, ya da Kapitalist Sömürüyü Anlama Kılavuzu, Çev: Tuncel Öncel, Yordam Kitap, 2011
[10] Henri Michel, Faşizmler, Çev: Füsun Üstel, İletişim Yay., 2011.
[11] Stephen Lendman, “Amerika’da Faşizm”, indybay.org, 5 Aralık 2011.
[12] Angel Guerra Cabrera, “Breivik: Yeni Krizin Yaratığı”, La Jornada, 28 Temmuz 2011.
[13] Ulla Jelpke, “Toplumun Ortasından Baş Veren Aşırı Uç”, Junge Welt, Almanya, 28 Temmuz 2011.
[14] James Petras, “Bir 2012 Kıyamet Manzarası”, http://www.yurtsuz.net/News.aspx?tt=bir-2012-kiyamet-manzarasi&newsid=912&fileid=0
[15] Muhammed Nureddin, “Uludere Bir Günlük Değil, Asırlık Hata”, Şark, 7 Ocak 2012.
[16] E. Fuat Keyman, “Güvensizleştiren Güvenlik Siyaseti”, Radikal İki, 8 Ocak 2012, s.2.
[17] E. Fuat Keyman, “Post-Vesayet, Sivilleşme, Demokratikleşme”, Radikal İki, 15 Ocak 2012, s.10.
[18] Nuray Mert, “Muhafazakâr Cumhuriyet”, Milliyet, 5 Ocak 2012, s.6.
[19] Olcay Büyüktaş Akça, “Bu Ateş Bizi de Yakar”, Cumhuriyet, 20 Temmuz 2011, s.9.
[20] “Milyoner Çiftin Tuvalet Fantezisi!”, Milliyet, 3 Kasım 2011.
[21] Karl Marx, Kapital, Cilt:l, Sol Yay., 1986, s.638.
[22] Karl Marx, Grundrisse, Birikim Yay., 1979, s,298.
[23] Karl Marx, 1844 Felsefe Elyazmaları, Sol Yay., 1993, s.260.
[24] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yay., 1987, s.103-104.
[25] Joel Kovel, Tarih ve Tin, Ayrıntı Yay., 1994. s.69.
[26] Karl Marx, 1844 Felsefe Elyazmaları, Sol Yay., 1993, s.141.
[27] yage, s.144.
[28] yage, s.146.
[29] yage, s.149.
[30] Karl Marx-Friedrich Engels, Kutsal Aile, Sol Yay., 1976, s.6l.
[31] Mehmet İnanç Turan, İnsan Olması Engellenmiş İnsan, Etki Yay., 2. baskı, 2005, s.125-130.
[32] Bernard Bortnick, Birgün, 10 Ocak 2011, s.10.
[33] Karl Marx, aktaran George G. Brenkert, Marx’ın Özgürlük Etiği, Ayrıntı Yay., 1998, s.248.
[34] Karl Marx, aktaran: Steven Lukes, Marksizm ve Ahlâk, Ayrıntı Yay., 1998, s.50.
[35] Russell Jacoby, Belleğini Yitiren Toplum, Ayrıntı Yay., 1996, s.144.
[36] Karl Marx, aktaran: V. İ. Lenin, Felsefe Defterleri, Sosyal Yay., 1976, s.27-28.
[37] Karl Marx-Friedrich Engels, Kutsal Aile, Sol Yay., 1976, s.368.
[38] V. İ. Lenin, Marksizm Devlet Üzerine. Öncü Kitabevi, 1975, s.31.
[39] Karl Marx, Kapital, Cilt:3, Sol Yay., 1997, s.720.
[40] Mehmet İnanç Turan, İnsan Olması Engellenmiş İnsan, Etki Yay., 2. baskı, 2005, s.153-158.
Yorumlar