“Şafağa ancak
gecenin yolunu
izleyerek ulaşılabilir.”[1]
“Onlar engerekler ve çıyanlardır” diye anılmayı sonuna kadar hak edenler; yani IMF/DB, bir kez daha sürdürülemez kapitalizmi kurtarmak için İstanbul’da toplanıyorlar!
Nafile toplantılarla, bir kez daha bildik (keşke bilmez olaydık!) yalanlarına sarılırlarken; konuya ilişkin hafıza tazelemek yerinde ve gerekli olacak.
Öncelikle Michael Moore’un, “Kapitalizm şeytandır. Şeytanı düzenleyemezsiniz. Onu yok etmelisiniz ve yerine tüm insanlık için iyi olan, demokratik bir şey koymalısınız,” sözleriyle betimlediği sürdürülemezlik konusunda “Kapitalizmi ‘Krizden’ Kurtarmak Değil, Kapitalizmden Kurtulmak...” başlıklı yazısında Fikret Başkaya’nın da altını çizdiği üzere “Kapitalizm başka türlü yapamaz?” yani olamaz! Çünkü…
“Kapitalizm koşullarında üretim, insan ihtiyaçlarını karşılamak için değil kâr etmek, kârı büyütmek için yapılıyor. İnsan ihtiyaçlarının tatmin edilmesi, kâr etmenin bir türevidir sadece. Her kapitalist daha çok kâr etmek ve her seferinde daha çok üretmek, elde ettiği artı-değeri [kârı] yeniden yatırmak, sermayeye dönüştürmek, sermayesini büyütmek, ileriye doğru kaçmak zorundadır. Canlı olanı ölü şeyler, nesneler hâline getirmek zorundadır... Her bir tekil kapitalistin ayakta kalabilmek için vahşi rekâbet ortamında daha ucuza üretmesi gerekiyor. Artı değeri yaratan da canlı emek [işçi] olduğuna göre, işçiyi daha çok sömürmesi, doğal çevreyi daha çok yağmalaması gerekiyor. Kapitalistin gözünde insan üretim sürecine sokulan diğer araçlar [makina, bina, ham ve ara-malı, vb.] gibi bir şeydir... Onu insan olarak görmez, görmesi mümkün değildir. Görseydi kapitalist olmazdı...
Kapitalist yaptığının insânî, sosyal ve ekolojik sonuçlarıyla ilgili değildir. İlgilenmesi mümkün değildir, aksı hâlde kapitalist olmazdı... Kapitalist, doğayı sınırsız yağmalanır, insanı sınırsız sömürülür birer kaynak olarak görür, görmek zorundadır... Bu vesileyle ünlü Akreple Kurbağa masalını hatırlamak yaralı olabilir: Akrep, Kurbağa’ya sırtında nehri geçirmesini ister. Kurbağa önce reddeder. ‘seni sırtıma alayım sonra da beni sok... yok öyle şey...’ der. Fakat, akrebin ısrarı karşısında dayanamayıp sonunda kabul eder. Akrebi sırtına bindirip nehre dalar. Tam nehrin ortasına vardıklarında akrep kurbağayı sokar. Kurbağa başını çevirip, ‘niye yaptın, ikimizi birden niye öldürüyorsun’ dediğinde, akrep, ‘başka türlü yapamazdım, bu benim tabiatım’ der. Aslında kapitalizm de başka türlü yapamaz...”
IMF/DB!
Siz bakmayın “Ekonomik programın başarı koşullarını IMF”ye bağlayan Fatih Özatay’ın; ya da “Eylül 2008’den bu yana IMF ile program yapan ve mali destek alan ülkeler, önceki krize göre, bu derin krizden daha az etkilendiler,” diyen Uğur Gürses’in “sahibinin sesi” markalı zırvalarına!
Onların “iktisat telakkisi”nde insan yoktur; onların “sermaye merkezli zırvalar”ı insansızdır!
Geçerken Uğur Gürses’e hatırlatalım: ILO raporunda kriz ile 222 milyon kişinin, günde 1.25 doların altında gelir şeklinde tanımlanan aşırı yoksulluğa doğru sürüklendiğini açıklandı. Sormadan geçmeyelim: “Az etkilenme” mi dediniz? Hadi canım sen de!!!!
Tam da bu noktada Ahmet Tonak’ın ifadesiyle, “IMF ve Dünya Bankası’nın, sermayenin çıkar ve tercihlerini bir kenara koyup Güney ülkelerinden yana politikalar geliştirmelerini beklemek, en hafif deyimle naiflik,” safdilliktir!
Hızla sıralayalım:
İstanbul’da toplanan kapitalist talan/ soygun şebekesi IMF, 1944 yılında ABD’nin New Hampshire eyaletindeki Bretton Woods’da kuruldu; 1947’de de faaliyete geçti.
Bu ABD hegemonyasının bir gereğiydi; 44 devleti bir araya getirerek Bretton Woods anlaşmasını ortaya çıkardı.
Anlaşmanın özü, doları uluslararası para yapmak, yani bütün ülkelerin paralarını kontrol etmek, borçlar ve kredilerle dünya ekonomisini bağımlılaştırmak, sermaye akışının önündeki engelleri kaldırmak ve bu işler için de IMF ve Dünya Bankası’nı kurmaktı.
Merkezi de Washington’da olan IMF’nin patronu Amerika’dır!
IMF’yi, paranın gücü yönetir. Her ülkenin IMF’deki oy gücü, fondaki hissesine bağlıdır. (ABD’nin oy gücü tek başına yüzde 17.16’dır. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Japonya’dan oluşan “beşler” grubunun oy oranı ise yaklaşık yüzde 40’tır. Avrupa Birliği’ninki ise yüzde 30... Buna karşılık örneğin Türkiye’nin IMF’deki oy gücü, binde 46’dır! İşte size IMF demokrasisi!)
Dünya Bankası’na gelince; o da, IMF’nin “tek yumurta ikizi”dir!
IMF’nin yaptığının aynısını yapan Dünya Bankası, bağımlı ülkelere borç verip, bu borçları tahsil etmek için onlara koşullar dayatır… Özetle yaptığı tefecilik ve tahsilatçılıktır!
Aslı sorulursa IMF/DB’nin işi, borçlandıran soygunculuktur.
Ancak borç meselesinin en önemli yanı şudur: Borcu alanla ödeyen farklıdır!
Borcu alan işbirlikçi egemenler, ödettirilenler ise ezilenlerdir!
IMF/ DB patentli tahsilat(lar), “İstikrar Program(lar)ı” adı altında yürütülür; yağmaya denk düşen özelleştirmeler ile de taçlandırılır!
“İstikrar Program(lar)ı” dedik; örneğin, 12 Eylül darbesinin yolunu döşeyen 24 Ocak 1980 Kararları da bunlardan birisiydi!
Bunun artıları; “Niyet Mektubu” ile “Stand-by Anlaşması”dır!
“Niyet Mektubu”, IMF Başkanı’na hitaben yazılan mektuptur: Borç ödemeleri için nasıl bir planlarının olduğunu, şu kadar süre içinde nelere ne kadar zam yapacaklarını, tarım ürünü fiyatlarını, vergileri ve maaşları nasıl ayarlayacaklarını anlatır…
Sonra da mektup uyarınca bir “Stand-by Anlaşması” yapılır. Bu anlaşma uyarınca, IMF kaynaklarının kullanımını belli koşullara bağlar.
Sonrası, emekçileri kahreden ekonomi-politikadır!
Bir an anımsayın!
Amerikan vakıflarının bursuyla yetişen Süleyman Demirel 1960’larda partinin başına nasıl getirildi? (Dileyenler Vehbi Koç’un anılarına bakabilirler! Orada Koç, Demirel’i desteklemek için ne numaralar çevirdiklerini anlatır.)
Sonra, 12 Mart 1971 askeri darbesinin ertesi günü Atilla Karaosmanoğlu isimli bir IMF memurunun Maliye Bakanı oluvermesi!
Veya 12 Eylül 1980’le devreye sokulan Turgut Özal!
Ya da Tansu Çiller… Kemal Derviş… Cüneyt Zapsu… Ali Babacan… Egemen Bağış… Vd’leri…
Yeri geldi soralım: “IMF’nin düze çıkardığı tek bir ülke var mı?”
“Hayır, kesinlikle bir tane bile örnek yok!” deyip burada (kısaca) bir Türk(iye) ekonomisi parantezi açalım…
TÜRK(İYE) EKONOMİSİ PARANTEZİ
OECD Araştırması’nın, “Dünyanın En Kötü”lerinden ilan ettiği Türkiye’de, işsizlik ve küçülme rekor kırdı, işsizlik yüzde 16’yı aştı.
Her beş kişiden biri işsiz olan ülkede, krizde 44 bini Türk-İş’te olmak üzere 70 bine yakın sendikalı işçi işinden oldu.
Türk halkı 6 ayda 1400 dolar fakirleşti.
Gerçekten de 2009 Şubat ayında yüzde 16.1’le tarihi rekor kıran işsizlik rakamları Haziran’da, 3 milyon 269 bine ulaştı. 2008 yılına göre aynı dönemde işsizlik oranı yüzde 9.4, işsiz sayısı ise 2 milyon 297 bin kişiydi.
Bir ek daha: ILO verilerine göre, işsizlik oranının Türkiye’deki artış hızı dünya ortalamasının beş katı.
Bu arada TÜİK’in araştırmasına göre Türkiye’de yılda en az 200 kişi Afrika’nın geri kalmış ülkelerinde görüldüğü gibi “beslenme ve vitamin yetersizliğinden” yani “açlıktan” ölüyor.
Yine ‘Hane Halkı Bütçe Araştırması’na göre, Türklerin eğitim ve gıdaya yaptığı harcamalar düştü.
İşsizlik ve yoksulluk büyürken borçlanma(lar) da katlanıyor.
Örneğin kredi kartı borcunu ödemeyenlerin sayısı 2009 Temmuz’unda, yaklaşık yüzde 19.5 artarak 106 bin 225’e; ferdi kredi borcunu ödemeyenlerin sayısı ise yüzde 22.5 yükselerek, 50 bin 424’ten 61 bin 770’e çıktı.
Yine 2009’un 7 ayında karşılıksız çek sayısı yüzde 48 oranında artıp, 1 milyon 224 bin 48’e ulaştı. Protestolu senetler ise yüzde 29.2 oranında arttı.
Bu arada Bağımsız Eğitimciler Sendikası’na göre 4 kişilik bir ailenin bankalara, eş dosta, esnafa, kredi kartlarına ve çevresine olan şahsi borcunun yanı sıra TC vatandaşı olmaktan dolayı kaynaklanan 39 bin 300 TL’lik ayrıca bir borcu var.
Türkiye’de doğan her bebek 6 bin 550 dolar, başka deyişle 9 bin 825 Türk Lirası borçla dünyaya gözünü açıyor.
Bunun yanında Temmuz 2009 sonunda devletin borç yükü 414.5 milyar TL’ye çıktı. Bu borcun yaklaşık dörtte üçü iç borç, dörtte biri dış borç. İç borçta ulaşılan 308 milyar TL, tarihi bir rakam!
Türkiye’nin küresel krizin etkisine girdiği Ekim 2008 öncesi, yani eylül ayında toplam kamu borç yükü 354 milyar TL dolayındaydı. Temmuz sonuna gelindiğinde bu yükün yüzde 18 arttığını görüyoruz. Yani 11 ayda 61 milyar TL daha borçlanmak zorunda kalmış AKP iktidarı... Böylece ulaşılan borç yükü 414.5 milyar TL’yi bulurken bu borç yükünün çevrilmesi her yıl ortalama 45-50 milyar TL’nin bankalara, rantiyelere borç faizi olarak ödenmesine bağlı. Bu, tek başına 3 milyona yakın kamu çalışanına ödenen maaşlara denk bir faiz yükü...
Yine bu kriz döneminde anlaşılıyor ki, AKP iktidarı, ayda ortalama 5.5 milyar TL borçlanmış...
2009 yılının ilk sekiz ayında bütçe açığı yüzde 779.9 arttı. 31.3 milyar TL açık verdi.
Nihayet tüm bunlar olurken; BDDK’nın, 2009 Yılı Finansal Piyasalar Raporu’na göre bankalar 2009 yılın ilk yarısında 2008 yılın aynı dönemine göre kârlarını yüzde 33 oranında artırdılar!
Yani bankacılık sektörünün 2009 yılı ikinci çeyreğinde, dönem net kârı 2008 yılının aynı dönemine göre yüzde 33 oranında artarak 11 milyar TL’ye ulaştı. Bir önceki çeyreğe göre dönem net kârında meydana gelen artış ise yüzde 92 oldu!
Bu düzen(sizlik), IMF/DB düzenidir; onların eseridir; tıpkı yerküremizin sürdürülemezlik tablosu gibi!
IMF/DB’NİN YARATTIĞI (SÜRDÜRÜLENMEZ) TABLO
Bilmiyor olamazsınız!
IMF/DB’nin yarattığı küresel tabloda bugün dünya nüfusunun yüzde 15’ini oluşturan zengin ülkeler dünya gelirinin yüzde 80’ine el koyarken, dünya nüfusunun yüzde 56’sı dünya gelirinin yaklaşık yüzde 5’ini alıyor.
Bugün dünyanın en zengin üç asalağının (Bill Gates, Paul Allen, Warren Buffet) servetlerinin toplamı 48 ülkenin milli gelirine eşittir!
Zenginlerin dünya gelirinden aldıkları pay yüzde 85 iken yoksulların payı yüzde 1.4’tür. Bugün yoksul ülkelerdeki ücretler emperyalist ülkelerdekinden 70 kat daha düşük ve 1980’ler boyunca yoksul ülkelerin geliri yüzde 60 gerilemiş durumda.
Bizzat Dünya Bankası raporuna göre, Afrika ülkelerinin çoğu 40 yıl öncesine göre çok daha berbat durumda. Afrika’daki 48 ülkenin toplam yıllık geliri, Belçika’nın yıllık geliri kadar!
Örneğin IMF ile anlaşma gereği Mozambik hükümeti kamu harcamalarını kıstı, gıda maddelerinin fiyatlarına uyguladığı desteği kaldırdı ve 900’ün üzerinde kamu kuruluşunu özelleştirdi. Sonuç ortada; Mozambik’te doğan her dokuz çocuktan biri 5 yaşına gelmeden ölüyor.
Rus halkı, IMF programlarıyla ilk kez 1992’de tanıştı ve 1996 yılında, ülkenin ulusal geliri yarı yarıya düşmüştü. Yoksulluk sınırının altında yaşayan insan sayısı, aynı sürede 2 milyondan 60 milyona fırladı.
IMF, Şili’yi Arjantin’i, tüm Latin Amerika’yı mahvetti.
IMF kurallarını harfiyen uygulayan Güney Kore hükümeti, iki yıl içinde ülkeyi adeta bir harabeye çevirdi. Ekonomi küçülür, halk yoksullaşırken yüz binlerce işçi işten atıldı.
Bugün dünya yoksulluk ve açlık bakımından 20 yıl öncesine göre iki kat daha berbat durumdadır. Düne kadar tarihe gömüldüğü söylenen hastalıklar bugün kol geziyor dünyada ve her yıl yüz binlerce çocuk önlenebilecek hastalıklardan ötürü can veriyor.
IMF, her nereye el atarsa kara bir bela gibi halkın iliğini kurutuyor, yoksulluğu artırıyor ve açlığa mahkûm ediyor.
Tabloyu ‘Le Monde Diplomatique’, “Tarihte ilk kez 1 milyar insan aç”[2] diye betimlerken; sadece Somali’de 3.7 milyon kişi açlıkla karşı karşıya…
Ayrıca “Kara Afrika”nın Zimbabve’sinde çocukların açlıktan sıçan ve zehirli parazitlerin delik deşik ettiği yenilemez bitki kökleriyle beslenmeye çalıştıklarından söz ediliyor…
‘Save The Children’ yardım kuruluşunun sözcülerinden Sarah Jacobs, ülkenin en yoksul ve kurak bölgesi Zambezi vadisinde birçok insanın, makuri denilen, tadı kötü olan lifli bir kökü yiyerek hayatta kalmaya çalıştıklarını açıklıyor!
Sonra da 2003’te köle sahibi olmayı suç hâline getiren Nijer’de hâlâ 800 bin köle bulunduğu sanılıyor!
Bu arada Kenya’nın toplam nüfusu 1975’de 13.5 milyonken 2004’te 33.5 milyona ulaştı, yoksulluk sınırı altında yaşayanların oranı ise 1990’da yüzde 48’den yüzde 55’e yükseldi, başkenti Nairobi’de halkın üçte ikisi gecekondularda yaşıyor…
Tam da bu noktada ‘Gıda Etiği Konseyi’ndeki uzmanlar, sadece ABD ve Britanya’daki yiyecek israfının önüne geçildiği taktirde açlık çeken bir milyardan fazla insanın kurtarılabileceğini açıklıyorlar!
Mahfi Eğilmez’in (benzerleriyle!), “Yeni küresel finans sistemine doğru gittiğimiz”den söz ettiği koordinatlarda tablo bu; yani Johann Hari’nin ifafdesiyle, “Dilin siyaset için kasten şekillendirildiği bir dünyada yaşıyoruz. Malavi’de Dünya Bankası yüzünden ölen bebekler istatistiklere ‘yenidoğan ölümleri’ gibi ‘antiseptik’ bir ifadeyle geçiyor; ailelerinin dininden olduklarını varsayarak çocukların karar vermesini doğuştan engelliyoruz”![3]
Evet tablo bu; ama bununla da sınırlı değil!
ABD’de 46.3 milyon kişi sağlık güvencesine sahip değilken;[4] her 7 kişiden biri de yoksul!
Nüfusun en zengin yüzde biri servetin yüzde 95’ini kontrol ettiği ABD’de her gün 14 bin kişi işsiz kalıyorken; 1980’den beri işgücü verimliliğinin yüzde 45 arttığı ülkede gerçek ortalama ücret de sabit kaldı!
BM’ye göre, dünyadaki aç insan sayısı 1 milyarı aşacakken; BM, “Orta ve Doğu Afrika’daki çatışmalar ve çevre felaketleri nedeniyle 16 ülkede 11 milyondan fazla insanın yaşadığı bölgeden ayrılmak zorunda kaldığını” açıklarken; yer değiştiren insan sayısında Sudan 4 milyon ile ilk sırada yer alıryor, Kongo ve Somali yaklaşık 1.3’er milyon ile Sudan’ı takip ediyor!
Özetle XXI. yüzyılın başları itibarıyla doğdukları ülkeyi terk edip, başka ülkelerde yaşayan kişilerin sayısı 150 milyona ulaşmıştır. Bu da dünya nüfusunun yüzde 2.5’ini oluşturmaktadır, bir başka deyişle, her 40 kişiden biri anavatanı dışında yaşamaktadır!
Bu kadar “veri” yeter değil mi?!
VE KRİZ!
Ancak bitmedi; IMF/DB’nin yarattığı sürdürülemez kapitalist yıkım tablosunun önemli bir aktörü de krizdir!
Şöyle bir geriye doğru bakın!
BBC’nin, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) G-20 maliye bakanlarına sunduğu verilere dayanarak yaptığı hesaplamalara göre, büyük ekonomiler krizde toplam 10 trilyon dolar harcadı.
Krizle birlikte özel mali sektörün varlık silmelerinin toplamının 4 trilyon doları bulduğu, bunun üçte ikisinin Citigroup ve RBS gibi büyük bankalardaki kayıplardan kaynaklandığı tahmin ediliyor. Dünya ekonomisinin 2009 yılında yüzde 2.3 (1 trilyon dolar) küçülmesi bekleniyor. Bu kaybı tüm vatandaşlar ortak paylaşsa da bundan özellikle sayıları artan işsizler etkilenecek.
Dünya ekonomisinin normalde yüzde 2 büyüdüğü düşünülürse, durgunluktan kaynaklanan kayıp 2 trilyon doları buluyor.
Öte yandan Britanya’da kriz bankalardan kredi alamayan vatandaşı tefecinin kapısında kuyruğa soktu. Yüzde 60 faizle kredi veren tefeciler teminat olarak kredi kartı alıyorken; sürdürülemez kapitalizm “Üçüncü Dalga, Sosyal Kriz”le tanışıyor![5]
Siz bakmayın; “Düzeldi!” yaygaralarına!
“Üçüncü Dalga Sosyal Kriz” geliyor!
Amerikan Merkez Bankası’nın (Fed), önce ABD ekonomisindeki gerilemenin sona erdiğini açıklayıp; sonra da, “derin bir resesyonun ardından büyümeye geçildiğini” belirtmesinin aslı astarı yoktur!
Brookings Institute’ta bir konuşmasında Fed’in Başkanı Ben Bernanke, her ne kadar, “1930’lu yıllardan bu yana ABD ekonomisinin tanık olduğu en derin ve uzun resesyonun çok büyük olasılıkla sona erdiğini ancak, ekonominin işsizlik sorunu nedeniyle bir süre daha zayıf kalacağını” söylese de; “Ekonominin muhtemelen büyüdüğünü, ancak yüzde 9.7 ile 26 yılın en yüksek seviyesine yükselen işsizliği önlemede yeterli olmayacağını” da eklemek zorunda kalmıştır…
Joseph Stiglitz’in, “Krizden çıkış dört yıl sürer düzeltme sadece illüzyon,” dediği koordinatlarda; IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn’ın da, “IMF’nin bu kriz sırasında ikinci bir global resesyon beklemediğini” söylemesi; bir “dilek” ve “temenni”den öte anlam ifade etmemektedir!
Evet, evet; yalanın egemenliğine denk düşen kapitalizmin; kriz dönemlerinde ihtiyaç duyduğu şey; eskisinden daha çok yalandır!
Bu bağlamda kapitalizmin “iyileşme” söylenceleri, tam da bunun için daha çok tedavüldedir; “Kapitalizmin mahareti, krizleri sistemi dağıtmayacak, yerle bir etmeyecek şekilde geçiştirmesindedir,” diyen Hasan Bülent Kahraman’ın “hikmet”indeki üzere…
Ancak “yalancı hikmetler”de durumu kurtaramıyor; “Gazino Kapitalizmi” açısından oynanan aynı oyundur
OYUN AYNI OYUNDUR!
Oyun aynı oyunken; kapitalizmin (IMF/DB patentli) gerçeği de aynı gerçek!
Amerikalıların ekonomik krizle baş edebilmek için esrar üretimine yöneldiği; polisin 2009 yılında 600 binden fazla esrar alanını yakıp 12 milyar dolarlık esrarı imha ederken, ek gelir için esrar yetiştirilen eyaletler ortadan batıya Kaliforniya, Washington, Oregon, Kentucky, Tennessee ve Batı Virginia’ya uzandığı ABD’de Aralık 2007’de başlayan resesyonda Eylül 2009’a kadar 6.9 milyon kişi işsiz kalırken, toplam işsiz sayısı 14.9 milyona çıktı. Fed, 2009’da işsizliğin yüzde 10 seviyesine ulaşacağını tahmin ettiği; ABD’de, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra en yüksek işsizlik oranı yüzde 10.8 ile 1982’nin sonunda kaydedilmişti. Ekonomistler, işsizlik oranının normal bir seviye olan yüzde 5’e düşmesinin en az dört yılı bulacağını belirtiyor.
Bu tablo karşısında ABD Başkanı Barack Obama, ekonomik büyümenin yeniden başlayacağını, ancak işsizliğin sorun olduğunu açıkladı. CNN Televizyonunda yayınlanan demecinde, durgunluğun resmen bitip bitmediğini Merkez Bankası Başkanının açıklayacağını belirtirken, ekonomik büyüme işaretlerinin bulunduğunu kaydedip, işsizliğin daha da kötüleşebileceğini söyleyen Obama, 2010 yılına kadar yeterli istihdam imkânı yaratılamayacağını da söyledi.
Öte yandan ABD’de 2009 yılında kapanan banka sayısı 94’ü buldu. Bankacılık sektörünü kontrol eden Federal Mevduat Sigorta Fonu’nun (FDIC), ‘Irwin Union Bank & Trust’ ve ‘Irwin Union Bank’ı kapatmasıyla, ülkede 2009 yılında kapanan banka sayısı 94’e çıktı. İki bankanın kapatılmasının FDIC’e maliyeti muhtemelen 850 milyon dolar olacak. Kentucky eyaleti merkezli Irwin Union Bank ve Indiana eyaleti merkezli Irwin Union Bank & Trust’daki mevduatlar, rakip First Financial Bank’a devredilecek.
Küresel krizden en olumsuz etkilenen Kuzey Amerikalıların 2008 yılında 8 trilyon dolardan fazla kaybettiği hesaplandı. Boston Danışmanlık Grubu’nun “Küresel Refah 2009” raporuna göre 2001 yılından bu yana artışını sürdüren küresel refah, küresel kriz nedeniyle 2008 yılında yüzde 11.7 gerileyerek 104.7 trilyon dolardan 92.4 trilyon dolara indi.
2008 yılının en büyük refah kaybı yüzde 21.8’le Kuzey Amerika’da kaydedildi. Bölgede 2007 sonunda 37,4 trilyon dolar olan fonlar toplamı, 2008 sonunda 8.1 trilyon dolar eriyerek 29.3 trilyon dolara geriledi. Bu dönemde Avrupa’daki toplam refah ise sadece yüzde 5.8 kayıpla 34.7 trilyon dolardan 32.7 trilyon dolara indi. Böylece Avrupa uzun bir aranın ardından Kuzey Amerika’yı geride bırakarak dünyanın en zengin kıtası unvanını geri aldı.
2008 yılında Japonya’nın refah miktarı yüzde 7.8 azalarak 13.5 trilyon dolara, bu ülke hariç Asya-Pasifik bölgesinin refah miktarı yüzde 6.2 azalarak 11.5 trilyon dolara indi.
Sürdürülemez kapitalizmin krizi sürüyor, sürecek de!
Çünkü IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn’ın, “Krizde ileriye bakarken zorluklar yıldırıcı” dediği tablonun gerçeği yine şöyle:
1980 sonrası yaşanan finansallaşma ve yarattığı balonlaşma, global kriz öncesi, gerçek mal ve sermaye üretiminin inanılmaz boyutlarda üstünde. Kısa adı MGI olan McKinsey Global Institution’ın belirlemelerine göre, dünyanın gerçek mal ve hizmet üretimi ile bu varlığa dayanan mali varlıklar, kâğıtlar, senetler vb. arasındaki fark, son 30 yılda inanılmaz boyutta açıldı. 1980’de 10 trilyon dolarlık mal ve hizmet üretimine karşılık 12 milyar dolarlık mali varlık var iken izleyen yıllarda gerçek varlığın karşılığı çıkarılan kâğıtlar çığ gibi büyüdü. Kâğıtlara takla attırmak adını da verebileceğimiz türev piyasalarının azması, balonlaşması küresel kriz öncesi inanılmaz boyutlara çıktı. MGI’ya göre 2007’de 55 trilyon dolarlık dünya hasılasına karşılık 200 trilyon dolara yaklaşan senet stoku ortaya çıkmıştı. Bir anlamda 1980’de 1’e 1 olan varlık-senet oranı her 10 yılda katlanmış ve 2007’de 1’e 4’e kadar çıkmıştı. Bu oranların daha da yüksek olduğunu öne süren görüşler de var...[6]
İşte ancak bu balonlaşma sayesinde, kâğıda takla üstüne takla attırma cambazlığı ile eldeki sermayelerden en yüksek kâr oranını gerçekleştirmek mümkün olmuştur. Ne var ki, balonun patlaması ile kaos da başlamıştır.
Bu kâğıtlaşma-balonlaşma, uyanık (ahlâksız) bankacıların keyfi seçimi değildi. Kapitalizmin elindeki devasa sermayelerin azami kârı elde etmesinin yegâne yolu, bu balonlaşma, spekülasyondu.
Dolayısıyla, bundan sonra da bu finansallaşma, balonlaşma yolundan vazgeçemez dünya finans kapitali. Nitekim Mobius buna işaret ederek diyor ki, CNBC kanalına verdiği röportajda, türev piyasaları, dünya ülkelerinin liderlerince kontrol altına alınmamaları hâlinde (nasıl alınacaksa!) yeni bir felakete yol açabilecekler.
Mobius, şirketlerin çoğunun türev piyasalarla olan bağlantılarından haberleri olmadığını, merkez bankaları faizi düşük tutmaya devam ettikçe de başka varlık balonlarının şişeceğini, hatta emtia ve hisse senetlerinin şişmeye başladığını belirtmiş demecinde...
Evet, bu kriz kolay yatışmaz, yatışıyor görünse de yanıltır. Yeniden ve yeniden uyuşturucu müptelası gibi, petrolde, bakırda, çeşitli hisse senetlerinde, kâğıtlarda balonlar yaratıp vur-kaçlarla ömrünü uzatmaya çalışan finans kapital, bir krizden bir ötekine yol açma pahasına ömrünü uzatmak için çırpınıp duracaktır...[7]
Tüm bunlarda “Üçüncü Dalga Sosyal Kriz” gelmekte olduğunun verisini oluştururken; IMF/ DB’de İstanbul’da bunun nasıl “engellenebileceği”nin “yanıt(sızlığ)ı”nı arıyorlar!
IMF/ DB “YANIT(SIZLIĞ)I”NA İSYAN!
Şimdi, bir kez daha Mao Zedung’un, “Eğer bir fikrin varsa ikiye bölmen gerekecektir,” saptamasını anımsamak gerekiyor!
Her şeyi, sınıfsal bağlamında ikiye bölmeliyiz; hatta ikiye bölünmeyi de göze alarak!
Brezilya’yı IMF’ye 15 milyar dolar borçlu bir ülkeyken borç veren ülke konumuna getirirken; “Hayatım boyunca ‘IMF dışarı!’ pankartı taşıdım. IMF ile çalışamazdım. O yüzden iktidara gelir gelmez IMF’ye borcu ödedim.” “Sosyalist ama pragmatistim,” diyen Lula da Silva’dan farklı bir tarzda! Yani IMF’ye hiçbir şey ödemeden; her şeyi, sınıfsal bağlamında ikiye bölmeyi göz almalı ve yapmalıyız!
Şimdi Simurg Anka hikâyesindeki cüret ile, bizi biz yapan devrimci değer ve kavramlarımızı anımsama/ anımsatma zamanıdır!
Yeniden ve bir kez daha, teslim alınamamış, kirletilememiş, devrimci içeriği boşaltılamamış başkaldıran isyancı değer ve kavramlarımıza muhtacız.
Onlar tarihi(mizi) anlamlandıran, zamanın direngen çocuklarıdır. Çünkü onların oluşması ve nihayet insanlığın ortak birikiminin değeri hâline gelmesi uzun bir zaman içinde gerçekleşir.
Devrimci kavram ve değerlerin zaman içindeki uzun yürüyüşlerinde, tarihin nasıl bir tarih olduğunu da anlatırlar. Saflar o kavramlarla anlaşılır.
Şimdi sürdürülemez kapitalizme karşı, eğilip bükülemeyen dik duruşumuzla itiraz zamanıdır!
Bu “daha iyi kapitalizm” arayan postmodern reformcuların, “Dün böyleydiler ama bugün başkadırlar, dünkü anlam değişti bugün başka anlamlar yüklüdürler” mazeretlerinin de reddidir!
Evet, yeniden ve bir kez daha geçmişi kutsamayıp, “es” geçmeden, geleceği müjdeleyen ve Albert Einstein’ın, “Nedenleri değiştirmedikçe sonuçların değişeceğini sanmak ahmaklıktır,” uyarısını göz ardı etmeyen bir eyleme ve başaracağımıza ilişkin bilinçli inanca muhtacız!
Tıpkı Fidel Castro’nun, “İnsana inanmayan birisi asla devrimci olamaz”; ya da Johann Wolfgang Von Goethe’nin, “İnanç konusunda, diyordum, her şey inanmakla ilgilidir… İnanç, bugün ve gelecek adına önemli bir güven duygusudur,”[8] saptamalarındaki üzere…
Şimdi lanetli egemenler karşısında yeniden cüret zamanıdır; Ara Güler’in, “Yaşam size verilmiş boş bir filmdir. Her karesini mükemmel bir biçimde doldurmaya çalışın”; Ptah Hotep’in, “Vicdanın, yaratıcı gücünden şaşma,” deyişindeki üzere!
29 Eylül 2009 13:10:02, Ankara.
N O T L A R
[1] Halil Cibran, “Kum ve Köpük”.
[2] “Tarihte İlk Kez 1 Milyar İnsan Aç”, Le Monde Diplomatique Türkiye, No:7, 15 Ağustos-15 Eylül 2009, s.6.
[3] Johann Hari, “Dil Siyasetin Çöplüğü Hâline Geldi”, The Independent, 2 Eylül 2009.
[4] Roger Cohen, “46.3 Milyon İnsanın Sağlık Güvencesi Yoksa ABD Neyi Tartışıyor?”, The New York Times, 14 Eylül 2009.
[5] “Üçüncü Dalga, Sosyal Kriz”, Taraf, 10 Eylül 2009, s.7.
[6] Kaynak: MGI Mapping the Global Capital Market Fifth Annual Report, October 2008.
[7] Mustafa Sönmez, “Bir Kriz Biter Yenisi Başlar... Neden mi?”, Cumhuriyet, 26 Eylül 2009, s.12.
[8] Johann Wolfgang Von Goethe, Yaşamımdan Şiir ve Hakikât, Çev: Mahmure Kahraman, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2009, s.643-644.
|
Yorumlar