“Hiçbir ilerleme mantığa dönüş kadar zor değildir!” [1] Barış en sık Ortadoğu’da konuşulur. Çünkü savaşın en çok...
“Hiçbir ilerleme mantığa dönüş kadar zor değildir!”[1]
Barış en sık Ortadoğu’da konuşulur. Çünkü savaşın en çok çıktığı ve çıkma ihtimalinin en yüksek olduğu coğrafya Ortadoğu’dur!
“Ortadoğu” deyince ilk vurgulanması gereken budur.
İkincisi de emperyalistler için en çok konuşulan meselenin, “Arap Baharı”ndan çok nükleer güç sahibi olacağından “emin olunan” İran ile ne yapılacağı oluşudur…
Tam da bu eksende, “Ortadoğu, yeni bir gerilimin eşiğinde... Bu durumda İsrail İran’a, Türkiye de Arapların desteğiyle Suriye’ye saldırabilir mi acaba?”[2] diye soruyor Abdulbari Atwan…
“Pax-Americana”, Ortadoğu’yu bir kez daha alt üst ederek, dizayn etmeye soyunurken; ABD’nin Ortadoğu’yu işgal etme arayışında olduğunu belirten Iraklı Şii lider Mukteda el Sadr’ın, ‘El Arabiye’ televizyonuna demecinde, Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmesinin kısmi olduğunun altını çizerek, “ABD işgali Irak’ta başka adlar altında mevcudiyetini sürdürecek” notu asla “es” geçilmemelidir.
Yani ABD emperyalizmi, yine ve bir kez daha “şer ekseni”nin başrolünü oynamaktadır.
Girift bir bütün oluşturan Ortadoğu’da, yalnızca ne olduğunu değil, neden olduğunu sormak bölgenin çözümlenip/ kavramasında kilit önemdedir.
Kolay mı? Emperyalizmin bölgeye bitmek tükenmek bilmeyen ilgisi, Arap-İsrail çatışması, petrol, İslâmi diriliş, Irak Savaşı, Körfez Savaşı, ABD işgali ve “Pax-Americana” ile bunların tümünden söz edilmektedir.
Aslı sorulursa Ortadoğu meselesi, çoğunlukla büyük dişlilerin harekete geçirdiği yerel dinamiklerin toplamıdır.
Mesela 1990 sonrasında Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması, kısaca “Büyük Ortadoğu Projesi”nde (“BOP”) ifadesini bulurken; hayata geçirilmek istenenin önündeki tehdit İran (ile Suriye)’dır.
ABD’nin “BOP” ya da “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” (“GOP”), Kuzey Afrika’dan Avrasya’ya uzanan geniş bölgeyi, arka bahçesi hâline getirip; ekonomik ve buna bağlı siyasal açıdan, dünyanın bilinen petrol ve doğalgaz rezervlerinin önemli bir bölümüne sahip alanda ABD hegemonyasını/ egemenliğini oluşturmaktadır.
ABD’nin “BOP” veya “GOP”unun ezilenler için kabul edilemez bir istila teşebbüsü olduğu meydandadır. Elbette küresel güç oyunlarının yeni aktörleri, Rusya ve Çin için de öyle.
Her zaman kaygan ve dinamik bir zemin olarak algılanması gereken bölgeye ABD müdahalesi ile Ortadoğu iktidar satrancında yeni bir dönem açıldı. Üç büyük güç, yani Türkiye, İran ve İsrail hâkimiyet yarışındayken; Suriye, şimdi bir hâkimiyet alanı olarak İran ile Türkiye arasında rekabet konusu hâline gelmiş bulunuyor.
“Yeni Ortadoğu” söylencelerinin ayyuka çıktığı güzergâhta ABD’nin doğrudan ya da İsrail eliyleİran’ı vurması olasılığı artıp; Ortadoğu bölgesel bir yangının eşiğine doğru yol alıyorken Abdurrahman Erraşid de tabloyu şöyle betimliyor:
“Şu ana dek analistler ‘yeni Ortadoğu’ ifadesini, tek bir rejim -Saddam Hüseyin- düşürüldüğünde dile getirmişti. Şimdiyse Mübarek rejimi, Kaddafi rejimi ve Bin Ali rejimi yok. Muhtemelen Salih rejimi de gidecek ve onu Esad rejimi izleyecek. 100 milyondan fazla Arap’a hükmeden rejimler gitti; bugün Ortadoğu haritası delik deşik olmuş durumda ve bu delikleri kimin nasıl dolduracağı bekleniyor.
Rüzgâr hâlâ bölgedeki kumları yerinden oynatıyor. Dünün müttefiki Türkiye ve İran, bugün en kötü ilişkilerini yaşıyor. Suriye, Libya, Hamas ve Katar toplantılarıyla yatışmayan bir cepheydi. Mısır ve Suudi Arabistan ise ilk posta adresiydi. Mübarek’in Mısır’ı olmadan ne zirve olurdu, ne müzakereler ne de koalisyonlar...
Bölgede sakinleşmek bilmeyen hareket dalgasının, kaçmanın kolay olmadığı mıknatıslar gibi bir çekim gücü var. Yeni bir sürecin başlarındayız…”[3]
“Arap Baharı” bunun ilk adımıydı ve sonrası da gelecek…
Yani “mevcut” Ortadoğu düzen(sizlik)inin nihayete erdiği koordinatlarda, eski ölürken “yeni” hâlâ biçimlenebilmiş değil!
Artık harici dayanaklarla ayakta tutulması mümkün olmayan eski(yen) Ortadoğu statükosu, ABD ile emperyalistlerin “yeni(lenemeyen)” hamleleriyle biçimlendirilmek isteniyor.
Ancak bölgede taşlar yerli yerinden oynarken; “… ‘Arap Baharı’ yerini, bir ‘siyasal İslâmın yükselişi’ dalgasına bırakıyor. Bu ortamda, Irak’tan, Afganistan’dan çekilmeye başlayan ABD yönetiminin, Batı medyasının, adeta ‘Korkacak bir şey yok. Ilımlı İslâm iktidara geliyor, o kadar’ diyen bir yaklaşımı benimsediği görülüyor…
‘Popüler Kültür’de artık ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan ‘olay’, devrimlerin bir ‘yasasını’ bir kez daha kanıtlıyor: İktidar, siyasi olarak en örgütlü, ideolojik olarak en etkili kesimin elinde kalır! Siyasal İslâm ‘Arap dünyası’nda hemen her ülkede, her geçen gün siyasal iktidarı biraz daha etkisi altına alıyor. Tunus’ta hükümet kuruyor, Mısır’da Selefi kanadıyla birlikte seçimlerin ilk turunda oyların yüzde 60’ını alıyor. Fas’ta Kral, hükümet kurma görevini, siyasal İslâmın partisinin liderine veriyor. Libya’da yeni hükümet esas olarak siyasal İslâmın içine dolduğu Özgürlük, Adalet ve Kalkınma İçin Ulusal Birlik hareketinin elinde. Yemen iç savaşında siyasal İslâm muhalefetin en güçlü kanadını oluşturuyor. Suriye’de muhalefet, Batı’nın, Türkiye’nin de yardımıyla siyasal İslâm etrafında yoğunlaşmaya zorlanıyor.
Sonuçta bu dalga yatıştığında tüm bölgede, Batı’nın ve ABD’nin karşısında, siyasal İslâmın, daha doğrusu Müslüman Kardeşler’in etkisindeki bir hükümetler zinciri tek muhatap olarak kalmış olacak gibi görünüyor.”[4]
“BAHAR”DAN “HAZAN”A
Şimdiler de sorulan soru şu: “Arap Baharı karanlık sokağa mı giriyor?”
Can Dündar’ın, “Arap baharı mı, pastırma yazı mı?” betimlemesi eşliğinde bu haksız bir soru(n) değil elbet…
“Arap Baharı” hakkında Sami Kohen’in, “Sancılı süreç” betimlemesi ya da James Petras’ın, “Arap Baharından söz etmeyi sürdürmek bir saçmalıktır”;[5] Patrick Cockburn’un, “Arap Baharı’nın parlak umutları yavaş yavaş sönüyor,”[6] saptamalarının vurgulanması gereken gidişatta “Geleceğin belirsizliği”nin altını çizen Usame Eş Şerif de ekliyor:
“Şimdi Arap Baharı sona ermiş gibi görünüyor. Bugün Mısır’da ve Yemen’de gördüğümüz gibi tartışmaların ve kaosun uzun ve karanlık tüneline girdik. Arap devrimleri birbirinden farklı biçimde sonlanacak. Tunus diğerlerinden önce güvenli kıyılara ulaşırken, Mısır gemisi şiddetli fırtınanın ortasında azgın bir denizde yolunu arıyor. Suriye’de ufukta bir son görülmezken kan banyosu sürüyor. Yemen, Libya ve Irak’ta ise gelecek belirsiz. Arap Baharı’nın nesiller boyu bir umut kaynağı olarak kalacağı ve isyan ruhunun ekonomik zulüm ve siyasi baskı gören diğer halklara da ilham kaynağı olduğu şüphesiz. Fakat Arap Baharı bir amaç değil, diktatörlüğü sonlandırıp özgürlükleri getirmek için bir araç. Özgürlük ve adalete giden yol ise hâlâ uzak.”[7]
Bunlarla birlikte “Arap Baharı, dindarlığı canlandırdı”[8] ve ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’a, “Arap Baharı”nın etkisiyle Müslüman dünyasında yükselen İslâmi kökenli partilerle çalışabileceklerini de açıklattı!
Bu noktada Alman Yeşiller Partisi Milletvekili Memet Kılıç, “Arap Baharı’nın Riyad’a ulaşmayacağı” vurgusuyla “Hep seküler diktatörler devrildi” derken; ‘El Arabiya’ televizyonu Türkiye temsilcisi Daniel Abdülfettah da, “Arap Baharı”nın kışa dönüştüğünü belirtip, sürece ilişkin “emperyalizmin yeni yüzü” saptamasının altını çiziyor.
Böylesi bir tabloda eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, Ortadoğu’da baskın olan Washington’ın şimdi geri çekilmiş durumda olduğunu ancak ileride farklı bir konuma geleceğini belirterek, “ABD çoğunlukla baskın olduğu bu bölgelerde geri çekilmiş durumda. Ama yok olduğunu varsaymak yanlış. ABD’nin hâlâ bölgeye yönelik önemli çıkarları var. Ben kişisel olarak ABD’nin bütün bunların sonunda toparlanacağına ve daha farklı bir konuma geleceğine inanıyorum.
Bütün bu değişim ve oluşumlarda Türkiye’nin oynayabileceği çok önemli roller var. Türkiye yükselen bir ülkedir. Türkiye’nin oynayabileceği rolün çok önemli… Bu rolün ne olacağı da şu anda oluşuyor. Çünkü bu yeni bir rol... Suriye’de bazı çabalar gördük. Bence Türkiye’nin çok önemli bir rolü olacak. Bu süreçte ABD ile önemli oranda koordinasyon olması da çok önemli. Çünkü ihtilaf bölgelerinden ABD’nin geri çekiliyor olması, ABD’nin bölgedeki çıkarlarını tamamen bir tarafa bıraktığı anlamına gelmez,” diyor!
ABD/ T.“C” İLİŞKİLERİ
T.“C”ye biçilen bu misyon, Murat Yetkin’in, “Amerikalılara da, Türklere de bakarsanız bir Altın Çağa girmek üzereyiz,” diye betimlediği ABD/ T.“C” ilişkilerinin tercüme edilmesini “olmazsa olmaz” kılar.
ABD’nin eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Stephen Hadley’in, “Terör sadece Türkiye’nin değil Irak’ın da güvenliğini tehdit ediyor. Dolayısıyla ABD ve Türkiye, çıkarlarının örtüştüğü bu alanda da çalışmalıdır,” dediği koşullarda Cengiz Çandar, “Başkan Obama, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın arkasında; ABD, Türkiye’nin Ortadoğu politikasını destekliyor,” dese de olup bit(mey)eni Ali H. Aslan şöyle formüle ediyor:
“Türkiye bölgesinde eskiye nazaran çok daha yüksek etki kabiliyetine sahip, ancak başta ABD olmak üzere büyük dış güçlerden tam bağımsız şekilde hareket etmiyor. Bana göre, zaten buna imkân da gerek de yok.”[9]
Evet söz konusu bütünsellikte, -“ABD’nin AKP’ye bakışını füze kalkanı değiştirdi”[10] gerçeğini asla “es” geçmeden!- T.“C”nin ABD ile ilişkilerindeki “yeni(lenemeyen) konumu” açığa çıkıyor…
T.“C”NİN “YENİ(LENEMEYEN)” KONUMU
Başbakan Tayyip Erdoğan, Suriye’deki, Ortadoğu’daki sorunların lokal, bölgesel sorunlar olmadığını, küresel sorunlar olduğuna dikkat çekerek “Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da son yaşadığımız gelişmelerin ışığında, esasen, küresel ekonomiyi ve enerji arz güvenliğini yeniden konuşmak, yeniden müzakere etmek takdir edersiniz ki artık kaçınılmaz hâle gelmiştir” derken; T.“C”nin “yeni(lenemeyen)” konumuna ilişkin olarak ‘The Telegraph’ da ekliyor: “Türkiye’nin bölgede istikrar sağlayacak güç görevi görme potansiyeli hafife alınmamalı...”[11]
Irak’ından, İran ve Suriye’ye bu bir “realite”!
Muhammed Nureddin’in ifadesiyle, “AKP, Türk rolünü Ortadoğu’da ve hatta Balkanlardan Kafkaslara ve Rusya’dan Ortadoğu’ya kendi bölgesinde yeniden konumlandırdı.”[12]
Özetle T.“C”nin “yeni(lenemeyen)” konumu, “Bölgesel bir rol… Ne aktif ne özerk… Türkiye’nin dış politikası, kendisinden önceki döneme oranla daha aktif olmakla birlikte, diğer benzeri pivot ülkelere bakıldığında, onlardan daha aktif olmadığı gibi, daha özerk bir seyir de izleyemedi.”[13]
Bu eksende “AKP… Yeni Osmanlıcı tahayyülde kristalize oluyor”ken;[14] “Türkiye’nin dış politikasında eksenin Batı’dan Doğu’ya kaydığı filan yok, aynı yerinde duruyor, belki duruşu değişti, o kadar…”[15]
Ancak bunun bir faturası var ki, o da şu:
Küresel Terörizmle Mücadele Forumu (KTMF) eşbaşkanlıklarını Türkiye ve ABD dışişleri bakanları yürütecek. Eşbaşkanlıklarını Türkiye adına Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, ABD adına ise Dışişleri Bakanı Hillary Clinton üstlenecek.
KTMF’nin ilk kez Hillary Clinton tarafından 22 Eylül 2011 tarihinde açıklandığı anımsatılarak KTMF’nin Libya, Mısır, Tunus gibi “Arap Baharı” sonrası otoriter rejimlerden demokrasiye geçiş sürecindeki ülkelerde köktendinci terörizmi engellemek amacıyla çalışmalar yapacağı belirtildi.
KTMF’nin dünyada terörizm ve şiddete yönelen aşırılıklarla ortak mücadeleyi öngördüğü anlatılan haberde, projenin 5 ana hedefi şöyle sıralandı: “1- Diktatörlüklerin yıkılmakta olduğu ülkelerde adalet, hukuk ve polis sisteminin kurulması. 2- Şiddet eğilimli aşırılıkla mücadele edilmesi. 3- Afrika’nın orta bölümünde yeni devlet ve kanun yapısı oluşturulması. 4- Somali, Cibuti, Çad, Sudan, Etiyopya, Uganda ve Eritre’nin bulunduğu Afrika Boynuzu’nda ortak güç meydana getirilmesi. 5- Güneydoğu Asya’da terörle mücadele çalışmalarının yapılması.”[16]
Bütün bu hedeflerin yerine getirilmesi için de Ortadoğu’da KTMF’yi yönetecek bir merkez kurulmasının planlandığına dikkat çekilen haberde, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun bu merkezin İstanbul’da kurulması için öneride bulunduğu da kaydedildi.
Toparlarsak “küresel terör”e karşı T.“C” ve ABD işbirliğinin özellikle Ortadoğu coğrafyasını tehdit ettiği ve bunun da kaçınılmaz getiri ve sonuçları olduğu bir “sır” değildir…
Bu imkâna ilişkin olarak “AKP’nin, Arap dünyasında lider olmak isterken, ABD-NATO projesinin bölgedeki sözcülüğünü, uygulayıcılığını üstlenmesi kuşku yaratıyor,” diyen Ergin Yıldızoğlu ekliyor:
“ABD stratejik dikkatini, Ortadoğu’dan Uzakdoğu’ya kaydırırken bu bölgede giderek genişleme potansiyeli taşıyan bir yangın ve parçalanma süreci yeniden hızlanıyor. Türkiye’nin de bu sürecin, dolayısıyla fırtınanın, merkezine çok yakın olduğu görülüyor.”
ABD’nin taşeronu olarak neo-Osmanlıcı bir serüvene soyunanların ülkeyi ve bölgeyi “sıfır sorun” söylemlerinden, sonu belirsiz bir kargaşaya sürükledikleri açık, açık olmasına; soru(n), ülkedeki ve bölgedeki, büyük zaaflardan malûl devrimci güçlerin bu tehditleri bir imkâna dönüştürme kapasitesini sergileyip sergileyememesi.
O zaman gelin, son sözü de Karl Marx’a bırakalım: “Hep şunu görürüz ki, sorunun kendisi, ancak o sorunun çözümünün maddi koşulları zaten var olduğu ya da en azından oluşmaya başladığı zaman ortaya çıkar…”
18 Ocak 2012 12:48:35, Ankara.
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No:130, Mart 2012…
[1] Bertholt Brecht.
[2] Abdulbari Atwan, “Yeni Bir Savaş Daha Kapıda”, Kuds ül Arabi, 14 Kasım 2011.
[3] Abdurrahman Erraşid, “Gerçekten Yeni Bir Ortadoğu”, Şark ül Evsat, 4 Ocak 2012.
[4] Ergin Yıldızoğlu, “Siyasal İslâm, ‘Yeni Soğuk Savaş’…”, Cumhuriyet, 12 Aralık 2011, s.11.
[5] James Petras, “Arap Baharından Söz Etmeyi Sürdürmek Bir Saçmalıktır”, Sendika.Org, 28 Ekim 2011.
[6] Patrick Cockburn, “Bundan Sonra Hangi Zorba Devrilecek?”, The Independent, 29 Aralık 2011.
[7] Usame Eş Şerif, “Arap Baharı Bitti mi?”, Düstur, 26 Aralık 2011.
[8] Yasin Ceylan, “Yeniden Aydınlanma”, Radikal İki, 18 Aralık 2011, s.6-7.
[9] Ali H. Aslan, “Türkiye, ABD’nin Taşeronu mu?”, Zaman, 14 Kasım 2011, s.16.
[10] Utku Çakırözer, “ABD’nin AKP’ye Bakışı Nasıl Değişti?”, Cumhuriyet, 14 Aralık 2011, s.8.
[11] “Müslüman Dünyaya Bir Örnek”, The Telegraph, 21 Kasım 2011.
[12] Muhammed Nureddin, “Türklerin ‘sıfır Sorun’u 2011’de Sınıfta Kaldı”, Halic, 29 Aralık 2011.
[13] İlhan Uzgel, “Türk Dış Politikasının Özerkliği”, Radikal İki, 2 Ekim 2011, s.8.
[14] Armağan Öztürk, “AKP ve Emperyalizm”, Radikal İki, 2 Ekim 2011, s.7.
[15] Murat Yetkin, “Eksen Kayması Yok, Lafa Değil İcraata Bakın”, Radikal, 6 Ekim 2011, s.12.
[16] “Çak Ortak”, Milli Gazete, 26 Eylül 2011, s.1.
Yorumlar